
Kim Ki-duk...

Kim Ki-duk...

"Vahşi Hayvanlar..."
"Kuş Kafesi..."
"Ada..."
"Ada..."
"Ada..."

"Gerçek Roman..."

"Kötü Adam..."

"Bilinmeyen Adres..."

"Sahil Koruma..."

"İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar...”

"İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar...”

"Fedakâr Kız..."
"Fedakâr Kız..."

"Yay..."

"Yay..."

"Zaman..."

"Nefes..."

"Nefes..."
Varoluşçu bir yönetmen: Kim ki-duk
Güney Koreli yönetmen Kim ki-duk’un filmlerinde başkarakterler çoğunlukla az konuşuyorlar. İletişimsizler. Yalnızlar. Onlar, modern zamanların tüm acılarını çekiyorlar. Ki-duk’un filmleri varoluşçu, derinlikli ve estetik.
Ali Erden
Güney Koreli yönetmen Kim ki-duk’un filmleri evrensel. Yönetmenin anlattığı temalar aşağı yukarı tüm kültürlerde karşılığını bulabiliyor. Ki-duk, erkeklerin dünyasını tedirgin edici biçimde yansıtırken, genç kızlar ve genç kadınlar alabildiğine zarif ve de kırılgan.
1960 yılında doğan yönetmen Ki-duk, ailesinin yoksulluğundan ülkesinde birçok işte çalışmış. Hatta paralı askerlik bile yapmış. Belki de bu yüzden filmlerinin genelinde otoriteye ve baskıya karşı bir öfkesi var. Filmlerinde tutucu Kore geleneklerini ve halkını da sıkça eleştiriyor. Ki-duk, ülkesinden çok dışarıda daha çok seviliyor. Ki-duk, birkaç yıl Paris'te yaşamış. Resim eğitimi almış. Paris'in sokaklarında yaşamış. Otuz yaşına kadar hiç sinemaya gitmemiş Ki-duk, Paris'te Leos Carax'nın 1991'de yönettiği "Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Âşıkları"yla Jonathan Demme'nin 1991'de yönettiği "The Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği"ni gördükten sonra sinemacı olmaya karar veriyor. 1996'da ilk filmi "Ag-o-Timsah"ı çekiyor.
"Vahşi Hayvanlar..."
Ki-duk’un 1997 yapımı ikinci filmi “Yasaeng Dongmul Bohoguyeog-Vahşi Hayvanlar” filminin hikâyesi, Paris’in sokaklarında geçiyor. Bu film, Kuzey ve Güney Koreli iki genç adamın yollarının Paris’te kesişmesini anlatıyor. Ama, ne kesişme!.. Romantizmin şehri Paris’i bir şiddet ve vahşet şehrine dönüştüren Ki-duk, hikâyesini yoğunlukla Seine Nehri kıyılarına taşımış. Bu, başka filmlerdeki bildik Seine değil. Daha aşağılarda, neredeyse Paris’in kenarlarına uzanıyor. Bu filme, Paris’in dar ve karanlık arka sokakları mekân olmuş. Ki-duk da, zamanında sonuna kadar gerçekliğin dibindeki Paris’te yaşamıştı. Senaryoyu yönetmen yazmış. Müzikleri In-gu Kang ve In-ha Oh bestelemiş. Görüntülerse Jeong-min Seo’dan.
Cheong-hae (Jae-hyeon Jo), Güney Kore’den Paris’e ressam olmak için gelmiş, ama şimdilik bulabildiği suç dünyası. Bir tekne satın alıp resimlerini orada yapmayı düşleyen, hırsız ve düzenbaz, neredeyse hiç güvenilmeyecek Cheong-hae, Kuzey Kore’den kaçıp Paris’e sığınmış dövüş sporlarında uzman Hong-san’ı (Dong-jik Jang) yoldan çıkartıveriyor hemen. Bu tuhaf dostluk, Fransız mafyasına kadar uzanıyor. Cheong-hae, heykel taklidi yapan Corrine’e de (Sasha Rucavina) tutuluyor hikâyenin bir yerinde. Kore’nin kuzeyinden olan Hong-san da, trende aynı kompartımanda yolculuk yaptığı Laura’ya (Ryun Jang) tutuluyor. Bu iki aşk da bu iki Koreli genç adam için imkânsız gibi. Çünkü Corrine’in başında bir Fransız gangsteri var. Striptizci Laura’ysa bir başka Fransız gangsteri Emile’e (Denis Lavant) sırılsıklam âşık.
Her şeyin karmakarışık olduğu bu hikâyede, tüm sevişme ve şiddet gösterileri alabildiğine vahşice. Donmuş balıkla bile vahşice insan öldürülüyor filmde. Kanların fışkırdığı bu Ki-duk filminde, şiddetin nerede duracağını bilemiyor insan. En sert mafya şiddet gösterilerinin yansıdığı bu filmin finali de Ki-duk filmleri içerisinde en trajik olanı belki. Ki-duk, bu filminin estetiğini daha çok 1970'lerin İtalyan ve Fransız suç filmlerinin tadında oluşturmuş. Öncelikle iç mekânlarda bu daha çok hissediliyor. Bu filmdeki kamera da alabildiğine sakindi. Ama görüntüye yansıyan hiçbir şey sakin değil. Bu filmi gördüğünüzde Ki-duk’a “şiddetin ozanı” diyeceksiniz belki de. Ki-duk, öncelikle striptiz sahnelerinde Arap müzikleri kullanmış. Son jenerikte de Arapça şarkı duyuluyordu. Ki-duk, “Vahşi Hayvanlar”da Fransız sinemasının iki önemli aktörünü, Richard Bohringer ve Denis Lavant’ı da oynatmış. 1961 doğumlu Fransız oyuncu Denis Lavant’ın bu filmde oynamasının Ki-duk için anlamı derin. Leos Carax’nın 1991 yapımı “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Âşıkları”, Ki-duk’un hayatında ilk defa sinema perdesinde gördüğü bir filmdi. Denis Lavant’nın Juliette Binoche’la başrolü paylaştığı bu filmi de Paris’te görmüştü Ki-duk. Bir anlamda Denis Lavant’a saygı sunmuş yönetmen. Saygı, güzel bir hasletti.
"Kuş Kafesi..."
Ustanın 1998 yapımı “Paran Daemun-Kuş Kafesi”, gerçeküstücü bir gerçekle kuşatılmış çok sert bir film. Ki-duk’un bu hikâyesinde bir aile ve genç bir fahişe var. Evin kızı Hye-mi (Hae-eun Lee), erkeksi görünümlü ve öfkeli biri. Üstelik sevgilisi de var. Tüm öfkesini kendisinden güzel olan Jin-a’dan (Ji-eun Lee) çıkartıyor. Ama daha sonra Hye-mi, iyi yürekli Jin-a’nın sıcaklığını alıyor ve onunla dostluğu derinleşiyor. Evin liseye giden oğlu Hyun-woo (Jae-mo Ahn) hem fotoğrafa hem de Jin-a’ya meraklı. Sahil kenarında “Kuş Kafesi Hanı” adını verdikleri birkaç barakadan oluşmuş randevuevinde yaşayan bu yoksul aile, Jin-a’yı erkeklere satarak geçimlerini sağlıyor. Aile, Jin-a’ya oda ve yiyecek veriyor bunun karşılığında. Jin-a’nın, hapisten yeni çıkmış pezevengi de (Kwak Min-seok) var. Pezevengin gelişiyle hikâye derinleşiyor ve şiddet de zaman zaman öne çıkıyordu filmde. Senaryoyu yönetmenle kameraman Jeong-min Seo beraber yazmış. Müzikleri Moon-Hui Lee bestelemiş.
Kederin sardığı bu karamsar filmde gerçeküstü bir estetik de kuşatıyordu perdeyi. Filmin girişi ve finali gerçekten çarpıcıydı. Elinde valizi ve poşetin içinde japonbalığıyla sahilde melânkolik bir halde yürüyen bir kadına çarpan Jin-a’nın dünyasının içine giriyordu yönetmen. Jin-a, resim de yapıyor. Kadına çarptıktan sonra sahilde elindeki çıplak kadın tablosunu kumlara diken Jin-a, denizin içinde sandalyeye oturuveriyor. İşte bu görüntüler gerçeküstü bir dünyadan düşmüş gibiydi. Filmlerinde genelde resim ve heykeli bir “leit motif” gibi sürekli gösteren Ki-duk, çarpıcı ve beklenmedik fotoğraflar da oluşturuyor. Bu filminde denizin ortasına kondurulmuş metalden bir merdiven de vardı. Denizin içindeki bu merdiven sanki Jin-a’nın sığınağı gibiydi. Müthiş anların olduğu bu filmde karakterler de çok zengin biçimde yansıyordu. Bu gerçeküstü filmin yaşayan karakterleriydi onlar. Filmin görselliği de çarpıcıydı. Final bölümünde japonbalığını, denizdeki merdivenden seyreden Hye-mi ve Jin-a’yı Ki-duk’un kamerası da suyun altında dikizliyordu.
"Ada..."
Ki-duk’un, “Vahşi Hayvanlar”ına vahşi film derken, birden karşınıza 2000 yapımı “Seom-Ada” filmi çıkınca, sinemanın vahşet ötesi filmi diyebilirsiniz buna. “Ada” filmi, varoluşçu ve gerçeküstücü bir vahşet filmi. “Ada” filminin hikâyesi, bir gölde geçiyor. Her şey gerçeküstücü yansıyor bu filmde. Kulübeler, gölün içine oturtulmuş ve sanki her biri ada gibi. Belki de insanlar bir ada. Senaryoyu Ki-duk yazmış. Müzikler Sang-yun Jeon’a, görüntülerse Seo-shik Hwang’a ait.
Hiç konuşmayan Hee-jin (Jung Suh), pansiyon gibi yüzer kulübeleri işletiyor. Gizemli bir kadın olan Hee-jin, film boyunca hiç konuşmuyor. Onun yüzer kulübe pansiyonuna kaçamak yapmak ve kafa dinlenmek isteyenler geliyor. Hee-jin, kendisini isteyen erkeklerle de yatıyor. Ama kendisini aşağılar gibi olurlarsa onları hemen yok ediyor. Buraya gizemli bir genç adam Hyun-shik de (Yoosuk Kim) geliyor. Hyun-shik, vicdan azabı çekiyor. Karısı onu aldatınca, karısını ve âşığını vahşice öldürmüş. Ama şiddet ve keder onun peşini bırakmıyor bu gölde de. Fahişelerin, pezevenklerin, vahşi ölümlerin olduğu bu filmde bazı sahnelere bakmak gerçekten insanı zorluyor. Gelen polislerin kendisini bulduğunu sanan Hyun-shik, balık avladığı olta uçlarını yutuyor. Hyun-shik’in kendisini terk ettiğini sanan Hee-jin de, yine olta uçlarını bacak arasına yerleştiriyor. Daha da kötü olansa, bu filmde hayvanlara yapılan işkenceler. Hee-jin, kurbağayı vahşice öldürüyor ve hemen derisini yüzüyor. Gölde tutulan balıklar bıçakla canlı canlı doğranıyor. Gölde tutulmuş balıklara elektrik verilerek işkence yapılıyor.“Bin-jip-Boş Ev” öncesi Ki-duk filmleriyle karşılaşanlar bu yönetmeni sadist bir psikopat sanabilirler. Öyle değil. Ki-duk büyük yönetmen. Bu usta, insanın içindeki “vahşi hayvanı” perdeye çıkartıyor bu türden filmlerinde. İnsanı, aynada kendiyle yüzleştiriyor. Onun bazı filmlerinde yolculuk yapmak gerçekten zorlu bir yolculuk. Zihinsel olarak da o atmosferden çıkmak insanı çok zorluyor. Yönetmen, bu filminde kamerasını yoğun olarak sabit açıda kullanmış. Sanki sadece gözlemlemek istemiş her şeyi.
"Gerçek Roman..."
Ki-duk’un 2000 yapımı “Shilje Sanghwang-Gerçek Roman”, sinema sanatı açısından da sıradışı bir film. Kamera kullanımı, kurgusu, gerçekliğin yansımaları ve karakterin aktarılışıyla çok özel bir filmdi bu. Senaryo yönetmenin. Müzikleri Sang-yun Jeon bestelerken, kamerayı da Cheol-hyeon Hwang kullanmış.
Bir sokak ressamı, şehrin meydanında insanların karakalem portre resimlerini çizerken, bir kameralı kız da onu çekiyor sürekli. Şehrin çeteleri de var tabii ki. Ressamı aşağılayarak ondan işgaliye parası alıyorlar. Kameralı kız kendisini takip etmesini istiyor. Ressam, kameralı kızı takip ediyor. Bu takip, onun içine attığı her şeyi intikam olarak dışarı çıkartıyor sonra. Kameralı kız, duvarlarında “Bir Başka Ben” afişleri asılı bir mekâna giriyor. Burada bir tiyatro sahnesi var. Tiyatronun sahnesi de mavi tonda. Sahnenin ortasında, yenilmiş bir ezik adam içiyor. Önce, kendi hikâyesini anlatıyor. Ardından ressamın hikâyesini dinliyor adam. Elindeki silâhı ressama veren adam, ressamı kışkırtıyor. “Rus ruleti”ne benzer bir oyun başlıyor aralarında. Kazara adamı öldüren ressam, tiyatroyu terk ediyor ve ardından da geçmişte kendisini kırmış kim varsa hepsini vahşice öldürüyor tek tek.
Ki-duk’un bu filmi, aşağılık kompleksi ve kırgınlıklar üzerine. Seyirci, ilk defa bu filmde, yönetmenin kamerasını sürekli hissediyor. Kameralı kız gibi hafif el kamerası kullanan Ki-duk, “steadicam” çekimleri de sıkça kullanmış bu filminde. Bir de, bazı anlarda seyirciye gizli çekim yapıyormuş hissini de veriyor yönetmen. Filmin finali de beklenmedik. Kendinizi birden bir filmin içindeymişsiniz gibi hissediyorsunuz ve yabancılaşıyorsunuz. Ki-duk sinemasından da özel bir filmdi “Gerçek Roman…” Bu filmdeki en belirgin şey de, Quentin Tarantino’nun 1994 yapımı sinemaskop “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filmindeki gibi uzun plân-sekansların fark edilmesiydi. Fonda duyulan müzikler de gerçekten etkileyiciydi. Bu filme “Gerçek Roman” adı verilmesi de ilginç gelebilir. Yönetmen, gerçeklikle kurguyu iç içe geçirerek yansıtıyor her şeyi bu filminde. Bu filmin, Seul’de öğleden sonra üç buçuk saatte çekildiği söyleniyor. Birbirine yakın mekânlara bir dolu kamera yerleştirilmiş ve hiç tekrar çekim yapılmamış. Bu da,“Gerçek Roman” filmini sinema tarihinde özel bir yere yerleştiriyor.
"Bilinmeyen Adres..."
Ki-duk ustanın 2001 yapımı “Suchwiin Bulmyeong-Bilinmeyen Adres”,vahşi şiddetle yüklü trajik bir film. Yalnızca insanlar için değil, köpekler için de. Filmde Chang-guk, Chang-guk’un annesi, Eunok, Jihum, Jihum’un babası, kasap ve bir Amerikalı beyaz asker ve köpekler kendi derin trajedilerine sürükleniyorlar. Senaryoyu yönetmen yazmış. Müzikleri Ho-jun Park yaparken, çarpıcı fotoğrafları yansıtan da Jeong-min Seo.
1970'li yıllar. Kore Savaşı biteli yıllar olmuş ve Amerikalılar hâlâ oradalar. Hikâyeler, Amerikan üssünün hemen yakınındaki gecekondulardaki yoksul hayatlardan yansıyor. Chang-guk (Don-kun Yang) ve annesi (Eun-jin Pang), Amerikan ordusuna ait eski bir otobüste yaşıyorlar. Anne, savaş zamanlarında siyahî bir Amerikan askeriyle olmuş ve ondan Chang-guk’u dünyaya getirmiş. Anne, on yıllarca, adresi bilinemediği için hep iade edilen mektuplar göndermiş Michael adlı askere. Chang-guk, koyu tenli, kıvırcık saçlı ve çekik gözlü bir melez. Çevrenin sakinleri tarafından dışlanıyor melez olduğu için. Chang-guk, hayatındaki boşluklardan olmalı annesini öfkeyle dövüp duruyor hep. Bu Chang-guk, köpek kasabının (Jae-hyeon Jo) yanında çalışıyor. Chang-guk ve kasap, etraftaki köpekleri yakalıyorlar veya satın alıyorlar. Sonra da köpekleri kesip etlerini çevredeki lokantalara satıyorlar. Bir gözü kör liseli güzel bir kız Eunok (Min-jung Ban), bir işte çalışmayan abisi ve oyuncaklar yapan annesiyle beraber kalıyor gecekonduda. Eunok’un babası savaşta öldüğü için şehit maaşı alıyorlar devletten. Bir de sessiz Jihum (Young-min Kim) var. Babası (In-ok Lee) Kore gazisi onun. Jihum, Eunok’a tutuluyor, aşkı için her şeyi göze alacak kadar. Yurttan uzak yaban ellerde askerlik travmasını yaşayan bir Amerikalı asker de (Mitch Mahlum) Eunok’la ilgileniyor hikâyenin derinliğinde. Asker, ruh acısından uzaklaşmak için LSD kullanıyor hep. Sonunda da patlıyor elbette.
Bu gerçeküstü mekânlarda ruhu acıtıcı bir gerçeklikle yansıyor her şey. Yönetmen, gerçekliği yaratabilmek için bu gerçeküstücü estetikten yardım bulmuş. Bu filmde kamera da alabildiğine sakindi. Ama kameranın yansıttığı görüntülerse öfkeliydi. Yönetmen, gerçeküstü bir atmosfer yaratsa da doğal ışıklardan yararlanmış çoğunlukla. Trajedi, öne çıkan tüm karakterlere vurup geçiyor bir de.
“Bilinmeyen Adres” filminde unutulmaz ve sarsıcı anlar öyle çok ki. Kasap ve Chang-guk, köpekleri vahşice yok ediyorlardı. Mezbaha görüntüleri gerçekten çok sarsıcı ve insan bu anlarda yaşananlara bakmaya çekiniyor. Ya da utanıyor. Erkeksiz kalan iki dişi köpeğin çiftleşme çabaları da insanın yüreğini titretiyordu bir sahnede. Chang-guk’un ölümü de sinemada az görülür anlardandı. Öyle vahşiceydi ki… Bu filmde güçlü simgeler de vardı. Öncelikle eski kırmızı otobüsle kasabın siyah motosikleti. Bu iki renk, filmdeki derin şiddeti ve karamsarlığı simgeliyordu. Rastlantıyla toprağın altında bulunan Kuzey Koreli askerin kemiklerinin yanındaki tabanca trajedileri daha da derinleştiriyordu. Bu film, genelde gündüz atmosferinde geçiyor ve hava hep puslu. Zaman geçişlerini de Eunok üzerinden anlıyorsunuz. Eunok, uyumaya hazırlanırken veya okuldan eve dönerken. Daha önce hiç Kim Ki-duk filmi görmemiş olanlar “Kuş Kafesi”, “Kötü Adam” ve “Bilinmeyen Adres” filmleriyle karşılaştıklarında yönetmene sarsıcı ve vahşi şiddet yüklü biri diyebilirler belki de.
"Kötü Adam..."
Ustanın ilk defa bu filmiyle karşılaşan bir sinemasever Ki-duk’u şiddetin yönetmeni olarak değerlendirebilir belki. 2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam”, fahişelerin ve pezevenklerin ortasında bir şiddetin filmiydi. Senaryoyu Ki-duk yazmış. Müzikler Ho-jun Park’a, görüntülerse Cheol-hyoen Hwang’a ait.
Saçlarını üç numaraya vurdurmuş ve hiç konuşmayan bir adam, kalabalıklara bakıp dururken yansıyor önce. Gözü, bankta oturan üniversite öğrencisi güzel Sun-hwa’ya (Won Seo) takılıyor. Kızın sevgilisi geliyor o sırada. Sessiz adam, gidip kızın dudaklarından şehvetle öpüyor. Askerler, sessiz adama kızdan özür diletiyorlar hemen. Kız, sessiz adamın yüzüne tükürüyor. İşte bu film, bu noktadan sonra bambaşka yollara ve trajedilere sürükleniyor. Gururu incinen sessiz adam, yani Han-ki (Jo Jae-hyeon), aslında genelev sokağından bir pezevenk. Han-ki, bir tuzakla Sun-hwa’yı geneleve düşürüyor. Trajediler de başlıyor ardından. Varoluşçu filmleriyle Uzakdoğu sinemasının büyükleri arasında olan Ki-duk, aslında Han-ki’yle Sun-hwa’nın trajik hayatına tanıklık ettiriyor. Nefret ve kaybolan düşlerle beraber, bu kaybetmiş iki insan finalde kaderlerini bir kamyona yüklüyorlar ve ülkeyi dolaşıyorlar beraberce. Filmin derinliğinde tarif edilemez yoğun şiddet de var. Hem soyut hem de somut olarak. Bu iki şiddet de gerçek anlamda sarsıcı. Hiç konuşmayan Han-ki, elbette Sun-hwa’na tutku ötesi tutkulu. Sun-hwa, genelev sokağını terk edemiyor. Belki o da Han-ki’ye tutku ötesi tutkuludur. Bir tutkulu daha var. O da bir başka pezevenk Jung-tea. Sun-hwa’nın aşkı için her şeyi göze alabiliyor Jung-tea. Bu filmin renkleriyse tek ton gibiydi. Kırmızılar, maviler ve başka renkler kopkoyu yansıyordu. Öncelikle genelev sokağının mekânlarındaki renkler. Gece atmosferi ve yağan yağmurlar da görsel anlamda bu filme çok şey katmış.
"Sahil Koruma..."
Ki-duk’un 2002 yapımı “Hae Anseon-Sahil Koruma” filmi, bir ülkeyi ve insanlarını tanımak için bir başucu filmi olabilir. Güney Kore, inanılmaz biçimde, hem de paranoyakça Kuzey Kore’den korkuyor. En azından bu filmi seyrederken bunu anlıyorsunuz. Senaryo yönetmenden. Müzikleri Yeong-gyu Jang ve Byung-hoon Lee bestelemiş. Kamerayı da Dong-hyeon Baek kullanmış.
Ordu, Kuzey Koreli casusların gelebileceği endişesiyle bir balıkçı kasabasına bir müfreze konuşlandırmış. Gündüzleri talim yapan, geceleri de gece görüşlü dürbünleriyle hareket eden her şeye ateş eden askerler, sonunda büyük bir hata yapıyorlar ve bu hata birçok kişiyi etkiliyor sonra. İki genç sevgili, Cheol-gu (Hye-jin Yu) ve Mi-yeong (Ji-a Park), gecenin bir yerinde kıyıda sevişirken, gece görüşlü dürbünüyle hareket eden bir şeyin farkına varan er Kang Sang-byeong (Dong-Kun Jang), tüfeğindeki şarjörü hareket eden şeye boşaltıyor ve Cheol-gu’nun ölümüne neden oluyor. Bu ölüm, kasabada infial yaratıyor, çünkü ordu er Kang’ı masum buluyor. Ama, bu trajedi hem güzel Mi-yeong’a hem de er Kang’a büyük travma yaşatıyor delilik sınırlarında. Otoriteye, öncelikle orduya karşı muhalif olan Ki-duk, bu filminde bir müfreze aracılığıyla Güney Kore ordusuna sert bir bakış fırlatıyor. Ki-duk, “Sahil Koruma” filminde kanları sanki bir ketçap şişesinden fışkırtır gibi neredeyse perdeyi kırmızıya boyuyor. Ki-duk, bu askerlik aracılığıyla erkeklerdeki potansiyel şiddet duygusunu da yansıtmayı başarıyor. Yönetmen, Mi-yeong’un göründüğü bazı sahnelerde gerçeküstücü anlar da yaratabilmiş. Filmin finali de çarpıcıydı.
"İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar...”
Ki-duk’un 2003 yapımı “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar” filmine ilk görüşte âşık olabilir insan. Ki-duk, bu filmini mevsimlere ayırmış ve her mevsim geçişinde yaşlı bilge ustanın öğrencisi biraz daha yaşlanıyor. Yönetmenin bu filminde kullandığı müzikler ve estetik görüntüler de etkileyici. Yönetmenin, resim ve heykel tutkusu bu filminde de başköşede. Bu filme mevsimler üzerinden bakarken, yaşlı bilgenin insana dair hayat derslerinden de almak gerek… Senaryoyu yönetmen yazmış. Müzikleri Ji-woong Park bestelemiş. Görüntüleri de Dong-hyeon Baek çekmiş.
İlkbahar… Ormanın içindeki gölün ortasına oturtulmuş barakadan bir evde yaşlı Budist bilgeyle yedi yaşlarında bir erkek çocuk Budizm ruhuna uygun yaşıyorlar. Şifalı otlar toplayıp ilâç yapıyorlar. Yaşlı kutsal bilge (Yeong-su Oh), öğrencisine Budizm öğretilerini öğretiyor. Karaya kayıklarıyla çıkıyorlar. Odası olmayan evde kapılar da var. Hatta karadaki iskelede bile bir kapı var. Derinlikli bu filmin simgeleri de çok güçlü ve öğretici. Kapıları hiç kullanmanıza bile gerek yok, ama ritüel önemli. Küçük çocuk, ustası uyurken sabah tek başına kayıkla karaya çıkıyor. Doğayı tek başına keşfediyor. Muzırlık da yapıyor bu keşif sırasında. Önce suda bir balık yakalıyor. İpin bir ucunu taşa, diğer ucunu da balığa bağlıyor ve suya bırakıyor. Balık yüzmekte zorlanıyor. Sonra aynı şeyleri bir kurbağa ve yılana yapıyor. Ustası çocuğu sessizce takip ediyor. Gece uyurken, çocuğun sırtına iple taş bağlıyor. Ustası çocuğa ders veriyor bununla. Bu dersin anlamını ancak yıllar sonraki bir mevsimde, bir başka ilkbaharda anlayacak çocuk.
Yaz… İlkbahar bölümünün çocuğu genç bir delikanlı oluyor. Doğa gibi uyanıyor o da. Doğa keşiflerinde hayvanların aşklarına da tanıklık ediyor öğrenci genç (Young-min Kim). Bir genç kızla (Yeo-jin Ha) annesi (Jung-young Kim) geliyor küçük dünyalarına. Kız hasta. Şifa bulmak için “kutsal efendi” denilen yaşlı bilgeden umut bekleniyor. Belki ilâçların da faydası vardır, ama aşk belki de en büyük şifa. İki genç, çok geçmeden doğanın emirlerine karşı koyamıyorlar ve fırsat yarattıkları her yerde sevişiyorlar. Yaşlı bilge bunu anlayınca kızın iyileştiğini anlıyor, ama geride yeni bir hasta kalıyor kız giderken. Aşkın ateşi içine düşen genç, yaşlı bilgeyi terk ediyor. Fonda piyano ve keman tınıları da duyuluyor bu bölümde.
Sonbahar… Usta, daha da yaşlanmış ve yalnız. Gazetenin kupüründe öğrencisinin fotoğrafını görüyor. Öğrenci, başka biriyle ilişkiye girdiği için karısını öldürmüş. Polis her yerde onu ararken, öğrenci yaşlı bilgenin yanına sığınıyor. Hiçbir şey olmamış, yıllar geçmemiş gibi kaldığı yerden devam etmeye çabalıyor. Ama hiçbir şey eskisi gibi değil. Artık öfke, korku ve vicdan azabı var. Dünyevi zevkleri tadan öğrenci eski günlerini ararken, yaşlı bilge kedinin kuyruğuyla Budist dualar yazıyor tahtaların üzerine. Öğrenci de bıçağıyla harfleri kazıyor. Sonra polis de geliyor bu göl üzerine kondurulmuş eve. Ustaya saygıdan hemen öğrenciyi tutuklamıyor polisler. Sabah olunca öğrenciyi tutuklayıp götürüyorlar. Ardından bilge usta, kendini yakıyor.
Kış… Yaşlanmış öğrenci, karakışın hüküm sürdüğü göldeki eve geliyor. Kimseyi bulamıyor. Göl donmuş. Doğa içine çekilmiş. Onun da kendi içine çekilmesi gerekiyor. Bir zaman sonra bir anneyle bebeği öğrencinin yanına geliyor. Annenin yüzü çarşafla örtülü. Sonra bir sabah sessizce evi terk eden anne kırılmış buzun içine batıyor ve gölün soğuk sularında ölüyor. Bebekle yalnız kalan öğrenci, çocukken yaptığı şeyi yapıyor. İpin ucuna taşı bağlıyor ve donmuş göl üzerinde elindeki Budist heykeliyle dağa doğru yürüyor. Bebekte kendini görüyor belki öğrenci. Annesi, tıpkı böyle kendisini bebekken yaşlı bilgeye bırakmıştır belki. Bu bölümde yönetmen Kim Ki-duk’un kendisi oynamış öğrenciyi.
Ve ilkbahar… Bu en kısa bölüm. Bebek, ilk bölümdeki kendi yaşına geliyor öğrencinin. Artık kendisi usta, çocuk da öğrencisi oluyor. Doğa uyanıyor. Yeşillik her yeri kuşatıyor.
"Fedakâr Kız..."
Ki-duk'un 2004 yapımı "Samaria-Fedakâr Kız", insanı derinden etkileyen filmlerden. 15 yaşlarında iki kız arkadaş, hiç de tahmin edilemeyecek bir şey yapıyorlar. Kendine, Hintli fahişeler gibi "Vasumitra" adını veren Jeyong (Jae-yeong), erkeklerle yatarken, arkadaşı Yojin de paraları biriktiriyor. Paraları çoğalınca ikisinin de düşü Avrupa'ya, İtalya'ya gitmek. Çünkü Yojin'in (Yoe-jin) polis dedektifi babası (Eol Lee) kızını, her sabah okula arabayla bırakırken hep İtalya'yı ve kültürünü anlatıyor. İki genç kız da doğal olarak İtalya'yı fenomenleştiriyorlar. Her şey yolunda giderken, hayatın tahmin edilemeyen ayrıntıları da ortaya çıkıveriyor kızlar için. Filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Park Ji ve Ji-woong Park yapmış. Görüntülerse Sun Sang-Jae ve Sang-jae Seon'dan.
Ki-duk'un gördüğümüz iki filminde de erkekler hep olumsuz tarafta. Kızına hem anne, hem de baba olan polis dedektifi bile içindeki şiddet duygusunu öfkeye dönüştürüp dışarı çıkartıyor. Hikâyenin başına dönmek gerekiyor önce. Otel odalarında para karşılığı erkeklerle beraber olan küçük fahişe Jeyong, polis baskını sırasında kendini pencereden aşağı atıyor. Bu iki kız da sonuna kadar masum ve melek olarak yansıtılıyor yönetmen tarafından. Erkeklerin çoğunluğu, kızları yaşındaki "masum" Jeyong'la kaygısızca yatabiliyorlar. Çoğu erkek, neden çok küçük kızlara ilgi duyuyor? Yönetmen, sosyo-psikolojik olarak bu olgunun derinine inmese de alt metinde erkeklerin çoğunluğunun duygularının bastırıldığı fark ediliyor. Bu film Güney Kore'den geliyor ve orada on yıllarca süren otoriter rejimler hayatın birçok şeyini bastırmışlar. Bu olguyu, evrensel boyuta taşıyınca, aslında erkeklerin çoğunluğunun "bastırılmış" olduğuna ulaşıyorsunuz. Özellikle geride bıraktırılmış ülkelerde. Hayatın kendi doğal akışında bazı duyguları (aşkı ve cinselliği) yaşayamayanlar, ekonomik açıdan belli bir yere geldikten sonra içlerinde kalmış duyguları parayla satın alıyorlar. Böyle durumlar, değindiğimiz gibi bastırılmış ya da içekapanık toplumlarda daha yoğun. Sübyancılık, aşılması gereken sosyolojik bir olgu değil miydi? .
Jeyong öldükten sonra, arkadaşı Yojin kendi kendine bir karar veriyor ve dram daha da derinleşiyor böylece. Yojin, Jeyong'un para karşılığında yattığı erkeklere tek tek paralarını geriye veriyor. Bir ironi gibiydi. Jeyong'un yattığı erkeklerle yatan Yojin, hem paralarını geri ödüyor, hem de suçluluk duygusundan kurtuluyor belki de. Doğu toplumlarında ortak değer sanki hep aynı metafor: Suyla arınmak. İki genç kız, Jeyong ölmeden önce sürekli hamama gidip yıkanıyorlar ruhlarını da temizlemek için.
Filmin bir yerinde dedektif, rastlantıyla karşı pencereden kızı Yojin'i bir erkekle sarmaş dolaş görünce şoka uğruyor. Sonra da kızının peşine düşüyor. Bu izlemelerde trajediler de yaşanıyor. Yojin'in müşterilerinden biri babanın zorlamasıyla intihar ediyor, diğerini de öfkesine yenik düşen baba korkunç bir biçimde öldürüyor. Bir zaman sonra, baba-kız annenin mezarını ziyarete gidiyorlar. Bu ziyaret sırasında baba, kızı daha fazla "kirlenmeden" annesinin yanına göndermeyi düşünüyor belki. Önündeki uzun hayat ve gelecek olan Yojin'e araba sürmesini öğreten baba (metafor bu), sonra onu sonsuza kadar terk ediyor. Belki de...
Hıristiyanlık söylemindeki "İlk taşı siz atın" cümlesini kullanan yönetmen, "kirlenme", "namus", "ahlak" gibi kavramları ölçüsüzce kullanan toplumsal histerileri de eleştiriyor. Seyredince fark ediliyor. Yönetmen batıya dair birçok göndermelerde de bulunuyor. Her kötülüğün başının önyargı olduğunu düşünüyor insan. Ki-duk, heykelleri bu filminde de "leit motif" gibi kullanmış. Ki-duk, bu filminde kamerasını daha devingen kullanmış. İçerideki fırtınaları dışa çıkartıyordu bu biçim alıştırmaları.
"Boş Ev..."
2004 yapımı "Bin-jip-Boş Ev"de, iki öne çıkan karakter var ve ikisi de pek konuşmuyor. Genç kadının ağzından ancak birkaç kelime düşüyor finale yakın zamanlarda. Bu bir aşk filmiydi. Ayrıca sisteme (kapitalizme) karşı bir filmdi. Bununla beraber kadına, gerçek değerini ve anlamını sunan bir filmdi bu. "Boş Ev", sonuna kadar kadın, sonuna kadar şiddete karşı ve sonuna kadar iyi ki kadınlar var dedirten bir film. Yönetmen Ki-duk, sinemada çok az görülen bir içtenlikle karakterlerini perdeden yansıtırken, her bir karakterine yapabildiği kadar önyargısız yaklaşmaya çalışmış. Senaryoyu yönetmen yazmış. Müzikler Slvian’dan. Kameramansa Seong-back Jang.
Boş olan evleri bir geceliğine yuvasına dönüştüren, yalnızlığı seçmiş olsa bile hayata yakın duran bu genç erkek de şiddete uzak duramıyor. Sanki şiddet ve güç, erkeğin karakteriydi. Film bittikten sonra şunları düşünebilirsiniz belki de: Kadın hayatın "denge" unsuru. Erkeğin çarçabuk "tepki"yle çözebileceğini sandığı her sorun, kadının yumuşak bir dokunuşuyla sorunsuz çözülüveriyor. Kadınlar uzlaşmacı, diyaloga açık, duygusal, "vicdan sahibi" ve yeni hayatı doğuran bir varlık. "Boş Ev" filmi, alt metninde çok şey anlatıyor seyircisine.
İşsiz gibi görünen ve çok sessiz bir genç Tae-suk (Hyun-kyoon Lee), boş bulduğu evlere girip geceyi orada geçiriyor. Adını hiçbir zaman bilmeyeceğimiz bu genç üniversite bitirmiş ve yaptığı tek iş bir nakliye şirketinin broşürlerini dağıtmak. Kazandığı para da belki motosikletinin benzinine yetiyordur. Genç, girdiği evlerden hiçbir şey almıyor. Sadece o mekânları bir geceliğine ödünç olarak kullanıyor. O mekânlara kendi eviymiş gibi de bakıyor. Banyosunu yapıyor, çamaşırlarını yıkıyor, yemeğini pişirip yiyor ve evi terk ederken bir güzel temizliyor. Ardından başka geceler için boş evler arıyor.
Gencin son girdiği ev, sıradan ve renksiz olan hayata da anlamlar katıyor. Genç, son girdiği eve, diğer evlere girdiği gibi giriyor ve kendi ritüellerini yaşıyor. Ama bir sorun var. Bir genç kadın Sun-hwa (Seung-yeon Lee), eve gelen bu davetsiz misafiri ilgi ve merakla izlemeye başlıyor. Bir işadamı Min-gyu’yla (Hyuk-hu Kwon) evlenmiş geçmişin fotomodeli genç kadın, babası yaşındaki zengin kocasının aşağılamaları ve şiddetiyle karşılaşıyor sürekli. Ki-duk'un filminde, biçim ve içerik bütünlüklü olarak yansıyor. Bununla beraber karakterlerin derinliği de önemli
Ki-duk, filmini batılıların anlayabileceği ve yorumlayabileceği bir estetik yoğunlukla yansıtıyor. Hem görsellik, hem de içerik açısından. Filmde yoğun olarak metaforlar ve imgeler var. Ki-duk, filmini yer yer Freudyen yoruma da açıyor. "Boş Ev"i seyrederken, kadınların ve erkeklerin derinlikli psikolojilerinin de içinde dolaşıyorsunuz. Yönetmen, az da olsa tarafsız kalıyor bu iki farklı kutbun ortasında. Ki-duk'a göre kadınlar, erkeklere oranla şiddete daha uzaklar. Kadınlar, şefkatli bir dokunuşla sert ortamı yumuşatabiliyor. Kutbun öteki ucundaki erkeklerse, her an şiddete hazırlar. Sorunları, kızgınlıkları ve çıkmazları tek bir yolla, şiddetle çözmeye yatkınlar. Ki-duk'un filminde iki önemli metafor var: İç mekânlar ve golf sopası. İç mekânlar, ana rahmi gibi güvenli bir sığınak. Her türden şiddetten de uzak. Golf sopası, "fallik" gibi, erkeğin güç simgesi ve her an şiddete dönüşebiliyor. Erkekler, tüm sorunlarını kaba güç ve şiddetle çözümlüyor. İki erkek bir araya geldiğinde şiddet potansiyeli de oluşuyor. Bu sürekli çatışmayı erkekler nereye kadar taşıyacaklar? Yönetmenin karşı çıktığı en önemli şeyse, şiddet duygusuydu. Bunun da erkeğe daha yakın durduğunu söylüyor. Ki-duk, iki "farklı" cinsin "aynılaşma"sını savunmuyor elbette. Her şey aynı olursa aşk ve yeni bir şey olur muydu? Hayat, iki zıt kutbun üzerine inşa edilmiş. Bu zıtlık, hayatı ve doğayı oluşturuyor.
"Yay..."
Ki-duk'un 2005 yapımı "Hwal-Yay" filmi, okyanusun ortasında her şeyden soyutlanmış bir mekânda geçiyor. Yaşlı bir adamla (Seong-hwang Jeon) bir genç kız (Yeo-reum Han), büyükçe bir teknede beraber yaşıyorlar. Tekne, Uzakdoğu'nun resim sanatıyla süslenmiş. Yaşlı adam iyi de ok atıyor. Küçük tekneyle büyük tekneye müşterileri getiren yaşlı adam, insanlara oltayla balık avlatırken, arada bir onların falına da bakıyor. Kız, salıncakta sallanırken, yaşlı adam "Giyom Tel" gibi kıza doğru ok fırlatıyor. Sonra da kız, yaşlı adamın kulağına olacakları söylüyor. Filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Eun-il Kang bestelemiş. Estetik görüntülerse Seong-back Jang'a ait.
Film, ön jeneriklerde, yaşlı adamın büyük bir yayı, müzik aletine dönüştürmesiyle başlıyor. Ardından fonda Uzakdoğu'nun ağıtsal tınıları duyulmaya başlıyor. Hikâyenin içine girip dolaştıkça okyanus kadar sakin hayatların göründüğü gibi olmadığını anlıyorsunuz. Yaşlı adam, altı yaşındayken kaybolmuş kızı bulmuş ve teknesinde büyütmüş. Aradan on yıl geçmiş. O kız çocuğu şimdi 16 yaşında. Yaşlı adamın fantazisi, kız 17 yaşına girdiğinde onunla evlenmek. Bu yüzden sabırla her gün takvimdeki günleri işaretliyor. Her şey sıradan ve her zamanki gibi akıp giderken, arada bir müşterilerden kıza asılanlar olsa da hikâye kendi hızında usulca gidiyor. Yaşlı adam, kızı on yıl boyunca hiç karaya çıkarmamış. Genç kız için tek bilinen dünya bu tekne, okyanus ve arada bir gördüğü insanlar.
Hikâyenin ya da yaşlı adamın hayatında kırılma noktası, bir baba-oğlun tekneye gelmesiyle başlıyor. Kız, öğrenci genci (Si-jeok Seo) görür görmez gerçek aşkın içine de düşüyor. Kalbi hızla çarpmaya başlıyor, o genci özlüyor ve onda hayatın gerçekliğini keşfediyor. Yaşlı adam, her şeyin terse döndüğünü anladığında ok yaydan çıkmış oluyor. Kızla delikanlı küçük tekneyle oradan giderken yaşlı adam intiharı bile deniyor. Bu denemeyle kıza suçluluk duygusu yaşatan yaşlı adam, hiç yaşamadığı bir duyguyu, evlenme duygusunu tatmak istiyor belki de. Cinselliğin ötesinde bir şeydi bu.
Ki-duk'un önceki iki filmini görenler, bu filminin içine girip rahatça dolaşabiliyorlar. Ki-duk'un bu üçlemesindeki ana tema dengesiz beraberlikler. Genç kadınlar ve kızlar, kendilerinden çok büyük erkeklerle yaşamak zorunda kalıyorlar. Ya babalarının ya da dedelerinin yaşlarında aynı hayatı paylaştıkları erkekler. "Boş Ev","Fedakâr Kız" ve "Yay" filmlerinde, genç kadınlar ve kızlar yaşıtlarıyla olsun diyor yönetmen. Gençler gençlerle olunca aşk bahara dönüşüyor, diyor.
"Zaman.."
Ki-duk'un, aşkın tutkulu iç dünyasında yolculuğa çıkartan 2006 yapımı filmi "Shi gan-Zaman", insana soru sorduran önemli bir yapıt. Soru şu: Aşk mı eskir, yoksa insan mı? Zaman en çok neyi yıpratır? Sürekli aynı insanı görmek, hayatı da sıkıcı bir hale mi getirir? Fiziksel değişim her şeyi kökten çözebilir mi? Filmi seyrederken, öncelikle sevgilisi olan insanlar zihinsel olarak Ki-duk'un filminden etkilenmeleri muhtemel. Çünkü onlar somut olarak aşkın tam içindeler. Bu filmin iki başkarakteri Ji-woo ve Seh-hee gibi. Senaryoyu yönetmen yazmış. Müzikleri Hyung-woo Noh bestelemiş. Görüntülerse Jong-mo Sung'dan.
Film, seyirciyi şok edebilen gerçek bir estetik ameliyatla açılıyor. Filmin ana teması, güzellikten öte fiziksel değişim üzerine. Elbette güzellikten vazgeçilemiyor. Estetik merkezinden elinde eski yüzünün çerçeveli fotoğrafı olan bir kadına çarpan ve çerçeveyi düşüren Seh-hee (Ji-yeong Park), kendi hayatında bunalımlar yaşayan bir genç kadın. İki yıldır birlikte olduğu sevgilisi Ji-woo (Ha Jung-woo), kendinden (yani yüzünden) sıkıldığı kuruntusuna kapılıyor. Kendisini kafede bekleyen Ji-woo'nun başka kadınlara bakmasına ve konuşmasına dayanamıyor. Sevgilisini kendisine acı verecek kadar kıskanıyor ve seviyor Seh-hee. Eskidiğini sandığı güzel yüzünü bir estetik cerrahına değiştirmesi için başvuruyor. Cerrah (Sung-min Kim), onu kararından döndürmek için uğraşıyor, ama Seh-hee ameliyat oluyor. İşinden, evinden ve sevgilisinden de ayrılıyor sonra. Sevgilisi Seh-hee'nin birdenbire ortadan kaybolmasıyla bir boşluğa düşen Ji-woo, başka kadınlarla beraber olsa da onu unutamıyor.
Yönetmen Ki-duk, Seh-hee ortadan kaybolsa da onun ruhunu seyirciye her an hissettiriyor. Ji-woo gibi seyirci de Seh-hee'yi unutamıyor. Yeni yüz ve adla Ji-woo'nun karşısına çıkıyor Seh-hee. Yeni adı da See-hee (Suh Won Oh)... Bu defa da kendini eski kendinden kıskanıyor. Çünkü Ji-woo, Seh-hee'yi unutamamış. Seh-hee, yeni adıyla See-hee, Ji-woo'yla yine eski mekânlarına gidiyorlar. O romantik heykel parkına da sık sık uğruyorlar. En sevdikleri de el heykeli. Sonunda kıskançlık, Seh-hee'nin sırrını da ortaya çıkartıyor. Ji-woo başta ona büyük bir tepki gösterse de, sonunda o da aynı estetik cerraha ameliyat oluyor.
Ki-duk, tüketim toplumlarında her şeyin çabuk tüketildiğini, ama asıl tüketilenin insanın kendisi olduğunu söylüyor bu filmiyle. Güzelliği kutsayan kapitalizm, sürekli insanı yanılsamalar içinde bırakarak kendilerinden bile uzaklaştırıyor insanları. Elbette zaman birçok şeyi eskitir. Doğa, bir şeyleri sürekli eskitirken, yeni olanı da yerine koyuyor. Psikolojik yönü de olan bu filmde insan ruhunun derinliklerinin okyanuslardan daha derin olduğu hissediliyor. Karakterlerin iyi yansıtıldığı filmde, Seh-hee karakterinin psikolojik dönüşümleri insana varoluşçu açılımlar yaratıyor. Film, psikanalitik açıdan değerlendirme yapabilen sinemaseverlere modern toplumlar üzerine fikir verebilir.
Ki-duk, "Zaman" filmiyle farklı bir anlatıma ve temaya yöneliyor. Bu filminde, zaman ve aşk üzerine varoluşçu bir bakış getiriyor yönetmen. Aşk eskir mi, diye de soruyor. Yönetmenin heykel tutkusu bu filminde de sürüyor. Ki-duk, kendi filmi "Boş Ev"den de görüntüler gösteriyor Ji-woo'nun evinde. Sürekli tekrarlanan bir motife (leit-motif) dönüşen fotoğraflar üzerine de düşünmek gerekecek bu filmde: Nostalji, anılar, yaşanmış "o an"lar, yıpranmışlıklar... Modern insan, "an"ları neden çılgınca belgeliyor? Dijital teknolojinin patlamasından dolayı mı? Bir de Ki-duk'un filmlerinde, internet ve cep telefonları sıkça yansıyor; bir görüntü olarak değil, modern insanın bir parçası olarak. Hayatın birer doğal parçası gibiler. Ayrıca bu film, yönetmenin en erotik ve en küfürlü filmi belki de. Müzikleri, biçimi, içeriği ve oyunculuklarıyla görülmesi gereken bir filmdi bu.
"Nefes..."
Ki-duk, 2007 yapımı "Soom-Nefes" filmiyle hapishaneden bakıyor. Ama bu Ki-duk'un hapishanesi bu. Bir kadınla bir erkeğin imkânsız aşkını sorun yapıyor kendine yönetmen. İdam cezasına çarptırılmış mahkûm Jang-jin'le (Chen Chang), evliliğinde sorun yaşayan genç kadın Yeon (Ji-a Park) arasında varoluşsal bir aşk yaşanıyor. Her filminin estetik anlamda atmosferini kuran Ki-duk, neredeyse dünyanın hiçbir yerinde olmayacak bir hapishaneden bakıyor insanlara. Ama yine de hapishane, özellikle hücre insanı tedirgin eden biçimde yansıyor perdeye. Jang-jin'le hücrede kalan diğer üç kişi, yatak olmayan hücrede beraber kalıyorlar. İçerisini ve dışarısını koşut bir anlatımla iç içe sunuyor seyirciye Ki-duk. Senaryoyu yönetmen yazmış. Görüntülerse Jong-moo Sung'dan.
Yeon, evde heykel yapıyor. Kocası (Jung-woo Ha) bir müzisyen. Bir de küçük kızları var. Mutlu görünmesi gereken bir aileydi işte. Ama evde mutsuzluk var. Yeon'la kocası arasında iletişim kopmuş. Hikâyenin diğer tarafında idam mahkûmu Jang-jin var. Jang-jin, intihar eğilimli bir insan. Hikâyenin derinliğinde Jang-jin'in neden orada olduğunu anlıyor seyirci. Jang-jin, karısını ve iki kızını vahşice öldürmüş bir katil. Yeon bunu bilmiyor. İdama mahkûm olmuş Jang-jin'in intihar etmesi ilgisini çekiyor belki de Yeon'un. Hücrede diş fırçasını boğazına saplayıp intihara kalkışan Jang-jin'e medya müthiş bir ilgi gösteriyor. Sonra da Yeon. Bu iki insan, kadın ve erkek arasında dışarıdan bakınca tuhaf ve imkânsız bir ilişki başlıyor. Belki de aşk. Yeon, Jang-jin'e yaşayamadıklarını yaşatıyor hapishanenin bir başka hücresinde. Yeon, hücreyi duvar kâğıtlarıyla kaplıyor. Kır manzaraları ve sahillerle. Jang-jin'e şarkılar da söylüyor Yeon. Jang-jin'in kaldığı hücredeki bir genç de Jang-jin'e âşık. Jang-jin'i Yeon'la paylaşmak istemiyor. Bir de ev var. Yeon'la kocası arasında her şey kopmuş. Bir de Yeon, kocasının bir ilişkisinin olduğunun farkına varıyor. Yoen, kocasının bu ilişkisinin farkına varmasaydı Jang-jin'e ilgi duyar mıydı? Yeon'un kocası bir şeyleri hissediyor ve karısını gizlice takip ediyor. Sonuçta, Yeon'u Jang-jin'den kıskansa da her şeyi oluruna bırakıyor. Böylece kendi suçluluğundan kurtulmak istiyor belki de. Filmin finali boşlukta kalıyor gibi gözükse de, aile yine bir araya geliyor. Bir şeyler kırılınca her şey eskisi gibi olabilir miydi? Aile, Salvatore Adamo'nun "Tombe La Neige" (Her Yerde Kar Var) şarkısını mutlulukla söylese de, yönetmen her şeyi seyirciye bırakıyor. Hücrede de bir aşk kırgını var. Bunun için filmin sonunu da trajik bitiriyor yönetmen.
Ki-duk, "Nefes" filminde az da olsa kendini de göstermiş seyirciye. Güvenlik kameralarını kontrol eden adamı Ki-duk canlandırmış. Yönetmen yüzünü pek göstermese de görüntüsü camdan yansıyordu sürekli.
"Rüya..."
Ki-duk'un on 2008 yapımı "Bi-mong-Rüya", bir anlamda modern toplumda iletişim ve yalnızlık üzerine bir film olabilir. Heykeltıraş Jin (Jô Odagiri), gerçek gibi rüyalar görüyor. Son bir haftadır gördüğü rüyalar onun için bir kâbusa dönüşmeye başlıyor. Çünkü gördüğü rüyalar gerçek hayatta da birebir gerçekleşiyor. Son gördüğü rüyada arabayla çarpıp bir insanın yaralanmasına neden oluyor ve olay yerinden arabasıyla hızla uzaklaşıyor. Jin, dehşetle uyanıp kazanın olduğu mekâna gidince rüyasında gördüğü olay gerçekleşmiş olduğunu anlıyor. Polis, kısa bir araştırmadan sonra bir genç kadına, Ran'a ulaşıyor. Ran (Lee Na-young), bir uyurgezer ve hiçbir şey hatırlamıyor. Jin, polise kazayı rüyasında kendisinin yaptığını söyleyince Ran'ın psikologuna başvuruyor polis. Sonuçsa, Jin'in gördüğü rüyaları uyurgezer Ran yaşıyor. Jin, rüyalarında Ran'ın yaşayacaklarını görüyor. Ran, ayrıldığı sevgilisinden nefret etse de uykusunda sürekli o adamın yanına gidiyor. Hatta nefret ettiği sevgilisiyle sevişiyor bile Ran. Jin de rüyasında sevişiyor unutamadığı eski sevgilisiyle. Filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müziklerse Park Ji'nin. Görüntüler de Kim Gi-tae'nin.
Acıya ve çıkışsızlığa doğru yavaş yavaş yol alan Ran ve Jin, sonunda trajik sonlarını hazırlıyorlar kendilerinin. Birbirinin zıt karakterdeki bu iki insan psikologun önerisiyle sevgili olmuyorlar ama bu rüya kâbusu yüzünden aynı evi paylaşmak zorunda kalıyorlar uyumamak için. Yani nöbetleşe uyuyorlar. Ama uykusuzluğu yenmek o kadar kolay mı? Jin'in, uyurgezer Ran'ın gitmemesi için kelepçesi de aşkla birbirlerine bağlamıyor onları. Ama trajedilerini bağlıyor bu kelepçe. Bir cinayet işleniyor bir zaman sonra. Jin, yine korkunç bir rüya görüyor. Ran'ın sevgilisi (Tae-hyeon Kim) kendi sevgilisiyle (Ji-a Park) sevişiyor ve Jin, rüyasında adamı korkunç biçimde öldürüyor. Uyandığında arabanın eski sevgilisinin evinin önünde olduğunu fark eden Ran, içeriye girdiğinde Jin'in kanlar içindeki sevgilisinin yanında uyuduğunu görüyor. Polisler geliyor ve işler daha da karışıyor. Çünkü cinayeti ikisi de üstleniyor. Polis, elleri kanlanmış Jin'i akıl hastanesine yatırıyor. Uyumamak için direnen Jin, kendine sürekli acılar çektiriyor. Ran ve Jin, sonunda kendi trajedilerini yaşıyorlar. Ki-duk'un "Rüya"sı, aslında kırık aşkların ve yalnızlığın şiiri gibi. Modern toplumdaki iletişimsizlik üzerine de. Cep telefonu ve internet o kadar gelişti, ama insanlar eskisinden daha yalnız. Gerçek aşkı ve sıcak dostluğu bulamıyorlar. Belki de Ran'la Jin, birbirlerini tamamlıyorlardır, kim bilir. Zıt karakterli bu iki insan, bu trajedileri yaşamadan büyük bir aşkı yaşayabilirlerdi.
Jin rolündeki Jô Odagiri, Japonların ünlü şarkıcı ve aktörlerinden biri. 1976 Okayama doğumlu Odagiri, Japon yönetmen Masako Matsûra'nın 2001 yapımı ve gerçek hayat hikâyesinden uyarlanan "Puratonikku Sekusu-Platonik Seks" filmiyle sinemaya adım attı ve dikkat çekti. "Rüya" filminin en ilginç ve deneysel tarafıysa, Jin'in Japonca, Ran'ın Korece konuşmasıydı.
(GÜZ, 2009)
(GÜZ, 2009)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder