
Fritz Lang...
"Metropolis..."

"M-Bir Şehir Katilini Arıyor..."

"Öfke..."

"Günahsız Katiller..."

"Dehşet Bakanlığı..."

"Kırmızı Fener..."

"Ölüm Korkusu..."

"İnsan Arzusu..."
Sinema ona minnettar: Fritz Lang
5 Aralık 1890 yılında Avusturya’da doğup, 2 Ağustos 1976 yılında Los Angeles’ta 86 yaşında ölen büyük usta Fritz Lang ve sineması her dönemde anılmayı hak ediyor
Ali Erden
Alman “dışavurumcu sinema”nın bu önemli yönetmeni, filmleriyle sinema sanatına yeni bakışlar oluşturmuş ve onu geliştirmiş bir ustasıydı. Viyana’da doğan Lang, mimarlık ve resim eğitimi aldı. Bu iki alan, tüm filmlerine katkıda bulundu yönetmenin. Birinci Dünya Savaşı’na da gönüllü katıldı ve oradaki tiyatro oyunlarında oynadı. Berlin’e giden Lang, 1919 yılında siyah-beyaz ve sessiz ilk filmi “Halbblut-Melez” adlı aşk melodramını çekti. Dört perdelik bir filmdi. 1921’deki siyah-beyaz ve sessiz “Der Müde Tod-Yorgun Ölüm”de dışavurumcu akımın özellikleri öne çıkar; ışık ve gölgeleriyle. Usta buf ilmin senaryosunu karısı Thea von Harbou’yla beraber yazdı. Bu filde beş kameraman çalışmıştı. Filmde ölümü mum simgeliyordu. Ölüm, kadına sevgilisini kurtarmak için üç şans veriyordu. Aşk mı, yoksa ölüm mü kazanacaktı? Özel efektlerin de öne çıktığı bu fantastik filmde yansıyan üç hikâye, tarihteki üç farklı devirde geçiyordu.
Dışavurumculuğun ruhu…
Burada, hemen Almanya’da ortaya çıkan “ekspresyonizm-dışavurumculuk” akımının ne olduğu üzerinde biraz durmamız gerekiyor. I. Dünya Savaşı'nın yenilgisiyle kendini daha yoğun hissettirdi dışavurumculuk akımı. Toplumdaki karamsarlığı, karabasanı ve kaosu tümüyle yansıtıyordu bu avangard akım. Tam ortada kalmış Alman toplumu, bu ideolojik bunalım ve kaos döneminde tüm iç karmaşası sanat yapıtlarında dışa yansıtıyordu. Dışavurumcular natüralistlere (doğalcılara), izlenimcilere (empresyonistlere) ve neo-romantizme tepki gösterirken, kendilerine gerçeküstücüleri (sürrealistleri) yakın buluyorlardı.
Dışavurumcularda Rönesans'a da büyük tepki vardı. Başlarda “öncü" (avangart) ve “gerçekdışı” (inreel) olan bu akım, öznel ve idealistti. Ama materyalist dünyaya yaklaşan sanatçılarıyla kapitalizme ve militarizme karşı eleştirel bakışlar da oluşturdular. İlk defa gerçeklik üzerine tartışmalar da başladı. Dışavurumculuk akımında en önemli özellikler, mekân kullanımı ve ışık düzenlemeleriydi. Soyutçu olan bu akım, iç dünyadaki karamsarlığı ve kaosu, dış mekânları deforme ederek, yani bozarak yansıtıyordu. Karanlık ve belirsiz bir dünyada, ışıklar parçalanmış bir aydınlığı mekânlara düşürüyordu. Nesneler, çarpık çurpuk ve devasa görünüyordu. Yönetmenler, kamera merceklerinden de yararlandılar dış dünyayı biçimbozumuna (deformasyona) uğratmak için. Amerika'da doğan "kara roman/kara film" türü, dışavurumculuğun mekân kullanımı ve ışık düzenlemelerinden yararlandı. Günümüzde de gerçeküstücülükle beraber birçok sanat yapıtında kendini sürdürüyor dışavurumculuk.
İşte bu bunalım yıllarında doğan bu akımın içinde Lang, karısı Harbou’yla senaryo da yazıyordu. 1922 yılında siyah-beyaz ve sessiz “Dr. Mabuse der Spieler-Dr. Mabuse Kumarbaz” adlı iki bölümlük filmini çekti Lang. Filmin tam uzunluğu dört buçuk saatti. Dr. Mabuse adındaki bir cani aracılığıyla toplumsal eleştiri yaptı. Bu suç filmi sonraları bir seriye dönüştü. Alman sinemasında senaryolar da yazan Lüksemburglu yazar Norbert Jacques’ın seri romanından uyarlanmıştı film. 1933’te sesli çekilmiş siyah-beyaz “Das Testament des Dr. Mabuse-Dr. Mabuse’un Vasiyeti” filmini yaptı, ama iktidara gelen Naziler filmi yasakladı. Halkın, devlet adamlarına karşı güvenini azaltacağı gerekçesiyleydi bu. Sesli çekilmiş 1960’ta siyah-beyaz “Die 1000 Augen des Dr. Mabuse-Dr. Mabuse’un Maceraları” filmiyle seriyi tamamladı.
Lang, 1927 yılında sinemanın ilk bilimkurgu filmi siyah-beyaz ve sessiz “Metropolis”i çekti. Bu, fütürist, kübist ve distopik bir bilimkurguydu. Lang, Avrupa’nın en büyük film stüdyosu UFA’da, ekonomik ve yaratıcılık özgürlüğü verilerek bugün bile olanaksız bu filmini yaratmayı başardı. Thea von Harbou’nun romanından uyarlanmıştı. Her şey 2026 yılında geçiyordu. Senaryoyu, yönetmenle yazar ortak yazmışlardı. Sınıflararası farklılıkları çok çarpıcı biçimde perdeye aktarsa da bu filmi, finaldeki “uzlaşma”yla hayal kırıklığı yarattı. Sömüren zenginler, aşk aracılığıyla sömürdükleri işçilerle barış sağlıyorlardı. Tüm adaletsizliklere rağmendi. Bir masal filmdi sanki bu. Sinema tekniğiyle çok muhteşem bir filmdi ama. Devasa dekorlar, kalabalık sahneler ve ışık kullanımı çok etkileyiciydi. Lang, ressam ve mimar özelliklerini en iyi biçimde buluşturdu “Metropolis” filmiyle. Rus yapısalcıları da bu devasa dekorlardan etkilenmişlerdi. Lang, aslında bu filmindeki mimariyi tasarlarken, Rus konsrtüktivist mimarisinden de ilham aldığı hissini veriyordu. Özel efekt kullanımları da öncü olmuştu.
Katilin peşinde...
Lang, 1931 yılında ilk sesli filmi siyah-beyaz “M-Bir Şehir Katilini Arıyor”la Nazilerin de dikkatini çekti. Bu film, bir çocuk katili üzerine ürkütücü bir filmdi. Lang'ın Almanya'daki büyük filmlerinden biri olan "Bir Şehir Katilini Arıyor" kara filminde Peter Lorre, Hans Beckert karakterinde müthiş bir perfomans ortaya koydu. İlk defa bu filmde "dış ses" denenmişti. Bu filmden bir önemli notsa, filmdeki tüm suçluların gerçek hayatlarında da birer suçlu olduğuydu. Berlin'de seri cinayetler işleyen bir katil şehre korku salıyor. Polis, kız çocuklarını öldüren katili yakalayamayınca herkes, çeteler de dâhil tedirginlik içinde. İşleri sekteye uğrayan gangsterler de meçhul çocuk katilinin peşine düşüyor polisle beraber. Balon satıcısı kör dilenci (Georg John) hep ıslık çalan katili ıslığından tanıyor ve genç Heinrich de, avucuna tebeşirle yazdığı "M" harfini Hans Beckert'in paltosunun arkasına yapıştırıyor. "M", "mörder" anlamına geliyor ve bu kelime Almancada "katil" demek. Gangsterler, polisten önce davranıp Hans’ı bir alışveriş merkezinde kıstırıyorlar ve onu yakalayıp kendi mahkemelerini kuruyorlar ekonomik buhranda iflas etmiş eski bir fabrikada.
"Bir Şehir Katilini Arıyor", Avrupa'da ilk kara film olarak değerlendiriliyor. Hatta Lang'ın bu filminin Amerikalı yönetmenleri derinden etkilediği de belirtiliyor. Önemli yönetmenlerden Amerikalı Joseph Losey, 1951 yılında "M" adıyla Lang'ın bu filmini siyah-beyaz uyarladı ve bu da bir kara filmdi. Losey'in bu filminde McCarthy'nin "cadı kazanı"na metafor yapılıyordu. “Bir Şehir Katilini Arıyor" filmi, gerçekten gerilim yüklüydü. Öncelikle gangsterlerin Hans’ı sıkıştırdıkları sekans. Bu filmde unutulmaz anlar da vardı. Polisler ve gangsterler, Hans’ı ele geçirmek için toplantı yapıyorlardı farklı yerlerde. Sigara dumanlarının kuşattığı mekânları koşut kurguyla kamerasıyla gözlüyordu Lang. Filmde, uykusuz Müfettiş Karl Lohmann'ın (Otto Wernicke), kasa hırsızı Franz'ı (Friedrich Gnass) sorguladığı sahne gerçekten unutulmazdı.
"M-Bir Şehir Katilini Arıyor" filminin mekânları ve ışık düzenlemeleri de çarpıcıydı. Genelde kararma-açılma tekniği kullanan Lang, insan gölgeleriyle de etkileyici görüntüler yaratıyordu. Hans’ın ilk göründüğü an, yansıyan irkiltici gölgesiydi. Filmin girişi de sinema tarihinin en muhteşem anlarındandı. Ama finali de öyleydi. Linç duygusunu eleştiren Lang, şizofren ruhlu katilin yine serbest kalacağı endişesini kızı öldürülmüş bir annenin kelimeleriyle ifadelendiriyordu filmin sonunda.
Hollywood zamanlarında…
Fransa’dan Amerika’ya giden Lang, 1936 yılında siyah-beyaz “Fury-Öfke” filmini yaptı. Spencer Tracy’nin başrolünü üstlendiği filmde, Amerikan toplumundaki önyargı ve linç olgusunu dışavurumcu bakışla yansıttı. Bu filmi izledikten sonra, genel anlamda, önyargılı toplumların karanlık ruh dehlizleri üzerine keşifler yapabiliyor insan. 1937 yılında Henry Fonda’nın oynadığı siyah-beyaz “You Only Live Once-Günahsız Katiller” adlı suç filmini çekti. Suçsuz yere tutuklanan bir adam sonunda cinayet işler. Karamsar filminde, sıradan ve sistem içinde kaybeden insanları anlatmayı sürdürdü Lang. Onun filmlerinde alttan alta sistem/kapitalizm eleştirisi vardır. Lang, bu sistemde kazanma şansı olmayan kaybeden insanları anlatırken filmlerini bir inşa gibi kuruyordu. Suçu oluşturan nedenler ve suçu işleyen insanlar üzerine düşünürken, sistemle/kapitalizmle yüz yüze geliniyordu. 1940 yapımı renkli “The Return of Frank James-Sevimli Haydudun Dönüşü” filmi, çok farklı bir westerndi. Karakterlerinin işlenişi ve mekânların kullanılışı Hollywood’un bildik tarzında değil, dışavurumcu özellikler taşıyordu. Özellikle koyu tondaki renkler öne çıkıyordu filmde.
Lang'ın 1944 yapımı kara filmi siyah-beyaz "Ministry of Fear-Dehşet Bakanlığı"nda Ray Milland ve Marjorie Reynolds oynuyordu. Graham Greene'in aynı adlı romanından uyarlanan filmde, bir adam kendini birdenbire casusluk olaylarının içerisinde buluyordu. Lang’ın J.H. Wallis’ın romanından uyarladığı 1944 yapımı siyah-beyaz “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın” kara filmi, bir rüya filmdi. Bu film birçok sinemacıyı etkilemişti. Krimoloji profesörü Richard Wanley (Edward G. Robinson), akşam çökerken arkadaşlarıyla kulüpte buluşmaya giderlerken, fotoğraf stüdyosunun vitrininde güzel bir kadının, Alice Reed’in (Joan Bennett) fotoğrafını görür. Bakar. Kulübe gider. Oturduğu koltukta uyuklayınca gerilimli ve gizem yüklü suç dünyası da yansımaya başlıyor. 1945’te siyah-beyaz “Scarlet Street-Kırmızı Fener” filminde Lang, bir genç kadın tarafından suça yöneltilen orta yaşlı bir adamın dramını anlattı. Fransız yazar Georges de La Fouchardière'in 1929’da yazdığı "La Chienne" (Dişi Köpek) romanından uyarladığı bu suç filminin en önemli özelliği, cinayeti işleyenin cezasını çekmemesiydi. Bu, sinema tarihinde bir ilkti. Bu romanı daha önce uyarlayansa Jean Renoir ustaydı. 1938 yapımı “"La Bête Humaine-Hayvanlaşan İnsan" filminin başrolünde de Jean Gabin vardı. Bu yapıt, Fransız sinemasının çok önemli şiirsel gerçekçi bir yapıtıydı. Filmde, lokomotifler ve ihtiraslar da başroldeydi ayrıca.
1953 yapımı siyah-beyaz “The Big Heat-Ölüm Korkusu” kara filminde Glenn Ford, oyunculuk hayatının en iyi performansını verdi sanki. Trajediler ortasındaki Los Angeleslı cinayet masasından polis dedektifi Dave Bannion (Glenn Ford), polis arkadaşının intihar ettiğini sanıyor. Tom’un ölümünü araştırırken, Tom’un polis teşkilatı içindeki yozlaşmayla savaştığını da keşfediyordu. Acaba Tom cinayete mi kurban gitmişti?
Lang, filmlerinde kötücül kadınlara büyük halkalı küpeler taktırıyordu çoğunlukla. Kötücül kadınlar halkalı küpeler takar, erkeği baştan çıkartır ve suça teşvik ederdi. 1954 yapımı siyah-beyaz “Human Desire-Şeytan Ruhlu Kadın” kara filmini, Emile Zola’nın “La Bête Humaine” romanından günümüze (1950’lere) uyarladı. Filmin hikâyesi tren istasyonunda geçiyordu. Bu filmde Glenn Ford muhteşemdi.
1950’lerin sonlarında Almanya’ya dönen Lang, burada çalışmayı sürdürse de eski başarılarını yakalayamadı. Ama sinemanın bir başka büyük ustası Fransız Jean-Luc Godard, 1963 yılında renkli ve sinemaskop “Le Mepris-Nefret” filminde Lang’a Lang’ı oynatarak bir selâm gönderdi. Lang, sinemaya çok şey verdi. Sıradan insanı ve dramını kapitalizmin acımasız çarklarını göstererek yansıttı. Daima küçük ve kaybeden insanın yanında oldu. Sinema ona minnettar.
(NİSAN, 2017)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder