28 Nisan 2018 Cumartesi


yal-
nız-
lıklar









                           Hikâyeler

                                                 Ali Erden







EŞİĞİ GEÇİNCE...


                                                                                -I-

Ben bir ölüyüm. Etrafta daha önce tanımadığım insanlar dolaşıp duruyor. Bir adam yüzüme, umutsuz ve çaresiz bir insanın bakışlarını gönderiyor. Biri omuzlarımdan, diğeri ayaklarımdan tutup beni sedyeye yerleştiriyorlar sonra. Ardından da üzerime beyaz çarşaf örtüyorlar. Evden dışarı çıkıp sedyeyle cankurtaranın arka kapısından içeri sokuyorlar beni. Kapılar kapandıktan sonra cankurtaran hareket ediyor. Siren sesi duyuyorum. “Ne aceleleri var” diye bir şeyler aklımdan geçiyor.

Zaman geçiyor. Soğuk ve karanlık bir yerdeyim. Vücudum kaskatı kesilmiş. Yine zaman geçiyor. Bu defa tahta bir şeyin içindeyim. Ama soğuk değil. Sarsılıyorum. Tahta şeyle beraber birileri beni taşıyor. Çıplak olduğumu da hissediyorum. Bir yere götürdüklerini anlıyorum. Arabanın motor sesi kesiliyor. O tahta şey sandığım bir tabut. Yine sarsıntılı olarak taşınıyorum. Aşağı bıraktıklarını anlıyorum. Tabutun kapağı açılıyor. Biri omuzlarımdan, bir diğeri de ayaklarımdan tutuyor, beni bir çukurun içine yerleştiriyorlar. Sonra da üzerime kürekle kum atıyorlar. Kumun ağırlığını hissediyorum. Tam anlamıyla kumun altında kaldım. Her taraf zifiri karanlıktı. Yalnızlığım burada da sürüyor.

                                                                                -II-

Ben bir ölüyüm. Dün öldüm. Nasıl öldüm? Aslında başlarda farkına varamamıştım. Şunu anlıyorum ki, kadınlar insanı yavaş yavaş öldürüyor. Böyle bir yetenekleri var. Tanıdığım hiçbir kadında “birdenbire” diye bir şeyin olmadığını şimdi fark ediyorum. Her şeyi anlamanız için hikâyeyi bilmeniz gerekiyor sanırım. 

Birkaç yıldır çok güzel bir kadınla beraberdim. Tanıştıktan bir hafta sonra benim evime taşındı. Çekik gözlerine gözlük takınca büyüleniyordum. Bir de sütun gibi bacaklarını dışarıda bırakan tişört giydiğinde aklım başımdan gidiyordu. Bunun farkındaydı. Hafta sonları beni mutlu etmek için arada bir böyle giyinirdi. Bir gün durup dururken bir şey dedi: “O kadın benden güzel mi?” Böyle bir şey beklemiyordum. “Başka bir kadın” nereden çıkmıştı? O gün üzerinde durmadım. Her kadının böyle kuruntuları olabilirdi. Aslında ben yalnız biriydim. Hayatımda bir kadının olmasına rağmendi. Birbirimizi ancak iş sonrasında görebiliyorduk. Çok az konuşurduk onunla. En çok da onun sorunlarından. Kadınların bir şeyini daha keşfetmiştim o yakınma konuşmalarında. Bir başka kadın bir kadının kurduydu. İş olsun, başka bir şey olsun. Acaba, “başka kadın” takıntısı bunlardan biri miydi?

Zaman geçtikçe bir şeyler olmaya başladı. Sürekli hastalanmaya başladım, o yemek yapmaya başladıktan sonra. Ama bunu o zaman anlayamazdım. Yemeklerden sonra halsizlik başlıyordu. Hep uyumak istiyordum. Bu yemeklerde bir şey olduğunu o gece eve gelmediğinde fark eder gibi oldum. Kendimi iyi hissettim. Ertesi akşama kadardı. Yine onu yemekleri vardı. Kendimi halsiz hissetmeye başladı. Yine ertesi akşam yemeği yatak odasına getirdi. ”İştahım yok. Canım istemiyorum” dedimse de, ısrar etti. Artık vücudum ağırlaşmaya başladı. Hiç kuvvetim kalmamıştı. Bulanıklık, halsizlik beni yatağa daha da bağladı.

O gece, öldüğüm gece, sabaha yakın olmalı, ayakuçlarımın yavaş yavaş soğuduğunu hissetmeye başladım. Soğukluk, yukarı doğru ağır adımlarla yürüyordu sanki. Soğukluğu göğsümde hissetmeye başladım. Artık geçti. Karanlık çökmeye başladı. Bir acı hissettim. Burnumdan son soluğun çıktığını anladım. Ölmüştüm. Artık bu dünyaya ait değildim.

                                                                               -III-

Toprağın altındayım. Yukarıda ne olduğunu bilmiyorum. Şimdi gece mi, yoksa sabah mı? Ne önemi var ki! Artık zaman diye bir şey yok. Etlerim çürüyecek. Kurtçuklar, hem de milyonlarcası çürüyen etlerimi yiyecek. Sadece kemiklerim kalacak geriye. Geçmişi düşünmek ne katacak şimdi?

Geride ne bıraktım? Beni yavaş yavaş öldüren bir sevgiliydi. Ya başka? Hiçbir şey olabilir mi? Olabilir. Bir dikili ağaç bile bırakamadım. Çocuğum da yok. Köklerim sürmeyecek. Acaba o hamile miydi? Hamile kadınlar onun yaptığını yaparlar mıydı? Artık bunları düşünmenin bir anlamı yok. Ben bir ölüyüm.

  

***



KONUŞMA… 


-          Bu durumu hiç kabullenemedim.
-          Hangi durumu?
-          Seni görünce eski kederlerim yeniden depreşti.
-          Bu sözleri hak edecek ne yaptığımı bilmiyorum. 
-          İyi düşün. On yıl önce.
-          Mezun olduğumuz günü mü söylüyorsun?
-          Evet. Mezun olduğumuz günü.
-          Okul bitti diye rahatlamıştık. Eğlendik. Başka bir şey mi oldu?
-          Oldu ya.
-          Ne olduğunu hatırlamadım. 
-          İyi düşün.
-          Düşünüyorum, ama aklıma bir şey gelmiyor.
-          Ön sırada oturan kızı hatırladın mı?
-          Kızı mı? 
-          Ona karşı bir şey hissettiğimi de biliyordun.
-          Şimdi anladım.
-          Neyi anladın?
-          Bana olan öfkeni.
-          Kıza benim hakkımda neden kötü sözler söyledin?
-          O kız sana göre değildi dostum.
-          Buna sen mi karar veriyordun?
-          Seni yolundan alıkoyardı o kız.
-          Nasıl alıkoyardı?
-          Biliyorsun işte.
-          Bir şey bilmiyorum.
-          Hadi biralarımızı içelim. Şerefe.
-          Söyle.
-          Söyleyemem.
-          Neden söyleyemezsin?
-          Kalbin kırılır.
-          Kırıldığı kadar kırılmış zaten. Hadi söyle, neden?
-          İnsanları sevdiğimi bilirsin.
-          Bilirim.
-          İşte bu yüzden, kızı senden kurtardım.
-          Kurtarmak mı?
-          Evet. Bana teşekkür etmen lâzım.
-          Lâzım mı?
-          Evet ya.
-          Evet ne?
-          Bir şey bilmiyorsun
-     Evet bilmiyorum.
-     O kız var ya…
-     Evet…
-     Bana dua et.
-     Nedenmiş o!..
-     Bilmek isteyeceğini sanmıyorum.
-     Bırak da ona ben karar vereyim.
-     Pekâla, sen istedin. Hayallerin yıkılacak ama…
-     Ona da sen karar verme.
-     Kızı senden korudum.
-     Korudun mu?
-     Korudum ya. Kızın önünü açtım. Haberin yoktur.
-     Ne oldu?
-     Fakülteden sonra yurtdışına gitti.
-     Ondan bu zamana kadar hiç haberim olmadı.
-     Kıza ne dedin?
-     Zayıf karakterli biri olduğunu söyledim.
-     Zayıf  karakterli mi? Ne diyorsun?
-     Bunca yıldır neden hiç görüşemediğimizi biliyor musun?
-     Bilmiyorum.
-     Ben de bunca yıldır yurtdışındaydım. Mastır yaptım. Evlendim.
-     Sevindim.
-     Kiminle biliyor musun?
-     Hı…

***
              


DEDEKTİF...
            

Bu böyle olmamalıydı. Elimde sadece bu Vosvos kaldı. Bankada beş kuruşum yok. Her şeyimi aldı. Evimi, eşyalarımı. Hayatımı da. Artık kadınları andıran hiçbir şeye, şu sıralar tahammül edemiyorum. Ne yapabilirdim ki!.. Geride bana kalanlarla. Yazarlık mı? Polisiye yazabilir miydim? Kadınların hepsini kötü gösteren, tam anlamıyla “femme fatale”, acımasız, ruhsuz, sadece kendi bencilliklerini düşünen yaratıklar. Dedektiflik en son aklıma gelen şeydi. Bunalımlarımı yaşarken, epeydir haber alamadığım eski bir arkadaşım aradı. Telefonumu nereden bulduğunu söylemedi. Çünkü kederler içindeydi. Kadınını benden takip etmemi rica etti. Dolgun ücret verebileceğini de ekledi. Ben dedektif değildim ki. Kitapları okur, filmleri görür, resim sergilerini gezer, kendimce bir şeyler karalardım. Polisiye romanları, filmleri severim. Bu doğru.

 Hayatımı sürdürebilmek için gazetenin kültür servisinde editörlük gibi bir şeyler yapan biriydim. Planlarım da pek yoktu.  Hayatımdaki kadının planları varmış. Beni sokakta bırakıverdi. Mavi arabamı alamadı ama. 1960’lardan kalma bir külüstürmüş tosbağam. Değmezmiş.

Evet, eski arkadaşım benden dedektiflik isterken, bir an kendimi sinema tarihinin birkaç filmi içinde hissetmeye başladım. Humphrey Bogart’la Lauren Bacall’ın oynadığı “The Big Sleep” filmi. “Büyük Uyku” anlamına gelen bu kara film, sanırım vakti zamanında ülkemizde “Birleşen Kalpler” adıyla sinemalarda gösterilmiş. 1940’ların sonunda olmalı. Bu adı neden uygun görmüşler diye epey kafa yormuştum. Herhalde savaş sonrasındaki barışı ve umutlu geleceği simgeliyordur. Film 1946’da mı çekilmişti? Yanılmıyorsam yönetmeni Howard Hawks’du. Philip Marlow, benim gibi arabasıyla yola çıkmış bir malikâneye doğru yol alıyordu. Zengin bir adam Marlow’dan küçük kız torunu için karmaşık bir olayı çözmesini istiyordu. Şimdi ben de yoldayım. Romanın yazarı kimdi? Kara romanın en önemli yazarıydı o. Hemen aklıma gelmedi. Biraz düşünmem lâzım. Dashiell Hammet miydi? Sanırım değil. Kim olabilirdi? Zihnimin dehlizlerine ışık düşmüyor. Kimdi? Raymond Chandler mıydı yoksa? Evet, Chandler’dı.

Alfred Hitchcok’un “Ölüm Korkusu” filmi de aklıma düştü. James Stewart’la Kim Novak vardı. Orada da bir kadın üzerine takip vardı. San Fransisko mekânları etkileyiciydi. Damlarda suçluyu kovalayan kahramanımız, çatıda asılı kalınca yükseklik korkusu ortaya çıkıyordu. Emekliye ayrılan kahramanımız, eski arkadaşından dedektiflik için davet alıyordu. Yapması gereken, arkadaşının karısını takip etmekti. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Kahramanımız bir gizemin içinde Hitchcockyen gerilime düşüyordu. Kadınların olduğu yerde daima gizem olurdu ve hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Ben de bir gizemin içine düşeceğim. Düşünce kırıntıları beynimi mi kemirecek? Kadınlardan ürküyorum. Bu korku da zihnimi kuşatıyor. Korkuyorum, ürküyorum ve kaçıyorum. Hayatım bambaşka yönlere gidiyor. Bir kadının yüzündendi.

****

AŞK VE TRAJEDİ
                                                          -I-

Ben bir kediyim. Simsiyahım. Sokak kedisiyim. Sığınacak bir yerim yok. Ciğercinin de kedisi değilim. Annem, biraz büyüdükten sonra beni terk etti. Bu koca şehirde yapayalnız kaldım. Kardeşlerim öldü. Orada burada aylak aylak dolaşıp duruyorum. Hava soğuk. Dün bütün gün yağmur yağdı. Yiyecek bulamadım. Yiyecekten çok dişi kokusu alıyor burnum. Bir dişiyi etkileyebilirsem ben de baba olacağım. Hem de ilk defa. Yemek aramakla dişi aramak arasında gidip geliyorum. İçgüdüm ikiye bölünmüş. Şu sokakta çöp konteyneri vardı. Zenginlerin çöphanesi diyordu diğer kediler. Ben çok az yiyecek buluyorum orada. Tüm kedi ahalisi orada toplanıyor. Geriye bir şey kalmıyor. Konteyner orada. Kapağı aralık bırakılmış. Şöyle bir sıçrayayım. Oldu. Burnuma güzel kokular geliyor. Öteki kediler gelmemiş.               
                                          
Karnım doydu. Bu akşam kuytu bir yer bulup iyice kestireyim. Kendimde değişiklik de hissediyorum. Her yerden dişi kokusu geliyor. Köpek havlamaları, uzakta olsa da ürkütüyor. Şu duvara tırmanayım. Koku geliyor. Burası bahçeymiş. Koku şuradan geliyor. Duvardan atlayayım. Evet, şuradan yürüsem iyi olacak. Koku ağacın altından geliyor. Onu gördüm. Hayatımda gördüğüm en güzel, en zarif şey. Bembeyaz.  Beni çağırıyor. Ben de baba olacağım. Ona nazik davranmalıyım. Kokusu ne güzelmiş. Kendimi ciğer cennetinde hissediyorum.

Burası sıcakmış. O da ne? Aman Tanrım! Köpek… Onların dilinden anlamıyorum. Annem öğretmeden beni terk etmişti. Şimdi ne yapacağım? Kaçacak yer yok. Üzerime atladı. Canım yanıyor. Kan kokusu duyuyorum. Dişleri boynumda hissediyorum. Nefesim kesiliyor. Her yer kararmaya başladı. Her şey buraya kadarmış. Elveda hayat…

                                                              -II-

 Ben bir köpeğim. Sokaklarda yaşıyorum. Bugün hava buz gibiydi. Dişilerin kokuları da geliyor burnuma. Karnım çok aç. Benim meskenim bu durak. İnsan denilen yaratıklar çok tuhafıma gidiyor. Kocaman yürüyen şey geldiğinde hücum ediyorlar. Sonra demir şey yürüyüp gidiyor. Karnım  aç. Dişilerin de kokusu geliyor. Yemek için şuraya bir şeyler bırakıyorlardı. Hay Allah, hiçbir şey yok. Biraz dolaşayım. Bir şeyler bulurum belki. Çöp konteynerine gideyim. Ha yerde bir şeyler var. Torbayı dişlerimle parçalasam iyi olacak. Koku hiç de fena değil. Kemik de varmış. Hı… Tavuklara bayılırım. Oh! Karnım doydu. Şöyle durağa gidip dinleneyim biraz.                    
                             
Gece soğuk arttı. Aman Tanrım, o da ne! Bir dişiydi bu. Onu ürkütmeden yaklaşayım. O da bana doru geliyor. Mis gibi kokuyor. Ne güzel öpüşüyor. İlk defa bir dişiyle olacağım. Baba bile olurum belki. Ah, cennet bu olmalı. Kemikten daha tatlıymış. Onu bir daha öpeyim. Gidiyor. “Hey dursana. Nereye gidiyorsun?” Gitti. Uyuyacak bir yer bulayım. Şöyle deliksiz bir uyku çekeyim. Bizimkiler rahatsız etmezse tabii ki.   
                                                  
Şuraya gideyim. Burası bahçeymiş. Şu ağacın altına kıvrılayım. O da ne! Bir kedi. Hem de simsiyah. Ne acayip kokuyor. Şunun boğazını dişlerimin arasına alayım, fırlatayım ileriye. Gözlerini açtı. Dur. Kıpırdama. Ha boğazını kaptım. Ağzımdaki sıcaklık da ne! Kan… Öldü mü ki? Nefes almıyor. Hayatımda ilk defa kedi öldürdüm. Ben katil miyim şimdi? Aman Tanrım!


***



BULUŞMALAR
                                                           
                                                            -I-

Şehrin kalabalıklarında aylak aylak dolaşıyorum. Gri gökyüzünü, puslu havaları seviyorum. Ben Fuat. Bir aylak. Bugün güneşli bir gündü. Ruhum daralıyor. Canım dolaşmak istemiyor. Her daim uğradığım o masaları dışarıdaki kafeteryaya gitmek de istemiyor canım. Aptal kanalları izlemek de iyi fikir değil. Haber kanalları da çok sıkıcıydı. Dünyadan haberi olmuyor insanın. Bu dünyada sadece bu ülke ve bu ülkede yaşayan insanlar var sadece. Eğer bu kanallara inanırsanız. Ne yapmalı? DVD’de, Kieslowski ustanın “Üç Renk” üçlemesini peş peşe izlemek iyi olurdu? Evet iyi olurdu. İyi de gelirdi.

Cebim çalıyor. Sabah sabah kim arar ki? “Alo… Sen misin? Evet, evdeyim. Sen?! Şey… Tamam… Olur. Öğleden sonra. Sürpriz mi?” Yıllardır görmediğim eski bir tanıdık. Numaramı nereden bulmuş ki? Takıldığım kafeteryayı bile biliyor. Tuhaf! Film izleme iştahım kaçtı. Bir şeyler mi atıştırsam? İştahım da yok ki. Gazeteleri ve dergileri okumayı da bıraktım epeydir. Beni tıkadıklarını düşünmeye başlamıştım. Şimdi hayli rahatım. Zihnimi gereksiz şeylerden arındırdım. Raftaki kitaplara bir bakayım. Kafka. “Şato”yu neden yarım bıraktım ki? Bilimkurgu mu okusam? Hiçbir şey okumak da istemiyor canım. En iyisi bir kahve yapayım kendime. Biraz belgesel izlerim. Zaman geçip gider. Zaman… Tanrım geçip gider. Mekân eskir. İnsan çürür. Tek başına bir ağaç rüzgâra karşı nereye kadar ayakta kalabilir ki? Ben, tek başına kalmış bir ağaç mıyım? Bunalımı bırak şimdi. Şiir yazsam daha iyiydi. Defterime şiir yazayım. Aşk dizeleri. Ulaşılmaz kadınlara. “Mavi gözlü kız baktı/ Şuraya yürüdü/ Kayboldu./ Yeşil gözlü kız bakıverdi sonradan/ Buradan yürüdü/ Gülümsedi…”

Selim nereden çıktı durup dururken. Okuldayken doğru düzgün iletişimimiz bile yoktu. Ne sürprizi bilmiyorum. Okuldayken de tuhaftı. Kendine gizemli hava verirdi galiba. Duş alsam iyi olacak. Banyo. En güzel yer. Arınma mekânı. Süzgeçten akan su Hitchcockyen hava veriyor insana. Sanki “Sapık” filmindeki gibiydi.

Balkona çıkıp saçım kurusun. Şehir, güneşin istilası altındaydı sanki. Koşuşturan insanlar. Kimisi telaşlı, kimisi de çıldırtan sakinlikte. Birazdan ben de onlara katılacağım. Bakalım ben hangisine dönüşeceğim. Metroya bineceğim, çılgın kalabalık içinde varacağım yere varacağım. Kafeteryaya doğru kalabalık içinde yürüyeceğim. Sıcaktan terleyeceğim. Masaya oturup bekleyeceğim ve sürprizi öğreneceğim.                                          

                                                          -II-

Fuat’ı arayayım. Telefonunu dün bulmuştum. Ben kim miyim? Selim. Fuat’la aynı okuldanım. Ona sürprizim olacak. Çok şaşıracak. Şevval’i karşısında görünce utanacak mı bakalım? Eğer yüzü varsa. Fuat, kibirli, kendine fazla güvenen biriydi. Öyle ki, dünya onun ayakları altında kalacakmış gibi. Sanatta daima ulaşılamayacak yerde olacakmış gibi. Yıllar geçti. Ondan iyi haberler gelmedi. Büyük şehir havasını indirmiş gibi. Şunu cebinden arayayım. “Alo. Ben Selim. Okuldan. Evde misin? Buluşalım. Senin takıldığın kafede. Sürprizim var. Gecikme. Bekliyorum.” Zihnine çengel attım. Kıvransın şimdi.

Okulda yarattı havayla ondan beklentim artmıştı. Bir beklentim yoktu ondan tabii ki. Ortaya koyabileceklerin merak ediyordum. Godard’ın, Antonioni’nin, Kieslowski’nin ötesine geçecekmiş havası yaratırdı. O kadar film çekiliyor. Bizim Godard’dan ses seda çıkmadı. Dediğim gibi koca şehir burnunu sürttü onun. Fazla tanıdığı da yokmuş. İnsanları kaçırdı kendinden. Okulda bu fark ediliyordu. Küçük gördü birçok insan iyi kötü bir yerdeler. Hatta sinemada adlarını bile duyurdular. Bizim kibirliyse hiçbir şey ortaya koyamadı daha. Geride kırık kalpler bıraktı. İnsanlar onu ciddiye almıyor. Hatta unutmuşlardır bile. Hayat, okul gibi hayaller dünyası değil. Hayat, gerçeğin acı veren yüzü.

Ben reklam dünyasına kapağı attım. Kameramanlık yapıyorum. Arada klip çekimlerine gidiyorum. Belki filmlere de bulaşırım. Ona destek olmayı düşünmüyorum. Şu anki düşkün durumundan çıkıp eski ukala günlerine dönebilir. İnsan kolay değişmez derler. Asıl merak ettiğim şey, kalbini kırdığı Şevval’le karşılaşınca ne yapacağıydı?

Sonra onu kendi yalnızlığıyla baş başa bırakmaktı. Kaldığı ev de döküntüymüş. Boğaz tokluğuna yazılar yazıyormuş. Aslında ona acıyorum. Biraz daha kalender olsaydı, şu anda etrafında birkaç dostu olurdu. Ben de ona belki daha önce ulaşırdım. Dostluğumuz tazelenirdi. Çok kalp kırdı. Bu yüzden yalnızlık onun kader oldu.

Şevval’i karşısında görünce hatırlayabilecek mi bakalım? Yaptığını. Küçümsediği Şevval, şimdi haber kanalında bir yönetmendi. Evlendi. Şevval’i hırslandıran, onun kendisini küçümsemesiydi belki. Şevval, ona küçük de olsa suçluluk duygusu yaşatmak istiyor. Yalnızlığı biraz daha cehenneme dönecek. Bugün senin için bambaşka gün olacak. Kibirlerin kanalizasyon çukuruna karışacak. Tanrı seni ıslah etsin!..

                                                          -III-

Bugün özel bir gündü. Bir ukalaya ders verilecek. Selim, onun hakkında bilgilere ulaşmış. Benim adım Şevval. Bugün onunla daimi takıldığı kafeteryada buluşacağız. Fuat, acınacak zavallı bir insancık. Aslında ona teşekkür etmeliyim. Onun küçümsemeleri bana hırs verdi. Kendimi bile aştım. Şimdi yönetmenim. Ondan intikam mı alacağım? Belki. Ona kendinin ne kadar zavallı bir yaratık olduğunu hissettirmek istiyorum. Anlar mı ki? Bu koca şehirdeki koca yalnızlığı ona bunu hissettirebilir belki.

Sınav sırasında, yönetmen Woody Alen’ın Yahudi mi olduğunu sorduğumdabana bilgiç bir bakışla “Budist” demişti. Ben de “Budist” diye yazdım. Elbette yanlıştı. Sınav sonrasında doğrusunu öğrendim. Ukalayla bir daha konuşmadım. Ama bu küçük davranış yıllardır içimde büyüdü. Beni çok hırslandırdı. Şimdi bir yönetmenim. Evlendim. Bir küçük kızım bile var. Ama içimdeki bu ateş sönmedi. Sınavdaki o kibirli bakışı unutamıyorum.

Yalnız olmak nasıl bir şey acaba? Bunu yaşamadım hiç. Daima yanımda ailem, arkadaşlarım, dostlarım oldu. Fuat çürümüş müdür? Hayallerine ulaşamamış bir insanın halini göreceğim birazdan. Zavallı halini. Bakalım yine havalı davranacak mı? Selim, alışkanlıklardan vazgeçmenin zor olduğunu söylüyor. Hayat onu şu ana kadar düzeltmemiş midir? O kibrin kendisine koca yalnızlıktan başka bir şey vermediğini hiç fark etmemiş midir? Aptalın biri miydi yoksa o?

Aslında onu, birazcık da olsa düzelmiş olarak bulmak. Özür diler gibi bakması. Belki ona karşı biraz yumuşayabilirim. Bilemiyorum. Öyle ukalaydı ki. Onu bağışlamak kolayca olacak şey değil. Selim haklı galiba. O zavallıya derin bir nefret mi besliyorum? Kendimi birazcık Yeşilçam melodramlarının içindeymiş gibi hissetsem de öyle değil. Onun, sadece bu zorlu hayatından değil, benden de ders almasını umuyorum. Fuat bugün, hayatının dersinde en önemli sınavını verecek. Yola çıkayım. Bugün izinliyim. Kızımı anaokuluna servisle gönderdim. Selim kafeteryada bekliyor şimdi. Kadın gururuyla karşılaşacak. Geliyoruz Fuat.


***



KAOS VE DÜZEN

                                                            -I-

 “Dünyada kaosun düzeni var” diye düşündü. Her şey karmaşık bir düzenin içindeydi. “Yoksa her şey karmaşanın yansıması mıydı” dedi kendine. “Kendi durumum” diye mırıldandı. Nefes alışı hızlandı. “Matematiksel mi her şey” dedi ve ardından “Sayılar soğuk. Her şey birbirinin tekrarı gibiydi. Aşklar, kadınlar, işler, düşler, hayat” diye düşündü. “Herkes doğuyor. Büyüyor. Yaşıyor. Ölüyor. Her şey devir daim.” diye mırıldandı. “Her zaman planlarımız oluyor” dedi ve hemen ardından “Ama hayatın da kendi planları olduğunu unutuyoruz çoğu zaman” diye de ekledi. “Kendi durumuma bak. Kendi planlarım mı, hayatın planları mı beni böyle savurdu” diyen kısık sesi duyuldu. “Kim bilebilir ki” diyen mırıltılı sesi duyuldu. “Kader diye bir şey var” diye düşündü, sonra derin bir nefes aldı. “Yoksa kaos o mu” diye sordu kendine. “Fırtına kopar, deprem yıkıp geçer. Artlarında da kalanları bırakırlar. Yeni düzen böyle  doğuyor.  Kader hepsinde ipleri elinde tutuyor” dedi kendine. İkna olmuştu. Kaosun ve düzenin adı kaderdi. “Nereye savruldum” dedi gözlerini hafifçe aralayarak. Her şey bulanıktı.  “Tüm hücrelerim uzaya mı savrulmuş yoksa” diye düşündü.

                                                           -II-

Perdeleri açılmış pencereden gün ışığı küçük odayı aydınlatıyordu. Somyada otuzlu yaşlarında başı sarılı bir adam yatıyordu. İçeri genç bir kız girdi, yataktaki adama gülümseyerek baktı. “Günaydın” dedi. Adam şaşkınlıkla kıza bakıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Cevabını bulmak kolay olacak mıydı? Buralara nasıl gelmişti? En son hatırladığı, sürdüğü arabanın yoldan çıkıp uçuruma gidişiydi. Yanında birisi var mıydı? Nasıl kurtulabilmişti o kazadan? Kız, “Sonunda gözlerinizi açtınız. “Dünden beri baygın gibi uyudunuz” dedi. “Dünden beri mi” diyebildi mırıltılı bir sesle. Kız, “Babam sizi bulduğunda arabanın dışında baygınmışsınız. Nazlı bulmuş sizi” dedi hafifçe gülümseyerek. “Nazlı mı” dedi ürkek sesle. Kız, “Babamın av yoldaşı. Köpeğimiz. Babam iyi ki dün ava çıkmış” dedi.  “Karnınız acıkmıştır. Ben çorba getireyim. İçiniz ısınır” diyerek odadan çıktı.

                                                      -III-

Adı Yakup’tu. Otuzlu yaşlarında bir adamdı. Birkaç saat önce hayatı birdenbire değişti. Nedenini tam olarak bilemiyordu. Nasıl olmuştu bu? Her şey parça parça zihninden hızlandırılmış film gibi akıp gidiyordu. Zihninden akıp giden, bir türlü yakalayamadığı görüntüler. Şimdi ne olacaktı? Evi hatırladı. Satmıştı. Hayatını değiştirecek şey bu muydu? Nereye gidecekti ki? Evi niye satmıştı? Uzaklaşmak için mi? Uzaklaşmak için uzaklar neresiydi? Eşyaları da satmıştı. Son defa orada kalabilirdi. Ama  orada kendini ne bekliyordu ki? Birden bir şey hatırladı. Dün müydü, yoksa birkaç saat önce miydi, hatırlayamadı. Bir rüya mı görmüştü? Bir kâbus muydu yoksa? Bilemiyordu. Bulanık bir görüntü gözünün önünden geçti. Her şey buzlu bir camın ardındaydı sanki. O sisin ardında ne vardı? Zihni ona bir oyun mu oynuyordu? Kafeteryadan çıktı. Kaldırımda biraz yürüdü. Eski model Renault arabasının kapısını açtı. Arabaya bindi, arabayı çalıştırdı ve trafiğin içine daldı.

                                                           -IV-

Yakup, bekâr ve ekonomik durumu da kendini idare edecek kadardı. Siyah saçarlarının arasına beyazlar da düşmüş hüzünlü görüntüsü vardı. Kaldığı daire küçüktü. Burası ailesinden kalmıştı. Annesinin ölümüne dayanamayan babası altı ay sonra vefat etmişti. Babası, ölmeden bir ay önce emekli olmuştu üstelik. Bu koca dünyada yapayalnız kalmıştı. Babasını defnettikten sonra içinde bir boşluk oluştu. Uzayda dolaşıp duran küçük göktaşları gibi hissediyordu kendini. Yakup’un bu küçük daire dışında babadan kalma Renault otomobili de vardı. Üniversitede okumuş, ama  içekapanık biri olduğu için kadınlara fazla yaklaşamamış. Zihninde hep parça parça görüntüler akıp gidiyordu. Çok da rüya da görüyordu. Ama çoğunu da hatırlamıyordu. Hatırladıklarıysa daha çok o sıcak özlemlerdi. Aile, kadın, çocuk, iyi bir işti. Evet iş. Babası memur emeklisiydi. Kendini üniversite okutmuş. Mezun olduktan sonra kısa dönem askerlik yapmış. Sonra da uzun süre iş aramıştı. Tıpkı babası gibi memur olabilmek için. Birçok sınava da girmişti. Ama başaramamıştı. Şimdiyse otuzlu yaşlarında yolculuk yapıyordu. Hayalleri neydi ve şimdi neredeydi? Hayatında bir kadın bile yoktu. Aşkı tadamayan biri başarabilir miydi? Annesiyle babasının birbirlerine duyduğu aşkı hatırladı. Acaba bu büyük aşkın meyvesi kendisi bu genleri gerçekten taşıyor muydu?

Bu dünyada hayat üç buçuk milyar yıldır var diye düşündü içinden. Suyun içinde minicik canlılar dünyaya ilk taşınanlardı. Kuyrukluyıldız ve göktaşlarının bombardımanıyla milyarlarca yıl kaos yaşayan dünya, göktaşlarıyla gelen suyla hayatı doğurmuştu. 650 milyon yıl önce de atmosferde karbondioksit birdenbire kaybolunca 25 milyon yıl süren buz çağı başladı. Sonra ne olmuştu? Dünya buzun içinde ölmüştü. Gerçekten öyle miydi? Yanardağlar patlayıp buzlar eridi. Okyanuslar yükseldi. Mikroskobik canlılar 175 milyon içinde evrimleştiler. Okyanuslarda devasa yaratıklar hayat buldu. Omurgalılar karaya çıktı ve hayat çeşitlendi. Bunları düşündü. Bu kadar kaosun içinde düzen nasıl oluyordu? Kendi hayatı da bu kadar kaos içinde miydi? Omzunu silkti. “O kadar değil” dedi içinden. Zihni de bulanıklaşıyordu zaman zaman. Sanki bir silgi zihninde bazı şeyleri siliyordu.
                                                              

                                                                -V-

Bomboş evde Yakup hatıralarına baktı. Bir an ürperdi. Çocukluğu, ilk gençliği ve annesiyle babasının büyük aşkı gözlerinin önünden geçti. Artık hepsi geride kalmıştı. Mutfağa gitti. Elindeki poşeti de boşaltı. Kırmızı şarap şişesini açtı. Dürümden bir ısırık aldı, şişeden bir yudum içti. Franz Kafka birden aklına geldi. Franz, iri cüsseli babasından çekinirmiş. Babasının o iri cüssesinin karşısında kendi vücudu ufalırmış. Gregor Samsa’yı düşündü. Kafka’nın “Değişim” romanındaki Gregor, bir sabah uyandığında devcileyin bir böceğe dönüşmüştü. Kendisi de bir böceğe mi dönüşecekti? Babasını sevmiş miydi? Yoksa sevgisi korkudan mıydı? 

                                                             -VI-

Jandarma rutin soruşturmasından sonra iyileştiğini düşünen Yakup, kendine iyi davranan, tedavi ettiren bu güzel aileye fazla yük olmadan gitmeyi düşündü. Arabasında da fazla hasar da olmamış. Ama nereye gidecekti? Yahya Reis, kendini hemen bırakır mıydı? Reis’in kızı Meryem de hayatında gördüğü en güzel kızlardandı Yakup’un. Âşık mı oluyordu? Bu doğru muydu? Kendisine iyiliği geçmiş bir aileye bunu nasıl yapabilirdi ki? Aşk filmlerini, romanlarını düşündü. Eski Yeşilçam melodramlarına hiç benzemiyordu hali. Hatta hiçbir romana da benzemiyordu. Reis’in teknesiyle balığa çıkmışlardı Yakup. Bu iyileşmesi şerefineydi sanki. Karadeniz’in dalgalı, çalkantılı sularında ilk defa böyle bir şey yaşıyordu. Heyecanlıydı. İnsana yaşama sevinci veriyordu. “Vira bismillah” diyen sesler. Paylaşma ve dayanışma. Başka insanların varlığı. Meryem de vardı hayatına takılan. Lisede ve hatta üniversitede platonik aşk yaşamıştı. Kızların haberi bile olmamıştı. Her şeyi zihninde yaşamıştı Yakup. Şimdiki gibi. Reis’in karısı Şaziye, hiç tatmadığı yemekler yapıyordu. Meryem de bu yemekler öğrenmiştir diye düşündü Yakup. Güzel Meryem, leziz yemekler. Yeşil doğa, mavi deniz. Hayatta varlığını bile unuttuğu güzelliklerdi bunlar. Reis’in sesini duydu. Tayfalara sesleniyordu. Gecenin içinde denize atılmış ağlar çekilmeye başlandı. Hamsiler tekneye çekildi. Her yerde hamsi vardı. Tayfalardan biri biraz hamsi aldı ve götürdü. İşler bittikten, temizlik yapıldıktan sonra tavada hamsi ödül gibi olmuştu. Hep beraber yenilen, üstelik sohbet edilerek, gülerek yenilen bir yemek unutulmazdı. Üzerine bir de demli çay içmek. Sahile varınca Meryem’i göreceğini bilmek. Yakup’un içine tatlı bir huzur indi. Sıcaklık hissetti. Sevgiye hiç bu kadar yakın olmamıştı. Ya her şey bir rüyaysa? Ya her şey mahvolursa?

Meryem on sekiz yaşında var mıydı? Ya kendisi? Herhalde on beş tane koca yıl olmalıydı aralarında. Bencil miydi? Teknede Karadeniz’e bakarak sigarasını tüttüren Yakup, Karadeniz’in sekiz bin üç yüz yıl önce doğuşunu düşündü. Buzlar eriyince sular Atlantik’e karıştı ve okyanus yükseldi. Karadeniz’in doğuşu, kendisinsin ikinci doğuşu gibi miydi? İkinci doğuş. Meryem olmazsa anlamı olu muydu? Bir sigara daha yaktı. Yükselen sular önce Avrupa’dan Britanya’yı kopardı. Avrupa’da akarsular oluşturdu. En büyüğü de Tuna’ydı. Sular Karadeniz çukuruna akmaya başladı otuz yılı aşkın süre. İnsanlar, Karadeniz çukurundaki tatlı su gölünden topraklarını sulayıp tarım yapıyorlardı. Karadeniz oluşurken ilk iklim göçü de başladı Avrupa’ya doğru. Kendisi de göç etmemiş miydi? Karadeniz dolduktan sonra Boğaziçi oluştu, sonra da Marmara Denizi, ardından Çanakkale Boğazı… Hep yeni şeyler doğmuş. Kendi hayatında yeni şeyler doğacak mıydı?

                                                              -VII-

Yakup’un bulanık gördüğü fotoğraf netleşiverdi. Yemek masasında mutlu bir aile tablosuydu bu. Kendisiyle Meryem vardı. Üstelik babaydı. Küçük oğluyla kızı da vardı bu fotoğrafta. İçi ısındı. Huzur doluydu. Yakup, Reis’in kendine verdiği tek göz odada kalıyor. Bahçenin içinde bu küçük yer. Orayı kiler gibi kullanıyor aile. Bir köşeye somyayı yerleştirmişler. Küçük bir penceresi de var bu odanım. Yemekleri aileyle beraber yiyor. Reis Yakup’u balığa götürürken arada bir çıktığı ava da sürüklüyor. Bugün kasvetli ve yağmurlu bir gündü. İçine tuhaf bir sıkıntı düştü. Pazar günü ve evde telaşlı bir çalışma da vardı. Bu akşam misafir gelecek olmalıydı. Yemekler yapıldı. Hazırlıklar tamamlandı ve Yakup için hayal kırıklığı da gecikmedi. Akşam çökerken bir aile geldi. Bir anneyle bir babaydı. Oğulları da bir genç adamdı. Yemekler yendi. Kahveler içilirken, Meryem’i oğulları Zekeriya’ya istediler. Yakup için bir hayal kırıklığı daha yaşandı. Alışmıştı. Sarsılmadı. Yollara düşme zamanının geldiğini düşündü. Birkaç gün sonra Reis’e gitmek istediğini söyleme cesaretini buldu Yakup. Renault arabasıyla Karadeniz kıyısında yollarına düştü. Bakalım arabası bu defa kendini nereye götürecekti? Cevabı olmayan yeni sorulara mı, yoksa yeni hayal kırıklıklarına mı?



***



   CEHENNEM
                                                        
                                                           -I-

Fuat, otuzlu yaşlarında ve saçlarına kırlar düşmeye başlamış bir küçük kasaba insanı. Genç karısını ölesiye seviyordu. Aşk ötesinde bir tutkuydu. Belki de bu aşk bir takıntıydı. Karısı Sümeyra’nın yana kayan bakışlarından bile anlamlar çıkartıyordu. Sümeyra, Fuat’ın kendisine olan tutkusundan başlarda büyük haz alsa da birkaç yıl sonra bu haz acıya dönüşmeye başlamıştı. Mikail de askerden dönmüştü. Evlerine de sık sık uğrar olmuştu. Karısının annesi, kız kardeşinden yadigâr kalmış Mikail’i çok seviyordu. Güleç yüzlü Sümeyra da güler yüzünü eksik etmiyordu Mikail’den. İşte bu zamanlarda Fuat, ruhunun derinliklerinde sahneler kuruyor ve Sümeyra’yla Mikail’in bir olup kendisine oyun oynadığını düşünmeye başlıyordu. Bu kuşku o akşam başladı. Akşam yemeğinden hemen önceydi. Kayınvalidesiyle dışarıda tavuk keserken, mutfakta Sümeyra’yla Mikail’in kahkahalarını işitince nefesi sıklaşmaya başladı Fuat’ın. Gizlice mutfağın penceresine yaklaştı ve onları izlemeye başladı. Salatalık doğrayan Sümeyra, bir dilim salatalığı tuzlayıp eliyle Mikail’e yediriyordu. Sümeyra. Hiçbir zaman bunu kendisine yapmamıştı. Gerçi kendisi pek mutfakla ilgilenmezdi. Birbirlerine çok yakın duruyorlardı. Fuat’ın nefesi hızlandı. Nefesi, kesik kesik duyuluyordu. Annenin sesi duyuldu. Mikail ve Sümeyra pencereye baktılar. Bir gölgeyi pencerede fark ettiler.
                                                             
                                                               -II-

Odada ayakta, Sümeyra ve Mikail dudak dudağa ihtiraslı öpüşüyorlardı. Nefesleri odayı sarmıştı. Birbirlerine öyle açtılar ki, her anı hiç vakit kaybetmeden değerlendirmek istiyorlardı sanki. Fuat’ın gözleri açılıverdi birden. Uykudan uyanan Fuat komodinin üzerindeki abajurun ışığını yaktı, yatakta karısı Sümeyra’nın olmadığını fark etti birden. Yatakta doğruldu, yorganı üzerinden attı, yataktan çıktı, ayakta dineldi. Az önce kâbus mu görmüştü Fuat? Komodinin üzerindeki sigara paketini aldı, bir sigarayı ağzına götürdü. O an yatak odasının kapısı açıldı ve karısı Sümeyra içeri girdiğinde Fuat’ı gördü, gülümsedi, “Uyandın mı canım” dedi. Fuat bir şey söylemedi ve odadan dışarı çıktı, mutfağa gitti ve kibritle sigarasını yaktı. Sigaranın dumanını iyice içine çekti ve dumanı ileriye doğru üfledi.

                                                               -III-

Fuat’ın aklına Calude Chabrol’ün filmi geldi. “Adı ‘Cehennem’di herhalde” dedi içinden. “Televizyonda izlemiştim. Koca, kendinden genç karısını her şeyden kıskanıyordu” diye mırıldandı. “Sonu nasıldı ki? Hiç hatırlamıyorum” dedi işyerinin terasından şehre bakarken. Bir sigara yaktı.

 Evde karısı ve annesi temizlik yaparlarken, Mikail de öğle üzeri eve geldi. Sümeyra gülerek karşıladı onu. Hep beraber yemek yediler, çay içtiler. Annenin üzerine mahmurluk çöktü ve dışarıdaki sedire uzandı. Sümeyra da, annesinin üzerini örttü.

İşyerinde Fuat’ın üzerine bir ağırlık çöktü. Kendini birden yorgun hissetti. İşten izin aldı. Mobiletine bindi ve eve doğru yola koyuldu. Bir an önce yatmak istiyordu. Canı yemek bile istemiyordu. Bahçe kapısına gelen Fuat, açık kapıdan mobiletle içeri girdi. Mobilettin motorunu susturdu ve park etti. Evin kapısına doğru yürüdü, ayakkabılarını çıkardı ve kapıyı açıp içeri girdi. Salonda boydan boya yürüdü, diğer kapıya geldi, dışarı baktı, annesi sedirde uyuyordu. Banyodan çıkan Sümeyra’nın saçları ıslaktı. Kapıya geldi, Fuat’a gülümseyerek baktı.

                                                              -IV-

Daha akşama vardı, ama Fuat yataktaydı. Gözlerini kapattı. Zihninde Sümeyra’yla Mikail’in öpüşmeleri canlandı. Birbirlerine öyle açtılar ki. Dudakları birbirine yapışıyor, nefes alışları hızlanıyor, sonra da… “Sevişiyorlar mı” diye düşündü. “Bu yatakta mı” derken, gözlerini açtı. Hafifçe doğruldu, komodinin üzerindeki sigara paketini aldı, çakmakla sigarasın yaktı, dumanı üfledi. Sigarasını kül tablasında söndürdü, boş yatağa baktı.

Yatağa uzanan Fuat, gözlerini kapattı. Mikail’in kocaman elleri, Sümeyra’nın vücudundan aşağı kaydı ve kalçalarını okşamaya başladı. Sümeyra’nın göğüsleri Mikail’in koca avuçlarında kayboluyordu. Bu okşamalar sürerken dudakları birbirinden ayrılamamıştı. Mikail, Sümeyra’nın elbiselerini ve iç çamaşırlarını sabırla çıkardı ve onu çırılçıplak ortada bıraktı. Ardından Mikail de soyundu. Mikail, Sümeyra’nın taze ve ipeksi bembeyaz teninin üzerinde dudaklarını gezdiriyordu.

Fuat gözlerini açtı. Karısının çıplak beyaz tenini hayal ederek kendinden geçti. Yorganın altındaki eli hızla aşağı yukarı hareket ederken, nefes alışı da hızlandı. Bir süre hareketsiz kaldı. Sonra yataktan çıktı. Bir süre ayakta durdu. Boş yatağa baktı. Odadan çıktı. Salonu geçti. Salonda, ne kayınvalidesini ne de Sümeyra’yı gördü. Mutfaktan kayınvalidesiyle Sümeyra’nın seslerini duydu. Mikail de oradaydı. Kahkahaları ve mutlulukları evi kuşatıyordu. Fuat’ın ruhu acıdı. Bu adam neden bu eve sık sık geliyordu? Evini ve rüyalarını bu adam işgal etmişti. “İşgalde miyim” diye mırıldandı. Salondaki sedire oturdu. Televizyona ilişti gözü. Arabesk bir film gösteriliyordu. Ferdi Tayfur’un ne filmlerini izlemişti! “Huzurum kalmadı yalan dünyada” diye içinden şarkı söyledi. Mutfaktan Mikail’le Sümeyra’nın neşeli kahkahaları da kulağını tırmalıyordu Fuat’ın.

                                                              -V-

Fuat, yatak odasında giyindi. Şimdi dışarıdaydı. Nereye gidiyordu ki böyle yürüyerek. Birkaç saat geçti. Kendini tren istasyonunda buldu. Gişeden, nereye gideceğini bilmeden, ilk gelen tren için bilet aldı. Peronların orada tren beklerken sigara yaktı. “Onları mutluluklarıyla baş başa bırakmalıydım” diye düşündü. “Kayınvalidem de sevgili yeğeniyle daha mutlu olur” diye düşünürken, birden “Sümeyra da” dedi. “Başka yerlerde, yabancı şehirler de ne yapabilirim ki” diye düşündü. Tren perona girdi. Fuat, tren durduktan sonra vagona bindi. Boş bir kompartımana girdi, pencere kenarına oturdu, pencereden ağaçlara baktı.

                                                       -VI-

Bir yıl geçmişti. Mikail ve Sümeyra evleneli birkaç ay olmuştu. Anne, sofrada portakal dilimini Mikail’e kendi eliyle yedirirdi. Sümeyra da Mikail’in yüzüne öpücük kondurdu. Sümeyra’nın karnı da şişkinleşmişti. Anne olması da yakınlaşmıştı. Fuat ortadan kaybolduktan sonra, öylesine polise haber verilmiş. Altı ay geçtikten sonra da Fuat’a gıyabında boşanma davası açılmış ve bir zaman sonra da Sümeyra’yla Mikail’in evlenmişlerdi.

Bu mutluluk içinde onlar sofrada yemeklerini yerken, kapının zili çaldı. Mikail evin kapısını açtı ve karşısında Fuat’ı gördü. Şaşkın bir gülümseme oluştu yüzünde. Fuat, ayakkabılarını çıkarmadan içeri girdi. Onu karşılarında gören anne ve Sümeyra birden çığlık attı. Ayakta dinelen Fuat, tabancasını çıkardı ve namlusunu şakağına dayadı. Bir el ateş sesi duyuldu kadın çığlıkları arasında.



***



ASLAN YAVRUSU CENNETİNDEN BAKARKEN
                                                        
                                                           -I-

Her yer kapkaranlık. Tanıdık koku alıyorum. Yumuşak bir şey bana çarpıp duruyor. Her yerden. Epeydir oluyor bu. Sonra onların kardeşlerim olduğunu öğrendim. Altı yavruyuz bu küçük inde. Annemiz bizi burada güvende olmamız için getirmiş. Yuvamız. Gözlerimiz daha açılmadı, ama annemizin süt dolu memesini buluyoruz kardeşlerimle. Karnımızı doyurmak için büyük mücadele vermemiz gerekiyor. Annemiz, meme kavgası yapan bizlere yardımcı olmuyor. Ben kardeşlerimden gerideyim. Zayıfım. Süt kavgasında hep kaybediyorum. Bana az süt kalıyor. En sevdiğim şey annemin diliyle yalaması. Hem temizleniyorum hem de ısınıyorum. Savananın en tecrübelisi annemin adı Mona.

Annem gideli çok oldu. Şimdi geldi. Tanıdığım kokuya bilmediğim koku da karışmış. Annem bir şey yiyor. Sesi tuhaf. O yediği şey neydi? Kokusu tuhaf. Annem yemeğini yerken diliyle de arada bir yalıyordu. Bu tuhaf kokuyu hiç sevmedim. Annemin kokusu gibi yok. Annemin tüylerine sürtünüyorum. Sıcacık.

                                                             -II-

Kardeşimle beraber gözlerimiz açıldı. Annemiz bizleri imimizden dışarı çıkardı. Önde yavaş yavaş yürüyen annemizin peşine kardeşlerimle takıldık. Ben güçsüz olduğum için geride kaldım. Otların boyu da o kadar uzun ki. Yolumu kaybettim. Annem duysun diye korkuyla çığlık atmaya başladım. Annemin biraz uzaktan müşfik kükremesini duymaya başladı. Az sonra da annem beni otlar arasında buldu. Diliyle yaladı. Ağzına aldı, biraz taşıdı. Sonra da kardeşlerimle beraber çalılıklar içindeki inimize geri döndük.

                                                        -III-
Annem bizleri inde bırakıp dışarı çıktı. İki erkek kardeşim inden dışarı çıkıp oyun oynamaya başladılar. Annem bunu görse çok kızardı. Biz dört kız kardeş inde kaldık. Sonra tuhaf ve üzerinde siyah noktalar olan bir canavar gizlice geldi. Dışarıdaki kardeşlerim çığlık attılar. Canavar kafasını içeri soktu ve bir kız kardeşimi ağzına alı. Ben ve diğer kız kardeşlerim çalılıkların arasına kaçtık. Üçümüz de titremeye başladık.
Annem geri döndü. Ölü kardeşlerimi gördü. Çağrı inlemeleri yaptı. Hayatta kalan üç kız kardeş çalılıklar arasından çığlık atarak çıktık. Annem bizleri tek tek ağzına alıp dışarı çıkardı. Sonra da ölü kardeşleri yalamaya başladı. Belki geri dönerlerdi. Annem yürümeye başladı. Biz üç kız kardeş de peşine takıldık. Uzunca yürüdük. Karanlık çöktü.

                                                      -IV-

Bir yere geldik. Anneme benzer aslanlar var burada. Bizlere annem gibi şefkatli davranıyorlar. Üçümüzü de yalıyorlar. Onlar teyzelerimizmiş. Bizden az büyük yavrular da var. Onlarla hemen oyun oynuyoruz. Şanslıymışız bizleri aralarına aldıkları için.

Sabah oldu. Orada annemlere benzemeyen boynunda çok tüy olan devi gördüm. Yanına gittim. Kükredi. Bıyığına dokundum. “Çocuk uyuyorum, git başımdan” der gibi ses çıkardı. Gittim kuyruğuyla oynamak için. Diğer kız kardeşlerim de geldi. Oynamaya başladık. Bu babamızmış. Bizi kabul etmiş. Sürüsüne katılmamıza izin vermiş.

Annem ve teyzelerim gittiler. Kuzenlerimle kız kardeşlerim babamızın yanında kaldık. Zaman geçti. Annem ve teyzelerim elleri boş döndüler. Ben ve kız kardeşlerim annemize koştuk süt emmeye başladık.

                                                        -V-

Zaman geçiyor. Biraz daha büyüdük. Yarı tok yarı aç günlerimiz geçiyor. Işık olan zamanlar daha uzun. Sıcak. Gölgelik arıyoruz hep. Et yiyenlerden annem ve teyzelerimin karınlarını doyurdukları otyiyenler artık bulunmuyor. Bir hafta yemek yemediğimiz oluyor. Devamlı taşınıyoruz. Her yer sıcak. Karnımda tuhaf bir acı var. Devamlı sürünün ardında kalıyorum. Tüylerim dökülmeye başladı. Başım dönmeye başladı. Karnımdan gelen acı dayanılmaz oldu. Annem ve sürüsü gözden kayboldular. Onlara nasıl yetişeceğim şimdi. Şu çalının gölgesinde dinlensem. Hiç iyi hissetmiyorum. Her yerim ağrıyor. Boğazım da düğümlendi. Nefesim daralmaya başladı. Her yer birden kararıverdi. Uyumak istiyorum.

Ben Lili. Bunu size hayvan cennetinden bakarken anlattım. Bir kız kardeşim öldü. Yağmurlar başlamadan önceydi sanırım, yaşlı annem Mona, sürüden ayrıldı ve bir ağacın altına uzandı ve sonra da uyudu. Hayattaki kız kardeşim Lola da çok yavru yetiştirdi. Adımızı yaşatıyor. Cennette kardeşlerimi ve annemi arıyorum şimdi. Daha bulamadım. Onları bulduğumda mutlu olacağım.



***



BİR ÇİTA BÜYÜYOR
                                                        
                                                           -I-

Ben çitayım. Savanada bana böyle diyorlar. Siyah noktalı demekmiş. İki kardeş kaldık. Annem avlanmaya gittiğinde otlar arasında onu korkuyla, titreyerek bekliyoruz. O acı günü hiç unutamadım. Annem bizi Yine yalnız bıraktı. Küçüktük. Süt emdik. Gözlerimiz açılmıştı. Az çok etrafı seçebiliyorduk. Kardeşlerimle çok hareketliydik. Karnımız toktu ve hep oyun oynamak istiyorduk. Bu oyunlar aslında tüm hayatımızı etkileyecek oyunlardı. Avlanma, sinsice yaklaşma ve aniden atlayıp boğazı ağızla ısırma. Annemizden daha bunları görmemiştik. Ama içgüdüsel olarak bunu yapıyorduk. Şimdi ben de yavrularımı annemin bıraktığı gibi geride bırakıp ceylan avlamaya gideceğim anne olduğumda herhalde. Erkek kardeşimle beraber çabuk büyüdük. Annem avlanırken onu takip ediyoruz. Ne yapmamız gerektiğini en ince ayrıntısıyla öğreniyoruz. Avlanan ceylanı öldürdükten sonra arkasından yemeye başlıyoruz. Çünkü en yumuşak yeriydi orası. Elimiz çabuk tutmamız gerekiyor yemek yerken. Sırtlanlar, aslanlar her yerdeydi çünkü. Sabah olduğunda annem ortada yoktu. Saatler geçti hâlâ gelmedi. Birkaç gün önce canlı ceylan yavrusunu getirip bize antrenman yaptırdı. Sonra da hep beraber yedik.

Annem gelmeyince terk edildiğimiz anladım. Kardeşim erkek olduğu için beraber olamazdık. Az önce üzerime çıkmaya çalıştı. Ona hırladım. Karanlık çökmek üzereydi. Kardeşim uzaklaştı. Bunu fırsat bilip ben de ters yöne doğru gittim. Geldiğim yer çok uzaklarda kaldı. Anlatmak istediğim yarım kaldı. O kara günde dört kardeşim dişi aslan tarafından katledildi. Erkek kardeşimle ben daha uzun otların arasına kaçtık ve sessizce bekledik. Dişi aslan gittikten az sonra tanıdık bir ses duyduk. Annemiz gelmişti ve ölü kardeşlerimizin başında acı hırlamalar çıkartarak ikimiz çağırıyordu. Yanına gittik. Diliyle şefkatle bizi yaladı. Annem önde yürürken, kardeşimle onu takip ettik. Başka bir yuvaya taşındık. Şimdi ben de başka bir yere taşınıyorum. Yeni aile kuracağım. Ailem olacak. Burası iyi bir yere benziyor. Ceylanlar da uzakta değil. Buraya yuvamı yapmalıyım. Kokumu her tarafa yaydım. Burası benim yuvam diye. Bir erkek çita geldi. Çevremde dolaşıyor. Galiba ilk aşkım olacak. Çocuklarımın babası. Benekleri de hoş.

                                                        -II-

On gün kadar beraber takıldık. Üzerime çıkmasına izin verdim. İlk defasında canım çok acımıştı. Bu acıyı hiç unutmayacağım herhalde. Sonrakilerde acı duymadım. Bazılarında zevk bile aldım. Zevk almadığımda içimde yapışkan bir şey varmış gibi oluyordu. Ona Çitapa adını verdim. Kendime de Çitama. O, Çitaba gitti. Birkaç gün sonra başka bir erkek geldi. Çevremde dolandı. Onun da üzerime çıkmasına izin verdim. Ona da Çitada diyorum. On gün kadar eğlendik. Ondan büyük zevk aldım. Şimdiyse karnım gün gün büyüyor. Çok da acıkıyorum. Günde iki defa ava çıkıyorum. Sırtlan milletinden fırsat bulabilirsem karnımı iyice doyuruyorum. Avımı hemen yemek zorundayım. Sadece sırtlan veya aslan gelir diye değil. Havalar da ısınmaya başladı. Zaman geçince et bayatlaşıyor, yiyemiyorum. Biz çitalar taze et yiyebiliyoruz. Leş yemeyiz. Açlıktan ölsek bile.

Az ileri de tomson ceylanları var. Onlara doğru usulca yaklaşmalıyım. Annem gibi. Otların arasında bir yavru gördüm. Birkaç gün önce doğmuş olmalı. Ha yakaladım. Boğazını sıkayım. Öldü. Gölgelik yer bulmalıyım. Karnımdaki yavrularım tekmeliyorlar. Çıkmak istiyorlar.

                                                   -III-

Gece. Ay her tarafı aydınlatıyor. Suyum geldi. Sancılarım artıyor. Ikınmam lâzım. Evet ilki çıkıyor. Ne kadar da küçüktü. Bir tane daha geliyor. Biri daha. Evet yine geliyor. Bitti. Dört yavrum doğdu. Onları hemen temizlemeliyim. Kokuları yayılmasın.

                                                           -IV-

Onları her gün emziriyorum. İki hafta kadar yanlarından ayrılmadım. Sütüm yok. Benim de beslenmem gerekiyor. Yavrularımı otların arasında bırakıp ceylan aramaya gitmem gerekiyor. Gözüm arkada kalacak. Onların iyiliği için. Ben yemek yersem, onlar da süt emer. Annem kardeşlerimle otların içinde bırakıp gittiğinde korkudan titrerdik. Sırtlanlar, aslanlar ve leoparlar ortalarda dolaşırdı. Kardeşlerimle koyun koyuna bir arada beklerdik. Bazen annem geç geliyordu. Bir gün o anlardan biriydi. Aylak aylak dolaşan bir sırtlan çok yakınımızda durmuştu. Otların arasından titreyerek ona bakıyordum. Sonra yavaş adımlarla yoluna devam etti. Az sonra da annem geldi. Bizleri diliyle temizledi. Süt emzirdi. Sonra da kardeşlerimle oyun oynamaya başladık güvenle. Annemiz vardı yanımızda. Bizi korurdu.

Hemen karnımı doyurup yavrularımın yanına dönmeliyim. Daha çok küçükler. Umarım otların arasından çıkmazlar. İşte ceylanlar orada. Otların arasına saklanıp yavaşça yaklaşmalıyım. Evet, bu kadar yeter. Hamle yapma vakti. Evet koşuyorum. Ceylan da hızlı koşuyor. Ben üç saniyede yüz kilometre hıza ulaşabiliyorum. Ceylansa saatte doksan kilometre hıza ulaşabiliyor. Ama ben çabuk yoruluyorum. Ceylansa arka ayağını çifte atar gibi sıçrayarak koşmasına rağmen kolayca yorulmuyor. Peşine düştüğüm ceylan daha tecrübesiz. Evet yakaladım. Boynunu sıkıyorum. Evet hareket etmiyor. Çok yoruldum. Biraz 6beklemeliyim. Şurada ağaç gölgeliği var. Oraya taşımalıyım. Evet ağır değilmiş. Ağaç altı iyi oldu. Sırtlanlar görünmüyor. Hemen karnımı doyurup yavrularımın yanına gitmeliyim.  

                                                                 -V-

Yavrularım büyüyor. Artık taze et yiyebiliyorlar. İşim de çoğaldı. Ben de dâhil beş mideyi doldurmam gerekiyor. Büyüseler de benimle ava katılamıyorlar. Hep oyun oynuyorlar. Bu oyunlar onlar için hayatta gerekli olan her şeyin antrenmanı oluyor. İleride gunular, zebralar, bizonlar var. Gunu veya zebra avlayabilseydim karnımızı iyice doyurabilirdik. Gunuların öbür tarafında ceylanlar var. Gücüm onlara yetiyor. Etleri de çok leziz. Temel yiyeceklerimiz onlar.

                                                             -VI-

 Biraz daha zaman geçti. Kendi ayakları üzerinde duracak kadar büyüdüler. Onlara, tıpkı annem gibi canlı ceylan yavrusu getirdim. Onunla oynuyorlar. Birkaç gün sonra onları terk edeceğim.

O gün geldi. Şafak söküyor. Artık gitme vakti geldi. Onları görebileceğim mesafeye geldim. Uyandılar. Beni görmüyorlar. Telaşlandılar. Etrafta koşuşturup duruyorlar. İki oğlum yan yana yürüyüp iki kızımdan uzaklaştılar. Kızlarım da ters yöne doğru beraber yürümeye başladılar. İçim rahat. Onları iyi besledim, büyüttüm ve hayata hazırladım. Kızlarım benim gibi anne olup kendi ailelerini kuracaklar. Bu böyle sürüp gidecek. Soyum yaşayacak. İnsan denilen tuhaf mahlûklar son yıllarda çok görünmeye başladılar. Dilerim yavrularım av bulmakta güçlük çekmezler. Ben mi ne yapacağım? Belki yine anne olacağım. Hayat neyi hazırlar bilinmez. Tanrım orada bir yakışıklı var. Beni gördü. Yanıma geliyor. İki yıl sonra yeni bir aşk.



***

                                                   

TUHAF


                                                        
Cehennem…

Sabah olmuş. Yatak neden büyümüş? Bu üzerimdeki ağırlık ne böyle? Şu tuhaf ince şeyler de ne ki? Oynayıp duruyor. Tanrım. Doğrulamıyorum. Kapı açılıyor. Kız beni görünce çığlık attı, koşarak çıktı. Hemen sonra birileri daha geldi. Yaşlı adam üzerime eğildi, “Pis böcek” dedi. Beni eline aldı. Önce odadan, sonra da evden dışarı çıktı. Sokakta biraz yürüdü. Bir çöp bidonunun içine attı beni. Ben, Gregor Samsa mıyım? Yazarın yarattığı o devcileyin böcek olduğu Gregor. Dün gece romanı bitirdim. Her zamanki gibi yatmadan önce bir sigara içtim. Yatağa girdim. Işığı söndürdüm. Nasıl uykuya daldığımı hatırlamıyorum. Kendimi güzel kızların içinde buldum rüyamda. Hiçbirini daha önce görmemiştim. Sarışın ve çilli güzel kız, diğer kızları odadan çıkardı. Soyundu, yatağa uzandı. Ben de soyundum, yanına uzandım. Hayatımda hiçbir kızla olmamıştım. Mutluluktan uçuyordum. Çapkın erkekler gibi hissediyordum. Sonra birden sabah oldu. Devcileyin böcek olarak uyandım. Bu ağır kokan çöp bidonundan nasıl kurtulacağım? Bidonun kapağı açıldı. Torba içeri düştü. Kapak tam örtülmedi. Kaymadan yukarı çıkabilirsem, sokağa ulaşacağım. Ayaklarım kaymıyor. Rahat tırmanıyorum.

Akşam çöküyor. Sokak sakin görünüyor. Duvarların kenarından yürümeliyim. Her şey ne kadar büyük görünüyor. İnsanlar birer dev gibi. Karşıya nasıl geçeceğim? Arabalar geçip duruyor. Kocaman bir ayak az daha üstüme basıyordu. Daha kenara geçmeliyim. O da ne! Bir kedi. Saklanacak bir yer bulamıyorum. Orada, orada. Mazgal. Acele etmeliyim. Pençesi üzerime geliyor. “İmdat!” Tam zamanında içeri atladım. Tanrım burası nereye gidiyor? Duvar kenarından gitsem nereye varırım?. Denemeliyim. Yukarıda koca pençeli kedi var. Hâlâ miyavlıyor.

Karanlık. Karnım acıktı. Benim gibi böcekler ne yiyordu, bilmiyorum. Kokular duyuyorum. İnsanken duyduğum leziz kokuları andırıyor. Az ileride ışık yansıyor. Yukarı tırmanınca dışarı çıkabileceğim. Duvar biraz kayganmış. Girintili yerlerden tutarsam çıkmayı başaracağım. Evet, şu demirin oradan dışarı çıkabilirim. Yine kaldırımdayım. Kokular yakından geliyor. Orada bir kapı var. İnsanlar içeri girip çıkıyorlar. Kapı açıkmış. Şu kenardan gidersem insan ayağı altında ezilmem. İçeri girmeyi başardım. Kalabalıkmış. Her yerde devasa masalar ve sandalyeler var. Kokunun geldiği yere varabilirsem karnımı doyurabilirim. Duvar kenarından gitmem iyi oldu. Kapıya ulaştım. Koca ayaklar altında ezilmeden ulaştım. Burası da kalabalıkmış. İnsan beni ezmeden yemek için bir şeyler bulmalıyım. Şurayı tırmanırsam. Yemek orada. Yine duvar kenarından gitmeliyim. İşte tabak. Şöyle bir uzanayım. İçinde nefis etler var. Üzerine çıkınca… o da ne!.. Kocaman bir el beni tuttu. Çöp torbasının içine attı. Torbanın ağzını bağladı. Sallanıyorum. Bir ses duydum. Çöp bidonun kapağıydı sanki. Torba sertçe aşağı düştü. Kapak kapandı. Karanlık. Dışarı çıkamıyorum. Defalarca o ses duydum. Kapak her açıldığında üzerimdeki ağırlık daha da çoğaldı. Nefes alamıyorum. Kamyonet motor sesine benzer bir ses dudum. Son defa kapak açıldı. Bidonu boşalttılar. İnsanlar gülüşüyordu. Sert bir şey her şeyi sıkıştırmaya başladı. Her yer kapkaranlık…

Cennet…

Tuhaf bir huzur içindeyim. Bugünün dünden hiç farkı yok. Bu mutluluğun ve hiç huzurun anlamı ne, bilmiyorum. Raflarda aynı kitaplar. İnsanlar gelip gidiyor. Kimi kitap okuyor, kimi de aldığı kitabı satın alıyor. Patron müzik ve film için ayrı bölümler açtı. Ben daha çok film bölümüyle ilgileniyorum. Her zamanki gibi kızlar da dolaşıp duruyor gülüşerek. Dün de dolaşıp duruyorlardı. Önceki gün de. Her şey aynı değişen bir şey yok, bilemiyorum. Her zamanki gibi sabah uyandım. Yatağımdan çıktım. Terliklerimi ayağıma geçirdim. Her zamanki gibi yatağımı düzelttim. Lavaboya girdim, işlerimi hallettim. Sonra da tıraş oldum. Giyindim. Saçlarımı taradım. Haftanın altı günü aynı şeyi yapıyorum. Dışarıda birkaç poğaça aldım. Sokak arasına sandalye ve masa koymuş çay ocağından büyük bardak çay aldım. Karnımı doyurdum. Aynı işte. Ama içimde bir şeyler akıyor, dışarı fışkırmak istiyor coşkuyla.

İçeride, Patricia Kaas’ın huzur veren buğulu sesi duyuluyor. Az önce gözüme şuradaki kız ilişti. Filmlere bakıyor. Eline Coen kardeşlerin “Fargo” filmini aldı. Arka kapağını okudu. Eteği dizlerine kadar geliyor. Siyah saçları da beyaz boynundan aşağı düşüyordu yeşil gözlü kızın. Yanıma geldi. Gülümsedi, inci dişleri “İhtiyarlara Yer Yok” filmini sordu. Ben de, “Var” dedim. Arkamdaki raftan filmleri karıştırdım, filmi buldum. Kız çok sevindi ve o muhteşem gülüşünü yine gösterdi. Bu huzur ve mutluluk bu an içindi belki de. Kızlar bana pek gülümsemezdi. Yakışıklı ve huzur veren bir suratım olmadığı için miydi bu? Filmleri poşete koydum. Fişini kestim. Ödedi. İyi günler deyip gitti.

Mesaim bitiyor. Diğer günlerden farkı olmayan bugünün tek farkı yeşil gözlü kızdı. Kendi gelmeden huzuru ve mutluluğu gelmişti. Böyle bir şey daha önce hiç başıma gelmemişti. Âşık olmadım hiç. Uzaktandı hepsi. Kızların haberi bile yoktu. Muhtemelen bu yeşil gözlü kızın da aklında olmayacağım. Ben tekim. Çoğu insan çiftmiş. Çoğul yaşıyorlar. Aşkı ve sevgiyi sonuna kadar tadıyorlar. Benim gibileri Tanrı, büyük günahkârlar gibi cezalandırıyor. Kırk yılda bir böyle küçük anlarda uçucu mutluluk veriyor. Cüzdanım boş sayılır. Lokantaya gidip ucuz olan yemeklerden yiyeceğim. Çay ocağında iki bardak çay içerim belki. Sonra da pansiyonuma gidip odama çekilip böceğe dönüşen adam hikâyesini okurum. Uykum gelir. Riya görmem. Sabah olur. Bugünkü yaptıklarımı yeniden yaşarım. Ama o kız olmaz. Yine yalnızlığım ve mutsuzluğum sürer. Bugünkü cennetimi yıllarca hatırlar sıcaklığını yaşarım.

Araf…

Sabah. Güneş ışığı pencereden girerek odayı tatlı ışığıyla aydınlatıyor. Yorgunum. Uyumak istiyor canım. Karnım da acıktı. Kapı açılıyor. İçeri pansiyoncunun kızı girdi. Sinirli sinirli, “Hâlâ burada mısın” dedi. “Kalkıyorum” dedim. “İşe gitmeyecek misin? Saat bak kaç oldu? Senin yüzünden işimi bitiremedim” diye sitemle konuştu. “Tamam” dedim. Odadan çıktı. Ben de hızla giyindim. Saçımı aynaya bakmadan taradım. Yüzümü yıkamadan kendimi dışarı attım. Kasvetten kurtulmuştum sanki. Belediye otobüsüne bindim.

Cadde üzerindeki camiye girdim. Avlusunu geçerek tuvalete girdim. Pisuarda işimi hallettim. Lavaboda yüzümü yıkadım. Saçımı düzelttim. Sonra caddede yürüdüm. Ne poğaçacıya ne de çay ocağına uğradım. Doğrudan çalıştığım kitapçıya gittim. Gecikmiştim. İçeri girdim. İçeride müşteriler vardı. Veznede oturan kıza günaydın dedim. Yerime geçtim. Kasayı ve bilgisayarı açtım. Az sonra bir kız geldi, “Patron seni çağırıyor” dedi. Yanına gittim. İlk defa işe geç kalıyordum. Patron sinirli değildi. Hatta gülümsüyordu. “Gel” dedi. “Sana iyi haberlerim var” diye ekledi. Ne diyecek diye merakla beklemeye koyuldum. Biraz da endişeliydim. İyi haber ne olabilirdi? Patron, “Bak” dedi elindeki zarfı göstererek. “Bu zarf iyi haber” diyerek gülümsedi. Zarfı bana verdi “Hayırlısı olsun” diyerek. Hikâyelerimi ve denemelerimi bir yayınevine yollamıştım. Zarfın üzerinde yayınevinin işareti de var. Acaba kabul edilmiş mi? Patron sevinçli olduğuna göre, belki kabul edilmiştir. Patronum da onlardan. Beni o teşvik etmişti. Herkesin gittiği yollardan geçmemi isteyerek hikâyelerimi dosya halinde yollatmıştı. Zarfı açsam mı? Ya patron yanılıyorsa? Beklemek…

Zaman geçmiyor. Karnım da acıktı. Öğle olmuş. Oradan birine yemeğe gideceğimi söylüyorum. Zarfı da yanıma aldım. Lokantada dışarı konulmuş masanın birine oturdum. Yine benzer yemekler söyledim. Zarfa baktım. Yemeği yedim. Ödedim. Caddeye çıktım. Sokak arasındaki çay ocağına gittim. Küçük sandalyeye oturdum. Çay söyledim. Bir sigara yaktım. Zarfa yine baktım. O sırada gözüm bir kıza takıldı. Daha önce gördüğüm bir kız mıydı o? Çayımı ve sigaramı içerken bunları düşünmeye başladım. Beyaz saçaları beyaz boynundan aşağı düşen yeşil gözlü kıza mı benziyor bu kız? Rüya mı, gerçek mi? Kendimi bir romanın içinde hapsedilmiş gibi hissediyorum. Kız ona baktığımı fark etti, gülümsedi. Ben de hafifçe gülümsedim. Kızlı erkekli arkadaşlarıyla buraya uğramışlar. Ben zarfıma bakarken, bir kız sesi duydum. Daha önce aşina olduğum ince dişi sese benziyordu. “Merhaba” dedi. Ayaktaydı. “Filmleri izledim. İkisi de iyi filmlermiş” dedi gülümseyerek. Ya o anlar rüya değildi, ya bu anlar. Titremeye başladım.

İçim mi geçti? Yemeğe gidecektim. Fazla insan yok burada. Zarfı açsam mı? Bir kız filmlerin olduğu yere gitti. Siyah saçları beyaz boynundan aşağı düşüyor. Filmlere bakıyor. Bir filmi eline aldı. Yanıma geldi, kasaya. Yeşil gözlü. O kızdı. Coen kardeşlerin “Fargo” filmini bana verdi. Filmi poşete koydum. Fişi kestim. Ücreti aldım. İnce dişi sesiyle “Teşekkür ederim” dedi ve gitti. Daldım. Gerçeklikle hayali birbirine mi karıştırıyorum, diye düşündüm. Acaba hangi hikâyenin içindeyim, diye de düşünmeden edemedim. Zarfa baktım. Artık uzatmanın bir anlamı yoktu. Ne olacaksa olsundu. Zarfı özenle açtım. Kâğıtta yazanları okudum. Hikâyelerimin beğenildiğini, görüşmek üzere yayınevine gelmem rica ediliyordu. Çok sevindim. Ama yüzümde hafif bir gülümseme oluştu sadece. Yine tedirgin oldum gecikmeden. Ya şimdi de rüyanın içindeysem?



**** 
                                                       


O

                                                        -I-

Kayıyorum. Elimi şuradaki çıkıntıya uzatabilirsem, başarabileceğim. Ne kadar da zor? Ayaklarım boşluğa düştü sanki. Toprak kokusu da insana tuhaf mutluluk veriyor. Çok tuhaf. İnsan ölüme bu kadar yakınken huzur bulabilir miymiş? Bu koku, hayatımdaki hatıraları zihnimden akıtmaya başladı sanki. Buraya nasıl geldim? Kaçmak için miydi? Neden kaçıyordum ki? O’ndan mı? Mutsuzluktan ve kederdendi belki. O mu bana, yoksa ben mi ona mutsuzluk vermeye başladım? Oysa ben onlara kolay ulaşabilen insan değilim. Belki de bu yüzden kıymetlerini her şeyden çok biliyorum. Yoksa O’na bir yerden sonra tahammülü zor ilgi mi gösterdim? Hayatını kuşatan, nefes aldırmayan bir ilgi miydi bu? Bu tahammülü giderek zorlaşan ilgi, kıskanmanın cehennemi gibi mi oluyordu? Evet öyle oluyordu. Boğuluyordu.

Bencil miydim? Evet, şu an düşününce öyleydim. Her şeyiyle bana aitti ve her anını alıyordum elinden. Aşağı doğru kaydığımı hissediyorum. Toprağın kokusu içimi sarıyor. Aşağısı uzak. Yukarısı gibi. Tam ortada kaldım. Hayatım gibi. Tırmanmaya gücüm de kalmadı. O’na verdiğim mutsuzluklar aklıma geliyor aşağıya doğru kayarken. O’nu çok az kıskandım. Aşk kadar. Ama hep yanımda olmasını istedim. Nefes aldırmadım ona. Belki de uykusunda benden kurtuluyordu. Rüyasında acaba ne görürdü?

Ellerim uyuşmaya başladı. Tutamıyorum. Buraya nasıl geldim. Galiba ölmek istiyordum. Trajik bir ölümü hayal ettim hep. Şimdi buradayım. İçimden yaşama coşkusu dışarı fışkırmaya başladı birden. Yaşamak ne güzel! Ayaklarım boşluğa düştü. Ellerim vücudumu taşıyamıyor artık.   

                                                      -II-

Tanrım, yaşamama izin verdiğin için teşekkür ediyorum. Bu dik yerde hayatta kaldım. O’nunla hayatımı sorguladım. Hatalarımı gördüm. Ama nasıl döneceğim O’na? “Ben yine hayatına geldim, merhaba” deyip her şey kaldığı yerden mi başlayacak? Bu bencilliği yapamam. O’nu rahat bırakmalıyım. Huzuru ve mutluluğu hak ediyor. O’nu rahatsız etmeyeceğim. Uzaktan mutluluğunu izlerim. O’nu da yapmamalıyım. O’nun mutlu olduğunu düşünmek bana yeter belki.

Şimdi nereye gideceğim? Önümde uzayıp giden bilinmezlik gibi tepeler var. Karnım da acıktı. Birçok hayatta kalma belgeseli izledim televizyonda. İşime yarayacak mı bunlar? Sanmıyorum. Burada teori işe yaramayacak. Tek yapmam gereken şey, geldiğim yöne doğru yürümek. Bir köy hatırlıyorum. Buraya kadar uzun yürüyüşüm oldu. Bir daha geri dönmeyeceğimi düşündüm. Ama hayat öne çıktı. Hayat kazandı. Tanrı’ya minnettarım. Dümdüz yürümeyelim. Dümdüz.

Kuş sesleri, bazen huzur bazen de tedirginlik veriyor. Korku yaşadığıma bir kanıt olmalı. Hava da yavaş yavaş kararmaya başladı. O köy yakın gibiydi. Mesafe duygumu kaybetmiş olmalıyım. Yoksa yanlış yöne mi gidiyorum? Yön duygumu da kaybettim belki de. Sigara içmek istedi canım. Pakette az sigara kalmış. Çakmağım da şuradaydı. Evet iyi geldi. Şurada çömelip içmeliyim. Hava giderek kararıyor. Giderken O’na haber vermedim. Şu anda beni bekliyor mudur? Sanmıyorum. Özgürlüğünün her anının tadını çıkartıyordur. O, bu mutluluğu hak ediyor. Sigarayı iyice söndürmeliyim. İyi de geldi. Sakinleştirdi.

                                                        -III-

Hâlâ yürüyorum. Karanlık da çöküyor. İleride hareket eden ışık gördüm. Acaba yola mı yaklaştım? Evet burası yol. Otostop yaparsam arabalardan duran olur mu? Yola çok az kaldı. Şurayı tırmanınca. Yol. Hangi yönde durmalıyım? Bu kenarda dursam da fark etmez. Ne tarafa giderse o yöne giderim. Daha da uzaklaşırım belki de. Bir araba geliyor. Beni fark eder mi? Fark etse bile durur mu? Soyguncu gibi görünüyorum. Belki de korkarlar. Haklılar. El kaldırdım, hızla geçip gitti. Arabalar durmuyor. Yol boyunca yürümeliyim. Belki duran olur. Sigaram da az. En azından bir yol üzerindeyim.

                                                    -IV-

Rüya mıydı? Yine koltuktayım. Televizyonu kapatayım. Karnım acıkmış. Saat de epey geç. Neredeyse iki olacak. İşe geç kalmayacağıma göre geç sayılmaz. Buzdolabında yiyecek pek bir şey yokmuş. En iyisi geceden artanları yemeli. Ama onlar da ağır geldi.

Yatak bomboş. Soğuk. Zihnimdeki O mutludur belki. Benim yanımda olsaydı mutlu olmazdı değil mi yalnız adam? Zihnimdeki O’na her zaman mutluluklar diliyorum. Ben soğuk yatağımı ısıtmaya çabalarken. Mutlu ol. Yatağın da hep sıcak olsun. Seni mutlu edemeyebilirdim.

Sabah olacak. Belki öğlen. Dışarı çıkabilme gücüm olursa dolaşayım. Zihnimdeki O’yla karşılaşırım, mutluluğunu seyrederim.




***




ÖLÜ ADAMIN İZİNDE

                                                    
                                                        -1-
Defter bir…

Bir boşluk içindeyim. Gecenin bir yerinde hâlâ uykusuzum. Beyaz tavana takıldı gözlerim. Gün çok yoğundu. Yorgunum. Uyuyamıyorum. Otopsi raporlarını inceledim. Delillere baktım. Her şey bir intiharı gösteriyor. Sorun ne o zaman? Uyumalıyım. Sol tarafıma dönersem bu tavanı görmem, uyurum. Ne yapmalıyım? Uyumaktan başka çarem yok. Uyumalıyım. Neden uyuyamıyorum? Onca ceset gördüğümden mi? Rüyalarıma girmiyor ki. Rüyalarımı da hatırlamam pek. Bu son ölü beni etkiledi herhalde. Otel odasında intihar eden adamın trajedisi zihnimi meşgul ediyor sürekli.  İşimin parçası değil mi bu?  Birileri birilerini öldürür, ben de delilleri birleştirir suçu çözerim. Şehirde cinayetler işlenecek. Ben de çözeceğim. Ama bu son ölü beni etkiledi. Onu izle diyor içimde bir şey. Bir ölüyü nasıl izleyeceğim? Defter. Evet o defteri okumayı sürdürmeliyim. Ölü adamın defterinde ne yazdığını merak ettiğim için uyuyamıyorum belki de. Gecenin bu geç vaktinde.

“Yazamıyorum. Ruhumdaki tüm ilhamlar uçup gitti. Üç gün oldu bir tek kelime dahi yazamadım. Eskiden şiir de yazardım. Şimdi ona da hakkını veremiyorum. Bir kadın ve bir erkeğin ilişkisini melodrama düşmeden anlatma çabam bir yerde tıkanıp duruyor. Duygular bir yerden sonra her şeyi ele geçiriyor. Onunla savaş halindeyim. Şimdi o kazanıyor. Melodram, kafiyeli şiire mi benziyordu? Yazdıklarımda her şey öngörebiliyor. Beklenmedik bir şey yazamıyorum. Bir tarafa haksızlık ediyormuşum gibi geliyor. Karşı tarafın düşündüğü gibi düşünmeye zorlamalıyım kalemimi. Tarafsız olmalıyım. Zorlamalıyım…”

Kahve ve sigara acı geldi. Hııı… Saat dördü geçiyor. Birazdan mesai başlayacak. Bu gece telefonun çalmaması tuhaftı. Uykuya daldığımda okul zili gibi çalar dururdu telefon. Uykumun kaçtığı bu gece hiç telefonum çalmadı hayret, dedim çaldı. Yatak odamdan cep telefonum acı acı çalıyor. Telefonu elime aldım. Karşıdaki telaşlı ses, “Komiserim, bu saatte uyandırdığım için kusura kalmayın. Bir ölü” dedi. Sakince giyindim. Ölü adamın defterindeki yazdıklarını düşündüm. Ben de, ölü adam ve başkarakteri gibi yalnızım. Hayatımın içinde hiç boşluk yok. Gerçekten yok muydu? Koşturup duruyorum ondan belki de.  Şehir sakin değil, hayatım da. Bu dünyada yapayalnız bir insanım aslında. Okudum. Cinayet masasında komiser oldum. Annem ve babam peş peşe ölüp gittiler birkaç yıl önce. Birbirlerine hep âşıktılar. Annem, babamın yokluğuna dayanamadı peşinden o da gitti. Hayatımda merak edilecek bir şey yok. Ölüler arasında sıradan bir hayat. Şimdi olay mahalline gidiyorum. Yine bir ceset olacak. Deliller. Otopsi. Sonra katilin peşine düşme. Hepsi bu.

                                                     -2-

Cinayet…

Vahşice bir ölümdü. Banyoda kanlar içinde bir kadın cesediyle karşılaştım. Olay yeri inceleme delilleri topladı. Dairenin içinde dolaştım. Her şey yerli yerinde görünüyordu. Yatak odası dağınıktı. Yatağın ortasına toplanmış kırmızı boya gibiydi kan. Katil, kadını sürüklemiş, banyoya getirmiş, öylece orada bırakmış. Otopside ne olduğu anlaşılacak. Deliller, parmak izleri toplandı. Çevre araştırması yaptım. Apartmandaki komşularıyla konuştum. Özellikle de karşı dairedeki komşuyla. Sonra da kapıcıyı sorular sordum. Yalnız yaşayan bir kadınmış. Bir erkekle onu hiç görmemişler. Bu olay ilginç bir hal alacakmış gibi hissediyorum. Öldürülen kadının, kendi yaşlarına yakın bir kadın arkadaşı varmış. Dün gece de buradaymış. Kapıcı, alışverişten dönerken kapıda kadınla karşılaşmış. Gecenin bir yarısında Merkez’i arayan bir kadın sesiymiş. O kadını bulmalıyız. Adli tıptan bilgiler de gelecek.

“Günüm kötü geçti. Canım sıkıldı otel odamdan çıkıp dolaşayım dedim. Hava soğuktu. Yağmur da başladı. Caddede pek dolaşamadım. Kapalı bir yere girdim. Çay içtim. Yine düşüncelere daldım önümdeki deftere bakarken. Aklıma bir şey geldi. Hemen not almalıyım dedim, her şey uçuştu. Yağmur devam ediyordu, odama döndüm. Otele gelirken her taraf, sokaklar şiirsel gerçekçi tat verdi bana. Jean Gabin’in oynadığı o eski polisiyeleri düşündüm. Yollar ıslak, vitrin ışıkları yere yansıyor. O gün, o sabah aklıma geldi. O gün hastalanmasam, işten izin almasam ne olurdu? Belki de hiçbir zaman bilmeyecektim. Ama artık biliyorum. İşten eve gelirken hava kasvetliydi. Eve gidince karım beni görünce sevinecek mi, diye düşüncelere de dalmıştım o sabah. Zili çalmadım. Dairenin kapısını anahtarımla açtım. İçeride müzik sesi vardı. Karımla çok sevdiğimiz bir şarkıydı. Frank Sinatra’nın söylediği “My Way” şarkısı her yeri kaplamıştı. Banyodan sesler de duydum. Banyonun kapısına geldim, açıktı. İçeri başımı uzattım. Duşun altında karımla, uzun boylu yazar sevişiyorlardı. Adam, kocaman elleriyle karımın ipeksi bembeyaz tenini koparır gibi okşuyordu. Buna benzer anı bir romanda okumuştum. Filmini de çekmişlerdi. ‘Umut Işığım…’ Romanın adı buydu. Amerikalı yeni bir yazarındı hatırladığım. Dejavü yaşıyordum sanki.  Daireden çıktım. Ne yapmalıydım? Bilmiyordum. O an çıkıp bir daha geri dönmemek geçti. Öyle yaptım. Salaş bir otele gittim, bir oda kiraladım. Cep telefonumun sim kartını çıkardım, cüzdanıma koydum. Defterimi çantamdan aldım…”

Otopsi ve delilleri okudum. Maktulü, bir kadının sürükleyerek banyoya götürebilmesi imkânsızdı. Orada daha güçlü biri daha vardı. Maktulün kadın arkadaşını Merkez’e getirttim. Küçük bir sorgulamadan sonra o güçlü şeyi buldum. Bir erkek. Bu da kıskançlık cinayetlerinden biriydi. Sevgilisini bir kadınla paylaşmaya tahammül edemeyen adam, kıskançlık krizine girerek bu vahşi cinayeti işlemiş. Bir vakayı daha çözdük. Zor olamadı.

“Buraya kadar. Bir hafta oldu. Ne eve ne de işe uğradım. Karımı ve âşığını kendi dünyalarında baş başa bırakıp gitmeliyim. Buraya gelirken yanımda uyku hapları da satın aldım eczaneden. Bir tüp. Hepsini içip, sonsuzluğa doğru yolculuğa çıkmalıyım. Karıma mutluluklar diliyorum. S ölüyor”

                                                   -3-

Geçmişi vardı…

S’nin geçmişini, yaşadıklarını merak etmeye başladım. Toprağa verildikten bir hafta sonra evine uğradım. Karısı daireden taşınıyordu. Pek üzgün hali de yoktu. Eşyalar kamyona yüklenirken, lüks arabanın yanında uzun boylu adam ayakta bekliyordu. Kadın da kamyona eşyaları yükleyen işçileri kontrol eder gibi izliyordu. Yüzüne tarif edilemez mutluluk sinmişti. Düşündüm, S’yi neden seçmişlerdi? İlişkilerine ihtiras katmak için mi? Kadınlarla erkeklerin aralarındaki oyunları çözebilmek, bir cinayeti çözmekten daha zor. Dişi yumuşaklığı, bu sert hayatıma hakiki anlam katabilirdi belki. Oradan ayrıldım, işyerine gittim. Yayıneviydi. S, orada editördü. Soruşturdum. Fakültede edebiyat okumuş. Yazarlığa hevesi varmış. Yaratıcı tarafları azdı herhalde editörlüğe kapağı atmış diye düşündüm. İnsanların çalışması gerekiyor. Karısıyla da bir kitap tanıtımında tanışmış. Karısı bir dergide kültür servisinde çalışıyormuş. Tiyatroya da meraklıymış. Aşk doğmuş. Ölene kadar beş yıl kadar sürmüş bu beraberlik. O uğursuz güne kadar. Bunlar yeterli değildi. Ne yapmak istiyordum ki? Ölü adamın romanını mı yazacaktım? İşyerinde de bir defteri daha vardı S’nin. Rica ettim, verdiler. Sonra yine onlara vereceğim bendeki defterle beraber.

                                                   -4

Defter iki…

“Loş ışıkta gözlerine yazdım / Pencere kapalı / Kapı kapalı / Dünya bu oda / Gökyüzü sadece tavan / Yıldızları göster bana…

Tanrı’ya inanıyorum. Dinden korkuyorum. Futboldan korkuyorum. Fanatikler insan öldürüyor. Ne uğrunaydı? Hiçlik mi? Hiçlik boşluk muydu? Uzayda boşluktan anlamlar doğuyor. İnsanın boşluğundan ne doğuyordu? Kafka’nın “Dava”sıyla Orwell’ın “1984”ünü okudum aynı zamanda. Boşluğa düştüm. Korktum. Ürperdim. Hepimiz birer K mıyız burada? Ben S’ydim. ‘Büyük Birader’ her taraftan bizleri mi gözlüyordu şimdi? Ben de yazabilir miyim? Aşkı yaşamadan aşk yazılabilir miydi? O tutkuyu, ihtirası ve coşkuyu. Kelimelerim bir kısırdöngüye dönüşüp hep aynı şeyleri mi anlatacaktı? Hangi kelimeyi en çok kullanırdım? Kadını mı? Yoksa ölümü mü? Kendimi yorgun hissediyorum. Sabah oldu. Her şey dünkü gibi olacak. Yol üzerinde simit alacağım. Çay ocağına gideceğim. Otobüse binip işe gideceğim. Karılaştığım insanlara ‘Günaydın’ diyeceğim. Bilgisayarımı açıp uzun boylu yazarın polisiye metinlerini gözlerimle takip edeceğim. Yayımlanması gerekiyor. Yazar iyi polisiyeler yazıyor. Kelimeleri kışkırtıcı. Bunlar buralarda yaşanır mıydı, diye düşünüyorum. Paris’in Montparnasse mahallesine veya New York’un Queens bölgesine daha iyi giderdi herhalde. Okurlar uzun boylu yazara değer veriyorlar. Önemli olan bu değil miydi? Değer vermek…”

Ben de A’yım. S’nin defterlerinde göz gezdirirken şehir de boş durmuyor. Suçlar, cinayetler işleniyor. Ben ve arkadaşlarım da peşlerine düşüyoruz suçluların. Kanlı bir cinayeti soruşturmasını yürüttüm. Yerde kanlar içindeki adamın trajik görüntüsü beni etkiledi. Soruşturmayı derinleştirdik. Adam kredi batağına batmış. Bu illetten kurtulmak için acemice bir hata yapmış. Şirkette zimmetine para geçirmiş. Diğer muhasebeci bir şeylerin yanlış olduğunun farkına varmış. Patron, polise başvuracağına mafyavari işi çözmeye çalışmış. Sonuçta, suç ve deliller bir arada toplanınca suçluya ulaşabildik.

“Uzun boylu yazarın polisiye romanını bastık. Tanıtım kokteylinde onu, M’yi gördüm. Ufak tefekti. Bembeyaz teni, düz siyah saçları küt tarzdaydı. Dizlerinin üzerindeki eteğin altında kalan bembeyaz bacakları sütundan daha düzdü. Elbisesi askılıydı ve beyaz zarif kolları büyülüyordu. Birden gözlerim hafifçe gözlerine takıldı. O da fark etti ve bana baktı. Gülümsedi. Dişleri inci gibiydi. Bana doğru yürümeye başlayınca kalbimin atışları birden hızlandı. İnce ve dişi sesiyle selâm verdi.

“Zihnimden şu dizeler düştü:

‘İnce zarif beyaz yolda yürüdüm / Yürüdüm / Bayıra doğru / Yoruldum / Tepede dinlendim / İki tepeden sonsuz ovaya baktım / Yürüdüm / Kanyon arasında cenneti gördüm / Mağaraya girdim / Huzuru buldum…’

Birkaç gün sonra yayınevini aradı. Yazarımızla görüşme yapmak istiyormuş. Sonraları telefonları sıklaştı. Yakışıklı ve uzun boylu değildim. Ama onu etkilemiştim. Bir kadını etkilemek ayrıcalık mıydı? Seçilmiş biri miydim? Görüşmelerimiz arttı. Aşk büyüdü. Çok geçmeden evlendik. Daireme taşındık. Mutlu mesut günlerimiz kederli günlerimizden çoktu. Mutluyduk!..”

Ben yalnızım. Suçluların peşinde koşarken hayatımı erteliyor muyum? Beni böyle büyüleyen bir kadın karşıma hiç çıkmadı. Belki de ben farkına varmadım. S gibi ben de yalnız kaldım hayatta. Yakınımda kimsem yok. Kırkıma yaklaşıyorum. Kendimi Sherlock Holmes mu sanıyordum ki? Bu dünyanın kötülüğünü ben mi temizleyecektim?

                                                      -6-

“Karımla bir film gördük. O, filmden biraz ürktü. “Dalgıç ve Kelebek”ti filmin adı. Fransa’da geçiyordu. Paris’te bir derginin editörünün hayatı bir sabah mahvoluşa gidiyordu. Bu sabahın da önceki sabahlardan farkı yoktu. Arabasının kapısını açıyor, direksiyon başına oturuyor ve birden donuyordu. Sadece gözlerini oynatabiliyordu editör. Hemşirenin desteğiyle gözleriyle kitap da yazıyordu. Bir insan trajedisiydi. Hiç kimse bundan uzak değildi. Ayrıcalık da değildi. Hayatımı sorgulattı bu trajedi. Ölünce geride ne bırakacaktım? Bir eser yazmalıyım, dedim. Evde film izlerken, tesadüfen Kubrick’in “Katilin Busesi” filmi gözüme çarptı. Karım polisiye roman ve filmlerini biriktiriyor. Filmi izledim. Büyülendim. Bu yıllanmış film, şarap gibi daha da değerlenmişti sanki. İki yalnız insanın yollarını kader birleştiriyordu. Sisler içindeki şehirde zorlukları aşıp hak ettikleri aşka ulaşıyorlardı. Bu polisiye filmdi. Aşk filmlerinden daha derin anlatıyordu aşkı. Yazmalıydım. Eserin adı ‘Yollarda’ olmalı. Evet öyle olmalı…

‘Öğleden sonraydı. Gökyüzü grileşmişti. Atıştıran yağmur yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Eski model mavi arabasının içinde huzurlu görünüyordu. Yağmur hızlanınca önünü görebilmek için yağmur sileceklerini çalıştırdı. Önünde ıslak yol uzanıyordu. Şehre yaklaşmıştı. Yüzüne tarif edilemez bir gülümseme oturdu…’

                                                    -7-

Yollara düşmek…

S’nin defterinde kelimelerle yollara düşerken, S’nin hayat yoluna düştüm istemeden. Nevi şahsına münhasır bu insanda beni çeken neydi? Merak mı? Bu şehri hiç terk etmemiş. Hatta bu şehrin birçok semtini bile gördüğünden emin değilim. 

“Karanlık erken çökmüştü şehre. Sokağa girdi. Pencerelerden yansıyan ışıklar yola düşüyordu. Yağmur azalsa da yağıyordu. Arabasının farlarını söndürdü. Kapıyı açtı, dudağındaki sigarayı ıslak yere atı. Kapıyı örttü. Anahtarla kapıyı kilitledi. Apartmanın kapısına doğru yürüdü.

Evde kendinden başka kimse yoktu. Koltukta oturmuş, elinde bir kadeh kırmızı şarap da vardı. Bir yudum aldı, kadehi önündeki sehpaya bıraktı, sehpanın üzerindeki sigara paketini aldı, bir tek sigara çıkardı, ağzına götürdü, çakmağıyla sigarasının ucunu kızarttı. Televizyonun uzaktan kumandasına uzandı, kanallar arasında dolaştı, bir belgesel kanalına gelince durdu. Belgeselde leoparlar anlatılıyordu. İlgisini çekti. İlk defa anne olan dişi leopar, acemiliklerine rağmen yavru oğlunu büyütmeyi başarmıştı. Yollarının ayrılma zamanı gelmişti. Şarabından bir yudum aldı. Sigarasının dumanını içine çekti, dumanlar ağzından ve burnundan dışarı çıktı. Sigarayı sehpanın üzerindeki kül tablasında söndürdü.

Yatakta sağ taraftan sola doğru dönerken, yatağın yaylarının sesiyle uyandı. O sırada zil sesini de duydu. Bir an telefon sandı, komodinin üzerindeki cep telefonuna baktı, ışık görmedi. Uyku sersemiydi. Zil sesi ısrarlıydı. Kapı zili olduğunu anladı. Yataktan doğruldu. Odanın kapısına doğru yürüdü. Salonun ışığını yaktı. Gözü duvar saatine ilişti. Saat dördü gösteriyordu. Zil ısrarla çalınıyordu. Kapıya geldi. “Kim o” dedi. “Polis” dedi kapının öbür tarafındaki ses…”

S, karısını seviyor. Onunla aşkını ilk günkü yaşayabilmek için polisiye denemesine bile girişmiş. Aşk, evet aşk böyle bir şey olmalı.

“Sorgu odasında iki sivil polis onu sorguluyorlardı. Dün, öğleden önce on birde nedeydi? Şehir dışında olduğunu söylüyordu. Karısının nerede olduğunu sordu saçları kısa kesimli polis. “Eve geldiğimde yoktu. Bana bir şey demeden istediğini yapabiliyordu” dedi emin bir sesle. Polis, “Merak etmedin mi?” diye ısrarla sordu. “Yok, yok etmedim. Özgür kadındı o” dedi. “Dün sabah onda ne yapıyordun?” diye sordu saçı biraz daha uzun olan sivil polis. “Şehir dışına çıkıyordum arabamla. İlaçları müşterilere sunmak için. Sanırım on buçuk sıralarında şehirdeydim” dedi. “Tanığın var mı, senin o saatlerde orada olduğuna dair” diye sordu polis. “On biri çeyrek geçeydi sanrım, bir lokantaya gittim. Karnım acıkmıştı” dedi…”

İlginç bir hikâyeye benziyor. Klasik bir konu olsa da, heyecan duymaya başladım.
“İlhamım yok bugün. Yazmıyorum. Agatha Christie okumalıydım şimdiye kadar. Neden hiç okumadım ki? Yazarken tıkanıyorum…”

Hikâye burada mı kesiliyor? Meraktan kıvranıyorum. Acaba nasıl devam ederdi? Kalemi ben mi alsam? Kelimelerim hiç de güçlü sayılmaz. Bu hikâyenin gizemine de bozmak istemem.
                                                           
                                                       -8-

Kadın öldü…

Islak otobanda arabasını sakince süren Ali Sami’nin yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yerleşmişti. Arabasının ön camına vuran yağmur damlalarını temizlemek için yağmur sileceğini çalıştırdı. Akşam çökmek üzereydi. Gökyüzünü gri bulutlar kaplamıştı. Otuzlu yaşlarındaki Ali Sami, bir ilaç firmasında çalışan bir dağıtımcıydı. Küçük minibüsüyle şehirlerdeki eczanelere, hastanelere ilaç taşıyordu. Evli değildi. Ama hayatında Celile vardı. Ayrı evlerde kalıyorlardı. Kendilerini özgür bırakmışlardı. Celile, şehirde bir bankada çalışıyordu. Tanışmaları da beklenebileceği gibi öyle romantik olmadı. Ali Sami, Celile’yle tanıştıkları o gün şehirde eczaneleri dolaşıyordu. Gittiği eczanede Celile de vardı. İlaç istiyordu, ama eczane reçetesiz vermiyordu. Konuşmalarına kulak misafiri olan Al Sami, dışarı çıkan Celile’yle konuşma cesaretini buldu. Aslında eczanede onun yüzüne alıcı gözle bakmamıştı. Ama ne olduysa birden gözleri Celile’nin gözlerine kenetlendi sanki. Celile’nin gözleri simsiyahtı. Ali Sami, titrek sesle ona istediği ilacı verebileceğini söyledi ona. Celile, ince dişi sesiyle teşekkür etti. İşte böyle tanıştılar. Günler, haftalar, hatta aylar geçti. Çok geçmeden arkadaşlıkları aşka dönüştü.  Celile evlenmeyi bırakın, aynı evi paylaşmayı bile istemedi. Özgür ruhluydu o. Ali Sami, bu fikir ona tuhaf gelse de Celile’yi kaybetmemek için onun bu düşüncesine karşı çıkmadı. Ama yine de kafasında o kuşkuyu önleyemedi. Başka erkekler de mi vardı? Olabilir miydi? Celile’yi bir dedektif gibi gizlice takip etti bir gün. Bir şey göremedi. Sabah işe gidiyor, çalışıyor, akşam da minibüsüyle dairesine dönüyordu Ali Sami. Ondan kuşkulandığı için de kendine kızmıştı.

Celile’yle son haftalarda görüşmeleri de azalmıştı. Celile ondan kaçıyordu. Kendinden bir şey mi saklıyordu? Bilemiyordu. Hep zihnindeydi. Ali Sami, onu özlüyordu. En çok da aklından sevişmeleri geçiyordu sürekli. Beyaz dişi teni ve kokusunu şu an bile hissedebiliyordu. Acı ses duydu birden. Klakson sesiydi. Önüne baktı. Bir ışık geçti önünden. Direksiyonu sağa kırdı. Yoldan çıktı, frene bastı. Bir süre, yağmur damlalarıyla kuşatılmış ön cama baktı.
                                                         
                                                           ***

Minibüs sokağa girdi. Gecenin bir yarısı olmuştu. Yarın izinliydi. Evde özgürdü. Ali Sami, minibüsü apartmanın önüne park etti. Farları söndürdü. Kontağı kapattı. Dışarı çıktı, anahtarıyla minibüsün kapısını kilitledi.

Asansörden dışarı çıkan Ali Sami, dairenin kapısına geldi, anahtarıyla kapıyı açtı, içeri girdi, kapıyı örttü.

Salonda televizyon karşısında koltukta oturan Ali Sami, elindeki uzaktan kumandayla kanallar arasında gezinip durdu. Ali Sami’nin gözleri yorgunluktan kapanıyordu. Buna dirense de iradesinin dışındaydı her şey. O burada olsa, bu yorgunlukla onunla sevişebilir miydi? Sevişebilirdi. Onunla olduğu her anı değerlendirirdi, kıymetini bilirdi.

Yatakta sağ tarafa doğru dönerken, zil sesiyle uyandı. Cep telefonunu salonda mı unutmuştu? Eli, komodinin üzerindeki abajura uzandı, ışığı yaktı, cep telefonu buradaydı. Zil ısrarla çalıyordu bir taraftan. Saate baktı. Terliklerini giydi, yatak odasından dışarı çıktı. Dairenin kapısını açmadan, “Kimsiniz” dedi. Dışarıdaki ses, “Polis” diye karşılık verdi.

                                                            ***

 Polis merkezindeki sorgu odasında iki sivil polis, sandalyede oturmuşlar ve karşılarında oturan Ali Sami’yi sorular soruyorlardı. Aslında soruları sesi kalın olan polis soruyordu.
- Dün öğleden sonra ikiyle beş arasında nerede olduğunuzu hatırlıyor musunuz?
- Şehir dışındaydım. İlaç dağıtımı yapıyordum. Ne oldu? Neden buradayım?
- Soruları burada biz sorarız. Sonra?
- Sonra da dağıtım yaptım birkaç eczaneye. Minibüsü katlı otoparka bıraktım. Bu şehre her gittiğimde uğradığım lokantaya gittim.
- Saat kaçtı?
- Sanırım dördü geçiyordu.
- Ne kadar kaldınız? 
- Bir saat sanırım.
- Buraya ne zaman döndünüz?
- Lokantadan çıktıktan sonra parktan minibüsümü aldım, oyalanmadan yola çıktım. Yağmur başlamıştı. Hatta yolda kaza bile yapıyordum.
- Dikkatiniz mi dağıldı?
- Sanırım düşünüyordum.
- Neyi?
- Celile’yi, şey kız arkadaşımı. Birden aklıma gelmişti. Epeydir aramıyordu.
- Celile Hanım’ın başına ne geldiğini biliyor musunuz?
- Hayır. Bir şey mi geldi?
- Dün evinde ölü bulundu.
- Ölü mü?
- Hı… Ölü. Kalbine bıçak saplanmış.
- İyi insandı. Ama hep benimle arasına bir mesafe koydu. Özgür kadındı. Birkaç ay önce ona evlenme teklifi yapmıştım.
- Kabul etmedi mi?
- Etmedi.
- Siz de bunu onur meselesi yaptınız ve…
- Hayır onur meselesi yapmadım. Fazla görüşmedik. Mesafe koyuyordu.
-İlişkiniz nasıldı?
- Benim evime uğruyordu. Arada bir.
- Sonra?
- Sonrası yok. Birden karşıma çıkıyor, kendini hatırlatıyordu işte.
- Ali Sami Bey, şimdilik bu kadar, şehri terk etmeyin. Serbestsiniz.

                                                    ***

Ali Sami, evinin salonunda koltukta yüzüne inmiş kederle ”Ölmüş” diye mırıldandı, gözleri ıslandı. Yerinden kalktı mutfağa gitti. Buzdolabının kapısını açtı. Buzdolabının içine baktı, gözü kırmızı şaraba ilişti. Şarabı aldı, tapasını çıkardı, şişeyi kafasına dikti. Şişeyle salona girdi, koltuğa oturdu. Şarap şişesinden bir yudum daha içti. Aklına Celile’yle seviştiği anlar geldi. Onun ince beyaz boynunu düşündü, “Kuğu boyun” dedi içinden. “Bembeyaz teni vardı. Böyle pürüzsüz ve beyaz bacaklı bir kadın var mı bu yeryüzünde” diye mırıldandı. “Neden onun çıplak vücudunu düşünüyorum? Bir ölü cinsel arzu uyandırır mı” dedi kendine. “Ben sapık mıyım” diye düşündü. Onu arada bir gördüğü için böyle olduğuna ikna etti kendini.

                                                     ***

Yağmur atıştırıyordu, ama soğuk kırılmıştı. İstiklâl Caddesi’nde kalabalıklar içinde türlü düşüncelerle yürüyen Ali Sami, “Polis beni neden aramadı hâlâ” dedi içinden. Tam beş gün geçmişti o sorgudan beri. Üç gün önce de izne ayrılmıştı. Celile’nin ölümü ona suçluluk duygusu da yaşatmaya başladı öğrendiği günden bu yana. Seviştikleri anlar sürekli zihninde dolaşıyordu. Galatasaray’ı geçti, Tünel’e doğru yürümesini sürdürdü. Barselona adındaki pastanenin sokağındaki Manda Batmaz çayhanesine uğradı, küçük bir tabureye oturdu. Fazla kalabalık yoktu nedense. Çay söyledi. Kibritiyle sigarasını yaktı.  Gözü az ötedeki taburenin üzerindeki gazeteye takıldı. Kalktı, gazeteyi aldı, yerine geçti oturdu. Gazetenin ön sayfasında gözlerini gezindirdi. Sayfanın sol alt köşesinde Celile’yle ilgili haberi gördü. “Bankacıya sevgili bıçağı” başlığı atılmıştı. Celile’nin ölümünün kederini yaşayan Ali Sami, biraz kırılmıştı. Demek ki onunla sevgili değildi. “Benimle minnettarlığı için oluyormuş demek ki” diye düşündü. Çayından bir yudum içti. Sigarasını dudaklarına yerleştirdi, bir fırt çekti, duman yüzünü kapladı, sigarayı küllükte söndürdü.

                                                 ***

Kalabalık içinde yürüyen Ali Sami, Beyoğlu Sineması’nın pasajına girdi. Gişeden bilet aldı, sonra da fuayeye indi. Afişlere bile bakmamıştı. Hangi film gösterilecekti bilmiyordu. Önemi de yoktu sanki. Kapıda biletini kestirdi. Hitchcock Kapısı’ndan salona girdi. Yer gösterici sıra numarasını aldı, önlere doğru fenerle koltuğunu gösterdi. Ona para verdi hizmetine saygıdan. Gidip koltuğuna oturdu. Kalabalık değildi. “Benim dışımda herkes için erken” dedi içinden. Işıklar söndü, film başladı.

Filmden sonra caddede yürürken bunalımı daha da çoğaldı. “Erika, bıçağı ona saplayamıyor, kendi canını yakıyor sonda. Başta da annesine tokat atıyordu. Cinselliğini yaşayamamak insanı psikolojik yönden acıtabilir. Cinselliği yaşamak önemlidir. Piyanist olsanız bile” diye geçirdi içinden. Celile’yi, seviştikleri anları düşündü. Tünel’e geldi. Tramvaya bindi. Vagonda birkaç kız, kendine bakıp gülüşüyorlardı arada bir. Ali Sami de hafifçe gülümsedi.

                                                       ***

Dairesinin kapısını anahtarıyla açan Ali Sami, içeri girdi, kapıyı örttü, bir süre ayakta durdu öylece. Montunu çıkartıp astı. Ayakkabılarını çıkarttı, terliklerini giydi, salona gitti. Televizyonu açtı. Mutfağa gitti. Buzdolabını açtı, tavuk kanatlarını aldı. Fırın tepsisine yerleştirdi. Kanatların üzerine tuz ve biber ekledi. Fırının derecesini ayarladı, tepsiyi fırına koydu.

Televizyonda vahşi doğa belgeselini izlerken, masada kanatları yiyordu Ali Sami. Beş yavrusunu tek başına yetiştiren anne çita onu etkiledi. Duygulandı bir ara. Kendi yalnızlığını düşündü. Şarap kadehinden bir yudum aldı. Sigarasını yaktı. Tabağını mutfağa götüren Ali Sami, sonra banyoya gitti. Soyundu. Duşu açtı. Avucuna şampuan döktü, saçını köpürttü. Aklında Celile vardı. Celile’nin dümdüz pürüzsüz bembeyaz bacaklarını düşündü. Onu hayal ederek hazzı aradı. Sonra suçluluk hissetti.

                                                     -9-

Ali Sami gözlerini açtı. Yataktaydı. “Hepsi rüyaymış” diye mırıldandı. “Kadın öldü” diye de ekledi. Gözlerini yumdu, her yer karanlık oldu.

                                                      ***

Ali Sami, arada bir geldiği çorbacıda sıcak tavuk çorbasından bir kaşık alıp ağzına götürürken, gözleriyle etrafa bakarak adeta insanları inceliyordu. Sabahın bu erken saatlerinde çorbacının bu kadar kalabalık olmasına akıl sır erdiremiyordu. Saat yediyi biraz geçiyordu. Daha önceleri çorbacıya bu kadar erken gelmemişti. Çorbacı, İstiklâl’de Ağa Camisi’nin karşısındaki Sadri Alışık Sokak’taydı. Ali Sami, Sadri Alışık’ı çok severdi. Arada bir bu çorbacıya geldiğinde Sadri Alışık’ı da anmış oluyordu. Ali Sami, çorbasını bitirdikten sonra ağzını peçeteyle sildi. Masadan kalktı. Cüzdanından yirmi lira çıkartıp uzattı. Adam parayı aldı, masasının çekmecesini açtı, parayı bıraktı, beş lirayı Ali Sami’ye uzattı. Parayı aldı. Orada bozuk para kavanozuna gözü takıldı. Bir lirayı kavanozun içine attı, adam “Teşekkür ederiz” dedi. Çorbacıdan çıktı. İstiklâl’de kalabalığa karıştı. Cadde o kadar kalabalık değildi. Galatasaray yönüne doğru yöneldi. Cebinden sigara paketini çıkardı, kibritiyle sigarasını yaktı. Buraları, bu saatte kalabalık olmuyordu herhalde. Sigarasından bir fırt çekti, dumanlar ağzından ve burnundan dışarı çıktı.

                                                           ***

Ali Sami, Manda Batmaz çayhanesinde tabureye oturdu. Bir çay söyledi. Sigarasını yaktı. Gözleri cadde tarafındaydı, tanıdık bir yüzü görebilme umudu için. Herkesin herkesle karşılaştığı bu caddede, o bildik bir yüzle karşılaşamıyordu. Belki bugün o bildik yüzlerden biriyle karşılaşabilirdi. Çayından bir yudum alırken, ne zaman yemek yiyebileceğini düşündü. Birkaç saat sora mıydı, yoksa iki gün sonra mıydı? Bilmiyordu. Cebinde beş lira kalmıştı. Bu yudumladığı çayın ödedikten sonra cebinde ne kadar kalacaktı ki? Hava soğuktu. Yağmur yağabilirdi. Caddeden geçenlerin içinden tanıdık bir yüzü fark edemedi oturduğundan bu yana. Bir sigara daha yaktı. Bu da son paketiydi.

                                                           ***

İstiklâl’de beşinci turunu tamamladı Ali Sami. Hiç tanıdık bir yüzle karşılaşmadı. Cebinde kaç lirası kalmıştı? Aynı evde kaldıkları arkadaşı ona yirmi lira vermişti. Çoğu da eriyip gitmişti. Duvar kâğıtları sıyrılmış, pencerelerinde perde olmayan bir evde kalıyorlardı. Kirası düşüktü.  Neredeyse eşya da yoktu. Doğru düzgün banyo da yapamıyordu. Arkadaşı hamama gidebiliyordu. Para temiz de tutabiliyordu. Çamaşır yıkama sorunu bile vardı. Artık kış gelmişti. Ev soğuktu. Kadınları düşündü. Bazen onlara bakarken mahcubiyet duyuyordu. Caddede yanından geçip giden kızlar o kadar uzaktaydı. Mars gezegeni daha yakındı onun için. Küçük hikâyeler karalayan Ali Sami, “Hayatımda tek varlık kelimeler” dedi içinden. “Ama beni aç bırakıyorlar” diye de ekledi. Hikâyelerini hiçbir dergiye ulaştıramıyordu. Ne bilgisayarı ne de daktilosu vardı. Karnı acıkmıştı. Evde hiçbir şey yoktu. Bu kuru kalabalık içinde tanıdık yüze de rastlamadı. “Beni görmezden geliyorlardır” diye geçirdi içinden. “Kimse kimseyi çekmiyor bu sert şehirde. Açlıktan ölseniz, sokaklara düşseniz kimsenin umurunda olmaz. İnsanın dostları yok. Kendimi Raskolnikof’tan daha yalnız hissediyorum” diyerek karamsar düşünceler zihninden geçip gitti Ali Sami’nin.

                                                               ***

Dairenin kapısını örttü, holde bir süre ayakta durdu, kederler içine düştü. Ne yiyecek ne de içecek bir şey vardı. İçerisi soğuktu. Arkadaşı gecenin bir yerinde gelirdi. Belki de gelmezdi. Akşam çökmek üzereydi. Salona girdi, ışığı yaktı, salona baktı. Masada, yazı yazdığı defter duruyordu. Mutfağa gitti. Dolap kapaklarını açtı baktı. Bir şey yoktu. Çekmeceye baktı. İki küçük pakette kreması ve şekeri içinde olan kahve vardı. Çeşmeden çaydanlığa az su koydu. Piknik tüpünü yaktı. Gazı idare ederdi hep.

                                                           ***

Kahvesini yudumlayan Ali Sami, bir sigara yaktı. Gözleri, salonun boş duvarlarında dolaştı. Tuhaf bir tedirginliğin içine düştüğünü hissetti. Yalnızlık bir keder gibi çöktü üzerine. Defterini açtı. Daha önce yazdığı kelimelere baktı. Zihni boşalmış gibiydi. Hikâyesine, “Cennet Ne Taraftaydı” adını vermişti. Başkarakteri biraz kendini çağrıştırdığını düşündü. Hiç farkında olmamıştı. Mantar olmak istedi. Mantarlar hayatı sürdürüyorlardı. Ormanlarda düşen yaprakları toprağa dönüştürüp ağaçlara yenilenme yaşatıyorlardı. Canlılara da besin oluyorlardı bir de. Ya kendisi ne oluyordu? Karakteri, bu hayatta her şeyini yitirmiş zavallı biriydi. Gidecek hiçbir yeri yoktu. Hatta selâm verebileceği kimse de kalmamıştı. Bu koca yorgun şehirde yapayalnızdı Ali Fuat. Üç gündür bir şey yememişti. Sadece su içmişti cami çeşmelerinden. Sokaklar onundu. Kendi gibi yalnız Ali Fuat’ın hikâyesini nereye kadar taşıyabileceğini düşündü? Cennet gerçekten ne taraftaydı? Bu dünyada cenneti zihninde yaşamış Ali Fuat, o ütopyaya ulaşabilir miydi? Cennet ne taraftaydı? Doğuda mıydı, yoksa batıda mıydı?

                                                      -10-

Cennet ne taraftaydı?

Akşam çökmek üzereydi. Bugün soğuk daha çok ısırıyordu. Elleri ceplerinde, kalabalık İstiklâl’de bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu Ali Fuat. Karnının tam ortasında bir ağrı yumruk gibi oturmuştu. Bu ağrı hiçbir ağrıya benzemiyordu. Yemekleri camdan görünen lokantanın önünden geçtiğinde, yemeklerin insanı mahveden büyülü kokusunu aldı. Durdu. Yemeklere baktı. Sıralanmışlardı. Gel bizi ye, gibi diyorlardı sanki ona. Yürüdü, ilk sokağa girdi. Fazla aydınlık değildi sokak. Yürüdü. Üşüyordu. Canı sigara da çekmişti. Bir binanın kapısında merdivenleri gördü. Merdivenlere oturdu. Yer buz gibiydi. Bacaklarını toparladı, topalak bir böcek gibi oldu. Gözleri ağırlaştı.

                                                      ***

 Her taraf karanlıktı. Uzaklarda bir ışık gördü. Karanlıkta önünü görmeden ilerlemeye başladı Ali Fuat. Yürümesi uzun sürdü. Sanki hiç bitmeyecek gibiydi. Işığa geldiğinde, buradan ateş fışkırdığını fark etti. Birden bir şey oldu, bir ateş çemberinin içinde buldu kendini. Yer çöktü. Sonsuz karanlığa düştü ve dibi yoktu sanki bu çukurun. Yanardağ lavının içinde buldu kendini. Son aklına gelen şey “Cehennem” oldu. Sarı-turuncu lav onu yuttu.

                                                   ***

Ali Fuat gözlerini açtı. Bir odadaydı. Beyaz giyimli erkekler ve kadınlar vardı. Bulanıklık dağılmaya başladı. Hastane gibi bir yer diye düşündü. Sokak aklına geldi. Soğuktu. Burası sıcak ve güvenliydi. Hemşire ona bir hap içirdi. Ali Fuat hiçbir tepki göstermedi. Gözleri ağırlaştı, her taraf karanlıktı.

                                               ***  

Minibüsle spor salonuna getirdiler Ali Fuat’ı. İç çamaşırı verdiler. Sıcak banyo yaptı. Sıcak yemek yedi. Spor salonunun içinde bir dolu yatak vardı. Boş olan birine oturdu. Çevresine baktı. Kendi gibi olan ne kadar çok insan olduğunu düşündü. Belediye, evsizleri soğuk havalarda toplayıp böyle yerlere getiriyordu. Kendi de evsizdi. Her şey ondan o kadar çabuk uzaklaşmıştı ki. Kadınını, işini ve evini kaybetmişti. Kimseye kızmak için kendini güçlü hissetmiyordu. Hava düzelince yine sokaklar onu bekliyordu. Ne yapacaktı? Sokaklarda aylak aylak dolaşıp duruyordu. Aç kalmak ürkütücüydü. Tekin de değildi sokaklar. Hayatı, bir kısırdöngüyle mi akıp gidecekti böyle?

                                                       -11-

Ali Sami defteri kapattı. Duvardaki saate baktı. Saat gecenin onunu gösteriyordu. Arkadaşı gelmemişti. Karnı da çok acıkmıştı. Ayağa kalktı. Salondan çıktı. Odasına gitti, ışığı yaktı. Yer yatağının altından açık seçik resimler olan dergiyi aldı. Resimlere baktı. Kadınları düşündü. Işığın önünde dişi kıvrımlar zihninde oluştu. En çok kadınların neresi onu büyülüyordu? Beyaz düz bacağın diz arkasındaki o çizgiler mahvediyordu onu. Dergiyi yatağın altına koydu. Dışarıdan sesler geliyordu. Pencereyi açtı, aşağıya baktı. Gençler, yeni yıl için şarkılar söylüyorlardı. Bugün yılbaşıydı. Unutmuştu.

                                                    -12-

Çıkış neredeydi?

Ali Sami, gecenin derinliğinde İstiklâl’de kalabalığın içinde kederleri yüklenmiş gibi ağır adımlarla yürüyordu. Hava soğuktu. Yerler de ıslaktı. Ağzında son sigarası vardı. “İnsanlar ne mutlu” dedi içinden. “Hiç bildik bir yüz yok aralarında” diye düşünürken, ışıklandırılmış caddeden sokağa girdi. Yılbaşı gecesinde mutlu insanlar bu sokağı da doldurmuşlardı. Yanlarında sevgilileri olan genç adamlar çok mutluydular. Kadınlar ve kızlar da mutluydular. “Bu sokakta tanıdık yüz bulabilir miyim? Sanmıyorum. Herkes mutlu. Sevişecekler. Yeni yılın ilk sevişmeleri. Yıl boyu sürmesini dileyecekler” diye geçirdi aklının dehlizinde. Sokakta yürürken, gözü camdaki yazıya ilişti. “Bulaşıkçı aranıyor” yazıyordu. Cebinde birkaç lira olan, sigarası bitmiş, karnı aç Ali Sami, lokantaya girdi. Hiç düşünmedi. Her şey birdenbire oldu. Masada oturan lokanta sahibine götürdüler. “Bulaşıkçılık” dedi adama. Adam, Ali Sami’ye baktı. Bu iş için geçkinmiş gibi düşünmüş gibi, “Okumuş insana benziyorsun. Bu gibi iş zordur” dedi lokanta sahibi. Ali Sami, “İşe ihtiyacım var”  diyebildi.

Bulaşıklar yığılmıştı. Nasıl yıkanacağını ve durulacağını gösterdiler.  Sabaha kadar bulaşık yıkadı. Arada yemek yedi. Çay ve sigara da içti. Sıcaktı. İnsanlar iyiydi. Bir ay bu işe devam etti. Para biriktirdi. Akşamları işe giden Ali Sami, gündüzleri internet kafeteryada hikâyelerini bilgisayara geçiriyordu. Evdeki arkadaşını da pek görmüyordu. Yazıları bitirdiğinde yeni yıl eskisinden iyi mi olacaktı? Belli olamazdı. İnternet kafeteryanın sahibinden çıkış için yardım istedi. Adam isteksiz davransa da yazıların çıkışını aldı. Tarifsiz mutluluk içini kapladı.

Sokakta etrafına baktı. Yürüdü. Kırtasiyeciye girdi. Telli dosya aldı. Çıktıları orada deldirdi. Çıktıların delikli tarafından tele taktı. Parasını ödedi dışarı çıktı. Elinde dosyası vardı.

                                                   ***

Ali Sami, koltuğunun altındaki dosyasıyla sokakta yürüdü. Tavuk şişler gördü. İçeri girdi. İkiye böldürdüğü tam tavuğu paket yaptırdı. Oradan büyükçe pidede de aldı. Eve geldi. Arkadaşı yoktu. Az eşyanın olduğu ev bomboş görünüyordu. Salondaki masanın üzerine paketi bıraktı. İçindekileri çıkarttı. Mutfağa gitti. Çaydanlığa su koydu. Tüpü yaktı. Çaydanlığı üzerine koydu. Demliğe bir avuç da çay döktü. Mutfaktan çıktı.

Tavuğu, daha önce yememiş gibi yedi. Hepsini bitiremedi. Pidede de kalmıştı. Onları poşetin içine koydu, mutfağa bıraktı. Çaydanlıkta su kaynamıştı. Demliğe sıcak su döktü.
Pencereden dışarı bakarken, büyük bardağıyla çayını da yudumluyordu. Sigarasından da bir fırt çekti, dumanlar ağzından ve burnundan dışarı fırladılar. Bacadan duman çıkar gibiydi.

Yatakta uyuyan Ali Sami, gözlerini açtı. Oda karanlıktı. Kalktı. Işığı yaktı. Çalar saatine baktı. Saat beşe geliyordu. Sandalye üzerindeki elbiselerini giydi. Odadan çıktı. Mutfakta, geriye kalan tavuğu pidenin üzerine koydu, dürüm yaptı ve yedi. Ali Sami, odasına girdi. Dosyayı aldı. Hikâyesinin yayımlandığı dergiyi de dosyanın içine koydu.

                                                          -13-

“Kederler içindeyim, / Tarifsiz / Şair gibi…

Ali Sami’nin hikâyesini nereye kadar götürebileceğim, bilemiyorum. Bilmiyorum. Bilmiyor muyum? Bilmeli miyim? Evet, bilmeliyim. Ama şimdi bilmiyorum. Sefil bir otel odasındayım. Yapayalnız. Aşağılanmış bir insan duygusunu mu yaşıyorum? Bilmiyorum…”

                                                      ***

Bitti mi?

                                                      -14-
                                 
S öldü…

Masanın üzerine kapaklanmış S’nin ölüsü yarım kalmış hikâye gibi göründü bana. Bu ucuz otel odasında bir tüp uyku hapıyla nihayetlenen yolculuk. Yapayalnız. Resepsiyon çalışanı fark etmese ölüsü günlerce bu soluk odada kalacaktı. Geriye bıraktığı şu defter dışında ne bıraktı S? İncelemeler bittikten sonra o defteri ben de inceledim. Özlem içinde geçip gitmiş bir adam. Aklımda sadece bu kaldı. Kırgın olduğunu da unutmuyorum. Kalbi de kırıldı. Hikâyesi tamamlanmayı hak etti.

                                                    -15-
M aldattı…

Duşun altında uzan boylu adam, serçe kadar zarif ve küçük beyaz teni koca avuçlarıyla adeta eziyordu. Kadının cenneti sunan dudaklarını dudaklarının içinde kaybetmişti sanki. Frank Sinatra’nın söylediği “My Way” şarkısı da salandan geliyordu. Şarkının üzerine kapı sesi duyuldu, ama onlar duyamadılar.


 GECEKONDU CİNAYETİ



                                                         -1-

On beş yıldır cinayet masasında görev yapan komiserdim. Çok şeyler gördüm. Vahşi ölümler. Kıskançlıklar. Boşandığı karısının vücuduna onlarca bıçak saplayanlar. Tecavüzcüler. Çocuk yaştaki kızlara, oğlanlara tecavüz edenler. Tecavüzcülerin az cezayla toplumun içine salınmaları. Bazı şeylere dayanabilmek, benim bile sınırlarımı zorluyordu. Biz yakalıyoruz, hâkim arka kapıdan serbest bırakıyordu. Bazen aldığımız itirafları delil olarak görmüyorlardı. Daha ne yapabilirdik ki? Zanlıya ”istenmeyen davranışlar yapabilme” ihtimalimiz varmış onlara göre. İtirafları nasıl alabiliriz? Güzel güzel, “Ben böyle böyle yaptım” demelerini mi bekliyorlardı? Kirli Harry haklıydı. Onun yöntemleri olmasa suçluların hepsi ellerini kollarını sallayarak içimizde rahatça dolaşacaklardı.

Yardımcımın tayini çıkmıştı. Yanıma toy bir okullu vermişlerdi. Fuat iyi çocuktu. Cinayet masası biraz olsun tecrübe istiyordu. Gerçi vakti zamanında biz de toyduk. Usta baş komiserlerle, Sherlock Holmes gibi delilleri toplayıp, birbirine bağlayarak suçlulara aklanmaları için boşluk bırakmıyorduk. Şimdiyse işin içine adli tıpçılar tamamen girdiler. İyi mi oldu? Eskiden de vardılar. Kendimi, ara sıra da olsa polisiye romanın içindeki polis müfettişi gibi hissettim. Georges Simenon’un komiseri Maigret gibi. Eskiyle yeniyi yan yana gelmeye başladı. Yine de yaptığım işten zevk almadığımı söylersem sizleri yanıltmış olurum. Katilleri çıkışsız bırakmamız lâzımdı. Delilleri aleyhlerine döndürebilmeliyiz. Adli tıp çok gelişti. Bilimkurgu gibi kıldan tüyden DNA’lar çıkartılıyor ve katiller de elle konmuş gibi bulunabiliyor çoğu zaman. Bazılarınız için korkunç gelebilir bu. FBI gibi herkesin parmak izi, DNA’sı, aklınıza gelebilecek her şeyleri veri olarak elimizde. Yoksa bu suçlularla nasıl başa çıkabiliriz ki? Canım sıkıldıkça, Maigret gibi iz sürmelere de devam ediyorum eskiden çözülememiş vakalarda. Sherlock Holmes olmayı da sürdürerek zekâmıza saygı duymalıyız. Georges Simenon ruhu olmalı. Bilim olsun. Zekâ da unutulmasın.

Şimdi ne mi yapıyorum? Malulen emekli oldum. Nasıl olduğunu bilmeye hakkınız var. Şüphelinin peşine takılmıştım bir gün. Hızlı koşuyordu damların üzerinde. O, karşı binaya adeta uçtu. O bunu yapıyorsa, ben de yapabilirim dedim ve maalesef aşağı düştüm. Nereden baksanız üç metreyi geçiyordu yükseklik. Ayaklarım kırıldı. Haftalarca hastanede yattım. Şimdiyse elimde bastonumla rahatça yürüyebiliyorum. İşi bıraktım. Masa başı görev istemedim. Kapatılmış kuşkulu dosyalardan bazılarını okumuştum. Bazılarını bilgisayarıma aldım. Aklıma takılmış bir dosya üzerinde çalışıyorum şu sıralar. Evlenmedim. Gecesi gündüzü belli olmayan bir adamla hangi kadın hayatını paylaşmak isterdi ki? Bir oda, bir salon, küçük bir mutfak, banyo falan olan bir evde yaşıyorum. Polisiye romanlar ve filmler de hayatımdaki varlıklarım. Bir de vaka dosyalarım. Fazla bir şey yok. Babadan kalma mavi Taurus arabamla peşime takılın.

                                                        -2-

Ben Şevket Mengen, nam-ı diğer Şerlok Megre. Emekli komiser. Şu sıralar, beş yıl önce gecekondu cinayetinde derin araştırma yapılmadan katil olarak koca tutuklamış. Mahkeme de delilleri yeterli bulup kocaya on beş yıl vermiş. Dosyayı okurken, bir şeylerin atlandığını fark ettim. Polis, bir şeyi gözden kaçırmış olabilirdi. İşte ben de bu gözden kaçabilenin peşindeyim şimdi. Önce hapisteki kocayla konuşacağım. Güvenini almalıyım önce.

Hapishanedeyim. Samim’le, yani zanlıyla, ben zanlı diyorum, birazdan konuşacağım. Sanırım soruşturmayı yürüten polisin atladığı şeyi bulacağım. Ziyaretçi bölümündeyiz. Rahatlamasını söylüyorum. Kendisinin suçsuz olduğunu da belirtiyorum. Biraz tedirgin, biraz rahatlamış, “Sağolun beyim” diyor. “Arkadaşların vardı değil mi” dedim ve hemen ardından “Eve gelen var mıydı” diye ekledim. “Neden ki” diye karşılık verdi safça. “Abdi vardı.  ‘Bıyıklı’ diyorlardı ona. Ara sıra eve giderdik. Yemek yerdik. Hanım yemek hazırlardı. Rakı da içerdik. İyi insandır. İnşaatta işi de o buldu bana” dedi. “Nasıl tanıştın Abdi’yle” dedim. “İş arıyordum. Mahallenin aşağısındaki işsiz güçsüz kahvede otururken yanıma geldi, masama oturdu, kaç gündür beni süzdüğünü söyledi.” Ben de, “İşsiz mi olduğunu söyledin” diyorum. “He ya. Bir çay param kalmıştı. Sigaram yoktu. Sigara verdi. Sonra hallederiz dedi bana.” Düşündüm. Ardından, “Hemen işe girebildin mi” dedim. “O gün çok geçmeden yanıma geldi. Sabah erken bu kahveye gel. Ocakçıya benim adımı ver. Buradaki işçilerle çalışmaya gidersin dedi. Çok sevindim. Bana elli lira verdi. Kendisinin yarım paket sigarasını da uzattı. Çok sevindim. Fırından üç tane ekmek aldım. Bakkaldan çay, şeker, yumurta, yağ” diyebildi gözleri dolarken. “İyi adamdı Abdi ağa” diye mırıldandı minnettarlıkla. “Eve geldiğinde hiç karına özel davranır mıydı” dedim hüzünle mutluluğun birbirine karışmış bu ruh hali üzerine. “Ne demek abi? Abdi ağa çok iyi insandır. Karım için iyi laflar ederdi” dedi coşkunlukla. “Nasıl ederdi” diye ısrar ettim. “İyi laflardı işte. Şanslı hergele olduğumu söylerdi hep. Gecekondu gülü derdi Halime’ye” dedi ve gözleri boşluğa daldı. Kahvenin yerini öğrendim. Abdi’nin de tipinin nasıl olduğunu da anlattırdım. Artık yarın uğrarım o taraflara dedim kendime, oradan ayrıldım.

Eve geldim. Yemek yoktu. Ben de kendime sahanda yumurta yaptım. Önce tavşankanı çay demledim. Sonra bilgisayarda dosyayı karıştırdım. Halime gerçekten güzel bir genç kadınmış. Jean Seberg’i çağrıştıran yüz hatları vardı. Sanki “Serseri Âşıklar” filminden düşmüş gibi. Samim, gariban, pek de yakışıklı olmayan, Halime’ye göre biraz yaşlı bir adam. Köyde, bazı adamlar Halime’yi dağa kaldırmışlar. Tecavüze uğramış. Jandarma adamları bulamamış. Babası kızını öldürecekken, köylülerden ileri gelenler, babayı ikna etmişler ve Halime, ırgat Samim’le evlendirilmiş. Samim, yol iz bilmeden bu koca şehre gelmiş. Nasılsa bir gecekondu bulmuş. Nerede iş bulmuşsa çalışmış durmuş üç on paraya. Sigorta da yok tabii.

Sonra bir film taktım, izlemeye başladım. “Kader” filminde aşkın en dibe vurmuş hali, insanı insanlıktan çıkaran bir aşkı anlatıyordu. Aşk mıydı bu, yoksa takıntı mıydı? İkisi de vardı. Kadın da serseri olan, geleceğe dair hiçbir düşüncesi olmayan Zagor’a en dibe vurmuş halle âşık. Halıcı genç adam da bu genç kadına aynı tutkuyla bağlanmış. Zagor, sürekli hapishane ve şehir değiştiriyor, kadın da onun peşinde. Elbette halıcı genç de onun peşinde.

Sabah oldu. İşe koyulma vakti gelmişti. Birkaç lokma bir şeyler atıştırdım. Bir neskafe içtim. Bir sigara yaktım. Bilgisayarımda Jean Seberg’in siyah-beyaz fotoğraflarına baktım yine. Akşam “Serseri Âşıkları” izlemeyi düşündüm. Belki izlerdim. Bilgisayarı kapattım.

                                                       -3-

Emektarın motorunu çalıştırdım. Önümde koca köprü vardı. Bu saatlerde epey araba benimki gibi yola çıkmıştır. Sanki arabalar sözleşmiş de toplantıya gider gibi. Sonra bunları aştıktan sonra gecekondudaki kahvehaneye uğrayabileceğim.

Yol sakin. Şu yokuşu dönünce ulaşacağım. Arabayı kahvehanenin yakınına park edebilirim. Evet, çınarın altında masalar var. İnsanlar da. Bir masaya oturdum. Garson geldi bir çay istedim. Çayımı içerken bir sigara yaktım. Etrafta koca bıyıklı birini göremedim. Garsonu çağırdım. Bir çay söyledim ve hemen ardından Bıyıklı’yı sordum. “Birazdan damlar beyim” dedi. Beklemeye koyuldum. Bir sigara daha yaktım. Sigaramın ortasına daha gelmemiştim ki, Bıyıklı kahvehaneye damladı. Selâm verdi ortalığa. Garson beni gösterdi. Bıyıklı yanıma geldi, “Selâmünaleyküm” dedi. Ben de, “Aleykümselâm” diye karşılık verdim.  Masaya oturdu. “Buralardan değilsiniz herhalde” dedi. “Yok” dedim. Biraz lafladıktan sonra, Samim ve Halime’den bahsettim. Biraz tedirgin oldu, sonra toparladı. “Kötü ölümdü” dedi içini geçirerek. “Samim’e uzak yoldan bir çınlatmak istedim. Ama saf biriydi. Karısı birkaç defa inşaata gelmiş. İnşaat sahibinin adamlarından birinin, genç olanlarından, Halime gönlünü kaptırmış. Samim biraz geçkinceydi. Halime’yse genç ve güzeldi. Her yerinden sağlık fışkırıyordu. İşte böyle” dedi. Ben de, “Sonrası yok muydu” dedim. “Siz polis misiniz” dedi tedirginlikle. “Yok” dedim. “O eskidendi” diye ekledim. “Niye araştırıyorsunuz ki? Polis tüm tahkikatı yaptı. Samim’i suçlu buldu” dedi. Ben de “Boşluklar var. Taşları yerine koymak gerek. Samim suçsuz olabilir” dedim. Bıyıklı, “Polis pek üzerinde durmadı. Beyoğlu taraflarında belki Cango’yu bulabilirsin” dedi. “O kim” dedim. “Halime’yle takılan o genç” dedi.

Oradan ayrıldım. Beyoğlu’na gitmeliydim, yoksa eve mi? Beyoğlu’na gitmeye karar verdim. Taksim’deki otoparka arabayı bıraktım. Sonra ara sokaktan İstiklâl’e çıktım. Kalabalıktı. Kalabalığın ortasına daldım.  Dosyada Cango adına hiç rastlamadım. Polis, düşündüğüm gibi tam tahkikat yapmamış. Cesedin yanında elinde bıçakla Samim’i bulunca katili bulduk demişler. Şeytanın avukatı olmak gerek. Sherlock Holmes ve Maigret, şeytanı ayrıntıda buluyorlardı. Bakalım ben bulabilecek miyim? Bu mekânları avucunun içi gibi bilen muhbirim yardımcı olabilecek mi? Ben ona hep Vidocq derdim. Sadri Alışık Sokak’ın içlerinde bir kahvehane vardı. Uzun süredir uğramadım. Umarım oradadır. Kahvehaneye geldim. İçerisi tenha sayılır. Bir masaya oturdum. Garsona çay söylerken, Fırfır Niyazi’yi sordum. Garson, gelip gelmeyeceğini bilmediğini söyledi. Bir saat kadar bekledim. Kalktım. Üç bardak çayın parasını ödedim. Sokağa çıktım. Sağ elimdeki bastonumla İstiklâl’de Galatasaray tarafına doğru yürüdüm. Cadde kalabalıktı. Yapı Kredi Yayınları’nın orada bir sigara içerken insanlara baktım. Hiçlik ve anlam üzerine düşündüm. İçlerinden kaçı dost olabilirdi, diye düşündüm. Onlara bakarken, yere basmıyorlarmış gibi hissettim bir ara. Boşluğa düşmüş gibi. Boşluk bazen iyi midir, diye bir düşünce zihnime yerleşti. Kâinatta boşluk var mıydı? Yok muydu? Boşluk diye sandığımız şey anlam mıydı yoksa?

                                                          -4-

Marketteyim. Elimdeki sepetle marketin labirentinde dolaşıyorum. Kırmızı et ve tavuk kanadı aldım. Sonra manav reyonundan meyveler ve yeşillikler. İki de ekmek aldım. Bir kavanoz neskafe, küp şeker, bir kiloluk çayı da ekledim. Kasiyere aldıklarımın ücretini ödedim. Dışarı çıktım. Market eve yakın. Hemen eve geldim. Kanatları tencereye koydum, üzerine su döktüm. Tuz attım. Ocağı yaktım. Tencereyi üzerine bıraktım. Kırmızı eti buzdolabında buzluğa koydum. Meyveleri yıkadım ve geniş tabağa koydum. Neskafe kavanozunu açtım. İki kaşık kahveyi seramik kupaya attım. Çaydanlığa musluktan su koydum. Ocağın altını yaktım. Çaydanlığı üzerine bıraktım. Yeşillikleri yıkadım. Buzdolabının en alt gözüne yerleştirdim.

                                                          -5-

Yemekten sonra Fırfır Niyazi’yi telefondan aradım. Fihriste numarası vardı. Yarın öğleden sonra buluşacağız. Umarım yardımı dokunur. Sonra Stanley Kubrick’in filmini izledikten sonra şu notu almışım: Kubrick’in 1955 yapımı siyah-beyaz “Katilin Busesi” polisiye filmini izledim. Bu filmde, Fransız şiirsel gerçekçi polisiyelerinin tadını buldum. Hem hikâyenin işlenişiyle hem de mekânların yansıyışıyla. Mekânlar gerçekten etkileyiciydi. Davey ve Gloria aynı apartmanda oturan yalnız iki genç insan. Dairelerinin pencerelerinden birbirlerini görebiliyorlar. Ama gizlice. Dairelerindeki eşyalar da hemen hemen aynı. Sanki hemen gideceklermiş gibi mekânın içine konmuşlar gibi. İkisinin de ailelerinin, geçmişlerinin fotoğrafları fark ediliyor hep. Davey, bir boksör. Gloria da dansçı bir kız. Daire, koridorlar ve merdivenler, bu iki yalnız insanın ruhuyla buluşuyor. Ama asıl heyecan verici olan şeyse final bölümündeki çarpıcı mekânlardı. Terk edilmiş ve onlar gibi yapayalnız binaların yansıdığı bu bölüm de Gloria ve Davey’nin ruhuyla buluşuyordu. Yalnızlık ve çürüyüp gitme. Sadece aşk kurtaracaktı belki de ikisini. Bu anlardaki iç mekânlar, özellikle ıssız sokaklarda ve çatılardaki sahneler insana ürpertici bir büyüleyicilik sunuyordu. New York şehri de büyüleyici yansıyordu…

 Bugün epeyce yoruldum. Çılgın kalabalığın içinde dolaşmak iyi geldi. Erkenden yattım. Üzerime ağırlık çöktü, gözkapaklarım ağırlaştı. Tuhaf ve heyecanlı bir rüyanın içinde buldum kendimi: Kısa saçlı, bembeyaz tenli güzel bir genç kadın bana doğru yürüyordu. Üzerinde bol erkek tişörtü vardı. Beyaz ve düz bacakları başımı döndürdü. Önümde diz çöktü.

Terler içinde uyandım. Komodinin üzerideki abajuru yaktım. Neredeyse sabah olmuştu. Yataktan çıktım. Mutfağa gittim. Buzdolabını açtım. Karton kutudaki sütten içtim. Uykum kaçmıştı. Bir sigara yaktım.

                                                                -6-

Yine kahvehanedeyim. Üçüncü çayım oldu. Fırfır’ı bekliyorum. Kalkmayı düşünürken, Fırfır göründü, kapıda durdu, içeriyi gözleriyle taradı. Ben el kaldırdım. Fırfır da beni görünce başını salladı ve benim masama geldi, öpüştük, hal hatır sorduk. Fırfır masaya oturunca fazla beklemeden Cango’yu sordum. Fırfır, “Şu müteahhidin peşinden ayrılmayan mı” diye sordu. “Evet” dedim. “Genç ama çok şey görmüş. Arada bu muhitlere uğrar. Hafta sonu takıldığı bir bar var. Bugün günlerden neydi” dedi. Ben de, “Cuma” dedim. “Okey abi, yarın akşam dokuz gibi bara uğrarız. Belki gelir” dedi Fırfır. Ona işlerin nasıl gittiğini sordum. O da, “Fuat’la iyi anlaşıyoruz. Abi senin yerini kimse tutmaz ama. Fuat iyi çocuk” dedi hafifçe gülümseyerek. Telefonu çaldı, müsaade istedi, kapıya yöneldi, bana el salladı, gitti. Ben de garsona içtiğim çayların parasını ödedim, bastonumu aldım, dışarı çıktım.

Caddeye ulaştım. Yine çılgın kalabalık vardı ve içlerine karıştım. Taksim yönüne doğru yürümeye çabaladım. Film, müzik, kitap satan bir dükkâna girdim. Burası da kalabalık sayılırdı. Önce kitap bölümünde dolaşmaya başladım. Polisiye bölümündeki kitaplara göz attım. Birkaç tane Sherlock Holmes gördüm. İnceledim. Biri bende yoktu, aldım. Georges Simenon bulamadım. Kitabın parasını ödedim. Kasadaki kız kitabı poşete koydu, içine de fişi attı. Alt kattaki filmlerin olduğu bölüme indim. Kitaplar gibi filmler de çoktu bu dükkânda. Bir aşağı bir yukarı dolaştım. Umudumu kesmişken, birden gözüm Hitchcock filmine ilişti. “Cinayet Var” filmiydi. Hemen aldım. Başka polisiye var mı, diye gözümü dikkatlice dolaştırdım DVD’ler üzerinde. Yazar Paul Auster’ın filmi “Köprüdeki Lulu” filmini de gördüm, aldım. Yukarı çıktım, kasaya ödedim, caddeye çıktım. Cebim çaldı. Arayan Fırfır’dı. Aradığımız adamın bara geldiğini söyledi. Galatasaray yönüne doğru yürüdüm. Fırfır’ın tarif ettiği sokağa girdim. Biraz yürüdüm. Bara girdim. Öğleden sonra olduğu için içerisi tenhaydı. Amerikan barda Fırfır beni bekliyordu. El sıkıştık. “Abi, cam kenarında oturan kirli sakallı aradığın tip” dedi. Hafifçe başımı arkaya döndürdüm, siyah saçlı esmer genç adamı gördüm. Bira içiyordu. Kalkıp masasına gittim. Ayaktayken, selâm verdim. Tuhaf tuhaf suratıma baktı. “Oturabilir miyim” dedim. “Tanışıyor muyuz” dedi. “Yok” dedim, sandalyeye oturdum. “Tanışırız, o kolay iş” dedim. “Halime’yi unutmamışsınızdır herhalde” diye soru sordum. “Evet” dedi. “Belki de biliyorsunuz, beş yıl kadar önce bıçaklanarak öldürülmüştü” dedim. “Biliyorum” diye kaçamak cevap verdi. “Polise neden ifade vermediniz” dedim.  “Gelen giden olmadı. Ama siz kimsiniz” diye tedirgin olduğunu belli eden bir soru sordu. “Malülen emekli komiser Şevket” dedim. “Masum olduğunu düşündüğüm insan boşu boşuna damda çürüyor” dedim safça. “Doğru adamı bulmuşlardır” dedi kendinden emin. Ardından, “Karısı acı çekiyordu” dedi. “Nasıl” dedim yine safça. “Onunla birkaç defa buluştuk. Beni gecekondudan, zulümden kurtar diye yalvardı durdu. Sıkıldım. Bıraktım. Ama Bıyıklı denilen Abdi de Halime’yle mercimeği fırına veriyormuş” dedi acı acı gülümseyerek. “Nereden biliyorsun” dedim. “Bilirim. Bıyıklı’nın kendisine asıldığını, sonra da tecavüz ettiğini söyledi” dedi. “Siz de katilin koca olduğuna ulaştınız böylece” dedim yine safça. “Kocası nasılsa öğrenmiş. Kıskanç biriymiş. Halime’ye nefes aldırmıyormuş. Bir de Halime’nin acı hatıraları vardı, geçmişte. Nasıl dayanabildiğini hep merak ettim. Samim tüm öfkesini ondan alıyormuş, başına sarıldığı için. Koca dayağından, tecavüzden bitmişti kadın” dedi, ama ben, “Hani buluşmuştunuz” dedim. “Kadınlar istediğinde istediğini alır” diyerek cevap verdi. Düşündüm. Doğru olabilirdi. ”Samim, karısını bıçakla öldürmüş. Polisler doğru insanı bulmuşlar” dedi Cango. Yanından kalktım, Amerikan bardaki Fırfır’ın yanına gittim. Bir bira söyledim. Boşluk sandığım şeyler boşluk değil miydi? Samim masum değil miydi? Görüntüler insanı yanıltabilirdi. Yanılmış olabilirdim.

                                                          -7-

Gece az uydum. Sabahın yedisi. Kendime neskafe yaptım. Giyindim. Sigara içtim. Saat dokuza doğru arabama atlayıp gecekondu taraflarına gittim. Komşulardan, etraftan Samim’le Halime’yi sordum. Ortak kanaatse, kocanın kıskanç olduğu ve karısını da sürekli dövdüğüydü.  Samim, Halime’ye cehennem hayatı yaşatıyorsa öldürebilirdi de. Oradan kahvehaneye gittim Bıyıklı yoktu. Birkaç bardak çay içtim. Bir saat kadar sonra kahvehaneye damladı Bıyıklı. Beni görünce biraz tedirgin oldu. Sonra hafifçe gülümsedi, yanıma geldi, selam verdi. Bıyıklı katil olmasa da bu cinayetin yaşanmasında payı vardı. Ne yapılabilirdi? Konuşmadan bir süre bakıştık. “Katil Samim. Ona ulaştınız” dedi. “Evet” diyebildim.

Oradan ayrıldım. Hapishaneye gitmeye gerek var mıydı? Gece iyice düşünmeliyim, dedim ve doğruca eve gittim. Çay demledim. Kendime rafadan yumurta yaptım. Yedim. İnce belli bardağa çay koydum demlikten, çaydanlıktan sıcak su döktüm üzerine. İki küp şeker attım bardağa. Kaşıkla karıştırdım. Bardağı aldım, mutfaktan çıktım. Salonda koltuğa oturdum, çaydan bir yudum içtim. Açık televizyona öylesine baktım. Bardağı önümdeki küçük masaya bıraktım. Sigara paketini aldım, bir sigara yaktım. Düşündüm. Annem aklıma geldi. Karadeniz’e, yanına gitmeliydim. Bir kızdan da söz etmişti. Torun istiyor kadıncağız haklı olarak. Otuz sekiz yaşındayım. Bir ayağım sakatlandı. Bilemiyorum. Anneler her zaman haklıdır.





***




MUAMMA              
    

                                                                       -1-

Yerde yatan vahşice öldürülmüş kanlar içindeki bir genç kıza bakan savcı, bakışlarını sandalyede oturan otuzlu yaşlarının başlarındaki siyah saçlı adama çevirerek, “Neden yaptınız” diye sordu. Adam, “Ben bir şey yapmadım efendim” diyebildi titreyen sesiyle. Savcı, “Sizden başka kimse yok burada. Üç insan” dedikten sonra ”Nasıl oldu bu” diye de ısrarla sordu. Adam, “Onlar beni evlerine aldılar. Çiftliklerinde iş ve yemek verdiler. Bir hiçken hayata bağlanmama yardımcı oldular. Bu iyi insanlara kötülüğüm olamaz” diye ağlamaklı konuşmasını sürdürdü. Savcı, “Göreceğiz” dedi.

Aslında sanık Can’ın geçmişinde sisler içinde kalan bilinmeyen çok şey vardı. Her şeyi en başından anlatmakta fayda olabilir. Can’ın geçmişinde de muallâkta kalmış bazı vakalar oldu. Önce anne ve babası korkunç biçimde öldürüldü. Sonraki vakada karısı, korkunç bir trafik kazasında öldü. Avukat kayınpederi de bürosunda vahşice öldürülmüştü. Polis, iki vakada da şüpheli bazı ipuçlarına ulaşmıştı. Ama deliller birbirine bağlanamasa da Can hep birinci şüpheli olarak kaldı. Hapse girmedi. Ama karısından kalacak paralara, gayrimenkullerin hepsini ele geçiremedi. Çünkü kayınpederinin kız yeğeni ortaya çıkmıştı. Can, birkaç ay hastanede psikolojik destek aldı. Sonra ortadan kayboldu. Büyük şehirden uzaklara çok sevdiği kırmızı Mustang arabasıyla yola çıktı. Ege taraflarında kıyı kasabasına geldi. Motele yerleşti. Kader onu, hayvancılık yapan çiftlik sahibi Musa beyle tanıştırmış. Amca dediği Musa, eşrafta saygı gören güven veren yetmişlerinde iyi insanlardan. Ölen karısından çocuğu olmamış. Kendisinden otuz yaş kadar küçük Nazlı hanımla evlenmiş. Uzun tedavilerden sonra en büyük hayalini gerçekleşmiş ve yeni eşinden Selin adında bir kızı olmuş. Onun üzerine titremiş Musa Bey. Kızını Londra’da okutmuş. Can’la tesadüfen karşılaşmışlar. Musa Bey, kasabada işlerini bitirememiş, yapmadığı bir şeyi yapmış, motelde bir gece kalmış. İşte o zaman tanışmışlar. Can, resepsiyonun olduğu yerde televizyon izliyormuş. Laf lafı açmış ve dostlukları ilerlemiş. Musa Bey, iyi adam olarak gördüğü Can’ı çiftliğine almış. Çalışkan Can, Musa beyin gözüne girmiş, güvenini kazanmış.

                                                                       -2-

Can, samanlıkta birden yere yığıldı. İnlerken, sayıklamaya başladı. “Ben günahsızım. Aileme zarar vermedim” dediğinde samanlığa Selin girdi, Can’ı yerde yatarken buldu. Selin, Can’ın son söylediklerini de duymuştu. Selin, Can’ın başucuna geldi, ona baktı, yere eğildi. Selin, elini Can’ın başının altına koydu, “Uyan canım. Hasta mısın” dedi. Can, inlemeyle mırıltılı konuşması anlaşılamadı. Selin, Can’ın başını yere bıraktıktan sonra ayağa kalkıp samanlıktan dışarı çıktı.

                                                                        -3-

Can, elindeki bıçakla yatak odasına girdi. Babasıyla annesi derin uykularında uyurken, önce babasının ağzını eliyle kapatıp, keskin bıçağıyla babasının boğazına sürttü, kesilen yerden kan fışkırdı. Can’ın babası, çığlık bile atamadı, yatakta titredi. Can, hâlâ uyuyan annesine baktı ve annesinin olduğu tarafa geçti. Elindeki bıçağın keskin tarafını annesinin boğazına sürttü. Annenin boğazından kan fışkırırken, annenin belli belirsiz çığlığı duyuldu. Can, yatağın ucuna geldi, kanlar içindeki anne ve babasının ölü bedenlerine bakarken, yüzüne belli belirsiz gülümseme yerleşti.

Can, hastanede gözünü açtı. Başucunda Selin vardı. Selin, elini Can’ın alnına götürdü. Selin gülümsedi.

                                                                         -4-

Can’ın vakasını çözmeye çabalayan Savcı Seyfettin, masasının üzerindeki dosyayı karıştırırken, cinayet masasından Komiser Fuat’a, “Nerede eksik var” dedi. Fuat, “Atlanan şeyi bulmak gerek sanırım” diye karşılık verdi. Seyfettin, iç geçirdi, masasındaki eşiyle on iki yaşlarındaki kızının çerçeveli fotoğrafına baktı. Seyfettin, on beş yıldır evli ve yedi yıldır da bu ilçede savcılık yapıyordu. Can’ın vakasına benzer bir olayla karşılaşmamıştı. Can’ın karıştığı önceki vakaların dosyasını da istemişti. Fuat’a bakarak, “Diğer dosyalar geldiğinde belki bir yere varabiliriz” dedi.

                                                                        -5-

Can, kesimevine gidecek sığırları ayırdıktan sonra ahırdan dışarı çıktı. Dışarıda kamyon vardı. Can, “Oradaki insanlara “Kolay gelsin” dedi. “Sağolun beyim” dediler.  Can, malikâneye girdi. Salonda Selin vardı. Selin’e başıyla selam verdi, sonra da, “Musa amca” dedi. Selin, “Babam erkenden çıktı Can” diye cevap verdi. “Şehre iniyorum. Benle gelecek misin” dedi gülümseyerek Selin. Can, “Daha işlerim var. Ayırdığımız sığırlar kesimevine gidiyor” diye cevapladı Can. “Tamam, peki. Sığırlarına iyi bak” dedi Selin kinayeli konuşmasıyla. Can, “Bakarım. Gözünüz arkada kalmasın” dedi.

                                                                          -6-

Fuat, sorgu odasında Can’a, “Nasıl yaptın” dedi. Can sakince, “Bir şey yapmadım” dedi. “Kendini kurnaz sanıyorsun değil mi” diye sordu, ardından, “ Ortada delil olmayınca. O da olacak. Hiçbir suçlu sonuna kadar suçunu saklayamaz” dedi umutsuz bir sesle. Can, sinsi bir gülüşle, “Delil yok. Masumum” dedi.

                                                                            -7-

Seyfettin, şu ana kadar devamlı ilçelerde görev yapmış. Ailesi yanında değildi. İstanbulday'daydılar. Bu ilçedeki görevi kısa sürecekti. Şu anda yaşadığ daireyi hiçbir zaman bekâr evi gibi düşünmemiş. Mobilyaları, yerde serili halıları, mutfağı, banyosu evli bir insanın evindeki gibiydi. Her taraf tertemizdi. Haftada bir gün temizlikçi kadın evi temizliyordu. Seyfettin yalnızlığı seçmişti sanki. Onun da fantaziler vardı. Zihninde büyük memeli kadınları hayal ediyordu. Bu düşünce saplantıya dönüşmüştü adeta. Kadınlar hem yakındaydı hem de uzaktaydı. Ne kadar yakın o kadar uzaktı. Karısını ve dişi yumuşaklığını düşündü. Suçlular onu sıkmıştı. Bu sertlikte dişi yumuşaklığını, sıcaklığını zihninde yaşıyordu şimdilik.

                                                                         -8-

Otuz üç yaşındaki Komiser Fuat da savcı gibi evliydi ve iki küçük kızı vardı. O da erkek çocuğunun olmasının hayalini kuruyordu. İlkokul ikinci ve beşinci sınıfına giden kızları, Ayla ve Sevda babalarına çok düşkündü. Fuat ve karısı Gülsün hâlâ birbirlerine âşıktılar. Severek evlenmişlerdi ve aşkları hâlâ devam ediyordu.  Gülsün, mutfakta da hamarattı. Fuat’ın çok sevdiği kuru fasulyeyle evde yapılan keklerden de yapıyordu. Fuat mutluydu.

                                                                          -9-

İki kişilik koğuşta tek başına kalan Can, yatakta uzanmış tavana bakarak düşüncelere dalmış gibi görünüyor. Gözleri ağırlaştı, nefesi hızlandı.
Elindeki bıçakla kayınpederinin bürosundaki odasına giren Can, masada koltuğunda oturan kayınpederinin yanına yaklaştı ve elindeki keskin bıçağı kayınpederinin boğazına sürttü. Adamın çığlığı bir an duyuldu. Kan boğazından fışkırdı.

                                                                        -10-

Savcı odasında Seyfettin ve Fuat, Can’ın önceki vakalarının dosyalarını incelemeye başlamışlar. Ama bir türlü onu ele verecek hiçbir şey bulamıyorlardı. Seyfettin bir an sinirlenerek, “Şüpheli her zaman olay mahallinde. Bütün maktuller de aynı biçimde öldürülmüş. Seri cinayetler gibi. Nasıl oluyor da küçücük bir delil olmuyor” diye konuştu. Fuat, “Çiftlik evinde de elle tutulur bir delil bulamadık” dedi. “Bir şey mutlaka olmalı. Kusursuz cinayet yoktur” dedi Seyfettin, “Sherlock Holmes’u duydun mu” dedi Fuat’a Seyfettin. “Evet efendim” dedi Fuat. “Ya Komiser Maigret’yi” dedi ardından Seyfettin. “Hayır duymadım” diye cevap verdi mahcubiyetle Fuat. “Bak nasıl çalışacağız? Sherlock gibi bilimsel olmalıyız, Maigret gibi de ayrıntıcı. Mutlaka gözden kaçan bir şeyler var” dedi Seyfettin. Ardından da, “Sen yarın Can’ın yattığı akıl hastanesine gidip araştırmayı derinleştir. Hemen yarın yola çık.  Bakalım elimizde ne olacak” diye ekledi Seyfettin.

                                                                    -11-

Fuat, arabasını apartmanın önüne park etti. Arabadan dışarı çıktı, arabanın kapısını örttü, elindeki elektronik aletle arabanın kapılarını kilitledi. Apartmanın girişine geldi, zile bastı.

                                                                    -12-

Seyfettin, mutfakta sucuklu yumurta yapıp, tavayla salona girdi. Yemeğini yerken televizyona da izleyen Seyfettin, “Yalnızlığım hiç bitmeyecek” diye içinden geçirdi.

                                                                     -13-

Can, elindeki keskin bıçakla yatak odasına girdi. Can, yatakta Musa beyle Nazlı hanımın derin uyuyuşlarına bir süre baktı. Musa beye yaklaştı. Sol eliyle Musa beyin ağzını kapattı, bıçağı derinden Musa beyin boğazına sürttü, kan fışkırdı. Can, yatağın öbür tarafına geçti, aynısını Nazlı hanıma yaptı. Yatak kıpkırmızı olmuştu. Can, yatak odasının kapısına geldi, kanlar içindeki maktullere baktı, odadan çıktı.

Can, koridorda yürüdü ve bir kapının önünde durdu, kapıyı açtı içeri elindeki kanlı bıçakla girdi, yatakta uyuyan Selin’e yaklaştı, bıçağı Selin’in boğazına sürttü, Selin çığlık attı, kanlar fışkırdı.

                                                                        -14-

Uçakla İstanbul’a gelen Fuat, Bakırköy’deki hastanede araştırmalarına başladı. Can, bu hastanede stres altında travmaya maruz kalma, depresyon ve buna benzer ruhsal sarsıntılar için küçük destekler almış. Fuat, hastanede, Can’ın geçmişine giden bilgilere de ulaşma fırsatı buldu. Can, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden on yıl kadar önce mezun olmuş. Fuat, fakülteye uğradı. Can’ın okuldaki ilişkileri üzerinde bilgi aldı. Bir şey dikkatini çekti. O da Ayla’ydı. Can ve Ayla, fakültede tanışmışlar ve ilişkileri epeyce uzun sürmüş. Fuat, Ayla’yı araştırdığında, Ayla’nın akıl hastanesinde tedavi gördüğünü de fark edince akıl hastanesine bir daha uğradı. İki yıl hastanede yatan Ayla, şizofreni tedavisi görmüş. Fotoğrafını da alan Fuat, bilgilerle beraber, ilçeye döndü.

                                                                          -15-

Savcı, yeni bilgileri incelerken, Ayla’nın fotoğraflarını çoğalttırıp polis birimlerine ulaştırırken, mobese kameralardaki görüntülerde Ayla’yı da aramaya başladı. Acaba Ayla ilçeye gelmiş miydi? Savcı Seyfettin odasındayken telefonu çaldı. Ayla’nın birçok görüntüsü bulunmuş. Hatta dün akşama doğru caddede görülmüş. Savcı, tüm oteller ve pansiyonları araştırma emri verdi. Hatta ilçedeki her noktayı da gözetim altında tutmak için polisleri görevlendirdi. Şehrin giriş ve çıkışlarını da kontrol altına aldırdı. Savcının telefonu bir defa daha çaldı. Arayan Fuat’tı. Ayla görülmüştü. On dakika önce arabasına binip çevre yoluna girdiğini söyledi Fuat. Artık Ayla’yı yakalamak kolaylaşmıştı.

                                                                          -16-

Ayla, akıl hastanesine yatırıldı. Cinayetleri, kıskançlık ve intikam duygusuyla Ayla işlemiş. Bir dedektif gibi Can’ı takip eden Ayla, Can’ın yakınındaki insanları kanlı biçimde öldürmüş. Savcı, Can’ı serbest bıraktı. Can’ın önünde yeni bir hayat olabilir miydi? Onca travmadan sonra kendi belirsiz geleceğine doğru başka bir şehre Mustang arabasıyla yola çıktı. Artık onu izlemenin anlamı var mıydı? Belki âşık olacaktı. Evlenecekti. Çocukları bile olabilecekti. Savcı, yine yalnızlığı içinde suçların peşine düşmeye devam etti. Fuat’ta, kızlarının büyüyüşünü izlemekten hep mutlu olmayı bildi.




***






İBRET


                                                                 -1-

İşten eve döndüm. Mahalledeki markete uğramadan gözüm, son kalmış boş arazide futbol oynayan çoğu onlu yaşlarındaki çocuklara ilişti. Coşkulu ve eğlenceliydiler. Kendi çocukluğumu düşündüm. Biz de böyle coşkuyla oyun oynardık. Dostluğun ve paylaşmanın anlamını öğrenirdik. Çocuklar, kaleleri benim çocukluğumdaki gibi taşlardan kurmuşlardı. Elbette her zaman izleyen birkaç kişi de vardı. Dikkatimi çekense, faulü yapan çocuğun centilmence özür dilemesi ve el sıkışmalarıydı. Gerçekten bu manzaralar karşısında gururlandım. Bunları düşünürken hemen yanı başımda bir çocuğa gözüm ilişti. “Sen neden oynamıyorsun” dedim gayri ihtiyari. Çocuk, “Körüm” dedi buruk bir sesle. İçimden Allah’a yalvardım, “Allahım, şu sübyanı neden yalnız bırakırsın? Şu kadarcık yavrucağın ne günahı olabilir ki? Gözleri de görmüyor. Bu yaşta bu kadar acı yetmez mi” diye. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, çocuk “Görüyorum, görüyorum” diye mutlulukla çığlık attı. Koşarak top oynayan çocukların arasına karıştı. Her şey birdenbire değişti çok geçmeden. O güzel oyun bir faciaya dönüştü. Gözleri açılan çocuk, herkese set girip, tekmeler savuruyordu. İçimden, “Allahım büyüksün. Sen bilirsin” dedim içimden. Çocuk birden durdu, “Görmüyorum” diye çığlık attı.

Oradan ayrıldım. Allah’a şükrettim ve kendi yalnızlığıma, eve döndüm. Kendi mutluluğum başkasının mutsuzluğu olabilirdi. İçimden, “Kimse benim yüzümden mutsuz olmasın, acılar çekmesin” dedim.

                                                                 -2-

Marketten aldığım yiyeceklerin bazılarını buzdolabına yerleştirdim. Kendime sucuklu yumurta yaptım. Karnımı doyurdum. Sonra çay demledim. Salonda çayımı yudumlarken, boş boş televizyonun ekranına baktım. Az önceki gerçeküstü an zihnimde dolaşıp duruyordu. İşten çıkışta birileriyle bir şey içecek kimse yoktu etrafımda. Öfkeli ve kibirli bir insanın etrafında kim olabilirdi ki? Yalnızlıktan başka. Sevgili olan insanlara gıptayla baktım. Onlara özendim. Çift olmayı hak edenler yaşıyordu. Emek veriyorlardı, aşkları ve dostlukları için. Ya ben ne veriyordum? Öfke ve kibirden başka ne verebilirdim? Yarın da bugün gibi olacaktı.  Kısırdöngü dönüp duracaktı. Sevgililer hep beraber olsun, acıyı fazla çekmesinler, insanlar her daim mutlu olsunlar dedim içimden. Gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığımdaysa her yer kapkaranlıktı. Salonun ışığını açmıştım. O kör çocuk gibiydim. Bir ceza daha almıştım. Gözlerimden birkaç damla yaş yanaklarımdan aşağıya doğru kaydı. Kederlere gark oldum. Zaman geçti. Salondaki divanda gözlerimi açtım. Sabah olmuştu. Görüyordum. Şükrettim.

                                                                   -3-
Rüyadan uyandım. Babamı aklıma geldi. Hz. Muhammed’in yaşadığı bu olayı babam anlatmıştı çocukken. Üstümde ağırlık hissettim birden. Küçük kızım üstüme çıkmış kahkahayla gülüyordu. Kızımı okşadım, sevdim. Kızım, ağzını boğazıma dayadı, ısırdı. Küçücük dişleri canımı acıttı. Meleğimi yan tarafa çektim. Yataktan çıktım. Elim boğazımdaydı. Elim kanlanmıştı. Birkaç adım attım, yere yığıldım. Her taraf karanlıktı.

                                                                       -4-

Kendimi Güliver’in dünyasında buldum. Yere sırtüstü uzanmıştım. Ayaklarım ve ellerim sıkı sıkıya bağlanmıştı. Etrafımı parmak çocuklar sarmıştı. Birdenbire kendimi sonsuz bir uçurumun kenarında buldum. Aşağısının dibi görünmüyordu. Dipsiz kuyu gibiydi. Sırtımı duvara yasladım, yan yan hareket ettim. Ayağım kaydı. Aşağıya, karanlığa doğru kaymaya başladım. Elim bir dalı yakaladı, dal çatladı. Sonsuz uçurumda tek kırık bir dala tutunmuş öylece kaldım. İmdat çığlığı attım. Sesim yankılandı. Kimse yoktu.

                                                                     -5-

Uyandım. Küçük odamdaydım. Hakikate döndüm uyanışımla. Hakikatim yalnızlıktı. Küçük kızım, meleğim olsaydı, boğazımı ısırsaydı diye düşündüm. Babamın anlattığı hikâyeyi hak ettiğimi de düşündüm. Üstüme uyuşukluk çöktü. Gözlerimi kapadım. Rüyalar görmek umuduyla.



***





KAOS

                                                               -1-

Allak bullak oldum. Zihnim karmakarışık. Kendimi boşluğa düşmüş gibi hissediyorum. Bilimle ruhani olanın arasında kaldım. Tam anlamıyla Araf’ın kıyısındayım. Zihnimi kaosun içine düşüren, Kubrick’in “2001: Uzay Yolu Macerası”yla Tarkovski’nin “Solaris” bilimkurgularını peş peşe izledim. Kubrick’in filmindeki maymunlar atamız mıydı? Öyleyse ilk suçu, ilk katliamı o zaman, iki milyon yıl önce işledik.  Bununla kalmadık, kendi yaptığımız bilgisayarın suç işlemesine neden olduk. HAL bilgisayarı, uzay gemisini idare ederken, insan duygularıyla davranıyor ve polisiye eserlerdeki gibi cinayetler işliyordu. Makine, teknoloji insanı tümüyle ele mi geçiriyordu?

Ya “Solaris” filmi? Solaris gezegeni de tıpkı HAL gibi insan duygularıyla davranıyordu. Solaris, uzay istasyonuna gelen bilim insanlarını, geçmişiyle yüzleştiriyordu. Buna dayanamayanlar ruhsal travmaya düşüp intihar ediyorlardı. O görüntüler bir yanılsama mıydı, yoksa kopya mıydı? Solaris, duygulardan, su okyanusunda adalar oluşturarak adalar mı yaratmak istiyordu? Evet, Solaris’te adalar oluşuyordu. İnsanın tüm duygularından oluşan adalar. Acaba matriksin mi içindeydik? Solaris bir matriks miydi? Yoksa Dünya mı matriksti? Tarkovski’nin bu filminde “Don Kişot” üzerine de konuşuluyordu. Gözkapakları, hayatın büyük armağanlarından biri miydi bizlere? Tarkovski bu filmiyle, Kubrick’in “Otomatik Portakal” bilimkurgu filmine de gönderme yapmış sanki gözkapakları üzerinden. Ustalar bir başka oluyordu işte.

                                                                       -2-

Zihnim bunaldı. Bilgisayarımın başından kalktım, mutfakta kendime neskafe yaptım. Sonra balkona çıktım. Gecenin karanlığında yıldızlarla kuşatılmış gökyüzüne baktım. Solaris’i, Jüpiter’i aradım. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum. Salonda divanda uyuyakaldım. Kendimi uzayın boşluğunda EVA’yla dolaşırken gördüm rüyamda. Jüpiter, rengarenk ve fırtınalar içindeydi. EVA’yı Jüpiter’in içine yönlendirdim. Renkler içinden geçtim. Bulutların altında muhteşem doğa yansıyıverdi. Uçurumun kenarında büyükçe bir malikâne vardı. EVA’yı malikânenin bahçesine indirdim. Malikâneden içeri girdim. Kocaman bir salon vardı. Öyle büyüktü ki, eşyalar olmasına rağmen bomboş gibiydi salon. Divanda hayatımda hiç görmediğim kadar güzel kızıl saçlı, teni bembeyaz bir genç kadın uyuyordu. Yanı başındaki beşikte de bebek uyuyordu. O da annesi gibi güzel bir kız bebekti.

Gözlerimi açtım. Gün ışığı salonu aydınlatıyordu. Vücudumdaki tüm kemikler sızlıyordu. Kalktım. Divanda bir süre oturdum. Sehpanın üstünde duran paketten sigara aldım, yaktım.



*** 




SERSERİ RUH          
    

                                                                       -1-

Birilerinin peşine takıldım. Onlar nerede ben de oradayım. O iki kişinin de hayali yuva kurmak. Her şey imkânsız gibi görünüyor. Hayatta hiçbir şey de imkânsız değil miydi? D, kırklı yaşlarında. Liseyi zor bitirebilmiş. Üniversiteye gitmeyi de hiç düşünmemiş. Mesleği de pek yok. Orada burada ayak işleri yapmış. Sonunda sabit bir iş olur diye bu sahil kasabasında balıkçılara takılmış. Bu işte C’yle dostluğu ilerlemiş. C’nin babadan kalma evinde beraber kalmaya başlamışlar. C de evlenememiş. O da kırklı yaşlarında. Ben A. Büyük şehirden bu küçük sahil kasabasına geldim. Omuz çantamda dizüstü bilgisayarım, defterim, kalemlerim vardı sadece. Geriden hiçbir şeyi taşımadım yanımda. Ben de bekârım. Onlar gibi olmasa da ben de kadınlara yaklaşmayı beceremedim. Denedim. Onlarla bulunduğum anlarda kelimeler uçup gidiyordu zihnimde. Kadınlar sessiz erkeklerden pek haz etmezler. Espri yapmak da gerekiyor. Mizah dergilerinden de pek hoşlanmıyorum. Aslında benim işim daha zor. Üniversite okudum. Şirketlerde çalıştım. Boğuldum ve kaçtım. Ben de aile kurmayı isterdim, ama şimdi ne istediğimi ben de pek bilmiyorum.

Küçük pansiyona yerleştim. Dolaşırken, balıkçıların dönüş zamanlarıymış sabahın erken saatleri. C’yle muhabbet başladı. Sonra D geldi. İçki, balık, konuşma derken dostluk ilerledi. Arada ben de onlara takılıyorum. Aslında boş oturmaktan sıkıldım. Benim çalışabileceğim ne işi olabilir burada. Akılıma gelmedi. Ben de onların yaşlarındaydım. Ben de hayatta bir yere gelemeyenlerdenim. Belki bir ay kadar sonra pansiyon paramı bile ödeyemeyeceğim. Yeni dostlarım beni yanlarına alırlar mı, bilemiyorum. Onlar da teknede işçiler. Bir çıtlatayım. Belki olur. Yoksa geriye dönmem gerekecek.

                                                                       -2-

“Ağları toplamaya az kaldı. Yemeğimizi bitirdikten, çaylarımızı içtikten, sigaralarımızı tüttürdükten sonra” dedi Reis. Koca tepside pişmiş hamsileri tayfalarla mideye indirdik. Tavşankanı çaylarımızı yudumlarken sigaralarımız da ağızlarımızdaydı. C’nin yüzüne yorgunluğa karışmış tuhaf bir mutluluk yerleşmişti. Az sonra çekilecek ağlardan fışkıracak bereketi düşünüyordu belki de. Yine belki de dünyanın tüm kadınlarını. Şafağa az kalmıştı. Reis “Viva bismillah” dedi ağlar çekilirken. D ve C, diğer tayfalar ağları tekneye çekerken, ben de bir taraftan ağa yapışmıştım. Ağda az balık vardı. Reis, “Trolcüler mahsulün soyunu tüketecekler” diye mırıldandı acı bir sesle. Ağdaki balıkları topladık. Kasalara koyduk. Reis limana doğru dümen kırdı.

                                                                      -3-

C’nin evinin bahçesinde mangal yakıp balıkları pişirdik. Ben kırmızı şarap içerken, C ve D rakı içiyorlardı babadan hatıra diye. D, “Kadınlara” deyip kadehini kaldırdı, ben ve C de “Kadınlara” dedik, içkilerimizi yudumladık. D, “Neden böyle oldu be!” dedi isyankâr bir sesle, “Kader mi bu?” diye ekledi ve birden mahzunlaştı. C, “Boşver be dostum” dedi umursamaz sesiyle. “Kadınların nüfusu azdır belki. O yüzden bize düşen hakkı kaybettik” dedi muziplikle.

                                                                          -4-

Sabah oldu. Pansiyona borçlarımı ödedim. Kimseye haber vermeden otobüse bindim. Geldiğim yere, şehrime doğru yola çıktım. Kadınlar, umutsuzluk, özlem beni boğmaya başlamıştı. Bundan da bir hikâye çıkartamadım. Uyursam zaman çabuk geçer. Gözümü açınca eski hayatımın içinde olurum.



*** 



GÖZ

                                                                -1-

Sade döşenmiş küçük salonda oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Yabancı bir yerdeymiş gibi şaşkınlıkla etrafını süzdü. Pencereye doğru yürüdü, perdeyi açtı. Gün ağarmak üzereydi. Kolundaki saate baktı, yediye geliyordu. Sokakta elinde şemsiyeleriyle gelip geçen insanlara baktı. İçinden, “Tanrı, kadınları senden koruyor mu Zeki” dedi. Saçları ağarmaya başlamış otuzlu yaşlarının ortalarına gelmiş adam, sehpaya doğru yürüdü, sigara paketinden bir sigara çıkarttı ve çakmağıyla yaktı.

Banyoda yüzünü tıraş kremiyle köpürttü, ardından tıraş oldu. Sonra da duşta süzgecin alına geçti. Saçlarındaki köpükler suyun altında dağıldı, vücudundan aşağıya süzüldü. Köpükler, suyla karışarak küvetin deliğinden akıp gitti. 

Yatak odasında önce fanilasını, ardından da beyaz gömleğini giydi. Sandalyenin arkasında duran koyu renk pantolonunu alıp giydi.

Mutfakta sıcak suyu içinde kahve olan fincana döktü. Fincana üç şeker attı, kaşıkla karıştırdı. Fincanı alıp masaya gitti, sandalyeye oturdu. Gözleri masada duran cep telefonuna kaydı. Telefonu eline aldı. Ekranda, cep telefonuyla çekildiği belli olan net olmayan görüntülerde bir aile katliamı fark ediliyordu. Donuk gözlerle görüntüye baktı, Fincanından bir yudum kahve içti.


                                                                 -2-

Bilgisayar ekranından yansıyan katliamın olduğu yerde polisler deli toplarken, Zeki salonda gözlerini gezdirirken, dejavü yaşayan insanlar gibi tuhaf bir duygu yaşıyordu zihninde. Sanki daha önce burada bulunmuştu. Şu divanda uyuyakalmış gibi uyuyan on yaşındaki kız çocuğunu daha önce görmüştü sanki. Mutfakta kanlar içindeki kısa kahverengi kadını da sanki tanıyordu. Nasıl oluyordu bu. Cep telefonundaki katliam sonrası görüntüler aklına geldi. Onlar nereden gelmişti? Bu tuhaf sorular zihnini kemirmeye başlamıştı. Olay yeri incelemeden genç bir polis mutfakta akmış kanın üstünde mor ışık yardımıyla bir ayak izini keşfetti. “Sadece ayak burnu” dedi iç geçirerek Zeki, mutfaktan çıktı, tuvalete girdi. Cep telefonundaki katliama görüntülerine bir daha baktı. Şaşkınlık gözlerine oturmuştu ve ne yapacağını bilemedi. Acaba bu katliamı kendisi mi yapmıştı? Zihni karmakarışıktı. 

Salona gelen Zeki’nin yanına genç bir sivil polis yaklaştı ve alaycı bir sesle, “Temiz iş” dedi ve ardından “Mükemmel cinayet yok” diye sözünü tamamladı. “Yok Aziz” diye karşılık verdi Zeki. Ardından Aziz, “Kurşun kovanlarını toplamış. Maktullerin vücudundaki çekirdeklerden tabancanın kalibresini bulabiliriz” dedi.

                                                                -3-

Gecenin geç saatlerinde Zeki evde salonda koltuğuna oturmuş televizyon başında kanallar arasında gezinip duruyor. Zihninde anne-kızın canice öldürüşünü düşünürken, cep telefonuna katliamın videolarını kimin gönderdiğini düşünüyordu. Acaba şimdi bu meçhul kişi bir katliam daha mı yapıyordu şimdi? Ekranda bir anda bir açık oturuma takıldı. Konuşmacılardan bir profesör, “Aynen öyle” diyordu. Koltukta doğruldu, sehpadaki bilgisayarında e-posta adresindeki taslaklar bölümünde aynen öyle üstüne bir şeyler yazdı: “Eskiden biz kesinlikle öyle, tastamam öyle, tamamen öyle, tamamıyla öyle derdik. Şimdiyse uyduruk ifadelere sığındık. On yaşındaki çocukla, yetmiş yaşındaki profesör aynen öyle deyip duruyor. Eskiden tastamam öyle, hakikaten öyle derdik. TDK uyuyor. Onlar da ne yapabilir ki? Bir de oldukça var tabii ki. Hayli, bir hayli, gayet, son derece anlamında kullanılıyor, ama maalesef karşılamıyor. Çünkü oldukça metafor olarak kullanılamıyor dilimizde. Aslında metafor olarak değil, gerçek anlamıyla kullanılması gerekiyor. “Olmak” fiiliyle. Elimizde görüntü oldukça yayımlayacağız, iyi polis dedektifleri oldukça katiller rahat edemeyecek, ben oldukça bunu asla başaramayacaksın, gibi ifadeler kullanırdık. Türkçe ölüyor mu? Ne yazık…” Ekrana baktı. Gözkapaklarını hafifçe kapattı. Yalnızlığını düşündü. Şu anda kaç kadın sevişiyordu sıcak yataklarında. O dil üstüne düşünüyordu. Kimin umurundaydı ki bu? Dışarıda, gecenin karanlığında kaç suç işlenmeye de devam ediyordu üstelik. Cep telefonu çaldı. Önündeki sehpanın üstündeki telefonu aldı. Telefonun öbür ucunda Aziz’in sesi duyuluyordu. Aziz, “Komiserim, korkunç vaka” dedi. Zeki, “Nerede” dedi. Aziz de, “Etiler’de” dedi. 

Zeki, mutfakta buzdolabının kapısını açtı, şişeden su içti. Salona geldi. Sehpanın üstündeki cep telefonunu alırken sinyal sesi duyuldu. Mesajdaki katliam video görüntüleri vardı. Divanda bir adamla kız çocuğu birbirine sarılmış kanlar içindeydi. Yerde de genç bir kadın kanlar içinde yatıyordu. Zeki görüntüyü kapattı.

Gecenin karanlığında apartmanın kapısından loş aydınlıklı sokağa çıkan Zeki, yağan yağmurdan korunmak için hızlıca kırmızı Taurus arabasına doğru koştu. Kapıyı anahtarla açtı, arabaya girdi. Arabanın ışıkları yandı, ardından motor sesi duyuldu. 

                                                                  -4-

Video görüntüsündeki salonda Zeki, divanda kanlar içindeki baba-kıza kederli bir bakışla süzüyordu. Aziz, “Komiserim, önceki günkü cinayet gibi her şey birbirinin kopyası. Seri bir katille karşı karşıya olabiliriz” dedi. “Kurşunlar yine yok. Kan içinde ayak izi bulduk. Sanki kasti olarak bu izi bırakıyor. Katilin imzası” dedi ironi yüklü kelimelerle. Zeki, Aziz’in kollarından tuttu, pencere kenarına çekti. Zeki, “Benim cebime bu iki cinayetin video görüntüleri geliyor. Maalesef bilinmeyen numaradandı. Bu kimse beni tanıyor. Numaramı bilecek kadar” dedi. “Kim olabilir acaba” dedi Aziz şaşkınlıkla. “Acaba daha önce tutukladığınız biri olabilir mi” dedi Aziz. “Bilemiyorum Azizim” diye cevapladı Zeki. Ardından, “Sabah bilgiişlemden yardım alalım. Belki bir şeyler çıkar” dedi Zeki. Belli belirsiz mırıltılı “Beni çok iyi tanıyan biri” dedi Zeki.

                                                               -5-

Zeki, polis merkezinde adli tıpta bilgiişleme cep telefonuna gelen videoları öğrenmek için uğradı. Zeki’nin numarasından araştırma başladı. Hemen ulaşmayı umdu. Bir aile katliamı daha olamadan. Oradan çıktı. Koridorda yürüdü. Merdivenlerden iki kat çıktı. Koridorun sonundaki odasına girdi. Masaya oturdu. Bilgisayarını açtı. O sırada odaya Aziz girdi. “Merhaba komiserim” dedi. Zeki de, Merhaba Azizim” dedi ve ardından “Bakalım ulaşabilecekler mi” diye ekledi.

                                                              -6-

Zeki, arabasıyla Taksim’deki tünele girdi. Arabayla Harbiye yönüne gidiyordu. Zihnini türlü düşünceler istila etmişti adeta. Yalnızlık, uzaktaki kadınlar, bitmek bilmeyen suçlar. Şimdi de bir sapık seri katille karşı karşıyaydı. Acaba bu kimdi? Kendisini, cep telefonunu bilecek kadar tanıyan biri miydi? Kim olabilirdi? Yıllar önce hapse attığı bir mahkûm muydu yoksa? Dosyalardan bulabilir miydi? Teknolojiye hâkim birini tanıyor muydu o tutukladıklarından? Aklına gelmedi. Şimdi ne yapacaktı? Eve, yalnızlığına mı dönecekti? Şişli’den Feriköy’e döndü. Kaldırımda birbirlerinin elinden tutmuş sevgililere gözü takıldı. Hafifçe gülümsedi.

                                                               -7-
Evdeydi. Mutfakta kendine sandviç yaptı. Buzdolabından kola şişesini aldı, bardağa kola doldurdu. Masaya oturdu. Sandviçini yedi. Bardaktaki kolayı bir dikişte içti.

Salonda televizyon açıkken düşünüyordu. Aklına Hitchcock’un “Arka Pencere” filmi geldi. En sevdiği bölümü giriş bölümüydü. Kamera, sanki biri dikizliyor gibi pencereden dışarısını yansıtıyordu sürekli. Seyircinin dikiziydi bu. Kırık ayağı alçıya alınmış foto muhabiri dairesinde hapis kalmış gibi can sıkıntısıyla elindeki dürbünle etrafı dikizleyip duruyordu. Hitchcock metafor yapmıştı sanki bu girişle. Elbette bir suça da tanıklık ediyordu James Stewart’ın canlandırdığı foto muhabiri. Acaba suç gerçekten var mıydı? Bilgisayarını kucağına aldı, düşündüklerini yazmaya başladı Zeki.

Alışveriş merkezinde bir restoranda tek başına yemek yerken, karşı masada kıvırcık saçları omuzlarına düşen bir genç kadınla göz göze gelen Zeki, gözlerini kaçırınca ela gözlü genç kadınla bir daha göz göze” gelmeyi başaramadı. Zeki terler içinde uyandı. Evdeydi ve hâlâ solandaydı. Bilgisayar kucağındaydı. Gözü Hitchcock’un “Arka Pencere” filmi için yazdığı yazıya takıldı. Hafifçe gülümsedi. Zihninden, “Rüyamda bile başaramıyorum. Bir kadın sana bakıyorsa bu rüyada bile olsa değerli bir şey. Asla bakışlarını kaçırma oğlum. Önüne dünyayı sersen bir daha baktıramazsın” diyen kelimeler akıp gitti. Televizyon ekranında, somon balıklarının okyanustan nehre yolculuklarını gösteren belgesele gözü takıldı. Somonlar nehirde tersine doğru yolculuk yapıyorlardı. Kahverengi ayılar da küçük şelalelerin başında bekleyip onları avlıyorlardı. Kış uykusundan yeni yavrularla uyanmış anne ayılar da yavrularını erkek ayıların saldırılarından korurken, kış için de somonla yağlanmaları gerekiyordu. Altı ay kış uykusuna yatan ayılar için somonlar hayatın ta kendisiydi. İster insan olsun, ister hayvan tüm annelerin çabaları etkileyici, diye düşündü Zeki. Bilgisayarında ayılar için de yazı yazdı Zeki. Önündeki sehpanın üstünden sigara paketini aldı, bir sigarayı ağzına götürdü, çakmağıyla yaktı. Sehpanın üstünde duran fincanı aldı, bir yudum neskafe içti.

-8-

Komodinin üstündeki dijital saat çaldı. Sabah yedi olmuştu. Zeki uyandı. Sağ eli saatin canavar gibi duyulan sesini kesti. Doğruldu. Bir süre yatakta oturdu. İçinden, “Acaba kim” dedi.

-9-

Arabasını park etti. Arabadan çıktı, binaya doğru yürüdü.
İçeride asansöre bindi. Asansörde birkaç kişi daha vardı. Onlara selâm verdi.
Zemindeki arşiv bölümüne geldi.

Arşivde önünde yığılı dosyaları inceleyen Zeki’nin, “Sarı” lakaplı Selim dikkatini çekti. “Sarı”yı on yıl kadar önce tutuklamıştı, ama cinayetten değildi suçu. Sarı, bilişim işlerinde zeki biriydi. Acaba o muydu? Bir buçuk yıl önce tahliye olmuş. On beş yıllık hüküm giymesine rağmen, sekiz buçuk yıl sonra kefaletle serbest kalmış. Sarı, kendisinden intikam mı alıyordu? Cep telefonunu biliyorsa, evin de adresini biliyor olmalıydı. Ama şimdiye kadar karşısına çıkmamıştı.

Zeki, elinde dosyayla odasına geldi. Masasına oturdu. Bilgisayarı açtı. Masada önünde duran dosyayı açtı. Dosyada Sarı’nın bir adresi vardı. Acaba orada mıydı? Telefonun ahizesini aldı, birkaç tuşa bastı, “Aziz aşağıda buluşalım” dedi ve telefonu kapattı.

-10-   

Polis arabasını Aziz sürüyordu. Önde oturan Zeki, “Sarı, bilişim işlerinde epey uzmanmış. Galiba benden öfkeli intikam alıyor masum aileleri katlederek” dedi. Cihangir semtinde bir sokağa girdiler ve bir apartmanın önünde park ettiler.

İkisi de apartmanın merdivenlerinden yukarı çıkıp bir dairenin kapısının önünde durdular. Zeki dairenin ziline bastı. Kısa bir süre beklediler. İçeriden “Kim o” diyen bir kadın sesi duyuldu. Zeki, “Polis” dedi. Bir dakika sonra kapı açıldı ve sarı kısa saçlı yirmili yaşlarının başlarında çok güzel bir kızı gördüler. Zeki, bu güzellik karşısında başının döndüğünü hissetti. Kız gülümseyince inci dişleri ortaya çıkıverdi. Bir an her yer aydınlanmıştı. Şu an rüyanın içinde olabilirler miydi?                                                                                

-11-

Sahilde, sıcak kumların üstünde uzanmış Zeki, yattığı yerden doğruldu. Denizden çıkan, sanki denizkızı olan inci dişli sarışın kız gülümseyerek kendisine doğru geliyordu. “Neden yüzmüyorsun canım” dedi.

-12-

Zeki’nin heyecandan sesi titrek çıktı, “Şey, Sel, Selim’i ara, aramıştık” dedi. Kız, “Babamı mı? İçeriye buyurun” dedi.

İçeri girdiler. Sarı Selim salondaydı. Zeki’yi tanımıştı ve alaycı bir sesle, “Eski dostum” dedi. Zeki, “Müdüriyete kadar bizimle gelmeniz gerekiyor” dedi. Selim, “Neyle suçlanıyorum” dedi emin bir sesle. Zeki, “Merkez’de öğrenirsiniz” dedi.

-13-

Sorgu odasında masanın diğer ucunda Selim, ayakta duran Zeki’ye, “Yıllarca hapisteydim. Küçük kızımın büyüyüşünü izleyemedim. Bu hep içimi acıttı” diyerek masum olduğunu ispatlamaya çabalıyordu. Selim, “Yanlış adamın peşindesiniz” dedikten sonra Zeki’nin cep telefonu çaldı. Zeki, ceketinin iç cebinden telefonunu çıkarttı. Telefonda erkek sesi duyuldu. “Beni hep güldürecek misin böyle” dedi ses, ardından güldü. Zeki, “Kimsiniz” diye sert cevap verdi. “Bana Göz de” dedi ses. Zeki, “Göz mü” diye mırıltıyla konuşabildi. Kendine Göz diyen ses, “Seni her yerde gözlüyorum. Yarın sana sürprizim var. Bekle” deyip telefonu kapattı. Zeki, masada oturan Aziz’e, “Arayan katildi. Kendine Göz diyor. Beni her yerden izliyormuş” dedi. Zeki, Selim’e bakarak, “Sizi korumaya almalıyız önce” diye konuştu heyecanla. Selim, “Niye” dedi. Selim, “Göz, ‘yarın sana bir sürprizim var’ diye tehdit etti” dedi. Selim, “Karım, kızım” dedi. Aziz, “Bilgiişlemden bir şey çıkmış mı bir bakayım” dedi. Selim, “Şehirdeki tüm mobeseler ve güvenlik kameralarını takip edebiliyor. Herhalde küçük bir üssü olmalı” Zeki’ye bakarak.

-14-

Odaya giren Aziz, heyecanla Zeki’ye, “Komiserim, sinyal Fatih’ten geliyor. Son gelen arama da oradandı. Operasyon başlıyor. Baş komiser de bizzat operasyona katılıyor” dedi. Zeki, “Selim ve ailesi için de koruma tamam mı” dedi. Aziz, “Tamamdır komiserim” dedi. Zeki, “Ailenin başına bir şey gelmesinden korkuyorum. Göz, ‘sürprizim var’ demişti telefonda” dedi. “Sürpriz onlar olabilir” diye de ekledi.

-15-

Bilimkurgu filmlerinden çıkmış gibi görünen önde harekât timleri, ellerinde otomatik silahlarıyla merdivenlerden çıkarken, baş komiser, komiser Zeki ve ortağı Aziz de arkalarından gidiyorlardı. Üst katta bir dairenin kapısına geldiklerinde durdular. Aralardan koçbaşı taşıyan polisler sıyrıldı ve koçbaşıyla kapıya birkaç bindirdiler. Kapı kırıldı. Özel harekâtçılar içeri girdikten sonra Zeki ve diğerleri de girdiler. İçerisi boşaltılmıştı. Geride kalanlarla burada insanların çalıştıkları belli oluyordu. Zeki, baş komisere dönerek, “Efendim, Göz fark etmeden Selim’i evine gitmeliyim. Hedef, Selim ve ailesi olabilir” dedi. Baş komiser de, “Tamam Zeki. Takviye istediğinde hemen bilgi ver” dedi. Zeki, cep telefonundan sim kartını çıkarttı, cebine koydu. Zeki, Aziz’e, “Buradan fark edilmeden çıkmam gerekiyor. Göz’ün kameralarına takılmadan Selim’e ulaşmalıyım” dedi çaresizce. Aziz, “Komiserim, her yer polis. Aralarından fark edilmeden kaybolabilirsiniz” dedi.

-16-

Operasyonun yapıldığı apartmanın önündeki polis kalabalığına karışan Zeki, ara sokağa girdi. Zeki ana caddeye gelince yaya üstgeçidinden yolun karşı tarafına geçti. Otobüs durağında kalabalıklar içinde otobüs beklemeye başladı. Önünde Taksim’e giden belediye otobüsü durdu. Otobüse bindi, polis kimliğini gösterdi, kalabalık otobüs içinde tutamaktan tuttu. Camdan dışarısını seyretmeye başladı. Hava grileşmişti. Belki yağmur yağacaktı.

-17-

Alman Konsolosluğu’nun biraz uzağındaki sokağa giren Zeki, hızlı adımlarla sokağı geçti. Başka sokağa girdi. Umudu buralarda kameraların olmamasıydı. Adımları yavaşladı. Taksim İlkyardım Hastanesi’nin aşağısından sokağa girdi, biraz yürüdü. Bir apartmanın kapısına geldi, kapıda Selim’in adı yazan zile bastı. “Kim” olduğunu soran bir kız sesi duydu. Zeki, “Ben Komiser Zeki’yim. Kontrole geldim” dedi. Apartmanın dış kapısı açıldı.

-18-

“Bizi öldürecekler mi” diye konuştu koltukta oturan sarı saçlı kız. Salonda ayakta duran Zeki, “Siz koruyacağız Işıl Hanım” dedi, “Korkmayın” diye de sıcak bir sesle konuştu. Divanda Selim’in yanında oturan siyah saçlı kadın, “Siz olmasaydınız belki de ölmüştük” dedi korkulu bir sesle. Zeki, “Kocanıza ulaşmasaydım sizleri aklından geçirmeyecekti Şevval Hanım” dedi suçluluk duyarak.

Zaman geçti. Akşam olmuştu. Salondaki masada kahvaltı yapıyorlardı. Şevval,” Kusura bakmayın. Baskı altında yemek yapmayı bile düşünemedim” dedi. Zeki, “Kahvaltıyı severim” dedi. Genç sivil polis, “Komiserim, sigara içebilir miyim” diye sordu. “Ev sahipleri…” dedi konuşması yarım kaldı, Işıl söze girdi, “Elbette içebilirsiniz” dedi heyecanla.

Gecenin geç saatlerinde, salonda ışık söndürülmüş, herkes sessizce bekliyordu. Sadece nefes sesleri sessiz gecenin sessizliğini bozuyordu. Zeki, bu sessizli istemişti. Göz, sinsice içeri girip insanları öldürüyordu. Dairenin kapısında bir tıkırtı duyuldu. Zeki ve genç polis, kapıya doğru yöneldiler. Kapı çilingirle açılmaya çalışılıyordu. Kapı açıldı, içeri bir adam girdi. Zeki adamın üstüne atıldı. Salondaki ışık yandı. Zeki, adamla boğuşurken, adamın elindeki susturuculu tabanca yere düştü. Genç polis tabancayı aldı.

Eli kelepçeli koltukta oturan adam, “Seni kaybettim. Burada olabileceğini tahmin etmeliydim” dedi alaycı bir konuşmayla. “Ama her şey bu kadar basit olmamalıydı” diye iç geçirdi.

-19-

Sahilde, sıcak kumların üstünde uzanmış Zeki, yattığı yerden doğruldu. Denizden çıkan, sanki denizkızı olan inci dişli Işıl gülümseyerek kendisine doğru geliyordu. “Neden yüzmüyorsun canım” dedi şefkatle. Işıl, Zeki’nin yanına uzandı. Zeki, Işıl’a doğru uzandı. Dudaklarını, Işıl’ın kırmızı dudaklarıyla birleştirdi.

Kızıl ufukta güneş yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.




*** 



 AÇLIK



-1-

Ben yazıyorum. Kendime daha yazar diyemiyorum. Nedeniyse çok basitti. Yazıyorum, ama kelimeler karnımı doyurmuyor. Sadece manevi haz alıyorum. Mideme her zaman bir şeyler yollayamıyorum.

Ne mi yazıyorum? Aslında düşünür Walter Benjamin gibi aylak aylak dolanıp duruyorum ortalıklarda. Elbette filozof gibi derinlere dalamıyorum. Ama keşiflerim de yabana atılacak düşünceler mi? Tam açıklayamıyorum. İnsanlara bakarken bazen mükellef bir sofrada tıka basa yemek yediğimi hayal ediyorum. Belki de ben, Norveçli yazar Knut Hamsun’un “Açlık” romanını yaşıyorum. Onun yazarının açlığını. Hatta ben de çoğu zaman sokaklarda kalıyorum. Tıpkı Hamsun’un yazarı gibi. O da günlerce aç kalıyordu. Bir şey dikkatimi çekti bu büyük eserde. Kahramanın açlık çektiği anlarda karnına çöken o tuhaf ağrıyı muhteşem bir metaforla kelimelere döküyordu. Yazar, at ahırının üstünde kalıyordu. Her zaman değil ama. . Hamsun, onun dayanılamaz açlığını, iki atın midesini iki yana çekmesiyle somutlaştırmıştı. Ben de açken, o tuhaf ağrı tam karnımın ortasına oturuyor ve başka ağrılara da hiç benzemiyordu. Elbette benim de başıma ağrılar çöküyordu. Ama o ağrı hiçbir ağrıya benzemiyordu. Bacaklarım ağrısın, o ağrı olmasın, diyorsunuz içinizden hep.

-2-

İki gündür kursağımdan hiçbir şey geçmedi. Karnımın tam ortasında o tarif edilemez acıyı duyuyorum. Bir gündür içecek bir yudum su bile bulamadım. Eminönü’nde dolaşmaktan yoruldum. Kayıkta balık satanların tam karşısındaki merdivenlere oturdum. Hem yorulmuştum hem de birkaç yudum su olan küçük pet şişe de vardı orada. Kimseye çaktırmadan elimi şişeye uzattım, şişeyi elimle kapattım, yavaşça kedime doğru çektim, biraz bekledim, ardından şişeyi kucağıma aldım, kapağını açtım ve beklemeden şişeyi kafama diktim. Bir an rahatladım. Sonra da midem boş olduğundan midem bulandı. Kalktım. Galata Köprüsü’ne doğru yürüdüm.  

Köprüde yürürken, Hamsun’un kahramanı yine aklıma düştü. O mu şanslıydı, yoksa ben mi? Onun şöyle veya böyle arada bir sığınabileceği ahırların orada kalabileceği bir oda vardı. Kirasını ödemekte zorlandığında sokaklarda kalıyordu. Eğer kendine yedirebilirse belediyenin geçici barınağında da kalabiliyordu. Ama buralarda böyle bir şey yoktu. Havalar çok soğuk olursa, karlar yoğun yağarsa belki belediyenin barınağında kalma ihtimali olabiliyordu. Kış yaklaştı. Geceler bayağı soğumaya başladı.  

Onun şehirde tanıdıkları da var. Ama sadece tanıdık. Tıpkı benim gibi. Aşağıya doğru giden bir yolda olduğunuzda tanıdık denen şey sadece tanıdık oluyor maalesef. Gözüm yerdeki yarım izmarite ilişti. Çaktırmadan eğildim, yerdeki izmariti aldım, ağzıma götürdüm, cebimden kibriti çıkardım ve yaktım, dumanı içime çektim, müthiş bir rahatlama hissettim, aniden başım dönmeye başladı.

-3-

Beyoğlu’nda sokaktan İstiklal’e girdim. Cadde insanların sığınağı gibiydi sanki. Karanlık çökmek üzereydi. İnsan kalabalıkları içine daldım. Tanıdık denen tuhaf şey gözüme çarpar mı, diye insanların yüzlerine acı duyarak bakıyordum. Elbette tanıdık yüz yoktu. Tanrı, talih ve tanıdık yüzler beni terk edeli epey olmuştu. Bu yüzden sokaklardayım. Bu caddede anlamsızca dolaşıp duruyorum.

-4-

Sokağa girdim. Sol tarafımda dönerciyi gördüm. Bir zamanlar burada tıka basa yiyordum. Hemen yan tarafındaki çorbacıda da hatıralarım vardı. İkisinde de midemi tıka basa dolduruyordum. Yemekleri yedikten sonra dışarı çıkıp bir sigara tellendirmek de iyi geliyordu. Galatasaray’ı geçince sokakta tabureleri olan çayhanede sıcak çayımı da yudumlayabiliyordum. Artık hepsi mazide kaldı. Bu berbat dünyada yapayalnızım. Gidecek hiçbir yerim yok.

-5-

Gece ilerledi. Sokaklardan birine girdim. Barlardan müzik sesleri geliyordu. Buralarda bira içtiğim anlar aklıma geldi. Tanıdık denen şeyler vardı hep. Aslında ben hayatı, insanları seven biriyim. Ama güven duygum azaldı. İnsana güvenmiyorum. Tanıdık kelimesi sadece bir kelime. Dünyanın en tuhaf kelimesiydi bu.

Sokağın derinliğine doğru yürüdüm. Kesişen sokağa saptım. Kuytu ve karanlık bir köşe buldum. Hava soğumaya başladı. Köşeye sığındım. Ana rahmindeymiş gibi yere yattım. Gözlerimi yumdum. Karanlığın içindeydim. Bir ışık gördüm. Oraya doğru yürümeye başladım. Sokağın başına geldim. Her taraf gün ışığıyla aydınlandı. Güzel bir kız gördüm. Yaklaştım. Onu dudaklarından öptüm. O kıza ikizi gibi benzeyen bir kız, ikimize de öfkeyle bakıyordu. Birdenbire karanlık çöktü. Her taraf zifiri karanlık oldu. Hiçbir şey göremiyordum. Birdenbire rahatladım. Sonsuzluğun içinde yüzüyorum adeta.

Gözümü açtım. Şafak söküyordu. İnsan sesleri duyuluyordu. Kalktım. Yalnızlığımla sokağa girdim. Karnımda o dayanılmaz ağrı vardı.



***



SUÇLULUK

Karanlık birdenbire çöktü. Gökyüzünde koyu gri bulutların arasında şimşekler çakıyordu. Gök öfkeliydi. İnsanı irkilten canavar sesleri içimde ürperti yaratıyordu. Onunla mutlu günlerim aklıma geldi bu göğün öfkesi altında otobüste yol alırken. Sevil’i hiç unutamayacağım.

Yatakta gözümü açtım. Sevil, tarif edilemez güzelliğiyle gülümseyerek bana bakıyordu. Dudaklarıma uzandı, sıcak ve yumuşak dudaklarıyla öptü, “Hadi hayatım hemen yola çıkmazsak uçağı kaçıracağız” dedi. Ben de gülümsedim, ne kadar şanslı bir adam olduğumu düşünerek. Her erkeğin Sevil gibi kadını olsaydı bu dünyada mutsuzluk diye bir şey kalmazdı. Öyle düşünüyordum. Sevil, ayrıntıları önemserdi. Dakikti. Bir şey yapılacaksa yapılacaktı. Şimdi yola çıkılacaktı. Yoksa affedilmezdi.

Otobüs küçük otogara girdi. Yerimden doğruldum. Aşağıda muavin bagajdan omuz çantamı verdi. Fazla eşyam yoktu. Ama olmazsa olmaz olan dizüstü bilgisayarımdı. O olmasa ne yapardım bilemiyorum. Sevil olmadan nefes almayı sürdürebiliyordum. Bu kıyı kasabası küçük ve sakindi. Sanırım biraz tutucu bir yerdi. Doğduğum yere yakındı burası. Neden doğduğum kasaba değil de bu kasabaya sığındım. İçimdeki korku ve endişeden olacak sanırım. Geçmişten gelen yakıcı hatıralar. Böyle yapınca kurtulamıyorsunuz ama… yine de ruhu onarmaya yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Çok sevgili annem ve babam hâlâ orada yaşıyorlar. Artık yaşlandılar. Bana acı veren olay neydi? İtiraf edemeyecek miyim?

Hayatımın kadını Sevil’le ilk tatile çıktığımızda trajedinin ortasına düşeceğimizi bilmiyorduk. O ciple safari gezisine çıktı. Ben öyle gezmeden hazzeden biri değildim. Şimdi vicdan azabı çekiyorum. Suçluluk hissediyorum. Çocukken portakal ağacında bir serçe ailesinin neslini yok ederkenki ruh acısı bu. Baba ocağına şimdi gidemememin nedeni buydu belki de. Sevil’in yaşadığı safari kazası gibi ruhumu yakıyor.

Bir pansiyona yerleştim. Sabah oldu. Kahvaltı yaparken ortalarda koşuşturan küçük oğlan çocuğunu izliyordum. Ben de onun yaşındayken böyle enerji doluydum. Çocuk, masadaki annesine koştu. Sarıldı. Annesi onu öptü. İçimde bir sıcaklık dolaşmaya başladı. Hesabı kestirdim. Minibüse bindim. Baba ocağına doğru yola çıktım. Annemi ve babamı çok özledim. Sevil’i de. Ama artık hatıralarımda yaşayacak. Onun hatırasına hep sadık kalacağım başka aşklar yaşarken de. O da yalnız olmamı istemezdi. O yaşam doluydu.



*** 





MÜLTECİ


                                            -1-     

Gecenin içinde otoban kenarından yürüyorum. Bir tekneden kıyıya indim. Birçok insan vardı. Atlantik kıyısında yolda yürüyorum. Tek başınayım. Sırt çantam var sadece. Dilini çok az bildiğim Fransa’dayım. İki saattir yol aldığım bu yolda hiç araba geçmedi. Hiç kimse karşıma çıkmadı. İçimi korku kaplamaya başladı. Ay ışığının aydınlığı olmasa yolumu kaybederdim.

Özgür olamamaktan bıktım. Düşüncelerimden dolayı hapse atılma endişesi içinde olmaktan yoruldum. Televizyon haberlerinde “kaçak göçmen” diye aşağıladıkları mülteci olmaya karar verdim. Az birikimimle kendimi derme çatma bir teknede buldum. Zorlu bir yolculuktu. Dalgaların her yükselişinde haberlere “kaçak göçmen faciası” olarak gireceğimi düşündüm. Yiyecek ve su azdı. Bir şeyler ayarlamıştım kendime göre. İlk defa mülteci oluyordum. Teknede bir küçük kız çocuğu ve annesiyle paylaştım yanımda ne varsa. O çocuğun karnı doydukça mutlu olduğumu hissettim. Atlantik kıyısında herkesin yolu ayrıldı. Aslında ben onları kaybettim. Tek başına yola düştüm.

Yürüyorum. Hâlâ yürüyorum. Az ileride bir şey fark ettim. Biraz daha yaklaştım. Çiftlik kapısına benziyordu. İçeriye girdim. Deniz dalgalarının sesinin duyuyordum, ama pek bir şey seçemiyordum. Yerlerde beyazımsı şeyler gördüm. Kıpırdıyorlardı. Korktum, hemen dışarı çıktım. Birden bir adam ve iki genç oğlanı gördüm. Adam, çocukların babalarıydı herhalde. “Salut” dedim. Kırık dökük Fransızcamla, “Aller en ville” dedim. Adam, “Train” dedi. Birden ileride ışık gördüm. Onlara “Au revoir” dedim, yola düştüm. Yürüdükçe ışık büyüyordu. Oraya vardım. Az yukarıdan modern bir yer gibi görünüyordu. Belki de dinlenme tesisiydi. Yaklaştım. Az bir kalabalık vardı gecenin bu saatlerinde. Bir bina kenarında yürürken, aşağıda lokanta gördüm. Karnımın acıktığını hissetim. Oraya yöneldim. Pasaj gibi bir yere girdim. Kalabalığı aştım. Lokanta gibi gördüğüm yer küçük bir kasaptı. Kasap, bir budun etini bıçakla sıyırıyordu. Et alsam nerede pişireceğim, diye düşündüm. Dışarı çıktım. Burada her şeyin birbirine benzediğini fark ettim. Binanın kenarında kaldırımda yürürken, önümde iki kız da yürüyordu. Fark edilmemek acıydı. Dünyanın her yanı aynı mıydı?

Bir bank gördüm. Gittim banka oturdum. Önümden geçip giden insanlara bakarken, dalmışım. Paris sokaklarında dolaşıyordum. Seine Nehri’ne gittim. Elimde bir kadeh vardı. Kırmızı Bordeaux şarabı içiyordum. Az ileride “hot dog” satan araba gördüm. Arabaya gittim. Sandviç ekmeğine bir sosis koydu. Hardal döktü. Salatalık turşusu koydu. Birden uyandım. Güneş doğuyordu. Her şeyi şimdi tam görüyordum. Burası bir kasabaydı. Örnek olması için inşa etmişler sanki. Oturduğum yerden kalktım. Bir şeyler yiyecek yer aramaya başladım. Yanımdan geçen genç birine “Manger” dedim. Elini omzunun hizasına götürüp başparmağıyla geriyi işret etti. Gülümsedim. Dediği yöne yürüdüm. Mis gibi kokular geliyordu. İçeri girdim. Burası kafeteryaydı. Fransızların ünlü kruasanlarından vardı. Üç tane aldım. Kahveyle beraber iyice karnımı doyurdum. Beş avro tuttu. “Combien” dedim. Kasiyer “Cinque” diye cevap vermişti.

Ne yapacaktım. Nantes’a mı, yoksa Paris’e gitmeliydim? Dışarı çıktım. Sabahladığım banka gittim. Oturdum. Bahar sonuydu. Havalar ısınıyordu. Bir sigara yaktım. Gözüm etrafta dolaşırken, gözüm “Station” levhasına ilişti. Sigaramı çöp kutusunda söndürdüm. Oraya doğru yürüdüm. Yürürken, “Nantes mı, Paris mi” diyen düşünceler beynimi kemiriyordu. Yürüyen merdivenlerden aşağıya indim. Çok kalabalık yoktu. Gişeyi gördüm. Birden ağzımdan “Paris” çıktı. 89 avro verdim. Bilette “Peron 13” yazıyordu. Hızlı trenin kalkmasına bir buçuk saat vardı daha. Dışarı çıktım.

                                                          -2-

Hızlı trendeyim. Cam kenarında oturdum. Çevreyi seyretmeyi, keşfetmeyi seviyorum. Fransa yeşil bir ülke, büyülendim. Nehirler özgürce akıyor. Dışarı bakarken, türlü çeşitli düşünceler de zihnimden akıp gidiyor elbette. Neden Paris? Rüyalarımın peşinden mi gidiyordum? Kader miydi? Yoksa hayatın kendi planı mıydı bu? Bilmiyorum. Aklımdan Sartre ve Alain Delon geçti birden. Onlar da buralardan hiç geçmiş miydi? Paris!.. Eyfel Kulesi, Seine Nehri, metro, sinemalar, Boulogne Ormanı, Versay…

İzmir’de beş bin avroyu zorlukla biriktirebilmiştim. Ben de aynı yollardan geçtim. Teknecilerle anlaştım. Onlara verdiğim paranın dışında bana beş yüz kaldı ancak. Gece bir tekneye bindirdiler. Ege’den Akdeniz’e geçip Cebelitarık’tan geçerek Atlantik’e girdiler. Zorlu yolculuktu. Teknedeki mülteciler Suriyeliydi. Zorlu yolculuk oldu. Aklım, o anne-kızda kaldı. Onlarla karşılaşmayı çok isterdim. Rüyamın peşinden mi Paris’e gidiyordum şimdi?

                                                              -3-

Bir saat kırk dakikada Paris’e geldim. Daha sabahın on buçuğuydu. Gece bilinmezler içinde yaya yürürken, beş saat kadar sonra Paris’e ulaştım. O anne ve kızı şimdi neredeydi? Onlarla karşılaşmayı ne kadar çok isterdim. Garda önce tuvalete gittim. Pisuarda sıvıları attım. Lavaboda yüzümü yıkadım. Oradaki havlu kâğıtla yüzümü sildim. Gardan dışarı çıktım. Bilmediğim Paris önümde duruyordu. Gidecek hiçbir yer yoktu. Bilmediğim bir yöne doğru yürümeye başladım. Bir sokağa girdim. Sokağın sonunda birden karşıma Seine Nehri çıktı. Paris üstüne en çok adını duyduğum nehir şimdi karşımdaydı. Ama şimdi ne yapacaktım?

Paris’te masaları dışarıda olan kafeler meşhurdu, biliyorum. Belki cadde üzerinde bulabilirim, diye düşündüm. Yürüyorum. Rüyamda gördüğüm sosis satan arabalı satıcı gözüme hiç çarpmadı. Bir kafeterya gördüm. Dışarıdaki masaya oturdum. Hemen garson geldi. “Kruasan” dedim, parmağımla üç yaparak. “Un café, s’il vous plait” dedim. Çok geçmeden siparişlerim geldi. Gözüm az ilerideki masaya ilişti. Sarışın ve yüzünde çiller olan bir genç kız, gözlüklü ve saçı önlerden biraz dökülmüş kırklı yaşlarındaki bir adama, dizüstü bilgisayarındaki bir şeyi gösteriyordu. Hafifçe biraz yana kaydım. Ekranda bir palyaço gördüm. Sokakta hareketleriyle insanları eğlendirmeye çalışıyordu. Kızla birden göz göze geldim. Utandım. Önüme baktım. Eski Citroen arabaları aradı gözlerim. Kız, “Bonjour” dedi. Ben de, biraz sıkılarak, “Bonjour” dedim. Kız gülümsedi. Adam da başını benden tarafa çevirdi, gülümsedi. Rüya gibiydi. Burası sanki benim ülkemdi. Bu topraklara ayak bastığımdan beri tarif edilemez bir huzur içimi kapladı. Biraz daha Fransızcam iyi olsaydı. Bir saat geçti. Ne yapacaktım? Genç kız ve adam gitmişlerdi. Yanımdaki masada Le Monde gazetesi vardı. Aldım. Sayfalarını çevirdim.

Üç kruasan ve iki kahvenin parasını ödedim. Kafeteryadan çıktım. Kaldırımda iki yöne baktım. Geldiğim yöne gitmenin bir anlamı yoktu. Sola döndüm, yürüdüm. Ne yapacağımı aslında pek bilmiyorum. Kendimi açık bir müzede dolaşıyormuş gibi hissediyorum. Tarihin içinden geçip gidiyorum. Binalar çok etkileyiciydi. Paris’te binalar sarımsı tonlardaydı çoğunlukla. Yüksek yapılar pek gözüme çarpmadı. Bunları düşünürken, birden kendimi Eyfel Kulesi’nin olduğu yerde buldum. Aşağıdan yukarı bakınca göğü deliyormuş gibi his veriyordu bu çelik kule. Bir yer buldum oturdum. Paris’te Türklerin yoğun olarak yaşadığı “Paris 10” olduğunu duymuştum. Ama bu bölgeyi nasıl bulacaktım? Kim yardım ederdi ki?

Yine yollara düştüm. Saat öğlen bire geliyordu. Karnım acıktı. Ucuz yiyecek satan bir yer de bilmiyordum ki? Aklıma belediye otobüsüne binmek geldi. Bozuk para attım. Arka tarafa geçtim. Ayaktaydım. Caddelerde Türkçe tabela görürüm umuduyla. Otobüs kalabalık değildi. Sokaklardan, caddelerden girip çıkan otobüs beni bir son durağa gelip bıraktı. İnsanlar otobüsten inerken, şoförün olduğu tarafa gittim. “Salut” dedim. “Paris Dix” dedim. Şoför, “Oh! Oh!” dedi. “Français” dedi. Ben de, “Petit” dedim. Şoför, eliyle sağ tarafı işaret etti. Otobüsten indim. Az ileride sokak vardı. Sokaktan içeri girdim. Yürüdüm. Sokağın sonunda caddeye çıktım. Caddede ileriye doğru yürümeye başladım kaldırımda. Kimi telaşlı, kimi sakin insanların arasında yürümeyi sürdürdüm. Trafik de akıyordu. Gözüm dükkânların tabelalarındaydı.

Zaman geçip gidiyor. Uyku da bastırıyor. Nerede kalacağım? Saat iki oldu. Hiç otel de karşıma çıkmadı. Acaba geceliği ne kadardı? Gözüm hâlâ tabelalarda. Ayaklarım da yoruldu. İlk sokağa girmeyi düşünüyorum. Karnım da acıktı. Evet, şu sokaktan içeri giriyorum. Dar bir sokaktı burası. İleride gözüm “Hotel” yazısına ilişiyor. Otelin önüne geldim. Kapısı açık. Küçük bir binaya benziyor. Çekinerek içeri girdim. Resepsiyonda kimse yoktu. Orada çan vardı. Çana dokundum. Genç bir adam merdivenlerden aşağı indi. “Salut” dedim. “Chambre” diye konuştum. Kimliğimi çıkarttım. Resepsiyoncu kimliğimi aldı. “Oh Turc” dedi. Ben, “Combien, nuit” dedim kısık sesle. Önce iki elinin tüm parmaklarını gösterdi, ardından bir elinin parmaklarını. Cüzdanımdan 15 avro çıkardım, verdim. Beni deftere kaydetti. Kimliğimi iade etti. 1313 numaralı anahtarı aldı, resepsiyondan çıktı, merdivenlere yöneldi. Bir kat çıktık. Koridorun sonundaki odanın kapısını açtı, içeri girdim. Gitti. Kapıyı kapattım. Küçük bir yatak, bir lavabo ve bir de banyo-tuvalet vardı. Çantamı omzumdan çıkardım. Gardırop da vardı. Çantamı dolaba koydum. Pantolonumu ve tişörtümü çıkardım ve kendimi yatağa attım.

Uyandım. Sabah olmuştu. Doğruldum. Saat on. Yataktan çıktım, banyoya gittim. İçeride sabun vardı. Sıcak suyu açtım. Sıcaklık çoğaldı. Soğuk suyu da açtım. Banyo yapmak güzeldi. Orada havlu da vardı. Kurulandım. Banyodan çıktım. Giyindim. Çantamdan temiz tişört çıkarttım. Biraz kırışmıştı. Düzeltmeye çabaladım. Giyindim. Saçımı taradım. Sonra da odadan çıktım. Merdivenlerden aşağı indim. Resepsiyonda başka bir adam vardı. Selam verdim. Anahtarı uzattım. Ona, “Paris 10” dedim. Başını salladı.
                            
                                                              -4-

Caddedeyim. Ben, “Paris 10”u nasıl bulacaktım. Dünden beri de açtım. Bir marketin önünden geçtiğimi fark ettim. İçeri girdim. Marketin rafları arasında hazır yenecek bir şeyler aradım. En azından tanıdık gelen. Sadece bisküviler vardı. Bir bisküvi aldım.

Hâlâ dolaşıyorum. Gözüm tabelalarda, kulağımda Türkçe seslerdeydi. Belki kazara duyabilirim diye. Resmi giyimli birkaç polis gördüm. Biraz ürktüm. Pasaportum yoktu. Mülteciydim. Gözüme birçok mobese kamerası ilişti.

Karşıma metro çıktı. Yürüyen merdivenlerden aşağıya indim. Jeton aldım. Turnikeden geçtim. Peronda beklemeye başladım. “Umarım yanlış yöne gitmem” dedim içimden. Tren geldi. Kalabalıktı, ama yoğun değildi. Trene bindim. Durakları rahat görebileceğim bir yere geçtim. Oturacak yer vardı. Oturmadım. Tren hareket etti. Yirmi dakika yol aldıktan sonra inmeye karar verdim.

Metrodan caddeye çıktım. Hangi yöne gidecektim, bilmiyordum. Kalabalıklara baktım. Saat on iki olmuştu. Kaldırımdan yürümeye başladım ve içimden, “Umarım geldiğim tarafa gitmiyorum” dedim. Gözüm, mıknatısın çektiği gibi bir Türkçe tabelaya kilitlendi. “Bursa’nın Meşhur İskender Kebabı” yazıyordu. Hem sevindim hem çekindim. Aynı duyguyu aynı anda yaşamak tuhaftı. Ürkek adımlarla büyükçe olmayan restoran gibi bu yere yaklaştım. Orada bir garson Fransızca bir şeyler söyledi, anlayamadım. Ona, “Je suis Turc” dedim. Garson, “O hemşerim nereden” dedi. Ben de, “İzmir” dedim. “Turist misin” dedi. “Yok” diyebildim. “Karnın açtır” dedi. Ben, yok desem de beni bir masaya oturttu. İçeride müşteri yoktu. Garson, hesap alınan masadaki orta yaşlı bir adamla konuştu. Adam bana baktı, başını salladı. Çok geçmeden İskender geldi. Utanarak yedim. Ücret ödemek istedim. Adam, “Otur şuraya konuşalım” dedi. Nereli olduğumu, neden buralara düştüğümü sordu. Konuşmalarımdan benim Paris’e kaçak geldiğimi anladı. “Her şeyin çözümü vardır” dedi. Türkçe konuşan birilerini duymak ve görmek insana güven duygusu veriyor. Bana da öyle oldu.

Garson beni bir Türk kafesine götürdü. Buraya çoğunlukla Türkler geliyormuş. Orayı işleten otuzlu yaşlarında birisiyle tanıştırdı. Onunla bir şeyler konuştular, ama duymadım. Garson gitti. Adam, “Kalacak yerin de yoktur” dedi. Ardından, “Her şeyin bir halli bulunur” diye sürdürdü konuşmasını.

                                                             -5-

Üç aydır Paris’teyim. Temmuz ayı. Hava sıcak. Televizyonda Tour de France bisiklet yarışı canlı yayımlanıyor. Kafeteryada çalışıyorum. Garsonlarla beraber aynı dairede kalmaya başladım. Bursalılarla iyi anlaşıyorum burada. İki binden fazla kazanıyorum. Yemek, barınma gibi şeylere para harcamıyorum. Neredeyse tek masrafım sigara. Karnım doyuyor. İyi bir yerde barınıyordum. Daha ne istenirdi? Arada bir İskender restoranına da uğruyorum minnettarlık duyduğumdan. Bana sırtlarını dönebilirlerdi. Patronum iyi. Çalışma ve oturma izni çıkarttı. Fransa vatandaşlığım için de yardımcı oldu. Bütün bunları nasıl başardı bilemiyorum? Bildiğim, yaşamak ne güzel! Gerçek bile bu kadar gerçek olamazdı herhalde.

Fransızcam çok az ilerliyor. Garson dostlar ellerinden geldiğince, dilleri döndüğünce yardımcı oluyorlar. Hâlâ âşık olamadım. Kafeteryaya güzel kızlar geliyor. Cesaretsizim onlarla iletişim kurmak için. Fransızcam zayıf. Tour de France’ın sonları yaklaşıyordu. Heyecan doruktaydı. Bisikletçiler buraya doğru yaklaşıyorlardı. Gözüm ekrandayken, tanıdık ve insana iç huzur veren bir ses duydum arkamda“Bonjour” diyen. Başımı geriye çevirdim, o çilli kızla göz göze geldim. Gülümsüyordu. Dişleri bembeyazdı. Onu ilk gördüğüm kafeteryanın, sonradan St. Germain’de olduğunu öğrendim.  Ben de sıkılarak, “Bonjour” dedim ona. “Ça va” dedi. Ben de “Bon” dedim. Kızın gülümsemesi çoğaldı. “Je m’appelle Fuat” dedim. Kız, “Fü-at” dedi. Ben de vurgulayarak, “Fu-at” dedim. Kız, “Fou-ad” dedi etkileyen sesiyle. Ben de, “D’accord” dedim yumuşak bir sesle. Yine gülümsedi, “Eloise” dedi.

                                                                   -6-

Ürkütücü sarsıntıyla uyandım. Gökyüzü, gecenin karanlığında karabulutlarla kaplanıyordu. İnsanlar güvertede koşuşuyordu. Yanımdaki anne-kız çok korkmuşlardı. İkisini de, ailemmiş gibi içgüdüyle korumaya aldım. Bir an gördüğüm düş aklıma geldi. Her şey ne kadar da güzeldi. Bir düş boyunca mıydı her şey? Dalgalar ortasında kalmıştı tekne. Bazı insanlar korkuyla denize atladı. Ben, anne kıza sarıldım. Birden, Yunanistan’ın sahil güvenliği göründü. Işıklar her taraftan yağıyordu. Gece apaydınlık oldu. Helikopterler havada uçuyordu. “Cehenneme geri mi döneceğim” dedim içimden. Ne yapmalıydım? Anne-kız olmasaydı kendimi sulara atardım. Gözüm karardı. Karanlıklar içine düştüm. Sessizlik her tarafı kuşattı.

 -2013 / 2015-


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder