27 Nisan 2017 Perşembe



Welles...




"Yurttaş Kane..."



"Yurttaş Kane..."


"Şanghaylı Kadın..."


"Dava..."



Bir dâhinin filmleriyle: Orson Welles



Sinemaya hem görsel hem de içerik anlamda yeni bakış açıları sunan sinemanın gerçek dâhisi Orson Welles ustanın “Yurttaş Kane”, “Şanghaylı Kadın” ve “Dava” filmlerinin atmosferinde dolaşmak istedik



Ali Erden



Orson Welles, 6 Mayıs 1915’te Kenosha-Wisconsin’de doğdu, 10 Ekim 1985’te Los Angeles-Kaliforniya’da öldü. Üç evlilik yaptı. Bunlardan en ünlüsü, 1943’te evlendiği ve 1948’de boşandığı büyük oyuncu Rita Hayworth’tu. Oscar kazanamadı. Yüzü kızaran Akademi, 1976’da ona “Onur Ödülü” verdi.  İki yaşında konuşmaya başlayan Welles, radyo tiyatrosuyla Amerika’yı ayağa kaldırmayı başarabilmişti. 1938’de, H.G. Wells’in “Dünyalar Savaşıyor” bilimkurgu romanını radyoya uyarladı ve Marslıların dünyayı istila ettiğini anlattı. Böylece de olanlar oldu. 1941 yılında henüz 26 yaşındayken sinemanın gidişini değiştiren “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmini çekti ve gelecek filmleriyle de sinemanın daima taze anlatım yolları olduğunu keşfettirdi.  

“Yurttaş Kane…”

Orson Welles’in 1941 yapımı siyah-beyaz “Citizen Kane-Yurttaş Kane”, anlatım ve estetik yönden sinemanın ufkunu açan bir filmdi. RKO’nun sunduğu bu filmin senaryosunu Welles,  Herman J. Mankiewicz’le ortak yazmıştı. Zaman zaman gerilimi arttıran müzikleri de, sonradan Hitchcock filmlerine de destek verecek Bernard Herrmann bestelemişti. Elbette görüntüler. Fransız asıllı Gregg Toland, sinemada devrim yapan mercekler geliştirdi bu filmde. Rönesans devrinde resim sanatındaki “perspektif” kadar önemliydi. Toland, “alan derinliği” veren kısa odak uzaklıklı objektifi buldu. “Yurttaş Kane” filminde buna somut olarak dokunuyorsunuz. Öndeki özne ve nesne büyük görünürken, gerideki şeyler derinliğine göre yansıyordu. Bu teleobjektif ve geniş açılı objektiften daha geliştiriciydi. Yani görüntüde, tıpkı resimdeki gibi perspektif yaratılabiliyordu. Filmin kurgusu da çarpıcı ve ilham vericiydi. Welles, bilinen anlamda geriye dönüş olarak filmini kurgulamamış. Anlatılanları anlatanların zihninden değil, anlatılanları dinleyen gazete muhabiri Thompson’ın algılarıyla yansıtıyor perdeye. O mekânlar öyle miydi? Ya insanlar? Hiçbir zaman bilinemeyecek. Welles, Thompson’ın yüzüne daha az ışık düşürürken, çoğunlukla onu yandan gösteriyor ve yüzü de 
insanın zihnine pek yerleşmiyor. Gölge anlatıcı gibiydi. 

Medya tröstü William Randolph Hurst, Welles’in bu filmine büyük savaş açtı. Ama onu yok etmeye gücü yetmedi. Bu film dokuz dalda Oscar’a aday oldu sonra. Film, yönetmen (Welles), senaryo (Welles-Mankiewicz), görüntü (Toland), erkek oyuncu (Welles), kurgu (Robert Wise), müzik (Herrmann), sanat yönetmenliği-dekor (Perry Ferguson-Van Nest Polglase-A. Roland Fields-Darrell Silvera),  ses (John O. Aalberg) dallarında Akademi tarafından ödüle aday gösterildi. Sadece senaryo dalında Oscar kazanabildi.

Film, ölen 37 gazetesi ve bir radyosu olan bir medya tröstü Charles Foster Kane (Orson Welles) üstüne bir belgesel-haberle açılıyor. 1941 yılında ölen Kane’in hayatı göz önde olsa da çoğu şey bilinmeyen megaloman zengin bir adam. Onun için kimileri faşist, kimileri de komünist demiş. Xanadu malikânesinde, son sözü ”rosebud” (gonca gül) olan Kane için bu kelime neyi ifade ediyordu? Bir gazete editörü, muhabiri Jerry Thompson’ı (William Alland) bu kelimenin neyi ifade ettiğini öğrenmesi için görevlendiriyor. Kane, bu barok malikâneye Xanadu adının vermesinin nedeni Kubilay’dan dolayı. Xanadu, dışarıdan silüet olarak yansıdığında gotik bir yapıya dönüşüyordu. Muhabir, korku filmlerini andıran devasa Xanadu’ya, Kane’in şimdi alkolik ikinci eşi Susan Alexander Kane’le (Dorothy Comingore) işe başlıyor. “Rosebud”ın anlamın neyi ifade ettiğini öğrenemiyor. Thompson, Philedelphia’daki Thatcher Kütüphanesi’ne gidiyor. Oradaki arşivi okurken, Kane’in yoksul çocukluğu yansıyor. Küçük Kane karda kızakla kayarken, bankacı Walter Thacher (George Coulouris) vasiliğini annesi Mary (Agnes Moorehead) ve babası Jim Kane’den (Harry Shannon) alıyor ve Charles Foster Kane zengin bir hayatın içine düşüyor. Altın madeni miras kalmış. Bankanın gözetiminde eğitimini alacak küçük Kane, 25 yaşına gelince ancak sonsuz gibi görünen servetine kavuşabilecek.

Thompson, adıyla karşılaştığı şimdi ihtiyarlamış sadık Bernstein’ın (Everett Sloane) yanına gidiyor. Kane, sosyal yardımlara önem veriyor önceleri. Avrupa seyahatinden, Amerikan Başkanı’nın yeğeni Emily Monroe Norton’la (Ruth Warrick) satannişanlanmış olarak dönüyor. Aklındaki fikri de söylüyor. Bir gazete satın almak. En uygunu da Inquirer adındaki küçük bir gazete. Emily’yle de evlenen Kane, gazeteye tüm coşkusunu yansıtıyor. Yayın ilkeleri de yayımlıyor. En büyük rakip olarak da Cronicle adındaki çok gazeteyi görüyor Kane. Sonradan o gazeteyi de bünyesine katıyor. Avrupa’dan sürekli sanat eserleri alarak koleksiyon yapıyor hep Kane. Thompson’ın yolu, ihtiyarlıktan artık hastanede olan Jedediah Leland’a (Joseph Cotten) gidiyor. Jedediah, Kane’in sadece kendine inandığını söylüyor Thompson’a. Ama inancı olmayan bir adamdı diyor. Bu hayattaki en iyi dostu tiyatro eleştirmeni Jedediah, ama Kane onu da kolayca yolunun üzerinden atıyor. Kane, New York’un ıslak sokaklarında yalnız dolaşırken, dişi ağrıyan güzel şarkıcı Susan Alexander’la tanışıyor, belki de hayatındaki ilk sıcak iletişimi kuruyor. Susan önce Kane’in metresi oluyor, sonra karısı. Valiliğe aday olan Kane’in yolsuzlukla suçladığı siyasi rakibi Jim W. Gettys (Ray Collins), Kane’in “ahlakdışı” ilişkisini Emily’ye kanıtlıyor Susan’ın dairesinde. Susan’ın dairesindeki çekimler büyüsüyle insanı hâlâ heyecan veriyor. “Alan derinliği” denen estetik fotoğrafların ritüel gibi. Susan’dan ayrılmayı reddeden Kane, Emily’den ayrılıp Susan’la evleniyor ve seçimlerde Amerikan ahlakına mağlup oluyor. Seçim bürosunda Jedediah’ın Kane’e söyledikleri insanlara ibret olabilir miydi? Şu ana kadar olmadı. Kane gibiler, önceleri her şeye insani yaklaşıyorlar, yoksullardan yana olduğunu propagandasını yapıyorlar ve gücü ele geçirdiğinde seçmenleri, etrafındaki insanları malı gibi görüyorlar.  Jedediah’ın davranışları ve yaklaşımları Kane’e bir şey ifade etmiyor. Jedediah, hayata alaycı bakan, sürekli içen bir sanat insanı.

Kane, dünyanın en kötü selsi opera şarkıcısı Susan’dan bir diva yaratmaya çabalıyor. Onun için Şikago’da opera binası bile inşa ettiriyor, dersler aldırtıyor. Gazetelerinde övgüler yazdırıyor. Bir tek Jedediah gerçekleri yazıyor eleştiri anlamında. Yeteneksizliğinin farkındaki Susan, tek teselliyi içkide buluyor Xanadu hapishanesinde. Thompson, yine Xanadu’ya, Susan’ın yanına geliyor son olarak. O da Kane’i anlatıyor Thompson’a.  Salonda kederler içinde yapboz oynarken, derinlikte Kane görülüyor. “Alan derinliği” estetiğinin en ucunda bir andı bu. Sadece görsel anlamda değil, içerik anlamında da. Kameraya yakın Susan görünrken, Kane derinlikte küçücük yansıyor perdeye. Susan, bu oyundan sıkıldığından intiharı bile deniyor. Sonunda büyük tartışmanın ardından ayrılıyorlar. Bernstein,  Jedediah ve Susan’ın anlattıkları da Thompson’ın “rosebud”a ulaştırmıyor. Kane’in çıkarcı uşağı, Thompson’a “rosebud”ın kar yağıyormuş hissi veren cam küre olduğunu söylüyor. Xanadu’da eşyalar toplanırken, Thompson, Kane’in ölürken söylediği “rosebud”ın, hiç ele geçiremediği veya kaybettiği şey, olduğunu söylüyor. Vince takılı kamera öne doğru kayıyor ve yakılan eşyalar arasında “rosebud”ı gösteriyor. “Rosebud” yanarken, Kane’in özlemi de kül oluyor. Kane’in, gerçek anlamda sahip olduğu tek şeydi. “Rosebud”, en başından en sonuna kadar merak duygusunu ayakta tutuyor. Bu yüzden anlamını söylememeli. Hem Welles’e hem de filmine büyük saygıdan dolayı. Filmin sonunda oyuncular tek tek yansıyordu. Mercury Tiyatrosu’nun saygın oyuncularıydı onlar. Sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak değerlendirilen “Yurttaş Kane”, daima ilham verecek.

Welles’n bu filmindeki Xanadu malikânesi de Hurst’ün, Kaliforniya’da Pasifik kıyısında ve 1 Nolu Karayolu üzerinde kondurulmuş devasa şatoya benziyor. Discovery’deki “Aerial America/Havadan Amerika” dizi belgeselinin Kaliforniya bölümünde gösterilmişti. Bu devasa yapının bitişini göremeyen Hurst, inşaatı biten yerlerde Hollywood’a çılgın partiler vermiş bu şatoda. Welles’in bir de Hurst’ün yeteneksiz sinema oyuncusu metresi Marion Davies’i, yeteneksiz opera şarkıcısı Susan Alexander karakteriyle yansıttı bu filminde. Yine Discovery’de yayımlanan “The Mistress/Metres” dizi belgeselinde altı çizilmişti bunun. Filmin Türkçe dublajının da muhteşem olduğunu belirtmeliyiz.
“Şanghaylı Kadın…”

Orson Welles’in, Sherwood King’in  “If I Die Before Wake” (Uykudan Önce Ölürsem) romanından uyarladığı 1947 yapımı “The Lady from Shanghai-Şanghaylı Kadın”, sinema anlatımı ve anlarıyla sinemanın özel kara filmlerinden.  Welles filmin senaryosunu William Castle, Charles Lederer ve Fletcher Markle’la beraber yazmış. Jenerikte yönetmen olarak Welles’in adı geçmiyor. Welles nedense yönetmen olarak adının geçmesini istememiş jenerikte. Zaman zaman insanı geren müzikleri de Heinz Roemheld bestelemiş. Sinema tarihine armağan siyah-beyaz fotoğrafları yansıtan da Charles Lawton Jr. Welles bu filmi yaparken bütçe sıkıntısı yaşayınca, Hollywood’un büyük stüdyolarından Columbia’nın kurucusu ve o zamanki sahibi Harry Cohn’a başvuruyor. Filmin başrollerinde Columbia’nın “kızıl kraliçesi” Rita Hayworth (1918-1987) olunca Cohn’u ikna ediyor ve bu film Columbia’nın oluyor. Welles ve Hayworth bu film çekilirken evliydiler. 1943’te evlenip beş yıl evli kalmışlardı. Evliliklerine vesile olansa büyük oyuncu Anthony Quinn’di. Welles, bu film için Hayworth’un uzun kızıl saçlarını kısacık kestirmiş ve sarıya boyatmıştı. Bu yüzden de epeyce tepki de almış elbette.

“Kara İrlandalı” lakaplı denizci Michael O’Hara (Orson Welles), New York’ta Central Park’ta dolaşırken, faytondaki sarışın Elsa’yla (Rita Hayworth) nasıl bir maceranın içine düşeceğini tahmin edemiyor. Elsa, Kaptan Michael’ı kendi yatında çalışmaya ikna edemiyor. Çapkın Michael, Elsa’nın evli olduğunu öğrendiğinde önceki kadınlar gibi macera yaşayamayacağını hissediyor. Denizcilerin takıldığı lokale. Elsa’nın iki bastonla yürüyen engelli ünlü savunma avukatı olan Arthur Bennister (Everett Sloane) geliyor ve zorla da olsa Michael’ı yatına kaptan olmayı ikna ediyor. Uzun bir yolculuk Michael’a bekliyor. Panama Kanalı’ndan Karayipler’e, oradan Brezilya açıklarına kadar. Elsa, tüm güzelliğini mayosuyla kayalar üstünde sergilerken, hikâyeye Arthur’un ortağı avukat George Grisby (Glenn Anders) giriyor ve her şey değişmeye başlıyor. George, Michael’dan bir anlaşma karşılığı öldürmesini istiyor. Karşılığında da beş bin dolar vermeyi vaat ediyor George. Aslında öldürmeyecek, polis George’un ölü bir adam olduğuna ikna olması gerekecek. Plan basit. Ama derinlerde başka planlar yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlayınca hiçbir şey tasarlandığı gibi gelişmiyor. Michael, İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler tarafında Franco’ya karşı savaşmış bir insan. Savaşta, Franco tarafından bir muhbiri öldürünce İspanya’da hapis yatmış.

Bu filme dokunurken hassas olmak gerekecek. Gizemler ve merak duygusu azalmamalı bu polisiyede. Çok eski klasik bir film olmasına rağmen. Brezilya kıyılarındaki piknikte, Elsa, Arthur ve George’a, kendi başından geçen ürpertici köpekbalığı vakasını anlatıyor Michael. Brezilya açıklarında oltayla balık avlarken, oltasına bir köpekbalığı takılıyor Michael’ın. Başka köpekbalıkları da geliyor ve çoğalıyorlarmış birden. Büyük mücadele sonunda köpekbalığı kurtulsa da yaralanıyormuş. Kan kokusu denize yayılınca diğer köpekbalıkları çılgına dönüp birbirleri katletmeye başlıyorlarmış Michael’ın anlattığı vakada. Sonuçta hiçbir köpekbalığı sağ kalmamış bu savaşta. Michael’ın anlattığı bu vaka, filmdeki karakterler için trajik bir metafor. Finale doğru zihninizde anlamlaşıyor Michael’ın bu anlattıkları.

Filmin kurgusu ve görselliği aslında sinema yoluna düşeceklere ilham verici. Filmde, önde anlatılanlardan çok, arkada ve görünmeyen olaylar hikâyeye güç katıyor. Welles, perdede gördüklerinizi değil, asıl derinlerdeki hikâyeyi anlatsaydı her şey sıradanlaşabilir miydi? Evet, sıradanlaşma ihtimali vardı. Tüm çatışmalar ve kurulan planlar hiç görmediğiniz yerlerde. Seyirci filmde sonuçları görüyor. Final bölümünde zihindeki o boşluklar doluyor ve her şey anlamlaşıyor.

Her şey San Fransisko’da çözümleniyor. Geride iki cinayet var ve tek sanık da Michael. Filmdeki mahkeme sekansı çok iyiydi ve üstelik de yer yer eğlenceliydi. Michael’ın savunmasını Arthur üstleniyor. Michael, daha önce George’la yazılı anlaşma yapıyor ve George’u öldürdüğünü itiraf eden itiraf yazıp imzalıyor. Bu itirafname George’un öldürülmesinden sonra polisin eline geçince, elbette tutuklanıyor ve mahkemede yargılanıyor Michael. Jüri kararını açıklamadan önce, Arthur’un haplarından birkaçını yutan Michael, çıkan kargaşada firar ediyor. Sığındı yerse Çin Mahallesi’ndeki bir tiyatro oluyor. Elsa onu tiyatroda buluyor ve Michael, bayılmadan hemen önce gerçekliğe yaklaşıyor seyirciler gibi. Elsa, Çinli adamlarının yardımıyla Michael’ı Play Land Lunaparkı’na götürtüyor. Bu mekândaki anlar sinema tarihine geçti. Hem anlam hem de görsel açıdan. “Aynalar koridoru” diye anılan bu sahnede bir kaos yaşanıyor ve köpekbalıkları birbirine giriyor. Filmdeki akvaryum sahnesi de güçlü ve etkileyiciydi, hatırlatalım.

Filmi, Michael’ın iç sesiyle ve çoğunlukla onun bakış açısıyla takip ediyorsunuz. “Şanghaylı Kadın”, sinema tarihinin hâlâ en özel filmlerindendir. Filmin estetiği de büyüleyici.  Karanlık, filme gizem katarken, kara filmlerdeki o etkileyici atmosferin oluşmasına da katkıda bulunuyor. Filmin ışık düzenlemeleri de dışavurumcu estetik taşıyordu. Fonda duyulan müziklerse, gerilime ve merak duygusuna katkıda bulunmuş.  

 “Dava…”

Orson Welles’in Almanca yazan büyük Çek yazar Franz Kafka’nın romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz  “The Trial-Dava”, yabancılaşmanın ustası Kafka’nın ruhuyla buluşan dışavurumcu bir başyapıt. Yapımcı Alexander Salkind’in sunduğu Fransız, İtalyan ve Alman ortak yapımı filmin senaryosunu da Welles yazmış. Dışavurumcu görselliği perdeye Edmond Richard yansıtmış. Filmin girişindeki ve final bölümündeki illüstrasyonları Alexander Alexeieff tarafından çizilmiş. Fonda çoğunlukla hüzünlü tınılar duyuluyor.

Film, illüstrasyon yansımaları üstüne avukat Albert Hastler’in (Orson Welles) düşen dış sesiyle açılıyor. Ses, kanun kapısında duran kapıcıyla taşradan gelmiş bir adamın yıllar boyu süren iletişimsizliğini anlatıyor. Kapıcı, kapıdan geçmek isteyen adama izin vermemiş. Yıllar geçmiş. Adam yıllar boyunca ne yapsa da kapıcıyı ikna edemiyor. Yaşlılıktan gözleri körelen adam, kanun kapısında bir parıltı fark etmiş. Ölmeden önce adamın tüm hayatı bir tek soruya dönüşmüş. Hayatında daha önce hiç sormadığı soruymuş: “Her insan kanun kapısından içeri girmek ister. Öyleyken, neden bu kapıdan girmek isteyen benden başka kimse olmadı?..” Yaşlılıktan kulağı iyice sağırlaşan adama kapıcı bağırarak: “Senden başka hiç kimse bu kapıdan giremezdi, çünkü bu kapı sadece senin içindi…” Hastler, uzun anlatımından sonra, “Bu hikâyenin mantığının düşlerin mantığının aynı olduğu söylenir. Veya kâbusların” diyor. Sanki bu hikâye, Josef K ve seyirciye paranoyayla yüklenmiş kâbuslar.

Tutuklama… Josef K (Anthony Perkins), sabahın köründe Bayan Grubach’ın (Madeleine Robinson) pansiyona dönüştürdüğü dairesindeki odasında kâbusun içine düşüyor. Görüntü, uyuyan Josef’in yüzünde açılıyor. Odaya pardösülü ve şapkalı bir adam giriyor. Uyanan Josef, çeride yabancı birini görünce şaşırıyor. Adam kim olduğunu söylemiyor. Başka bir adam daha geliyor odaya. Kim olduklarını söylemeyen adamlar Josef’i sorguya çekerlerken, Josef de giyinmeye çabalıyor sabahın ilk ışıklarında. Dedektiflerden biri, odanın içindeki bir çıkıntıya anlam yüklerken, Josef, Bayan Grubach’ın kocasının dişçi koltuğunun bulunduğu yer olduğunu söylese de dedektifler tam bir paranoya atmosferinde her şeye, her davranışa, her kelimeye anlam yüklüyorlar. Davası olduğunu söyleyen iki dedektif gittikten sonra Bayan Grubach da Josef’e kahvaltı hazırlıyor, mahkeme için teşvik ediyor onu. Çünkü ondan kaçmak mümkün değil. Bayan Grubach, kabarede çalışan, sabahın köründe yatmaya gelen Marika Bürstner’den  de hoşlanmıyor. Marika (Jeanne Moreau), geliyor ve Josef onunla gelen dedektifleri konuşurken, yatağa sere serpe uzanmış Marika’nın güzelliğine mağlup oluyor ve onu öpüyor. Josef’in hayatında pek kadın yok. Çalıştığı bankada önemli bir yerde olan Josef, kadınlara ulaşamıyor mu? Onlar çok uzaktalar mı? Film boyunca Josef’in karşısına kadınlar çıkıyor. Avukat Hastler’in yardımcısı ve metresi Leni (Romy Schneider), güzelliği ve zarafetiyle bir an başını döndürüyordu Josef’in. O, yalnız, aşksız ve trajedisine giden biri. Kanun kapısından girip gerçeği öğrenemeyen biri de Josef. Seyirci de Josef gibi suçun ne olduğunu arayıp duruyor. Gerçeğe ve anlama ulaşmak basit miydi? Belki de basitti. Otoriter yönetimler için gerçeklik, sadece paranoya ve kaos. Yönettiklerini iddia ettikleri halksa onların malları oluyor. Bürokrasinin kuşattığı bu tuhaf atmosferde, bir dolu dosya, daktiloyla yazılmış bir dolu kâğıt parçası, bitmek bilmeyen kalabalık duruşmalar… Tam bir cinnet ve cehennem… Josef işe, bankaya gidiyor. Bir dolu memur, devasa işyerinde masalarının başında oturmuş, daktilolarıyla dosyalar için yazılar yazıp duruyor. Büroya, hiç sevemediği 15 yaşındaki kuzini Irmie (Naydra Shore) geliyor. Irmie’yi, yaşına göre ahlaklı bulmuyor muydu Josef? Welles, sadece küçük bir kuşku bırakıyor belli belirsiz.

İlk Sorgulama… Akşam tiyatroda arkasındaki koltuktaki kadın ona bir not veriyor. Yerinden kalkan Josef, bakınıyor, sonra da salondan dışarı çıkıyor. Bir polis müfettişi (Arnoldo Foa) görüyor ve peşlerinden gidiyor. Dışavurumcu tuhaf mekâna geliyorlar. Yoğun parçalı ışığın düştüğü yer burası. Yoğun parçalı ışık düzenlemeleri kasvet duygusunu veriyor perdede. Mahkeme binası, öylesine devasa olmasına rağmen, sanki dosyalar raflardan taşıyor. İnsan bu tuhaf dışavurumcu mahkeme binasında yolunu kaybedebiliyor. İsmi açıklanmayan otoriter yönetim görkemini ve şaşaasını malı olan halka her daim hissettirmek istiyor. Faşizm, en büyüğünü, daha büyüğünü propaganda araçlarıyla halkın üstüne yağdırıyor her zaman. Josef’e sorgulanacağı yerin adresini veriyorlar önce. Josef adrese gidiyor. Üstleri çıplak ve numaralı insanlar görüyor. Nazi kampı hissi veriyor burası. Oradan geçip binaya giren Josef, çamaşır yıkayan bir kadını görüyor. Metaforu güçlü bir an bu. Kapıyı açıyor ve mahkeme salonuna giriyor. İçerisi kalabalık. Burada duruşması yapılıyor Josef’in. 

Dayakçı… Bürosuna giden Josef, kendisini izleyen üç polisi fark ediyor. Josef bir odaya giriyor ve tuhaf bir manzarayla karşılaşıyor. Sorgulanan insanlara dayak atıyorlar dayakçılar. Cinnetin içinden kaçan Josef, tam anlamıyla bir kâbusun içine düşüyor. Bürosunda amcası Max’ı (Max Häufler) görüyor ve amcası onu avukat Hastler’e götürüyor. Kaotik mekânda güzel Leni’yle göz göze geliyor. Her insanı güzelliğiyle mağlup edebilecek biri o. Hastalıkla cebelleşen, ama kayıtsız gibi duran Hastler, davayı alıyor. Leni, Max’la Hastler’i baş başa bıraktırıp Josef’i dosyaların raflardan taştığı tuhaf mekâna götürüyor ve dişiliğiyle Josef’i büyülemeye çabalıyor. Josef’in, kadınlarla deneyimi var mıydı? Onlara ulaşma yollarını mı bilmiyordu, yoksa otoriter yöneticiler gibi kuşkucu muydu? Ama bir gerçek vardı. Kadınlar, onun için ne kadar yakınında olsalar da uzaktaydılar. Zihinsel olarak yakınlaşamıyordu belki de. Leni ona, “İtiraf edersen kanunun pençesinden kurtulursun” diyor. Josef neyi itiraf edecekti? Suç neydi? Filmin içinde dolaşırken, bir an kendinizi rüyanın içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Şimşek çakıyor ve ardından bardaktan boşalır gibi yağmur yağmaya başlıyor.

Sonra başka bir yere geçiyor Josef. Her şey birbiriyle bağlantılıydı bu mekânlarda. Salonda dikiş diken bir kadınla karşılaşıyor Josef. Ardından duruşma salonuna giriyor. Adı Hilda (Elsa Martinelli) olan kadın da peşinden geliyor. Hilda, mahkemede görevli bir adamla evliymiş, yardımcı olacağını söylüyor. Yargıcın kendisine karşı zaafını biliyormuş Hilda. Hukuk öğrencisi Bert (Thomas Holtzmann) adam onlara yaklaşıyor. Bert, Josef’i kalem odasına götürüyor. Josef, sanıklarla dolu koridordan geçiyor, çıkışı arıyor. Josef ve seyirci, gerçek anlamıyla kayboluyorlar bu devasa labirent binada. Başı dönüyor. Gözlüklü bir kadın (Paola Mory) ona yardımcı oluyor ve çıkışı bulabiliyor. Bu kadın, Josef’in güvenebileceği, sığınabileceği, uzlaşabileceği şefkatli bir kadın gibi sanki. Dışarıdan görkemli görünen, ama içi kaos dolu devasa bina görkemiyle insanı etkiliyor.

Avukat Hastler’e gidiyor sonra Josef. Onun davası için bir şey yapmamasından dolayı işi bırakmasını istiyor. Öncesinde, davalardan dolayı çökmüş Bloch’la (Akim Tamiroff) tanışıyor. Oradan ayrılan Josef başka bir yere giriyor. Orada kız çocukları var. Merdivenlerden çıkan Josef, ressam Titorelli’yle (William Chappell) karşılaşıyor. Josef, ressamın yanından ayrılır ve bir kaotik labirentte kayboluyor. Peşinde de kız çocukları. Kamera, öne ve geriye hızlı kayarak, Josef ve seyirci için kaotik atmosfer yaratıyor perdede. Dışarı çıkabiliyor. Bir ses duyuyor Josef, Bir rahibi (Michael Lonsdale) görüyor. Rahip, davanın kötü seyrettiğini söylüyor ona. Sonra Hastler’le karşılaşıyor Josef. Perdeye, filmin girişindeki illüstrasyonlar yansırken, aynı alegorik konuşmayı yapıyor Hastler. Oradan çıkan Josef’in karşısına yine rahip çıkıyor ve ona “Oğlum” diyor. Josef tepkiyle, “Senin oğlun değilim” diyor öfkeyle. Sonra iki adam gelip Josef’i kollarından tutup, banliyö binalarından geçip bir araziye götürüyorlar. Josef’i küçük kraterin içine bırakıyorlar. Josef soyunmaya başlıyor. Ona, intihar etmesi için bıçak vermeye çalışıyorlar. Bu Romalılardan gelme bir gelenek. Josef bıçağı reddedince iki cellât, çukura dinamit atıp Josef’i infaz ediyorlar. Dumanlar, atom bombasının dumanlarındaki mantar gibi havaya kalkıyor. İnsanlığın sonu gelirken, Josef’in suçu hiçbir zaman öğrenilemeyecek. Ortada suç var mıydı? Evet, paranoya… Elbette yabancılaştırma… Filmin sonunda Welles oyuncularını görüntülüler eşliğinde tek tek isimlerini de okuyordu.

(EYLÜL, 2014)

Ingrid Bergman...



"Kazablanka..."


"Öldüren Hatıralar..."


"Aşktan da Üstün..."

"Aşktan da Üstün...





Sinemanın kuzey ışığı: Ingrid Bergman




Sinemanın büyük oyuncularından İsveçli Ingrid Bergman’a, 1940’larda tarif edilemez güzelliğini sunduğu “Kazablanka”, “Öldüren Hatıralar” ve “Aşktan da Üstün” filmleriyle saygı sunmak istedik



Ali Erden




“Kazablanka…”

Michael Curtiz’in 1942’de yönettiği siyah-beyaz “Casablanca-Kazablanka”, sinemanın da özel filmlerinden. Warner Bros’un sunduğu Murray Burnett-Joan Alison’ın oyunundan uyarlanan film, tam anlamıyla günlük senaryo yazımlarıyla tamamlandı. Öyle ki, ne yönetmen ne de oyuncular bir sonraki sahnede ne olacağını bilmiyorlardı. Oyuncuların yüzündeki şaşkınlığı belki far edersiniz. Senaryoyu Julius J. Epstein ve Philip G. Epstein ortak yazmışlar. Müzikleri Max Steiner bestelemiş. Belleklere yerleşen fotoğraflarıysa büyük kameramanlardan Arthur Edeson yansıtmış. Film, Warner Bros’un Hollywood’daki stüdyolarında kurulan setlerde çekildi elbette. Film çekilirken İkinci Dünya Savaşı sürüyordu ve senaryo da ona göre geliştiriliyordu. “Kazablanca”, sinemada gördüğünüz en içtenlikli kırılganlık ve fedakârlık üstüne bir film. Aşkın, acı verse de fedakârlık gerektirdiğini de hatırlatıyor. Filmin hikâyesi yaklaşık iki günü anlatıyor. Filmde İngilizce, Almanca ve Fransızca kelimeler duyuluyor. Bu filmi 1994’te İzmir Film Festivali’nde sinema perdesinde görmüştük. Hem de bir balkon sinema olan Alsancak İzmir Sineması’nda.

Kuzey Afrika haritası üzerine ön jenerik yazıları düştükten sonra, Avrupa’da savaştan kaçan insanların Fransız sömürgesi Fas’ın Kazablanka şehrine gelen mültecileri gösteriyor. Parası olanlar kolayca vize alıp Lizbon üzerinden Amerika’ya uçuyorlar. Amerikalı gizemli Richard Blaine’in “Rick’s Café Américain” kahvehanesi gözde buluşma yeri. Burası kahvehane gibi görünse de, bar ve kumarhane aslında. Şehrin polis amiri Yüzbaşı Louis Renault (Claude Rains) göz yumuyor bazı şeylere. Renault, kadınlar konusunda liberalmiş. Renault, bilinen yollarla kadınlara ulaşamayan biri gibi görünüyor. Bu yüzden zorda kalmış veya onun yardımına muhtaç kadınlardan faydalanan biri. Bulgaristan’dan gelmiş parasız genç çifte vize ayarlamak için genç kadını yatmaya zorlamış. Vize parasını Rick’in kahvehanesinde kumarda kazanmayı hayal eden genç koca da umutsuzca kumarda kaybediyor. Genç kadın, Rick’ten yardım isteyince aşk kırgınlığı olsa da sıcaklığını gösteriyor filmin derinliğinde. Renault, bir fırsatı daha kaçırdığına hayıflanıyor.

Kahvehanede siyahî piyanist Sam de (Dooley Wilson) burada piyano çalıp şarkı söylüyor. Elbette orkestra da var. New Yorklu Rick (Humphrey Bogart) yüzünü gösteriyor ve hikâye de derinlik kazanıyor filmde. Çekoslovak entelektüel ve Nazilere karşı direnişçi Victor Laszlo (Paul Henreid) gelmeden önce gerilim de çoğalmaya başlıyor.  Öncesinde Nazi subayı Binbaşı Strasser, kahvehaneye geliyor Renault’yla. Rick, zorunlu olarak Nazi subayıyla tanışırken, seyirci için Rick ‘in gizemi daha da çoğalıyor. Rick, bir suçlu mu? Amerika’dan kaçarak Avrupa’ya sığınmış bir gangster mi?  Para karşılığı mültecilere yüksek parayla vize ayarlayan Ugarte (Peter Lorre), eilndeki çok özel mektubu saklaması için veriyor. Jandarma, Ugarte’yi tutuklamak için kahvehaneye geliyor. Ugarte cinayet işlemiş. Karakola götürülen Ugarte’den ses çıkmıyor sonra. Renault temizlik işi de yapıyor Kazablanka’da çünkü. Laslo ve karısı Ilsa Lund kahvehaneye geliyorlar. Hemen Ugarte’yi bulup vize yerine geçen önemli mektubu alıp hemen buradan gitmek. Elbette her şey bu kadar kolay değil. Oslolu Ilsa (Ingrid Bergman), piyano başındaki Sam’in yanına gidiyor ve bir aşkın hatıraları da deşiliyor. Ilsa, “Bir daha çal Sam” diyor, o şarkıyı, “As Time Goes By” (Zaman Geçtikçe) şarkısını söylemesi için. Tedirginlik yaşayan Sam o şarkıyı piyanosunda çalarak söylüyor, Ilsa’ya ve seyirciye. Şarkının ilk bölümünde, “Bunu unutmamalısın / Bir öpücük, yalnızca bir öpücüktür / Bir iç çekiş, yalnızca iç çekiştir / Anlamını bulur her şey / Zaman geçtikçe / Ve âşıklar kur yaparken / Hep, seni seviyorum derler / Sakın inanmamazlık etme / Gelecek ne getirirmiş hiç fark etmez / Zaman geçtikçe…” Şarkıyı duyan Rick, öfkeyle Sam’in yanına geldiğinde onu, Ilsa’yla göz göze geliyor. Aşkın sıcaklığı kırılganlıkları kapatabilir miydi? Ugarte’yi bulamayan Laszlo, “Mavi Papağan” barının sinekliğini elinden düşürmeyen fesli sahibi Ferrari’ye (Sydney Greenstreet) başvuruyor vize için. Ferrari de sadece bir vize verebiliyor. En az Rick kadar Ilsa’ya âşık Laszlo, aşkın fedakârlığını da unutmuyor.

Film, o ayrılığa dönüyor Rick’in kahvehanedeki sığınağında. Derine gömülmüş aşk dışarı çıkıyor. Paris’te büyük aşk yaşayan Rick ve Ilsa, gizemlerle dolu mutlu anlar yaşarken, Naziler Paris’i işgal etmek için yola çıkmışlar. Paris’te de “As Time Goes By” şarkısının ikinci bölümü duyuluyor. Filmde, bu şarkının tınıları fonda sıkça duyuyorsunuz sonra. Trenle önce Marsilya’ya gitmeyi düşünen Rick, tren garında Ilsa’yı beklerken Sam’in getirdiği mektupla hüzne düşüyor. Mektubu okurken düşen yağmur damlaları Ilsa’nın kelimelerinin üstüne düşerken melodram kuşatıyor Rick’i ve perdeyi. Ilsa’yla evlenmek istemi Rick. Ama şimdi Ilsa’dan gerçeği öğreniyor. Belki de bu Ilsa’ya saygısını çoğaltıyor Rick’in. Sonunda aşkın fedakârlığı kazanıyor ve Rick, büyük aşkını uçakla Amerika’ya yolluyor. Ilsa, Rick’le gideceğini düşünürken, Rick, sisler altındaki havaalanında yanında Yüzbaşı Renault olmasına rağmen Ilsa’yı ikna ederek Laszlo ve Ilsa’yı uçağa bindirmeyi başarıyor. Binbaşı Strasser, Laszlo’nun havaalanında olduğunun ihbarını alsa da aşka  ve Rick’e yeniliyor cehennem trajedisine düşerken. Cinayeti görmezden gelen Renault’yla Rick arasında da sağlam bir dostluk da başlıyor başka yerlere gitme planları yaparken. Bu havaalanındaki final bölümü, gerçekten sinemanın özel anlarından biriydi. Melodramın da üst noktasıydı. “Kazablanka”, Akademi’den film, yönetmen ve senaryo dallarında Oscar kazandı. Film 1946’da vizyona çıkmıştı.

“Öldüren Hatıralar…”

Alfred Hitchcok’un 1945 yapımı siyah-beyaz kara filmi “Spellbound-Öldüren Hatıralar”, psikanalize derinden ve görsel bakan sinemanın önemli filmlerinden. Selznick’in sunduğu film, Francis Beeding’in “The House of Dr. Edwardes” romanından beyazperdeye uyarlanmış. Senaryoyu Angus MacPhail ve Ben Hecht yazmışlar. Gerilim yüklü müzikleri Miklos Rozsa bestelemiş. Sinemanın görsel anlamda zenginleşmesine büyük katkıları olmuş fotoğraflar da George Barnes’ın. Rüya sahnelerindeki dekor ve çizimler ünlü gerçeküstücü ressam Salvador Dali tasarlamış. Sinemanın en muhteşem anları yaratılmış bu sahnelerde. Bu film ilham vericiydi ve ilham vermeyi hep sürdürdü. Psikanaliz ve Freud üstüne derin düşündürten bir film ayrıca bu yapıt.
Film, sonbaharda yapraklarını döken ağacın üzerine düşen ön jenerik yazılarıyla açılıyor. Sonra perdeye Shakespeare’in, “Suç yıldızlarımızda değil, bizdedir” sözüyle başlıyor ve ardından, doğayla iç içe Green Manors Akıl Hastanesi’nin kapısı yansıyor üzerine yazı düşerken. Yazıda, “Hikâyenin, modern bilimin akli dengesi yerinde olan insanları tedavi etmekte kullandığı psikanaliz üzerine” olduğu belirtiliyor. Gerisini de filmde görüyorsunuz. Gerilim yüklü bu filme dokunurken, gerçekten nazik olmak ve merak duygusunu azaltmamak gerekiyor. Bu film, her devirde gerekli olabilir insana. Hastanenin yirmi yıllık başkanı Dr. Murchison (Leo G. Caroll) emekli oluyor. Yerine de Dr. Edwardes geliyor. Çok geçmeden Edwardes hastaneye geliyor. Analist Dr. Constance Petersen (Ingrid Bergman) onunla yakınlaşıyor çok geçmeden. Kendine Edwardes diyen genç ve yakışıklı adam (Gregory Peck), ilk belirtisini kahvaltıda hissettiriyor Dr. Petersen ve seyirciye. Dr. Petersen, beyaz masa örtüsüne hastanenin havuzunu şeklini çatalla masaya çizince genç adamın yüzünde dehşetli korku ifadesi oluşuyor. Garmes vakası, genç adamın ilgisisni çekiyor hastaneyi dolaşırken. Garmes (Norman Lloyd), suçluluk kompleksi yaşayan bir amnezi hastası. İşlemediği suçu işlemiş gibi suçluluk yaşayan ve ruhunda acı duyan bir insan. Kendini Edwardes sanan genç adam da mı aynı durumdaydı? Hitchcock seyirciyi, Dr. Petersen’ın algılarıyla bütünleştirmiş. Doktor ne alılamaya başlıyorsa seyirci de yavaş yavaş anlamaya başlıyor. Gece uyku tutmayan Dr. Petersen odasından çıkıp kütüphaneden Dr. Edwardes’ın kitabını alıyor. Orada el yazısı görüyor. İmzalar birbirine benzemiyor. Kuşkusu çoğalıyor. Dr. Petersen, ışığı yanan genç adamın odasına gittiğinde gerçeğe biraz daha yaklaşıyor. Aşka da. Genç adam, ertelediği başka şeyleri de ona hatırlatıyor. Çünkü aşk ertelemeye gelmiyor şairin dediği gibi. Aşk bir iş değil ve plan yapılamıyor. Her şey birdenbire oluyor ve dudaklar birleşiveriyor. Gerçek Dr. Edwardes’in sekreteri hastaneye geldiğinde genç adam New York’a bir otele doğru yola çıkıyor. Genç adamın Dr. Edwardes olmadığı ortaya çıkıyor. Bunu daha önceden biri daha biliyordu hastaneden. Amnezi teşhisi konan genç adamın şizofren olduğu görüşü ortaya çıkıyor. Gerilim de yavaş yavaş yükselmeye başlıyor.

Adını ve geçmişini hatırlayamayan, belleğinde karanlık bölgeler olan ve suçluluk kompleksi cehenneminde yanan genç adamın cebinde üzerinde JB yazan sigara tabakası çıkıyor. Acaba adı ve soyadı JB harfleri miydi genç adamın? Adı bilinmeyen genç adam JB’nin notunu okuyan Dr. Petersen, trenle New York’a gidiyor. Otelin lobisinde Pittsburghlu çapkını aile dedektifinin yardımıyla uzaklaştıran Dr. Petersen, dedektifin yardımıyla JB’nin 3033 numaralı odasını öğreniyor. Bu numara simgesel ve metafor yüklü. Otel odasında, Dr. Petersen hem doktor hem de bir âşık. Dudaklar birleşiyor. Ama Dr. Petersen, JB’nin belleğinin karanlık dehlizinde ışık yakmak istiyor önce. Gazetelerde fotoğrafları çıkınca JB ve Dr. Petersen tren garına gidiyorlar. Gardaki gerilim anları çok çarpıcıydı. Bu anların atmosferinde kayboluyorsunuz gerilim yükselirken. JB ve Dr. Petersen, trenle Rochester’a gidiyorlar. Dr. Petersen’ın hocası Alex Brulov’un (Michael Chekhov) evine gidiyorlar. Orada da polis dedektifleri bekliyorlar. Bu anda da gerilim yükseliyor. Sonra Dr. Alex eve geliyor. Dr. Petersen evli olduklarını söylüyorlar Dr. Alex’e. Gecenin derinliğinde tıraş olmak isteyen JB, beyaz köpüğü görünce yine kriz geçiriyor ve elindeki usturayla odadan çıkıyor, Dr. Alex’in yanına gidiyor. Dr. Alex ona uyku haplı sütü içiriyor önce. JB, bardağı ağzına götürürken, uyku haplı sütü sanki seyirci içiyormuş gibiydi. Bu çekim çarpıcı ve stilizeydi.

Sabah olunca, Dr. Petersen ve Dr. Alex’e gördüğü tuhaf rüyayı anlatıyor JB. Rüyada tuhaf mekânlar yansıyor. JB, bu mekânda Dr. Edwardes’la boş kâğıtlarla kumar oynuyor. Bu mekânda maskeli insanlar da var. Sahnedeki perdedeki gözleri makasla kesiliyor. Sonra karlı dış mekânda JB ve Dr. Edwardes kayak yapıyorlar. Dr. Edwardes uçurumdan aşağı düşüyor. Bu rüya gerçekliğe ulaştırabilir miydi? JB’nin belleğinin derinliğindeki bir şeyin de ortaya çıkması gerekiyor. Onu suçluluk kompleksinin cehennemine düşüren şey neydi? Gabriel (Cebrail) Vadisi’ndeki kayak anlarıyla o karanlık dehlizde yanan ışık yansıyor Dr. Petersen’a doğru. JB küçükken erkek kardeşinin ölümünden kendini mesul tutmuş ve suçluluk duygusunu arttırmış bu kaza. Yine de açığa çıkmamış sorular var. Dr. Edwardes’la JB nasıl tanışmışlardı? JB kimdi ve geçmişi nasıldı? Kayak sahnesinde duyulan müzikler insanın zihninde dolaşıyordu sanki. Altta yaylılar birden yükseliyordu çığlık atar gibi. Dr. Petersen analiz yaparak gerçekliğe ulaşıyor. Dr. Edwardes’ın katiline de. Hastanede, Dr. Petersen’ın katille yüz yüze konuşma anları, sinema anlamında gerçekten unutulmazdı. Katilin suç aleti tabanca kamerayla beraber Dr. Petersen’ı takip ediyor, Dr. Petersen odadan çıkınca tabanca kameraya çevriliyor ve seyirciyi vuruyor. Hitchcock, seyircilere önce uyku haplı sütü içiriyor, sonra da tabancayla onları vuruyor. Hak ediyorlar. İşte derin psikanaliz bir durum. Film bitiyor düşünmek bitmiyor. Film, “En İyi Müzik” dalında Oscar almıştı.

“Aşktan da Üstün…”

Alfred Hitchcock’un 1946 yapımı siyah-beyaz “Notorious-Aşktan da Üstün”, sinemanın özel kara filmlerinden.  Casusluk üstüne de. RKO’nun sunduğu film, John Taintor Foote’un “The Song of the Dragon” romanından uyarlanmış. Filmin senaryosunu Ben Hecht yazmış. Gerilimli müzikleri Roy Webb bestelemiş. Sinema tarihine geçen stilize fotoğrafları da Ted Tetzlaff yaratmış. Bu kameraya âşık olma ihtimaliniz hayli yüksek.
Film, John Huberman’ın Florida’da Nazilikle ve vatan hainliğiyle yargılanması üzerine açılıyor. Huberman yirmi yıl hapse mahkûm oluyor. Kamera, HUberman’ı arkadan yansıtırken yüzünü hiç göstermiyor. Huberman’ın kızı Alicia Huberman (Ingrid Bergman), bu kararla yıkılıyor. Zaman geçiyor. Alicia, kederler içinde evinde verdiği partide bir yabancıyla karşılaşıyor. Arkadan yansıyan bu yabancı adam gölgelerin içinden çıkarak Alicia’yla iletişimini geliştiriyor ve sarhoş olmuş Alicia’yla üstü açık arabayla geziye çıkıyor. Motosikletli trafik polisi onları durdurduklarında gizemli adamın, T.R. Devlin’in (Cary Grant) gizli ajan olduğu ortaya çıkıyor. Eve dönüyorlar. Alicia, uyuduğu yatakta uyanıveriyor. Kamera da onun bakışından yansıtmaya başlıyor her şeyi. Odanın kapısında ayakta duran Devlin, kameranın yatay açısıyla düşecekmiş gibi görünüyor. Alicia doğrulmaya başladığında kamera da dönüyor ve her şeyi düzgün göstermeye başlıyor. Hitchcock’un bu stilize öznel kamerası, Nicholas Ray’e de ilham vermişti 1955 yapımı renkli ve sinemaskop “Rebel Without a Cause-Asi Gençlik” filminde. Hitchcock’un filminde, komidinin üstündeki bir bardak süt de fark ediliyordu. Derinlikte de yataktaki Alicia. Bunun anlamı filmin derinliğinde daha da anlamlaşıyordu.

Devlin, Alicia’yı etkileyerek onu Brezilya’nın Rio şehrine doğru yolculuğa ikna ediyor önce. Aşk da küçük öpücüklerle çoğalmaya başlıyor sonra. Babasının ölümünün ardından düştüğü boşluğunu, yalnızlığını ve kederini içkiyle doldurduğunu sanan Alicia, karşısına çıkan bu yakışıklı adama bırakıveriyor kendini. İnsanların aşka, sevgiye ve birilerine ihtiyacı sonsuza kadar olacak çünkü. Uçaktan yansıyan Rio manzarası büyülüyor önce. Sonsuz gibi uzanan Cobacabana plajı, tepedeki İsa heykeli. Devlin’in amiri Yüzbaşı Paul Prescott (Louise Calhern) burada olmalarının nedenini açıklıyor. Naziler, Alex Sebastian’ın (Claude Rains) malikânesinde gizlice toplanıyorlar. Bu toplantılardan istihbarat alınması gerekiyor. Alicia, Alex’i tanıyor. Önce at gezintisiyle Alex’e kendilerini gösteriyorlar. Alex’in içine gömdüğü aşk, Alicia’nın güzelliği karşısında yeniden dışarı çıkıyor. İki erkeğin aşkı arasındaki Alicia, Alex’in evlenme teklifini “görev” yüzünden kabul etmek zorunda kalıyor. Geride Devlin’in kırık kalbini bırakarak. Ama görev her şeyden önceydi. Alex’in annesi Anna (Leopoldine Konstantin), kuşkucu, kuralcı ve sert bir kadın. Balayı dönüşünde malikânenin bütün odalarını görmek isteyen Alicia, bir odanı hep kilitli kaldığını öğreniyor. Bu odaysa gizemlerle dolu bir odaydı. Alex, annesinden anahtarlığı alıp Alicia’ya veriyor. Kapısı sürekli kapalı bu oda içki mahzeniydi. Devlin, Alicia’ya parti verdirtiyor kendisini de davet ettiriyor. Ama öncesinde, içki mahzeninin “Unica” anahtarını anahtarlıktan almak gerekiyor Alicia’nın. Gerilim, bu anla yükselmeye başlıyor. Kocası banyodayken, Alicia anahtarı aldıktan sonra seyircinin de nefesi kesiliyor. Ama gerilim devam ediyor. Alicia’nın partide anahtarı gizlice Devlin’e verirken de nefes almayı unutabilirsiniz. Bu uzun sekansta,her şey usul usul gelişiyor, üstünüze bir sıkıntı çöküyor, koltuğunuzda kıpırdanmaya başlıyorsunuz. Gerilim çizgisi hafifçe düşerken, Devlin ve Alicia mahzene gittiklerinde yine yükselmeye başlıyor. Gerilirken, gizemler de birazcık olsun aralanıyor. İçki mahzenine uşak Joseph’le gelen Alex, dışarıda Devlin’le Alicia’nın öpüşmelerine tanıklık ediyor. Bu andan sonra film, Alex’in hayal kırıklığı ve korkusu üstünden bambaşka taraflara gidiyor. Toplantıdaki başkanları Eric Mathis (Ivan Triesault), acımasız bir dava adamı.

Her şey değişmeye başlıyor. Alex’in annesi, Alicia’nın içeceklerine zehir koyarak Alicia’yı zehirlemeye başlıyor. Yavaş ölüm. Bilgi için buluşmalarında Alicia’nın her daim sarhoş olduğunu düşünen Devlin, Alicia bir gün gelmeyince kuşkulanmaya başlıyor. Gecenin bir yerinde malikâneye giden Devlin, Alicia’nın ölüme adım adım gittiğini anlıyor. Başka bir oda da Naziler toplanmış. Devlin, sakince Alicia’yı alıyor, merdivenlerden indirirken Alex ve annesi de Alicia’yı götürmemesini çabalasa da adım adım dışarıya yöneliyorlar. Alicia’yı arabaya bindiren Devlin, Alex’i kendi çaresizliğiyle baş başa bırakıyor. Ardından da görüntü kararıyor.

(NİSAN, 2014)





faust 2011 ile ilgili görsel sonucu


Aleksandr Sokurov ile ilgili görsel sonucu
Aleksandr Sokurov...



"Faust..."









Faust
Yönetmen: Aleksandr Sokurov
Oyun: Johann Wolfgang von Goethe
Senaryo: Marina Koreneva-Yuri Arabov-Aleksandr Sokurov
Müzik: Andrey Sigle
Görüntü: Bruno Delbonnel
Johannes Zeiler (Faust), Anton Adasinsky (Tefeci Mefisto), Isolda Dychauk (Margarete)Georg Friedrich (Wagner), Hanna Schygulla (Tefeci'nin Eşi), Antje Lewald (Margarete'nin Annesi), Sigurdur Skúlason (Heinrich'in Babası), Florian Brückner (Valentin)
Yapım: Proline Film (2011)




Önce söz mü, anlam mı yoksa eylem mi vardı?





Büyük Rus yönetmeni Aleksandr Sokurov'un "Faust" filmi, efsaneyi tersine çeviren ve anlamın peşinde dolaşan bir yapıt. Bu film, 68. Venedik Film Festivali'nde "Altın Aslan" ödülünü almıştı




Ali Erden




Film, gri gökyüzünde asılı bir çan ve bir çerçeveli ayna sallanırken, kamera minyatür bir yeri çağrıştıran kasabaya yaklaşıyor. Dr. Heinrich Faust, "ruhu" arayan yardımcısı "filozof" Wagner'le beraber bir cesedin iç organlarını çıkartıyor. Seyirci, iğrenç, irkiltici ve sarsıcı bir anla hikâyenin içine girmiş oluyor. Filmin, zorlu ve labirentli sokaklarında dolaşırken, çan ve ayna nesneleri de zihnin bir köşesine yerleşmeli. Çünkü, bu filmin derinliğinde dine göndermeler, anlam, varoluş ve yansıma var. Bu filmi seyrederken, en azından Faust üzerine bir şeyler duymuş olmak, varoluş üzerine düşünmek, "ayna" metaforunun ne demek olduğunu bilmek gerekiyor. Neredeyse iki yakın dost olan Faust ve Mefisto'yu bu "ayna" metaforu üzerinden bakmak daha mı iyi olur? Filmin sonunda bu daha da bir anlamlaşıyor. Bu filmde "tetralojik" yaklaşanlar da var. Tetraloji,Yunan tragedyalarından geliyor. Üç trajedi ve bir dram anlamına geliyor. Büyük Rus yönetmeni Aleksandr Sokurov'un filmini seyrederken de bunları fark edeceksiniz belki. En önemlisi, Dante'nin (1265-1321), "İlahi Komedya" adlı epik şiirini de düşünüyorsunuz. "Araf"ı, Mefisto'yla Faust'un kasabadaki ilişkilerinde, "Cennet"i, Margarete'nin bulunduğu anlarda, "Cehennem"iyse final bölümünde görüyorsunuz. Film, gerçeküstücü ve dışavurumcu estetikler arasında dolaşıyor. Ayna yansımaları, daha çok gerçeküstücü. Kasabanın yansıyışı, orada yaşayan çoğu insanın içindeki enkaza metafor yapıyor gibi.. 

Araf'ın içinde dolaşırken...

 Filmin girişinde, çanla beraber görüntünün ortasında sallanan ayna imgesi gerçekten bu filme anlam ve estetik katıyor. Eski Yunan felsefesinden gelen "ayna gerçekliği" üzerine düşünüyorsunuz. Sokurov, bazı sahnelerde ayna yansımasını yaratıyor perdede. Bu anlarda, projeksiyondan perdeye yansıyan görüntüler gibi algılıyorsunuz. Yönetmen aynen böyle de yapmış olabilir. Görüntüler bu anlarda biçimbozumuna uğruyor. Gerçeklik üzerine yanılsama, belki de yabancılaşma yaşıyorsunuz. Gerçek, gerçek mi diye düşünebilirsiniz. Gerçek, neye göre gerçek? Gerçek, Faust'un gözleriyle gördüklerinde mi, yoksa Mefisto'nun sürüklediği yerlerde, belki de "cehennem"de mi algılanacak? Aynadan yansıyan görüntüler gibi yansıyan anlar, herkesi gerçeklik duygusundan uzaklaştırıyor muydu, yoksa gerçeğe biraz daha mı yaklaştırıyordu? Mefisto daima yanılsama mı veriyor? O bir şeytan ve dinin "doğru"larından insanı yan yollara mı saptırıyor? Tefeci Mefisto, Faust'un ruhunu ele geçirebilmek için her şeyi deniyor. İnsanın zayıf noktalarını çok iyi bilen Mefisto, Faust'un da en zayıf yerini hemen keşfediyor ve midesi gibi boş kalbini güzeller güzeli Margarete'nin aşkıyla doldurmak istiyor. Böylece Faust'la anlaşma yapıp ruhunu alabilecek. Margarete, insanın güzellikte geldiği son yer gibi. Filmdeki hiçbir insan Margarete kadar güzel değil. Mefisto en uçlarda bir çirkinken, Margarete de en uçlardaki bir güzel. Yunan felsefesindeki kusursuz güzellik gibi. Mefisto, Faust'a acılar yaşatıyor hep. Güzelliği gösterirken. Meyhanede Mefisto, küçük bir oyun oynuyor ve Faust'u katil yapıyor kahraman asker Valentin'in ölümüyle. Valentin, Margaret'nin bilmediği hep uzaklardaki abisi. Annesi bile oğlunu zor tanıyor. Faust'u daima zor durumda bırakan Mefisto, Faust'la yazılı anlaşma yapıyor ve imzayı da Faust'a kanıyla attırıyor.  

Margarete'ye abisini kendisinin öldürdüğünü itiraf eden Faust, "doğruluk" uğruna kendine doğru gelen saf aşkı da farkında olmadan engelliyor.Bu sahnedeki çekimler çok çarpıcı. Kederlere düşen Margarete, annesinin de kendisinden nefret ettiğini düşünerek kendine cehennemi yaşatıyor. Margarete her zaman kiliseye giden ve rahibe içini döken güzeller güzeli. Latincede adı "Mutluluk" olan Faust, Yunanca İncil'de "Önce söz vardı" cümlesi üzerine düşünürken, anlamın daha önce olduğunu savunuyor. Evine gelmiş Mefisto da "Önce eylem vardı" diyor. Sonra da Faust'u peşine takarak eylemin her çeşidini ona gösteriyor. Anlaşmadan sonra, Mefisto'dan Margarete'nin gölde intihar edeceğini öğrenen Faust, Margarete'yi kurtarabilecek mi?  Margarete'nin çıplak cennet vücudununun üzerinden kayıp duran kamera "Cennet"i ölümsüzleştirmek istiyormuş gibi. Final bölümündeki "Cehennem", kutsal kitaplardaki gibi ateşler içinde değil, alabildiğine soğuk. Faust, Goethe'nin eserinin dışına çıkıp Mefisto'ya trajedisini yaşatıyor "Cehennem"de. 

Büyük ustadan...

Rus sinemasında Andrey Tarkovski ruhunu taşıyan Sokurov 1951 doğumlu. Sokurov, dingin anlatımlı filmlerinde biçim alıştırmaları yapan yaratıcı yönetmenlerden. 2002 yapımı "Russkiy Kovcheg-Rus Sandığı" filminde yaklaşık 100 dakika hiç kesme yapmadan çekmişti. Mekân da bir binaydı. 2007 yapımı "Aleksandra" filmindeyse, solmuş fotoğraf tadı veren sepya tekniğini kullanmıştı usta. Bunları düşünüp, ustanın 2011 yapımı "Faust" filminde yaptığı stil araştırmalarına anlam verebilirsiniz. "Faust" filmi, 68. Venedik Film Festivali'nde "Altın Aslan" ödülünü de aldı. Jüri başkanlığını yapan Amerikalı önemli yönetmenlerden Darren Aronofsky, Sokurov'un bu yapıtı için, "Hayatınızın akışını değiştirecek bir film" demişti. Filmin en güzeli, 1993 doğumlu Rus kökenli oyuncu Isolda Dyachuk, sanat kariyerini Almanya'da sürdürüyor. Genç oyuncu, Almanya'da daha çok televizyon dizilerinde görünmüş. Güzel oyuncu, Sibirya kanı taşıyor. Film, Prag'daki Barrandov Stüdyoları'nda kurulmuş setlerde çekilmiş. "Cehennem" gibi çok az sahne İzlanda'nın gri mekânlarından yansıyor perdeye. Elbette Çek Cumhuriyeti'nde tarihi mekânlarda da çekimler yapılmış. Bohemya'daki Kutna Hora şehrindeki gibi. Barrandov, 1921 yılunda kurulmuş. Macaristan ve Bulgaristan'ın ardından Hollywood buraya da ilgi gösteriyor. Milos Forman, Jiri Menzel, Jan Kadar gibi sinemacılar bu stüdyoda filmler çekti. Naziler, Çekoslovakya'yı işgal ettiklerinde ilk yaptıkları şey bu stüdyoyu geliştirmekti. 

(HAZİRAN, 2012)

Kieslowski

Kieslowski



"Yara..."


"Yara..."



"Amatör..."

"Amatör..."





Kader ve hüzün: Kieslowski




Polonya sinemasının büyük ustası Krzysztof Kieslowski, sinemaya bambaşka ve unutulmaz filmler bıraktı. Ustanın, ilk dönemlerindeki ilham verici “Yara” ve “Amatör”  filmlerini paylaşmak istedik




Ali Erden




Polonya sinemasının büyüklerinden Krzysztof Kieslowski, 27 Haziran 1941’de Varşova’da doğdu, 13 Mart 1996’da yine Varşova’da öldü. 1993-94 yıllarında, Fransız sinemasının içinde Fransa bayrağından yola çıkarak “Trois Couleurs: Bleu-Blanc-Rouge / Üç Renk: Mavi-Beyaz-Kırmızı” üçlemesini yaptı ölmeden önce. Ölümüne yakın kendisi üzerine belgesel “Kieslowski: I’m So-So-Keyfim Şöyle Böyle” çok özel. Sinemaseverlerin arşivlerinde bulunmalı. 1988’de, “Musa’nın On Emri”nden yola çıkan ve günümüze uyarlanan “Dekologlar”ı televizyon için çekti. 1991’deki “La Double Vie de Véronique-Véronique’in İkili Yaşamı” filmiyle Fransız sinemasına uzandı. Onun, 1985 yapımı “Bez Konca-Sonsuz” filmi gerçekten etkileyici bir politik filmiydi. Bu film de fark edilmeli. Ustanın yaptığı belgeseller de önemli. Ama onlara ulaşmak bir mucize olabilir.

“Yara…”

Büyük usta Kieslowski’nin 1976 yapımı “Blizna-Yara” filminde, kader ve suçluluk duygusu fark ediliyor. Olecko kasabasında geçmiş Stefan Bednarz’ın (Franciszek Pieczka) peşine takılıyor çünkü. Bu suçluluk, karısının bilerek veya bilmeyerek yaptığı bir hatadan geliyor. Stefan’ın, bundan yirmi yıl önce 1956’da, karısı (Helina Winiarska) Parti’nin gençlik kollarındayken, Lech’i (Jerzy Nowak) suçlamış ve Lech’in kaderiyle oynamış ve neredeyse hayatını karartmış. Hepsi bu kasabada, Olecko’da yaşanmış zamanında. Lech kasabada yine onun karşısına çıkıyor. Stefan’ın karısı orada bulunmak istemiyor. Kader, Stefan’la Lech’i yan yana getiriyor kimyasal fabrikasının inşaatı başlarken.  Bir de ona asistan (Jerzy Stuhr) veriyorlar. Film, Romuald Karas’ın romanından uyarlanmış. Senaryoyu da yönetmenle beraber yazar ortak yazmışlar. Müzikleri Stanislaw Radwan yapmış. Görüntülerse Slawomir Idziak’ın.

Ailesiyle şimdilerde Katowice şehrinde ailesiyle beraber yaşayan Stefan’ın, kızı Ewa’yla (Joanna Orzeszkowska) sorunları var. Kızının kürtaj yaptırdığını geç öğrenen Stefan, Ewa’nın yine kürtaj yaptıracağını yine geç öğreniyor. Fotoğraf da çeken mühendis Stefan, tüm bu sorunlarla bakanlığın emriyle Olecko’daki fabrika inşaatının başına getiriliyor. İnşaatta her şeyle ilgilenen Stefan fabrikanın müdürlüğünü de üstleniyor. Oradaki yardımcısı da Lech. Kendisine sürekli “İhtiyar” diyen Lech, Stefan’a suçluluk duygusunu hiç unutturmuyor. Stefan, Lech’in yardımcılığına getirilmesine karşı çıksa da emir büyük yerden olduğu için fazla bir şey elinden gelmiyor. Ailesinden yalnız kasabaya yerleşen Stefan, kasabada doğanın katline de tanıklık ediyor. Ama elinden bir şey gelmiyor. Kimyasal fabrikası, doğa gözetilmeden ve gerçek anlamda araştırılma yapılmadan izin verilmiş. Belediye başkanı Bolek (Mariusz Dmochowski), kasabayı canlandırmak ve gençlere iş imkânı yaratabilmek için çok çaba göstermiş fabrika için. Kieslowski usta, kasabanın cennet doğasının katledilişini belgesel gibi yansıtmış. Belki de yüz yıllık ağaçlar dozerler tarafından öldürülürken, ormanın sakinleri hayvanlar kasabaya inmeye başlıyor. Kasabada, daha inşaat sürerken doğanın bozulması insanın içini burkuyor. Unutulmaz bir anda, kamera fabrikanın devasa bacalarından birini aşağıdan yukarıya doğru çekerken, yukarı doğru tırmanan çerçeve sonsuza kadar yukarı çıkacakmış hissine kapılıyorsunuz. Bacadan da korkunç dumanlar gökyüzüne dağılıyor ve kasabanın tertemiz havası kirlenmeye başlıyor. Aş mı, yoksa doğa mı? İnsanı ikilemde bırakıyor. Olanlar Stefan’ın da içini burkuyor. Hatta vicdan azabı çektiriyor. Ama yine de yapacak bir şeyi yok.

Böyle bir film ülkemizde çekilebilir miydi?  Kieslowski usta bu filmini, sosyalist Polonya’da yaptı 1976 yılında. Onu kimse kötülemedi. Önü açıldı. Büyük yönetmenler arasına girdi.  Kieslowski ustanın birçok filminde ülkemizi de seyrediyormuş hissine de kapılabilirsiniz. Yıllar öncesindeki Polonya, şimdiki ülkemiz sanki. Polonya, bizden yıllarca yıl önde. Yönetmenleriyle, yazarlarıyla, bestecileriyle ve de tüm sanatlarıyla.  Bu toplum saygıyı hak ediyor. Polonya Bisiklet Turu (Tour de Pologne) ve filmleriyle bu yeşil ülkenin tutkunuyuz ayrıca.  Fransa’dan sonra.

“Yara” filmini seyrederken, güçlü metaforlara da dokunuyorsunuz. Kasabada yıkımlar ve inşaat sürerken, Stefan’ın da hayatı sarsılıyor. Karısı uzakta. Kızı Ewa da, asi ve başına buyruk. Fabrika yükseldikçe, Stefan’ın da hayatı biraz olsun toparlanmaya başlıyor. Fabrikanın açılışına, kendisine az da olsa uzak kızı da geliyor. Hem de yeni sevgilisiyle. Damat adayı da Stefan gibi fotoğrafçılığa meraklı. Az da olsa ona kanı kaynıyor Stefan’ın. Bu anlarda unutulmaz bir an da var baba-kız arasında. Konuşmaları, aralarındaki buzları da eritiyor sanki. Kadınların haklı olduğunu kabul edin, daima.  Her şey biraz olsun iyiye gitse de, Stefan’ın üzerinde mutsuzluk sisinin kuşatmasını fark ediyorsunuz. Çünkü geçmiş sürekli peşinde dolaşıyor. Lech hep yakınlarında. Fabrika üretime geçerken, Olecko’daki ve etraftaki kasabalardaki insanlar işe girebilmek için her şeyi yapıyorlar. Kıran kırana bir mücadele var aş için.  Stefan, fabrika müdürlüğünü bırak istediği sıralarda grev de başlıyor. Sonra her şey tersine dönüyor ve Lech, yıllar sonra onun olan şeyi kendince alıyor, yeni müdür oluyor. Lech, Stefan’ın kaderi sanki. Aynen yıllar sonra döndüğü bu kasaba gibi.

Bu filmde, kurgusal olanın yanında belgesel olanı da yan yana takip ediyorsunuz sürekli.  Her şey iç içe geçiyor neredeyse. Ağaçların katledilişiyle beraber temelden fabrikanın yükselişine de tanıklık ediyorsunuz bu filminde. Gerçekten her şey gerçekçiydi. Kieslowski usta, bir kasabanın kaderini de gösteriyor bu belgeselci ruhla.  Kış atmosferinde geçen filmin estetiği de çarpıcı. Yönetmen, zaman zaman sert “şok zum”lu çekimler de denemiş. Bu, kaotik bir ruh veriyor o anlara. Bu filmdeki kadınların hepsinin yüzüne keder çökmüş bir de. Kieslowski filmlerinde bu kedere daima dokunabilirsiniz. Stefan’ın karısı ve kızı, hüzünlü yüzleriyle yalnızlığı hissettiriyorlar adeta. Yalnızlık, suçluluk duygusunu çoğaltabilir miydi? “Yara” filmini seyrederken bunları da düşüneceksiniz belki.  “Yara”, çok özel bir film. Finaldeki son anla da özel bir film bu. Çünkü bebek, gelecek ve umut. Filmdeki gibi. 

“Amatör…”

1979 yapımı “Amator-Amatör” filmi, coşkulu sinema yolunda kedere düşen fabrika işçisi Filip Mosz’un hikâyesini anlatıyor. Filmin senaryosunu Kieslowski yazmış. Müzikleri Krzysztof Knittel bestelemiş. Etkileyici fotoğraflarsa Jacek Petrycki’ye ait.

Wielice kasabası. Film, şahinin bir tavuğu avlayışı ve tüylerini yoluşuyla açılıyor. Bu, Filip Mosz (Jerzy Stuhr) hamile karısı Irka’nın (Malgorzata Zabkowska) rüyasıydı. Heyecanlanınca her zaman hıçkırığı tutan Filip, doğum sancısı tutan Irka’yı telaşla hastaneye yetiştirmeye çabalasa da etrafta araba bulamıyor, ama yetiştiriyor. Hastanede karısı doğururken, kendisi de dışarıda doğuruyor sanki. Fabrikadan arkadaşlarına içki sunarken, kız babası olduktan sonra fabrika’nın kültür sorumlusu Stanislaw Osuch (Jerzy Nowak), Filip’e Rus malı 8mm Kwarz bir kamera armağan ediyor. Bu kamera onun hayatına anlam katarken, karısı Irka’yla arasına duvarları örüyor, hatta uçurumları çoğaltıyor.  Bu kamera, Filip’in kaderi sanki.  Filip’in çektiği belgeseller ve Irka’nın yüzüne oturan tarif edilemez hüznü bu filmin derinleri.  Rüyayı düşünüyorsunuz. Bu trajik rüya, kadınların ebedi korkusu mu, diye. Filip’in, hayatta istediği iki şey gerçekleşmiş. Irka’yla evlenmek ve fabrikada çalışmak. Irka’ya keder veren, birisinin rüyasını gerçekleştiren olmak mıydı? Kamera, birbirlerinden uzaklaşmalarının son yeri miydi? Filip, hayatın kendisine sunduklarını coşkuyla yaşarken, aslında etrafında giderek çoğalan uçurumları fark edememiş. Çünkü Irka’nın içinde biriken keder, doğum sonrasında kameranın da varlığıyla dışarı çıkıyor. Yeryüzünde hiçbir erkek, Irka’nın hüznünü anlamlandıramaz maalesef. Irka, kadının “Nirvana”sı mıydı? Oraya ulaşmak mümkün müydü? Gizemlerle çevrili ve oraya girilmesi imkânsız mıydı? Ya aşk? Onlar izin verdiği için mi vardı? Irka’yı ancak kadınlar anlamlandırabilir. Biz erkekler hiçbir şey bilmiyoruz. Sadece sunduklarıyla yetiniyoruz. Irka, kadınların toplandığı bir yer ve o ülkeye ulaşamayacak.  Ebediyete kadar. İşte Kieslowski usta bunu diyor.

Filip, kendisine armağan edilen kamerasıyla her şeyi çekmeye başlıyor.  İlk önce de bebeğini. Ardından, evinin penceresinden, kaldırım düzenlemesi yapan işçilerin görüntülerini çekiyor Filip. Belediye, canı sıkıldıkça kaldırımları yeniden düzenleyip duruyor kasabada. Filip, kendine verilen kamerayla her şeyi kaydetmeye bayılıyor. Üniversite okumuş, birkaç dil bilen fabrika müdürü ondan, fabrikanın açılışının 25. yıldönümünü çekmesi için ilk görevi veriyor.  Fabrika müdürü (Stefan Czyzewski), sessiz çektiği bu belgeseli sesli hale getirmesini de istiyor. İşte bu belgesel, onun hayatına zenginlik ve keder getiriyor. “Amatör Belgeselciler Festivali”nden Anna (Ewa Pokas), Filip’i festivale davet ediyor. Festivalde, jürinin belgeselleri değerlendirişi gerçekten keşfettiriciydi. Üçüncülük ödülünü kazanan Filip, orada televizyoncu Andrzej Jurga’yla (kendisini oynuyor) tanışıyor.  Cesaretlenen Filip, Wielice’ye döndüğünde fabrikada 25 yıldır çalışan işçi cüce üzerine belgesel yapmaya karar veriyor ve cüceyi ikna edip işe hemen koyuluyor. Montaj ve ses üzerine deneyim kazanan Filip, tüm aşağılamalara sadakatle işine kendini vermiş cücenin hayatından kesitler, fabrika müdürünü rahatsız etse de, Filip, Jurga’nın davetiyle Varşova’ya, televizyona gidiyor. Cücenin belgeseli beğenilirken, Filip, Irka’nın yatağı çoğu zaman kapatmasından olmalı Anna’ya yakınlık göstermeye başlıyor. Ama, kolayca olacağı sandığı şeyi yaşayamıyor Filip. Sonra üniversitede konferans veren Polonya sinemasının önemli yönetmenlerinden Krzysztof Zanussi’yle de tanışıyor. Hatta Zanussi’yi Wielice’ye davet ediyor Filip. 1939’da Varşova’da doğmuş Zanussi, önemli bir yönetmen olsa da ülkemizde çoğu kimse tarafından tanınmıyor. Kieslowski’nin filminde Zanussi, kendi felsef ve ahlaki görüşlerini belirtiyor. Belgesel tadında ve öğreticiydi.  Ama Filip’in karısı gün gün tüm hüznüyle ondan uzaklaşıyor. Irka, neden kocasının başarılarından mutlu olmuyor? Filip buna bir anlam veremiyor. Irka, son noktada bebeğiyle beraber evi terk ediyor ve Filip’i yapayalnız bırakıyor geride.  Fabrikada da bir şeyler oluyor ve Osuch’un işine son veriliyor. Bakanlık, cücenin belgeselinin televizyonda yayımlanmasından dolayı rahatsızlık duymuş nedense. Ayrımcılık yapıyorlar. Irkçılığın başka bir yüzüydü bu.

Kieslowski usta, son bölümde Filip’in boşluğunu unutulmaz bir anlatımla yansıtmış. Bomboş ve soğuk evde, eline aldığı yeni 16mm kamerayla pencereden uzakları çekiyor Filip boşluğunu belgelemek için. Yeni bir başlangıç olabilir miydi bu? Ama, çalan her kapı zilinden de umutlanıyor Filip. Ama, Irka artık yok. Film, Filip’in, doldurulamaz boşluktaki mutsuzluğuyla sonlanıyor. Binlerce yıldır hiçbir filozof, hiçbir bilim insanı kadınları çözümleyemedi. Her deneme “Kolomb sendromu”na dönüştü. Gizemli kalması daha iyidir belki de. Daha çok mutluluk sunuyorlar işte. Kieslowski usta, erkekler kadınları anlamlandırmakta ve çözümlemekte de amatördür diyor sanki bu filmiyle. Irka, sinemada etkisinde bırakan özel karakterlerden biri oldu.

Filmin estetiği de gerçekten çarpıcı. Kurgu heyecan veriyor. Kieslowski, birçok şeyi ve anı, Filip’in gözleriyle yansıtıyor. Hatta objektifinden. Kieslowski, belgeselleri de az da olsa seyircilere göstermiş. Filip’le Irka’nın evleri, sıra sıra dizilmiş apartmanların birinde. Kapitalist ve komünist ülkelerde, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra banliyölerde, çirkin ve özensiz binalar dikilmişti. Savaş sonrasında insanların acilen barınmaya ihtiyacı vardı. Kieslowski usta, 1980’lerin sonunda bu binalarda yaşayan şehirli insanları, “Musa’nın On Emri”nden yola çıkarak çektiği “Dekologlar” seri televizyon filminde anlatmıştı. “Amatör” filmindeki oyunculuklar da muhteşem.  Filmin kış atmosferinde geçtiğini de belirtelim. Filmin müzikleri de kulağa iyi geliyor.

(KASIM, 2013)