
Debra Winger...
"Şehir Kovboyu..."

"Şehir Kovboyu..."

"Subay ve Centilmen..."


"Çölde Çay..."

"Çölde Çay..."
Özlemin eski tadı var: Debra Winger
Işığıyla perdeyi hep kuşatmış Debra Winger, filmleriyle beyazperdede iz bırakan oyunculardan. Şimdi küskün. Filmlerden uzak. Bu büyük oyuncuya “Şehir Kovboyu”, “Subay ve Centilmen”, “Çölde Çay” filmleriyle saygı sunuyoruz özlemle
Ali Erden
Debra Winger sinemanın özel oyuncularından. Yokluğu her zaman fark edilen muhteşem bir oyuncu o. Bizim için, 1980’lerde sinema perdesinden kalan Julie Andrews gibi unutulmaz oyuncu. Bu büyük oyuncunun sadece dört filmini sinema perdesinde görebildik. Karel Reisz’ın “Everybody Wins-Kaybeden Yok” filminde de unutulmazdı. Bu muhteşem ve özel oyuncunun James L. Brooks’un 1983 yapımı “Terms of Endearment-Sevgi Sözcükleri”, Bob Rafelson’ın 1987 yapımı “Black Widow-Kara Dul”, Costa-Gavras’ın 1988 yapımı “Betrayed-İhanet”, Richard Attenborough’un 1993 yapımı “Shadowlands-Gölge Topraklarda” filmleri de çok değerli. Winger, 1955 yılında Cleveland-Ohio’da doğdu. Küskünlüğü var. Zaman zaman yardımcı rollerde görünüyor, televizyon dizilerinde oynuyor. O muhteşem ve özlenmeyi hak eden bir insan.
“Şehir Kovboyu…”
Hollywood, 1980’li yıllara havalı bir filmle, “Urban Cowboy-Şehir Kovboyu” filmiyle giriş yapmıştı. James Bridges’in yönettiği bu film, Hollywood’un büyük stüdyolardan Paramount’a da nefes aldırmıştı. “Şehir Kovboyu”, seyirci tarafından ilgiyle karşılanmasaydı, bugün Paramount yoktu. Ülkemizde 1982 aralık ayında vizyona girmişti bu film. Evet, John Travolta kurtarıcıydı. Onun yanında da Debra Winger vardı.
Hikâye Teksas-Pasadena’da geçiyor. Houston’a yakın. Petrol rafinerisinin olduğu yerde bir hikâye seyircilerin kalbine doğru akıyordu. Bud’la Sissy’nin aşkıydı bu. Spur’dan siyah Ford pikap arabasıyla çalışmak için amcası Bob’ın (Barry Corbin) kasabasına gelen sakallı Teksaslı genç Buford Uan Davis, isimlerinin baş harfleriyle Bud (John Travolta), petrol rafinerisinde amcası Bob’ın yardımıyla işe giriyor. Bir süre amcasının evinde kalıyor. Yengesi Corene (Brooke Alderson) kafa dengi bir insan. Rafinerinin çevresinde işçi sınıfının bir dolu karavan-evi var. Rafineride çalışmak için gelen işçiler bunlardan satın alıp hayatlarını kuruyorlar. Kasabada bir şey daha var. O da Gilley’nin Yeri. Bu barda mekanik boğa da var rodeo yapmak için. Pisti de alabildiğine geniş. İnsanlar için buluşma yeri de orası. Aşkı buldukları yer de. Sakalını kesen Bud, barda kırmızı Ford Mustang’i olan hayatının aşkı Sissy’yle (Debra Winger) tanışıyor. Hayatı anlam kazanıyor. Çıkmaya başlayan işçi sınıfından bu iki güzel insan çok geçmeden evleniyorlar ve onların da karavanları oluyor hemen. Ama bir sorun da var. Birbirlerine âşık bu iki genç birbirlerini hiç tanımıyorlar. Sevişmeler ve eğlenmeler yolunda giderken başka dertler çıkıyor çok geçmeden. Sissy, ne yemek yapıyor ne de temizlik. Kirli çamaşırlar ve bulaşıklar dağ gibi. Ama Sissy de çalışıyor. Hayat müşterek değil miydi?
Kasabalılar için bardaki mekanik boğa her şeyden çok ilgi görüyor. Bud’ın da. Hikâyeye rodeocu Wes (Scott Glenn) girince her şey değişiyor ve fırtınalar da başlıyor. Wes, sert ve karizmatik biri. Üstelik usta bir rodeocu Wes. Hikâye derinleştikçe Wes’in gizemi de dağılıyor. Banka soyguncusu Wes, şartlı tahliye olmuş ve her an her şeyi yapabilecek biri. Dağınık Sissy’den annesi gibi bir kadın olmasını uman Bud’la Sissy kavga ediyor sürekli. İnatçı Sissy kendini Wes’in yatağına bırakıyor öfkeyle. Winston sigarası içen sert kovboy Wes, sakin kovboy Bud’a hiç benzemiyor. Beraber yaşadıkça Wes’i daha iyi tanımaya başlayan Sissy’nin kafası karışsa da ondan kurtulması imkânsız gibi. Bud’ın da hayatına Pam (Madolyn Smith) giriyor Sissy’nin kederi sürerken. Pam, kovboyunu arayan petrolcü kızı. Her şey melodram çizgisinde akıp giderken, finaldeki ödüllü rodeo yarışı yola ışık düşürüyor. Sissy’yle Meksika’ya gitme planları yapan Wes, eski alışkanlığını hatırlayınca mutluluk kaldığı yerden devam ediyor Sissy ve Bud için.
Film, Aaron Latham’ın hikâyesinden uyarlanmış. Senaryoyu da yazarla beraber yönetmen Bridges ortak yazmışlar. Muhteşem sinemaskop görüntülerse Rey Villalobos’tan. Gerçekten fotoğraflar etkileyiciydi. Bridges, sadece kasabada değil, bardaki sahnelerde de alabildiğine geniş objektifler kullanarak o atmosferin içine alıyordu seyirciyi. Bud’ın, amcası Bob’ın trajik ölümünden sonra düştüğü boşluğu hissettiren açılar gerçekten büyüleyiciydi. Elbette sinema perdesinde daha da etkileyiciydi. Amcasının evinin önünde kederini yaşayan Bud’ın, üzerinde devasa gri gökyüzü, önünde de sonsuz yeryüzü uzanıyordu. Ruhani bir şey gibiydi. Bud’ın sakalını kestikten sonra, kovboy şapkasıyla Amerikan barın önünde ayakta durduğu an, sinemada az bulunur ikonik fotoğraflardandı bir de. Sissy de, ışığa gelen pervaneler gibi bu ikonik görüntüye doğru yürüyordu askılı kırmızı elbisesinin içinde. Filmi seyredince Amerika’yla ülkemiz arasındaki sosyokültürel farklılar da hemen kendini fark ettiriyor. Filmde bunu görüyorsunuz.
“Şehir Kovboyu” filminde duyulan müzikler de çoğunlukla bardaki country çalan müzisyenlerin. Fonda Ralph Burns’ün tınıları da duyuluyor filmde. Debra Winger, filmin ışığıydı. Alabildiğine dingin haliyle oyunculuğunu sinemaya armağan etti bu filmle. Filmdeki son sahne üzerine derinlikli düşünebilir insan. Pikaba binip bardan uzaklaşan Sissy ve Bud’ı takip etmeyen kamera, barın önünde park halindeki arabaların üzerinde kalıyordu. Sanki Amerikan rüyası ve aşk kazanıyor diyordu yönetmen perdeden sıcaklık gönderirken. Büyük yönetmenlerden Tarantino, 1980’lerde Hollywood’un inanılmaz katı kuralcı olduğunu ve bu yüzden 1980’lerde film çekebilmeyi istediğini belirtmişti “Iconoclast” belgeselinde. 1981’de Ronald Reagan iktidara gelmişti Cumhuriyetçi Parti’den. Reagan eski Hollywood aktörüydü. Reagan döneminde, hepsi olmasa da çoğu film Hollywood’da stüdyolar tarafından aşırı denetimcilikle üretiliyordu. Reaganizm her yeri kuşatmıştı. Hollywood, 1950’lerde yaşadığı korkunç deneyimleri hatırlamıştı belki de. 1980’lerin Hollywood filmlerini politik açıdan incelemek gerekecek. Reagan yönetimi, Soğuk Savaş gerilimini en üst noktada tuttu ve de Hollywood birbiri ardına şaşırtıcı sağ politik filmler üretti. Ama Hollywood’da liberal yönetmenler de vardı. Yoksa 1980’ler cehennem olarak anılacaktı sinema için.
“Subay ve Centilmen…”
Taylor Hackford’un 1982 yapımı “An Officer and a Gentleman-Subay ve Centilmen”, Paramount’un döneme uygun kuralcılığı hissettiren filmlerdendi. Hackford, stüdyonun baskılarına rağmen yer yer özgürlüğünü koruyabilmiş. Belki de bu yüzden “Subay ve Centilmen” filmi sıcaklığını hâlâ hissettiriyor. Filmin senaryosunu Douglas Day Stewart yazmış. Müzikler Jack Nitzsche’ye, görüntülerse Donald Thorin’e aitti.
Pasifik kıyıları. Washington eyaleti. Hikâye Seattle şehrine yakın kasabada geçiyor. Sağ kolunda kartal dövmesi olan motosikletli serseri Zack Mayo (Richard Gere), hayatındaki büyük karar öncesi denizci çavuş babası Byron’ı (Robert Loggia) ziyarete gelmiş. Babası, çocukluğundan beri pek değişmemiş. Hâlâ çapkın. İtalyan-İrlandalı karışımı Zack, yatakta uyuyan babasını seyrederken çocukluğunu hatırlıyor. Görüntü soluklaşıyor. Annesi, hep uzaklarda olan Byron’ın çapkınlığından yorulmuş ve sonunda intihar etmiş. Çocukluğunda Filipinler’deki babasının yanına gitmiş Zack, genelevlerin yakınında büyüyen bir serseriye dönüşmüş. Şimdiyse 28 yaşında ve kayıp giden hayatını yakalamak için denizci pilot olmaya karar veriyor Zack. Babası karşı çıksa da bir saat ötedeki okula katılıyor Zack. Yeni insanlar, yeni hayat ve aşkla tanışan Zack’in önüne mutluluk seriliyor. Deniz Topçu Çavuş Foley’nin (Louise Gossett Jr) insanı ezen talimlerini irade savaşıyla aşıp denizci pilot teğmen olmayı başarıyor Zack. Çünkü gidecek başka yeri yok onun.
Altı yıllık eğitimin ilk dokuz ayı Çavuş Foley’nin cehenneminde geçiyor başta. Onu aşanlar, geriye kalan yılları daha da sıkı bir eğitimden geçerek denizci pilot oluyorlar. Zack, okulda Sid’le sıkı dost oluyor. Sid (David Keith), duygusal bir insan. Abisi subay olmuş ve ölmüş. Babası da subaymış. İçinde ezilmişlik duygusu yaşıyor Sid. Bir şeyleri kendisine değil de babasına kanıtlamak istiyor sanki. Bu iki arkadaş, kasabada ambalaj fabrikasında çalışan işçi sınıfından Polonya kökenli Paula (Debra Winger) ve Lynette (Lisa Blount) onların aşkı oluyor. Fabrikada çalışan kızların da tek umudu pilot adaylarını kendilerine âşık edip iyi bir gelecek kurmak. Onlar için de tek çıkış yolu bu. Paula Polonya göçmeni. Paula’nın annesi Esther (Grace Zabriskie) yıllarca önce bir subay adayıyla ilişkiye girmiş ve kendisi doğmuş. Babası da ortadan kaybolmuş. Anne, kızının yanlış karar vermesini istemiyor. Öte tarafta Lynette hamile kalıyor. Sid de telaşa kapılıyor. Hamileliğin gerçek olmadığı anlaşıldığında her şey için çok geç oluyor. Programdan çekilen Sid, Lynette’in hayal kırıklığıyla karşılaşıyor ve motel odasında kendini asıyor. Bu, Zack için büyük bir yıkım oluyor. Paula’ya dönmeli mi, yoksa haber vermeden çekip gitmeli miydi? Ama aşk çok güçlüydü.
Yönetmen Hackford’un bu filmi bir başyapıt. Belki de bu filmi Amerikan rüyasına övgü olarak değerlendirenler olabilecek. Görünüşte öyle. Amerikan sisteminde, az veya çok bir çıkış bulma ihtimaliniz olabiliyor. Bu ülkemiz için çok uzak bir ihtimal. Çünkü birçok şeyde gerilerde kalmış bir ülkeyiz. Hayatta hiçbir yere ulaşamamış insanlara bizim ordunun fırsat verebileceğini düşünebiliyor musunuz hiç? Bizdeki sistem daha acımasız ve de adalet duygusundan yoksundur belki de. Amerika, demokrasi kültürü gelişmiş bir göçmenler ülkesi. “Subay ve Centilmen” filminin estetiği de çarpıcıydı. Foley’nin yaşattığı aşağılayıcı eğitim anlarında o atmosferin içine düşüyorsunuz. Adeta pilot adayları gibi savaştan çıkmış gibi yoruluyorsunuz. Yönetmen Hackford, gerçek talimlerin belgeselini çekmiş gibi sanki. Oyuncuların yorgunlukları yüzlerine yansıyor çoğu anda. Foley’yi canlandıran Louise Gossett Jr, bu filmindeki başarısıyla Akademi’den “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” dalında Oscar almıştı. Filmin şarkısı “Up Where We Belong” da Oscar’a uzanmıştı. “Subay ve Centilmen”, sinemanın unutulmaz modern klasiklerinden. Debra Winger için de bu film önemli bir yerde. Onun sakin oyunculuğu büyülüyor her daim.
“Çölde Çay…”
Büyük İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’nin Amerikalı yazar Paul Bowles’ın (1910-1999) 1949’da yazdığı romanından uyarladığı 1990 yapımı “The Sheltering Sky-Çölde Çay”, melankolik bir başyapıt. “Technicolor”un sunduğu sarımsı fotoğraflar, Port’un ruhuyla buluşuyordu filmde. Senaryoyu yönetmenle beraber Mark Popleo yazmış. Zaman zaman Port’un, zaman zaman da Kit’in içinde dolaşan müzikleri büyük Japon besteci Ryuichi Sakamoto bestelemiş. Bu büyük besteciyi, Nagisa Oshima’nın 1983 yapımı “Merry Christmas Mr. Lawrence-Furyo” filminde esir kampı komutanı Yüzbaşı Yonoi olarak hatırlıyoruz. Bu büyük besteci, Brian de Palma’nın filmlerine de ruh katmıştı. Sinema perdesinde o etkileyici “technicolor” fotoğraflarsa, Bertolucci ustanın birçok filminin gözleri olan Vittorio Storaro’ya ait. Bu filmdeki sarı tonların tadına sinema perdesinde ulaşabiliyorsunuz.
Filmin İngilizce adı “Esirgeyen Gökyüzü” anlamına geliyor. Bu ad ruhani bir his veriyor insana. Bowles’ın romanı bizde “Çölde Çay / Esirgeyen Gökyüzü” adıyla 1991’de Simavi Yayınları’ndan çıkmıştı. İtalyanlar bu romanı “Il Te nel Deserto / Çölde Çay” diye yayımlamışlar zamanında. Bu romanı okuduktan kısa bir süre sonra sinema perdesinde görmüştük bu filmi. Küçük bir hayal kırıklığı yaşamıştık. Çünkü Kit, romanda sarı saçlıydı. Bertolucci, bu filmiyle bir ders de vermişti. Yönetmen, romana sıkı sıkıya bağlı kalmayabilirdi. Böyle yönetmenlere yaratıcı yönetmen deniliyordu zaten.
Film, New York’tan siyah-beyaz fotoğraflar ve görüntüler üzerine açılıyor mavi ön jenerik yazılarıyla. İkinci Dünya Savaşı sonrasından yansıyan refah toplumu ve zenginlikler. Caddelerden arabalar akıyor, halde bolca balık, mağazalarda elbiseler, metrolar, mikrodalga fırınlar, yolcu gemileri, şehirden huzurlu kış manzaraları fonda duyulan orkestra müziğiyle birbiri ardına yansıyor. Ardından kamera, fonda hocanın Kuran okuyan sesi duyulurken, uyanan Port’u gösteriyor zihinleri karıştırarak. Hikâye, Port’un algılarıyla mı, yoksa Kit’in gezi notlarıyla mı takip ediliyordu? Bertolucci çok geçmeden, liman kahvehanesinde yazar Paul Bowles’ı gösteriyor ve onun iç sesi duyuluyor, Port’u ((John Malkovich) ve Kit’i (Debra Winger) anlatırken. Anlatıcı olan yazarın kendisiydi. Port ve Kit, savaştan iki yıl önce evlenmişler. Ekonomik olarak iyi duruma gelmişler. Şimdiyse savaştan iki yıl sonra Mağrip’e, Kuzey Afrika’ya gelmişler yanlarındaki genç işadamı Tunner’la (Campbell Scott) beraber. 1947 yılı. Kit, Port’la kendisine gezgin diyor. Port ve Kit, otellerde ayrı odalarda kalıyorlar. Port, Tunner’ın peşlerine takılıp gelmesinden pek mutlu değil. Karısıyla aralarında bir şey olduğundan şüpheleniyor Port. Hikâyeye, beyaz Mercedes arabaları olan gezi yazarı anneyle (Jill Bennett) oğlu Eric (Timothy Spall) katılıyor sonra. Nazi artığı ırkçılar. Eric, annesinin baskısına karşı koyabilmek için sürekli içiyor. İçki için de paraya ihtiyacı var. Arada bir karşılaştığı Port’tan para kopartıp duruyor Eric.
Yolculuklar, şüpheler ve hastalıklarla çöl, bu filmin ruhu ve anlamı. Çölü ve insanları izlerken, ön jenerikteki refah toplumu Amerika’yla çöldeki yoksul insanları zihninizde karşılaştırıyorsunuz. Çölde ne kadar yoksulluk varsa batıda o kadar refah var sanki. Buraların kaynakları oralara, refah ve mutluluk götürüyor. Çölü ve insanlarını gözlemlemek öğreticiydi. Bertolucci, çöl ve insanlarını batılı kibirle yansıtmamış. Filmde Kur’an sureleri, ezan sesi ve Arap müzikleri de duyuyorsunuz. Fransız askerlerinin tutukladığı Cezayirli direnişçileri bile yansıtıyor filminde yönetmen batı emperyalizmini gösterebilmek için.
Can sıkıntısıyla şehirde kaybolmak ve unutmak için Arap müziği altında dolaşan Port, bir Arap fahişeyle (Amina Annabi) sabahladıktan sonra kederine dönüyor otele. Her şeyden çok sevdiği karısı, kendini Tunner’la aldatıyor muydu? Port, aslında daima karısına yakın olmaya çabalıyor. Ama uzakta duransa Kit’ti. Bertolucci, Port’un kuşkusunu seyirci için bir yerden sonra ortadan kaldırıyor beklemeden. Port, Eric ve annesiyle arabada yolculuk yaparken, Kit ve Tunner trenle yola çıkıyorlar. Tren tünelden çıktığında zihinler karışıveriyor bir an. Sinema psikolojisinde tren tünele girdiğinde seviştiklerini anlıyorsunuz. Ya tren tünelden çıkıyorsa? Elbette sonra sevişeceklerini çıkarıyorsunuz. Bertolucci, otel odasında, Kit ve Tunner çırılçıplak uyuyorlarken gösteriyor aynı yatakta. Bortolucci filmlerinde genellikle turuncu renk tonları hep cinselliği çağrıştırıyor. Çöl sarısı, bazen turuncumsu tonlara dönüyor. Filmin son bölümlerinde Sahra Çölü, bir kadını çağrıştırıyor. Sadece kıvrımlarıyla değil, beklenmedik öfkesiyle de. Gerçekten çöl bu filmin ruhuydu. Son bölümdeki çöl şairlere ilham verecek belki. Filmin hikâyesi, Fas ve Cezayir topraklarında geçiyor. Mekânlar gerçekten büyülüyor.
Port, yavaş yavaş hastalanıyor. Cezayir’de Bou Noura’ya otobüsle giderlerken Port’un ateşi artıyor. Sonra da Cezayir’e, El Ga’a’ya gidiyor çift. Hastalığı çoğalan Port, Tunner’ı atlattıkları için mutlu olsa da tifo onu eritmeye başlıyor. Kit, Port’un iyileşmesi için kervansarayda büyük çaba gösterse de trajedi gecikmiyor. Valiziyle tek başına ortada kalan Kit, çölde kervancıların arasına katılıyor. Genç Arap onu devesine alıyor. Köye gelirken erkek kıyafetleri giydiriyor Kit’e. Gözlerden uzaklarda, her tarafı kapalı odada Kit’le de bol bol sevişiyor Arap genç. Arap kadınlarsa bu gizemi çok geçmeden çözüyorlar. Kit yine yalnız kalıyor. Gözünü hastanede açıyor sonra. Amerikan elçiliğinden bir kadın görevli onu oteldeki Tunner’a götürürken, Kit arabadan iniyor, Fas’ın Tanca (Tangier) şehrindeki pazarın yakınında küçük sinema salonu Cinéma Alcazar’ın önünden geçerek filmin başındaki kahvehaneye geliyor, yazarını görüyor o mekânda. Hikâye ve karakteri yazarına dönmüş oluyor böylece. “Çölde Çay”, modern klasikler arasında. Unutulmaz bir film. Debra Winger’a doyulamayan filmlerden biri de.
(TEMMUZ, 2013)
(TEMMUZ, 2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder