


"Andrey Rublev..."
+-+5.jpg)




.jpg)
"Zamanda Yolculuk..."


Sisteme karşı inanç: Andrey
Tarkovski
Ali Erden
Rusya’nın Yuryevetski Bölgesi’nin Zavrazhye kasabasında 4 Nisan 1932’de doğan büyük Rus yönetmen Andrey Arsenyeviç Tarkovski, 26 Aralık 1986’da sürgündeyken Paris’te akciğer kanserinden vefat etti. Kısa filmlerin ardından Venedik’te “Altın Aslan” ödülü alan 1962 yapımı “Ivanovo Detstvo-İvan’ın Çocukluğu” adındaki İkinci Dünya Savaşı filmini siyah-beyaz çekti. 1966’da sansüre uğrayan sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli “Andrei Rublyov-Andrey Rublev” biyografik filmini yaptı. 1972’de sinemaskop teknikteki renkli ve siyah-beyaz bilimkurgusu “Solyaris-Solaris” filmi geldi. 1975’te özyaşamöyküsü sınırlarında dolaşan renkli ve siyah-beyaz “Zerkalo-Ayna” filmini yaptı. 1979’da ikinci bilimkurgusu geldi. Siyah-beyaz ve renkli “Stalker-İz Sürücü” filmiydi bu. “İz Sürücü” filmi, Tarkovski’nin sansürle son savaşıydı Sovyetler Birliği’nde. 1980’lerin başında Avrupa’ya gitti. 1983’te İtalya’da “Nostalghia-Nostalji” filmini çekti. Ardından da1986’da “Offret-Kurban” filmini yaptı. İsveç’te çektiği “Kurban”, ustanın son filmi, “vasiyet filmi” oldu. Kanserle savaşıyordu. Ardından vefat etti. Ustanın “Mühürlenmiş Zaman” ve “Zaman Zaman İçinde” kitapları da ülkemizde yayınlanmıştı.
Tarkovski, “İtalya’da
“Nostalji” filmini yaptıktan sonra ülkesine dönme kararı aldı. Sonra da
vazgeçti. Çocukluğu sıkıntılar içinde
geçen Tarkovski’nin şair babası Arseniy Tarkovski, o henüz beş yaşındayken evi
terk etmişti. Annesi, kardeşleriyle beraber onu fedakârlıkla büyüttü.
Tarkovski, 1954 yılında önemli Rus yönetmenlerinden Mikhail Romm’un stüdyosuna
girdi. Yönetmen Romm, öğrencilerini yaratıcılık konusunda teşvik etti. Onları
himayesine alarak korudu.
VGİK’te yönetmenlik
dersleri aldı. Kısa filmler çekti. Burada Batı sinemasını ve edebiyatını da
keşfetti. Sonradan önemli yönetmenler arasına girecek Andrey Konçalovski’yle
dostluğu da derinleşti. İkisi de büyük yönetmenlerin filmlerini izleme fırsatı
buldular. Bergman, Bresson, Mizoguchi, Bunuel filmlerini keşfediyorlardı. Tarkovski için Kurosawa, Bunuel ve Dovzhenko
bir tutkuydu. Tarkovski, sanat hayatı boyunca Rus Andrey Rublev, Hollandalı
Pieter Bruegel, yine Hollandalı ressam Rembrandt, bir başka Hollandalı ressam Jan
van Eyck, İtalyan Leonardo da Vinci, Amerikalı Andrew Wyeth gibi önemli
ressamlardan ilhamlar da aldı. Bu ilhamlar derindi. Öncelikle Bruegel,
Rembrandt ve Wyeth filmlerinin ruhuydu. Rembrandt ve Bruegel tabloları, Tarkovski
ustanın filmlerinin görsel estetiğine gerçek anlamda ilham verdiler.
Rembrandt’ın ışık ve gölgeyi vurgulayan tabloları gibi Tarkovski de, öncelikle
“Solaris”, “Ayna” ve “İz Sürücü” filmlerinde Rembrandt fırçaları
hissediliyordu. "Ayna" filminde Bruegel ruhu da vardı.
Tarkovski, Fransız yönetmen
Albert Lamorisse’i de keşfetti. Onun 1956 yapımı renkli “Le Ballon
Rouge-Kırmızı Balon” filminden etkilendi. Özellikle renk ve kamera kullanımı
etkilemişti onu. 1961’deki üçüncü kısa filmi “Katok i Skripka-Silindir ve
Keman” için ilham almıştı yönetmen Lamorisse’ten. 13 sayısı da önemliydi
Tarkovski için. Uğurlu sayısıydı. Dini göndermeleri de vardı bu sayının. İsa ve
12 Havarisi gibi. Tarkovski, sansürle görüşmek için arabaya bindiğinde, bir
arabanın plakasında 13’ü görürse başaracağına inanıyor. Arabaların birinin
plakasında 1313’ü görünce de mutlu oluyor. Ama sansürü yine yenemiyordu
sonuçta.
Tarkovski ustanın
filmlerinde ateş önemli nesneye, hatta özneye dönüşebiliyor. Bunlar üzerine de
düşünmek gerekiyordu. Bazen bir ruh gibi de algılanabiliyordu. Ateş yok ediciydi. Aynı zamanda da bir
varoluştu. Şeytanı da simgeliyordu. Ortodokslarda “ateş ayini” vardı. İsa’nın
çarmıha gerilip öldükten sonra dirildiğine inanılan günü de simgeliyordu.
Paskalyalarda gerçekleşiyordu bunlar. Ateş önemliydi.
“İvan’ın
Çocukluğu…”
Andrey
Tarkovski ustanın ilk uzun yapıtı, 1962 yapımı siyah-beyaz “Ivanovo
Detstvo-İvan’ın Çocukluğu” bir savaş filmiydi. II. Dünya Savaşı’nda Ukrayna’da
geçiyordu hikâye. Dinyeper Nehri ve huş ağaçlarının kuşattığı orman filmdeki
karakterler gibiydi. Filmin derinliğinde bu daha da anlamlaşıyordu. Film,
Vladimir Bogomolov’un hikâyesinden uyarlanmıştı. Mosfilm’in sunduğu filmin
senaryosunu Andrey Tarkovski, Vladimir Bogomolov ve Mikhail Papava beraber
yazmışlardı. Etkileyici müzikleri de Vyacheslav Ovchinnikov bestelemişti.
Unutulmaz ve çarpıcı siyah-beyaz fotoğrafları da kameraman Vadim Yusov
yansıtmıştı. İvan’ın annesini
canlandıran ve gerçek adı İrma Raush olan İrina Tarkovskaya, 1957-1970
yılları arasında yönetmenle evliydi. Bu film, 1962 yılında 23.
Venedik Film Festivali’nden “Altın Aslan” ödülünü de kazanmıştı.
Film,
ormanda açılıyor. On iki yaşındaki İvan “Vanya” Bondaev (Nikolay Buryaev)
yansıyor. Ruslar, İvan’ın kısaltmasına Vanya diyorlardı. İvan coşkuluydu.
Kamera da bu coşkuya katılıyordu öne doğru kayarken. İlk önce kamera, ağacın
ardındaki küçük İvan’ı gösteriyor, ardından da İvan görüntüden çıkınca, vince
takılı kamera da ağaçtan yukarı doğru çıkıyordu. Doğa yansıyordu bu izlenimci
tatlar veren anlarda. İvan koşuyordu içindeki coşkularla. İvan’ın üstü çıplak
ve kısa pantolonluydu. Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak toprağa yansıyan
ağacın gölgelerini izliyor ve çerçeveye İvan’ın yüzü giriyor. Biraz ürpermiş İvan,
annesini (İrina Tarkovskaya) görünce mutlulukla ona koşuyor. Kovadan su içerken
silah seslerini duyan İvan korkuyla kâbusundan uyanıyordu. Annesi ve kız
kardeşi, diğer köy sakinleri gibi Nazilerce katledilmiş. Enkaza dönmüş evden
dışarı çıkan İvan yapayalnızdı. Bu anlarda kamera çarpıcı açılarla gölgeleri
öne çıkartarak dışavurumcu fotoğraflar oluşturuyordu. Film, izlenimciliğin
kıyılarında dolaşsa da, yoğunlukla dışavurumcu ve gerçeküstücü estetiklerden
besleniyor. Tarkovski’nin bu filminde Alman dışavurumculuğundan beslenmesi
sinema için büyük bir armağan olabilir. İvan evden dışarı çıktığında kamera,
aşağıdan “plonje” çekimle İvan’ın yüzündeki endişe ve korkuyu yansıtıyordu, ama
bu çekimle karakteri metaforik anlamda yüceltme de vardı. Bu anda kamera yana
yatık İvan’ı izlerken, çerçeveye yel değirmeni de giriyordu derinlikte. Az da
olsa insana “Don Kişot”u hatırlatıyordu bu. İvan yollara düşüyor. Sular
içindeki ormandan geçiyor. Ay, bulutların ardına gizlenince karanlık çöküyor ve
ön jenerik yazıları yansımaya başlıyor. Filmin tema müziğine dönüşecek tınılar
da duyuluyordu bu anda. Fonda da, Vyacheslav Ovchinnikov’un tema müziği
duyuluyordu.
İvan
tutuklanıyor. Cephe gerisinde görevli Kıdemli Teğmen Galtsev (Ergeniy
Zharikov), İvan’a iyi davransa da, İvan gizli görevli olduğunu söylüyordu ona.
İvan, çocuk yurdundan kaçmış ve orduda casusluk görevi yapıyordu şimdi. Yüzbaşı
Leonid Kholin’le (Valentin Zubkov) hemen buluşmak istiyor. Leonid, İvan’ı oğlu
gibi görüyor ve geleceği için askeri okula gitmesini istiyor. İvan, askeri
okulun da çocuk yuvası gibi olduğunu düşünüyor. Karargâhta Katasonov (Stepan
Krylov) ve Gryaznov da (Nikolay Grinko) vardı. Albay Gryaznov ve Katasonov da
savaştan sonra İvan’ı evlatlık olarak almayı düşlüyorlarmış.
Galtsev,
leğende banyo yapması için hazırlıyor ivan’ı. Soyunan İvan banyo yapıyor önce.
Sobada ateş görüntüsü yansırken, İvan temiz elbiseleri giyiyordu. Sonra da
yemek yiyor İvan. Uykusu gelince de yatağa gidiyor. Her uyku onun için bir
kâbustu. Trajedi hep peşindeydi İvan’ın. Kamera, sobadaki ateşi yansıtıyor
önce. Ardından sola çevrinme yapan kamera su damlayan kabı ve İvan’ın elini
gösterirken, kamera yukarı doğru “tilt” yaparak İvan ve annesi kuyunun
başındayken yansıtıyordu bu gerçeküstücü anda. İvan aşağıya kâğıt atarak “Çok
derin” diyordu. Zincirlemeli geçişle İvan ve annesine yaklaşıyordu kamera,
Annesi, “Eğer bu kadar derinse, gün içinde bile bir yıldız görebilirsin”
diyordu İvan’a. İvan parlayan bir şeyi görüyor. Gündüz görünür müydü? Annesi,
kendileri için gündüz olduğunu söylüyordu oğluna. Yıldızlar için gece vaktiydi.
İvan suya elini uzatıyor sonra. Suyun içindeydi şimdi. Fonda da, Ovchinnikov’un
tema müziği duyuluyordu. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparken, anne de kovayla
su çekiyordu. Silah sesi duyuluyor ve annesi ölüyordu. İvan bir defa daha
korkunç kâbusun içinden korkuyla uyandığında Leonid de geliyor oraya. Derin bir
sevgi ikisini buluşturuyor burada. Kuyu sahnesindeki anlar gerçekten
çarpıcıydı. Gerçeküstüyle dışavurumcu kıyılarında dolaşıyordu usta. İnsana
“Kuyudaki Yusuf”u hatırlatıyordu bu anlar. Leonid’in getirdiği temiz elbiseleri
giyen İvan, onunla karşılıklı votka bile içiyordu. Ardından da görüntü
kararıyor.
İvan
yeni görev istiyor Leonid’den. Ama başaramıyor. O da firar ediyor bir defa
daha. İvan, sırt çantasını almış ve tek başına. Enkaza dönmüş köyde horozuyla
baş başa kalmış yaşlı bir adamla ((Dmitri Milyutenko) karşılaşıyor. Yaşlı
karısı Nazilerce öldürülmüş adam, bir çivi arıyor. Bu derin bir metafordu.
Cengiz Han’a atfedilen çivi üzerine sözünü çağrıştırıyor bu. Bu andaki enkaza
dönmüş mekânlarsa dışavurumcu bir görsellikle yansıyordu. Leonid onu buluyor.
İvan, Partizanlara katılmak için kaçmış. İvan arabaya binmeden önce, ekmek ve
konservesini yaşlı adama bırakıyor iyi yüreğiyle. Onlar giderken yaşlı adam,
“Bu son olacak mı”, diyordu mırıldanarak.
Bir
de hemşire Maşa (Valentina Malyavina) var. Göründüğü anda şiir düşüyordu
yüzünden perdeye. Galtsev ve Leonid ona tutuluyor. Galtsev, Leonid’i kıskanıyor
cesaretli olduğu için, belki de. Huş ağaçlarının kuşattığı ormanda Maşa’yla
Leonid arasındaki anlar sinemaya ve aşka armağan gibiydi. Maşa, devrilmiş
ağaçta kadın jimnastikçilerin denge aletinde yürüyüşü gibi yürüyordu. Leonid
düşmesinden korkuyordu onun. Maşa onun kucağına atlamak da istemiyordu. Kalbini
hemen ona vermek istemiyordu sanki. Ama çukurdan atlarken Leonid onu tutuyor ve
dudağını dudağıyla buluşturuyordu hemen. Hem an anlamında hem de görsellik
olarak şiirseldi bu. Ormandaki huş ağaçları insanı hayata ve ölüme
yaklaştırıyordu. Tarkovski, bu ormanda etkileyici fotoğrafları sinemaya armağan
etmişti. Siperdeki sahneler de özeldi. Galtsev ve Leonid siperdeyken çekimler
çarpıcıydı ve Tarkovski kayıp duran kamerasıyla “stadicam” çekimler yapmıştı.
Tarkovski, bu siperde kayan kamerayla Stanley Kubrick’in 1957 yapımı
siyah-beyaz “Paths of Glory-Zafer Yolları” I. Dünya Savaşı filmindeki siper
sahnelerine selam yolluyordu sanki.
Yeni
gelen askerler de vardı cepheye. Gözlüklü asker (Andrey Konçalovski) Maşa’yı
tanıyordu hemen. Gözlüklü askerle Maşa kolejde beraber okumuşlar. Gözlüklü
askeri oynayan Konçalovski sonradan önemli yönetmenler arasına girecekti,
Hollywood’da filmler de çekecekti. 1937’de Moskova’da doğan Konçalovski’nin
Hollywood’da çektiği 1984’teki “Maria’s Lovers-Maria’nın Âşıkları”, 1985’teki
“Runaway Train-Firar Treni”, 1986’daki “Duet for One-Tek Kişilik Düet”,
1987’deki “Shy People-Bataklık İnsanları” akla geliveriyordu hemen.
Maşa’nın bakışlarıyla huş ormanı yansıyor,
fonda şiirsel müzik duyulurken. Görüntü kaotikleşiyor ve zincirlemeli geçişle
ölü iki insanı gösteriyor kamera birden. Üzerlerinde de “Hoşgeldiniz” yazan bir
karton vardı. Karargâhta. İvan, kendine verilen resimli kitapların hepsini
okumuş. İvan, Galtsev’in verdiği Almanca gravür kitaba bakarken, Nazilerin
kitapları yaktığını gördüğünü mırıldanıyor. İvan’a bataklıkta yeni görev izni
de çıkıyor. Galtsev de göreve gitmek istiyor. Leonid ona karşı alaycıydı hep.
Belki de Maşa yüzündendi. Gölgeler, dışavurumcu estetikle duvara yansırken,
gramofonda da “Ne velyat Mashe” (Nehrin
ötesine izin verilmiyor Maşa’ya) plağı
çalıyordu. Yeni görev için hazırlıklar da başlıyor. Kayık nehre taşınırken,
İvan da çanın ipini çekmek için elinde bıçağı ve el feneriyle içeride yalnızdı.
Fenerin ışığı spot gibi duvardaki yazıları yansıtırken, zihninden çığlıklar
dışarı çıkıyordu İvan’ın. Bu anlarda çarpıcı kamera kullanmış usta. Sanki
kameranın başı dönüyormuş gibi hissediyor insan. İvan, halüsinasyonla annesini
görüyor. Sonra da çanı çalıyor. Duvarda asılı asker paltosuyla onu esir almış gibi
konuşuyor İvan. Ağlıyor. Zihninde de kâbus sesleri duyuluyordu. Kilisede Meryem
Ana ikonası yansırken bombalar da patlıyordu. Karargâh bombalanıyor. İvan hâlâ
içerideydi. Haç güneşi kapattıktan sonra, çatışma sesleri de kesiliyordu
ardından. Sabah olunca da güneş yine kendini sunuyordu.
Karargâhta.
Galtsev, İvan’ı askeri okula gitmesi için ikna etmek isterken, kamera da sinema
için unutulmaz bir görsellik yaşatıyordu. Boy aynası bu anlarda, hem görsel hem
de içerik anlamında zenginlik sunuyordu. İvan’ın aynanın önünde yansıyan
görüntüsüyle ruhunun ikiye bölünmüşlüğü gerçeküstücü görsellikle
somutlaşıyordu. Tarkovski, Galtsev ve İvan’ın konuşmalarını klasik anlamda
“açı-karşı açı” kullanmamak için, Galtsev’in yansımasını aynadan göstermiş.
Sonra yatağa uzanan İvan, duvarı inceliyor gözleriyle. Duvarda “İntikamınız
alındı” yazısı fark ediliyor. Sonra İvan rüyasında kız kardeşiyle (Vera
Miturich) kendini elma yüklü kamyonetin arkasında görüyor. Şimşek çakıyor,
yağmur yağıyor. İki kardeş çok mutlu görünüyor. Filmin girişindeki müzik
duyuluyor fonda. Sonra elmalar savruluyor. Nehir kıyısında yere düşen elmaları
atlar yemeye uğraşıyordu.
Gece.
Haç yansıyor. Leonid, Galtsev ve İvan kayıkla nehirde yola çıkıyorlar.
Düşürülmüş Alman uçağı da fark ediliyor. Kamera, aşağı doğru inerken, asılmış iki insanı
gösteriyor. Fonda da balalayka tınıları duyuluyordu. Daha önce karşıya geçmek
isteyen askerlerin ölüsüydü bu. Taşmış nehirde kayığa ateş açılıyor. Fonda da
gergin keman tınıları duyulmaya başlıyordu birden. İvan, onlardan ayrılıp
yalnız başına gidiyor. Galtsev’in, Leonid’in ve seyircinin son defa İvan’ı
görüşüydü bu. Ağaçların suya yansıyan görüntüsüyle kamera öne doğru kayarken,
silah sesleriyle hüzünlü bir müzik de duyuluyordu. İvan’a veda gibiydi. Görev
dönüşü Galtsev ve Leonid karargâhta tek başınaydılar. Gramofonda “Mashe”
şarkısı çalarken kedere de dokunuluyordu. Çünkü İvan yoktu. Sonra Maşa geliyor.
Leonid’e veda için. Şarkı daha da hüzünleniyordu bu anda. Tarkovski,
karargâhtaki bu anları tek bir çekimle yansıtmış. Uzun bir sekanstı bu.
Savaş
bitiyor. Berlin şehri enkaza dönmüş. Goebbels ve ailesinin korkunç görüntüleri
de belgesel olarak yansıyor. Başka üst düzey Naziler de aileleriyle beraber
intihar etmiş. Nazi Propaganda bakanı Goebbels, karısı ve kızlarının cesetleri
de yansıyor belgesel görüntülerle. Siyanür içerek intihar etmişler. Goebbels,
cesedinin katrana bulanıp yakılmasını da istemiş. Enkaza dönmüş binada Galtsev
dolaşırken İvan’ın sonunu da öğreniyor. Sonra bir rüya yansıyor. Galtsev’in ya
da yönetmenin rüyasıydı bu İvan’ın çocukluğuna adanmış. Nehir kıyısında
gülümseyen annesinin kovasından su içen İvan, arkadaşlarıyla saklambaç
oynuyordu. Sonra da kız kardeşiyle beraber mutlulukla suyun içinde koşuyordu
İvan. Kız kardeşini geçtikten sonra su üstünde yürüyen İsa gibiydi sanki. Çocuk
İsa gibiydi. Sonra yanmış ağaca geliyordu İvan. Yanmış ağaç ölümü
simgeliyordu. İzlenimci başlayan
görüntüler gerçeküstücü sonlanıyordu filmde.
”Andrey
Rublev…”
Andrey
Tarkovski ustanın ikinci uzun filmi 1966 yapımı “Andrey Rublyov-Andrey Rublev”,
Rus Ortaçağı’nın en büyük ikona ressamı Andrey Rublev’in hayatı etrafında
dolaşan Rus şiirsel sinemasının önemli yapıtlarından. Tarkovski bu filmini
sinemaskop çekmiş. Siyah-beyaz ve renkli bu filmi Mosfilm sunmuştu. Filmin
senaryosunu Tarkovski’yle beraber Andrey Konçalovski yazmış. Filmin ruhuna çok
şey katan müzikleri de Vyacheslav Ovchinnikov bestelemiş. Filmde duyulan
ilahiler, 15. yüzyıl Rumen Ortodoks ilahileriydi. Sinemaya armağan olan
muhteşem fotoğrafları da Vadim Yusov yansıtmış. Tarkovski, bu dönemsel filminde
güçlü inançlarını da dışarı çıkartıyor. Rus Ortodoks inancıyla beraber
Tarkovski’nin simgelerini de anlamlaştırabilmek zorlu bir yolculuğa çıkmak
gibi. Andrey Rublev’e hayat veren Anatoli Aleksiyeviç Solonitsin, Bogorodsk’ta
30 Ağustos 1934’te doğmuş ve 11 Haziran 1982’de Moskova’da kanserden ölmüştü.
Tarkovski’nin en değer verdiği oyunculardan biriydi bu büyük oyuncu. Bu film,
1969’daki 22. Cannes Film Festivali’nden “FIBRESCI” ödülünü kazanmıştı.
Andrey
Rublev’in doğum ve ölüm tarihleri kaynaklarda tahminiydi. Doğumu, 1360 veya
1370 olarak belirlenmiş. Ölüm tarihi de tam olarak bilinmiyor. Kaynaklarda,
1428 veya 1430 olarak belirtilse de hiçbir kaynak emin değildi. Çünkü hayatının
56 yılla 70 yıl arasında olduğu yazılıyor. Rublev’in en önemli simgesiyse,
Ortodoks keşişler gibi giyinmesiydi. Rus Ortodoks Kilisesi onu, 1988’den beri
aziz olarak kutsadı.
Filmin
ön jenerik yazıları yansımaya başlarken, fonda da çan sesleri duyulmaya
başlıyor. Ovchinnikov’un müziğinin parçasıydı bu çan tınıları. Çan, haç gibi
kilisenin önemli simgelerinden biriydi. Org da öyleydi. Bu film için de hepsi
önemli simgelerdi.
“Birinci
Bölüm: Andrey’e Göre Tutku” ara yazısı yansıyor siyah fon üzerinde. Görüntü
kilise üzerine açılıyor. Kilisenin kulesine çanı yerleştirmeye çabalıyordu
insanlar. Nehirde kayıkla gelen Efim (Nikolay Glazkov) balonla binecekti. Efim
kilisenin içindeyken kamera onu kayarak takip ediyordu önce. “Tanrım her şey
doğru gitsin” diyor Efim yürürken. İplere bağladıkları çanı yukarı çekiyorlar.
Sonra da balona takılan Efim uçmaya başlıyordu. Melek Mikail gibiydi uçuyordu
Efim. Çarpıcı bir görsellikle yansıyordu bu anlar. Aşağıdaki nehir, tarlalar ve
insanlar Efim’in bakışıyla yansıyordu. Sonra nehir kıyısına inmeyi başarıyor
Efim. O aşağı indiğinde bir at da yerde kum banyosu yapıyordu. Atlar, hem bu
filmde hem de Rus Ortodoks inancında kutsanmışlar gibiydi. İsa, ahırda doğarken,
orada keçiler ve atlar da vardı. Rublev’in doğum ikonalarında da bu fark
ediliyordu.
“Soytarı-1400
Yaz” ara yazısı yansıyor. Keşiş gibi giyinmiş ikona ressamı Andrey, Danil ve
Kiril’in peşine takılıyor kamera. Andrey Rublev (Anatoli Solonitsin) “Moskova’da
bizden başka ressam yok mu Danil”, diyor. Kamera onları sağa doğru kayarak
izliyordu. On yıl kadar sonra yine
buralara gelmişler. Yağmur başlıyor. Sığınacak yer ararlarken, Soytarı da
(Rolan Bykov) elindeki tefle ahırdaki insanları eğlendiriyordu. Ahırda
hayvanlar, kadınlar, çocuklar ve adamlar vardı. Bira da içiliyordu burada.
Soytarı, “Siz serseriler, zamparalar pislik içinde öleceksiniz” diye sürüp
giden bir şarkı söylüyordu. Üç keşiş ressam da ahıra geliyor. Onlar içki
içmiyorlar ve kadınlarla oynaşmıyorlardı. Soytarı, gömleğini çıkartıp dışarı
çıkıyor. Fonda da kadın sesiyle ilahi duyulurken yağmurda da ıslanıyordu.
Soytarı içeri girdiğinde ahıra bir sessizlik de çöküyor. Boynunda haç kolye de
vardı Soytarı’nın. Sadece ilahi duyuluyordu. Kiril (İvan Lapikov), “Tanrı
rahipleri, şeytansa soytarıları gönderdi” diyor Andrey’e. Kamera, çocukların
üzerinden hiç kesme yapmadan sağa doğru sürekli çevrinme yaparak keşiş
ressamları gösteriyor. Andrey, pencereden ses gelen yere bakıyor. Uzakta atlı
askerleri görüyor. Sonra kavga eden iki sarhoş yansıyor. Atlı askerler ahıra
geliyorlar sonra. Soytarı’nın çalgılarını alıp kırıyorlar. Soytarı’yı da
tutukluyorlar. Kamera, dışarıda olanları içeriden yansıtıyordu. Kiril dolaşmaya
çıkmış. İçeriye geliyor. Ardından yine yollara düşüyorlar. Ahırdan çıkarken,
“İsa sizinle olsun” diyor Danil (Nikolay Grinko) geride kalanlara. Fonda da
ilahi devam ediyordu. Onlar dışarı çıktığında uzaktaki atlı askerler de
yansıyor. Yağmur yine yağmaya başlıyor. Sis de çöküyordu. Ardından görüntü
kararıyor.
“Yunan
Theophanes-1405” ara yazısı yansıyor siyah fon üzerinde. Theophanes
(1330-1405), 15. yüzyılda resim tarzlarını etkileyen ve duvar resimleri yapan
bir Bizans ressamıydı. 1370’ten sonra Rusya’da çalıştı. Göçmen ressam
diyorlardı ona. Theophanes’in yaşadığı yere geliyorlar. Kalabalıklar içindeki
Kiril yansıyor. Kamera onunla beraber sağa doğru kayıyor. Meydanda, cadılıkla
suçlanan bir adama işkence de yapılıyordu. Kiril, Theophanes’in atölyesine
giriyor. Kamera, onun bakışıyla öne doğru kaymaya başlıyor. İçeride uzanmış
Theophanes (Nikolay Sergeev), “Bakmak için mi geldin” diye sesleniyor Kiril’e.
Theophanes, Andrey Rublev’i duymuş. Kiril, bu Yunan ustanın ikonaları
karşısında büyüleniyor. Kiril, onun yanına oturuyor. Sonra Kiril, “Rublev’in
yaptıklarında eksik olan bir şey var” diyor. Andrey’in eserlerinde korku ve
iman yokmuş. “Ruhunun derinliklerinden gelen iman yok” diyor Kiril. Sadelik de
yokmuş. Epiphanius’u hatırlıyor. Epiphanius (İS 310-İS 403), Ortodoksluğun
güçlü savunucusu bir piskopostu. Onun, “St. Sergeius’un Hayatı” eserinde,
“gösterişsiz sadelik” fikri varmış. Kiril, Theophanes’in eserlerinde de bunu
görüyor. “Kutsanmış” diyor. Theophanes, “Zeki birisin” diyor. Kiril de, “Cahil
olup da, başkasının kalbinin sana rehberlik etmesi daha iyi değil mi” diye
soruyor. Bilgeliğin arttığı yerde keder de artardı. Theophanes hızlı
çalışıyormuş. Yoksa sıkılıyormuş. Kiril’den yardımcısı olmasını istiyor sonra.
Baharda Moskova’da katedral boyayacakmış. Üç yıldır kitaba el sürmeyen Kiril, Theophanes’in
teklifini günah olarak görüyor. Theophanes, “Yakında öleceğim” diyor. Rüyasında
bir melek görmüş ve kendisine “Benimle gel” diyormuş. Sonra Kiril teklifi kabul
ediyor. Ama para almayacaktı. Dışarıdan da işkence görmüş insan yansıyor.
“Ortodokslar, gerçeği arayanlar ve Hıristiyanlar. Daha ne kadar bu işkenceye
devam edecek” diyen rahip insanlara yalvarıyordu.
Başka
bir mekândaydı şimdi Kiril. Kaldıkları yerdi burası. İkonalar da vardı.
Dışarıdan, “Prens size Moskova’ya gelmenizi emrediyor” diyen bir ses duyuluyor.
Rublev gitmek istese de Danil gitmek istemiyor. Çünkü o davet edilmemiş.
Andrey, Danil olmadan başarabilir miydi? Theophanes, sadece Andrey’i istemiş.
Kiril de, Tanrı, dünyevî ve birçok şey üzerine düşünüyordu ikonaların olduğu
odada. Bir genç geliyor ve “Neden kandil yakıyorsunuz” diyor Kiril’e. Zaten
gündüzdü. İçeride kuruması için
çamaşırlar da asılmıştı. Fıçıdaki suyla yüzünü yıkayan Kiril, kandili
söndürüyor. Andrey de kitap okuyan Danil’in yanına gidiyor veda için. Veda
etmeye gelse de huzursuzdu. Şeytan aralarına nifak sokmuş. İtirafta da
bulunuyor Danil’e. Yıllarca beraber çalışmışlar ve ondan başka kimsesi yokmuş
Andrey’in. “Dünyayı senin gözlerinle görüyorum, senin kulaklarınla duyuyorum”
diyor. Bu sözler Danil’i ağlatıyor, ama Andrey’e kırgın. “Senin için mutluyum”
diyor sonra Danil. Moskova’ya gitmesini söylüyor. Gurur da duyacaktı. Şeytan
onun da aklını çelmiş. Andrey’den af diliyor. Dışarıdan çan sesi duyulurken
Andrey ayağa kalkıyor, Danil’in önünde diz çöküyor ve Danil’in kitap üzerindeki
elini öpüyor birden. Kapıda da bunlara tanıklık eden Kiril yansıyordu. Dışarısı
soğuktu ve kar da yağmıştı. Kiril çok öfkeliydi. Andrey ve Danil’e neden bu
kadar öfkeliydi Kiril? “Trinity Manastırı’ndan neden ayrıldık”, diyor Andrey’e.
Menfaatlerini imandan daha önemli saymış Andrey ve Danil. Neden manastıra
gitmek zorunda olduklarını unutmuşlar. Kiril, “Senden kıdemli olanı takip
ettin, pazarlık yaptın” diyor Andrey’e. Tanrı’nın Andrey’e boyama için yetenek
verdiği için de mutluymuş Kiril. Oradaki rahip Kiril’e kızıyor. Kiril’in, yılan
ve iftiracı olduğunu söylüyor, onu kovuyor. “Kendi dünyana dön iftiracı”
diyordu rahip. Kiril yürürken Andrey de peşinden gidiyor. Kamera da, sağa doğru
kayarak izliyordu onları. Kiril geride kalanlara, “İsa’nın dua evini hırsızlar
evine dönüştürdünüz” diyordu öfkeyle. Peşinden gelen köpeğe de öfkesini
gösteriyordu Kiril. Sonra görüntü kararıyor.
“Andrey’in
Tutkusu-1406” ara yazısı yansıyor. Andrey, ikonada ona güvenebilmesi için
Danil’in fırçalarını üç yıl temizlemiş. Ormanda, yanındaki genç yardımcı
Foma’ya (Mikhail Kononov) söylüyordu bunları. Foma’yı arı sokmuş. Sürekli
hikâyeler uyduruyormuş Foma. Ağaç kökünün yanında yılan gören Andrey, Foma’da
yalan söyleme hastalığı olduğunu düşünüyor. Yılan da Foma’ya doğru
yaklaşıyorsdu. Kamera, ağaç köküne doğru sağa çevrinme yaparken, ardından
Theophanes görünüyor. Ağaç kökü yansıyor. Sonra da karıncaların sardığı yaşlı
ağaç görünüyordu. “Havariyi sola koymayı tercih ettin demek Andrey” diyor
Theophanes. “Yapıştırıcıyı ateşten aldın mı”, diye soruyor Andrey. Ardından
Theophanes Foma’yı tokatlıyor. Foma oradan giderken eline çubuk alıyor ve
yerdeki ölmüş kuşa dokunuyor. Andrey, “Rus kadını her zaman eziyet çekti ve
mutsuz oldu” diyor Theophanes’e. Rus insanının cahilliği kimin suçuydu? Böyle
düşünen Andrey nasıl resim yapabiliyordu? Sonra günahlar üzerine konuşuyorlar.
Münzevi olup mağaralarda da yaşamış Andrey. “Ben Tanrı’ya hizmet ederim.
İnsanlara değil” diyor Theophanes. Çünkü insanlar, bugün övdüklerini yarın istismar
ediyorlardı. İnsanlar, aptallığa ve alçaklığa teslim edilmişti. Şimdiyse sadece
kendini tekrar ediyordu. Her şey başladığı yere mi dönüyordu? İsa dünyaya bir
daha gelse bir kez daha çarmıha gereceklerdir, diyor Theophanes. “Sadece kötüyü
hatırlarsan hiçbir zaman Tanrı’nın önünde mutlu olamazsın” diyor Andrey de.
İkisi de farklı yönlere bakarak konuşuyorlardı. Her şey olmasa da bazı şeyler
unutulmalı, diyor Andrey sonra. Theophanes, “Birisi yalnızken mutlu olduğuna
inanıyor. Yeni Ahit’i unuttun mu”, diye soruyor. İsa, insanlara inancı
anlatmış. Sonra o insanlar onu çarmıha germiş. “Yahuda onu sattı. Petrus onu
yok saydı” diyor Theophanes. Hepsi onu terk etmişti. “Pişman oldular” diyor”
Andrey de.
Nehir kıyısı yansırken, Andrey’in dış sesi
duyuluyor. Her yerde kar vardı. Nehir kenarında İsa (İgor Donskoy) su içerken
yansıyor sonra. Derinlikte insanlar büyük bir haçı taşırlarken görülüyor.
Andrey’in, “Rus halkının başına hep bir şeyler geliyor” diyen sesi duyuluyor.
Tatarlar her yeri yağmalıyordu. Daha sonrasında da açlık ve verem vurmuştu. Bir
şey kötü gittiğinde bir insanla göz göze gelirsin, işler yoluna girer, kalpteki
ağırlık kalkar, diyor Andrey. Tanrı ve insanları barıştırmak için, İsa doğmuş
ve çarmıha gerilmişti. İsa, Tanrı’dan gelmişti. Büyük haç yere düşerken,
“Çarmıhta can vermesi önceden belirlenmişti” diyen dış sesi duyuluyordu
Andrey’in. İnsanlar, büyük haçı ipe bağlamışlar ve çekiyorlardı. İsa büyük haça
doğru yürürken, Mariya Magdalena, yani Mecdelli Meryem de (İrina
Miroshnichenko) İsa’nın ayaklarına kapaklanıyor ağlarken. Fonda da ilahi
duyuluyordu. İsa haça doğru yürürken ayakları yansıyor. Büyük haça uzanıyor.
İsa’nın annesi Mariya, yani Bakire Meryem de (Tamara Ogorodnikova) kederler
içinde yere çöküyor bu anda. Bu anlar İsa’nın çarmıha gerilmesini tasvir
ediyordu.
Büyük
haç yukarı kaldırılırken, kamera da Andrey ve Theophanes’e dönüyor. Foma da
nehir kıyısında fırçaları yıkıyordu. Sonra kamera, Foma’dan sola çevrinme
yaparak nehrin akışını yansıtıyor. Theophanes, “Ben keşiş değilim. Özgür
insanım. Sen böyle konuşmayı sürdürürsen gönderilirsin” diyordu Andrey’e.
Görüntü, nehir üzerinde kararıyordu ardından.
“Festival-1408”
ara yazısı yansıyor. Haziran ayı. Kamera, nehirde kayıktaki insanları sağa
çevrinme yaparak izlerken, Andrey de çerçeveye giriyordu. Andrey, “Assumption
Katedrali’ni kış olmadan bitiremeyeceğiz” diyor. Bu katedrale Ruslar “Upensky
Sobor” diyorlardı. Sonra Andrey, Foma’yla kütük taşırken bir ses duyuyor bülbül
seslerine karışan. Nehir yansıyor. Ardından da ellerinde meşale olan insanlar.
“Cadılık yapıyorlar” diyor Andrey. Gizlice kalabalığı takip ediyor. Çırılçıplak
kadın ve erkekler ellerinde meşalelerle eğleniyorlardı. Nehre giriyorlar.
Andrey bir kulübeye doğru yürüyor. Kulübede ritüel yapan kadını gösteriyor
kamera. Kadın merdivenden iniyor. Yerde de ateş yanıyordu. Kadının adı
Marfa’ydı. Marfa (Nelli Snegina), Yahudi olmayan kadındı. Marfa, Andrey’i
görüyor. Sonra pagan insanları Andrey’i yakalıyor ve “kara fare” diyorlar ona.
Sonra da, keşişlere benzeyen Andrey’e “Tanrı’nın hizmetkârı, her şeyi
bilmelisin” diyorlardı alay ederek. Sabah taş bağlayıp nehre bırakacaklarmış
Andrey’i. Çarmıha bağlıyorlar sonra onu. Andrey, baş aşağı asmalarını istiyor
kendisini onlardan. Adamlar, “İsa gibi” deyip gülüşüyorlar sonra. Andrey’i
orada bırakıp giderlerken, içlerinden biri haç işareti yapıyor eliyle.
Andrey’in yüzünü korku ve endişe kaplıyordu. Sonra Marfa geliyor oraya. Marfa,
“Neden baş aşağı asılmak istiyorsun” diyor. Kadın çıplaktı. Andrey bunun günah
olduğunu söylüyor kadına. “Ne günahı” diyor Marfa. Çünkü bu gece aşk
gecesiymiş. “Sevmek günah mı” diye soruyor Marfa. Ama birini böyle bağlamak
sevgi miydi? Marfa, alay ediyor onunla. “Bizi dine döndürmek için keşiş veya
nöbetçi çağır istersen” diyor. Sevgiler çeşitli olsa da bu farklılık yaratır
mıydı? Marfa’ya göre yaratmazdı. Andrey’i dudaklarından öpüyor. Andrey,
hayatında ilk defa bir dişi sıcaklığına bu kadar yakındı belki de. Sonra Andrey
oradan uzaklaşıyor. Kamera, Andrey’i sola kayarak izliyordu. Ardından kamera
çıplak Marfa’ya yaklaşıyordu. Zincirlemeli geçişle de Andrey bir kulübedeyken
yansıyor. Oradaki salıncaktaki yaşlı kadınla uyuyan insanları görüyordu.
Kulübenin içindeki kamera, hafifçe sağa kayarak dışarıdaki Andrey’i izliyor
sonra. Dışarıda atlar da vardı. Yardımcılarının yanına dönüyor Andrey. Orada
Danil de vardı. İçinde meşale yanan tören kayığı yansıyor. Kamera, tören
kayığını sağa çevrinme yaparak izliyordu. Andrey’in yüzünde yaralar da vardı.
Danil, “Öğrencilerinin karşısına böyle çıkmaktan utanmıyor musun” diyor.
Adamlar, Marfa’yı kovalıyorlardı Andrey’i serbest bıraktığı için. Marfa canını
kurtarmak için nehre giriyor ve karşı kıyıya doğru yüzerken görüntü de
kararıyordu.
“Son
Yargı-Kıyamet-1408” ara yazısı yansıyor. Katedralde. Kamera sağa doğru kaymaya başlıyor.
Andrey’in yardımcıları katedralde boyama yapıyorlardı. Hava sıcaktı.
Çıraklardan genç Sergey (Vladimir Titov) yüzmek için izin istese de Foma ona
karşı öfkeliydi. İçeri birisi geliyor ve kötü bir şey olduğunu söylüyor.
Piskoposun evinde büyük kargaşa olmuş. Çünkü piskopos, “Daha fazla
dayanamayacağım” diyerek iç çamaşırlarıyla dışarıda koşturup duruyormuş. Bütün
bunlar Andrey’in yavaş çalışması yüzündenmiş. Andrey hâlâ işe başlayamamış.
Büyük Prens’e haberci bile göndermiş. Öte tarafta Andrey ve Danil tarlada
tartışırken yansıyorlar. “Haberci, Büyük Prens’e ulaşmıştır” diyor Danil. Her
şeye Moskova’da karar verdiklerini söylüyor Danil. Ama Andrey’in resimler
konusunda kaygıları vardı. “Kıymet Günü” tasvir edilecekmiş katedrale. Andrey,
insanları korkutacak resimler yapmak istemiyor ve “Bana aykırı” diyor.
Katedralde.
Foma da onlardan ayrılıyor. Pafnuitevo’da bir kiliseyi boyayacakmış. Andrey de
katedraldeydi o anda. Foma giderken Andrey tepkisizdi. Ama şimdi ne yapacaktı?
Dalgın ve zihni karışık Andrey’i sağa kayarak izliyordu kamera. Sanki bir yer,
başlayabileceği bir nokta arıyordu Andrey. İç sesiyle, “İnsanların ve
meleklerin dilinden konuşsam, merhametten uzak olsam, konuşmam bir bandoya veya
bir zilin çalmasına benzer” diyordu. Ona kehanet edilse, tüm gizemleri ve
bilgiyi alsa, dağları hareket ettirebilecek imanı olsa da, merhametsizse o
zaman bir hiç olduğunu söylüyor içsesiyle Andrey. Katedralin içinde prensin
çocukları oyun oynarken yansıyor. Kız çocuğuyla oyun bile oynuyor Andrey. Bu
onu kederinden bir an bile olsa uzaklaştırıyordu. Bu kız çocuğu, hayatına neşe
ve anlam getiriyordu. Sonra Andrey ikona çizmeye çabalıyor. O sırada Stepan’ın
(Nikolay Grabbe) atla gittiği söyleniyor. Yardımcıları da gitgide azalıyordu
Andrey’in.
Orman
yansıyor. “Prense en az ağabeyinki kadar güzel bir malikâne yapacağız” diyen
Andrey’in yardımcılarından birinin sesi duyuluyor. Moskova’nın Prensi Vasili,
yani Büyük Prens’in (Yuriy Nazarov) malikânesinde oymacılık ve dekorasyon
işleri yapıyorlardı. Ama bunlar yansımıyor filmde. Yardımcılar, darbeci
Zvenigorod’un Prensi Yuri, yani Küçük Prens (Yuriy Nazarov) ve askerleri
tarafından ormanda basılıyor, katliama uğruyorlardı. Bu anlardaki şiddet
vahşiydi. Vahşetin ardından kamera, yaralı genç çırak Sergey’i sağa çevrinme
yaparak izlerken, ölü bir insanın kolunu da yansıtıyordu. Sonra da kamera suda
akan boyayı gösteriyordu. Kamera, suyu gösteriyor ve ardından da duvar
yansıyor. Katedralde Andrey öfkeyle duvara boyayı fırlatıyordu. Kamera, boyalı
duvara doğru kayarken, Andrey’e doğru sola çevrinme de yapıyordu. Andrey,
öfkeli ve çaresizdi. Kamera, Andrey’in aşağı doğru inen boyalı sol elini
izlerken, Danil de Sergey’e kutsal kitaptan bir bölüm okumasını istiyordu. Bu
kederli anlarda sığınılacak başka yer yoktu onun için. Sergey kitaptan, “Beni
taklit et, benim İsa’yı taklit ettiğim gibi” sözlerini okurken katedrale
kucağında yakacak çalı olan “kutsal” Deli Kız (İrina Tarkovskaya) kiliseye
geliyor. Dışarıda yağmur da yağıyordu. Kitapta “...Ve her kadının üstü erkek ve
İsa’nın üstü de Tanrı’dır” diyor. Andrey’in boyalı eli yansırken, “Erkek, kadın
için değil, kadın erkek için yaratılmıştır” diye bölümü okuyor Sergey. Sonra
Deli Kız, Andrey’in yanına geliyor. Kitaptan, “Kadın erkeğin, erkek kadınındır,
ama her şey Tanrı’ya çıkar” sözü okunuyor. Sergey okumayı sürdürüyor. Kitapta,
“Bir kadın kapanmadan Tanrı’ya dua edebilir mi” diyor Sergey’in sesi. Deli Kız,
beyaz duvardaki boyaya bakıyor. Kitaptan da, “Doğa size erkeğin uzun saçlı
olmasının utanç verici olduğunu öğretmedi mi” diyen bölüm duyuluyor sonra.
“Eğer bir kadının uzun saçları varsa bu onun onurudur” diyordu kutsal kitap.
Deli Kız, boyalı elini duvardaki boyaya uzatıyor ve ardından ağlıyor. Sergey
kitaptan, “Saç kadının şerefidir. Bu
saçlar ona verilmişse…” sözünü okurken, Andrey Danil’e, “Bu bayram. Günahkâr
değiller” diyor. Deli Kız’ı göstererek, “Bu kız günahkâr değil, eşarp takmasa
bile” diyor. Andrey dışarı çıkıyor sonra. Yere oturmuş Deli Kız yerden kalkıp
öne doğru yürürken kamera da onu geriye doğru kayarak yansıtıyordu. Deli Kız
dışarı çıktığında görüntü kararıyordu.
“İkinci
Bölüm: Andrey Rublev” ara yazısıyla “Yağma-1408” bölümü yansımaya başlıyor.
Irmağın karşı kıyısında Küçük Prens ve askerleri Tatarları bekliyorlardı. Kamp
kurmuşlardı kıyıda. Karlar da yağmış. Ağabey olan Küçük Prens, küçük kardeşi
Büyük Prens’i devirip kendisi Büyük Prens olmak istiyordu. Yanına da yağmacı
Tatarları almıştı. Tatarlar Türkçe konuşuyordu. Dikkatli dinleyince biraz olsun
anlaşılıyordu bu. Ama lehçe farkı da vardı işte. Kamera sağa doğru çevrinme
yaparken atları üzerindeki Tatarlar çerçeveye giriyordu. Büyük Prens
Litvanya’ya doğru yola çıkmış. Çekik gözlü Tatar yağmacı hanıyla (Bolot
Beyshenaliev) buluşan Küçük Prens taht özlemi yaşıyordu. Tatarlar nehrin karşı
kıyısına geçiyorlar hemen. Küçük Prens, Büyük Prens kardeşiyle hiçbir zaman
anlaşamamış. Başpiskopos onları uyum ve barış içinde yaşamaları için Tanrı
önünde yemin bile ettirmiş. Sonra geriye dönüşle bu an yansıyor. Küçük Prens
katedral önünde bekliyordu. Sonra Büyük Prens geliyor. Başpiskopos önünde yemin
etmek için. Fonda da ilahi duyuluyordu. İki kardeş birlikte katedrale
giriyorlardı.
Küçük
Prens ve Tatarlar Vladimir şehrine giriyorlar.
“Vladimir öyle güzel ki değil mi prensim”, diyor Tatar Hanı. Bu
etkileyici şehir, Rusya’nın Batı taraflarına düşüyor. Şehir, Klyazma Nehri
kıyısındaydı. Askerler, Vladimir şehrini istila ediyorlar. Yağma ve yıkım
başlıyor. Vince takılı kamera bu istila anlarını genel çekimle yansıtırken,
insanı o atmosferin içine de alabiliyordu. Katedral de yanıyordu. Foma da bu
şehirdeydi. O da istilacıların gazabından kaçıyor. Canını bir an için kurtarsa
da trajedisi uzakta değildi Foma’nın. Şehirden birçok insan kaçmış. Geriye
kalanların çoğu da katlediliyor. Bir köpek havlıyor. Tatar Hanı Küçük Prens’e
köpeği göstererek, “Senin şıllık nasıl da büyümüş. Beni unutmuş. Tanımadı”
diyor. Askerler de koçbaşıyla katedralin kapısını kırmaya çabalıyordu. Tatar
Hanı da atının üzerinde oradaydı. Kamera, onlardan sağa doğru kayarak Küçük
Prens’i gösteriyor. Tatar Hanı, “Prensim, katedral için üzgün müsün” diyen sesi
duyuluyor. Sola doğru kaymasını sürdüren kamera, Küçük Prens’ten ayrılıp beyaz
bir atı yansıtıyor. Fonda da ağıtı andıran ilahi duyuluyordu. Katedralin
içindeki insanlar bu ilahiyi söylüyordu. Kamera, içeri girdiğinde bulanık
görüntüyle hızla onların üzerinden sola çevrinme yaparak gösteriyordu
insanları. İstilacılar kapıyı kırıp katedrale giriyorlar ardından. Kargaşa,
katliam ve Vandalizm yaşanmaya başlıyordu hemen. Deli Kız’ı bir asker
yakalıyor. Ona tecavüz etmek için yukarı çıkartıyor. Andrey peşlerinden gidiyor
ve askeri öldürüyor. Andrey cinayet işliyordu bu baskında. Bu öldürme vakası,
Andrey’in büyük suçluluk duygusunun başlangıcıydı. Şehirde de yağma ve katliam
sürüyordu. Vince takılı kamera bu vahşeti ayrıntılarıyla gösteriyordu.
Katedraldeki ikonalar da yansıyor. Andrey Rublev’in “İsa’nın Doğuşu-1405”
tablosu da fark ediliyor. Tatar Hanı, katedralin içinde at üzerinde bu ikonaya
bakıyordu. Küçük Prens’e, “Şurada uzanan kadın kim” diye soruyor. Küçük Prens,
“O bir kadın değil, Bakire Meryem Ana” diyor kızgınlıkla. Tatar Hanı’na tuhaf
geliyor bu. Bir oğlu varken nasıl bakire olabilirdi ki? Rusya’da daha garip
şeyler oluyor, diyor Tatar Hanı alaylı gülümsemeyle. Katedralde Patriğe (Yuriy
Nikulin) işkence yapılıyor altınların yerini söylemesi için. Tatarlar için her
şeyden önemliydi bu. Vahşi işkence yapılırken Küçük Prens de orada bu anları
izliyordu. Patrik, Küçük Prens’e “Sen Rusya’yı sattın” diyor acı içinde.
Katedralde de ayin sürüyordu Patriğe işkence yapılırken. Daha sonra iki prens
katedralde rahip önünde taht devir teslimi yapıyorlar. Rahip haçı onlara doğru
tutarken, iki kardeş dudak dudağa öpüşüyordu. Mağlup olan Büyük Prens orayı
terk ediyor sonra. İki erkeğin böyle öpüşmesi Rus geleneğiydi. Sovyetler
Birliği’nde de bu gelenek devam etmişti. İşkence yapılan Patriği mumya gibi
bezle sarıyorlar işkencehanede. Bu anda “Vaftizci Yahya” tablosu yansıyor.
Tatar Hanı sonra ikonalara bakıyor. Ona tuhaf geliyordu tüm bunlar. Şimdi Büyük
Prens olan Küçük Prens, ikonalara bakan Tatar Hanı’na, “Siz bir gün
gideceksiniz ve biz her şeyi yeni baştan yapacağız” diyor. Kamera, katedralin
içinde ölüleri yakından yansıtıyor sonra. Küçük Prens’e bir an keder de
çöküyor. Fonda da org tınısı duyuluyordu. Deli Kız bir ölü kızın başında onun
saçını örerken yansıyor. Sonra yanmış İncil görünüyor. Theophanes de oradaydı.
Andrey, onun öldüğünü sanıyormuş. Rüyasında Theophanes baş aşağı sallanıyormuş.
Artık kendini insanlara adıyor Andrey. Sonra da derinlikteki ikonalara
bakarken, “Onlar insan değillerdi” diyor. Theophanes’e, “Söylediklerin
gerçekti” diyor. Theophanes de yanıldığını söylüyor Andrey’e. O zaman Andrey,
şimdi de kendisi yanılıyordu. Andrey’in yüzü yaralıydı. Sonra Andrey, “Bir daha
resim yapmayacağım” diyor. Bunun kimseye faydası yoktu. Birini öldürdüm, diyor
sonra. Theophanes, Andrey’in ikonalarına bakarken, “Ne kadar güzeller” diyor.
Kar yağmaya başlıyor. Katedralin içine kar taneleri de düşüyor. Sonra içeriye
bir at da giriyor. Kamera, Deli Kız’ı, öldürülmüş genç kızın üzerine başını
koymuş yansıtırken görüntü de kararıyordu. Çan sesi de duyuluyordu ardından.
“Sessizlik-1412”
ara yazısı yansıyor siyah fon üzerinde. İstiladan birkaç yıl sonrasıydı.
Katedral yansıyor. Kar da yağmış. Çalıyı bidona yerleştiren Deli Kız da
yansıyor. Yanında köpek de vardı. Sonra Andrey geliyor. Deli Kız istiflenmiş
odunlukta birdenbire ağlıyor. Kıtlık zamanlarıydı. Katedrale küfelerle elmalar
geliyor oradaki keşişler için. Çoğu çürümüş. Kaçan insanların çoğu dönmemiş
geriye. Semyonovka halkı da kaçmış. Vladimir bölgesinde üç yıldır pek mahsul de
olmuyormuş. Andrey katedrale giriyor ve küfeden birkaç elma alıyor. Andrey
konuşmama yemini ettiği için yıllardır kimseyle konuşmuyor. Birini öldürdüğü
için suçluluk duyuyor. Bu günahı da konuşmayarak ödüyordu. Deli Kız’ı da
yanında taşıyormuş. Şimdi ikisi de sessizmiş. Andrey’in eserleri Tatarlar
tarafından öldürülmüş. Geriyeyse çok az eseri kalmış. Sonra katedrale Kiril
geliyor. Kurtlardan kaçarken soğuk suya girip canını zor kurtarmış. Danil’i
soruyor Kiril. Ona ne olmuştu? Ölmüş müydü? Kimse bilmiyordu.
Sonra
atlarıyla Tatarlar geliyor. Andrey dışarıdaydı ve ateş de yakmıştı. Andrey
kızgın taşı maşayla alırken, Tatarlar da aç köpeklere yiyecek atıyorlardı.
Köpekler yiyecek için birbirleriyle ölümüne kavga ederken, Tatarlar da
eğleniyordu bu gösteriyle. Atlı Tatarlardan biri Deli Kızı yakalıyor ve zorla
götürüyor. Deli Kıza pişmiş at eti verirken bir dolu karısının arasına onu da
katmak istiyordu. Hiç Rus karısı yokmuş. Katedralde Kiril rahibe yalvarıyor
günahlarından kurtulmak için. “Artık her gün günah işlemeye devam edemeyeceğim”
diyor. Ama bu günahın kefaleti ağırdı ve nasıl ödeyebilecekti? Ömrü yeter
miydi? Dışarıda Andrey yürürken, kamera da onu sola kayarak izliyordu. Deli Kız’ı
Tatarlardan kurtarmak istese de başaramıyor. Deli Kız Andrey’in yüzüne
tükürünce, Andrey de onu bırakıyor. Açlık her şeyi yeniyordu çünkü. Yaşlı Kiril
dışarıda yürürken kamera da sağa kayarak onu izliyor bir an sonra. Kiril,
Andrey’in yanına geliyor. Andrey sessizdi. Kızgın taşı maşayla taşıyor. Bu neyi
simgeliyordu? Ruhundaki cehennemi mi? Sonra çan sesi duyuluyordu.
“Çan-1423”
ara yazısı yansıyor siyah fon üzerinde. Genç Boriska’nın (Nikolay Burlyaev)
yüzü yansıyor önce. Yüzleri görünmeyen prensin adamları gencin babasını
soruyorlar. Babası ölmüş. Başka dökümcü ustaları soruyorlar, ama kimisi ölmüş
kimisi de hastaymış. Boriska, babasının çan dökümünde sırrını kendisine
anlattığını ve işi ona vermelerini istiyor. Onları ikna eden Boriska, katedral
için büyük çanı yapmak için ustaları da yanına alıp işe koyuluyor. Çan için
ocağı da katedralin uzağına kurmak isteyince ustalar tepki gösteriyor
Boriska’ya. Ocak için dökümcü ustaları ona yardımcı olmayınca çıraklarla
beraber işe koyuluyor Boriska. Kazı yaparken ağaç köküne rast geliyorlar.
Kamera bu anda kamera yukarı “tilt” yaparak ağacı gösteriyor. Çan sesi
duyuluyor ardından.
Ocak
işi bitince de kil aramaya çıkıyorlar. Ama hiçbirini beğenmiyor Boriska. Yazın
sonlarıydı. Yağmurlar da başlıyor. Boriska tek başına kili ararken, ayağı
kayıyor ve yukarıdan aşağıya doğru düşüyor. Aradığı kil buradaydı. O
sevinirken, yolda at arabasıyla Andrey yansıyor. Kamera, sola doğru kayıp atı
gösterdiğinde Andrey, Boriska’nın çığlığını duyuyor. Kamera Boriska’yı
yansıtırken görüntü kararıyordu.
Vince
takılı kamera aşağıdan yukarı doğru kalkarken, sola doğru çevrinme yaparak
çalışmaları gösteriyordu. Derinde de katedral yansıyordu. Andrey de oraya
geliyor. Boriska, “Buradan gidin yaşlı adam” diyor ona. Bu hummalı çalışmada
aksilikler de çıkıyor. Her şey bir kaosun ortasındaymış gibi görünüyordu.
Boriska, ustalarla da sürekli tartışıyor. İtaat bekliyor herkesten. Andreyka’yı
bile kırbaçlatan Boriska, uykusuz ve sürekli gergindi. Tüm olanları
seyrediyordu Andrey. Uyumaya çabalayan Boriska, “Neden dik dik bakıyorsun”
diyor Andrey’e. Andreyka’nın acı çığlıkları da duyuluyordu. “Onun için üzgünüm.
Git onu teselli et” diyor Andrey’e. Keşişler bunun için varmış. Fonda da, İlahi
duyulmaya başlıyordu kadın sesleriyle.
Kamera
genel çekimle tarlayı yansıtıyor ardından. Çalışanlar yorgun Boriska’yı uyuması
için çanın yapıldığı yerden uzağa taşıyorlar. Vince takılı kamera, yukarıdan,
ağaçtan aşağıya doğru iniyor ve ağacın altında duran Andrey’i gösteriyor. Karga
da vardı. Neyi simgeliyordu bu? Kar da atıştırmaya başlıyor. Boriska yansırken
görüntü de kararıyordu.
Uyuduğu
yerde Boriska’yı uyandırıyorlar. Ateş yakılmış ve kurutmaya başlamışlar kili.
Boriska mutluydu. Gümüş de geliyor, ama yeterli bulmuyor Boriska. Prensten daha
çok gümüş almak istiyor. Zengin olmak için. Soytarı’nın, “Onu tanıyorum” diyen
sesi duyuluyor. “Keşişi vurun” diyor insanlara. Andrey yüzünden yıllarca
hapiste yatmış, dilinin birazını da almışlar. Kamera, içki içen Soytarı’nın
üzerinden aşağı “tilt” yaparak düşmüş pantolonunu gösteriyor. Gülüyorlar ona.
Soytarı bir defa daha insanları güldürmüş oluyordu. Fırınlar yanıyor. Hummalı
çalışmalar da yansıyor. Artık sona geliyordu Boriska. Halk da toplanmıştı
orada. Bu devasa çanı merak ediyorlardı. Artık çanı çıkartmaya sıra geliyordu.
Sert kil kırılıyor ve çan ortaya çıkıyordu.
Kiril
Andrey’in yanına gelmiş. Kiril, bir itirafta bulunuyor Andrey’e. Kıskançlık
onun içini zehirlemiş. Andrey’i çok kıskanmış. Andrey’in resim çizmeyi
bırakması ona kendini iyi hissettirmiş. “Sen benden daha büyük günahkârsın”
diyor Kiril. Andrey’in resmi bırakması en büyük günahtı. Onu ikna etmek için
gelmiş. Trinity Katedrali’ni boyaması için. “Trinity Katedrali’ni boya” diyor
Kiril. Tanrı’nın hediyesiydi bu. Andrey’in yeteneğinin heba olmasını istemiyordu
Kiril. Hiç konuşmuyordu ateş yakmış Andrey. Umutsuzca Andrey’in yanından
uzaklaşıyor Kiril. Çan sesi de duyuluyordu.
Devasa
çan taşınıyor. Sonra da katedraldeki yerine yerleştiriliyor. Boriska da çanın
yanındaydı. Şimdi “Büyük” olmuş Küçük Prens de geliyor oraya. Çanı kutsuyor
rahipler. Andrey ve Deli Kız da oradaydı. Çanın topuzu çana değince az ses
çıkıyor. Çanı yapmayı başaramıyor Boriska. Küçük Prens de uzaklaşıyor
konuklarıyla. Boriska, keder içinde yerde yatarken, Andrey yanına geliyor ve yıllar
sonra ilk defa konuşuyor. “Beraber gideceğiz” diyor Boriska’ya. “Sen çanları
dökeceksin, ben de ikonaları çizeceğim” diyor Andrey. Ona, Boriska’ya
“İnsanların neşelendiği bayram havası yaşattın” diye onu teselli ediyor Andrey.
Genç ağlıyor. Babası ona sırrı vermemiş. Uzakta da beyazlar içindeki Deli Kız
atın yanında yansıyordu. Kamera, Andrey ve Boriska’nın üzerinden sola doğru
çevrinme yapıyor. Önce Boriska’nın çıplak ayakları yansıyor, ardından
kömürleşmiş ateşi gösteriyor. Kamera, kömürleşmiş odunlara hafifçe zum yapınca
görüntü de sepyalaşıyordu. Fonda da ilahi duyulmaya başlıyordu. Boriska, genç
İsa’ya mı dönüşüyordu? Güçlü simgeler vardı bu anlarda.
Sonsöz
anlamında renkli olarak Andrey Rublev’in ikonaları yansımaya başlıyor. İlahi de
devam ediyordu. Tarkovski, Andrey Rublev’e saygı sunuşu yapmış bu renkli
yansıyan anlarla sanki. Kamera, kilise duvarları üzerine çizilmiş ikonalar
üzerinde dolaşıyor. Eserleri bütün olarak yansıtmıyor. Zihinde tamamlanıyordu
birçok eser. Sanki bu ikonalar ortasında geziye çıkmış gibi hissediyor insan.
Zincirlemeli geçişler de vardı. Eserlerin içinde sağa ve sola çevrinme de
yapıyordu kamera. Hatta aşağı ve yukarı “tilt” de yapıyordu bu kamera.
“Tanrı’nın Müttefiki İsa” (1410-15) ikonasında kamera eseri aşağı ve yukarı “tilt”
yaparak gösteriyordu. Resimler, parça parça ayrıntılı yansıtmak istemiş sanki
Tarkovski. Ayrıntıları fark ettirebilmek için. Bazı eserlerin tamamı da
yansıtıyordu yönetmen. “İsa’nın Doğuşu” (1405) ikonasında kamera, bebek İsa’ya
sırtı dönük Meryem’e zum yapıyordu. Ardından tablodaki diğer ayrıntılar
yansıyordu. Bebek İsa’yı yıkamış kadından aşağı doğru giden kamera yerde
oturmuş kuzuları gösteriyordu. Andrey Rublev’in yaptığı “Teslis” de (1411)
yansıyordu. En ünlü eserlerden biriydi
bu. İbrahim’i ziyaret eden üç meleği tasvir eden “Kutsal Üçlü-Trinity”
(1425-27) eserini de yansıtmış yönetmen. Bu resmin ayrıntıları da çarpıcıydı.
Fincana zum yapan kamera, meleğin eli fincana uzanırken yansıtıyordu. Ardından
meleklerin yüzü yansıyordu. Kamera, yavaşça aşağı doğru “tilt” yapıyor tablo
üzerinde. Günümüz bakışıyla “Baba, oğul ve kutsal ruh”u simgeliyordu bu.
Duvarlara çizilmiş ikonaların yansımasından sonra kamera yeniden “Kutsal
Üçlü-Trinity” tablosuna dönüyordu. Sonra da Andrey Rublev’in 1420’lerde yaptığı
düşünülen “Kurtarıcı İsa” eseri yansıyor. Kamera, eserden yavaşça geriye
çekiliyor. Ardından da, nehir kıyısında yağmur altında dört at yansıyordu.
Kutsal atlar. İsa’nın doğumuna da kuzular gibi tanık olmuşlardı. Ardından
görüntü kararıyor.
“Solaris…”
Büyük usta Andrey Tarkovski’nin 1972
yapımı filozof filmi “Solyaris-Solaris”, sinemanın önemli bilimkurgularından.
Mosfilm’in sunduğu bu film Polonyalı yazar Stanislaw Lem’in romanından
uyarlandı. Polonyalı yazar Lem’in (1921-2006) kitapları ülkemizde de yayınlandı.
Yazarın “Mükemmel Boşluk”, “Sahibinin Sesi”, “Siberya”, “Aden”, “Yenilmez” vb.
eserleri de dilimize kazandırılmıştı. Lem’in “Solaris” bilimkurgusu da 2014’te
yayınlanmıştı. Senaryoyu yönetmenle beraber Fridrikh Gorenshteyn yazmış. Filmin
sinemaskop görüntüleriyse Vadim Yusov’tandı. Müzikleri de Eduard Artemyev
bestelemişti. Artemyev’in tınıları elektronik müzik tadı veriyordu. Siyah-beyaz
ve renkli görüntüler filmde iç içe yansıyor filmde. Tarkovski, bu filmin
çekimleri sürerken, kameramanı Yusov’la sert tartışmalara girmiş estetik
anlamda. Yusov filmde “sert zum”lu çekimler denerken, kamerayı da çok sert ve
öfkeli sağa ve sola çevrinme yaparak Tarkovski’ye keder vermiş filmin çekimleri
boyunca. Tarkovski, filmin daha geniş açıyla sinema perdesinde alabildiğine
daha büyük görünmesini hayal etmiş. Ama bu kameramanı aşamamış. Bu film, iki
bölümden oluşuyordu. Bu film, 1972’deki 25. Cannes Film Festivali’nde
“FIBRESCI” ve “Jüri Büyük Ödülü”nü de kazandı.
Ön jenerik yazıları yansırken, fonda
da Johann Sebastian Bach’ın “Ich ruf zu dir, Herr Jesu Christ-BWV 639” eseri
duyuluyordu. Birinci Bölüm… Film, kır evinin göl kıyısında açılıyor. Psikolog
Kris Kelvin (Donatas Banionis), çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği, şimdi
babasının (Nikolay Grinko) ve halasının beraber yaşadığı bu eve gelmiş Solaris
gezegenin yörüngesindeki uzay istasyonuna gitmeden önce. Kris’in bakışıyla göl
ve doğa yansırken, dünyamıza benzeyen dünya var mı, diye düşünüyor insan
kâinatta. Doğa, natüralist bir tablo gibi yansıyordu. Bu mavi gezegende sadece
insanlar değil, tüm canlılar, bitkiler ve birçok şey aynı anda aynı oksijeni
soluyorlardı. Hayatın anlamıyla, kederleriyle ve romantizmiyle, uzayın
boşluğunda dünyamıza benzeyen bir şeyler olabilir miydi? Alışkanlıklarımızı
sürdürebilir miydik? Sonradan suları yapışkanlaşmış okyanus gezegeni Solaris’te
Dünya’daki her şey mümkün olur muydu? Yağmur başlıyor. Kris, dışarıda kahvaltı
masasına oturuyor, masaya hüzünle bakıyor. Belki de içindeki huzursuzluk, geçmişindeki
acılarla beraber Solaris’e uzun yolculuktu. Masadaki meyveler ve fincanlar
“natürmort” resim gibiydi. Masadaki dizilimlere dikkatli bakıldığında bir
simetri fark ediliyordu. Simetri, film boyunca çerçevelemelerin içinde hep
hissedilecekti. Tarkovski, batı sanatındaki natürmort sanatındaki gibi
yansıtıyordu bunu. Velazquez ruhu vardı. İzlenimci ressamların öncüsü İspanyol
Diego Velazquez’in (1599-1660) natürmort resimlerine benziyordu. Barok ve
gerçekçi Velazquez’in natürmort resimlerinde bir yaşanmışlık ve bir ihtiyaç
fark ediliyordu. Gösteriş yoktu. İtalyan ressam Michelangelo Merisi da
Caravaggio (1571-1610), Velazquez’in ilham kaynağıydı, öncelikle de ışık
konusunda.
Solaris’te yirmi yıl kadar önce tuhaf
deneyimler yaşamış pilot Anri Berton da küçük oğluyla (Vitalik Kerdimum) bu kır evine ziyarete gelmiş. Kır evinde
Kris’in kız yeğeni de (Tatyana Malykh) vardı. Solaris yörüngesindeki istasyona
gidecek Kris’e yirmi yıl önce bir toplantıdaki siyah-beyaz görüntüleri
gösteriyor Berton (Vladislav Dvorzhetskiy). Gezegende anlaşılması zor
değişiklikler olmaya başlamış. Berton, toplantıdaki bilim insanlarına anlamakta
zorlandığı gezegendeki dönüşümleri anlatırken, gezegenin insan duygularından
adeta beslendiğini hissetmeye başlıyorsunuz. Solaris, insan duygularıyla
bambaşka bir şeye mi dönüşüyordu? Gezegende önce sis yığını oluşmuş. Pilot
Berton irtifa kaybettikten sonra okyanus gezegeninin suları yapışkan olduğunu
fark etmiş. Sonra doğayı, ağaçları görmüş. Berton, bunlar olurken her şeyi
kamerayla kaydetmiş, ama tuhaf biçimde o görüntülerin yerine sadece bulutların
ve sislerin görüntüleri varmış. Solaris, algılarda yanılsama mı
yaratıyordu? Zihnin bir oyunu muydu bu? Kalbi kırık olarak çocuğuyla
beraber arabasıyla kır evinden ayrılan Berton, görüntülü telefonla kır evini
arıyor. Berton ve çocuğu şehirde yol alırken görüntüler siyah-beyaz yansıyordu.
Kısa da olsa bazı anlar renkleniyordu. Berton, uzay istasyonundaki bilim insanı
Fechner olayını anlatıyor. Messenger’la, ölen Fechner’in karısını evinde
ziyarete gitmişler ve orada gördüğü çocuğun uzay istasyonunda yaşayan çocuğa
benzediğini söylüyor Berton. İnsanlık Solarizmle karşı karşıya mıydı
yoksa? Tarkovski, Berton’ın şehirde arabasıyla seyahatini Japonya’nın başkenti
Tokyo’da çekmiş. Bu anlarda yollar kaotik ve zihin karıştırıcı yansıyordu.
Köprüler, birbirine geçmiş gibi görünen uzayıp giden karmakarışık yollar,
tüneller vs.
Stanley Kubrick’in 1968 yapımı “2001:
A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası” bilimkurgusunda HAL bilgisayarının
karşısında Tarkovski’nin Solaris gezegeni yer alıyor adeta. Kubrick bilime,
Tarkovski ruhani olana yakındı. Solaris’in yansıttığı ve gerçekmiş
gibi görünenler birer matriks miydi? Solaris gezegenin gösterdiği insanlar
nötronlardan, insanlarsa atomlardan oluşuyorlardı. O insanlar dünyada
ölmüşlerdi. Kris için anlatılan her şey anlamsız mıydı? O, bir gerçekçi miydi
sadece? Siyah-beyaz görüntülerle kır evinde sabah olduğunda Kris, geçmişten
kalan her şeyi yakıp yok etmek istiyor. Ölmüş karısı Hari’nin (Khari) çerçeveli
fotoğrafı yansıyor yerde. Fotoğraftan sola çevrinme (pan) yapan kamera, yanan
kâğıtları gösteriyordu. Böyle olunca saklanabileceğini veya kaçabileceğini mi
sanıyordu? Ardından kamera, kır evindeki salona gittiğinde yine sola çevrinme
yaparak masanın üzerindeki şeyleri yansıtıyordu. İstasyonda da fark edilecek
metalik kutu ve kapağı açık “Don Kişot” kitabı vardı. Metalik kutuyu çantasına
koyuyordu Kris. Tolstoy’un heykel başı da vardı. Kamera sağa doğru kaymaya
başlayınca Kris verandaya çıkıyordu. Kamera kaymasını sürdürürken, at da
görüntüye giriyordu. İçeri giren Kris, kapıdan ağaçlara doğru bakıyor.
Ardından yıldızlarla kuşatılmış uzay
boşluğu yansıyor. Görüntüler renklenmişti. Uzun yolculuktan sonra Kris uzay
istasyonuna geliyor. Fonda da, Artemyev’in “Station” (İstasyon) tınısı
duyuluyordu. Orada kibernetik (güdümbilimci) Snaut (Juri Jarvet) ve astrobiyolog
Sartorius (Anatoli Solonitsin) vardı. Sartorius biraz daha mesafeli bir bilim
insanıydı. Snaut’la iletişim kurabiliyordu başlarda Kris. Fizyolog Gibaryan
(Sos Sargsyan) intihar etmiş. Kris’e istasyonda sıcak karşılama yapmıyorlar.
Gizemler, bilinmeyenler ve zihin oyunları vardı orada. Snaut’la görüştükten
sonra Kris, koridordayken bir odaya giriyor. Platon’un heykel başı da fark
ediliyordu. Bu heykel başı metafor olarak güçlüydü. Derinlikte anlamlaşacaktı.
Sola çevrinen kamera, büyük televizyon ekranının üzerine yapıştırılmış kâğıdı
gösteriyor. Kris’e nottu. Burası Gibaryan’ın odasıydı. Kris kırmızı tuşa
basıyor hemen. Gibaryan’ın siyah-beyaz görüntüsü yansıyor. Sanki canlı yayın
gibiydi. Gibaryan intihar etmeden hemen önce kaydetmiş bu kaydı. Gibaryan,
Solaris’in zihin oyunlarına dayanamamış, psikolojik travma yaşamış ve intihar
etmiş. Kendisine ne olduğunun önemi yoktu. Asıl sorun, bunu kimsenin bunu tam
olarak açıklayamayacak olmasıydı. Onun başına gelen başlangıçtı ve herkesin
başına gelebilirdi. O, çıldırmamıştı. Bunlar Kris’in de başına gelirse bunun
çılgınlık olmadığını anlamasını da istiyordu Gibaryan. Sartorius’la da aynı
kanıdaymış. Okyanus plazmasını X ışınlarıyla bombalamak gerekiyordu. Başka
seçenek de yoktu. Canavarla temas kurmanın tek yolu buydu. Kris bunları
izlerken, odanın kapısı da kapanıyordu. Sonra teypten kaseti çıkartıyor Kris.
Yüzüne de endişe ifadesi çökmüştü. Açık kitabın üzerindeki tabancayı da
alıyordu Kris.
Kris koridorda yürürken, istasyonda
bir yere saptığında orada bir pencereye yöneliyordu. Sonra Sartorius’un
kapısını çalıyor Kris. Buraya yeni gelmişti ve kendini komik durum içinde
hissediyordu. Sartorius onu içeri almıyor, kapıda görüşüyordu. Gibaryan’la
çalıştığını da söylüyor Kris. Gibaryan’ın ölümünü ayrıntılarını merak ediyordu.
Sartorius, “Hepimiz ölebiliriz” diyor ona. Gibaryan, yeryüzüne gömülmekte ısrar
etmiş. Berton’u hatırlatıyor Kris. Fechner’in ekibindendi. Sartorius,
Fechner’in ölümünü görkemli, Gibaryan’ınkini de korkakça görüyordu. Kris,
Sartorius’un Gibaryan’ı yargılamasına öfkeleniyor. O, Ölmüştü ve insanları
yargılamak iyi değildi. İsa da, bir insanın diğer insanı yargılamasını
istemiyordu. Günahsız olan ilk taşı atmalıydı. Sartorius, “Gerçeğe karşı görev,
önemsenmesi gereken tek şey” diyor Kris’e. Ardından kapı zorlanıyor. Dışarı bir
cüce çıkıyordu. Sartorius, uyum sağlamasını istiyor ondan. Sağlık için en iyisi
buydu.
Ardından pencereye giden Kris,
yapışkan Solaris gezegenine bakıyordu. Pencereden bakarken, arkasından bir genç
kızın (Olga Kizilova) geçtiğini fark ediyor. Sonra kızı takip etmeye başlıyor
Kris. O kız kimdi? Gibaryan’la ilgisi neydi? Olga Kizilova, Andrey
Tarkovski-İrina Tarkovskaya’nın kızlarıydı. Kris, dondurucu odada Gibaryan’ın
cenazesini görüyor. Koridora çıkan Kris, Snaut’un yanına gidiyor sonra.
Sartorius’u cana yakın bulmadığını söylüyor Snaut’a. Ama yetenekli bilim
insanıydı. İstasyonda üçünden başka birileri de var mıydı? Bir insan gördüğünü
söylüyor Kris. O gerçek miydi? Dokunulabilir miydi? Sonra Snaut şüpheci bir
soru soruyor. “Ya sen” diyordu. Kris kapıyı örterken koridorda kız yine
görünüyordu. Kızın nereden geldiğini, öğrenmek istiyordu. Kris çok az şey
biliyordu. Snaut için çıldırmak takdis olmak gibiydi. Sonra koridora çıkıyor
Kris.
Görüntü siyah-beyaz olurken
odasındaydı Kris. Metal bavulu bir köşeye sürüklüyordu. Gibaryan’ın odasına
gidiyordu sonra. Gibaryan, “Hiçbir şey anlamıyorlar” diyordu ekrandaki
görüntüsünde. Koridorda gördüğü kız da Gibaryan’ın yanına geliyordu. Gibaryan,
Snaut ve Sartorius’un kendi yollarına çekmesinden korkuyormuş. “Kimse
anlamayacak” diyordu. Gibaryan intihar etmeden önce, Snaut ve Sartorius
kapısını çalıyordu. Şırıngayı alan Gibaryan, “Kendisinin yargıcı” olduğunu
söylüyordu yüzündeki korku ve endişeyle. Çılgın değildi. Bunlar kendi
vicdanıyla ilgiliydi. Gibaryan ekrandan çıkarken kız da görüntüye giriyordu.
Ardından görüntü beyazlaşıyordu.
Kris odasında yatakta oturuyordu
şimdi. Görüntü siyah-beyazdı. Yatağa uzanıyor önce, ardından da ayağa
kalkıyordu. Uzay giysisini görüyor. Gerisindeki boy aynasından da kendine
bakıyor Kris. Masanın üzerindeki tabancayı alan Kris, yine yatağa oturuyordu.
Ardından da uzanıyordu. Tabanca da elindeydi. Uykuya daldığında, kamera
ayakucundan yüzüne doğru yavaşça “zum” yapmaya başlıyordu. Görüntü renklenince kadının, Hari’nin
(Natalya Bondorchuk) yakın çekimle yüzü yansıyordu ardından. Kamera, yavaşça
kadının yüzünden geriye doğru “zum” çekimle açılıyordu. Kamera, Kris’in sol elini gösteriyor. El, boş
yastığın üzerine düşüyordu. Kamera, sola doğru çevrinerek, uyanmış Kris’in yüzünü yansıtıyordu yakın
çekimle. Tepkisiz gibiydi yüz ifadesi. Çok geçmeden zihin oyunları Kris’i de
buluyor ve dünyada on yıl önce intihar etmiş karısı Hari’yi capcanlı karşısında
buluyordu. Koltukta oturan kahverengi
elbiseli Hari’nin elinde tarak vardı. Yüzü, on yıl öncesindeki gibiydi. Hari
koltuktan kalkıp Kris’in yanına gelip yatağa oturuyordu. Ardından da dudak
dudağa öpüşüyorlardı. Kris, algı sorunu yaşıyor gibiydi. Hari’ye, “Nerede
olduğumu nasıl öğrendin” diye soruyor. “Öğrenmekle” neyi kastediyordu Kris?
Birden, Hari’nin ayakucundaki tabancayı fark ediyor Kris. Yataktan kalkan Hari
ayakkabılarını arıyor sonra. Kris’in valizine bakıyor ardından. Orada
değillerdi. Hari başka şeyler de görüyordu valizde. Kendisinin çerçeveli
siyah-beyaz fotoğrafı da vardı. Hari, “Kim bu” diye soruyordu Kris’e. Ardından,
uzay elbisesinin olduğu yerdeki boy aynasından fotoğraftaki kadına ve kendisine
bakan Hari, “Benim” diyordu. Hari, sanki bir şeyi unutmuş gibi hissediyordu. Ne
olmuştu ona? Kris, kendisini seviyor muydu? Hep Kris’le beraber olmak
zorundaydı Hari. Her an onu görmeliydi. Kris de Snaut kadar sinirliydi Hari
için. Nereden tanıyordu Snaut’u? Onlara da daha önce görünmüş müydü Hari? Önce
yanında gelmesini istemediği Hari’yi gelmesini istiyor Kris. Artık önemi
kalmamıştı ve bu sır değildi. Uzay elbisesini giydiriyor ona. Ama bu kolay
değildi. Önce Hari’nin arkadan bağcıklı elbisesini çıkartması gerekiyordu.
Hari’nin sol kolundaki yırtığı da fark ediyor Kris. Orada şırınga izi vardı.
Neden Kris ona dik dik bakıyordu? Terlemiş Kris bakışlarını metal bavullara
çeviriyor, ardından da odadan çıkıyordu.
İkinci bölüm… Roket rampasının olduğu
yerdeydiler şimdi. “Plonje” çekimle roket yukarıya doğru çıkıyordu. “Fallik”
gibiydi. Roketin üzerinde “Solaris” yazıyordu. Uzay elbise giyinmiş Hari rokete
biniyor. Ateşlenen roket havalanıyor ve geride bıraktığı ateşle de Kris’in uzay
giysisi tutuşuyordu. Pencereden Solaris gezegeni yansıyordu peşinden. Kapıyı
örten Kris, koridordan geçip odasına gidiyordu duşun altına girmek için.
Koltuğa oturduğunda yanına Snaut geliyor. Kris’in biriyle konuştuğunu sanmış.
Ziyaretçisinin olduğunu anlıyordu Snaut. Buraya şebeklik yapmaya geldiyse
dönmesi iyi olurdu Kris’in. Acemice kendini yakmıştı Kris. Ona, “Senin, Luther
gibi hokkayı fırlattığını sanmıyorum” diyor Snaut. Almanya’da Protestanlık
mezhebinin kurucusu Martin Luther’in (1483-1546), hokka fırlatma olayı Şeytan’la
arasında geçen söylenceye dayanıyordu. İncil’i Almancaya çeviren Luther,
Şeytan’a mürekkep hokkasını fırlatmış. Bu söylence 1591’de ortaya çıkmış.
Roketle Hari’yi gönderdiğini sanıyordu Kris. Karşısına yeniden çıktığında
paniklememesini tavsiye ediyor Snaut ona. Sonra da Kris’in yaralarıyla
ilgileniyordu. Snaut, onu soruyor. Kris, on yıl önce öldüğünü söylüyordu.
Snaut’a göre, gördüğünün tanıdığı sandığının maddileşmesiydi sadece. O yoktu.
Her şey X ışınlarıyla deney yapmaya başladıktan sonra olmaya başlamış.
Solaris’in okyanusunu test etmek istemişler. Kris şanslıydı. Hari, geçmişinin
parçasıydı çünkü. Solaris’in okyanusu canlı gibiydi sanki. Başka şeyler
düşünmesini istiyordu Kris’ten. Deneyimlerinin dışında kalan, ruhunun gizli
yerlerinde bile olmayan şeyler. Okyanus, belleğin çekip yalıttığı kırıntıları,
beyin merkezlerine yoluyormuş. Yine gelir miydi Hari? Gelir veya gelmezdi.
Ondan bir sürü de olabilirdi. İstasyon tasfiye edilecekti. Kris bu görev için
istasyondaydı. Kris, buradaki gecenin kutsal zaman olduğunu söylüyor. Ona
yeryüzünü hatırlatıyormuş. Snaut, kâğıt şeritlerini asıyor. Havalandırmayla
geceleyin, karanlıkta yaprak hışırtılarının sesini veriyordu şeritler.
Gibaryan’ın icadıymış bu. Dehanın tüm eylemleri gibi çok basitti. Sartorius
“duygusal ahmaklar” olduklarını söylemiş onlara. Ama Sartorius’un dolabında da
buna benzer şeyler varmış. Dinlendikten sonra Kris’i kütüphaneye davet ediyor
Snaut. Sonra da odadan çıkıyor. Kris uzay elbisesini çıkartırken kamera da
koltuğun üzerindeki Hari’nin kahverengi elbisesini gösteriyordu.
Görüntü sepya olarak havalandırmada
savrulan kâğıt şeritleri yansıtıyordu sonra. Kamera açılıyor ve yatağında
uyuyan Kris’i gösteriyor. Ardından kamera, Kris’in ayakucundan öne doğru
yavaşça “zum” yapmaya başlıyor. Kamera, yüze yaklaştığında Kris gözlerini
açıyordu. Bir ses duymuştu. Gelen Hari’ydi. Hari, örgülü omuz şalını koltuğun
üzerine bırakıyor. Omuz şalı Hari’ye mi dönüşecekti? Onu mu simgeliyordu? Sonra
da arkadan bağcıklı elbisesini makasla keserek çıkartıyordu. O soyunduktan
sonra kamera da yavaşça koltuktaki omuz şalına doğru “zum” yapıyordu. Sonra
Hari yatağa gelip Kris’e sarılıyor. Kamera da, birden sönük lambaya “zum”
yapıyordu ardından.
Görüntü renkleniyor. Sağa çevrinen
kamera, odadan çıkan Kris’i gösteriyor. Hari içerideydi. Kapıyı örterken birden
içeri girerek, Hari’nin örgülü omuz şalını alıp odadan çıkan Kris, kapıyı
örttükten sonra Hari kapıyı açmak isterken parçalıyordu. Hari yaralıydı. Kris,
örgülü omuz şalını bir köşeye iteklerken, Hari’yi kucaklayıp yatağa götürüyor.
Hari hareketsizdi. Kris onun yaralarına pansuman yapıyordu hemen. Ama yaraları
insanınkine benzemiyordu. Ardından Hari doğruluyor. Kris’i göremeyince korkmuş.
Telefon çalıyor. Arayan Snaut’tu. Sartorius, ikisini de laboratuvarda görmek
istiyormuş. Hari sorunun ne olduğunu soruyor Kris’e. Sara hastası mıydı o?
Kamera, boşluğa, sola çevrinme yaptıktan sonra laboratuar önüne gidiyordu.
Orada Snaut ve Sartorius vardı. Oraya Kris, Hari’yi de getirmişti. Onlara
Hari’yi karısı olarak tanıtıyor. Hari, perdeyi açtığında elle çizilmiş bebek
resimleri görüyor. Bunlar Snaut’undu. Sartorius, “Gözlemleyebildiğim kadarıyla
onlar yapılandırılmış” diyor. Snaut, onları “ziyaretçi” olarak görüyordu.
Sartorius, onların nötron, insanlarınsa atom temelli olduğunu açıklıyordu.
Snaut, nötron sistemlerinin kararsız olduğunu ekliyor. Solaris’in dışında
olanları kararlaştıran bir manyetik alan mı vardı? Sartorius, Hari’ye bakıp
“Sizinki kusursuz tasarım” diyor. O, Kris’in karısıydı. Kris’e, “Karısı”ndan
kan örneği almasını da tavsiye ediyordu Sartorius. Her şeyi daha rahat anlaması
içindi. Kris, laboratuvara Hari’yle girdiğinde Sartorius dışarı çıkıyor.
Laboratuvarın hemen yanındaki pencerelerin olduğu yer önemliydi. Buluşma yeri
gibiydi. Snaut da oradaydı. Pencerede saksı da vardı. Kris, yaptığı tahlilde kanı asitle yaktığında
kan kendini yine oluşturuyormuş. Oto-oluşum muydu bu? Sartorius, “Ölümsüzlük!
Faust’un derdi” diyor. Sartorius, Hari’ye otopsi yapılmasını istiyordu. Onlara
otopsi yapmak tavşanlar üzerinde yapılan deneylerden daha insancıldı. Kris için
bu, bir uzvunu kesmek gibiydi. Hari, kapıyı kırarken acı hissetmiş miydi? Hari,
hissetmiş. Sartorius, Kris’in onlarla duygusal bağ kurduğu için şanslı olduğunu
da söylüyor. Sartorius kıskanmış mıydı? O da insandı. Kris, “Hiç suçluluk
duymayın” diyordu Sartorius’a. Sartorius kendini umutsuz bir kötürüme
çevirdiğinde, lağımını da temizlermiş Kris. Buradaki herkese karşı bir suçluluk
duyuyordu Kris.
Ardından gezegenin yapışkan okyanusu
siyah-beyaz görüntüyle yansıyor. Fonda da, Bach’ın “Ich ruf zu dir, Herr Jesu
Christ” müziği duyulmaya başlıyordu. Kamera, odadaydı şimdi. Kaydedilmiş
görüntüleri izliyorlardı. Görüntülerin çoğunu babası çekmiş Kris’in. Hari’ye o
renkli görüntüleri gösteriyor. Babası, beyaz kürk içindeki annesi (Olga Barnet)
ve kendisi de vardı o görüntülerde. Sigara içen annesinin kucağında kahverengi
yavru köpek de görülüyordu. Kar da yağmıştı. Yerde yanan ateş yansırken,
Kris’in ilk gençliği görünüyordu bu defa. Şimdiyse bahardı. Sağa doğru çevrinen
kamera, istasyondaki kahverengi elbisesi ve omuz şalıyla Hari’yi de çerçevenin
içine alıyordu. Derinlikteyse kır evi yansıyordu. Görüntüleri izledikten sonra
Hari, aynanın karşısına geçiyordu. “Ben kim olduğumu dahi bilmiyorum” diyordu
Hari. O, kimdi? Yanına Kris geliyor. Aynadaki yansımalarıyla ruhları ikiye
bölünmüş gibiydi. Hari, gözlerini kapattığında yüzünün nasıl olduğunu
unutuyormuş. Kris, Hari’nin kim olduğunu
herkesin bildiğini söylüyor ona. Beyaz kürklü kadının kendinden nefret ettiğini
de söylüyordu Hari. Kamera, öne doğru “zum” yaparken, Kris, annesinin ikisi
daha tanışmadan öldüğünü söylüyor Hari’ye. Eve çay içmeye geldiğini
hatırlıyordu Hari. Onu kovmuş annesi. Kris de evi terk etmiş ve annesini bir
daha görmemiş. Başka şehre gitmiş Kris. Niye Hari’yi de yanında götürmemişti?
Çünkü Hari gelmeyi reddetmiş. Bunu hatırlıyordu Hari. Kamera aynadan sağa doğru
çevrinme yaparken, duştan akan sular da yansıyordu.
Hari, yatakta uyurken yansıyor sonra.
Kris ayaktaydı. Andrey Rublev’in ikonası da fark ediliyordu o anda. Rublev’in
“Holy Trinity” resmiydi bu. Duş almış Kris’in üzerinde mavi bornoz da vardı.
Rublev’in tasvirinde, İbrahim’i ziyarete gelen üç melek; manevi birliği,
barışı, uyumu, karşılıklı sevgiyi ve alçakgönüllülüğü simgeliyordu. Bununla
beraber de, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh”a da gönderme yapıyordu. Solaris’in
yanılsamalarıyla ortaya çıkan “ziyaretçiler” için metafor muydu bu? Kapı
çalıyor birden. Geceyarısı gelen Snaut’tu. Yapılanma zayıflamış ve birkaç
saatliğine ziyaretçilerden kurtulabileceklermiş. Kamera, Hari’ye yavaşça “zum” yaparken, Snaut
da, okyanus kendileri uyurken ziyaretçilerini onlardan aldığına göre, onlar
uyanık olduğunda düşüncelerini aktarmaya çalışabilirlerdi. Bu da X ışınlarıyla
olacaktı. Belki okyanus bu mesajları alıp, bu hayaletlerden kurtarabilirdi
kendilerini. O anda Hari gözlerini açıyordu. Jöle yığını Solaris, tüm ruhunu
istila etmişti Kris’in. Hari’nin ölmesini ve sonsuza kadar hayatından çıkmasını
mı istiyordu Kris? Yoksa istemiyor muydu? Sartorius’un başka bir projesinden
söz ediyor Snaut. Yok ediciydi bu.
Sadece nötronlar üzerine etki ediyordu. Kris, kendisine şantaj yapıldığını
düşünüyordu. Snaut Sartorius’u, “ensefalogram”la başlamaları gerektiğine ikna
etmiş. Sinir hücrelerine hem uyurken hem de uyanıkken verilen elektriksel
faaliyetti bu. Ertesi gün de Snaut’un doğum günüydü. Kris’i de davet ediyor.
Hari uyuyordu. Şimdiden uyumayı öğrenmiş miydi? “Bunun sonu kötüye varacak”
diyor Snaut. Doğum günü kütüphanedeydi. En azından kütüphanede pencere yoktu. Hari’nin
gözkapakları kapalıydı. Onlar Sartorius’un yanına gittiklerinde peşlerinden
gelir miydi? Giyinen Kris odadan çıktıktan sonra Hari de gözlerini açıyor.
Konuşulanları duymuştu. Hayal kırıklığı mı yaşıyordu?
Koridorda Snaut ve Kris yansıyor
ardından. Kamera da sağa çevrinme yaparak odanın parçalanmış kapısını
gösteriyordu. Sartorius’un kapısına geldiklerinde Kris birden koşarak odasına
gidiyordu. Yüzüstü uzanmış Hari yataktaydı. Kamera, Hari’nin yüzüne doğru “zum”
yaptığında Hari gözlerini yavaşça açıyordu. Yüzüne yorgunluk çökmüştü. Kris,
“Affet beni” dediğinde kamera, Solaris’in okyanusunu yansıtıyordu. Sonra Kris
yatakta uyurken, yatağın kenarına oturmuş Hari de görünüyordu. Lambadan geriye
doğru çekilen kamera, uyuyan Kris’in yüzü yansıtırken, birden uykusundan
uyanıyordu. Hari niye uyumuyordu? Hari, “Sen beni sevmiyorsun” diyordu Kris’e.
Nereden geldiğini de bilmiyordu Hari. Onu anlayamıyordu Kris. O anlatacaktı
Kris’e. “Ben Hari değilim. Hari öldü” diyor. Zehir almıştı. Kendisi şimdi başka
biriydi. Sartorius ona anlatmış. Kris anlatsaydı daha az acı duyarmış Hari. O
zamandan sonra Kris nasıl yaşamıştı? Birisine âşık mıydı? Onu hiç düşünmüş
müydü? Her zaman düşünmemiş Kris. Mutsuz oldukça düşünmüş Hari’yi. Kızı soruyor
Hari. Ne olmuştu ona? Kris, Hari’yle son zamanlardaki mutsuzluklarını anlatmaya
başlıyordu. Artık kavga etmeye başlamışlardı. Eşyalarını toplayıp onu terk
etmiş. Anlamasını sağlamış. Çok kelimeyle değil. Birisiyle uzun zaman
yaşayınca, kelimeler gereksiz oluyordu. Laboratuvardaki ilaçların etkilerini
ona anlatmış. Buzdolabında ilaçları unuttuğunu hatırlamış sonra. Üç gün sonra
ona gittiğinde karısı ölmüş. Kolunda şırınga izi varmış. Hari, sol kolundaki
ize bakıyor. O iz gibiydi. Bunu, Kris’in onu artık sevmediğini düşündüğü için
yapmış. Hari, Kris’i seviyordu. Elini Kris’in yüzüne götürüp şefkatle okşuyor.
Hari uykuyu da bilmiyordu. Uyku içinde uyku gibiydi bu. Hari gözlerini
kapatınca Kris odadan çıkıyor.
Sonra heykel başı yansıyor. Kamera
sola çevrinme yapınca Sartorius görüntüye giriyordu. Burası kütüphaneydi. Kris
ve Hari de oradaydı. Snaut yoktu. Sartorius, “Kahramanımız ortaya çıkmayacak”
diyor. Kravat takmış ve yırtık ceketli Snaut da geliyordu çok geçmeden. Kris de
kravatlıydı. Snaut gecikmişti. Snaut, Kris’in okuduğu kitabı alıp “Bunlar
saçma” diyor. Başka kitabı arıyordu. “Don Kişot”u buluyor ve bir bölüm
okuyordu. “Gece gelirler” diye başlıyordu bölüm. Geceler insanların uykularını
gidermeleri için gerekliydi. Snaut, “İnsan uyku hediyesini kaybetti” diyor.
Belki de en büyük hediye gözkapaklarıydı. Tarkovski, Stanley Kubrick’in 1971
yapımı bilimkurgusu “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” filmine selâm
gönderiyordu sanki. Snaut, okuması için kitabı Kris’e verirken, Hari’nin elini
öpüyordu nazikçe. Sartorius da Snaut için kadeh kaldırıyordu. Cesareti ve
görevine bağlılığı içindi bu. Sartorius, “Bilime” dediğinde, Snaut, “Bu
hilekârlık” diyor. Ne aptallar ne de dehalar bu sorunu çözemeyecekti. Kozmosu
fethetmeye hiç tutkusu yoktu insanlığın. Sadece, yeryüzünü kozmosa genişletmek
istemişlerdi. Başka bir Dünya istedikleri yoktu. Sadece içinde kendimizi
göreceğimiz bir aynaydı. Bağlantı kurmaya çalışmışlar, ama başarısızlığa mahkûm
olmuşlardı. Snaut, “Korktuğumuz ve aslında gerek duymadığımız gayeye koşmakla
komik görünüyoruz” diyor. Snaut konuşurken, derinlikte “Afrodit” heykeli fark
ediliyordu. “Venus de Milo” kadın heykelini Antik Yunan’da Antakyalı
Aleksandros’un İÖ 130 veya 100 yıllarında yaptığı sanılıyor. Konuşmasını
sürdüren Snaut, “İnsan insana lâzım” diyor. Bir insanın anısına, Giberyan’a
içmek istiyordu Snaut. Ardından masada açık “Don Kişot” kitabı yansıyor. Kitabı
önüne çeken Kris, “Giberyan korkmamıştı”, diyor. “Korkmaktan daha kötü şeyler var”
diye ekliyor ardından. Snaut’un Giberyan için söylediği cesaret ve korku
kelimeleri içindi bu kelimeler. Giberyan çıkış olmadığı için ölmüştü. Olanların
sadece kendine olduğunu düşünmüştü. Kris, “Bütün bu kalp kıran dırdırlar sadece
ikinci sınıf Dostoyevski” diyor öfkeyle. En azından Kris neden burada olduğunu
biliyormuş. Sartorius da, “Doğa, insanı bilgilensin diye yarattı” diyor.
Gerçeğe yürüyüşünde insan bilgiye mahkûm edilmişti. Geri kalanın önemi yoktu
Sartorius için. Kris’e, Solaris’te gerçekte ne aradığını da soruyor Sartorius.
Eski karısıyla beraber olmaktan başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordu Kris. Sonra
Snaut, Giberyan için içmek istiyor. Sartorius, “İnsana” diyordu. Sartorius,
Giberyan’ı insan olarak görmüyor muydu? Arkada da Tolstoy heykeli fark ediliyordu.
Hari’nin de fikirleri vardı. Kris, ikisinden de mantıklıydı. Bu acımasız
koşullarda bir tek o insan gibi davranmıştı. İkisi de, ziyaretçiler dış
düşmanlar gibi davranıyorlardı. Ziyaretçiler, onların birer parçasıydı. Onlar,
vicdanlarıydı. Hari, “Ben kadınım” dediğinde, ayağa kalkan Sartorius, “Sen
insan bile değilsin” diyordu ona. Arkada da “Afrodit” heykeli görülüyordu. Hari
sadece bir röprodüksiyondu Sartorius için. Matriksten alınmış bir kopyaydı
sadece. Ama Hari insana dönüştüğünü söylüyor. Onlar kadar derinden
hissedebiliyormuş. Kris olmadan da yaşayabiliyordu. Ona âşıktı. “Ben bir insanım” diyor Hari.
Sonra bardağı alırken, şamdan mumluğu yere düşürüyordu kitaplarla beraber.
Bardaktan su içiyor Hari. Nefes nefeseydi. Hari’nin yanına gelen Kris, onun
önünde diz çöküyordu. Sartorius öfkeliydi ve ayağa kalkmasını istiyordu ondan.
Hari insan değildi ve bir kopyaydı. Snaut’a göre böyle kavga etmeleri iyi
değildi. İnsan olarak insanlıklarını kaybediyorlardı. Hari’ye göre, insan
oldukları için kavga ediyorlardı. Kris için Snaut iyi biri olsa da rezil
görünüyordu. Snaut, yıprandığını söylüyordu Kris’e.
Sonra beraber
koridorda yürürlerken, hayatında bazı lanet bağlantıları bir meselenin aslını
öğrenmek için vazgeçmiş adamın bir kere de olsa sarhoş olma hakkı yok muydu,
diye de soruyordu Snaut. Biraz daha
uyanık kalmak isteyen Snaut, laboratuvarda Faust’u göreceğini söylüyor Kris’e.
Kamera şimdi onları geriye kayarak izliyordu. Sartorius Faust, laboratuvarda ölüme
çare arıyormuş. Snaut, laboratuvarın oradaki pencerelerin olduğu yere
geldiklerinde şarkı söylemeye başlıyordu. Tüm camları açıp bağırsalar seslerini
kime ulaştırabileceklerdi Solaris gezegeninde. Snaut, “Belki de huş
yapraklarıyla kırbaçlamalıyız” diyordu Kris’e. Dua da edebilirlerdi. İstasyon
da yörüngesini değiştiriyordu şimdi. Otuz saniye kadar yerçekimsiz
kalacaklardı. Kris yine koşarak oradan gidiyor. Koridordan geçen Kris
kütüphaneye giriyordu. Hari de masanın üzerine oturmuş resim tablolarına
bakıyordu. Hari sigara da içiyordu. Kamera, Kris’ten sola doğru çevrindiğinde
Hari önden görünürken, Kris de derinlikteki boy aynasından yansıyordu. Kris’in
ruhu ikiye bölünmüş gibiydi. O, hem vardı hem de yoktu. Hem dokunuyordu hem
dokunamıyordu. Hem karısı hem de platonik sevgilisiydi. Ardından kamera, resim
tablosu üzerinde dolaşıyordu. Tablo parçalara ayrılmış gibiydi. Parçalardan
bütün mü oluşacaktı? Yeni bir anlam mı? Hari’nin baktığı kış kır tablosu da
insanlık tarihinin özeti gibiydi sanki. Bu tablo, Hollandalı ressam “Baba”
Pieter Bruegel’in (1625-1569) “Kardaki Avcılar” tablosuydu. Emekçilerin, köylülerin günlük
hayatını tablolarına yansıtan Bruegel, Tarkovski’nin filminden yansıyan
tablosunu 1565’te yapmıştı. Bruegel, “Brueghel” soyadındaki “h” harfini atarak
Bruegel” imzasını kullanmaya başlamıştı. Günümüzde Belçika sınırları içinde yer
alan Bree’de doğmuştu. Bu yüzden Flaman ressam olarak da anılıyor. Yaptığımız
her şey beslenme, üreme ve hayatını sürdürme çabası mıydı? Bunlar üstünden
anlamlar yaratmaya, felsefe üretmeye çabalıyordu belki de insanlık. Fonda da, Artemyev’in gerilim yüklü “Winter” (Kış) tınısı duyuluyordu.
Kamera, geçmişte karlar üzerindeki çocuk Kris’i ve salıncağı gösterdiğinde
kamera yakın çekimle Hari’nin yüzünü yansıtıyordu. Yerçekimi kısa bir
süreliğine yok olduğunda şamdanın uçuşu yansıyordu önce. Hari ve Kris de
havalanıyordu. “Don Kişot” kitabı da havada uçuyordu bu anda. Ustanın 1975
yapımı “Zerkalo-Ayna” filminde de, Maruşya da Aleksey’in rüyasında havaya
kalkıyordu. Ardından Bruegel’in tablosu yine yansırken, fonda da, Bach’ın “Ich
ruf zu dir, Herr Jesu Christ” müziği duyuluyordu şimdi. Araya, Kris’in
çocukluğu da giriyordu. Karlar üzerinde ateş yakıyordu çocuk Kris. Sonra da
Solaris’in dalgalanan okyanusu siyah-beyaz yansıyordu. Okyanusta dönüşüm mü
başlıyordu?
Koridorda donmuş Hari yerde yatarken yansıyor
ardından. Hari’nin gözleri açıktı. Burnunda kan da vardı. Hari intihar mı
etmişti? Kris onu koridorda bulduğunda Hari ölmüştü. Gerçekten ölmüş müydü?
Kamera, yavaşça Hari’nin yüzünden yukarı “tilt” yaptığında, Hari’nin yüzü
biçimbozumu olarak yansıyordu aynada.
“Astigma” gibiydi. Gözdeki odak bozukluğunu andırıyordu. Snaut da
görünüyordu koridorda. Kris ona, “Sıvı oksijen içmiş” diyor. Bunu umutsuzluktan
yapmıştı. Ne kadar Kris’le beraber olursa, o kadar insanlaşıyordu Hari. Geri
döner miydi? Snaut, onun sadece bu istasyonda yaşayabileceğini söylüyor. Kris
onu seviyordu. Bu sevgide belki de suçluluk duygusu da vardı. Snaut, hangi
Hari’yi sevdiğini, soruyor ona. O, defalarca gelebilirdi. Kris, bilimsel bir
araştırmayı değersiz bir aşk hikâyesine mi çeviriyordu? Ardından Hari’nin vücudu
tepki vermeye başlıyor. Hayata yeniden mi dönüyordu? Snaut, bu sebatkâr
dirilişlere alışamadığını söyleyip gidiyordu. Kris de odasından bornozu getirip
Hari’yi sarıyordu ısınması için. “Bu ben miyim” diyordu Hari. Ardından da, “Ben
değilim” diyordu. Belki de okyanus onu yeniden yollamıştı. Kris için o, bütün
bilimden daha çok şey ifade ediyordu. Hari’ye benziyor muydu Hari? Kris, “Şimdi
sen gerçek Harisin” diyordu ona. Hari, ona güzel görünüyor muydu şimdi de?
Sonra koridorda Snaut fark ediliyordu. Snaut koşarken, kamera da öne doğru
kayıyordu. Ardından kamera, sağa çevrinme yaparak koridordaki Hari ve Kris’i
çerçevenin içine alırken, Snaut da elinde bir kutuyla koşarak yanlarından
geçiyordu. Bu olanlar neydi? Kamera, Hari’nin yüzünü yakından gösterirken, ardından
sepya tonlarda okyanus yansıyordu. Fonda da, Artemyev’in “Ocean” (Okyanus)
tınısı vardı.
Hari, Kris’in odasında yatağa uzanırken, “Seni
seviyorum” diyor. Üzerinde de örgülü omuz şalı vardı. Kris ne yapabilirdi onun
için? Hari, “Hiçbir şey” diyordu. Ona sarılan Kris, dünyaya dönmek de
istemiyordu artık. Onunla yaşarlardı istasyonda. Ama korkuyordu. Görüntü,
zincirlemeli geçişle uyuyan Kris’in yüzünü gösteriyordu. Kamera ardından
Hari’nin yastığın üzerindeki omuz şalından sağa çevrinme yaparak uyuyan Kris’i
gösteriyordu. Gözlerini açan Kris ter içindeydi. Yatakta Hari de vardı ve
uyuyordu. Gerçeküstücü bir andı bu. Hari hem yoktu hem oradaydı. Ardından
kamera, yatakta uyuyan Hari’ye yavaşça “zum” yaparak yaklaşmaya başlıyordu.
Kris koridordaydı. Kamera, önce onu önden,
ardından da zincirlemeli çekimle arkadan gösteriyordu. Üstü pijamalı Kris’in
bacakları açıktaydı. Fonda da, Artemyev’in “Kris’ Delirium” (Kris’in
Sayıklaması) tınısı duyuluyordu. Koridorda kameradan uzaklaşan Kris, yerde,
Bruegel’in yırtılmış kütüphanedeki tablosunun parçasını görüyor. Av köpekleri
vardı. Sonra da Sartorius’un laboratuvarının olduğu bölümdeki pencereli yere
gidiyor Kris. Orada Snaut da vardı. Okyanusun aktivitesi artıyordu. Nedeni
“ensefalogram” olabilirdi. Kris de, “Merhamet gösterdiğimizde ruhlarımızı
boşaltıyoruz” diyordu. Acı çekmek, hayatı gri ve güvenilmez gösterirdi. Ateşi
olan ve acı duyan Kris bunu kabul etmeyecekti. Hayat için vazgeçilmez olan, bir
yolla zarar mı veriyordu hayata? Bu da doğru değildi. Tolstoy’un insanı sevme ıstıraplarını
da hatırlatıyordu Kris. “Aşk”, hissedebildiğimiz bir şeydi, ama
açıklanamıyordu. Sadece “aşk düşüncesi” açıklanabilirdi. İnsan kaybedeceğini
severdi. Kris’e göre insanlık, aşka giden yolu hâlâ bulamamıştı. Belki de
Solaris’in yörüngesinde olmalarının nedeni, ilk defa insanlığı aşkın bir nedeni
olarak anlamaları içindi. Kris bunları konuşurken Solaris gezegeni de
yansıyordu. Daha sonra Kris’i koridordan Snaut ve Hari odasına götürüyordu.
Gibaryan’ın nasıl öldüğünü soruyor onlara Kris. Gibaryan, korku yüzünden
ölmemişti Kris’e göre. Utanç da duymamıştı. İnsanlık kurtuluşunu utancında
bulacaktı. Kamera, arkadan onları öne doğru kayarak takip ediyordu bu anda.
“Sepya” görüntüler yansıyor birden. Fonda da,
Artemyev’in gerilimli “Dream” (Rüya) tınısı duyulurken, kır evinin salonu
görünüyordu kamera sağa doğru çevrinme yaparken. Tolstoy’un heykel başı da
vardı. Uyanmış Kris acılar içindeydi. Görüntü renkleniyor. Kamera, Kris’in
yüzünden sağa doğru çevrinme yaparak çiçekli vazoyu gösteriyor. Cam masaya,
yataktaki Kris de yansıyordu gerçeküstü görüntüyle. Ardından Hari görünüyordu.
Ateş içindeki Kris’e şefkat gösterirken birden kameraya bakıyordu seyirciyi
yabancılaştırarak. Kris’in dudakları da konuşuyor gibi kıpırdıyordu. Ardından lambanın
yoğun ışığı kaplıyordu görüntüyü. Sola çevrinme yapan ve hiç kesme yapmayan
kamera Hari ve Kris’in annesini peş peşe gösteriyordu. Babasının köpeği de
oradaydı. Annesi bir defa görünürken, birçok Hari, Kris’in gözleri önündeydi.
Üzerinde pijaması olan Kris yatakta doğrulurken görüntü siyah-beyaz oluyordu.
Burası kır eviydi. Kris ayağa kalkıp annesine sarılırken, kamera sola çevrinme
yaparak sandalye üzerindeki metalik kutu içine ekilmiş çiçeklerle boş şişeyi
gösteriyordu. Metalik saksının içinde madeni paralar da fark ediliyordu.
Sandalyede tarak bile vardı. Kris, geçmişinden bir an mı yaşıyordu, yoksa rüya
mı görüyordu? Okyanusun zihinsel oyunu muydu bu? Annesi çocukluk zamanlarındaki gibi gençti.
Ama kendisi şimdiki halinde gibiydi. Kris, annesi öldüğünde yanında değildi. Bu
da suçluluk hissettiriyordu belki de ona. Kris, iki saat geciktiği için özür
diliyordu annesinden. Yolculuğunu soruyor annesi. Sonra anne, masaya oturup
oradaki kitaba bakıyor. Ayağa kalkıyor sonra. Ardından duvarda asılı şarap içme
boynuzuna dokunuyordu. Aynısından üflemeli çalgı da olabiliyordu. Rusya’da ve
Orta Asya’da yaygındı bu boynuzlar. Annesi odadan çıkınca peşinden giden Kris,
sorunun ne olduğunu bilmediğini söylüyordu. Annesinin yüzünü tamamen unutmuş
Kris. Mutlu muydu Kris? Kris’e göre mutluluk, eski moda düşünceydi. Şimdi
yapayalnızdı Kris. Annesi, neden kendilerini yaraladığını da soruyordu Kris’e.
Telefon edebilirdi. Annesi, Kris’in tuhaf bir hayatı olduğunu da söylüyordu.
Pasaklıydı ve kendine dikkat etmiyordu. Bu duruma nasıl gelmişti? Annesi,
Kris’in kolunda kanları görünce temizliyor hemen. Sürahi de vardı. Anneye sokulma ve sıcaklığını hissetme belki
de uzun süredir unuttuğu güven duygusunu da hatırlatıyordu Kris’e. İnsan
duygularından ve sevgilerinden oluşan bir adalar gezegeni mi olacaktı
Solaris? Annesi yanından giderken
görüntü siyaha düştükten sonra kamera sağa çevrinme yapıyordu. Görüntü
renkleniyor ve Kris yatakta ateşler içinde “Hari” diyerek sayıklıyordu. Gözlerini
açtığında odasına Snaut geliyor. Hari’nin mektubunu okuyor Kris’e. Hari ölümü
seçmişti ve artık uzay istasyonunda olmayacaktı. Koltuğun üzerinde Hari’nin
kahverengi elbisesi de vardı. Hari, Kris’i aldatmak zorunda olduğunu da yazmış.
İkisi için de tek çıkar yolu bu olduğunu belirtmiş Hari. Kendisini yok
etmelerini onlardan kendisi istemiş. Snaut, “Senin için yaptı” diyor. Snaut,
Hari’nin yok oluşunu bir ışık patlaması ve esintiyle olduğunu açıklıyor Kris’e.
Koltuğun üzerinde beyaz sürahi ve metal kutu yansırken, Kris, Snaut’un onlara
neden azap çektirdiğini soruyordu.
Sartorius,
laboratuvarının yanındaki pencereli bölümde yansırken, Snaut’un dış sesi
duyuluyordu. Kozmik alanlarını kaybettikleri söylüyordu. Eskilerin böyle derdi
yoktu ve neden, diye de sormamışlardı. Sartorius pencereli bölümde yürürken,
Snaut Kris’e anlatıyordu. Sisifos mitini hatırlıyor musun, diye de soruyordu.
Bu Sisifos (Sisyphus) miti, aynı acıyı ardı ardına yaşamaktı. Sisifos, tepeye
doğru kayayı iteklerken, her tepeye vardığında kaya yine aşağı yuvarlanıyordu.
Aynı anları tekrar tekrar yaşayan insanların trajedisini Hollywood defalarca
beyazperdeye aktarmıştı. En ünlüsü de, Harold Ramis’in yönettiği 1993 yapımı
“Groundhog Day-Bugün Aslında Dündü” filmiydi. Ardından Snaut, “Senin
ensefalogramı yolladıktan sonra bir tek ziyaretçi dönmedi” diyor. Okyanusta,
onların idraklerinin ötesinde bir şeyler oluyordu. Yüzeye adalar çıkmaya
başlamıştı. Sartorius’un sesi duyuluyor ardından. Solaris tarafından
anlaşılmışlar mıydı? En azından umut beslenebilirdi. Sartorius’un görüntüsü hayal gibi
kayboluyordu pencereli bölümde.
Kris kütüphanede
yansıyordu. Snaut da oradaydı. Snaut’a ne zamandan beri istasyonda olduğunu
soruyor Kris. İstasyonda bunca yıldan sonra aşağıdaki hayatla bağlantısını
rahatça duyumsayabiliyor muydu Snaut? Ardından Snaut, “Bir sonraki soru,
hayatın anlamı mı olacak” diye soruyor ironiyle. İnsan mutluyken; hayatın
anlamını, sonsuzluk hakkındaki diğer şeylerle nadiren ilgilenirdi. Kamera, sağa
doğru çevrindiğinde koltuk üzerindeki Hari’nin örgülü omuz şalını gösteriyordu.
Snaut’a göre bu türden soruları insan, hayatının sonunda sormalıydı. Kris de,
ecelimizi bilmediğimizden, acele ettiğimizi söylüyordu Snaut’a. Snaut da, en
mutlu insanların, bu lanetli sorularla canlarını hiç sıkmayanlar olduğu
belirtiyordu. Kris’e göre bu soruları, hayatı anlamlandırmak için
sorguluyorlardı. Basit insanî doğruları korumak için, gizeme ihtiyaç
duyuluyordu. Mutluluğun, ölümün, aşkın gizemiydi. Snaut ona hak verirken,
kamera da Kris’in kulağına doğru “zum” yapıyordu. Bunları düşünmemeliydi Kris.
Bunlar ecelini bilmek gibi bir şeydi. Kris, ölüm zamanını bilmenin insanı
ölümsüz yapmayacağını söylüyordu Snaut’a. Görüntü beyazlaşıp bulutlara
karıştığında Solaris gezegeni yansıyordu Kris’in dış sesi duyulurken. Artık
görevi bitmişti. Yeni ilgiler, yeni aşinalıklar bulurdu. Ama kendini onlara tam
olarak veremeyeceğini de söylüyordu. Kris, Snaut’la konuşuyordu. Kamera,
bulutlar üzerinden geriye doğru uçuyordu. Kris, hâlâ Hari’nin geri döner
umudunu mu taşıyordu? Ama umudu yoktu. Yapması gereken, beklemekti. Yeni bir
mucize miydi beklediği? Kamera yeniden istasyona dönüyordu. Şimdi pencereli
bölümdeydiler. Artık Kris’in yeryüzüne dönme vakti gelmişti. Kamera, Snaut’a
“zum” yaptıktan sonra sağa çevrinme yaparak penceredeki metalik kutudaki çiçeği
gösteriyordu. Fonda da, Bach’ın “Ich ruf zu dir, Jesu Christ” müziği
duyuluyordu. Ardından görüntü karıyordu.
Kamera, Dünya’da sualtındaki bitkiyi yansıtıyor. Kır
evindeydi şimdi Kris. Fonda da, Bach’ın müziği devam ediyordu. Kamera, öne doğru kayarak Kris’i izliyordu.
Tıpkı filmin girişindeki gibi göl kıyısındaydı Kris. Yağmur başlıyor. Köpek onu
karşılıyordu. Evin önünde dumanlar da tütüyordu. Kris, babasına ulaşmak
istiyordu sanki. Kris, Dünya’ya döndüğünde babasını hiç sevmediği kadar seviyor
ve onun yanından hiç ayrılmasını istemiyordu. Evin çatısı akarken, babası da
kitapları topluyordu içeride. Fonda da, gerilimli müzik duyulmaya başlıyordu bu
anlarda. Pencereden kendisini izleyen Kris’i fark ediyor baba. Kapıya çıkan
babasının önünde diz çöküp ona sarılıyordu Kris. Tıpkı Hari’nin önünde diz
çöktüğü gibiydi. Yağmur altındaki kamera yükseliyor, bulutları aşıyor,
Dünya’nın atmosferinin dışına çıkıyor ve kır evi sanki Solaris’te bir ada
oluyordu. Matriks yaşanıyordu belki de. Her şey gizemlerle mi örtülüydü bu
kâinatta? Tarkovski, Tanrı ve inanç üstüne de düşündürtüyor filminde. İnsanın
geçmişinden gelen ziyaretçiler belki de ruhani bir şeydi. Vicdan gibi. Fonda
da, Artemyev’in “Ocean” (Okyanus) tınısı duyuluyordu film biterken.
"Ayna..."
Sinemanın filozof büyük ustası Andrey
Tarkovski’nin 1975 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Zerkalo-Ayna” filmi, kişisel
bir yolculuk. Mosfilm’in sunduğu bu yapımın senaryosunu yönetmenle beraber
Aleksandr Mişarin ortak yazmışlar. Filmin etkileyici müziklerini de
Eduard Artemev bestelemiş. Resim ve fotoğraf
sanatına saygı sunuşu yapan şiirsel görüntüleriyse kameraman Georgi Rerberg
yansıtmış. Bu filmin kurgusunu yapmak sanatları derinden hissetmeyi
gerektiriyor. Kurguyu da Lyudmila Feyginova yapmış. Aleksey’in geçmişteki anları
hatırlaması ve gördüğü rüyaları, bu filmin klasik anlatımdaki bütünlüğünü
bozuyor. Her şey parçalanmış ve bazı şeyleri bir yerlere koymak son derece
zorluydu. Bir sekans filmdi bu. Aleksey, küçükken oğlu İgnat’a, büyüyünce
babasına benziyor. Aslında büyük Aleksey’in yüzü hiç görülmüyor, zihinde böyle
düşünülüyor. Karısı Natalya, genç annesi Maruşya’ya
benziyordu. Filmin içinde şiirsel kayboluşlar yaşanıyordu baştan
sona kadar. Bir defayla bu filmin içinden dışarıya çıkılamıyordu. Tarkovski
usta bu filminde alabildiğine hareketli kamera kullanmış. İnsana dolaşıyormuş
hissi verirken keşiflere de çıkartıyor kamerasıyla. Filmdeki tüm şiirler, büyük
ustanın babası şair Arseniy Tarkovski’dendi. Bu şiirler, tüm kadınlara mektup
olarak gitmeliydi belki de. Tarkovski, yaşlı anneyi gerçek annesine oynatmış.
Bir de Ruslar, Maria isminin kısaltmasına Maruşya ve Maşa diyorlar. Aleksey’e
de Alyoşa. Tarkovski filmlerinde gerçeküstücü estetik yoğun, bu filminde de
öyle. Kır evleri de. Dört zamanlı bu filmde Nadezhda’yı canlandıran Larisa
Tarkovskaya (1938-1998), yönetmenle 1970-1986 yılları arasında evliydi.
1970’lerin ortasında. Renkli görüntülerle
yansıyan anda İgnat (Ignat Daniltsev), televizyonu açıyor. Televizyonda kekeme
Yuri Zhary’nin (Yuri Sventisov) doktor muayenesi yayınlanıyor. Siyah-beyaz
yansıyan bu anda, kadın ikna ederek liseli gence güven duygusu vererek
cesaretini arttırıyor ve genç düzgün konuşmaya başlıyor. Bu an filmin nevrotik
ruh halini de yansıtıyordu. Heyecanın obsesyona dönüştüğü Yuri, kekemeliğiyle
bir travma yaşıyordu. Dinginlik ve heyecanı denetim altında tutmak, Yuri’yi
travmasından uzaklaştırıyordu. Aleksey de zihninde çocukluğunu takıntılı bir ruh
hali içinde yaşıyordu. Özlem bir travmaydı. Baba da öyleydi. Annesini karısı
Natalya’ya benzetmesi de nevrotik ruh halini öne çıkartıyordu. Yoksa zihninde
“Oidipus Kompleksi”ni mi yaşıyordu Aleksey? Ardından siyah fon üzerinde jenerik
yazıları beliriyor. Jenerik yansırken, fonda da Bach’ın “Orgelbüchlein-Das alte
Jahre vergangen ist-BWV 614” müziği duyuluyordu.
1930’ların ortasında. Renkli görüntüler…
Maruşya (Margarita Terekhova), büyükbabanın kır evinin bahçesinde ahşap çitte
oturmuş sigarasını tüttürürken, uzaklardan, tarlaların içinden birinin ona
doğru gelişini izliyor. Büyük Aleksey’in dış sesi (Innokenti Smoktunovski)
duyuluyor: “İstasyondaki yol İgnetievo’dan geçiyor, sonra çiftliğin yakınlarına
sapıyor, her yaz savaştan önce yaşadığımız yer ve sık meşe ormanından
Tomşino’ya kadar uzanıyor. Genelde insanlarımızı tanırız. Tarlaların ortasında,
çalılıkların arkasında belirir belirmez. Çalıdan yolunu çevirirse o zaman o bir
babadır. Eğer çevirmezse, o bir baba hiç gelmez…” Yolunu şaşırmış adli doktor (Anatoli
Solonitsin), Maruşya’ya hafiften asılıyordu.
Doktor gidince Maruşya eve doğru yürürken
kamera da onu takip ediyordu arkasından. Maruşya yürürken, şair Arseni
Tarkovski’nin kendi sesinden kendi şiiri duyuluyor: “Buluşmalarımızın her
anında pek fazla değil / Sanki hiç yaşamamışçasına kutladık, / Bu kocaman
dünyada yalnızdık / Bir kuştan daha hafif ve daha yürekli / Merdivenlerden aşağıda,
aptal hayalet gibi / Beni kendi yoluna götürmek için geldin / Yağmurda
demlenmiş leylakların arasından, / Kendi hükümranlığına / Cam dünyana
bakıyorsun / Gece çökerken / Ben zarafetle kutsanmıştım / Minber kapısı açıldı
/ Ve karanlığın içinden parlıyordu / Ve yavaşça döndün, vücudun çıplaktı /
Uyanırken sana: ‘Tanrı seni korusun’ dedim / Senin yürekli ve aşırı olmanı
bilmeme rağmen / Benim dileğimle: Sen hemen uykuya daldın / Gözkapakların
evrensel mavi renkle kapalıydı / Masamın üstünde leylaklar süpürülmeyecek kadar
güçlüydü / Maviyle boyanmış gözkapakların / Hayli sakin ve ellerin sıcaktı /
Nehirlerin kalp atışı kristali parçalıyordu / Dağlar dumanlı ve okyanuslar
kabarıyordu / Küreyi avucunun içine aldın / Kristalin tahtında sakin uyuyordun
/ Ve ‘Aman Tanrım!’ / Sadece bana göre / Uyandın ve şekil değiştirdin / Konuşma
hızlanarak çınlamaya dönüştü / ‘Sen’ kelimesiyle daha çok geliştin / Kralın
yeni anlamının değişmesi gibi / Ve her şey aniden değişti, transa geçmiş gibi /
Tüm önemsiz şeyler bile, / Çok sık kullanıldı ve güvenildi / Aramızda dururken,
bizi korurken / Su katı katmanlıydı / Nerede olduğunu bilmesem de o bizi
önemsiyordu / Bizden önce çekiliyordu, tıpkı bir serap gibi / Şehirler mucizevî
bir şekilde eşitti / Ayaklarımızın altına nane yaprakları serilmişti / Kuşlar
ayak seslerimizi takip ediyordu / Balıklar nehir kıyısına geliyordu / Ve
gözlerinde gökyüzü açıktı / Arkamızdan kader ağını örüyordu / Elinde ustura
olan delirmiş bir adam gibi… “ Bu şiir sürerken, kamera başka şeyler de yansıtıyordu
renkli olarak. Çocuk Aleksey’in küçük kız kardeşi bahçede uyuyordu. Saçları
simsiyah ve hep toplu dadı genç kadın onu kucaklıyor. Bu kadın hep ailenin
yanındaydı. 1970’lerin ortasında bile. Evin içinde Maruşya kederler içindeydi
ve gözyaşları yağmuru çağrıştırıyordu. Çocuklar masada yemeklerini yiyorlar.
Kamera, sağa doğru çevrinme yaparak evi gösterirken, şiirin sonlarına doğru
pencereye yöneliyor ve yağmurun düştüğü dışarısını yansıtıyordu. Sonra ahır
yanıyor. Yağmur yağarken, ahır kül oluyordu. Maruşya, tulumbada yüzünü
yıkayabiliyordu sadece.
Görüntü renkliyken beş yaşındaki Aleksey
(Filipp Yankovski), uykusunda baba diye sayıklıyor. Peşinden siyah-beyaz
görüntülerle orman yansıyor. Siyah-beyaz görüntüler sürerken, Aleksey’in rüyası
yansıyor: Aleksey yataktan kalkıyor. Babasının (Oleg Yankovski), annesi
Maruşya’nın saçlarına su döktüğünü görüyor uykulu. Yağmur içeri yağıyor, sular
duvarlardan aşağıya süzülüyor. Maruşya, buğulu aynayı sildiğinde yaşlı
Maruşya’nın, Maria’nın (Maria Vishnyakova Tarkovskaya) yansımasını görüyor.
1970’lerin ortası. Görüntü renkleniyor. Soğuk algınlığına yakalanmış Aleksey,
evinde annesiyle telefonda konuşurken, kamera yavaşça öne doğru kayıyordu,
duvarda asılı Tarkovski’nin 1966 yapımı sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli
“Andrey Rublev” filminin afişi fark ediliyordu birden. Aleksey, rüyasında
annesini görmüştü. Ona, babasının onları ne zaman terk ettiğini soruyor önce.
Sonra da ahır yangınını merak ediyor. İkisi de 1935’te olmuştu. Kamera, salona
doğru kaymasını sürdürürken, matbaada annesiyle beraber çalışmış Lisa’nın
öldüğünü öğreniyor Aleksey. Kamera, salonda perdeli pencereye doğru kayarken
geçmiş yansıyor. 1930’lar… Siyah-beyaz görüntüler kuşatıyor her yanı. Kamera,
matbaanın sokağında koşan Maruşya’yı takip ediyordu. Matbaa sahnelerinde kamera
sürekli geriye, öne ve yana kayıyordu. Muhteşem etkileyici anlardı. Maruşya’nın
içindeki telaşı ve karmaşayı dışarı yansıtıyordu bu görüntüler. Yağmur ok
yağıyordu. Maruşya telaşlıydı. Sonra odaya Yelisaveta (Alla Demidova), yani
Lisa geliyordu. Maruşya telaşla baskı makinelerin olduğu yere gidiyor. Peşinde
de Lisa vardı. Baskı müdürü (Nikolay Grinko), yanlış yapma korkusu yaşayan
Maruşya’ya, “Bırak ötekiler korksun” diyor. Bazı insanlar çalışmalı, diğerleri
de korkmalıydı. Matbaadaki ofise geldiğinde, kelimeyi arıyor, ama bulamıyordu
Maruşya.
Maruşya, matbaada koridorda yürürken, kamera da
geriye doğru kayıyor. Kamera da Maruşya gibi sakindi. Arseni Tarkovski, kendi
sesiyle kendi şiirini okuyordu yine: “Dün bütün gün seni bekledim / Tahmin
ettikleri gibi gelmedin / Hava ne kadar güzeldi. / Hatırlıyor musun? / Tatil
havasıydı / Ve ceketsiz yürüyordum / Bugün geldin ama / Kasvetli ve bulutlu
hava / Bize bahşedilen / Yağmur yağıyor ve geç oldu / Damlalar soğuk toprağa
karışıyor / Kelimeler yakalayamaz / Eller silip süpüremez…” Matbaada
ofise giren Maruşya’nın yanına Lisa da geliyordu. Korkulacak bir şey yoktu. Ama
yanlış yapabilirdi Maruşya. Ağlayan Maruşya kelimeyi baskıdan sonra fark
edebileceğini söylüyor Lisa’ya. O kelime neydi? Baskı müdürü de geliyor.
Yağmurda ıslanmış Maruşya’ya korkuluğa döndüğünü söylüyor. Maruşya duş almak
istiyor hemen. Ama tarağı neredeydi? Lisa, “Kime benzediğini biliyor musun”,
diye soruyor Maruşya’ya. Maria Timofeyevna’ya benzetiyor Maruşya’yı. Onu
tanımıyordu Maruşya. Yüzbaşı Lebyadkin’in kız kardeşiymiş. Ne yönüyle ona
benziyordu? Lisa, “Fyodor Mihayloviç… Siz istediğinizi düşünebilirsiniz” diyor.
Tarkovski usta burada da Dostoyevski’ye gönderme yapıyordu. Tıpkı “Solaris”
bilimkurgu filmindeki gibi. Maria, yüzbaşı kardeşine sürekli emirler verirmiş.
“Bana su getir” dermiş. Ama kardeşi sürekli Maria’yı dövermiş. Lisa ne demek
istiyordu? Lisa’ya göre Maruşya’nın hayatı, sürekli “Bana su getir” demekle
geçiyormuş. Bir şey Maruşya’ya uymuyorsa yok gibi davranıyordu. Maruşya’nın
eski kocasının sabrına da şaşırdığını söylüyor Lisa. Onu terk etmeliydi.
Maruşya gözyaşları içinde kalıyordu Lisa’nın itham dolu kelimeleriyle.
Maruşya’nın, şimdiye kadar hata yaptığını hiç kabul ettiği olmuş muydu? Hepsi özgür
takınması yüzündendi. Maruşya, kocasını yüceltememiş ve adam tam zamanında
kendini kurtarmış. Maruşya, çocuklarını da sefil edecekti Lisa’ya göre.
Yağmurda iyice ıslanmış Maruşya, işyerinde duş alıyor sonra. Su kesiliyor.
İpeksi beyaz çıplak teni tüm büyüleyiciliğiyle yansıyordu bu anda. Şiir
akıyordu sanki. Ardından yanan ahır görüntüsü renkli yansıyordu birden.
1970’lerde… Aleksey, boşandığı karısı
Natalya’yla (Margarita Terekhova) evdeki salonda konuşuyorlardı. Aleksey
görünmüyordu. Natalya, o konuşurken boy aynasının karşısındaydı. Şimdilik
babasıyla kalan İgnat annesiyle yaşıyordu. Aleksey, Natalya’nın annesi
Maruşya’ya benzediği için boşanmış. Natalya aynaya bakarken sadece kendini
görüyordu. Natalya, “İgnat’ın gittikçe sana nasıl benzediğini dehşetle
izliyorum” diyor. Aleksey de, “Niye dehşetle izliyorsun” diye soruyordu.
Natalya, hiçbir zaman iki normal insan gibi konuşamadıklarını söylüyor. Kamera
geçmişe 1930’lara dönüyor bu anda. Aleksey’in dış sesi duyulurken, dadı da
uyuyan çocuk Aleksey’i kucaklayışı yansıyordu dışarıda. Aleksey, ne zaman
çocukluğunu ve annesini düşünse, Natalya’nın yüzünü görüyormuş. Hem annesine
hem de Natalya’ya acıyormuş Aleksey. Görüntüden dadı çıkarken Maruşya görüntüye
giriyordu. Natalya, “Hiç kimseyle normal yaşam kuramazsın” diyor Aleksey’e.
Aleksey’in, sırf varlığı bile etrafını mutlu ettiğine inandırdığını söylüyor
Natalya. Tıpkı Lisa’nın Maruşya’ya eleştirisi gibiydi Natalya’nın kelimeleri
de. Aleksey sadece istemeyi biliyordu. Aleksey de, “Bunun sebebi, kadınlar tarafından
yetiştirilmiş olmam” diye cevaplıyordu. İgnat’ın kendisi gibi olmasını
istemiyorsa bir an önce evlenmesini söylüyor Natalya’ya. Evlenmiyorsa İgnat’ı
kendine vermesini istiyor Aleksey. Sonra o soruyu soruyor Natalya: Annenle
neden barışmadın? Annesi, Aleksey için neyin iyi olduğunu hep biliyormuş.
Natalya’yla da giderek uzaklaşıyorlardı. İgnat da oralardaydı. Bir İspanyol
yansıyor. Aleksey Natalya’ya onu oyalamasını istiyor. Adam yine İspanya’dan söz
edecekti. Bu işin sonu kötüye varabilirdi. Bu an eklenti gibi algılanıyordu
önce. İspanyollar, Aleksey’in komşuları mıydı? Natalya, evinin boyandığını
söylüyor birden. İgnat onunla kalabilir miydi?
Sonra birden araya boğa güreşi arenası
giriyordu. Siyah-beyaz belgesel görüntülerde matador boğayla güreşiyordu. Sonra
İspanyol adam, renkli görüntülerle yine yansıyor. Boğa güreşinden bahsediyordu
İspanyolca. Natalya ne anlattığını anlamasa da hoşlanıyor adamın
hareketlerinden. Orada insanlar da vardı. Adam, ünlü matador Palomo Linares’i
taklit ediyormuş. Araya siyah-beyaz belgesel İspanya İç Savaşı’nın görüntüleri
de giriyordu. Siyah-beyaz görüntüler yansırken, yanındaki adam, Natalya’ya
İspanyol adamın anlattıklarını çeviriyordu. Veda gecesi Palomo’yu çok
etkilemiş. Tüm şehir ona uğurlamaya gelirken, bir tek annesi gelememiş.
Hastaymış. Ardından Flamenko şarkı duyulmaya başladığında bir genç kız da dans
etmeye başlıyordu. İspanyol adam dans eden kızı tokatlıyor birden. Yılları ona
ders vermekle geçmiş, ama bir şey öğretememiş. Natalya bir koltukta oturan kadınla
konuşuyordu ardından. Hiç İspanya’ya dönmeyi düşünmüyor muydu? Kadının kocası
bir Rus olduğu için geri dönemezdi. Kadın oradan giderken peşinden Natalya da
koşuyordu. Ardından siyah-beyaz görüntülerle iç savaş yansıyor İspanya’dan.
Fonda da, Flamenko şarkı duyuluyordu. Franco’nun ordusu uçaklarla şehirleri
bombalıyordu. İnsanlar kendi ülkelerinde mülteciydiler. Çocuklar, kadınlar,
yaşlılar kaçışıyorlardı. Valizlerle trenlere, otobüslere koşuyorlardı. Bir
babanın küçük kızını sevgiyle öpüşü insanı gerçekten etkiliyordu. Daha sonra,
Sovyetler Birliği’nden balon belgeseli siyah-beyaz yansıyordu. Fonda da,
İtalyan besteci Giovanni Battista Pergolesi’nin (1710-1736) “Stabat Mater”
müziği duyuluyordu. Eserde, çarmıha gerilmiş İsa’yı izleyen Meryem’in acısını
anlatan ilahi bir müzikti bu.
Sonra resim kitabı yansıyor renkli görüntüyle.
İgnat, Rönesans’ın büyük sanatçısı ve bilim insanı Da Vinci kitabına bakıyordu
evde. Fonda da “Stabat Mater” ilahi müziği devam ediyordu. Natalya evden
ayrılacakken çantasını yere düşürüyor. Oğlu İgnat’la eşyaları topluyorlar.
Madeni paralarla İgnat elektrik çarpması yaşıyordu bir an. Annesine, daha önce neden buraya gelmediğini
de soruyor İgnat. Annesi ona düş kumayı bırakmasını söylüyor cevap olarak.
Natalya giderken de, Maria Nikolaevna geldiğinde beni ara, diyor oğluna. Renkli
görüntüler devam ediyordu. İgnat, evin kütüphanesinde dadının söylediği defteri
alıyor. Dadı kadına (Tamara Ogorodnikova) okuyor. Dadı da, Maruşya gibi
yaşlanmıştı. İgnat filozof Jean-Jacques Rousseau’nun (1712-1778), “Sanat ve
bilim insanı ne yönde etkiledi? Olumsuz yönde” diyen metnini okuyor önce. Dadı,
Aleksandr Puşkin’in (1799-1837) mektubunu okumasını istiyor İgnat’tan.
Puşkin’in mektubunda, Kilise, Hıristiyanlık, Avrupa vs. yakınışı vardı. Puşkin,
“Kiliselerin bölünmesi bizi Avrupa’dan ayırdı (…) Bizim kendimize özgü
kaderimiz vardı (…) Hıristiyanlık bizi terk edince, Hıristiyanlık bize
yabancılaştı” diye yazmış 1836’da filozof Pyotr Çaadeyev’e. Kapı çalıyor. İgnat
kapıyı açtığında karşısında yaşlı bir kadın görüyor. Kadın yanlış adrese
geldiğini söyleyip gidiyor. Yaşlı Maria mıydı o? Sonra kütüphanenin olduğu yere
gelen İgnat, masada fincanın izini fark ediyor. Dadı nereye gitmişti? Hayalet
miydi yoksa?
Telefonun zili çalıyor. Sonra İgnat babasıyla
telefonda konuşuyordu. Babası ona kız arkadaşı olup olmadığını soruyor.
Aleksey, oğlu İgnat gibi 12 yaşındayken ilk aşkını yaşamış. Platonik bir aşktı
bu. 1942 yılıydı. Fonda da, Bach’ın “Matthauspassion-BWV 244” müziği
duyuluyordu. Bach eseri, Matta İncilinden ilham alarak bestelemiş. Renkli
görüntülerle II. Dünya Savaşı anları yansıyordu. Önce dudakları hep çatlak o
kızıl saçlı kız (Olga Kizilova) görünüyor. Elinde okul çantasıyla karlar
üzerinde yürüyor büyüleyici gülümsemesiyle. Bu kız, on iki yaşındaki Aleksey’in
(İgnat Daniltsev) ilk aşkıydı. Ama platonik kalmış aşkı. Sonra atış alanında
bir komutan (Yuri Nazarov) eşliğinde çocuklar askeri eğitim alıyorlar. Atış
alanında komutan, emrini yanlış uygulayan on yaşlarındaki bir çocukla
uğraşıyordu. Komutan geriye dön dediğinde çocuk, diğer çocukların tersine
dönüyordu. Geriye dönmek 360 derece dönmekti çocuk için. Komutan, çocuğun
ailesini görmek istediğini söylüyor. Ne ailesiydi? Çocuğun anne ve babası
Leningrad kuşatmasında ölmüştü. Tüfekle nişan aldıktan sonra bir çocuk
çantasından el bombasını çıkartıyor. Bir başka çocuk oyuncak gibi bombayı alıp
fırlatıyor. Çocuk, her zaman çocuktu. Savaşta bile. Ardından kızıl saçlı kızın
gülen yüzü yansıyor. Ardından da siyah-beyaz belgesel görüntülerle Sovyet cephesi
görünüyor bir an. Savaşın tüm acıları ve yoklukları yansıyor bu anlarda. Hemen
ardından renkli görüntülerle çocukların talim alanı yansıyordu. Yine
siyah-beyaz belgeselle savaş düşüyordu görüntüye. Sovyet askerleriydi bunlar.
Deniz kıyısından yürüyorlardı. Fonda yine “Stabat Mater” müziği duyuluyordu.
Ardından da şair Arseniy Tarkovski’nin şiir okuyan sesi. Tarkovski şiirinde,
“Önseziye inanmam/ Hurafelere güvenmem/ Korkum yok, iftiradan ve zehirden/ Ölüm
yok, dünyada/ Herkes ölümsüz/ Her şey ölümsüz/ On yedi yaşındayken de korkma
ölümden/ Yetmiş yaşındayken de/ Yalnızca gerçeklik ve ışık vardır/ Karanlık ve
ölüm yoktur dünyamızda/ Hepimiz bir denizin kıyısındayız/ Ve ben ağı
çekenlerdenim/ Ölümsüzlük geçip giderken/ Bir evde yaşayın/ O ev asla çökmeyecek/
İstediğim çağı getireceğim/ İçine girip evimi yapacağım/ Bu yüzden
çocuklarınız/ Ekmeğimi paylaşıyor/ Masama oturuyor eşleriniz/ Sofram
atalarımıza açık/ Torunlarımıza da/ Gelecek şimdiden tasarlandı/ Elimi
kaldırdığımda/ Beş ışın göndereceğim sizlere/ Ben her geçen günle güçlendim/ Ve
pınarlarımı topladım etrafıma/ Zamanı ölçtüm/ Dünyayı aşarak/ Ve Ural
Dağları’ndan geçer gibi/ Geçtim içinden/ Kendime göre bir yüzyıl seçtim/ Güneye
akın ettik, bozkırlarda toza toprağa bulandık/ Otlar yandı. Bir çekirge
sıçradı/ At nalına dokunup öleceğim/ Kehanetinde bulundular keşiş gibi/
Kaderimi terkime alıp/Taşıdım ben/ Şimdi gelecek günlerin önünde/ Bir çocuk
gibi duruyorum/ Masum ve temiz/ Ölümsüzlüğüm yeter bana/ Yeter ki kanım aksın
asırlarca damarlarımdan/ Biraz sıcaklık ve güvenli barınak için/ Hayatımı
verebilirdim/ Kendi isteğimle ve özgürce/ Onun uçuşan iğneleri/ Sürüklemezdi
beni/ Dünyayı dolaşan iplik gibi” diyordu. Şiirin “Kehanetinde bulundular keşiş
gibi” mısrasıyla görüntü renklenip talim alanına dönüyordu kamera. Bu anlarda
birçok an Hollandalı ressam “Baba” Bruegel’in “Kardaki Avcılar” tablosunu
andırıyordu.
Usta bu tabloyu, “Solaris” bilimkurgu filminde
yansıtmıştı. Annesi ve babası bu savaşta ölmüş çocuk kameraya doğru geliyordu
karlar üzerinden. Çocuk ıslık çalmaya başladığında, savaştan siyah-beyaz
görüntüler yansımaya başlıyordu birden. Savaşın sonu gelmişti Avrupa’da.
Ardından Japonya’ya atılan atom bombaları yansıyordu. Kamera, ağacın altındaki
çocuğu gösterdiğinde bir kuş çocuğun kalpağına konuyordu. Sonra yine
siyah-beyaz belgesel görüntüler yansıyordu Çin-Sovyet sınırında. 1969 yılında
Çinliler, ellerinde pankartlarla protesto gösterisi yapıyorlardı sınırda. 1969
yılında, Sovyetler Birliği ve Çin arasında, yedi ay boyunca sınırda çatışmalar
olmuştu sınır ihtilafları yüzünden.
1940’lı yıllar. Görüntü renkleniyor. 12
yaşındaki Aleksey (Ignat Daniltsev), küçük kız kardeşiyle evin bahçesinde
yansıyorlar. Kız ağlıyor birden. “Marina” diyen seslenen babalarının sesini
duyuyorlar. Onlar koşarken, kamera da Da Vinci kitabına yöneliyor. Askeri
elbiselerle dönmüş baba, sevgi ve şefkatle çocuklarına sarılırken, Maruşya’nın
yüzüne hüzün ve sevinç aynı anda oturuyordu. Ardından Da Vinci’nin kadın resim
tabloları yansıyor resim kitabından şiirsel görüntülerle. Fonda da Bach’ın “St.
John Passion: BWV 245” müziği duyuluyordu.
Kamera, Da Vinci’nin kadın tablolarını yansıtıyordu ardından.
1970’lerin ortaları. Görüntüler siyah-beyazdı.
Natalya, İgnat’ı almak için gelmiş eve. Natalya, Aleksey’e İgnat’ın kendisiyle
kalmasını istiyor. İgnat buna ne cevap verecekti? Natalya, yaşlı Maruşya’nın
fotoğraflarına bakıyor sonra. Natalya, Maruşya’yla fotoğraflar da çektirmiş.
Ona ne kadar benzediğini de fark ediyordu. Birden Natalya, “Annenden ne
istiyorsun”, diye soruyor. Nasıl bir ilişki istiyordu Aleksey? Çocukluğundaki
gibi bir ilişki kurması zordu. Aleksey, annesinin hayatının mahvolmasını
düşünüp suçluluk duygusu mu yaşıyordu? Annesi, Aleksey’den yeniden çocuk
olmasını mı istiyordu? Böylece Aleksey’i koruyabilecekti. Natalya böyle yorum
yapıyordu anne-oğul ilişkisine. Natalya’yı rahatsız eden neydi? Beraber olduğu
adamla evlenmeli miydi? Sevgilisi yazardı. Aleksey alaycı kelimelerle,
“Dostoyevski olmasın” diyordu Natalya’ya. Sevgilisinin eserlerini
basmıyorlarmış.
Araya siyah-beyaz orman görüntüsü giriyor.
Ardından geçmişteki büyükbabanın kır evi renkli yansıyor. Aleksey’in dış sesi
de duyuluyordu. Hep aynı rüyaları görüyordu. Sonra görüntü siyah-beyaza
dönüşüyor. 1930’ların ortalarıydı. Yine Aleksey’in rüyası… Rüzgâr çıkıyor,
fırtınaya dönüşüyor. Beş yaşındaki Aleksey oradan oraya koşuşturup duruyor.
Evin kapısına gidiyor, kapıyı açamıyor. Gidiyor, ardından kapı kendiliğinden
açılıyor. Maruşya yerdeki patatesleri toplarken köpekleri de dışarı çıkıyor.
1940’ların başı renkli yansıyor peşinden. Aleksey, bir evin önünde çıplak
ayakla tedirgin koşup duruyor. Bir kadın dışarı çıkıyor sonra. Maruşya,
Aleksey’e Alyoşa diyor. Sonra Maruşya, adli doktorun evine geliyorlar. Doktorun
karısı Nadezhda’ya (Larisa Tarkovskaya) kocasını tanıdığını söylüyor.
Maruşya’nın kayınbabası doktorun arkadaşıymış. Nadezhda, onları içeri alıyor.
Kadınlar bir odaya gittiklerinde Aleksey salonda yalnız kalıyor. Etrafı
keşfeder gibi gözlerini gezdiriyor salonda. Sonra tavandan süt damlamaya başlıyor.
Patatesler de vardı. Aleksey, aynaya utangaç bakıyor, kendini keşfeder gibi.
Fonda da, Bach’ın “Matthaus-Passion: BWV 244” müziği duyulmaya başlıyordu. Köz
yansıyor önce, sonra da kapı açılıyor. Aleksey o kızıl saçlı kızı, platonik
âşık olacağı kızı görüyor içeride. İsmi de Maşa’ydı. Nadezha’ya yardımcı
oluyordu. Sonra ışık yanıp sönüyor. Nadezha, küpeleriyle yansıyor orada.
Vermeer’in “İnci Küpeli Kız” tablosundaki gibiydi. Maruşya küpeleri Nadezha’ya
vermiş. Nadezha, üç aylık da hamileymiş. Maruşya sonra yorgun yüzüyle görüntüye
giriyordu. Aleksey’in yanına gelen Nadezha lambayı kibritle yakıyordu.
Nadezha’nın da bir oğlu varmış. Bir kızının da olmasını istiyordu. Bebeğin
odasına giriyorlar. İçeride Nadezhda, Maruşya’ya horozu kesmesini istiyor. Bu o
kadar da kolay mıydı? Maruşya hasta gibiydi. Horozu kütüğün üstüne koyan
Maruşya, elindeki küçük baltayı indiriyor. Tarkovski bu vahşet anını izlenimde
yaşatıyordu. Maruşya, bir an kameraya döndüğünde bakışları donuklaşıyordu.
Ardından üstü çıplak kocası yansıyordu. Görüntü siyah-beyazdı. Kocası kameraya
bakıyordu. Tarkovski seyirciyi yabancılaştırıyordu bu anlarda. Maruşya havada
asılı gibi görünüyor bu an içinde. Kocası, “Meraklanma iyileşeceksin” diyordu
ona, Maruşya’yı sadece hastalanınca görmek kötüydü. Gerçeküstücü bir andı bu
yansıyanlar. Bu andaki rüya Maruşya’nın mı, yetişkin Aleksey’in miydi? Fonda da,
Bach’ın “Matthaus-Passion” müziği sürüyordu.
Maruşya ve Aleksey evden ayrılıyorlar. Kamera
onları yana kayarak takip ederken, Arseni Tarkovski’nin sesinden bir şiir
duyuluyor: “Bir adamın bir tek vücudu var / Tek hücreli gibi / Ruh yorgun ve
hasta / Üç boyutlu kabuğuyla / Kulakları, ağzı ve gözleri bir bozuk paranın
büyüklüğünde / Ve derisi yaralı ve damalı / Parçalanmış bir iskelet / Kornea
kadar kanat çırptı cennet baharı / Buz sapanı fırlat / Savaş arabalı kuşlara /
O, yaşadığı kalem hapishanesinin kafesinden duyuyor / Tarlaların ve ormanların
tıkırtısını / Yedi mevsim geri çekilsin / Beden olmadan ruh çıplaktır / Bluz
olmadan bedenin çıplak kalması gibi: / Düşünmeden gelecek yaklaşıyor, iyi değil
/ Kelimeler yok, yeni fikirler doğmadı / Cevabı olmayan bir soru: / Her kim
geri gelirse / Dansçının olmadığı bir yeri terk eder? / Bir başka ruh hakkında
düş gördüm / Başka bir kılık: / Istırap arasında yer değiştirirken / Ve umut
onu yaktı / Alkol gibi ve uzaklaştı / Oyuncular gölgesiz / Ve anılar gibi yok
oldular / Leylaklar çayır kokuyordu / Koş ona, çocuğum, yas tutma / Orfeus’un
karısının kaderine / Dünyanın sonuna kadar sür / Bakırdan hulahopunu / Bütün
bunları görmen için / Adımlarına cevap verene kadar / Küçük bir iz olabilir /
Dünya neşeli ve güçlü sinyaller veriyor / Her kuvvetli kemiğe…” Şiirin son
bölümlerinde Aleksey’in rüyası yansıyordu. 1930’ların ortasında beş yaşındaki
Aleksey, viraneye dönüşmüş evin içindeydi. Görüntülerse siyah-beyaz yansıyordu.
Büyükçe odanın bir yerinde eşyalar varken, diğer tarafıysa bomboştu. Kamera
evin içinde çevriniyordu sağa ve sola doğru. Kamera kayarak aynaya yaklaşıyor,
çocuğun görüntüsü yansıyor. Elinde süt dolu büyük şişeden süt içiyor. Görüntü
renkli yansırken çocuk dışarı çıkıyor, “Anne” diye sesleniyor. Kamera, virane
olmuş evin içine girdiğinde öne doğru kaymaya başlıyordu. İçeride köpek de
vardı. Kamera pencereye yönelince beş yaşındaki Aleksey, yaşlı annesi
Maruşya’nın yanına gidiyordu. 1930’lar ve 1970’ler iç içe geçiyordu bu
gerçeküstücü anda. Sigara içen yaşlı Maria, yani Maruşya ilgisiz gözlerle
bakıyordu çocuğa. Çocuk ona, “Soba tütüyor anne” diyordu.
1970’lerin ortasında. Görüntüler renkliydi.
Aleksey’in boğazı ağrıyordu. Dadı ve yün ören yaşlı annesi de evdeydiler.
Doktor ölümden bahsediyor. Aleksey anjin olmuş. Ama onun sıkıntısı
anjin değildi. Daha yaygın bir durumdu. Sakallı Doktor (Aleksandr Mişarin),
aniden biri öldüğünde sapasağlam adam da gidiveriyor, diyordu. Ama Aleksey’in
ailesinden kimse ölmemişti. Ölen Lisa’yı mı düşünüyordu Aleksey? Doktor,
“Vicdanı var, anıları var” diye cevaplıyor. Uzanmış yatan Aleksey, “Sadece
mutlu olmak istedim” diyor. “Her şey iyi olacak” diyor sonra da. Dadı, “Vicdanın
bununla ne ilgisi var” derken, kamera yaşlı anneyi çerçevenin içine alıyordu.
Aleksey sadece mutlu olmak istemiş. Ardından yataktaki kuşu avucuna alıyordu.
Bir şey olmazdı ve her şey yoluna girerdi. Kuşu avucundan bırakıveriyordu
Aleksey.
Ardından kır renkli görüntülerle yansıyor.
Kamera sağa doğru çevriniyor. Ardından kamera aşağı “tilt” yaparak Maruşya ve
kocasını gösteriyor. Yeni evlenmişler. 1920’lerin sonuydu… Kocası, çocuklarının
kız mı, erkek mi olsun, diye soruyordu Maruşya’ya. Fonda da Bach’ın,
“Johannes-Passion: Chorus BWV 245”” müziği duyuluyordu. Daha çocukları olmamış.
Yaşlı Maria, yani Maruşya, beş yaşındaki Aleksey ve küçük kızıyla kırda
yürüyorlar. Küçük Aleksey, nara attıktan sonra da film bitiyor. Bu anlar
sinemada az görünür gerçeküstücü anlardı. Yaşlı Maria, çocuk Aleksey ve Marina,
genç Maria ve genç koca aynı anın içindeydi. Üç kuşak insanlar iç içeydi bu son
bölümde. “Ayna”, sinemanın şiirsel büyük
filmlerinden biriydi.
“İz
Sürücü…”
Andrey Tarkovski’nin, Rus
Arkadi ve Boris Strugatski kardeşlerin “Roadside Picnic” bilimkurgu romanından
uyarladığı 1979 yapımı “Stalker-İz Sürücü”, inanmak ve umut üstüne bir
yolculuk. Mosfilm’in sunduğu renkli ve siyah-beyaz bu filozof filmin senaryosunu
Tarkovski’yle beraber yazar kardeşler ortak yazmışlar. Yazar kardeşlerin bu
bilimkurgu romanı “Uzayda Piknik” adıyla ülkemizde de yayınlanmıştı. Yazar
kardeşlerin; “Kıyamete Bir Milyar Yıl”, Yokuştaki Salyangoz”, “Tanrı Olmak Zor
İş”, “Pazartesi Cumartesiden Başlar” gibi eserleri de Türkçede yayınlandı.
Müzikleri Eduard Artemyev bestelemiş. Siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarsa
Aleksandr Knyazhinski, Leonid Kalashnikov ve Georgi Rerberg’dendi. “İz Sürücü”
filmindeki karakterler genelde yaptıkları işle anılıyorlardı. Bu filmin
çekimleri sırasında yönetmen Tarkovski, eşi Larisa Tarkovskaya ve oyuncu
Anatoli Solonitsin, toksit kimyasallar nedeniyle kansere yakalanmışlardı.
Yönetmenin eşi kanseri yendi. Yönetmen 1986’ya kadar mücadelesini sürdürdü, ama
yenildi. Oyuncu Solonitsin de 1982’de kansere yenik düşüp ölmüştü. Bu film,
1980’deki 33. Cannes Film Festivali’nde “Ekümenik Jüri Ödülü”nü almıştı.
Film, ön jenerikte
Artemyev’in “Meditation” (Meditasyon) tınısıyla salaş barın içinde açılıyordu.
Birinci Bölüm… Yazılar da sarı renkteydi. Görüntü siyah-beyazdı ve kamera sabit
açıda duruyordu. Barın sahibi Luger (E. Kostin) yansıyor önce. Ardından bara
sırt çantasıyla bereli Profesör (Nikolay Grinko) geliyor. Profesör, gizemli ve
de geçmişinden gelen kırılganlığını da yanında taşıyordu sanki suçluluk
duygusuyla. Profesör kahve içiyordu. Görüntü kararıyor ve siyah fon üzerinde
yazılar beliriyordu. Nobel ödüllü bilim insanı Wallace’ın açıklaması şöyleydi:
“Neydi o? Bir göktaşı mı? Yoksa kozmik uçurumun sakinlerinden bir ziyaret
mi? Öyle veya böyle, küçük ülkemiz bir mucizenin doğuşunu gördü:
Bölge… Oraya derhal birlikler gönderdik. Geri dönmediler. Sonra polis
kordonuyla Bölge’yi kuşattık. Belki de yapılması gereken en doğru şey buydu…”
Kamera, İz Sürücü’nün salaş
evine gidiyor. Görüntü, sepya olarak yansıyor, sonra siyah-beyaza dönüşüyordu.
Kamera, etrafı karanlıkta kalan ortadaki simetrik ışığa, öne doğru yavaşça
kaymaya başlıyordu. Aralıklı camlı kapıdan içeri giriyordu kamera. Su
damlalarının sesi de duyuluyordu Eduard Artemyev’in tınısı üzerinde. Derinlikte
yatak da fark ediliyordu. Kamera, yukarıdan “plonje” çekimle sehpa üzerinde
duran şırıngayı, madeni kutuyu, pamuğu ve bardağı yansıtıyordu. Tren geçerken
sarsıntı hissediliyor ve bardak sehpanın üzerinde kaymaya başlıyordu. Geçen
trenin sesi de duyuluyordu bu anda. Kamera, yavaşça sola doğru kayıyor ve
yatakta İz Sürücü (Aleksandr Kaydanovski) ve karısı (Alisa Freyndlikh)
yatıyorlardı, ortalarında da küçük kızları uyuyordu. “Maymun” dedikleri Marta
(Natalya Abramova) kızları, kasabayı harabeye dönüştüren şeyin etkisiyle
engelli doğmuş. Tıpkı nükleer patlamanın radyasyonuna maruz kalmış gibi. Kamera
bu anda önce sola doğru kayarak İz Sürücü’nün uykudan uyanmış karısını, uyuyan
kızını ve İz Sürücü’nün kendisini yansıtıyordu peş peşe. İz Sürücü de
uyanmıştı. Sonra kamera, sağa doğru kayarak sehpaya doğru yöneliyordu. İz
Sürücü sessizce kalkıyor ve giyiniyor. Sonra da kapıyı örtüyor. İz Sürücü
mutfaktaydı. Karısı da oraya geliyor elinde şırınganın konduğu metal kutuyla.
Işığı açtığında ampul patlıyor. Ardından da kocasına, saatini neden aldığını,
soruyordu. İz Sürücü nereye gidecekti? Karısı neler olacağını anlıyordu. Kadın,
İz Sürücülerin kadınları gibi kederden erken yaşta çökmüştü. Umutsuz ve mutsuz
görünüyordu. Kocasının gitmemesi için yalvarır gibiydi. Çünkü İz Sürücü, daha
önce beş yıl hapiste yatmış. Kadın fedakârlığı, erkek bencilliği altında
çürüyüp giden bu ev gibi enkaza mı dönüşüyordu? Kocası bir daha bu işi
yapmamaya söz vermiş. Normal insanlar gibi başka işte çalışmaya söz vermiş. İz
Sürücü hapse girerse daha fazla yatardı. Geride bıraktıklarına ne olacaktı? On
yıl sonra Bölge de kalmayacaktı. Belki de hiçbir şeyi kalmayacaktı. İz Sürücü
için her yer cezaevi gibiydi. Marta da uyanmıştı. İz Sürücü gittikten sonra,
karısının konuşmaları ağıda dönüşüyordu sanki. Tanrı, bu çocuğu vererek İz
Sürücü’yü lanetlemişti ona göre. Kendisi de kocası yüzünden lanetlenmişti.
Ağlıyor. Yerde acıyla kıvranırken, tren de geçiyordu.
İz Sürücü, ailesini geride
bırakıp kendini bekleyen Yazar’ın (Anatoli Solonitsin) yanına geliyor istasyonu
geçerek. Hava sisliydi. Yazar’ın, “Sevgilim, dünyamız çok sıkıcı” diyen sesi
duyuluyordu. Bu yüzden, telepati ve hayaletler veya uçan daireler gibi şeyler
yoktu. Dünyanın sıkıcı olması, kesin kanunlarla yönetilmesiydi. Yazar, Bölge’ye
götürmek için buraya bir kadın arkadaşını da getirmiş. Dışarıdan bakınca
alaycı, hiçbir şeyi ciddiye almayan, içmeyi seven Yazar’ı spor otomobili olan
kadının (Faima Jurno) yanında buluyordu İz Sürücü. Kadın, Bermuda Şeytan
Üçgeni’ni hatırlatıyor Yazar’a. UFO’lara inanmayan Yazar, onu da reddebilir
miydi? Yazar’a göre öyle bir yer yoktu. Sadece, kenarları eşit olan ABC üçgeni
vardı. Ortaçağ’da yaşamanın da ilginç olacağını düşünüyordu Yazar. Hayat sıkıcı
olmazdı. Her evin kendi ruhu, her kilisenin de kendi Tanrısı varmış o zamanlar.
Yazar kadına, Bölge’nin bir üst uygarlığın ürünü olduğunu da söylemiş. Yine de
her şey sıkıcıydı Yazar için. Kanunlar, üçgenler, ruhu olmayan evler,
Tanrısızlık. Ona göre eğer Tanrı bir üçgense, ne düşüneceğini de bilemiyormuş.
İz Sürücü ve Yazar,
Luger’in salaş barına geliyorlar.
Kamera, yine aynı açıda ve hiç kesme yapmadan yansıtıyordu. Sırt
çantasını yanından hiç ayırmayan Profesör de onları bekliyordu. İz Sürücü,
sarhoş olmuş Yazar’ın içmesinden hoşlanmıyor. Ama Yazar, yine de bira içiyordu. Profesör, Yazar’ın
gelmesinden memnun değildi. Yazar’ın da Bölge’ye ihtiyacı vardı. Yazar, yazar
olduğu için yazar olarak çağrılıyordu Yazar’a göre. O, okurlar için yazıyordu
bir de. Profesör de daha çok fizikçi olduğunu söylüyor. Yazar’a göre bu da
sıkıcıydı. Gerçeği aramak sıkıcı bir şeydi. O, gizleniyordu ve Profesör gibiler
de onu, gerçeği arıyorlardı. Yine ABC üçgenden söz ediyor Yazar. Onun için her
şey farklıydı. Gerçeği ararken, gerçeği keşfedeceğine onun değiştiğini
görüyormuş. Profesör, sürekli başarıyı düşünerek yazmak imkânsız, diyor
Yazar’a. Yüz yıl içinde kimse kendini okumayacaksa, neden yazacaktı Yazar?
Müzedeki bir antik vazo olmak istemiyordu. Profesör’ün Bölge’ye ne ihtiyacı vardı?
Yazar’a göre neden kafasını bunlara yoruyordu Profesör? Profesör bilim
insanıydı. Profesör, popüler yazar olan Yazar’a, kadınların hep peşinde koşuyor
olmalı, diyor birden. Yazar, ilham kaynağını kaybetmişti. Onu bulmaya
gidiyordu. İz Sürücü trenin sesini duyuyor. Bu onların treniydi. Profesör ve
Yazar çıktıktan sonra İz Sürücü, Luger’e, geri dönmezse karısını aramasını
söylüyordu.
Yağmurlu havada ciple tren
istasyonuna doğru yöneliyorlar önce. Sokağa girdiklerinde devriye gezen
motosikletli polisi (Raymo Rendi) fark ediyorlar. Motosikletin yan tarafında
yolcu taşınan sepeti de vardı motosikletin. Başka bir yere geldiklerinde Yazar,
vagonete bakmaya gidiyordu. Tren geldiği için cipi süren İz Sürücü, Yazar’ı
diğer geçitte bekleyecekti. Diğer sokakta Yazar’ı aldıktan sonra polisin
motosikletini görüyorlar. Cip oradan uzaklaşıyordu hemen. Kamera sağa çevrinme
(pan) yaprak gelen treni gösteriyor ardından. Cip birden ortaya çıkıp trenin
peşine takılıyordu. Motosikletli polis de gerilimi çoğaltıyordu göründüğü
anlarda. Cip, enkaza dönmüş binaya giriyor ve İz Sürücü de etrafa bakmak için
cipten iniyordu. Kamera, hızla sağa doğru kayarak İz Sürücünün endişe yüklü
yüzünü gösterirken, derinlikte de cip vardı. Telaşla koşan tren görevlisine
bakıyordu. Görevli onları görmüştü. Cipe dönen kamera, Yazar’ı, ilhamın onun
umurunda olmadığını söyleyen kelimeleriyle buluyordu. Ne istediğini ifade etmek
için doğru kelimeyi nasıl bulabilirdi? İstediği şeyi, aslında nasıl
bilebilirdi? Onlar adlandırılamazdı. Adlandırdıkları an, güneşte kalan
denizanası gibi erirlerdi. Anlamları kaybolurdu. Bilinci, dünyayı yanına çekmek
için vejeteryan olmak istediğini de söylüyor Yazar. Ama bilinçaltı da bir parça
et için çıldırıyormuş. Yazar ne istiyordu? Profesör, “Dünya egemenliği mi” diyerek
alay yüklü soru soruyor ona. Yazar, Bölge’de dizel lokomotifin işinin ne
olduğunu merak ediyordu şimdi. İleri karakola hizmet ediyormuş lokomotif.
Kamera, trenin gelişini yansıtırken, muhafızların geldiği de söyleniyordu.
Polisler, treninin vagonlarını kontrol ediyorlardı. Cipe aceleyle bindiklerinde
kamera da, İz Sürücünün kapattığı pencereden usulca içeri giriyordu. Tarkovski
usta, bu filminde Fritz Lang ustaya da selâm göndermiş. Lang usta, 1931 yapımı
siyah-beyaz kara filmi “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” yapıtında ilk defa
denemişti. Michelangelo Antonioni usta
da, 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filminde, kamerayı pencerenin demir
parmaklıklarından dışarı çıkartmıştı Lang ustaya saygı sunmak için. Yine ciple
raylar üzerinde trenin peşine takılıyorlardı. Onları gören polisler de hemen
ateş açıyorlar onlara. Binanın içine girdiklerinde Yazar yine vagonete bakmaya
gidiyordu. Onu fark eden polisler ateş etmeye başlıyorlar. Yazar’ın yerine
Profesör gidiyordu. Buralarda her taraf harabe gibiydi. Profesör’e de ateş
ediyorlar. Kurşunlardan kurtulan Profesör, raylar üzerinde vagoneti görüyordu.
Cip oraya geliyor. Yazar’ın elinde bidon vardı. İz Sürücü mazotu motorlu
vagonetin deposuna boşaltıyor. Gizlice raylar üzerindeki vagonete binen üç adam
Bölge’ye doğru yol alıyorlar kederleriyle. Bu anlar, gerilim ve aksiyon
anlamında çok çarpıcıydı.
Kendilerini
yakalayabilirler miydi? Yazar endişeli miydi? Onlar, vebadan korktukları gibi
korkarlarmış Bölge’ye gidenleri tutuklamak için. Yazar, gözlerini kapatıyor. Fonda
da, vagonetin sesiyle iç içe geçen Artemyev’in “Train” (Tren) tınısı
duyuluyordu. Sonra bu özel müzik perdeyi kuşatıyordu. Tarkovski, bu raylar
üzerindeki yolculukta yakın çekimle bu üç adamı tek tek göstererek, seyircileri
onlara yakınlaştırmaya çabalıyor. Aslında Bölge’nin gizeminden çok bu üç adamın
gizemi insanı etkisi altına alıyordu çünkü. Tarkovski, tren istasyonunun olduğu
terk edilmiş kasabanın binaları olsun, Bölge’deki evler olsun, kendi kendine
çürüyüp harabeye dönmüş hallerini “leit-motif” gibi göstermiş. Yapayalnız
insanın çürümesi gibiydi bu. Filmde bu terk edilmiş ve harabeye dönüşmüş evleri
görünce, Tarkovski’nin doğduğu ve çocukluğunun geçtiği baba evi akla geliyordu.
Bu harabeye dönüşmüş evler, Tarkovski’nin çürümekten çökmüş evine benziyordu.
Tarkovski bu evleri her gösterdiğinde ruhundaki acıya da dokunuluyordu.
Görüntü renkleniyor.
Kamera, vagonetten yeşil doğayı
yansıtıyordu. Vagonet durduktan sonra kamera, sağa çevrinme yaparak devrilmiş
elektrik direğiyle derinlikteki hurdaya dönmüş bir arabayı gösteriyor. Ardından
kamera uzaktan, üç adamı yansıtıyor. İz Sürücü, evlerine geldiklerini söylüyor.
Dünyanın en sessiz yeriydi burası. Tek bir ruh bile yoktu. Yazar çiçeklerin
kokmadığını söylüyor. Bataklığın pis kokusu geliyordu sadece. Gelen koku,
nehrin kokusuymuş. Buradaki çiçek tarlasını Kirpi yok etmiş zamanında. İz
Sürücü bunu ona sormuş, ama Kirpi, daha sonra anlarsın, demiş. İz Sürücü’ye
göre Kirpi, Bölge’den nefret etmek için gelmişti buraya.
Kirpi, İz Sürücü’nün
öğretmeni olmuş geçmişte. Gözlerini açmış. Kirpi, eski iz sürendi. Sonra ona
bir şeyler olmuş ve içinde bir şeyler kırılmış. Cezalandırılmış mıydı? İz
Sürücü, somunları, şeritlere bağlatıyor. Yolda yardımcı olacaktı bunlar. İz
Sürücü yanlarından ayrılıyor bir yere bakmak için. Kamera bu anda tek açıdan
uzaktan onları izliyordu. İz Sürücü uzaklaştıktan sonra ardından konuşuyorlardı
Yazar ve Profesör. Yazar’a göre o avcıydı ve avcı olmak güçlü olmayı
gerektiriyordu. İz Sürücü defalarca hapiste yatmış ve bir de ona göre “mutant”
kızı vardı. Çocuğu, Bölge’nin kurbanıydı. Kirpi’yi de merak ediyordu Yazar.
“Cezalandırıldı” ne demekti? Aynı açıda duran kamera da yavaşça öne doğru
kayıyordu. Profesör, Kirpi üzerine konuşmaya başlıyor. Kirpi buradan dönmeyi
başarmış. Kirpi, gidilen yoldan geri
dönülemeyen Bölge’de gizemli Oda’ya girmiş ve bir gecede zengin olmuş. Yazar’a
göre bu “ceza” değildi. Bir hafta sonra da Kirpi’nin kendisini astığını
söylüyordu Profesör. Uzaktan çığlık ve ulumaya benzer tuhaf sesler duyuyorlar
konuşurlarken.
Kamera, devrilmiş ağacın
yansıtırken yukarı doğru “tilt” de yapıyordu. Fonda da, Artemyev’in
“Stalker-Words” (İz Sürücü-Kelimeler) tema müziği duyuluyordu. Vince takılı
kamera, yükselince uzaktaki bir bina da fark ediliyordu. Yeşil çalılıkların
arasında İz Sürücü yansıyor. Sonra da yüzüstü uzanıyordu İz Sürücü. Kamera,
Yazar ve Profesör’e döndüğünde, somunları şeride bağlayan Profesör buranın
nasıl böyle olduğunu anlatıyordu. Yirmi yıl önce buraya bir meteor düştüğü
tahmin ediliyormuş. Her şeyi küle çevirmiş. Meteoru aramışlar, ama
bulamamışlar. İnsanlar birdenbire burada ortadan kaybolmaya başlamış. Buraya
gelenler geriye dönmüyorlarmış. Bu yüzden, meteorun gerçek meteor olmadığına
karar verilmiş. Başlangıçta meraklıları engellemek için buraya dikenli tel
çekmişler. Bu yüzden, Bölge’nin insanların dileklerini yerine getiren yer
olduğu söylentisi yayılmış. Ondan sonra da Bölge gözbebekleri gibi korunmaya
alınmış. Yazar, meteor değilse, “o şey”in ne olduğunu merak ediyor. Kimse
bilmiyordu. Profesör ne düşünüyordu? Her şey olabilirdi veya hiçbir şey. Belki
de insanlığa bir mesaj ve bir hediyeydi. Yazar’a ilginç geliyor bu hediye.
Profesör’e göre belki de, onları mutlu etmek içindi bu. İz Sürücü de yanlarına
geliyor. Çiçekler tomurcuklanmıştı. Ama kokmuyorlardı. Uzaktaki ses yine
duyuluyor. Belki de burada birileri yaşıyordu. İz Sürücü, Bölge ilk
kurulduğunda burada kamp yapan turistleri anlatmış Profesör’e. İz Sürücü,
burada kimsenin yaşamadığını söylüyor. Yola çıkma vakti de geliyordu. İz
Sürücü, vagoneti çalıştırıp terk edilmiş kasabaya gönderiyordu. Ardından da
Profesör’ü yola çıkartıyordu. Peşinden de Yazar’ı.
Yavaşça öne kayarak hurdaya
dönmüş arabaya doğru yaklaşan kamera, arabanın içine giriyordu. Üçü de arabanın
oradaydı. İçeri de insan cesetleri vardı. İz Sürücü, onların buraya gelişini
hatırlıyor. O zamanlar çocukmuş. Herkes, onların büyük keşif yapacaklarını
düşünmüş. İz Sürücü, somunlu şeridi ileriye fırlatıyor. Yine önden Profesör
gidiyordu. Ardından da Yazar. Şimdi başka bir yerdeydiler. İz Sürücü yine
somunlu şeridi fırlatıyor. Ritüel gibiydi. Islık çalan Yazar, yerdeki şeridi
alırken, İz Sürücü ona demir çubuk fırlatıyor. Yazar buraya tatil gezisi
yapmaya mı gelmişti? İz Sürücü, Bölge’nin bir insan gibi düşündüğünü
ve tuzaklar kurduğunu söylese de, özellikle Yazar, bu kurallara uymamak için
direniyordu sanki. Bu Bölge, metaforik anlamda Sovyetler Birliği’ni mi
düşündürtüyordu? Bölge’de yolculuk yaparken, atılan her adıma dikkat
ettiriyordu İz Sürücü. Bölge, saygı duyulmasını isterdi. Yoksa hepsini
cezalandırabilirdi. Yoldan gitmeyeceklerdi. Uzun yoldan gitmek tehlikeyi
azaltırdı. Yazar, İz Sürücü’ye yine karşı geliyor ve kısa yoldan gitmek
istiyordu. Risk kimin umurundaydı! İçki şişesini çıkartan Yazar’dan şişeyi alan
İz Sürücü şişeyi boşaltıyordu birden. Yazar, kendi başına yola çıkıyor
ardından. Tanrı’nın ona yardımcı olmasını da diliyor İz Sürücü. O giderken de
uyarıyordu. Yazar, kibirli miydi? Yazar, terk edilmiş binaya doğru yürüyor.
Kamera da, onu arkasından öne doğru kayarak izliyordu. Kamera, binanın içinden
ağacın yanında duran Yazar’ı gösterirken, geriye doğru “zum” yapıyor aniden.
Rüzgârın sesi de ürperticiydi. Profesör, Yazar’ı neden durduğunu soruyor. İz
Sürücü, durduranın Profesör olduğunu sanıyor. Kamera, Yazar’ın arkasından geriye
doğru kaymaya başlıyordu. Geri dönen Yazar, neden durduğunu soruyor İz
Sürücü’ye. Onu kim durdurmuştu? Profesör Yazar’a, “Öyle akıllısınız ki
Shakespeare” diyor. Dümdüz gitmek korkutucuydu, geri dönmekse utanç vericiydi.
Korku, Yazar’ın aklını başına toplamıştı Profesör’e göre. Fonda da, Artemyev’in
tınısı duyuluyordu. İz Sürücü, Bölge’nin bir sürü tuzaktan oluşan karmaşık
sistem olduğunu söylüyor onlara. Hepsi de ölümcüldü. İnsanlar burada görünür
görünmez her şey harekete geçiyordu. Eski tuzakların yerine yenileri geliyordu.
Güvenli yerler bile geçit vermeyen yerlere dönüşebiliyordu. İz Sürücü için,
umutsuzca bu işe bulaşmıştı Yazar ve Profesör. Bölge buydu ve her şey
değişirdi. Her şey de, kendi şartlarında yarattıkları bir şeydi. Burada olup
biten Bölge’ye değil, kendilerine bağlıydı. Yazar, Bölge’nin duygularını
soruyordu. Bölge, kötüleri öldürüp, iyilerin geçmesine izin mi veriyordu? İz
Sürücü, Bölge içeri girmesine izin verdiği kişilerin, dünyada tüm umudunu
kesmiş insanlar olduğunu düşünüyor. Zavallı olanları. Profesör burada beklemek
istiyordu. Ama bu mümkün müydü? İz Sürücü olmadan hayatta kalabilir miydi? İz
Sürücü, yine somunlu şeridi fırlatıyordu ileriye. Profesör gidiyor önce. Sonra
da peşinden Yazar. Derinlikte sisler de fark ediliyordu. Kamera, yukarı “tilt”
yaparak harabe binayı gösteriyordu ardından.
İkici Bölüm… İz Sürücü
yansıyor. Yazar ve Profesör dinleniyorlardı. İçinde su olan kuyu yansıyor
ardından. Görüntü siyah-beyazdı. İz Sürücü’nün içsesi duyuluyor. Onların, bütün
planlarının gerçekleşmesini sağla, diyordu. Onların, inanmasını da sağlamasını
istiyordu. Kendi tutkularına gülmesini de. Tutku dedikleri şey, aslında gerçek
duygusal enerji değildi. Dış dünyayla ruhları arasında çatışmaydı. En önemlisi
de, kendilerine inanmalarıydı. Onların, çocuk gibi çaresiz kalmasına da izin
vermesini istiyordu İz Sürücü. Çünkü zayıflık harika bir şeydi ve güç hiçbir
şey değildi. Görüntü renklenince binadan çıkan İz Sürücü yansıyor. İçsesiyle
düşünceleri yine duyuluyordu. İnsan doğduğunda, zayıf ve esnekti. Öldüğündeyse,
kaskatı ve duygusuzdu. Bir ağaç büyürken, körpe ve yumuşaktı. Kuru ve sert hale
geldiğinde ölüp giderdi. Sertlik ve güç, ölümün arkadaşıydı. Esneklik ve
zayıflık da, varoluşun, tazeliğin ifadeleriydi. Kendini sertleştiren hiçbir şey
kazanmayı başaramazdı. İz Sürücü, seyircinin de rehberi oluyordu felsefi
anlamda. Bunlar zihninden düşerken, binanın etrafından dolaşıyordu İz Sürücü.
İçeriye girdiğinde onlar da oradaydı. İyi gidiyorlardı. Profesör, sırt
çantasını dinlendikleri yerde bırakmış. Yola çıktıklarını bilmediğinden. Yazar,
deneysel tavrından vazgeçmesini söylüyor Profesör’e. Mucizelerin deneyle ilgisi
yoktu. Aziz Petrus’u hatırlatıyor Yazar. Aziz Petrus neredeyse boğuluyormuş.
Sonra İz Sürücü ilk önce Yazar’ı yolluyor. Peşinden de İz Sürücü gidiyordu.
Profesör ne yapacaktı?
Ardından nehir yansıyor. İz
Sürücü ve Yazar, görüntüye geliyor sonra. Yazar, görüntüden çıkınca, kamera da
yavaşça sağa doğru çevrinme yapıyordu. Su şiddetle yukarıdan aşağıya doğru
boşalıyordu binanın içinden. Çevrinen kamera, Yazar’ı çerçevenin içine
alıyordu. Suyun sesi de ürperticiydi. İz Sürücü de görüntüye giriyor. Profesör
yanlarında değildi. Burası tüneldi. İz Sürücü, daha önce tünele kuru demişti.
Buranın sakinleri böyle espri yapıyorlarmış. Daha önce buralarda daha çok su
varmış. Sonra ikisi de içeri girerek akıntıya doğru yürüyorlar. Yazar,
Profesör’ün olmadığını fark ediyor. Neredeydi? Onu bekleyemezlerdi ve ikisi
devam edeceklerdi.
Ardından köz yansıyor. Su
ve köz yan yanaydı. Burası Bölge’ydi ve her şey olabilirdi İz Sürücü için.
Kamera, sola çevrinme yaparak suyun içindeki makineli tüfeği de gösteriyordu.
Kâğıtlar da vardı. Yazar dışarı çıktığında Profesör’ün kahve içtiğini görüyor.
Ateş de yakmıştı. Gerideki Profesör, onların önüne nasıl geçmişti? Sırt
çantasını almak için buraya gelmiş Profesör. Bu bir tuzak mıydı? “Kirpi bunu
buraya özellikle koymuş” diyor İz Sürücü. Bölge, geçmelerine nasıl izin
vermişti? Bundan hoşlanmamıştı İz Sürücü. Burada dinleneceklerdi. Yazar’a göre
Profesörün iç çamaşırları güvendeydi. Profesör’ün okulunda kötü ünü varmış. Ona
araştırma yapmak için para vermediklerini söylüyordu Yazar. Bölge hakkında
bilgi toplarak Profesör üne kavuşacaktı. Televizyona çıkacak, defne dalından
taç da takacaktı başına. Nobel ödülü bile alabilirdi. Üçü de uzanmıştı.
Ardından Profesör Yazar’a, ikinci sınıf bir yazar ve ev yapımı bir
psiko-analizcisin, diyor peşinden. Profesör için Yazar, ancak umumi
tuvaletlerin duvarlarını süsleyebilirdi. Ardından bir köpek görünüyor Profesör
ve Yazar kelimelerle atışırken. Yazar, elde ettiği ilhamın incileriyle
insanlığı mı kutsayacaktı? İnsanlık, Yazar’ın umurunda değildi. Bütün
insanlığın içinde bir tek kendiyle ilgileniyormuş. Onlar konuşurken, kamera,
yukarı doğru “tilt” yaparak suyun içindekileri yansıtıyordu. Görüntü
siyah-beyazdı. Kamera, yüzüstü uzanmış İz Sürücü’yü gösteriyordu Yazar
konuşurken. Fonda da, Artemyev’in “Maditation” tınısı duyuluyordu. Yazar,
“Hakikatler, tartışmalarla ortaya çıkar. Kahretsin” diyordu. Yazar, İz
Sürücü’ye seslendiğinde görüntü renkleniyordu. İz Sürücü rüyasından uyanmıştı.
Yazar, buraya getirdiği insanları soruyor. Sırt üstü uzanmış İz Sürücü,
istediği kadar insan getirmemiş buraya. İstedikleri şeyi merak ediyordu Yazar.
Mutluluk için mi buraya geliyorlardı? Yazar, nasıl mutluluk istediklerini de
merak ediyor. İnsanlar içlerindeki duygulardan söz etmekten hoşlanmazlardı.
Yazar’a göre İz Sürücü şanslıydı. Çünkü Yazar, hayatında gerçekten mutlu insan
görmemiş. İz Sürücü de görmemiş. Oda’dan dönerler ve de onlara dönüşü
gösterirmiş İz Sürücü. Sonra da onları hiç görmezmiş. Dilekler de hemen o an
gerçekleşmiyordu. Yazar, İz Sürücü’nün Oda’da dilek dilemesini de merak ediyor.
Ama İz Sürücü halinden memnundu.
Görüntü siyah-beyaz
olduğunda, suyun içinde uzanmış İz Sürücü’nün yanına köpek geliyordu. Fonda da,
Artemyev’in “Meditation” tısını duyuluyordu. Köpek yanına oturuyordu. Görüntü
renkleniyor. Kamera, aşağıya doğru “tilt” yaparak suya yöneliyor. Artemyev’in müziği
de devam ediyordu. Suyun içindeki nesneyi ve kâğıtları gösteriyordu kamera.
Ardından gözleri kapalı Yazar’ı. Yine Profesörle konuşuyordu. Söz ettiği de
ilham üzerineydi. Yazar, “Oda’ya girdiğinde, Tanrı’nın terk ettiği kasabasına
gerçek bir dâhi olarak döndüğümde” diyor ve cümlesi yarım kalıyordu ve başka
bir düşünceyle tamamlıyordu fikrini: Bir adam ancak acı çektiği için, şüpheleri
olduğu için yazar… Birilerine ve kendine değerli olduğunu da kanıtlamak
zorundaydı. Ya Yazar, gerçek bir dâhi olduğunu biliyorsa? Neden yazsındı ki!
Profesör onun bu konuşmalarından sıkılıyor.
Yazar’a göre tüm teknolojiler, bütün maden ocakları, değirmenler, onlar,
bunlar, şunlar, sadece az çalışıp daha çok yemek için tasarlanmıştı. Protez
kollar ve bacaklar da, insanlık sanat eserleri üretmesi için yaratılmıştı.
Diğer insan davranışlarının aksine, bunun içinde bencillik mevcut değildi.
Muhteşem illüzyonlar, mutlak gerçeğin görüntüleri. Yazar’ın monologu gibiydi
sanki bu kelimeler karşılıklı konuşma olsa da. “Nasıl bencillik yok
diyebilirsin” diyor Profesör. İnsanların hâlâ açlıktan öldüğünü söylüyor
Profesör. O, nereden gelmişti? Bu anlarda kamera sadece Yazar’ı gösteriyordu.
Ardından kamera, gözleri kapalı Profesör’ü yansıtıyor. Yazar Profesör’ü,
soyutlama yaparak düşünmeyi beceremediğini söyleyerek eleştiriyordu. Profesör’e
şimdi hayatın anlamını mı öğretecekti? Yazar’a göre, o profesör olsa da,
cahildi.
Kamera, ardından rüzgârda
uçuşan kumları yansıtıyor. İz Sürücü yüzüstü uzanmıştı ve endişe de iri açılmış
gözlerine oturmuştu. Kadın sesi duyuluyor zihninden. Kadın sesi, bir zamanlar
olmuş büyük bir depremi hatırlatıyordu. Güneş, saçlardan örülmüş tövbe giysisi
kadar siyah olmuştu. Ay, tamamen kan kırmızısıydı. Kadının sesi duyulurken,
görüntü siyah-beyaz olarak İz Sürücü’nün vücudundan yukarı doğru “tilt”
yapıyordu. Karısının sesi miydi bu? Kamera, uyuyan İz Sürücü’nün yüzünü
yansıtıyordu bu anda. Kadın, gökteki yıldızların tek tek yeryüzüne düştüğünü
söylüyordu. Rüzgârla sarsılıp sallanan incir ağacı, tüm ham incirlerini dökmüş.
Gökyüzü de, sarılmış bir kâğıt gibi ikiye ayrılmış. Kamera, İz Sürücü’nün
yüzünden öne doğru kaymaya başlıyordu şimdi. Suyun içindekiler de yansıyordu.
Bir şırınga fark edilirken, kadın, dünyada bulunan büyük adamlar ve krallar ve
zenginler ve varlıklı olanlar ve güçlü ve özgür olan her kişi kendilerini
mağaralara ve dağlardaki kayalık yerlere saklamışlardı, diyordu. Kadın
konuşurken, kesik kesik nefesi ve ağlamaklı sesiyle duyuluyordu bu sözleri.
Yukarı doğru kayan kamera, balıkları da gösteriyordu suyun içinde. Metal kutu
içinde şırıngalar da yansıyordu ardından. Fonda da, Artemyev’in “Meditation”
tınısı vardı. Resim sanatında yağlı boyayı deneyen Hollandalı Jan van Eyck’ın
1425-1429 yılları arasında yaptığı “Gent Mihrabında Vaftizci Yahya” yağlı boya
resmi de fark ediliyordu yıkıntılar içinde. Tablonun üzerinde madeni paralar da
vardı. Kayan kamera, sırtüstü yatan İz Sürücü’nün suyun içindeki sağ elini
gösteriyordu ardından. Sonra da köpek yansıyordu. Görüntü renkliydi. Kamera,
sırtüstü uyuyan İz Sürücü’nün başucundan onu gösteriyordu peşinden. Gözlerini
açan İz Sürücü doğruluyor. İki gün sonra, aralarından iki kişi kilometrelerce
uzaklıktaki bir köye doğru yola çıktıklarından söz ediyordu mırıldanarak.
Monolog gibiydi. Kamera, uyuyan Profesör’ün üzerinden sağa doğru çevrinirken,
İz Sürücü, isim ve aralarında her konu üzerine gevezelik ettiklerini de
söylüyor. Onlar Yazar ve Profesör’dü. Kamera, başını Profesör’ün üzerine koymuş
uyuyan Yazar’ı da gösteriyor ardından. Kameraya bakıyordu. Onlar tartışırken,
o, kendi suretini gösterdi ve onlarla yürümeye başladı, diyor. Ama gözleri, onu
tanımamaları için engellenmişti. Yazar, yumuk gözlerini açtığında İz Sürücü,
O’nun dediklerini fısıldıyordu: “Birbirinize sarf edip durduğunuz bu sözler de
ne? Neden bu kadar üzgünsünüz?” Kamera, Yazar’ın yüzünden sola doğru çevrinme
yaparak Profesör’ün yüzünü gösteriyordu. O da yumuk gözlerini açmıştı ve
kameraya bakıyordu. Hayatlarının anlamları üzerine konuştuğunu duyduğunu
söylüyor İz Sürücü. Kamera da, öne doğru kayarak nehre yöneliyordu. İz
Sürücü’nün sanat ve bencillik üzerineydi kelimeleri. Müzikten örnek veriyordu
onlara. Müzik, gerçekliğe her şeyden daha az bağlıydı. Bağlı olsa bile bu,
fikirlerle değil, daha çok mekanikti. Basit bir sesti, çağrışımlardan uzaktı.
Yine de müzik, kimi mucizeler gibi yüreklere ulaşmayı başarıyordu. İnsanların
içindeki düzenlenmiş seslere tepki veren kısım neresiydi? Bunu zevk kaynağı
haline getiren şey, insanı duraksatan ve bir araya gelmesini sağlayan neydi?
İnsanların buna neden ihtiyacı vardı? Kimin içindi? Yazar ve Profesör
oturuyorlardı. İz Sürücü için her şeyin bir anlamı vardı.
Ardından, insanın içini
çağrıştıran tünel yansıyor. Görüntü siyah-beyazdı. Kamera, yavaşça öne doğru
“zum” yaparken, İz Sürücü’nün oraya gitmenin başka yolu olmadığını söyleyen
konuşması duyuluyordu. Oda’ya giden yol, bir insanın içine yolculuk gibiydi
metaforik anlamda. Bir anüsün içinden bağırsağa, yani tünele giriliyordu sanki.
Buradaki çekimler estetik anlamda da çarpıcıydı. Bu anlarda görüntüler renkliydi.
İçerisi Yazar’a göre iğrençti. Önden giden olmayacaktı. İz Sürücü kura
çektiriyor onlara. Kibrit çöpünü uzun çeken önden gidecekti. Bu Yazar olacaktı.
Şeride bağlı somunu fırlatmasını istiyor Yazar. Taşı fırlatan İz Sürücü kapıyı
kapatıyordu hemen. Taş suyun içine düşmüştü. Kanalizasyon sularının aktığı,
damladığı tünelde, önden ve arkadan çekimler, ışık düzenlemeleri sinema sanatı
açısından etkileyiciydi. Buz sarkıkları da fark ediliyordu Yazar tünelde yol
alırken. Ardından da Profesör tünele giriyordu. Sonra da İz Sürücü takip
ediyordu. Kamera da onlar tüneldeyken öne doğru kaymaya başlıyordu. Doğal
seslerle beraber yönetmen, bu anlarda gerilimi yüksek tutmuş bu yolculukta.
Önden giden Yazar, bir kapı görüyor. Korku duyan Yazar, paltosunun cebinden
tabanca çıkartıyor. İz Sürücü, tabancayı atmasını söylüyor ona. Tehlikeliydi.
Orada vuracak kimse de yoktu. Kapıdan giren Yazar, suyun içinden öbür tarafa
geçiyordu. İnsan boğazını andıran geçitten geçen Yazar, merdivenlerden yukarı
çıkıyordu. Sıra Profesör ve İz Sürücü’deydi. Profesör de yanında sadece şırınga
getirmiş. Bir şey olursa intihar etmek için. O, buraya ölmek için mi gelmişti?
Profesör, suyu geçerken, İz Sürücü de Yazar’ın bıraktığı tabancayı görüyor ve
tabancayı suya itekliyordu eliyle. Dokunmak istemiyor gibiydi.
Yazar, kafatasını andırır,
kumlarla kuşatılmış mekâna ulaşıyor. İz Sürücü’nün sesini duysa da Yazar onu
duymuyordu sanki. İz Sürücü ve Profesör de bu kumul yerdeydiler. Somun
bağlanmış şerit kumlar üzerinde kayarken yansıyor. Fonda da, Artemyev’in
“Meditation” tınısı duyulurken, kuşlar uçuyordu mekânda. İz Sürücü ve Profesör
kumların üzerinde uzanarak saklanmışlardı. İz Sürücü, önden Profesör’ün gitmesi
gerektiğini düşünmüş. Yazar da, korkusundan yanlış yola sapmış.
Yazar, kuyunun başında
yerde yatarken yansıyor. Doğrulan Yazar, yerdeki taşı alıyor ve kuyunun içine
atıyor. Kuyunun başına oturuyor. Sonra da monologuna başlıyordu.
Seyirciyle/okurla bir monologdu bu sanki. Kameraya bakarak konuşuyordu. Kamera
da usulca ona doğru yaklaşıyordu bu anda. İşte bir deney daha, diyor kendi
kendine. Deneyler, olgular, gerçeğin en yüce örnekleriydi. Olgular gibi
saçmalıklar, en azından burada yoktu. Buradaki icatlar bir delinin icadıydı.
Her şey çok saçmaydı. Elbette bunun kimin icadı olduğunu da bulmalıydı
birileri. Bu bilgi ne işlerine yarayacaktı? Bunun için kim suçluluk
hissedecekti? Yazar mı? Onun vicdanı yoktu ve sadece sinir sistemi vardı. Bir
pislik onu eleştirdiğinde incinirdi. Birisi ona bağırdığında da incinirdi. Bu
işe kalbini ve ruhunu koymuştu. Kalbini ve ruhunu almak isteyeceklerdi. O,
ruhunu pisliklerden temizleyecekti. Hepsi iyi eğitim almıştı. Ama hepsinin
sorunu da duyusal yetersizlikti. Onlardan ortalıkta çok vardı. Gazeteciler,
editörler, eleştirmenler sonsuz koşuşturma içindeydiler. Tek istedikleriyse,
daha çok, daha çoktu. Artık yazmaktan nefret ediyorsa, nasıl yazar olabilirdi
ki? Yazarlık ona, acı ve utanç verici bir işkence gibi eziyet ediyorsa,
basurunu sıkıyormuş gibi. Eskiden, kitapları sayesinde birilerinin daha iyi olacağını
düşünürmüş Yazar. Kimsenin buna ihtiyacı yoktu. Kendi ölümünün ardından başka
birinin peşinden koşmaya başlayacaklardı. Onları, okurları değiştirmek istemiş,
ama onlar kendisini değiştirmiş. Sonunda onu, kendilerine benzetmişlerdi.
Eskiden gelecek, şu anın bir devamıydı. Ufuk çizgisinde görünen bütün
değişimleriyleydi. Ama artık, şimdi ve gelecek birbirinin içine geçmişti. Bunun
için hazırlar mıydı? Hiçbir şey bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey tüketmekti.
Kumulun üzerinde ayakta
duran İz Sürücü ve Profesör yansıyorlardı derinlikte. Yazar’ın alaycı
kelimeleri duyuluyor, gerçekten çok şanslıydın, diyen. Yazar, “Aman Tanrım,
şimdi yüz yıl boyunca yaşayacaksın” diyordu. Ayağa kalkan Yazar, çerçeveye
giriyordu. Başını onlardan çevirip kameraya bakıyordu seyirciyi
yabancılaştırarak. “Neden sonsuza kadar değil” diyordu. “Ölümsüz Yahudi gibi”
diye de ekliyordu sonra. Fritz Hippler’in yönettiği 1940 yapımı siyah-beyaz
“Der ewige Jude”, Nazi propaganda belgeselini hatırlatıyordu Yazar. Bu
antisemit belgesel ülkemizde “Ebedi Yahudi” olarak biliniyor. Yazar, onlara
doğru yürüyor sonra. İz Sürücü Yazar’a, muhtemelen iyi insan olduğunu söylüyor.
Yazar hayattaydı. Orada olmanın ne kadar eziyetli olduğunu tahmin ediyordu İz
Sürücü. Borunun olduğu yerin, Bölge’deki en korkunç yer olduğunu da
hatırlatıyor. Oraya “kıyma makinesi” diyorlarmış. İz Sürücü pencerenin yanına
gidiyor ve Kirpi’nin yaşadıklarını anlatıyor. Kirpi kardeşini buraya getirmiş,
ölmesi için. Ölen çocuk iyi biriymiş. Oda’ya gelmeden İz Sürücü şiir de
okuyordu onlara bir dinlenme anında. Şair Arseni Tarkovski’nin şiiri, İz Sürücü’nün ağzından Kirpi’nin
şiiri gibi düşüyordu. “İşte yaz geçip gitti/Hiçbir iz bırakmadan/Güneş hâlâ
ısıtıyor/Ama artık yetmiyor/Avucumun içine yaklaşan yumuşak beş parmak gibi/Her
şey gerçek olabilir/Ama artık yetmiyor/Geriye güzellikler kaldı/Kötülük
zayıfladı/Dünya şenliklerle aydınlandı/Ama artık yetmiyor/Hayat her zaman
katmanlı/Endişeli ve eğlenceli/Ve ben gerçekten şanslıydım/Ama artık
yetmiyor/Yapraklar daha sararmadı/Dallar fırtınayla kırılmadı/Gün cam gibi her
şeyi yıkadı/Ama artık yetmiyor” diyordu şiir.
İz Sürücü telaşlı olsa da,
mutluydu. Buraya gelen herkes, burayı geçmeyi başaramıyordu. Yazar ve Profesör;
iyi, dürüst ve nazik insanlardı. Başarmışlardı. Ama Yazar yine memnuniyetsizdi
İz Sürücü’nün mutluluğundan. Alaycı konuşuyordu Bölge için. Kader, Bölge, onun
iyi adam olduğunu söylüyormuş diye. İz Sürücü’nün iki uzun kibrit çöpünü
uzattığını görmüş Yazar. “Pislik” dediği İz Sürücü, Yazar’a göre Profesör’ü
gözdesi seçmiş. Kendisi, ikinci sınıf bir yaratık mıydı? Köpek de geliyordu
oraya. Bölge daha önce de Yazar’ın geçmesine izin vermiş. Somunlar olmadan da.
İz Sürücü, onun için Yazar’ın önden gitmesini istemiş. Telefon zili çalıyor bu
anda. Telefonu açan Yazar, öfkeli cevap veriyordu. Telefonu alan Profesör bir
yeri arıyor hemen. Oda’nın kapısına gelmeden bazı bilinmeyenler de ortaya
çıkıyordu. Profesörün karısı, yıllar önce kocasını üniversiteden biriyle
aldatmış. Laboratuvar 9’u bağlatıyor. Onların aynından biraz uzaklaşan Profesör
aradığına ulaşıyordu. Karısıyla ilişkiye girmiş profesörle (Vlademir Zamanskiy)
konuşuyordu şimdi. Üniversitedeki profesörün sakladığı şeyi bulmuş. Profesör
dediğini yaparsa bilim insanı kariyeri de bitecekti. Profesör, hayatı boyunca bir
şeylerden korkmuş. Telefonda konuştuğu profesörden bile. Artık bu korkuyu
yenmiş. Telefondaki profesör “Herostratos kadar bile değilmişsin” diyor ona.
Herostratos, İÖ 356’da, halkın büyük çabayla yaptığı Artemis Tapınağı’nı yakan
Efesli bir kundakçıydı. Profesör’ün bunu yapması, yirmi yıl önce karısıyla
yatması mıydı? Yapacağı şeyle Profesör için en kötü şey hapse girmesi değil,
bunun için kendi kendisini asla affedememesiydi, telefondaki profesöre göre.
Profesör telefonu kapatıyor. Yazar, neyin peşinde olduğunu soruyor ona.
Dünyadakiler, bu Oda’nın varlığına inanırsa neler olurdu? Herkes buraya
gelirdi. Onlarla beraber tatminsiz imparatorlar, büyük araştırmacılar,
önderler, insan ırkına kendini adamış tüm hayırseverler. Buraya para veya ilham
için değil, dünyayı değiştirmek için geleceklerdi. İz Sürücü onları buraya
getirmese de başka iz sürücüler vardı.
Bir de sebebi olmayan suçların sayısı da artıyordu. Orduların yaptığı
darbeler, hükümetlerin içine sızmış mafya üyeleri vardı. Bunlar da İz
Sürücü’nün müşterisi değil miydi? Yazar tepki gösteriyor onun sosyolojik
konuşmasına. İz Sürücü, Profesör’ün bu söylediklerine inanıyor muydu? İz
Sürücü, iyi olanlarına inanmıyordu, ama kötü olanlarına inanıyordu. Tek bir
insanın, bütün insanlığı etkisi altına alabilecek kadar sevgi veya nefret
hissedebileceğine inanıyor muydu İz Sürücü? Para ve kadın, belki de alınmak
istenen intikam vardı. Profesör’e söylüyordu bunu Yazar. Bir insan patronunun
ölmesini isteyebilirdi. Ama dünyayı yönetmek, adil bir toplum kurmak mümkün
müydü? Ya Tanrı’nın yeryüzündeki krallığı? Bunlar basit dilekler değildi.
Bunlar ideoloji, eylem ve kavramlardı. Bilinçdışı merhamet henüz hayata geçmeye
hazır değildi içgüdüsel olarak. Başka birisinin insana vermesiyle insan mutlu
olamazdı İz Sürücü için. Yazar için de Profesör’ün planı, insanlığı iyi
eylemlerle nefessiz bırakmaktı. Profesör, hiçbir şeyi başaramayacaktı. En iyi
ihtimalle Nobel alırdı. Belki de aklından geçirmediği başka bir şey olurdu.
Konuştuğu telefon gibi olurdu. İnsan bir şey hayal ederdi, bambaşka bir şey
olabilirdi. Yazar, elektrik düğmesini açınca ampul patlıyordu. Burada elektrik,
telefon hatta uyku hapları da vardı. Hem de iyi uyku haplarıymış Yazar’a göre.
İz Sürücü, havanın kararacağını söylüyor. Geriye dönmek zor olabilirdi. Yazar,
yine İz Sürücü’ye imalı kelimelerle konuşuyor. Şiir okumaları, dolambaçlı
yollardan geçmeleri hatırlatıyor. Bu, onun özür dileme biçimi miydi? İz Sürücü
için de fikri vardı Yazar’ın. Zor çocukluk, kötü çevre vs. Yazar, İsa’nın
çarmıha gerilirken başına takılmış dikenli bir taca benzeyen tacı kendi başına
koyuyordu İz Sürücü’yü affetmeyeceğini söylerken. Köpek de oradaydı. Kamera,
köpeğin üzerinden öne doğru kayarak ekilmiş fidanı gösteriyordu. Orada insan
iskeleti de fark ediliyordu.
Şimdi Oda’nın kapısının
olduğu yerdeydiler. Kamera Profesör’ü, genel çekimle sağa doğru kayarken
gösterirken, ardından çerçeveye Yazar ve İz Sürücü de giriyordu. Ayaktaydılar.
İz Sürücü, kapının önüne geldiğinde çömeliyordu. Ayağa kalkan İz Sürücü, tam
eşikte olduklarını söylüyor onlara. Bu, Yazar’la Profesör’ün hayatlarının en
önemli anıydı. Oda, onların en içten dileklerini gerçeğe dönüştürecekti. En
içten dileklerse, acıdan doğmuş olanlardı. İnsan, geçmişini düşündüğünde daha
nazik olurdu. En önemlisi de inanmaktı. Yazar girmek istemiyor. Eğer hayatını
gözden geçirmeye başlarsa, daha kibar olacağını sanmıyormuş. Bunun utanç verici
bir şey olduğunu da söylüyor. Yazar, papaz gibi mi konuşuyordu? Profesör
girecek miydi Oda’ya? Çantasından bombayı çıkartıyor Profesör. Yine Yazar’ın
alaycı sözleri duyuluyor. İnsan ruhunu inceleyen alet diyor bombaya. Ruh
ölçerdi bomba onun için. Yirmi kilotonluk bir bombaydı Profesör’ün elindeki.
Eski iş arkadaşlarıyla yapmış bu bombayı. Burası kimseye mutluluk
getirmeyecekti. Bölge’yi imha etmeyi planlamış Profesör. Eğer bu mucizeyse,
yine de doğanın bir parçasıydı. Bu yüzden içinde umut barındırıyordu Oda.
İnsanın ilkeleri de olmalıydı. Asla geri döndüremeyeceği bir şeyi yapmamalıydı.
Burası durdukça, Profesör’e huzur ve mutluluk yoktu. Ama belki de, içindeki
istekler bunu yapmasına mani olabilirdi. İz Sürücü, Profesör’den bombayı almaya
çabalıyor ardından. Yazar da İz Sürücü’ye sert davranıyordu. İz Sürücü için
Profesör, umudu yok etmek istiyordu. Bu dünyada, insanların elinde kalan tek
şey buydu İz Sürücü için. Hiç umutları kalmadığında gelebilecekleri tek yer
burasıydı. Profesör, buraya ne için gelmişti, umudu yok etmek için mi? Yazar
için İz Sürücü, insana hiç değer vermiyordu. Sadece acıları kullanarak para
kazanıyordu. Burada kendi kendini eğlendiriyordu ona göre İz Sürücü. Burada,
Yüce Tanrı gibi bir şey miydi İz Sürücü? İz Sürücüler neden o Oda’ya
girmiyorlardı? İz Sürücü, Oda’ya girmelerine izin olmadığını söylüyordu
Yazar’a. İz Sürücüler, Bölge’ye gizli amaç için bile giremezlerdi. Kirpi’yi
hatırlatıyor. İz Sürücü, içini de döküyordu onlara. Bu dünyada hiçbir şey
yapamamıştı. Bundan sonra da yapamazdı. Karısına bile hiçbir şey verememişti.
Bir tek arkadaşı bile yoktu. İz Sürücü’nün her şeyi buradaydı. Mutluluğu,
özgürlüğü, kendine saygısı, hepsi buradaydı. Buraya, kendi gibi umutsuz ve
ıstıraplı insanları getiriyordu. Yazar’a göre İz Sürücü, aptaldı. Burada neler
olduğunun farkında bile değildi. Kirpi niçin kendini asmıştı? İz Sürücü, onun
buraya para kazanma hırsıyla geldiğini söylüyor. Bu yüzden kardeşinin “kıyma
makinesi”nde ölmesine izin vermişti. Yazar, neden Kirpi buraya geri gelmemişti,
diye soruyor sonra da. Para için değil, ama kardeşi için neden gelmemişti?
Yazar için Kirpi, burada her dileğin değil, içindeki en derin dileğin kabul
edildiğini fark etmişti. En derin dilek, tamamen insanın yaradılışıyla ilgili
bir şeydi. İz Sürücü’nün, özünde olan, ama hakkında hiçbir şey bilmediği şeydi.
Bütün hayatını yönlendiriyordu. Kirpi’nin sonunu getiren açgözlülüğü değildi
Yazar için. Bu gölede dönüp, kardeşini ona vermesi için yalvarmış Kirpi. Oda,
sadece para vermiş ona. Kirpi’ye verilecek olan şeyler, Kirpi’ye ait şeylerdi.
Yazar için; vicdan, üzüntü gibi şeyler, insanların uydurduklarıydı. Bunu fark
edince de kendini asmış Kirpi. İz Sürücü, Oda’nın kapısında diz çökmüş
oturuyordu. Yazar, Oda’ya girmeyecekti. İçindeki pisliğin başka birinin başına
dert olmasını istemiyordu. Kirpi gibi ilmiği boynuna geçirmeyecekti Yazar.
Evinde, huzurla ölene kadar içmeyi tercih edecekti. Mucizenin olduğunu İz
Sürücü nereden biliyordu? Burada tüm dileklerin gerçekleştiğini ona kim
söylemişti? Buranın, bir insanı mutlu ettiğini görmüş müydü? Kirpi söylemiş İz
Sürücü’ye. Yazar, içeri girecekken, İz Sürücü engelliyor onu. Telefon zili
duyuluyor. Profesör, oturduğu yerden kalkarak, elindeki bombayı söküp parçaları
gölede atıyordu. Ardından da, “O zaman benim için hiçbir anlamı yok” diyordu
Profesör. Buraya gelmenin anlamı neredeydi? O da yere oturuyordu sonra. Kamera,
genel çekimle onları yansıtırken, yavaşça geriye doğru da çekiliyordu.
Kameranın ”zum”la geriye çekilmesi durduğunda, İz Sürücü’nün sesi duyuluyordu.
Neden vazgeçmiyorlardı? “Benim karımı al, Maymun’u da. Buradan gidelim” diyen.
Burada hiç kimse yoktu. Onları incitemezdi. Yağmur suları içeri akmaya
başlıyordu ardından. Suyun içinde bomba parçaları yansırken, tren sesi de
duyuluyordu. Balıklar da vardı suda. Fonda da, Ludwig van Beethoven’ın “Ode an
die Freude” tınısı duyuluyordu.
Salaş barın kapısından
dışarısı yansıyor ardından. Görüntü siyah-beyazdı. İz Sürücü’nün karısı küçük
kızları Marta’yı banka oturtup Luger’in barına giriyor. Marta’nın koltuk
değnekleri de vardı. İçeride İz Sürücü, Profesör ve Yazar masanın başında
ayaktaydılar. Köpek de oradaydı. Kamera da, filmin başındaki gibi aynı
açıdaydı. Yanlarına kadın geliyor ve “Demek döndünüz” diyor onlara. Kadın
köpeği görüyor ve pek sevinmiyor. Onların peşine takılıp gelmişti bu güzel
köpek. Tarkovski ilk defa bu bardaki bu anda kamera açılarını da
değiştiriyordu. Kamera, sabit açıdan hareketli hale geliyordu. Kadınla
buluşuyordu bu hareketli çekimler. Hayatın dinamizmini çağrıştırıyordu sanki
kadın. Ama mutsuzdu. Köpeği sevecek miydi? Kadın kapıya yönelip kızının yanına
gidiyor ardından. Köpek de kapıya yönelince ondan hoşlanmaya da başlıyordu
kadın. Köpek ailenin dostu oluyordu. İz Sürücü de dışarı çıkınca, evlerine
doğru yürüyorlardı.
Görüntü renkleniyor. Marta,
babasının omzundaydı. Kamera, Marta’yı yakın çekimle gösterirken, onun yürüdüğü
hissini yaşatıyordu yönetmen. Fonda da, Artemyev’in “Meditation” tınısı
duyuluyordu. Kamera, onları önce sağa doğru kayarak izlerken, aile kıyıdan yön
değiştirince sola doğru kaymaya başlıyordu ardından. Derinlikte de bacalar
tütüyordu havayı puslaştıran.
Eve geliyorlar. Görüntü
siyah-beyazdı. Kadın, yerdeki çanağa süt dolduruyordu. Sonra da köpek karnını
doyuruyor sütle. İz Sürücü de, sütünü içen köpeğin yanına uzanıyor. İz Sürücü
çok yorgundu. Kendilerine aydın diyen o yazar ve bilim insanı, onu çok
yormuştu. Kamera da, “zum”la geriye çekilerek köpeğin yanındaki karısını da
görüntünün içine alıyordu. Onlar, hiçbir şeye inanmıyorlardı. Başarmak için
yetenekleri vardı, ama kullanmamaktan körleşmişlerdi belki de. Burası
rutubetliydi. Karısı yatağa uzanmasını istiyordu ondan. Raflar kitaplarla da
doluydu. İz Sürücü soyunup yatağa girdiğinde yatağın ucuna karısı da çöküyordu.
İz Sürücü onlardan şikâyet ederken, karısı da, “Onların suçu değil” diyor
kocasına. Onlara acımalıydı. Onların akıllarındaki tek şeyin, gereğinden ucuza
satmamaktı. Böyle düşünüyordu İz Sürücü. Bir de, tüm duygularını en fazla nasıl
tatmin edeceklerini düşünüyorlardı. “Önceden belirlenmiş bir amaçla”
doğduklarına mı emindiler? Ne de olsa bir defa yaşıyorlardı. Kamera da, yatakta
uzanmış İz Sürücü’ye doğru “zum” yapıyordu bu anda. Böyle insanlar bir şeye
inanabilirler miydi? İz Sürücü ateşler içindeydi. Konuşması sayıklama veya monolog
gibiydi. Sadece onlar değil, kimse inanmıyordu. Oraya kimi götürecekti, bu
inançsızlık ortasında. En kötüsü de, buna kimsenin ihtiyacı kalmamasıydı.
Kimsenin Oda’ya ihtiyacı yoktu artık. Kimseyi oraya götürmeyecekti. Karısı,
kendisini götürmesini istiyor. Onun da isteyecek bir şeyleri olabilirdi. İz
Sürücü’nün kaygısı, bunun karısında da işe yaramamasıydı. Karısı pencereye
doğru gidiyor ve ardından keder yüklü kelimeleriyle kendi monologunu sunuyordu.
Kocasıyla değil, seyirciyle konuşmaydı sanki bu. Yatağın karşısına oturan kadın
sigarasını yakıyordu. Kadın kameraya bakarak, “Annem, her zaman buna karşıydı”
diyor. Annesinin bu dünyaya ait olmadığını İz Sürücü de fark etmiş miydi?
Acınası görünürmüş. Annesi, “O bir iz sürücü, lanetli biri” dermiş. Ebedi bir
mahkûmdu. Annesi, iz sürücülerin nasıl çocukları olduğunu da söylemiş kızına.
İz Sürücü’nün lanetli olduğunu o da biliyormuş. Ebedi mahkûm olduğunu da,
çocuklarını da biliyormuş. Onun yanında mutlu olacağına eminmiş. Ama çok üzüntü
yaşayacağını da biliyormuş. Renksiz ve kısır bir hayat yaşamaktansa, acılı bir
mutluluk daha iyiydi. Daha sonra İz Sürücü, “Benimle gel” demiş. Gitmiş ve hiç
pişman olmamış. Birçok acı yaşamışlar. Çok defa korkmuşlar ve utanmışlar.
Kimseyi de kıskanmamış. Bu onların kaderi ve hayatıydı. Eğer mutsuzluklar
olmasaydı, daha iyi durumda olmayacaklardı. Daha kötü durumda olacaklardı. Eğer
böyle olmasaydı, hiç mutlu olmayacaklardı. Hiç umut olmayacaktı.
Görüntü renkleniyor. Diğer
tarafta küçük kız Marta masada şiir kitabından bir şiir okuyor. Sonra da o
şiiri içsesiyle seyirciyle paylaşıyordu. Rus şair Fyodor Ivanoviç Tyutçev’in
(1803-1873) aşk şiirinde, “Senin gözlerini seviyorum, sevgili arkadaşım /Öyle
tutkulu ve ışıl ışıllar ki/ Yukarı bir anda bir bakış fırlattığında / Cennetten
çıkmış gibi ışıklı / Bunu baştanbaşa karşılamak için oradayım /Ama daha da
hayran olduğum şey /Aşağı indirdiğin zaman gözlerini /Aşkın yıkıcı âlemi
yakıyor beni /Ve hızla yere indirirken kirpiklerini /Kasvetli bir ihtiras
çağrısı beliriyor yüzünde” diyor mısralar. Bu şiirin İngilizce anlamı da şöyle
diyordu: “Gözlerini seviyorum, sevgilim/ Onların muhteşem köpüklü ateşi/Aniden
onları kaldırdığın zaman/ Hızlı bir kucaklayan bakış atmak için/Gökyüzünde
yanıp sönen şimşek gibi/Ama yine de daha büyük bir çekicilik var/Aşkımın
gözleri alçaldığında/Her şey tutkunun öpücüğüyle kovulduğunda/Ve mahzun
kirpikleri sayesinde donuk arzu alevini görüyorum…” Bu şiirin farklı dillerde
farklı kelimelerle farklı anlamları yeryüzüne çıkıyor. Hepsi de etkileyici.
Ardından küçük kız, masadaki nesneleri hareket ettirmeye başlıyor zihin
gücüyle. Buna “telekinezi” diyorlardı. Tren de geçerken masa da sarsılıyordu
kamera usulca kıza yaklaşırken. Fonda da, Beethoven’ın “Ode an die
Freude/Neşeye Övgü” müziği duyuluyordu. Beethoven’ın “Ode an die Freud” eseri,
“9. Senfoni”nin koral son bölümüydü. Şiir de Johann Christoph Friedrich von
Schiller’e (1759-1805) aitti. Bu müzik, Avrupa Birliği marşına da dönüştü.
Alman şair, yazar, tarihçi ve filozof Schiller’in yazdığı oyunlar da tiyatro tarihine
geçmiştir. Oyunlarından; “Haydutlar” (1871), “Maria Stuart” (1800), “Orleans
Bakiresi” (1801), “Messinalı Gelin” (1803) bunlardan birkaçıydı. “İnsanın Vahşi
Doğası ve Ruhuyla İlişkileri” (1780), “Trajik Olaylar Karşısında Duyulan Hazzın
Nedenleri Üzerine” (1792), “Tiyatro Eserine Ahlaki Bir Kurum Olarak Bakmak”
(1784) vb. felsefi kitapları da vardı. Sonra görüntü kararmaya başlıyor ve
ardından da film bitiyordu. Yeni meraklılar İz Sürücü’yü bulana kadar.
Kısırdöngü ve umut devam edecekti belki. Tarkovski bu filminde, inanmanın ve
onun peşinden gitmenin erdemi üstüne de düşündürtüyordu insanları.
“Nostalji…”
Andrey Tarkovski’nin İtalya’da çektiği 1983
yapımı renkli ve siyah-beyaz “Nostalghia-Nostalji”, bir şairin, Andrey’in
geçmişteki müzisyenin İtalya’daki hayatını araştırmasının veya
araştıramamasının filmi. 18. yüzyılda İtalya’da yaşadıktan sonra Rusya’ya döndüğünde
boşluğa düşüp kendini içkiye vermiş, sonra da intihar etmiş Rus besteci Pavel
Sosnovski, şair Andrey Gorçakov’u da boşluğa ve özleme düşürüyordu. Rai
2-Sovinfilm-Opera Film’in sunduğu yapımın senaryosunu Tarkovski’yle beraber
Tonino Guerra ortak yazmışlar. Filmin görüntüleriyse kameraman Giuseppe
Lanci’den. Bu film, 1983’teki 36. Cannes Film Festivali’nde “Ekümenik Jüri
Ödülü”nü de kazanmıştı.
Filmde, İtalya’da sürgün hayatı yaşamış Rus
besteci Pavel Sosnovski, bir bakıma hayali bir besteci gibiydi. Tarkovski usta,
gerçekte Bologna’da sürgün yaşamış ve Rusya’ya döndüğünde ağır depresyon sonucu
bulanıma girip intihar ettiği söylenen Ukraynalı besteci Maksim Berezovski’den ilham
almış. 1745’te Ukrayna’daki Hlukhiv şehrinde doğan besteci, 32 yaşındayken
1777’de St. Petersburg’da öldü. İlk Rus senfoni bestesini yapanın Dmitri Bortnianski
olduğu düşünülüyordu. Bortnianski, senfonisini 1790’da bestelemişti. Ama
Vatikan arşivlerinde Berezovzki’nin 1770-1772 yılları arasında bestelediği
“Symphony in C major” bestesi bulundu. Berezovzki’nin bu eseri, Rusya’nın ilk
senfonisi olarak kabul ediliyor günümüzde. Berezovski’nin birçok bestesi de günümüze
ulaşamadı. Berezovski’nin ölüm hakkında da kuşkular vardı. Besteci üzerine
1804’te çıkmış biyografi kitabında intihar ettiği yazılırken, günümüzdeyse
ateşli hastalıktan öldüğü belirtiliyor. Tarkovski, Almanların “doppelganger”
dedikleri şeyi de yapmıştı bu filminde. “Doppelganger”in anlamı, “tıpkısının
aynısı” demekti. Tam çevirisiyle “çift yürümek” ve “ikiz yabancı” anlamlarına
da geliyordu. Polonyalı büyük yönetmen
Krzysztof Kieslowski’nin 1991 yapımı “La Double Vie de Véronique-Veronique’in
Çifte Yaşamı” filminde “doppelganger” durumu etkileyici bir sinema diliyle
beyazperdeye yansıyordu. Tarkovski usta
“Nostalji” filminde, Brechtyen estetikten de beslenmiş. Bunu zihin
bulanıklarıyla yaşattığı yabancılaştırmalarla yapmış. Şairin yabancılaşması
kadar derindi bu yabancılaştırmalar da. Bir de filmin ismi vardı. “Nostalji”,
İtalyanca “Nostalgia” diye yazılıyordu. “H” harfi neden kelimenin içinde yer
alıyordu. Ressam “Baba” Bruegel, 1551-1554 yılları arasında İtalya seyahati
yapmıştı. İtalya dönüşü birkaç yıl sonra soyadındaki “h” harfini atmıştı. “H”
harfi, özlemi daha mı derinleştiriyordu? Tarkovski, filminin ismine “h” harfini
yerleştirerek Bruegel’in özleminin ruhuna mı ulaşıyordu? “Baba” Bruegel,
1559’da “Brueghel” ismindeki “h” harfini atmıştı. Tarkovski de büyük yurt
özlemi çekiyordu ve Bruegel gibi İtalya’daydı.
Tarkovski ustanın bu filmde de sekanslar öne
çıkıyor. Toskana bölgesi de, ustanın bu filmine mekânlarıyla ruh ve çok şey katmış.
Tarkovski’nin bu filminde de anlamlandırmakta zorlanılan anlar ve karakterler
olabiliyor. Tarkovski’nin bu filmini seyrederken, bir sonraki filmi 1986 yapımı
“Offret-Kurban”la ruh beraberliği olduğu da keşfediliyor. Tarkovski’nin bu
filminde de yoğun gerçeküstücü anlar vardı. Bu filmin ruh haline şizofren
denilebilir. Önce Domenico’nun davranışlarıyla, sonra da şairin ruh haliyle.
Şair, ailesine ve Rusya’ya büyük özlem duyuyordu. Mutsuz olsa bile. Ardından da
Domenico’nun etkisinde kalıyordu şair.
Filmin ön jeneriğinde, siyah-beyaz puslu
görüntüler içinde gölge gibi görünen karısı Maria, annesi, kızı, sarı saçlı
oğlu ve köpeği de görünüyordu şairin zihninden düşerek. Derinlikte kırat da
vardı. Toskana’nın Podere Santa Pia’daki Anno di Creta’ydı bu kırsal yer. Nehir
de vardı burada. Ön jenerikte, Olga Sergeeva’nın söylediği “Svadebnye Pesni.
Kumushki” şarkısı da duyuluyordu. “Kumushki”, bir Rus halk şarkısı
tarzıydı. Şarkıda, “Anne, Anne/Eşler,
küçük eşler/Beni de sevin/Yeşil bahçeye gidecekseniz/Beni de alın/Un
toplayacaksanız/Benim için de toplayın/Çelenk yapacaksanız, benim için de
yapın/Tuna Nehri’ne gidecekseniz/Beni de alın/Çelenkleri suya koyacaksanız,
benim için de koyun/Çelenkleri rüzgâr aldı/Benimki boğuldu/Arkadaşın savaştan
geldi/Benimki/Gelmiyor, mektup yazmıyor/Beni unuttu” diyordu. Rusça şarkının
ardından Giuseppe Verdi’nin “Messa da Requiem” müziği duyuluyordu. Bu cenaze
müziği, ölülerin ruhuna ağıttı. Verdi bu ağıtı, “Dies Irea-Gazap Günü” isimli
Latince şiirden bestelemişti. Kıyamete, Davut’la Sybilla’nın tanık olacağını
anlatıyordu ilahi. Sybilla, kadın kâhindi. Ardından görüntü kararıyor. Ama müzik
devam ediyordu. Kırsal görüntü yansıyor ardından renkli olarak. Aynı bölgeydi. Toskana’nın
kırsalında bir araba uzun yolculuğun ardından sisler içinde mola veriyor. Buraya siyah renkteki tosbağa model VW ile
geliyorlardı. Tarkovski sanki Stanley Kubrick’e selam yoluyordu bu arabayla.
Kubrick’in 1980 yapımı ”The Shining-Cinnet” filminde de sarı renkteki tosbağa
model VW vardı. Kubrick’te ihanetin ve
hastalığın rengi sarıydı. Tarkovski’deyse, ölümün ve yasın rengi siyahtı.
Kalp hastalığı olan Rus şair Andrey Gorçakov
(Oleg Yankovski), Rus müzisyen Pavel Sosnovski’nin biyografisini yazabilmek
için buralara gelmiş. Tercümanı da kızıl saçlı çok güzel bir genç kadın. Eugenia
(Domiziana Giordano), saçlarına beyazlar düşmüş şairin çevirmenliğini ve
rehberliğini yaparken iletişimini de sağlıyor. Dinlenmek için durduklarında
Eugenia, sisli manzarayı ilk gördüğünde ağlamış. “Muhteşem resim” diyordu bu
sisli manzaraya. Bu ışık ona Moskova’nın sonbaharını hatırlatıyordu. Arabadan
dışarı çıkan şair de içsesiyle, hasta edecek kadar güzel görüntüleri görmekten
yorulduğunu söylüyordu. Kendisi için hiçbir şey istemiyordu. Ardından da
Eugenia’nın peşine takılıyordu şair sislerin içinde. Euginia’nın geldiği yerse
San Pietro kilisesiydi. Pisa’daki bu kilisenin yapımına 1072’de başlanmış ve
1118’de tamamlanabilmiş. İki katlı bu Romanesk kilisede sütunlar hemen fark
ediliyordu. Kamera, sola doğru kayarak sütunlar arasındaki Eugenia’yı takip
ederken dua eden kadınlar da yansıyordu derinlikte. Ardından 15. yüzyıl ressamı
Piero della Francesca’nın “Madonna del Parto” (Doğumun Madonnası/Doğumun Meryem
Anası) freski yansıyordu. Önünde mumlar da yanıyordu. Kamera, “zum”la freske
yaklaşırken, kilise görevlisinin sesi de duyuluyordu. Eugenia’ya, “Siz de bir
çocuk için mi dua etmeye geldiniz, yoksa olmasın diye mi”, diye soruyordu
çerçevenin dışında. Kamera, Egenia’yı gösterdiğinde sola kayarak adamı da
çerçevenin içine alıyordu. Görevli, “Eğer bir şeyler sağlamayan tesadüfî
seyredenler varsa o zaman hiçbir şey olmaz” diyordu. Ne olması gerekiyordu? Her
ne istenirse, en çok neye ihtiyaç varsa gerçekleşirdi. Adam, en azından diz
çökmelisiniz, diyordu Eugenia’ya. Görevli görüntüden çıktığında derinlikteki
Eugenia da yere diz çöküyordu. Kadınlar da topluca yansıyordu ardından. Yanan
mumları taşıyorlardı. Meryem Ana heykeli de yanlarındaydı. Yanan mumları ve
heykeli yere bırakıyorlar “Madonna del Parto” freski karşısında. Eugenia, neden
dua edenlerin kadınlar olduğunu soruyordu. Çerçeveye kilise görevlisi giriyor
ardından. Görevli, “Ben sadece hademeyim” diyor Eugenia’ya. Kamera da, sola
doğru kayarak adamı izliyordu. Euginia, kadınların erkeklerden neden daha
dindar olduğunu mu merak ediyordu? Görevli, basit bir adam olduğunu söylüyor
ona. Ama bir kadının da çocuğu olmalıydı. Onları yetiştirmeliydi. Sabırla ve
fedakârlıkla yapmalıydı. Eugenia, “Kadının bütün anlamı bu mu” diye de soruyor.
Eugenia oradan giderken, görevli ona, mutlu olmak istiyorsunuz, diyordu.
Görevliye göre daha önemli şeyler vardı. Görevli, Eugenia’yı durduruyor töreni
izlemesi için. Bir kadın, Meryem Ana’nın karşısında diz çöküyor, ondan bir
çocuk sahibi olabilmek için mucize diliyor. Kadın, “Şefkatli anne, merhametli
anne, eza çeken anne, bağışlayıcı anne, korkan anne, şen anne, çürümüş anne,
acılı anne, gururlu anne, esinlenmiş anne, ışıltılı anne” diyerek dua ediyordu.
Tüm anaların annesi, anne olmanın acısını, mutluluğunu kim bilebilir, diyordu
ardından. Kamera da, dua eden kadına “zum”la yaklaşıyordu o anda. “Her şeyi
anlayan anne, kızına ana olabilmesi için yardım et” diyor kadın. Meryem Ana’nın
elbisesinin önünü açınca kuşlar da uçup gidiyorlardı. Kuşlar uçup giderken,
Eugina da “Modanna del Parto” freskine bakıyor. Kamera da, Meryem Ana’nın
yüzüne yaklaşıyordu.
Şair Andrey yansırken görüntü siyah-beyazdı.
Şair, yere düşen beyaz kuş tüyünü alıyor. Kamera da, şairin ayaklarından yukarı
doğru “tilt” yaparak uzağa bakışını yansıtıyor. Kamera, sağa çevrinme (pan)
yaparak uzaktaki evi gösteriyordu. Uzaktaki kır evininin görüntüsü zihninden
düşüyordu şairin. Dışarıda dolaşan karısı ve kızı da fark ediliyordu şairin.
Görüntü renkleniyor. Otelin lobisindeydiler. Kamera,
şairi arkayken, Eugenia’nın sesi duyuluyordu. Eugenia şaire, “İtalya’nın
yarısını sisler içinde geçip geliyoruz, sen içeri girip ona bakmıyorsun”
diyordu. Eugenia’da, Rus şair Arseniy Tarkovski’nin şiir kitabı vardı. Tercümesini
okuyordu Eugenia. Kitabı atmasını söylüyor şair. Çevirmen, gayet iyi bir
şairmiş. Andrey için, şiir tercüme edilemezdi. “Diğer tüm sanat gibi” diyor
Eugenia’ya. Şair konuşurken, bu defa kamera Eugenia’yı gösteriyordu. Euginia
da, şiirin tercüme edilemeyeceğine inanıyordu. Ya müziği? Eugenia; Tolstoy’u,
Puşkin’i böylece Rusya’yı anlayacaklarını söylüyor şaire. Sigara içen şair, “Hiçbiriniz
Rusya’yı anlamıyorsunuz” diye cevaplıyor Eugenia’yı. Şair de İtalya’yı
anlayamıyordu bu bakışla. Dante, Petrarca, Machiavelli yardım etmezse İtalya’yı
anlayabilir miydi şair? Şair de, “Biz zavallılar için imkânsız” diye cevap
veriyordu Eugenia’ya. Eğer böyleyse, insanlar birbirini nasıl tanıyacaktı? Şair
de, “Sınırları feshederek” diyerek cevaplıyordu. Ülkelerarası sınırlardı. Şair,
başını geriye çevirdiğinde, araya siyah-beyaz bir görüntü giriyordu. Şairin
karısı Maria (Patrizia Terrone), dışarıda bardakları silerken yansıyordu. Sonra
yine lobi yansıyor. Görüntü renkleniyor. Eugenia görüntüye giriyor. Ardından
otelin lobisine köpeğiyle beyaz elbiseli bir kadın yansıyordu. Kamera da geriye
çekiliyordu bu anda. Şair ve Eugenia, ayrı koltuklarda oturuyorlardı. Eugenia,
Milano’da çalıştığı evi yakan bir hizmetçi kadının trajedisini anlatıyor şaire.
Kadın evini özlemiş. Onu engelleyen evi kül etmiş sonra. Şair ayaktaydı. Eugenia,
“Neden müzisyensiniz Sosnovski” diyor. Köle olacağını bile Rusya’ya geri döndü,
diyordu ardından. Şairin neden kendisine sır vermediğini de soruyordu Eugenia.
Şair ona, okuması için bir mektup veriyor anlaması için. Bolonya
Konservatuvarı’ndan bir mektuptu bu. Sosnovski’ye ne olmuştu? Döndüğünde mutlu muydu?
Şair, Rusya’ya döndükten sonra müzisyenin içmeye başladığını söylüyor. Sonra da
intihar etmiş besteci. Konuşurlarken lobiye bir kadın geliyordu. Uyuyormuş.
Kadın onlara, kimlikleri olup olmadığını soruyor. Kadın resepsiyonda
çalışıyordu. Şair kameraya doğru yürürken, kadın da oda anahtarlarını
Eugenia’ya veriyordu. Şairin yanında evinin anahtarları da vardı. Köpekli
kadının görünmesinden itibaren tek plan çekimle bu anlar yansıyordu. Lobideki
önceki anlarsa “kesme”li kurguyla yansımıştı. Araya sepya kır görüntüsü
giriveriyor birden. Şairin Karısı Maria gülümseyerek, kır evinden kurt
köpeğiyle su birikintisine doğru mutlulukla koşan kızına bakıyordu. Kamera
da, kadından sağa doğru kayarak kızı gösteriyordu genel çekimle. Sarı saçlı
çocuk da oradaydı. Mutluluğun resmiydi sanki bu an. Bu görüntünün üzerinde
Eugenia ve resepsiyoncu kadının konuşmaları duyuluyordu. Görüntü renkleniyor. Resepsiyoncu
kadın ve Eugenia, bavullarıyla merdivenlere yönelirken, resepsiyoncu kadın,
insanların buraya sürekli gelip, burada âşık olduklarından söz ediyordu. Şairle
Eugenia’yı sevgili sanıyordu kadın. Şair, resepsiyoncu kadına, üzgün âşık gibi
görünüyormuş.
Şair, oteldeki odasındaydı. Pencerenin
panjurunu açıyor, ama ardından kapatıyor. Işığı açıyor. Ampul ışığı titrekti.
Işığı kapatıyor. Kamera, sağa doğru kayarak şairi izliyor. Yatağın yanındaki
komodinin üzerindeki abajuru yakıyor, ardından da banyoya giriyordu şair. Sonra
da ilacını yutuyordu. Gardırobun kapısını açıp içine bakıyor ardından. Aynanın
olduğu yerde bir kitap görüyor. Yeşil içki şişesi de vardı. Görüntüsü aynadan
da yansıyordu şairin. Ruhu ikiye bölünmüş gibiydi. Bir ses duyuyor. Şair
aynanın yanından gittiğinde, kamera da yavaşça açık kitaba doğru yaklaşıyordu. Kitabın
sayfasında “La Sacra Bibbia” yazıyordu. “Kutsal Kitap”, yani “İncil” anlamına
geliyordu bu. Kitabın üzerinde beyaz saç telleri olan bir tarak da vardı.
Ardından kapı açılıyor. Kapı önündeki
Eugenia’ydı. Elinde de kitap vardı. Gülümsüyordu. Euginia kapıyı çalmamıştı.
Şair alt kattaki odada kalıyordu. Şair odadan çıkıyor. Eugenia, “Moskova’yı
aramak ister misin” diye soruyor şaire. Şair, iki gündür karısıyla konuşmamış.
Şair, Eugenia’nın elindeki kitabı alıp odasına giriyordu. Karısını da
aramayacaktı. Koridordaki Eugenia da yüksek ökçeli ayakkabılarıyla spor
hareketleri yaparken kayarak yere düşüyor. Sonra da merdivenlerden çıkıyordu
gülerek.
Şair de odasında kitabı yere atıyor. Ardından
banyonun ve komodinin üzerindeki ışığı söndürüp pencereyi açıyor. Pencereden de
ışık içeri süzülüyordu. Çerçevenin solunda pencere, sağında banyo mavimsi
ışıkları gönderirken, karanlıkta kalan yatağa oturuyor şair. Dışarıda yağmur da
yağıyordu. Kamera, belli belirsiz öne de kaymaya başlıyor. Şair yatağa yüzüstü
uzanıyor ardından. Görüntü renkli olmasa da siyah-beyaz gibi hissediliyordu. Kurt
köpeği de banyodan çıkıyor. Tarkovski filmlerinde yağmurlar, estetik olmanın
yanında hüzünlü bir tını gibi de duyuluyordu. Şair, yere oturan köpeğin başını
okşuyor şefkatle. Kamera da yavaşça “zum” yaparak onlara yaklaşıyordu. Mekân
kasvetli yansıyordu. Yağmurun gölgeleri duvara yansıyor gerçeküstücü
görüntüyle. Gözleri kapalı şairin yüzüne gün ışığı düşüyordu. Şair rüya
görüyordu. Siyah-beyaz görüntüyle siyah saçları toplanmış ve gülümseyen karısı
Maria yansıyor. Kamera, sağa çevrinme yaparak Maria’yı izliyordu. Maria, Eugenia’nın
yanına gelince birbirlerine sarılıyorlardı. Kamera, Eugenia’nın yüzünden aşağı
doğru “tilt” yaparak yatakta uyuyan şairin yüzünü gösteriyordu. Kamera,
ardından Eugenia’nın kanlı elini yansıtıyordu. Birden birbirlerine sarılmış
Maria ve Eugenia’yı gösteriyordu kamera. Eugenia’nın gözleri ıslaktı. Sonra
şair, yatakta uzanmış hamile kadına bakıyordu. Işık, yatağın üzerinde
yoğunlaşırken, birden şairin odasındaki yataktaydı hamile kadın. Sonra “Andrey”
diyen Eugenia’nın sesi duyuluyordu. Kapı çalınıyordu. Şair gözlerini açıyor.
Görüntü renklenmişti. Azize Katerina’nın da burada kaldığını söylüyor Eugenia. Hıristiyanlıkta
azize olan iki Katerina vardı. “Sienalı Caterina” (İS 1347-1380), yazar ve
kilise öğretmeniydi. Katolik inanışı üzerinde de etkili bir insandı. Öldüğünde
yirmi üç yaşındaydı. Diğer Azize Katerina, İskenderiyeli bir genç kızdı. İS
287’de doğan Azize Katerina, on sekiz yaşındayken Romalılar tarafından vahşi
işkencelerle öldürülmüştü. Ortodokslar için de bu azize kutsaldı. İki azize de
bakireydi ve genç yaşta ölmüşlerdi.
Görüntü renkleniyor. Tarihi binadaki otelin
tarihi Azize Caterina kaplıca havuzunda şifa arayan insanlar buharlar içinde
yüzerken, Domenico da ((Erland Josephson) kurt köpeğiyle kaplıca
havuzuna geliyor. Kamera da geriye doğru kayıyordu. Sıcak suda şifa arayan
insanlar konuşurken, kamera hafifçe geriye doğru kayıyor, sonra da yana doğru
kaymaya başlıyor. Tarkovski bu filminde yoğun olarak yanal, yana kayan kameralı
çekimler kullanmış bolca. Elbette çevrinmeli çekimler de var. Bir sonraki filmi
“Offret-Kurban”da da aynı kamera estetiğini kullanıyordu usta. Bagno
Vignoni kasabasında herkesin tanıdığı başında hep beresi olan Domenico da
oradaydı. Arkadan da şair geliyordu. Eugenia, çerçevenin dışındaydı. Havuzdaki
kadın ve erkekler, Bagno Vignoni’deki bu kaplıcaya gelmiş Sosnovski hakkında
konuşuyorlardı. Konuşanlar, şairin Çaykovski üzerine çalıştığını sanıyorlardı. Sosnovski’nin
burada evlenmediğini ve bir Rus köleye âşık olduğunu söylüyorlardı aralarında. Onun
uğrunda ölmüştü. Tarkovski bu anda gerçek anlamda zihinsel bulanıklık
yaratıyordu seyirci üzerinde. Eugenia’nın bilgi verdiği hissine kapılabiliyordu
insan. Sanki Domenico’yla konuşuyormuş gibiydi. Eugenia çerçeveye girdikten
sonra zihin bulanıklığı yoğunlaşıyordu. Gerçekten bu sahne, sinemada az görünür
gerçeküstücü ruhla gerçek anlamda zihinleri bulanıklaştıran özel anlardı. Tıpkı
havuzdaki sıcak buharlar gibi. Sahne derinleştikçe sisler de dağılıyordu
zihinlerde. Kamera, sola doğru kaymasını sürdürürken, devamlı çalan müzik üzerine
konuşmaya başlıyorlardı havuzdaki insanlar şimdi de. Verdi’nin müziğini
geçermiş sürekli duydukları bu müzik. Havuzdakiler çerçeveye girmeden, Domenico’nun
içsesi duyuluyordu. “Orada yoklarmış gibi yap” diyordu kendi kendine. Kamera,
Domenico’nun gözlerindeymiş gibi havuzu yansıtıyordu. Başka bir köpek de havuz
kenarında görünüyor. Havuzdaki insanlar çerçeveye girince, Domenico’nun
kelimeleri yine duyuluyordu. Monolog gibiydi kelimeleri. Seyirciyle konuşuyordu
sanki. “Ne olursa olsun müdahale etmeyin” diyordu Domenico. Onun için
havuzdakilerin buraya gelmelerinin nedeni, sonsuza kadar yaşamak
istemelerindendi. Kamera, sola çevrinme yaparak, Domenico ve kurt köpeğini
gösteriyordu. Sonra havuz kenarına oturuyor Domenico. Havuzdakiler, Domenico üzerine
konuşmaya başlıyorlardı şimdi de. Domenico, kendisiyle beraber ailesini eve
kilitlemiş. Yedi yıl dünyanın sonunun gelmesini beklemiş. Kadın, dini bir şey
dediklerinden söz ediyor. Havuzdaki adama göre bu saçmaydı ve Domenico karısını
kıskanıyordu. Karısı da çocukları alıp kaçmış. Diğer adam da, Domenico’nun deli
olduğunu söylüyordu. Domenico, sadece korkuyormuş. Her şeyden. Kadın, onun inancı
sağlam biri olduğunu vurguluyordu. Diğer adam, kapının kırılmasını
hatırlatıyordu. Kapı kırıldıktan sonra çocuk sıçan gibi bağırmış. Domenico
çocuğun peşinden koşmuş. Çocuğu öldüreceklerini sanmışlar. Kurt köpeğiyle
yapayalnız yaşayan Domenico dini ibadetin ötesinde gören tuhaf bir adam mıydı?
Dini içselleştirmiş Domenico bir meczup muydu? Dünyayı neyle kurtaracaktı? Kamera,
sola kaymaya başlayınca çerçeveye şair giriyordu. Kadın, “İşte Rus şair” diyor.
Şair yürümeye başlayınca görüntüye havuzdaki insanlar da giriyordu. Sola
kaymayı sürdüren kamera, derinlikteki Eugenia’yı çerçevenin içine alıyordu. Şair
de Eugenia’nın peşinden gidiyordu. Domenico, sigara içmese de Eugenia’dan
sigara istiyor. Kameraya doğru yürürken Domenico, “Ona söylediklerini asla
unutma” diyor. Ne dediğine anlam veremeyen Eugenia’ya, “Azize Katerina için”
diyordu Domenico. Bunu nereden biliyordu? Köpeği, şairin odasındaydı. Ya kapağı
açık İncil ve üzerindeki beyaz saç kılları olan tarak? Zihinsel bulanıklık mı
yaşatıyordu yönetmen? Domenico görüntüden çıkınca, kamera sağa kaymaya
başlıyordu şair ve Eugenia yürürken. Kayan kamera, yine Domenico’yu çerçeveye
alıyordu. Havuzdaki kadın Domenico’ya, “Tanrı, Azize Katerina’ya ne söylemiş”
diye sesleniyordu. Domenico da ne dediğini anlatıyordu hemen. Tanrı, “Sen osun,
olmayan, ama ben oyum, olan” demiş. Havuzdakiler alkışlıyordu Domenico’yu.
Görüntüye Eugenia girdiğinde, şair, “İnanç nedir” diye soruyordu Eugenia’ya.
Rusçada “vera” demekti inanç. Şair, Domenico’nun neden deli olduğunu
söylemediklerini soruyor Eugenia’ya. Cevabını da kendi veriyor şair. O, deli
değildi. İnancı vardı. İkisinin de sırtları birbirlerine dönüktü. Eugenia da,
böyle çılgınların İtalya’da çok olduğunu söylüyor. Tımarhaneler kapatılsa da,
aileleri onları istemiyorlarmış. Eugenia’nın yanından ayrılan şair, “Çılgınlık
nedir” diye de soruyordu. Kamera, şairi izleyerek sağa doğru kayıyor. Bu an da
uzun plan çekimle yansıyordu. Şair göre, çılgın denilenleri anlamayı
reddediyordu herkes. Onlar yalnızdı. Ama gerçeğe de kesinlikle daha yakındılar.
Eugenia, Domenico’nun yeni saplantısından söz ediyor. Domenico, havuza elinde
yanan bir mumla giriyormuş. İnsanlar kendini boğacağından korkuyormuş. Bu
yüzden onu havuzdan çıkartıp hayatını kurtarıyorlarmış. Şair, Domenico’yla tanışmak istiyor. Şair, sabahın
yedisi olduğunun da farkında değildi. Eugenia da, havuzdakilere Domenico’nun
yaşadığı yeri soruyor.
Şair, oteldeydi. Yanına Eugenia da geliyor. Otelin
koridorunda, Eugenia’nın yüzüne düşen ışıkla Eugenia’nın titreten güzelliğinin
çoğaldığını fark ediyordu şair. Bu kelimelerle büyülenen kadını öpmek mi
gerekiyordu? Utangaç şair, “Anlamaya başlıyorum” diyor. Domenico, neden
ailesini yedi yıl kilitli tutmuştu? Şairin yanından giderken, yüzüne hayal
kırıklığı ve tedirginlik çöken Eugenia, bunu nerden bilebilirdi ki? Yoksa
bilebilir miydi? Şair yere diz çökünce koridorun derinliğinde heykel de fark
ediliyordu.
Şair, yaşadığı bu dünyaya yabancılaşmış
Domenico’yla tanışmak istiyor. Belki de onun inandığı şeyin gerçek bir inanç
mı, yoksa bir delilik mi, olduğunu keşfetmek istiyordu. Belki de kendi
yabancılaşmasını görüyordu onda. Eugenia’yla beraber onun kaldığı tarihi binaya
gidiyorlar. Şimdi, Eugenia’yla Domenico’nun yaşadığı mekânın önündeydiler. Bisikletinin
pedalını çevirip duran Domenico, normal bir hayatı olduğunu ve ilgi çekici
tarafı olmadığını söylüyor Eugenia’ya. Sevimli deneyimini duyduklarını söylüyor
Eugenia da. Şairin Moskova’dan geldiğini de söylüyor Domenico’ya. Onun için mi
gelmişti ki? Domenico içeri girince, Eugenia da şairin yanına gidiyordu. Şair,
onunla tanışmak ve konuşmak istiyordu. Domenico’yu ikna edebilir miydi? Domenico
yine bisikletin üzerindeydi. Konuşmak istemiyordu Domenico. Genç kadın
öfkeliydi ve şairi geride bırakıp Roma’ya gidecekti şimdi. Şairin kendisi,
Domenico’yla konuşacaktı. Az bildiği İtalyancayla ona yaklaşmaya çalışıyor. Ondan
özür diliyor şair. “Sanırım bunu neden yaptığınız biliyorum” diyor şair. Ailesine
yaptıklarını. Kamera, bu dış sahnede sağa ve sola kayıp duruyor. Bu öylesine
estetik bir an yaratılsın diye değildi sadece. Final bölümüne anlam katmak
içindi.
Domenico, sonra şairi dünyasına, evine alıyor. Şair
içeride kapıya doğru yürürken gök gürüldüyordu. Kapıyı açan şairin zihninden
siyah-beyaz bir an yansıyordu birden. Kamera öne doğru kayarken, virane mekânın
içinde sandalye ve bisiklet de fark ediliyordu. Duvarı yıkılmış mekânda kumlar
ve sular da vardı. Kamera suya yaklaşınca, suyolu nehri andırıyordu. Kamera,
dışarı çıkıp doğayı da yansıtıyordu. Görüntü renklendiğinde kamera, yakın
çekimle şairi gösterirken, Domenico’nun sesi duyuluyordu. Onu çağırıyordu. Duvarda
tespih, çerçeveli dini resim ve mont asılıydı. Şair, Domenico’nun yanına
geldiğinde, Beethoven’ın “9. Senfoni”si duyulmaya başlıyordu. Kamera, odanın
içinde sola çevrinerek Domenico’nun yalnızlığının belgeselini yansıtıyordu sanki.
Duvarların boyaları da dökülmüş büyük odada şair, duvar aynasının karşısında
kederli ve mahcup duruyordu. Kamera usulca şaire yaklaşıyordu “zum”la. Kamera,
şairden sola doğru çevrinme yaparak yine şairi odanın başka bir yerinde
gösteriyordu. Domenico’nun geçmişine dair çerçeveli siyah-beyaz fotoğraf da
vardı. Domenico müziği kapatıyor. Şair çerçeveden çıkınca, kamera duvara usulca
yaklaşıyordu. Duvarda gözleri tuhaf ve kolsuz bebek yansıyordu birden.
Görüntüsü neden öyleydi? Bu bebek, sürgünü mü, yoksa geleceği mi simgeliyordu? Ya
da şefkati? Domenico, elinde şarapla geliyor şairin yanına. Avucuna şarap
damlatıyordu önce. Ardından şair sigara yakıyor. Domenico da ne konuşulacağını
bilmediğinde sigara sorarmış. Sigara içmesini bir türlü başaramayan Domenico
için, önemli şeyler yapmak için sigarayı içmeyi öğrenmemek gerekiyordu. Yağmur
da yağıyordu. Şair, Domenico’nun yanına geldiğinde Domenico köşede mum
yakıyordu. Yağan yağmurlar, Domenico’nun yaşadığı bu mekânın içine akıyordu.
Kurt köpeği de oradaydı. Kamera, sola kayarak köpeği takip ettiğinde görüntü
“sepya” gibi algılanıyordu. Şair de çerçevenin içindeydi. Domenico ona, kırmızı
şarap sunuyordu. İsa’nın kanı gibiydi. Kendi de bir dilim ekmeği yiyordu.
“Şarap ve ekmek”, Hıristiyanlıkta İsa’nın kanını ve bedenini temsil ediyordu. Dışarıda
da yağmurun müziği duyuluyordu. Boy aynasının önüne gelen Domenico, keder yüklü
yüzüne bakıyor. Kamera, damlayan yağmur sularının şişelere doluşunu yansıtıyordu
ardından. Tarkovski filmlerinde suyun yoğun olarak fark edilmesi, kutsiyeti
vaftizden mi geliyordu? Su arınmaktı bir anlamda. Domenico, “Daha büyük
fikirlere ihtiyacımız var” diyor şaire. Perdenin önünde kameraya arkası dönük
duran Domenico, “Bencillik yaptım, ailemi kurtarmak istedim” diyor. Herkes
kurtarılmalıydı bütün dünyada. Çok basitti bu. Yanan mumu alan Domenico, mumu
şaire gösteriyor. Yanan mum, içteki ışığı mı temsil ediyordu? Şair, “Pekâlâ”
dediğinde öfkeleniyor. Çünkü kafası karışıyormuş Domenico’nun. Sonra da, yanan
mumla suyu geçiyorsunuz, diyor. Azize Katerina’nın havuzuydu. Oteldeki kaynayan
suydu. Şair, ne zaman olduğunu sorduğunda, Domenico da “Şimdi” diyordu. Domenico,
mumu yakıp suya girdiğinde onu sudan çıkartıyorlarmış. “Sen delisin” diye
bağırıyorlarmış ona. Kamera, Domenico’dan sağa çevrinme yaparak şairi gösteriyordu
ardından. Şair, yine “Pekâlâ” diyor. Hepsi yanlıştı Domenico için. Domenico,
“Yardım et bana” diyor şaire. Buna da “Pekâlâ” diye cevap veriyordu şair.
Domenico, şaire mum veriyor. Şair de mumu paltosunun cebine koyuyor. Dışarıdan
şoförün sesi duyuluyor birden. Şairi almaya gelmiş. Şair çıkarken mumu
bırakıyordu. Domenico’nun şaşkın bakışlarının ardından mumu yeniden alıyor
şair. Şair oradan çıkarken çan sesleri de duyuluyordu. Görüntü “sepya” gibiydi.
Binanın içinde onlar yürürken, kamera da sola doğru kayıyordu. Domenico, duvarı
olmayan odanın kapısını da açıyordu. Ardından da şaire, “O kadar insan içinden
neden ben” diyor. Sonra da Domenico ona, çocuklarının olup olmadığını soruyor.
Şairin bir kız, bir de oğlu varmış. Şairin eşi güzel miydi? Şair, “Doğumun
Madonnası”nı (Doğumun Meryem Anası) soruyor Domenico’ya. Piero della Francesca
tarafından yapılan freskini. Domenico, mumla yürümesini söylüyor. Ardından da
Roma’da büyük bir şey planladıklarını söylüyor şaire. Şair çıktıktan sonra
Domenico öne yürürken, duvarda “1+1=1” yazan kâğıt fark ediliyordu. Bu, “Tanrı
ve İsa”yı mı simgeliyordu? Yoksa “Tanrı” ve “İsa”nın bütünlüğünü mü? Ardından
köpeği Zoe’yi çağırıyordu Domenico. Kamera, Domenico’dan ayrılıp sola doğru
kayarken, Domenico da, yalnız olmaktan korktuğunu söylüyordu. Kamera, hafifçe
sağa doru kayarken Domenico görüntüye giriyordu.
Görüntü yine siyah-beyazken, Domenico’nun
karısı ve kucağında oğlu yansıyor. Kapıdan dışarı çıkıyorlardı. Ardından
kamera, yerde oturan köpeği gösteriyor. Sonra da Domenico, sağlık görevlilerinin
ortasında yansıyor. Domenico’nun zihninden düşen geçmişten bir andı bu. Domenico’nun,
karısı da (Della Boccoardo) evden dışarı çıkartılıyordu. Görüntü renklendiğinde
şimdiki siyah bereli Domenico da evden dışarı çıkıyordu. Görüntü siyah-beyaz
olduğunda geçmişteki an yansıyordu ardından. Karısı, mucize kurtuluşlarını
polisin ayaklarına sarılarak minnettarlığını sunuyordu. Toprağı da öpüyordu. Genç
Domenico kilisenin merdivenlerinde koşan küçük oğlunun ardından koşuyordu
düşmesin diye. Geçmiş ruhunu acıtıyordu Domenico’nun. Sonra, renkli görüntüyle
bir yolda kasabaya doğru gelen siyah VW tosbağa araba fark ediliyordu
derinlikte. Merdivenlerde oturan çocuk Domenico’ya, “Baba, dünyanın sonu bu mu”
diyordu, sonra da başını kameraya çeviriyordu. Zihinsel bulanıklıkların
yaşandığı bu anlarda, şimdiki zaman, geçmiş zaman, zihinden düşen anlar, kaosun
düzeni gibiydi sanki bu uzun sekansta. Sinemanın özel gerçeküstücü anları
perdeden savruluyordu bu anlarda. Domenico’nun zihninden şimdiki zamana dönen
kamera, şimdi dışarıda Domenico’nun köpeğiyle beraber şairi uğurlayışı yansıyordu.
Şair arabaya biniyordu. Kamera, sağa çevrinme yaparak dar sokakta giden arabayı
yansıtıyor. Ardından geçmişteki anlar yansımaya başlıyordu yeniden. Görüntü
siyah-beyazdı. Polisler ve cankurtaran (ambulans) gelmiş, komşuların meraklı kalabalığı
ortasında, Domenico’nun evde yedi yıl hapsettiği ailesini kurtarıyorlardı. Yönetmen
ikilem yaşatıyordu bu geniş anlarda. En azından siyah arabanın varlığıyla bu
çoğalıyordu.
Görüntü renkleniyor. Şair oteldeydi şimdi.
Kendi odasında, yatakta oturmuş ve tüm çekiciliğiyle saçlarını kurutan Eugenia’yı
buluyordu. Şair, onun gittiğini sanıyordu. Yatağın kenarına oturan şair, Domenico’nun
kendisine verdiği mumu gösteriyor ona. Eugenia bir an için tedirginlik
hissediyor. Aynanın karşısına geçen Eugenia, “Sen bir ödleksin” diyor şaire. Şair,
komplekslerle doluydu onun için. Özgür de değildi. Eugenia, “Hepiniz özgürlük
istiyorsunuz” diyor. Onu elde edince de ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Ya da
özgürlüğün ne olduğunu bilmiyorlardı. Eugenia öfkeliydi şaire. Eugenia,
Moskova’da bazı harika erkeklerle de tanışmış. Neyin peşindeydiler? Pencerenin
önündeki Eugenia, göğsünü gösteriyor şaire. “Sen bir azizsin” diyor ardından. Onunla
sevişmek mi istiyordu? Şair, Madonnalarla ilgileniyordu. Bir “entelektüel”
Eugenia’yı kilitli tutmaya çalışmış. Eugenia, “doğru adamı” mı arıyordu? Şair
en kötüsüydü onun için. Ama Eugenia, kendi tarzı bir adamı bulacaktı. Sonra da
bulduğunu söylüyor. Roma’da bekliyormuş. Şair, kötü giyiniyormuş ona göre. Bir
de sıkıcıydı şair. Neden istemediğini anlatmaya çalışmaktansa, şair sevişeceği
tipte biriydi. Şair şaşırıyor bu söylediklerine. Şair, onun bu söylediklerini
anlamıyor muydu? Eugenia utanmaya başlıyor. Öfkeli ve kırgın Eugenia, banyoya
gidiyor ve on gün boyunca uyuyarak şairi silmek istiyordu. Belki de silinecek
bir şey de yoktu. Şair var olmadığı için. Neden sersemlerden ve çekiciliği
olmayan adamlardan hoşlanıyordu Eugenia? Sonra rüyasını anlatıyor şaire. Şairi
gördüğü ilk gece rüyasında, bir sürü bacağı olan yumuşak bir solucanın kendi
başına düştüğünü görmüş. Onu sokmuş zehirli solucan. Onu ezmeye çalışmış.
Faydasızmış bu, sürekli kaçıyormuş. Onu ezmeyi bir türlü başaramamış. O geceden
beri de, saçına dokunup duruyormuş. Sonra da Tanrı’ya şükrediyor Eugenia,
şairle aralarında bir şey olmadığı için. Şair dışarı çıkarken, “Deli” diyordu
Eugenia’ya.
Eugenia, koridordaki şaire karısına dönmesini
söylüyor. Neredeyse karısını aldatacakmış. Derinlikte, kucağında çocuğuyla bir
adam da görünüyordu. Eugenia, sevişemediği şairi aşağılıyordu kelimeleriyle. Şair,
Eugenia’nın arkasına eliyle vuruyor. Bunu mu istiyordu Eugenia? Eugenia, şairin
odasına girdikten sonra, şairin burnu kanıyor. Eugenia, öfkeyle merdivenlerden
çıkarken, köpekli kadın da görünüyordu. Şair yerdeki kanları da siliyor. Şair
koridordan gittikten sonra Eugenia valizleriyle merdivenlerden iniyordu. Çantasından,
şairin kendisine verdiği mektubu çıkartıp okuyordu. Kamera da yavaşça
Eugenia’dan “zum”la geriye çekiliyordu bu anda. “Sevgili Pyotr Nikolayeviç”
diye başlayan mektupta, Sosnovski, iki yıldır İtalya’dayım, diyordu. Rüyasından
söz ediyordu. Kontun tiyatrosunda bir opera sahnelemesi gerekiyormuş. İlk
perde, heykellerle dolu bir parkta geçecekmiş. Onlar aslında kıpırdamadan
durmaya zorlanan çıplak adamlarmış. Kendisi de bir heykelmiş. Kıpırdarsa
şiddetle cezalandırılacağını biliyormuş. Efendisi ve sahibi, kendilerini
izliyormuş. Yaprak düşen mermer kaidesinden yükselen soğuğu hissedebiliyormuş. Yine
de kıpırdayamıyormuş. Daha fazla dayanamayacağını hissettiği anda uyanmış. Korkmuş.
Bunun bir rüya değil, kendi gerçekliği olduğunu bildiği için. Eğer Rusya’ya
tekrar dönemezse öleceğini de yazmış Sosnovski. Huş ağaçlarını, çocukluğunun
havasını da bir daha görmek istiyordu. Şair de çerçeveye giriyor ve oturuyor. Görüntü
siyah-beyaz olduğunda şair, yatakta uyuyan karısı zihninden düşüyordu. Kamera
da, başucundaydı. “Maria” sesi duyulduğunda Maria uyanıyor ve yataktan çıkıyordu.
Geceliğiyle salona geliyordu. Pencerenin perdesini açıyor. Pencerede bir
güvercin de vardı. Kızı ve oğlu nehir kıyısındaydı. Kurt köpeği de vardı. Annesi
de oraya geliyordu. Ardından derinlikte kırat ve köpek de yansıyordu. Ardından
şaşkın gözlerle bakan Maria görüntüye giriyordu.
Kamera, sağa doğru kaymaya başladığında
görüntüye kızı ve annesi giriyordu. Derinlikte Maria ve oğluyla beraber köpek
ve kırat da vardı. Kaymayı sürdüren kamera çerçeveye yine kızını ve annesini
alıyordu. Hepsi aynı görüntünün içindeydi. Bu an da sinemanın özel gerçeküstücü
anlarındandı. İlham vericiydi. En deriler pusluydu ve kır evi de yansıyordu. Yanında
ağaçlar olan evin üzerinde güneş de kendini fark ettiriyordu. Hepsi oraya
bakıyordu. Otelin koridorunda görüntü renkleniyor. Şairin gözleri açıktı ve
oturuyordu. Arkası dönük şair, bir an kameraya bakıyordu yabancılaştırarak.
Sonra sel suları içinde kalmış bir tarihi
mekânda yürüyor şair. Burası, altından su akan bir batık kiliseydi. Bu çıkan su
mucizevî olarak görülüyormuş. San Vittorino köyüydü. San Vittorino Kilisesi, 14.
yüzyılda inşasına başlanmış ve Meryem Ana’ya adanmış bir kiliseydi. Kilisenin
ismi “Santa Maria” olmasına rağmen, San Vittorino olarak anılıyordu.
Görüntünün üzerine şiir düşüyordu. Domenico’nun
sesi, şair Arseni Tarkovski’nin şiirini İtalyanca okuyordu bu anlarda. Şiir de
İtalyancadan Türkçe çeviriyle yansıyordu. Şair Andrey, şiir çevrilemez demişti.
Şiirde, “Çocukken açlıktan ve korkudan hasta düşmüştüm/Dudaklarımdan deri
yolardım/Anılarımda/Tuz kalıntıları yalıyorum, tazelik/Ve halen yürüyorum/Sıcaklık
arayarak bir kapı eşiğinde oturuyorum/Flütçünün ezgisine coşkuyla
yalpalıyorum/Sıcaklaşmıştım, yere uzanıp yakamı açtım/Trompetler çaldı/Bir ışık
gözkapaklarımı deldi/Yerin çok yukarısında annem uçuyor, eliyle beni çağırıyor/Ve
uçup gidiyor/Elma ağaçlarının altında bir hastaneyi düşlüyorum/Çocukken hasta
düşmüştüm” diyordu şiir. Bu şiir sürerken kamera da yukarı “tilt” yaptığında
suda yürüyen şairi gösteriyordu. Elinde de kitap vardı. Kamera kesme yaparak
saklanan bir küçük kızı da gösteriyordu. Kamera, sola çevrinme yaparak sular
içindeki kiliseyi gösteriyor. Kız çocuğu yine görünüyor. Ateş yakmış şair votka
içiyordu. Kitap da vardı. Plastik bardağa votka koyuyordu önce. Sarhoş olmuş şair
içsesiyle konuşuyordu. Arseni Tarkovski’nin şiiri devam ediyordu. Şiirde, “…gidip
babamı görmeliyim/Dolapta ceketim var, üç yıldır orada/Yeniden evinde, Moskova’da
olduğunda yine giyeceğim ceketi/Asla hiçbir yere gitmezdim, asla kimseyi
görmezdim” diyordu. Şair suya giriyor ardından. Şair, küçük kızı görüyor.
Korkmamasını da söylüyor ona. Asıl korkması gereken şairdi. Onu vurabilirdi.
İtalya’da herkes ateş ediyordu. Çok fazla da İtalyan ayakkabıları vardı şaire
göre. Bu dehşet vericiydi. Bunlar on yaşındayken önemli değildi. Büyük aşkları
bilir miydi çocuk? Şair, “Büyük aşklarda öpüşmek yok. Hiçbir şey yok. Çok saf”
diyor. Bu yüzden büyüktüler. Sonra sigarasını yakmaya çalışıyor. Ardında da,
dile getirilemeyen duygular unutulmazdır, diyordu kız çocuğuna. Kamera,
konuştuğu çocuğu göstermiyordu ve usulca şaire yaklaşıyordu. Burasının
Rusya’daki gibi olduğunu da söylüyor şair. İyi İtalyanca da konuşamıyordu. Sonra
çocuğa, balçık çamura saplanmış bir adamın trajedisini anlatıyor. Bir adam,
balçık havuzuna batmış bir başka adamı kurtarmış. Kendi hayatını da tehlikeye
atmış. İkisi de şimdi havuzun kenarında uzanmışlar. Şair kameraya bakıyordu
şimdi. Kurtarılan adam, diğerine “Ahmak” demiş. Bunu neden yaptığını sormuş
kurtarana. Çünkü kendisi orada yaşıyormuş. Şair gülüyor ve kurtaran adamın,
gücenmiş olabileceğini söylüyor. İsmi Angela olan küçük kıza, “Mutlu musun”
diye soruyor şair. Kamera çocuğu gösterdiğinde, kız, “Ne hakkında” diye soruyor
şaire. Hayat hakkında mutlu muydu kız? Mutluydu. Başında beresi olan çizmeli
kız bacak bacak üstüne atıyordu. Şair, “İyi kız” diyor ona. Kamera, yavaşça kız
çocuğuna doğru yaklaşıyordu ardından. Suyun gölgeleri de duvara yansıyordu
gerçeküstücü görsellikle. Kız suya taş attığında, şiir yine duyuluyordu. Ardından
kamera yavaşça, suyun içindeki kaynağa doğru “zum” yapıyordu. “Görüş
bulanıklaşıyor, gücüm iki gizemli adamantin ok/Babamın evinde dokumacıları
duyuyorum/Uzak gök gürültüsü soluyor/Sert kasların dokuları
zayıflıyor/Pulluktaki kırlaşmış öküz gibi/Ve artık gece düştüğünde/Arkamda iki
kanat ışıldamıyor/Parti esnasında, harcadığım bir mum gibi/Şafakta erimiş
balmumumu topla/Ve içinde kime yas tutacağını/Neyden gurur duyulacağını oku/Nasıl,
zevkin son parçasını bağışlayarak/Hafifçe ölmeyi/Ve geçici bir çatının
korumasında/Ölümden sonra yeniden alevlenmeyi/Bir kelime gibi” diyordu. “Adamantin”,
elmas gibi sert ve parlak bir maddeye deniliyordu. Kamera, suyun kenarında uyuklayan
şairi gösteriyor ve ardından sola çevrinme yaparak, Arseni Tarkovski’nin ateşte
bir ucu yanan çeviri şiir kitabını gösteriyordu. Boş votka şişesi de oradaydı. Su
damlalarının sesleri de duyuluyordu. Ardından görüntü sepyalaşıyor ve bir sokak
yansıyor. Şairin rüyasıydı bu. Şair yerden kalkıyor. Yürüyor. Sokakta aynalı
dolabı görüyor. Aynalı dolabı açmak istiyor. Domenico’nun sesi duyuluyordu. “Neden
bunu düşünmem gerekiyor” diyordu ses. Yeterince endişesi vardı. Tanrım, bunu
neden yaptım diyor, Domenico’nun sesi. Onlar onun ailesi, çocuklarıydı, kendi eti
ve kanındandı. “Nasıl yapabildim” diyor Domenico’nun sesi. Yıllar boyu güneşi
görmemek, günışığından korkmak vardı. “Neden bu trajedi” diye soruyordu. Kamera
da, şairin arkasından usulca yaklaşıyordu bu anda. Kamera, şairden sağa doğru
çevrinerek aynalı dolabı gösteriyor. Şair dolabın kapısını açtığında aynadan
Domenico’nun yüzü yansıyordu. Yüzü Beethoven gibiydi. Dolabın kapısını birden
örten şair görüntüye giriyordu ardından. Sonra da kemerli harabe kilise
yansıyordu. Burası çatısız San Galgano manastırıydı. 13. yüzyılda yapılmış bu
mekâna, “Sarnıç Manastırı” da deniliyordu. Tarihi kemerli binanın içinde kamera
sağa doğru sürekli kaymaya başlıyordu. Ardından şair görüntüye giriyordu. Derinlikte
bir kadın sesi Tanrı’ya yakarıyordu. Domenico’yla konuşan kadın sesi de,
“Tanrım, nasıl istediğini görüyor musun” diyor. Ona bir şey söyle diyordu, kadın. Domenico da,
“Ama ya sesimi duyarsa ne olur” diyordu kadına. Kadın, “Varlığını hissettir
ona” diyordu. Domenico, bunu hep yapıyordu, ama farkında değildi o. İkisinin de
konuşmaları dış ses olarak yansıyordu. Domenico’yla konuşan kadın sesi Eugenia’nın
mı, yoksa Maria’nın mıydı? Hiç kimse Maria’nın sesini önceden duymamıştı. Yönetmen
zihinsel bulanıklık yaratıyordu bu kadın sesiyle. Polisiye ruhu gibiydi. Ardından
görüntü renkleniyor. Batık kilisenin içine, suya beyaz kuş tüyü düşüyordu. Kamera,
yanan şiir kitabından sağa doğru çevrinerek gözlerini açmış şairi gösteriyordu.
Roma şehri yansırken, kamera da yavaşça geriye
çekiliyordu. Derinlikte kubbeli katedraller de fark ediliyordu. Kamera, şairi,
şehirden ayrılmak için tarihi otel binasının dışında beklerken buluyordu. Valizi
de dışarıdaydı. Binanın önündeki banka oturuyordu şair. Araba da hazırdı
havaalanına gitmek için. Telefonla aranıyor. Roma’ya daha önce gelen Eugenia,
şairle telefonda konuşuyor. Yeni tanıştığı sevgilisiyle beraberdi Eugenia. Şaire,
Domenico’nun da Roma’da olduğunu söylüyordu. Büyük gösteri yapacakmış. Üç
gündür konuşmalar yapıyormuş. Domenico şairin, yapması gerekenleri yapıp
yapmadığını soruyormuş hep. Vittorio’yla Hindistan’a gidecekmiş Eugenia. Tarkovski
usta bu anlarda zihinsel karışıklık yaşatıyordu bir an. Yabancılaşma hissi
vardı. Şair ve Eugenia, telefonla konuşurken, Vittorio’yla bir kadın ve erkek
yansıyordu. Vittorio karanlık biriydi. Erkekten para alıyordu Vittorio. Sonra
Eugenia yansıyor. Dışarı çıkmak için izin istiyordu Vittorio’dan. Telefonla konuştuktan
sonra dışarı çıkıyor şair. Kendisini havaalanına götürecek gence yolculuğunu ertelemek
istediğini söylüyordu. Tamamlaması gereken bir işi vardı. Şair ondan Bagno
Vignoni’ye götürmesini de istiyordu. Burada birkaç gün daha kalabilmesi için
İtalyan ve SSCB’li yöneticiler de aranması gerekecekti. Beklerken sigara yakan
şair, oraya, Bagno Vignoni’ye dönerek görevi yapmak istiyordu bir önce. Kalbine
de sızı inmeye başlıyordu. Kamera ondan usulca uzaklaşırken, kameraya bakan
şair yabancılaştırıyordu yine.
Domenico, Roma’daki Campidoglio’da toplanmış
insanlara dini söylev veriyordu dünyayı kurtarmak için. Kurt köpeği de yanındaydı.
“Hem aklımdan hem bedenimden aynı anda ayrılamam” diyordu. Kamera, insanlardan
sola doğru kaymaya başlıyordu bu anda. Domenico, bu yüzden tek kişi olamadığını
da söylüyordu. Kendisini aynı anda sayısız şey de olarak hissediyordu. Fazla
büyük usta da kalmamıştı ve zamanımızın gerçek kötülüğü buydu. Kalbin yolları
gölgelerle kaplanmıştı. Yararsız görünen seslere kulak verilmeliydi. Okul
duvarları, asfalt ve refah reklamlarının uzun kanalizasyon borularıyla dolu
beyinlere böceklerin vızıltıları girmeliydi. Herkes, gözlerini ve kulaklarını
büyük bir rüyanın başlangıcı olan şeylerle doldurmalıydı. Birisi piramitlerin
yapılacağını haykırmalıydı. Yapmamanın bir önemi yoktu. O isteği beslemeliydi
ve ruhun köşelerini esnetmeliydi sınırsız bir çarşaf gibi. İnsanlar, dünyanın
ilerlemesini istiyorlarsa, el ele vermeliydiler. Kamera kesmeyle birden
Domenico’yu gösteriyor. Domenico, bronz atlı heykelin üzerindeydi. İS 161-180
yıllarında Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un heykeliydi bu. Aurelius, “staocu”
filozof olarak da biliniyordu. “Piazza del Campidoglio” (Capitol Meydanı),
Michelangelo tarafından tasarlanmış. Domenico, “Sözüm ona sağlıklıları, sözüm
ona hastalıklarla karıştırmalıyız” diyor onu dinleyenlere. Sağlıklı olanların
sağlığı ne anlama geliyordu? İnsanoğlunun bütün gözleri, içine dalınan çukura
bakıyordu. Eğer gözlerinin içine bakmaya, yemeye, içmeye ve onlarla (inanlarla)
yatmaya cesaretleri olmayan, dünyayı yıkıntının eşiğine getirenler, sözüm ona
sağlıklı olanlardı Domenico için. Kamera, yavaşça Domenico’dan geriye “zum”
yaparken, cebinden kâğıtlar çıkartıp atmaya başlıyordu Domenico. “İnsanoğlu
dinle” diyordu. “İçinde su, ateş ve sonra kül, külün içinde kemikler ve kül” dedikten sonra da
kesmeyle kamera Bagno Vignoni’ye gidiyordu. Araba “Azize Katerina” havuzunun
kenarına geldiğinde kamera sola doğru kayarak buharlı sıcak havuzu
gösteriyordu. Kaymayı sürdüren kamera, arabanın diğer sokağa gelişini
gösteriyordu ardından. Şair arabadan iniyor ve havuzu temizleyen işçilere
bakıyordu. Şair havuza girerken, duvar dibinde bisiklet tekerleği ve yerde
bebek İsa heykeli yansıyordu. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaptığında duvarın
üzerinde şişeler, ampul, boş bardak, anahtar, madeni paralar ve seramik sürahi
fark ediliyordu. Bir kadın bardağın içine madeni paralar bırakıyordu ardından. Suyun
içinde bisiklet de vardı ve bir tekerleği yoktu. Ardından duvara kapaklanmış
şair yansıyordu. Mumu çıkarttığında kamera Domenico’nun söylevine gidiyordu.
Vince takılı kamera, Domenico’nun ayaklarından yukarı doğru çıkıyordu. Önünde
de antik atlı heykeller vardı. Jüpiter’in oğulları yarı tanrı kardeşler, Castor
ve Pollux’un beyaz heykelleriydi. “Gerçekliğin içinde veya hayalimde değilken,
ben neredeyim” diyordu. Yeni anlaşması da şuydu: “Geceleri güneşli olmalı ve
ağustosta karlı. Büyük şeyler sona erer, küçük şeyler baki kalır. Toplum
böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli…” Doğaya bakınca da,
hayatın nasıl basit olduğu görülecekti. Bir zamanlar olunan yere dönülmeliydi. Yanlış
tarafa dönülen noktaydı bu. Hayatın ana temellerine geri dönülmeliydi suları
kirletmeden. Deli bir adam onlara, kendilerinden utanmasını söylüyorsa ne biçim
dünyaydı burası! Müziğin çalınmasını istiyor Domenico. Ardından ona, benzin bidonu
veriyor ekibinden biri de. Kamera da yavaşça Domenico’ya yaklaşıyordu. Domenico,
”Anne! Anne!” diyor. “Başının etrafında dolaşan ve güldükçe berraklaşan o hafif
şey havaymış” diye söylüyor Domenico. Bidondaki benzini üzerine boşaltıyor. Teyp
de geliyor müzik için. Domenico çakmağı elinde tutarken, köpeği de hissediyordu.
Domenico yanarken, Beethoven’ın “9. Senfoni”si duyuluyordu. “An die Freude”
(Neşeye Övgü) bölümüydü. Eugenia da geliyordu oraya. Geç kalmış gibiydi. Köpek
de acı acı inliyordu sahibi Domenico yanarken. Yanan Domenico aşağı düştüğünde
ona kimse yardım etmiyordu. Bu trajik bir gösteriydi. Acı çekerken köpeği Zoe’yi
çağırıyordu. Domenico öldükten sonra kamera şairin yanına gidiyordu. Bu anlar
“koşut kurgu”yla yansıyordu. Şair, çakmakla mumu yakıyor. Şair, suyu azalmış
havuzda bir uçtan diğer uca yürümeye başlıyordu. O yürürken de kamera sağa ve
sola doğru kayıyordu bu anda. Havuzun diğer ucuna doğru yürüyor, ama mum
sönüyor. Bunu bir defa daha yapıyor. Yine sönüyor. Sonraki denemesinde
başarıyor. Mumu havuzun basamağına bıraktığında “9. Senfoni” duyuluyordu.
Ardından şair yere yığılıyordu. Kalbi teklemişti. Kamera yanan mumu
gösterdiğinde şairin küçük oğlu siyah-beyaz yansıyordu. Karısı da çocuğun
yanına geldiğinde, şair, kemerli tarihi kilisede su birikintisinin kıyısında
kurt köpeğiyle oturmuş hareketsizdi ve boşluğa bakıyordu. Görüntü yine
siyah-beyazdı. Kamera hafifçe “zum”la geriye çekilirken, kar da yağmaya
başlıyordu. Kır evi çatısız kemerli San Galgano kilisesinin içindeydi. Su
birikintisi, kır evinin az uzağındaki su birikintisini çağrıştırıyordu. Ev ve
gölü çağrıştıran su küçüktü. Özlemi simgeliyordu. İki farklı mekân, tek bir
mekâna dönüşüyordu. Fonda da, Rus halk şarkısı “Kumushki” yine duyuluyordu.
Ateş ve trajediler, ruhun arınması ve yeniden doğuş muydu? Hıristiyanlıkta ateş
imgesi, bu bakışa yakınken, trajedilerle de buluşuyordu. Tarkovski bu filmini
annesine adamıştı bir de.
“Kurban…”
Andrey Tarkovski ustanın ölmeden önce İsveç’te
çektiği son filmi 1986 yapımı renkli ve siyah-beyaz “Offret-Kurban”,
şizofreniye düşmüş bir adamın cinnetini yansıtıyordu. Svenska Filminstitutet’in
sunduğu filmin senaryosunu Tarkovski kendisi yazmış. Filmin görüntüleri de,
Ingmar Bergman ustanın kadim kameramanı Sven Nykvist’tendi. Müzikleri de
İzlandalı kadın besteci Gudrun S. Gisladottir yapmış. Tarkovski ayrıca bu
filminde, Johann Sebastian Bach’ın müziğini de filminin ruhuyla buluşturmuş.
Rüyaların, halüsinasyonların ve gerçekliğin birbirine karıştığı bir filmdi bu.
Bu sekans karmaşasının ortasında insana yolunu kaybettiren özel bir filmdi
ayrıca. Sadece meczup Alexander değil, filmin kurgusu da şizofreninin tam
ortasındaydı. Gerçek anlamıyla paranoid şizofren bir atmosferdi bu. Bu filmdeki
Alexander’le, “Nostalji” filmindeki Domenico birbirini tamamlayacaktı. İki
filmi de görünce bu fark diliyordu.
İsveç’in Baltık’taki adalarının birinde geçiyor
bu trajedi. Ön jenerik yazıları sürerken, Leonardo da Vinci’nin 1481’de yaptığı
tablosu yansıyordu. Görüntüyü, Bach’ın “Erbarme Dich (Matthaus Passion)” müziği
sararken, müziğin içinde Macar mezzo-soprano Julia Hamari’nin ağıtsal sesi de
duyuluyordu. Annesinin kucağındaki çocuk elini uzatmış, yaşlı keşiş de diz çökmüş
ve bebeğe hürmet ediyordu. Kamera yukarı tilt yaparken iki keşiş de görüntüye
giriyordu. Kamera yukarı çıkmaya devam ediyor ve bir ağaç, derinlikte bulanık
olarak Romalı iki atlı seçiliyordu resimde. Ağaç ve çocuk, film için de önemli
simgelerdi. Tablonun ismi de, “The Adoration of the Magi/Üç Kralın Tapınışı”
anlamına geliyordu. Madonna’nın, yani Meryem Ana’nın kucağındaki bebek de
İsa’ydı. Tarkovski usta, bu filminde “öznel kamera” da kullanmış. Bu anlarda
kamera, karakterlerin gözlerindeydi. Tarkovski usta bu “vasiyet filmi”nde
ayrıca değer verdiği ressamlara; Andrey Rublev’e, Leonardo da Vinci’ye ve
dolaylı olarak da “Baba” Pieter Bruegel’e saygı sunuşu da gönderiyordu. 1986’da
39. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Görüntü”, “Ekümenik”, “FIBRESCI” ve “Jüri
Özel” ödüllerini kazanmıştı. Ayrıca 1988’deki 42. BAFTA’da “En İyi Yabancı
Film” ödülünü almıştı.
Bugün doğum günü olan Alexander (Erland
Josephson), deniz kıyısında kuru bir ağaç dikiyor. Yanında da “küçük adam”
dediği oğlu da (Tommy Kjellqvist) vardı. Alexander, ağacı dikerken oğluna bir
hikâye anlatıyor. Ortodoks manastırında yaşlı bir keşiş yaşarmış. Adı da
Pamve’ymiş. Bir yamaca kuru bir ağaç dikmiş. Genç öğrencisi Ioaan Kolov’a, ağaç
canlanıncaya kadar her gün ağacı sulayacaksın, demiş. Ioaan, her sabah bir kova
su doldurup, manastırdan çıkar, dağa tırmanır, kurumuş ağacın dibine su
dökermiş. Üç yıl sürmüş. Koca ağacın etrafında çiçekler açmış. Alexander, “Bir
sistemin kendine göre meziyetleri var” diyor. Küçük oğlundan da aynı şeyi
umuyor. Alexander, “Aynı şey sistemli olarak yinelenirse dünya çok farklı olur.
Bir şeyler değişir” diyor. O sırada postacı Otto (Allan Edwall ) bisikletiyle geliyor yanlarına. Alexander’e doğum günü
için çekilmiş telgrafı getirmiş. Kamera sola doğru kaymaya başlıyor. Alexander
şimdilerde gazeteye makaleler yazarken, üniversitede öğrencilere estetik dersi
de veriyormuş. Aslında o ünlü bir tiyatro oyuncusuydu. Emekli olmuş. Kamera
yana kaymasını sürdürürken, Otto bisikletinde, Alexander ve oğlu da yayalardı.
Otto, Alexander’i itham eder gibi konuşuyor. “Yüzün öyle karanlıktı ki. (…)
Böyle acı çekmen hiç doğru değil. Hiçbir şeyi o kadar çok isteme. Hiçbir şeyi
beklemeyeceksin. (…) Ben hayatım boyunca bir şeyler bekleyip durdum. Tren
istasyonunda bekler gibiydim” diyor. “Hayatı, sahici olanı, önemli olanı
bekleyişti” diye tamamlıyor sonra. Duruyorlar. Otto, oğlana bakarak,
Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabındaki cüceden bahsediyor.
Alexander, bir postacının felsefi sözler söylemesine şaşırıyor burjuva
kibriyle. Kimse fark etmeden oğlan da bisikleti iple bağlamış. Otto giderken,
düşüyor. Alexander, Yuhanna İncilinin yazdığı, “Başlangıçta söz vardı” girişini
mırıldanıyor. İbranice Yuhanna ismine İngilizler John, İtalyanlar Gian,
Fransızlar Jean, İspanyollar Juan, Portekizliler Joao, Almanlar Johann,
Araplarsa Yahya diyorlardı. En başından bu ana kadar tek bir çekimle yansıyor
bu giriş bölümü. On dakika kadar sürüyordu.
Bir araba geliyor. Arabadan, Alexander’in
karısı Adelaide (Susan Fleetwood) ve geçici dilsiz küçük oğlanın tedavisini
yapan Dr. Victor (Sven Wollter) çıkıyor. Alexander ve küçük oğlu Gossen’i eve
götürmek istiyorlar, ama Alexander, oğluyla konuşmak istiyordu. Onlar eve
gittikten sonra Alexander, oğluna bu kıyıdaki kır evini nasıl aldığını
anlatıyor. Oğlu bu evde doğmuş. Oğlan konuşamadığı için Alexander’in
konuşmaları monologa dönüşüyordu. Alexander, “Ölümden korkmasaydık, daha başka
şeyler başarabilir miydik” diye mırıldanıyor. “İnsan hep kendini savundu. Başka
insanlara, doğaya karşı güç kullandı. Sonuç: Güce, şiddete, korkuya ve
bağımlılığa dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil” diyen Alexander,
“Teknik ilerleme nedir” diye soruyor. “Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz.
Vahşiler, maneviyata daha çok önem veriyorlar. Bilimsel buluş mu yaptık, onu
kötüye alet ederiz. Bir âlim, gerekli olmayan şey günahtır demiş. Bu uygarlık o
zaman günahtan ibaret” diye bir şeyler söylüyor. Alexander’in içindeki korku
yaşamanı kuşatmış ve cevapları ilahi kelimelerde arıyordu sanki. “Hamlet’in ne
demek istediğini anladım. Gevezelerden bıkmış” diyor ve telaşla etrafına
bakıyordu. Oğlu etrafta görünmüyordu. Oğlan aniden üstüne atladığında korkudan
çocuğu itiyor Alexander. Çocuğun burnundan kan geliyordu. Ardından Alexander,
“Tanrım bana ne oluyor” diyerek yere yığılıyordu. Siyah-beyaz görüntü yansıyor
ardından. Kamera, yukarıdan aşağı doğru “tilt” yapıyordu bu anda. Mahşer
sonrası bir görüntüydü bu. Her şey harabeye dönüşmüştü. Terk edilmişti. Sular
akıyordu. Bir araba da devrilmişti. Sonra camın yansımasıyla şehir binaları
fark ediliyordu. Ardından da görüntü kararıyordu. Fonda da, Vaxelvis Kulning”
şarkısı duyuluyordu. Seslendiren de İsveçli şarkıcı Karin Edvardsson
Johansson’du.
Sonra röprodüksiyon resim albümü araya giriyor.
Alexander’in resimler karşısındaki hayranlığını dışarı çıkartan kelimeleri
duyuluyordu bu anda. Andrey Rublev’in ikona resimleriydi. Alexander, “Ne derin
incelik” diyordu. Nasıl bir filozof ve maneviyattı bu? Çocuksu masumiyet vardı.
Derinlikle mahremiyet bir aradaydı.
Herkes, Alexander’in doğum günü için evdeydiler.
Tarkovski, finale kadar sürekli gerçeklik ve zihinsel gerçeklik ortasında
insanları bir kaosun içinde bırakıyor. Neyin gerçek, neyin halüsinasyon, neyin
rüya olduğunu kaybeden seyirci, çok geçmeden her şeyi Alexander’in algıladığı
gibi görmeye başlıyordu. Görülen birçok şey tümüyle öyle olmayabilirdi. Gerçek
anlamda seyirci yönünü kaybediyor bu filmde. Salonda, Alexander ayaktaki
Victor’a, berbat bir gün geçirdiğini söylüyor. Kendisi görünmüyordu. Alexander,
kontrolünü kaybettiği bir gün geçirmiş. Elinde Andrey Rublev röprodüksiyon
kitabıyla çerçeveye giriyor ardından. Sandalyeye oturan Victor ona, hayatını
boşa geçirdiğini düşündün mü, diye soruyor pencereden dışarı bakan Alexander’e.
Geçirmemiş. Bu soruyu neden sormuştu Victor? Bir zamanlar böyle duygulara
kapılmış. Ama oğlu doğunca ona bağlandığını söylüyor Alexander. Her şey
değişmiş. Ama bu da birdenbire olmamış. Yavaş yavaş o büyüdükçeydi. Oğluna
bağlanmış Alexander. Biraz fazla mı bağlanmıştı? İçerlediği bir şey de vardı.
Kendisini hayata hazırlamış. Yüksek bir hayataydı bu hazırlık. Felsefe, din
tarihi ve estetik okumuş. Sonra da bunlar ona ayak bağı olmuş. Kendi
iradesiyleydi hepsi. Mutlu muydu? Görüntü, dönemsel filmlerdeki kahverengimsi
renk tonlarını öne çıkartıyordu. Ama sepya gibi değildi. Alexander oturunca
salona Marta (Filippa Farnzen) geliyor. Alexander, kendisine gelen telgrafı
çıkartıyor. Doğum günü için gelmiş. Alexander’in kızı elindeki meyveyi, bacak
bacak üstüne atmış Victor’un dizinin üstüne koyuyordu Alexander konuşurken.
Dostları telgrafı, “Rihardcılar ve Budalacılar” diye imzalamışlar. Burada
Shakespeare’in “III. Richard” oyunuyla Dostoyevski’nin “Budala” romanına
gönderme yapılıyordu. İki eser de trajikti. Eski tiyatro arkadaşlarından gelmiş
telgraf. Bir zamanlar Shakespeare ve Dostoyevski oynamışlar. Kızı, o oyunları
hatırlıyormuş. Kızı sandalyeye oturduktan sonra kırılan beyaz vazoyu ve mavi
çiçekleri hatırlatıyor. Babası ağlamış. Alexander ağlamamış. Rol gereğiymiş bu.
Gözüne sürdüğü şey gözlerini acıtmış. Ardından karısı Adelaide’in sesi
duyuluyor. Alexander, Prens Mişkin rolünde müthişmiş. Adelaide’in elinde çiçek
buketi de vardı. Alexander, o oyunla parlamış, ama bırakmıştı. Adelaide
yürürken, kamera da sağa doğru kayarak onu izliyordu. Alexander, sadece
tiyatroyu değil, her şeyi bırakmıştı. “III. Richard” ve “Budala” onun son
rolleri olmuş. Alexander, “Neden her şeyi dedin” diye soruyordu karısına.
Başarıyı mı demek istiyordu? Kamera bu defa sola doğru kayıyordu. Adelaide
çiçek demetini kızına veriyor. Alexander için tiyatro her şey demek değildi.
Gücü kalmamış. Sahnede utanmaya başlamış Alexander. Başkasını oynamak, başkasının
duygularını taklit etmekten utanmaya başlamış. Sahnede içten olmaktan da
utanmış. Bir eleştirmen de bunu fark etmiş. Bunlar da yavaş yavaş olmuştu.
Alexander, “Bir oyuncunun egosu olmamalı mı” diye soruyor Victor’a. Victor da,
“Kimliği kayıp mı etmeli” diye soruyordu. Alexander, oyuncunun kimliğinin rolün
içinde eriyip gitmesinden söz ediyordu. Alexander, egosunun erimesini
istememiş. Bunda günahı çağrıştıran bir şeyler, bir kadınsılık ve bir zayıflık
varmış. Karısı tepki gösteriyordu buna. Günahı çağrıştıran kadınsılık mıydı?
Karısı onu, oyuncu olarak sevmiş. Oysa o, tiyatroyu bırakmış. Hizmetçi Julia
(Valérie Mairesse) ve Maria (Gudrun Gisladottir) bahçe kapısında yansıyor
birden. Salonda Adelaide konuşuyordu. Adelaide’i oyunculuğuyla etkilemiş, sonra
da Londra’dan buralara getirmiş ve ortada bırakmış Alexander. Büyük bir aktörün
karısı olmak hoşuna gitmiş. Adelaide salondan gidiyordu. Victor da her şeyi
bırakıp gideceğini söylüyor Alexander’e. Marta, Rublev kitabı kucağındayken
pencereden dışarı bakıyor. Victor, Avustralya’daki bir klinikten teklif almış.
Marta, postacı Otto’nun geldiğini söylüyor. Bir şey getirmiş. Adelaide’in sesi
duyuluyor. Julia’nın hayranı Otto gelmiş.
Sahildeki kır evine bisikletiyle Otto da
geliyor. Yanında eski zamanlardan kalma çerçeveli Avrupa haritasını da
getirmiş. Victor, tıpkıbasımı diyordu bu haritaya. Otto da orijinal olduğunu
söylüyor hemen. Otto’nun hediyesiydi bu Alexander’e. Salondaydılar. Victor, burada ne yaptığını soruyor Otto’ya.
Uzun zamandır Otto buralara gelmemiş. Victor ona sigara uzatsa da almayan Otto,
morgdan söz etmeye başlıyor. Bir keresinde morgda otopsi yapılmış bir ceset
görmüş. Hayatı boyunca sigara içmiş adam. Ciğerlerini görünce sigara içmeyi
bırakmış. Otto buralara geleli çok olmamış.
Daha önceleri bir lisede tarih öğretmenliği de yapmış. Emekli olunca da
buraya taşınmış Otto. Kız kardeşi burada yaşarmış. Ölmüş. Otto boş zamanlarında
postacılık yapıyormuş. Maria salona geliyor. Hazırlıkları tamamlayan Maria,
Adeleide’den gitmek için izin istiyordu. Yapılacak işler vardı. Kameraya bakan
Maria, “Tabaklar, mumlar, şarap” diyordu seyirciyi yabancılaştırarak. Dizlerini
hafifçe kıran Maria, saygıyla salondan ayrılıyordu. Otto, Maria’yla komşu
olduğunu da söylüyor. Maria, birkaç yıl önce İzlanda’dan gelmiş. Alexander,
Maria’yı tuhaf bir kadın olarak görüyormuş. Adelaide’i de bazen korkutuyormuş
Maria. Eski Avrupa haritasının önünde diz çökmüş Alexander, insanların dünyayı
buradaki gibi düşündüğü zamanlar ne güzeldi, diyordu. Avrupa’dan çok Mars’a
benziyormuş haritadaki yerler. Gerçekle de hiçbir ilgisi yoktu. Otto, o zaman
da orada insanların yaşadığını söylüyor Alexander’e. Otto çerçevenin
dışındaydı. Sonra Alexander’in yanına geliyor. Üstelik insanlar iyi yaşıyormuş
o zamanlar. Alexander haritayı ortalıktan kaldırmak istiyor. Şimdiki
haritaların da gerçekle ilgisi yokmuş gibi bir duyguya kapılıyormuş. Otto’yla
haritayı taşırken, Otto da, “Hangi gerçek” diyordu. Alexander, sürekli
gerçekten söz edip duruyordu. Gerçek diye bir şey yoktu. Otto, gerçek nedir, diye
de soruyordu. Bakılır, ama görülmezdi. Hamamböceği gibiydi. Hamamböceği bir
tabağın etrafında dönerdi. Bir amacı vardı, ileriye gitmekti. O, tabağın
etrafında döndüğünün farkında değildi. İleri hareket ettiğini sanıyordu. Victor
da, bunun rivayet olabileceğini söylüyor Otto’ya. Otto da, “Her şey olabilir”
diyor. Julia da oradaydı. “Küçük adam” da ortalarda yoktu. Canı sıkkınmış
çocuğun.
Alexander oradan gittikten sonra Victor
Otto’ya, “Kendinize zaman ayırdığınızı söylediniz” diye soruyordu. Ne demek istemişti
Otto? Victor, Otto’nun kelimelerine kuşkucu gibi yaklaşıyordu. “Bir tür”
demekle neyi kastediyordu Otto? Otto, olayları toplardı. Açıklanamayan, ama
gerçek olan olaylardı bunlar. Kanıtları toplamak zamanını alıyordu. Seyahat
etmesi için de para gerekiyordu. Bu yüzden postacılık yapıyordu. Savaşın
başlarınadaki bir olayı anlatıyor Otto. Köningsberg’de oğluyla yaşayan bir
kadından söz ediyor. Königsberg, II. Dünya Savaşı sonrasına kadar Almanya’nın
parçasıymış. Savaştan sonra Rusya topraklarına katılıyor ve şehrin ismi de
Kaliningrad oluyordu. Otto’nun anlattığı olaydaki kadının genç oğlunu askere
almışlar. Bir fotoğrafçıda ana-oğul hatıra olması için fotoğraflar
çektirmişler. Bir an duraksayan Otto, “Çocuk beklenmeyen bir anda cepheye
gönderilmiş” diyor. Birkaç gün sonra da cephede ölmüş. Adelaide de oradaydı ve
trajediye üzülüyordu. Bu karmaşalar içinde kadın, oğluyla çektirdiği
fotoğrafları unutmuş. Adelaide tepki gösteriyordu. Marta da geliyor yanlarına.
Adelaide, kadının fotoğrafları unutmasına öfkeleniyordu birden. Otto için nasıl
unuttuğu önemli değildi. Kadın hiçbir zaman o fotoğrafları almamış. Savaştan
sonra kadın savaş hatıralarından uzaklaşmak için başka şehre taşınmış.
Adelaide, oğluyla olan son fotoğrafını neden almadığını merak ediyordu. O da
bir anneydi. 1960 yılında kadın fotoğraf çektirmek için fotoğrafçıya gitmiş.
Arkadaşı için hatıra fotoğrafı olması için. Kadın, çektirdiği fotoğrafları
almaya gittiğinde, kendi fotoğrafının yanında savaşta ölen oğlunun fotoğrafını
görmüş. Oğlunun on sekiz yaşındaki halindeymiş. Kadın da, son fotoğrafın
çekildiği yaşta görülüyormuş. Adelaide, her şeyin Otto’nun anlattığı gibi mi,
olduğunu da merak ediyordu. Otto, kadınla konuşmuş. Haritanın taşındığı
yerdeydiler şimdi. Julia da oradaydı. Fotoğrafı da görmüş. O fotoğrafta çocuk II.
Dünya Savaşı’nın başladığı ilk zamanlardaki halindeyken, annesi de 1960
yılındaki halindeymiş. Çocuğun doğum ve ölüm belgelerinin kopyaları da
Otto’daymış. Victor kuşkuyla yaklaşıyordu ona. Otto, buna benzer yüzlerce
olayla karşılaşmış. Tam olarak da 284’tü. Kamera, Otto salona doğru yürürken
sağa çevrinme yapıyor. Otto, “Hepimiz körüz” diyordu. Salonda pencereye doğru
giderken aniden yere düşüyor Otto. Bu acılar fazla mıydı? Adelaide ve Victor
yanına gidiyorlar. Victor, nabzını yokluyordu onun. Otto gözlerini açıyor. Otto
hasta mıydı? Bir şeyi yoktu. Sonra
sandalyeye oturuyordu. Kötü bir melek onu yoklamış. Kuşkucu Victor için Otto
şaka mı yapmıştı? Ama şakadan şakaya da fark vardı.
Birdenbire dışarıda. Uzakta bir kadını, Maria’yı
sola çevrinerek takip ediyor kamera. Evin içinde de deprem gibi sarsıntılar
oluyordu. İçeride Julia yansıyor önce. Yüzünde endişe vardı. Salonda da Victor,
Otto, Adelaide ve Marta vardı. Savaş jetlerinin sesleri duyuluyordu. Alexander,
dışarıda evine benzeyen maketine bakarken yansıyordu ardından. Kamera, aşağı “tilt”
yaparak ev maketi gösteriyordu. Sepyaya benzer görüntüyle yansıyordu bu anlar.
Alexander, “Bunu kim yaptı” diyordu. Tanrılar mıydı? Alexander, Maria’yı
ağaçların arasında görüyor. Alexander, Maria’ya da “Bunu kim yaptı” diye
soruyordu. Kadın, “Küçük adam” diye cevap veriyor. Doğum günü için ev maketini
“küçük adam” yapmış. Otto’yla beraber yapmışlar. Çocuk bunu kendi göstermek
istiyormuş. Maria, “Mutlu yıllar” diyerek gidiyor oradan. Kamera, Maria
giderken sağa doğru kayıyordu. Görüntü kararırken, kamera birden “küçük adam”ın
odasına gidiyor. Fonda da, Watazumi Doso Roshi olarak bilinen Watazumido
Shuso’dan “Shin-Getsu” tınısı duyuluyordu. Watazumido Doso Roshi (1911-1992),
Japon bambu flütün ustası olarak anılıyor.
Görüntü siyah-beyazdı. Oğlan odasında uyurken
yansıyor. Pencerenin perdesi de savruluyordu rüzgârdan. Alexander’in sesi
duyuluyordu. Salonda da Otto, filmin ön jeneriğindeki Da Vinci tablosuna
görüyor, tedirgin oluyor. Fonda da müzik devam ediyordu. Otto Alexander’e,
“Duvardaki, nedir o” diyor. Camın arkasında tabloyu tam seçemiyordu. Da
Vinci’nin “Üç Kralın Tapınışı” tablosuydu. Röprodüksiyondu. Otto için uğursuz
bir resimdi bu. Leonardo, her zaman Otto’nun ödünü patlatmış. Otto,
Alexander’in yanından gidiyor. Alexander, yakın çekimle kameraya bakıyordu
ardından seyirciyi yabancılaştırarak. Yüzüne endişe oturmuştu. Salondaki
televizyondan İsveç başbakanın sesi duyuluyordu. Alexander, camın ardındaki Da
Vinci tablosuna yaklaştığında yansıması da cama vuruyordu. Müzik, teypten
duyuluyordu. Alexander teybi kapatıyor. Sesi duyulan başbakan, disiplin ve
asayiş istiyordu yurttaşlardan.
Siyah-beyaz görüntüler devam ediyordu. Sepya
tadı da veriyordu siyah-beyaz görüntüler. Alexander merdivenlerden aşağıya
iniyor sonra. Alexander, merdivenlerden inerken korku filmlerindeki gerilim ve
kasvet vardı atmosferde. Salonda televizyon izliyordu evdekiler. Sağa doğru kaymaya başlayan kamera, onların
yanından geçip giderken, Victor’un yakın çekimle endişe yüklü yüzünü
yansıtıyordu. Televizyon ekranının ışığı yüzüne yansıyordu bu anda.
Gerçeküstücü bir görüntüydü. Yanına Alexander de geliyor. III. Dünya Savaşı,
bir nükleer felâket mi çökecekti insanlığın üstüne? Asayiş önemli ve
hiç kimse bulunduğu yerden ayrılmamalıydı. Yakın çekimle yüzü yansıyan
Alexander, “Hayatım boyunca bunu bekledim. Hayatım uzun bir bekleyişti” diye
mırıldanıyor. Elektrikler kesiliyor. Kamera, sola doğru yürüyen Otto’yu kayarak
izliyordu. Adelaide’e dokunurken, Adelaide öfkeli ve tedirgindi. Hiçbir şey
yapmayacaklar mıydı? Sandalyede oturan Victor’a sığınıyor. Adelaide ağlarken,
Marta da ayağa kalkıyor. Kamera onu sola doğru kayarak izliyordu. Julia da
masadaydı. Marta diz çöküyor. Annesini
sakinleştirmek istiyordu. Korkusunu dışarı çıkartan sadece Adelaide’di.
Paniklemiş gibiydi. Sonra Adelaide, hepsinin kendi suçu olduğunu söylüyor. Bu,
onun cezasıydı. Adelaide, korkuyla paniği yaşarken, Alexander Otto’ya kadeh
veriyordu kendisi de içerken. Adelaide’e Victor iğne yapıyor sakinleşmesi için.
Sonra da divana yatırıyor. Julia da yardımcı oluyordu. Julia iğne vurdurmak
istemiyor. O güçlüydü. Victor, Marta’ya da iğne yapıyordu sonra. Alexander de
iğne istemiyordu. Otto da istemiyordu iğneyi. Alexander dışarı çıkıyor. Sabit
açıdaki kamera onun uzaklaşmasını izliyordu. Salonda Otto da telefon etmeye
çabalıyordu. Telefonlar da kesilmişti.
Divan koltukta uzanan Adelaide de kendine
geliyor, Otto’ya bir şeyler mırıldanıyordu. Neden her şeyin tersini
yapıyorlardı? Birini sevmiş. Başka biriyle evlenmiş. Tarkovski, Adelaide’ın
başucuna yerleştirmişti bu anda kamerayı. Adelaide doğrulunca, “Şimdi anlıyorum.
Kimseye bağlı kalmak istemiyoruz” diyor. Birbirlerini sevince, eşit
sevmiyorlardı. Biri daha güçlü, biri daha zayıftı. Zayıf olan düşünmeden
seviyordu. Bir rüyadan uyanmış gibiydi Adelaide. Başka hayatı geride bırakmış
gibiymiş. Her zaman da direnmiş. Bir şeylerle de savaşmış. İçinde başka biri
varmış ve kendine bırakma, diyormuş. Kendini hiçbir şeye teslim etme, diyor
melankolik ruh halindeki Adelaide. Yoksa ölünürdü. Victor geliyor. “Sonunda
bunu anlaman güzel” diyor merdivenlerden inerken. Ne yapacaklardı şimdi? Kuzeye
arabayla gidebilirler miydi? Sessiz bir yere. Otto, her yer kötü diyor
Victor’a. Nerenin iyi olduğunu bilemezlerdi. Adelaide ayağa kalkıp onu
yanağından öpüyordu. Derinlikte de Alexander yansıyor. Kıskanıyor muydu? Victor
yemeğe kalamayacağını söylüyor Adelaide’e. Marta da merdivenlerden yukarı
çıkıyordu. Marta ne yapacaktı? Adelaide, Julia’dan “küçük adam”ı uyandırmasını
istiyor, ama Julia kabul etmiyordu. Başkasına da izin vermeyecekti. Onu
korkutmaya hakları yoktu. O uyurken çok şey olabilirdi. Tanrı öyle istiyorsa,
olanları anlamazdı çocuk. Adelaide, birine işkence edecekse Alexander vardı.
Adelaide, Julia’nın yanına gidip sarılıyordu. O sırada Alexander, Victor’un
doktor çantasında bir tabanca görüyor.
Siyah-beyaz görüntüler devam ediyordu. “Küçük
adam” uyurken yatakta yansıyor sonra. Yatakta döndüğünde uyanıyordu. Başucunda
da Alexander vardı. Alexander odadan çıkıyor sonra. Ardından Tanrı’ya
yalvarıyor üst kattaki salonda mırıldanarak. Alexander, “Gökteki ulu Tanrım.
İnayetin üstümüze olsun. Yalnız senin dediğin olur. Bizi seversin. Rızkımızı
verirsin. Bizi kötülüklerden korursun. Cennet senindir. Güç. Zafer senindir.
Amin” diyor. Yere oturmuş Alexander ardından, “Tanrım. Bu korkunç zamanda bizi
esirge. Çocuklarımın ölmesine izin verme. Dostlarımı, karımı, Victor’u, seni
sevenleri ve sana inanları, kör oldukları için sana inanmayanları da esirge.
Seni bir an bile düşünmeyenleri de. Çünkü onlar acının ne olduğunu hiçbir zaman
bilmediler” diyor duasında. “Bu savaş sonuncusuydu ve en korkuncu olacak” da
diyor duasında. Bu savaştan ne yenen ne de yenilen kalacaktı geriye. Sahip
olduğu her şeyi, ailesini Tanrı’ya verecekti. Evi yıkacaktı. “Küçük adam”dan vazgeçecekti. Dilsiz
olacaktı. Tanrı’nın her şeyi eskisi gibi yapması için de yalvarıyordu
Alexander. Onu hasta eden bu hayvani duygudan kurtulmasına yardım etmesini de diliyordu.
Tanrı’ya da söz veriyor: “Söylediğim her şeyi yapacağım…” Alexander bir meczup
muydu? Sürünen Alexander, divana uzanıyordu. Marta, yatak odasındayken kameraya
bakıyordu Victor’u yanına çağırırken. Soyunurken çerçeveden çıkıyordu. Kamera,
Victor’un gözlerindeydi. Çırılçıplak soyunmuş Marta’nın aynadan da görüntüsü
yansıyordu. Fonda da, İsveçli soprano Tjugmyr Maria Larsson’dan “Getlock”
şarkısı duyuluyordu.
Siyah-beyaz görüntüler devam ediyordu. Harabeye
dönüşmüş bir ev yansıyor. Alexander sandalyede oturmuştu. Şarkı da devam
ediyordu. Damlayan su sesleri de müziğe karışıyordu. Bu Alexander’in rüyasıydı.
Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparak, yavaşça pencereye yöneliyordu. Yağmur
yağmış ve her taraf çamurluydu. Alexander dışarıdaydı. Yürüyor, çamurlar içinde bir şey görüyor. Bir
başka ev yansıyor. Kamera, evi sağa doğru kayarak yansıtıyordu. Kar yağmıştı. Kamera,
sağa doğru kaymayı sürdürürken, ağacın arkasındaki Alexander fark ediliyordu.
Ardından kamera öne doğru kayarken, yerdeki bozuk paralar, sikkeler fark
ediliyordu. Kamera, paralar üzerinden öne doğru kayarken, ayakları çıplak bir
çocuk görüntüye giriyordu. Alexander, “Oğlum” dedikten sonra çocuk kaçıyordu.
Kamera, Alexander’in gözlerindeydi. Kamera, öne doğru kaymaya devam ederken,
birden rüzgâr çıkıyordu. Tarkovski usta, hem “Solaris”te hem “İz Sürücü”de hem
de “Kurban”da madeni paralar gösteriyordu sıkça. Bu üç filminde de paralar rüya
anlarındaydı. Bunların anlamı neydi? Hollandalı ressam “Baba” Bruegel’in
1558’de yaptığı “İkarus’un Düşüşü” tablosuna gönderme miydi bu? Tabloda,
tarlasını pullukla süren kırmızı elbiseli çiftçinin kını içindeki kılıcın
yanında para kesesi de fark ediliyordu. Bruegel, yaptığı eserlerinde Hollanda
atasözlerinden de yararlanan bir ressamdı. Kılıç ve para kesesi, bir atasözüne
gönderme yapıyordu. Para ve kılıç, iyi ve ehil insanların elinde bulunmalı,
diyordu bu Hollanda atasözü. Denizin içine düşen ve sadece bir bacağı fark
edilen İkarus’a ne çiftçi ne çoban ne de balıkçı dikkat ediyordu tabloda.
İkarus’un düşüşü, kibrin de düşüşüydü. Tarkovski usta da, bu tablodan ilham
alarak birçok şey anlatıyordu belki de.
Alexander, yukarı kattaki salonda yattığı
divandan doğrulurken hâlâ gözleri kapalıydı. Gölge yüzünden çekildiğinde,
renklenen görüntüyle Otto yansıyordu birden. Camın ardındaki Da Vinci’nin
tablosuna yakından bakıyordu Otto. Ardından camın yansımasında Alexander görülüyordu
ve gidiyordu. Alexander, Otto’nun yanına geliyor. Otto uyandırmıştı onu. Otto,
“Son bir şansımız olduğunu söyleyecektim” diyordu Alexander’e. Nasıl bir şanstı
bu? Maria yapabilirdi bunu. Otto, Maria’yı ikna etmesini söylüyor. Yukarı
kattaki salondaydılar. Alexander kadehlere içki dolduruyor. Elektrikler de hâlâ
kesikti. Otto, diğerlerinin aşağıdaki masada olduklarını söylüyor Alexander’e.
Otto bir tıkırtı duyunca gaz lambasını söndürüyor birden telaşla. Otto
gizemliydi. Alexander de hemen Maria’nın yanına gitmeliydi. Alexander, Otto’nun
hangi Maria’dan söz ettiğini de anlayamıyordu. Hizmetçi Maria’ydı. Maria, gölün
karşı kıyısındaki çiftlikteydi. Kilisenin arkasındaydı. Alexander, Maria’nın
nerede oturduğunu biliyordu. Bu anlarda geçen konuşmalar gerçekten öğreticiydi.
Öncelikle iletişim için. Basit açıklamayla anlatılacak bir şey birden içinden
çıkılmaz bir şeye dönüşebiliyordu. Otto, divanın önünde yere çöküyor birden.
Alexander de yere oturuyordu sonra. Dışarıdan bir ses duyuyorlar. Müzik sesi miydi?
Alexander neden Maria’nın yanına gidecekti? Bütün bunların sona ermesi içindi.
Bütün bu olanların bitmesi için Alexander’in Maria’yla yatması gerekiyormuş.
Maria’yla yattığında bütün bu olanlar bir daha olmayacaktı. Çılgınlık, diyen
Alexander gülmeye başlıyor. Otto’ya göre Alexander bir şey anlamıyordu. Bu bir
gerçekti. Kutsal bir gerçekti. O bir büyücüydü. Olumlu anlamda büyücüydü.
Otto’nun, Nietzsche’ye özgü şakalarından biri miydi bu? Ayağa kalkan Otto
gitmek istiyordu. Alexander’e kafasının içindeki sorunları anlatamamıştı. Otto,
bisikletini de Alexander’e bırakacaktı. Alexander’in evden sessizce çıkması iyi
olurdu. Otto balkona merdiven de dayamış. Kamera sola doğru kayarak Otto’yu
izliyor bir an. Otto konuşurken, boy aynasından da yerde oturan Alexander
yansıyordu. Alexander de ayağa kalkıyor, sonra da sandalyeye oturuyordu. Otto, giderken, “Ben, Piero della
Francesca’yı tercih ederim” diyordu. Della Francesca (1416-1492), Rönesans
ressamıydı. Perspektif konusunda çok çalışmış bir ressamdı. Otto gittikten
sonra kamera, sağa çevrinme yaparak boy aynasını gösterirken, Alexander
sandalyeden kalkıyordu.
Kamera,
camdan yansıyan ön jenerikteki Da Vinci tablosundan geriye doğru
çekilmeye başlıyordu ardından. Kamera dışarıdaydı ve camdan rüzgârda dalları
sallanan ağaç yansıyordu. Alexander, pencerenin önüne gelince, onun da
yansıması cama vuruyordu.
Görüntü siyah-beyaz olurken, Alexander de
dışarıdaydı. Kamera, arkadan gösteriyordu Alexander’i. Zihninden mi, yoksa gaipten mi geldiğini
bilmediği bir ses duyuyor. Ses, “Anladığım kadarıyla Alexander, kişinin
kendisini özgür iradesiyle bir sanat eserine dönüştürmesinin insana özgü bir
şey olduğunu söylemek istedim” diyor. Şiire ilişkin bütün çabaların ürünü,
şairden o kadar uzaktır ki, onun bir insan elinden çıktığına inanmak güç olur,
diyordu ses. Aktör için bunun tam tersi geçerliydi. Ardından, “Aktörün kendisi,
kendi yarattığı bir sanat eseridir” diyor. Alexander, balkona dayalı
merdivenlerden aşağıya inerken, kamera da aşağı “tilt” yaparak masanın üstündekileri
gösteriyordu. Kâğıtlar, açık bir kitap, bir yumurta ve bir içki kadehi vardı.
Alexander salondaydı şimdi. Palto giyiyordu.
Victor’un masanın üzerinde duran çantasından tabancayı alıyordu sonra.
İçerideki merdivenden yukarı kata çıkıyor. Sessizce, duvara yaslanmış
merdivenden iniyor. Ardından kamera sağa doğru kayarak, dışarıda masada yemek
yiyen aileyi gösteriyordu. Saklanan Alexander, gizlice uzaklaşıyordu oradan.
Julia da aileyle beraber yemek masasındaydı.
Kamera sağa kayarak onu izliyordu. Alexander,
bisiklete biniyor ve patika yolda giderken düşüyordu. Fonda bir an “Getlock” tınısı
duyuluyordu bu anda. Geri dönmek istiyor, ama sonra vazgeçiyordu Alexander.
Ardından kamera, sağa doğru çevrinme yapıyor. Ağacın yanında Beyaz araba
duruyordu, terk edilmiş gibiydi. Kapısı açık arabadan beyaz çarşaf da fark
ediliyordu. Alexander bisikletle kilisenin arkasındaki çiftlik evine benzer eve
gidiyor. Maria, Alexander’i içeri alırken koyunlar da koşuyordu dışarıda.
Rahibe resmi çiziminin üzerinde İsveççe bir
yazı fark ediliyordu hemen. “En güzel güller dikenler arasındır” yazıyordu.
Kamera, resmin üzerinden sağa çevrinme yapıyor. Maria münzevi bir hayatın
içindeydi. Bu büyükçe mekân hem salonu hem yatak odasıydı onun. İçeride dini simgeler
de göze çarpıyor. Çerçeveli siyah-beyaz fotoğraflar da vardı Maria’nın
geçmişine ait. Maria, rahibe hayatı yaşıyordu sanki. Görüntüler sepya
tadındaydı. Kamera, ikisi içeri girdiğinde, masanın yanında ikisini bir
bütünmüş gibi algılatıyordu bir an. Alexander, Maria’nın arkasında kaybolmuş
gibiydi. Alexander buraya ne için gelmişti? Neden konuşmuyordu? Maria,
Alexander’den uzaklaşınca, Alexander’e bir şey yaptıklarından şüpheleniyor.
Sandalyeye oturan Alexander de ona, televizyonunu soruyordu. Maria’nın küçük
televizyonu bozulmuş. Maria, Alexander’in elindeki yarayı fark ediyor. Sonra da
temizliyor. “Solaris” filminde Kris’in yarasını annesinin temizlemesini
hatırlatıyordu. Benzer porselen beyaz sürahi ve büyük çanak da benziyordu.
Alexander, sabunla elini yıkıyor. Ardından Alexander orgun başına oturup
çalmaya başlıyordu. Çocukluğundan beri bu prelüdü çalıyormuş Alexander. Annesi
severmiş. Alexander sonra geçmişinden bir olayı anlatıyor Maria’ya. Alexander
yeni evlendiğinde annesi yaşıyormuş. Hasta annesi küçük bir kulübede
yaşıyormuş. Bahçesi bakımsızmış. Pencere kenarındaki Alexander, annesinin evden
pek çıkmadığını söylüyor. O harap bahçenin ortasında kendine özgü güzelliği de
varmış. Şimdi ne olduğunu da anlıyormuş. Hava güzel olduğunda annesi pencerenin
kenarına otururmuş bahçeyi seyretmek için. Bir ziyaretinde ortalığı düzeltmeye
karar vermiş Alexander. Çimenleri kesip otları yakacakmış. Ağaçları da
budayacakmış. Bahçeyi kendi zevkine göre düzenlemek istemiş. İki hafta boyunca
bahçeyle uğraşmış. Annesinin durumu giderek kötüleşmiş. Yatalak olmuş. O,
annesinin yine pencere kenarına oturup bahçenin yeni halini görmesini istemiş.
Temiz elbiseler giyip, tıpkı annesinin yaptığı gibi bahçeyi seyretmiş.
Manzaranın tadını çıkarmak için pencereden baktığında, gördüğü başka bir
şeymiş. Güzellik nereye gitmişti? Doğallık neredeydi? Manzara iğrençmiş. Her
yerde şiddet izleri varmış.
Yatağın üzerinde oturan Maria ağlıyordu. Kız
kardeşinin gençliğini de hatırlıyordu Alexander. Kız kardeşi saçlarını berberde
kısacık kestirmiş. Saçları çok güzelmiş. Lady Godiva gibi toprak sarısıymış. İS
990’da doğan ve 1067’de ölen Britanya Mercia Kontesi Lady Godiva’nın da saçları
çok uzunmuş. Lady Godiva, çırılçıplak ata binip üzerini uzun saçlarıyla
örtermiş. Alexander’in kız kardeşi mutlu olarak eve gelmiş. Babası onu öyle
görünce ağlamış. Annesinin bahçesine de mi aynısı olmuştu? Maria, “Ya anneniz”
dediğinde duvar saati sesi duyuluyordu. Alexander’in yüzüne endişe çökmüştü.
Saat tik takı duyuluyordu. Öğleden sonra üç olmuştu. Zamanları kalmamıştı.
Maria, “Ya anneniz, o da gördü mü” diye soruyor Alexander’e. Yatağa kapaklanan
Alexander, Maria’ya “Uyuyamıyorsun” diyor. Ne demek istiyordu? Ardından “Beni
sevebilir misin Maria” diyordu Maria’ya. Ne demekti bu? Başını Maria’nın dizlerine
koyan Alexander, “Yalvarırım sev beni” diyor. Onu kurtarmasını istiyordu
Maria’dan. Herkesi de kurtaracaktı bu sevgiyle Maria. Onun, Maria’nın kim
olduğunu da biliyordu. O, söylemiş. Maria onun evine gitmesini istiyor.
Alexander’in konuşmalarından hiçbir şey anlamış mıydı Maria? Ardından
Alexander, tabancayı çıkartıp başına dayayıp “Bizi öldürme” diyor. Maria
masanın yanındaydı şimdi. Maria’nın, onları kurtarmasını istiyordu. Maria,
“Neden” diye soruyor Alexander’e. Sarsıntı oluyor. Jet sesleri duyuluyor.
Karısının Alexander’i incittiğini söylüyor Maria. Korkutmuş muydu karısı?
Soyunuyorlar. Maria, her şey yolunda, diyerek onu öpüyordu şefkatle. “Getlock”
şarkısı duyulurken, çarşaf altında birbirlerine sarılmış Maria ve Alexander
yukarı doğru kalkıyordu bu gerçeküstücü anda. Yatak üzerinde dönmeye
başlıyorlardı sonra. Alexander ağlamaya başlayınca, “Her şey düzelecek” diye de
teskin ediyordu Maria. Sanki bir tablo gibiydi bu görüntü. Ustanın, “Solaris”
ve “Ayna” filmlerini hatırlatıyordu bu havaya yükselme sahnesi.
Ardından siyah-beyaz mahşer görüntüsü
yansıyordu. Filmin başında görülen mahşer mekânıydı burası. İnsanlar, devrilmiş
arabanın etrafından kaçışırken, kamera yine aşağı doğru” tilt” yapıyor, camın
yansımasından binalar fark ediliyordu. Fonda da “Getlock” şarkısı ve Watazumido
Shuso’nun “Neza no Shirabe” tınısı duyuluyordu üst üste. Tıpkı görüntünün
üzerinde Alexander ve Maria’nın seslerinin duyulduğu gibi. Aşağı doğru giden
kamera, yüzüstü uzanmış bir çocuğu yansıttıktan sonra, Alexander’in “küçük
adam”la gittikleri ağaçlıklı yerde, Alexander yerde uzanmışken, karısı da
yanında oturuyordu. Alexander’in uzun rüyası mıydı bu? Yönetmen zihinsel
bulanıklar yaşatıyordu.
Ön jenerikteki Da Vinci tablosu araya giriyor.
Görüntü renkleniyor. Görüntü, zincirlemeli geçişle beyaz tavukları kovalayan
çırılçıplak Marta’yı gösteriyordu. Kamera, sağa doğru kayınca Adelaide’i
gösteriyordu. Üst katta divanda Alexander uyuyordu. Fonda da sadece “Neza no
Shiraba” tınısı duyuluyordu. Alexander, “Anne” diyerek uyanıyor. Ayağa kalkan
uyku sersemi olmuş Alexander dizini piyanoya çarpıyordu. Alexander topallıyordu.
Alexander dolabı açıyor. Dolapta teyp, çay fincanı, kadeh ve bir ayna vardı.
Aynadan Alexander’in yüzü yansıyordu. Ruhu ikiye bölünmüş gibiydi. Teybi kapattıktan
sonra dolabı kapatıyordu. İçkisini içen Alexander, siyah telefonun ahizesini
kaldırıyor. Telefon çalışıyordu. Yazıişleri müdürünü arıyordu. Kaos ortamı her
yere sıçramıştı. Alexander’in en büyük korkusu nükleer savaştı. Bu korkuyu tüm
hücrelerindeydi. Siyah röpdeşambrını giyen Alexander, balkona dayalı
merdivenlerden aşağıya iniyordu. Rahibi andırıyordu şimdi. Tarkovski usta bu
anda zihinsel bulanıklık yaşatıyordu. Rüyayla gerçek iç içe mi geçmişti? Zihni
karıştıran bir gerçeküstücülük müydü bu? Alexander merdivenlerden inerken, aile
yine dışarıdaydı. Usta seyirciye zihinsel bulanıklar içinde “dejavu” mu
yaşatıyordu?
Annesine seslenen Marta’nın sesi duyuluyordu
Alexander merdivenlerden inerken. Sabahtı. Victor Avustralya’ya gidecekti.
Kamera, sağa doğru kayarken Alexander eve giriyordu. Kamera, dışarıdaki
Adelaide’i çerçevenin içine alıyordu ardından. Marta ve Victor da oradaydı ve
görüntünün dışındaydılar. Adelaide, kameraya bakarak “Ne zaman karar verdin”
diyordu Victor’a. Alexander, merdivenlerden inerken, kamera da Victor’un
gözlerindeydi o anda. Tarkovski, gerçek zamanlarda kamerayı ikinci defa
Victor’un gözlerine yerleştirmişti. Victor, “kamera-göz”den ayrılınca,
Adelaide’in bakışları da onu izliyordu. Kamera şimdi yönetmenin gözlerindeydi. Adelaide
öfkeliydi. Julia da oraya geliyor. Victor, neden Avustralya’yı seçtiğini
bilmiyormuş. Kamera sağa kaymaya başlayınca Victor çerçeveye giriyordu.
Masadaydılar. Victor gidince onlara ne olacaktı? Victor yorgundu sadece.
Victor, hepsinden bıktığı için gidiyormuş uzaklara. Bakıcılıktan usanmıştı.
Kamera purosunu yakan Victor’dan ayrılıyor ve sağa çevrinerek evin içindeki
Alexander’i gösteriyordu. Cinnetin ortasındaki Alexander dışarı çıkıyor,
saklanıyor. Ardından görüntüye, annesine sitem eden Marta giriyordu. Marta,
Victor’un gitmesine izin vermeyeceğini söylüyor. Victor’a âşık mıydı, yoksa
sadece yatak arkadaşı mıydı? Saklanarak giden Alexander, bisikletin yanına
geliyor. Uzaktan aile yansıyordu. Victor, dostu Alexander’i bırakabilir miydi?
Victor’a göre, Alexander’in ailesi ve güzel bir evi vardı. Oğlu da vardı.
Kamera, sola doğru kayıyordu onları gösterirken. Kamera, hangarın kapısındaki
Alexander’in yanında duruyordu. “Küçük adam”ı merak ediyordu Alexander. Kızı
Marta, Alexander’in aileye bıraktığı notu okuyordu. Notunda, kötü uyuduğu için
uyandırmayın demiş Alexander. Kapısı da kilitliymiş. Oğlan da Japon ağacını
gösterecekmiş. Notun tarihiyse, 19 Haziran 1985’ti. “Beni bağışlayın” demekle Alexander
ne ima etmişti? Marta tedirgin oluyordu. Adelaide de, saati neden yazdığını
merak ediyordu. Alexander’i tanıyorlar mıydı? Victor, Alexander’in sıcaklığının
hepsine yeteceğini söylüyordu, Marta’nın “Babamı iyi tanırsın” sözüne karşı.
Victor, Marta’nın babasına karşı içinde sıcaklık olup olmadığını soruyor. Notu
Marta’dan alan Adelaide kızına, biraz kül bulmasını söylüyor. Bardağın içine
kül ve şarap koyup içmesini istiyor. Bunu yaptığında hayat boyu hatırlayacaktı
Marta. Ardından Adelaide ve Victor çerçeveden çıkıyorlar dolaşmak için.
Adelaide bir rüya görmüş. Sokaklarda dileniyormuş. Julia, oğlanın odasında
olmadığını söylüyor telaşla. Hepsi beraber yürüyüşe çıkıyorlar. Oğlan Japon
ağacının yanında olabilirdi. Kamera, sağa doğru kayarak onları izliyordu.
Adelaide, sabah teybe Alexander’in çok sevdiği Japon müziklerini koymuş, ama
beğenmemiş kocası. Alexander, oğlanla kendisinin önceki hayatlarında Japon
olduklarını söylemiş. Marta da, babasına birinin bu hayatta ne yapacağını
söylemesini diliyordu. Victor’a göre, Alexander için her şeyin kolay yoluydu
bu. Alexander, onlar geçerken hangarın orada saklanıyordu. Adelaide de
Victor’dan hayatı kolaylaştıran bir şeyler istiyordu. Victor için Adelaide’in
bütün planları bu hayata yönelikti. Kamera, sola kayarak eve doğru giden
Alexander’i takip ediyordu.
Salona giren Alexander Victor’un tabancasını
çantaya koyuyordu. Çantayı alıyor ve siyah arabaya bırakıyordu. Sonra içerideki
masanın üzerini toparlayan Alexander, masanın üzerine sandalyeleri yığıyordu.
Sonra da siyah arabayı evin uzağına sürüyor. Kamera, sandalyelerin yığıldığı
masayı gösteriyor. Alexander kibritle sandalyelerin üstündeki beyaz çarşafı
tutuşturuyor. Ardından Alexander teybi açıyor ve Watazumido Shuso’dan
“Dai-Bosatsu” tınısı duyuluyordu. Balkondaki
Alexander, Tanrı’ya verdiği sözü gerçekleştiriyordu. Yukarı kattaki Alexander,
merdivenlerden aşağıya iniyordu ardından.
Cinnetinin sonucunu, alevler sardığı evinin
yanışını yerde oturmuş izliyordu Alexander. Japon tınısı da devam ediyordu.
Alexander ayağa kalkıyor ve kamera da genel çekimde sağa kayarak onu takip
ediyordu. Adelaide, Marta, Victor ve Julia Alexander’e koşarken yansıyorlardı
derinlikte. Alexander Victor’a, kendisinin yaptığını söylüyor. Adelaide,
Alexander’in başını göğsüne yaslıyor. Telefon zili duyulunca Alexander, yanan
eve doğru yöneliyor. Marta da evin yanışıyla yıkılmıştı. Alexander, Maria’ya
görüyor. Karşısında diz çöküyor şefaat için. Maria, Bakire Meryem’i mi
simgeliyordu? Victor ve Adelaide de koşarak yanlarına geliyordu Alexander diz
çökünce. Onu Maria’dan uzaklaştırıyorlardı. Onlardan kurtulan Alexander,
Maria’nın yanına gidiyordu yine. Maria’dan uzak tutmak istiyorlardı
Alexander’i. Maria, “Ne istiyorsunuz ondan” diye soruyordu onlara. Kamera, sağa
doğru kayarak Alexander, Victor ve Adelaide’i gösteriyor. Cankurtaran
(ambulans) gelmişti. Alexander’i cankurtarana bindirmeye çabalıyorlardı.
Alexander’i akıl hastanesine götüreceklerdi. Derinlikte bisikletle gelen Otto
da fark ediliyordu. Alexander, onların elinden kurtulmayı deniyor çabalarıyla.
Sonunda cankurtarana biniyordu Alexander. Cankurtaran, Maria’nın olduğu yerden
geçiyor sonra. Cankurtaran giderken, kamera sağa doğru kayarak Otto’nun
bisikletiyle giden Maria’yı izliyordu. Sağa kayarak Maria’yı izleyen
kamera, Maria çerçeveden çıktıktan sonra sağa çevrinme yaparak cankurtaranı,
aileyi ve yanan evi yansıtıyordu. Beyaz araba da yanıyordu. Adelaide de yanan
eve doğru yürüyordu bu anda. Yere çöküyordu ağlayarak. Yanına diğerleri de
geliyordu. Travmaları trajikti. Bu anlar uzun ve tek çekimle yansıyordu.
Cankurtaran Japon ağacının oradan geçip
gidiyor. Kamera, küçük oğlanın kuru ağacı sulamasını yansıtıyordu. Fonda da,
Karin Edvardsson Johansson’un söylediği “Farlock, Getlock, Kalvlock” şarkısı
duyuluyordu. Maria bisiklette cankurtaranın yoluna çıkmaya çabalıyordu.
Cankurtaran, “küçük adam”ın da yanından geçip gidiyordu ardından. “Küçük adam”,
ağacın dibine su döktükten sonra, Bach’ın “Erbarme dich, mein Gott (Matthaus
Passion)” müziği duyulmaya başlıyordu. Aynı müziğin içinde mezzo-soprano Julia
Hamari’nin sesi de duyuluyordu. Bach’ın
“Arbarme Dich” müziğindeki sözler, “Erbarme dich, mein Gott (Merhamet et
Tanrım)/Um meiner Zahren willen! (Akan gözyaşlarımın hatırına!)/Schaue hier, Herz
und Auge (Bak işte, ağlıyor kalbim ve gözlerim)/Weint vor dir bitterlich (Huzurunda acı içinde)/Erbarme dich, mein
Gott (Merhamet et Tanrım)” diyordu. Bach’ın müzikleri, yönetmenin ruhu oldu
hep. Genel çekimle yansıyan Maria, bisiklete binip uzaklaşıyordu patika yoldan.
Çocuk da, ağacın dibine sırtüstü uzanmıştı. Konuşmayan çocuğun dudakları
kıpırdamaya başlıyordu. Başlangıçta söz vardı, diyen çocuk,“Neden o, baba” diye
de soruyordu. Tanrı’yla konuşuyor gibiydi. Çocuk İsa’ydı o sanki. Ardından
vince takılı kamera ağaca tırmanır gibi yukarı çıkıyor ve denizi gösteriyordu.
Usta bu çekimi daha önce de “İvan’ın Çocukluğu” filminin girişindeki rüya
sahnesinde kullanmıştı. “İvan’ın
Çocukluğu” filmindeki gerçeküstücü finalinde İvan da çocuk İsa’ya dönüşüyordu. “Kurban” filmdeki bu son sahne, Da Vinci
tablosunun ruhuna da dokunuyordu. Tarkovski, bu son filmini oğlu Andrjusja’ya
(Andryuşya’ya) adamıştı. Umut ve güven dilekleriyle beraber.
BİR BELGESEL…
“Zamanda Yolculuk…”
Tarkovski ustanın,
“Nostalji” filmine başlamadan önce şair, yazar ve senarist Tonino Guerra’yla
mekânlara ve sanatlara yolculuğun belgeseliydi bu. Genius-Rai’nin sunduğu 1983
yapımı renkli ve siyah-beyaz “Tempo di Viaggio-Zamanda Yolculuk” belgeseli
gerçek anlamda sanatsal bir keşif yolculuğuydu. Tarkovski ve Guerra’nın ortak
çalışmasıydı bu belgesel. Belgeselin kameramanı da Michelangelo Antonioni
ustanın 1975 yapımı “The Passenger-Yolcu” filminin büyük kameramanı Luciano
Tovoli’ydi. Bu büyük kameraman, Hollywood’da film çeken Tahran doğumlu
İsviçreli yönetmen Barbet Schoeder’le çalıştı daha çok. Guerra da Antonioni’nin
1960 yapımı siyah-beyaz “L’Avventura-Macera” filminde ortak senaryo yazarı
olarak sinemaya ilk önemli adımını atmıştı. Ortak senarist olarak Antonioni’nin
1961 yapımı siyah-beyaz “La Notte-Gece” ve 1962 yapımı siyah-beyaz
“L’Eclisse-Batan Güneş” filmleri de geldi peş peşe. Bu işbirliği hep sürdü.
Antonioni’yle 1964 yapımı renkli “Il Deserto Rosso-Kızıl Çöl” ve 1966 yapımı
renkli “Blow-Up-Cinayeti Gördüm” gibi iki önemli film daha vardı. Guerra,
Federico Fellini’yle de çalışmıştı. Guerra, 2012’de 92 yaşında vefat
etti.
Bu belgesel, “Nostalji”
filmi için mekân arayışlarını yansıtıyor. Girişse kiliseyle oluyor belgeselde.
Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak genel çekimde kiliseyi yansıtıyor. Kamera,
geriye doğru “zum” yapınca görüntüye başka binalar da giriyor. Kamera bir eve
doğru yöneliyor. Kamera, Tonino Guerra’nın evine gidiyor. Sabah. Evde birçok
eşya beyazdı. Eve Andrey Tarkovski geliyor. Guerra ve Tarkovski birbirlerine
önadlarıyla hitap ediyorlar. Belgeselde, bir anlamda şimdiki an, gezilen
yerlerde geriye dönüş gibi. Bir de belgeselde Tarkovski Rusça, Guerra da
İtalyanca konuşuyordu.
Andrey, bahçeye çıkan
kapıyı açıyor ve “Yiyecek bir şeyler var mı”, diyor Tonino’ya. Bahçeye çıkan
kot takımları giyinmiş Andrey beyaz sandalyeye oturuyor. Kapının
önünde beyaz koltuğa oturan Tonino, şiir yazdığını söylüyor Andrey için. Akşam
yazmış. Şiirini okuyor. Şiirde, “Bir evin ne demek olduğunu bilmiyorum/ Bir
ceket mi?/ Ya da şemsiye,/ Eğer yağmur yağarsa./ Şişelerle, yırtık pırtık
giysilerle, tahta ördeklerle, perdelerle, vantilatörle doldurdum içini./ Sanki
hiç ayrılmak istemiyorum./ O zaman bir kafes uğrayan herkesi esir eden./ Senin
gibi bir kuşu bile,/ Kardan kirlenmiş./ Ama birbirimize söylediğimiz/ O kadar
açık ki,/ Sır olarak kalamaz…” Andrey “Güzel” diyor. Bu şiiri çok hüzünlü
buluyor. Tonino, “Hayır, bize umut veriyor” diyor. Her şey iyi olacaktı.
Tonino, çalışma planı yapmış senaryoyu yazmak için. Sonra telefon zili çalıyor.
Arayan bir başka usta Antonioni’ydi. Andrey, “Selam söyle” diyor. Kamera,
tavanda asılı ampulden aşağı “tilt” yapınca bahçe yansıyor. Beyaz masanın
üzerinde bir kafes fark ediliyor. Bir de açık kitap vardı. Andrey, “Bana
söylediğin şeyle ilgili çok düşündüm” diyor Tonino’ya. Kafası karışıktı
Andrey’in. Dün gördüğü şeyleri bir hafta önce görmüş Andrey. Sokak yansıyor
birden. Kamera da öne doğru kayıyor. Her şey birbirine girmiş. Zaman ve uzay
gibiydi her şey zihninde. İtalya için perspektif derinliği algılama yeteneği
daha bulunamadı gibi hissediyorum, diyor Andrey.
Sokakları yansıtan kamera
sonra kıra gidiyor. İkisinin konuşmaları dış ses olarak duyuluyor. Uzaktaki
ağaçlar fark ediliyor. Andrey, “Düzlükte duran o ağaçları gördüğümüz zaman bu
manzara bana bir şekilde Rusya’yı ve onun arazilerini hatırlattı” diyor.
Sorrento ve Güney İtalya dışında Andrey’i etkileyen görüntü neydi? Yolculuğun
başında biraz tuhaf hissetmiş. İtalya’nın güneyinde söz edilen görüntü yansıyor
birden. Amalfi’ydi burası. Salerno Körfezi’nde bir kasabaydı Amalfi. Turistler
içinmiş orası. Andrey’e rahatsızlık vermiş. Andrey ve Tonino kayalıklar
üzerinden aşağıya bakıyorlar. Kıyıda kayıklar da vardı. Onlar merdivenlerden
inerken kamera da sağa çevrinme yaparak körfezi yansıtıyordu.
Yine Tonino’nun evindeydiler.
Bahçede konuşuyorlardı. Tonino, “Lecce’nin barok yapısı eşsiz ve gelişmiş”
diyor. Andrey sandalyede otururken, Tonino da ayaktaydı. Lecce’nin mimarisi
yalınmış. Tonino, Lecce’nin taşından söz ederken kamera da Lecce’ye gidiyordu.
Arabanın içindeki kamera, öne kayar gibi şehrin dışından görüntü düşüyor. Sonra
da barok kilise yansıyor. Lecce taşları yumuşak ve dayanıklıymış. Etkileyici
barok katedralin önündeydiler. 1689’da açılmış bu katedral. Bilgi de
alıyorlar. Burası antik kiliseymiş. 48 kolonu varmış. Onlar sokakta konuşurken
kamera da kapıya doğru kayıyor ve içeri giriyor. İçerideydiler. Ayrıca burada
Dante’den önce var olan yazınsal kültür varmış. Katedralin içinden görüntüler
de yansıyor. Katedral hakkında bilgi veren görevli, “Hindistan, İran, Mısır,
Mezopotamya, İskandinavya, Helenistik Platon ve Augustine’e ait bir İncil” var
diyor. Platon (İÖ 427-İÖ 347), çok az insanın bilgi ve iyiliğe sahip olduğunu
söylerken, St. Augustine de (İS 354-İS 430), gerçeğe, iyiliğe veya mutluluğa
erişebilmesi için insancıl insanın gücüne inanmıyor. Bunun için Tanrı’nın
yardımına ihtiyacı olduğunu düşünmüş. Kamera, yerdeki mozaikleri üzerinden
kayarak yansıtıyordu. Görevli, “Tüm kültürlerde gerçek olan bir şey var.
Kendilerini geliştirmek için, dini ve politik inançlarına bağlı kalmak için
insanlar diğer kültürlerden ne gerekiyorsa alıyorlardı” diyor. Hiçbir ideoloji
olmadan tüm kültürlerle iletişimi sürdürüyormuş kilise. Arabadan Lecce yansıyordu
sonra.
Yine evin bahçesindeydiler.
Sarmaşık yansıyor. Kamera, sağa çevrinme yaparak kafesi gösteriyor. Masada
oturan Tonino, “Madonna del Parto’nun filmde oynayacak olması beni çok memnun
etti” diyor. “Madonna del Parto”nun anlamı “Doğumun Meryem Anası” demek.
Tonino, Andrey’e resim reprodüksiyonlarını gösteriyor bahçede.
Reprodüksiyonlara ve şiir çevirilerine inanmadığını söylüyor Tonino. Sanat çok
titizdi. Daha sonra bahçeye çıkan kapının önünde bir şeyler okuyan Andrey
yansıyor. Tonino yanına geliyor ve “Birkaç genç bazı sorular” göndermiş” diyor.
Tonino dışarı çıkıyor ve okumaya başlıyor. “Günümüzün ve geçmişin en büyük
yönetmenleriyle konuşmak zorunda kalsaydınız, size verdikleri herhangi histen
ve nedenden dolayı her birine teşekkür eder miydiniz”, diyor soruda. Andrey,
“İlk olarak hatırlamak zorundayım” diyor. Tonino içeri girdiğinde, “Her zaman
dâhiyane Dovzhenko’yu, Dovzhenko’nun “Zemlya-Toprak”ını unutamayacağım. Sessiz
film. Sessiz filmler döneminde mucizeler yarattı. Şiirsel sinema” diyor.
Aleksandr Dovzhenko (1894-1956) Ukraynalı büyük yönetmen. Sinemaya kurgu
anlamında çok şey katmıştı. Filmlerinde muhalif olan tarafları vardı. Rejim ona
çok sıkıntılar yaşattı. Andrey Tarkovski de rejimin sıkıntılarını hep yaşadı.
Sovyetler Birliği, boyun eğmeyen Ukrayna halkını açlığa sürükleyerek büyük
trajedi yaşattığı dönemde, 1932’de Dovzhenko’ya Ukrayna üzerine siyah-beyaz
“İvan” adında propaganda filmi yaptırdılar. Dovzhenko, bu propagandaya filminde
birkaç karakteri üzerinden muhalif bakış da yapmıştı. Filmde, Sovyetler
Ukrayna’ya sanayi götürdü propagandası yapılıyordu. Stalin, 1932-33 yılları
arasında Ukrayna halkının tüm ürünlerine el koydu ve koca ülkeyi açlığa mahkûm
etmişti. Bu dönemde yüz binlerce Ukraynalı açlıktan ölmüştü. Buna holodomor,
yani açlıktan öldürme soykırımı deniyordu.
Sonra da Robert Bresson’u
söylüyor Andrey. Bu büyük yönetmen onu hep şaşırtmış. Her şeyden kendini
soyutlaması Andrey’i etkilemiş. Basitliğe ulaşmış dünyada tek yönetmen, diyor.
Andrey, Bresson için, “Müzikte Bach, sanatta Leonardo… ve yazar olarak
Tolstoy’un başardıklarını başardı” diyor. Sonra Andrey ayağa kalkıyor. Kamera,
içki şişelerinden sağa çevrinme yaparak Tonino’yu gösteriyor. Sonra da
soyutlamalar üzerinden Antonioni üzerine konuşuyor. “Antonioni filmleri
üzerimde güçlü bir etki bıraktı” diyor. Özellikle de “Macera” filmi onu
etkilemiş. Andrey, “Antonioni filmlerinde aksiyon daha çok koşullara bağlı. Aslında
hiçbir zaman aksiyon olmaz… ve bu yine de Antonioni filmlerinde aksiyonun
anlamıdır” diyor. Elbette Fellini. Onu, şefkati için seviyorum, insanlara
sevgisi için” diyor. Sonra Japon yönetmen Kenji Mizoguchi geliyor.
Mizoguchi’nin 1953 yapımı siyah-beyaz “Ugetsu Monogatari-Yağmurdan Önce Soluk
Ayın Hikâyeleri” filminin çekim ve oyunculuğunun basitliğini, sadeliğini
inanılmaz buluyor Andrey. “Alçakgönüllülüğüyle şaşırtıcı” diyor. “Duyarlılığı
ve minnettarlığıyla Jean Vigo’yu hatırlıyorum” diyor sonra Andrey. Bu büyük
yönetmeni, Modern Fransız sinemasının babası olarak görüyor bir de. “Yeni Dalga
ve bu dalganın kıyıya vurdukları, bu dalgadan geriye kalanlar” diye de ekliyor.
Andrey’e göre Vigo Fransız simasını buldu ve hiç kimse ondan ileriye gidemedi. Bir
de Sergey Parajanov (Paradzhanov) vardı. “Onun düşünce şekli çatışkı ve
şiirseldi” diyor. Onun sineması, güzelliği sevme yeteneği, kendi yaratıcılığı
içindeki, tamamıyla özgür kalma özelliğiydi.
Kamera başka bir mekâna
gidiyor. Bahçede ortanca çiçekleri yansıyor. Kamera yukarı doğru “tilt” yapıyor
sonra. Tonino’nun, “Ravello. Sanırım o manastırdaydı” diyen dış sesi duyuluyor.
Ravello, Amalfi Körfezi’nde bir kasabaydı. Villa yansıyor. Sonra Tonino’nun
evindeydiler yine. Andrey, “Ingmar Bergman’ın derslerini hatırlıyorum, çok
sevdiğim filmlerini” diyor. Andrey, kendi filmlerini yapmaya başladığında
Bergman ustanın filmlerini tekrar tekrar izliyormuş. Sonra ortanca çiçekleri
yansıyor kuş sesleri duyulurken. Villa, bir Rus prensesin emriyle mi
yapılmıştı? Aslında bu villa, Sicilyalı ve Napolili Barbonilerin emriyle
yapılmış. Sonra Rus prensesi bu villanın sahibi olmuş. Bu villa Macar Kontes
anısına yaptırılmış. Barboni, kontese âşık olmuş. Kontes ölünce Barbone, onun
dokunduğu her şeyi denize atmış. Ölümü onu çıldırtmış. Andrey ve Tonino’nun
buraya gelmelerinin nedeniyse, döşemeyi, gül taç yapraklarını görmekti. Ama
villanın şimdiki sahibi burada olmadığı için villaya giremiyorlardı. Kamera,
villanın kapısına zum yapıyordu onlar konuşurken.
Sonra yine Tonino’nun
evindeydiler. Tonino ayağa kalkıyor, Andrey’e doğru yürüyor. “Bu aralar herkes
film çekiyor” diyor Andrey. Montaj ve kamera zor değildi. Gençlere vereceği
öğüt, “İşlerini ayırmamaları. Filmlerini, yaşadıkları hayattan ayırmamaları…”
Kendi hayatlarıyla film arasında bir fark oluşturmamalarıydı. Bir yönetmen de
diğer sanatçılar gibiydi. Bir şair, bir ressam, bir müzisyen gibiydi. Film
yaparken de etik olarak, ne yaptıklarıyla ilgili sorumlu olmalıydılar. Sinema
zordu. “Ona ait olmalısınız, o size ait olmamalı” diyor Andrey. Sinema,
yönetmenin hayatını kullanırdı. Tersi geçerli değildi. Yönetmen sinemayı
kullanamazdı. Bu yüzden kendini sanata vermek feda etmeyi gerektirirdi. Bahçede
genel çekimle karşılıklı sandalyeler yansıyor sonra. Birinin üzerinde de
daktilo vardı.
Yine “Nostalji” için aranan
mekânlardaydılar. Andrey sinirli görünüyordu. Bina yansıyor. Andrey’in bu
öfkesi hep turistik yerleri ziyaret ediyorlarmış gibi hissetmesindendi. Kamera,
binaya” zum” yapıyor. İnsanlar da yansıyordu. Oranın sakinleriydiler. Tencerede
deniz ürünleri pişiyordu. Sonra aileyle beraber Tonino ve Andrey yemek yiyorlar.
Karpuz da vardı. Kamera, oyun oynayan bir kız çocuğunu yansıtıyor sonra. Rus
yönetmen Dziga Vertov’un “Habersiz yakalanan yaşantı” düşüncesine uygun bir
andı bu. Ama çocuk kamerayı fark edince kameradan kaçıyordu.
Yine evdeydiler. Bir genç
kızın sorusu vardı sırada. “Bilimkurgu heyecan duyduğunuz tarz mı, yoksa
gerçekten kaçış mıydı”, diye sormuş genç kız. “İkisi de değil Toni. Kurgudan
hoşlanmam” diyor Andrey. “Hayattan kaçmaktan hoşlanmadığım gibi” diyor
ardından. Andrey bahçeye çıkan kapının önüne oturuyor. Tonino da Andrey’in
yanına gidiyor. Andrey, “Bilimkurgu sinemada bir türdür. Bir reklam filmini
işaret ediyor” diyor ve ardından, “Popülerliğe karşı değilim, reklam filmine
karşıyım” diye ekliyor. Kurgusal filmler yaparken onları kurgu gibi
düşünmüyordu Andrey. “Solaris” filmini hatırlıyor. Bu bilimkurgu filmini çok
iyi bulmuyormuş. Çünkü türden, kurgusal ayrıntılardan kaçmayı başaramamış. Ama “İz
Sürücü” filminde yapılan bilimkurguya dayansa da, tüm bilimkurgu işaretlerinden
kurtulmuştu. “İz Sürücü” filmini daha çok seviyordu.
Bir koridor yansıyor.
Kamera, sağa çevrinme yapıyor. Ardından kesmeyle yakın çekimde Andrey
görünüyor. Burası oteldi. Burada çok önemli sahneler çekmek istiyormuş Andrey
“Nostalji” filmi için. Otel odası yansıyor. Andrey hastalandığında otel
odasındaki ruh halini anlatıyor. Loşluğu varmış odanın. İnsan sadece orada kötü
hissedermiş. Kamera, sağa çevrinme yaptığında Andrey’in camdan yansıması
görünüyor. Evdeydiler. Mimariye fazla dikkat etmek gerekmiyordu. Andrey’e göre
bu mekânlarda karakterin kendi iç dünyasında yaptığı yolculuğa dikkat
etmeliydiler. Buhar çıkan havuz yansıyor. Havuzun içine sular akıyordu. Bu
mekân, “Nostalji” filminde çok önemliydi. Buharlar çıkan havuzda kamera öne
doğru “zum” yapıyor. Havuzun çevresinde de binalar da yansıyordu. Kamera,
havuzda sağa çevrinme yaparken çan sesi de duyuluyordu. Temizlik işçilerinin
havuz etrafında çöpleri süpürüşleri görüntüye giriyor. Sonra meczup
Domenico’nun yaşadığı yer olacak mekân yansıyor. Andrey sonra çanı çalan
zangoçla konuşuyor. Yalnız yaşayan zangoç, yemeğini kendi yapıyormuş. Karanlık
çökünce uyuyormuş, sabah güneş doğmadan kaktığı için.
Yine evdeydiler. Tonino,
başka bir soruyu okuyor. Bir genç kadın sormuş. Soruda, “Hangi filmi çekmeyi
beceremediniz ve neden” diyor. Andrey, “Çekememenin başka birçok yoğunluktan
olduğunu söyleyebilirim” diyor. Gerçekleştiremediğine sahip olmak bir
yönetmenin bir parçasıydı. Bir sahne varmış zihninde. Belki bundan bir film
çıkabilirdi. Bir adamın karısını ateşe vermesiyle ilgiliymiş. Sadece karısı ona
gerçeği söylemediği için. Kadın yalan söylüyormuş. “Yalanlar o kadar önemli
konular değil” diyor Andrey. Kadın adamı çok seviyormuş. Adam da kadını
seviyor. Harika bir kadındı o. Harika ilişkileri de var. Ama kadın bazı şeyleri
uyduruyormuş. Dışarıdan geldiğinde kocası soruyormuş, “Neredeydin”, diye. “Bir
arkadaşımı ziyarete gittim” diye cevaplıyormuş kadın. Adam, karısının arkadaşının
evinde olmadığını biliyormuş. Kocası nedenini anlayamıyormuş. Karısı da. “Belki
de kadının kendini koruma içgüdüsü” diye yorumluyor Andrey. Adam, karısıyla
mücadele ediyormuş. En sonunda karısını bir ağaca bağlayıp ateşe veriyormuş.
“Jan Dark gibi” diyor Andrey. Bu hikâyeyi sevse de bundan film çıkartamamış
Andrey. Bahçede Tonino sandalyede otururken yansıyor. Diğer sandalyede de
daktilo vardı. Andrey’e en pişmanlık veren şeyse, bir arkadaşıyla beraber
yazdığı bir sahneymiş. Bu sahne, birisinin ölen annesinin gömüldüğü yeri
aramasıyla ilgiliymiş. Bagajında bir mezar taşıyla bir şehirden geçiyor,
annesinin nerede öldüğüyle ilgili sorular sorup mezarın yerini arıyormuş.
Bulamıyor ve mezar taşını ilk gördüğü kasabadaki mezarlığa bırakıyormuş. Tonino
dışarı bakarken, o da bir hatırasını anlatıyor. Tonino anlatırken, kamera da
bahçedeydi. Ölmeden bir yıl önce arkadaşı onu ziyarete gelmiş. Bir gün kalmış.
Akşama doğru, “Gece gel” demiş. Sadece günün sonu olduğunu söylememiş. Tonino,
“Büyük ihtimalle kendi hayatının sonunu ima ediyordu” diyor. Kamera da bahçede
kapıya doğru öne doğru hafifçe kayıyordu. Tonino, “Moskova’ya gider gitmez ne
yapmak isteyeceksin”, diye soruyor. Öne doğru hafifçe kayan kamera da içeri
giriyordu. Antonioni’nin “Yolcu” filmine saygı sunuşu yapılıyordu sanki.
Görüntü kararıyor sonra.
Kır görüntüsü yansıyor.
Ağaçlar da vardı. Andrey’in dış sesi duyuluyor. Andrey, Rusya’ya döndüğünde
hemen kasabaya gideceğini söylüyor. Orayı çok özlemiş. “Larisa ve ben
zamanımızın çoğunu orada geçirmek için bir ev satın almıştık” diyor. “Ama
maalesef olmuyor” diyor sonra Andrey. İlk defa uzun süre bir kasabada yaşamış
Andrey. Kamera, kır görüntüsü üzerinde geriye zum yaparken, “Tüm hayat
döngüsünü orada gördüm” diyor Andrey. Kameranın yansıttığı kır görüntüsünü
kastederek, “Çok şaşırmıştım, aynı şeyi orada da görmüştüm” diyor Andrey.
Buğday tarlalarının olduğu yerde beyaz çiçekler açarmış. Sis gibiymiş. Sis mi,
çiçekler mi, anlaşılmazmış. Kamera tarlaları yansıtıyor. Tonino bir şiir
yazmış. “Zırvalar” şiiri. Dış sesi duyuluyordu. “Gitmelerini söyle onlara/ Ne
yaptılarsa yapılıyor” diyor şiirde. Sürülmüş tarlalar yansıyor. Kamera, sağa
çevrinme yapıyor sonra. Ardından ağaçlardan yukarı “tilt” yapan kamera, ağacın
altındaki koyunları gösteriyordu. Sonra binanın havalandırması yansıyor. Kamera
da aşağı doğru “tilt” yapıyordu bu defa. Andrey dışarıya bakıyor. Piero della
Frencesca’nın 1457’den sonra yaptığı “Madonna del Parto” (Doğumun Meryem Anası)
freski yansıyor. “Nostalji” filminde yansıyacaktı bu fresk. Sonra tablodan
Meryem Ana’nın yüzü ayrıntı çekimle yansıyor. Ardından da balkon kapısındaki
Andrey. Sonra da Meryem Ana’nın yüzü daha yakından yansıyordu.
Andrey bahçeye çıkıyor.
Pencere parmaklıklarından kolunu içeri sokuyor. Kamera, sağa çevrinme yapınca
camdan ağaçlar da yansıyordu. Tonino’nun evinin içinden görüntüler de yansıyor
sonra. “Nostalji” filmi bu evde doğmuştu. Andrey, Tonino’dan sabah okuduğu
şiiri yine okumasını istiyor. Bahçeye çıkan kapıyı örtüyor Andrey. Aynı şiiri
okumaya başlıyor Tonino. Şiir duyulurken, kamera da dışarıda iki sandalyeyi
gösteriyor. Birinin üzerinde daktilo vardı. Rüzgâr da çıkmıştı. Sonra
Andrey’in yandan yakın çekimle yüzü yansıyor. Hüzünlüydü. Ardından siyah-beyaz
görüntüyle karlı kasaba yansıyor. Siyah-beyaz fotoğrafta, kovaları taşıyan bir
adam karlar üstünde görünüyor. Kamera geriye zum yapınca fotoğrafın bütünü
görünüyor. Zincirlemeli geçişle kasaba yansıyor. Andrey Tarkovski’nin
Larisa’yla yaşadığı, özlem duyduğu Rusya’daki kasabaydı bu. Kamera ileriye
doğru zum yapınca görüntü de bulanıklaşıyordu.
USTANIN KISALARINDAN:
“Katiller…”
Büyük Tarkovski,
arkadaşları Aleksandr Gordon ve Marika Beyku’yla ortak yönettikleri siyah-beyaz
“Ubiytsy-Katiller” kısa filmini 1956 yılında çekti. Marika Beyku, Yunandı ve
1950’lerde siyasi nedenlerden dolayı SSCB’ye sığınıp VGİK’e girdi. Tarkovski ve
Gordon’la orada tanıştı. Üçlü bu kısa filmi kısıtlı imkânlarla
gerçekleştirebilmişler. VGİK, teknik dışında bir şey sunmayınca eksik olanları
evlerinden getirmişler. VGİK, Sovyetler Birliği’ndeki Gerasimov Sinematografi
Enstitüsü’ydü. Senaryoyu Tarkovski ve Gordon yazmışlar. Görüntüler de Aleksandr
Rybin’le Alfredo Alvarez’e aitti.
Bu kısa film üç bölümdü.
Restoran, Ole’nin odası ve yine restorandı. Kamera hiç dış mekâna çıkmıyordu.
Restorandaki sahneleri Tarkovski, Ole’nin odasındaki sahneleri de Gordon
çekmiş. Bu kısa filmi, hocaları da olan
büyük Rus yönetmeni Mikhail Romm da beğenmiş. Gerçekten muhteşem ve ilham
verici bir filmdi bu.
Tarkovski’nin ıslıkla
çaldığı“Lullaby of Birdland” şarkısı, 1950’lerde özgürlüğü simgeliyordu. Bu caz
şarkısını George Shearing bestelemişti 1952’de. Sarah Vaughan 1952’de, Ella
Fitzgerald da 1954’te bu şarkıyı yorumlamışlardı.
19 dakikalık bu kısa film,
Amerikalı yazar Ernest Hemingway’in 1927’de çıkmış kısa hikâyesinden çekilmiş.
Aynı hikâyeyi Robert Siodmak 1946’da uyarlamıştı.”The Killers-Katiller”
siyah-beyaz bir kara filmdi. Başrollerde de Burt Lancaster ve Ava Gardner
vardı.
Restoranda oranın sahibi
George (Aleksandr Gordon) ve genç Nick Adams (Yuli Fayt) bardaydılar. Onlardan
başka kimse yoktu. Ama uzun sürmüyor bu. Restorana aynı giyimli ve şapkalı iki
yabancı geliyor. Gangsterlere benzeyen Al (Valentin Vinogradov) ve Max (Vadim
Nobikov), restorandakileri adeta esir alıyorlar. İki yabancı yemek istiyor.
Burası akşam restoranıydı ve duvardaki saatte altıya daha vardı. Sürekli
konuşuyorlar. Sonra da siyahî aşçı Sam’i çağırıyorlar, “zenci” ve “zeki çocuk”
diyerek aşağılıyorlardı onu. Bir müşteri de (Yuriy Dubrovin) geliyor. Yiyecek
bir şey olmadığını öğrenince gidiyor. Sonra da ikinci müşteri (Andrey
Tarkovski) geliyor. Devrilmiş sandalye ve boş içki şişesi yansıyor. Yerde
konserve kutusu da vardı. İkinci müşteri ciğerli sandviçini alıyor. Yatay
açıyla konserve kutusu yansıyor bu defa. İkinci müşteri ıslıkla “Lullaby of
Birdland” melodisini çalarak gidiyor. Max, mutfakta. Bira içiyor. İki yabancı
bozukluk verip restorandan gidiyorlar. Nick, onları pencereden izlerken sigara
yakıyor. Görüntü kararıyor.
Kapı açılıyor. Gelen
Nick‘ti. Yatakta sigara içen boksör Ole Anderson (Vasiliy Shukshin) yatakta
uzanmış ve her şeye kayıtsız gibiydi. Dışarı çıkmaktan da korkuyordu. Kaçmaktan
yorgun düşmüş. Hiçbir şey sorunu çözmüyordu. Bir şey yapmanın da anlamı yoktu
onun için. Restorandaki gölgeler yoğun olmasa da dramatik olarak gerilime,
kasvete yardımcı oluyordu. Ole’nin odasındaki gölge ve kasvet daha yoğundu.
Ole’nin içerideki dünyasını dışarı çıkartıyordu bu dışavurumcu ışık
düzenlemesi. Restorana gelen iki yabancı adam, Ole’yi arıyorlardı.
Sonra Nick restorana,
George’un yanına dönüyor. George’a, “Onu öldürecekler” diyor. Nick, şehri terk
etmek istediğini de söylüyor. Onun o odada öldürüleceğini bilmek Nick için
dayanılmazdı. George ise her şeye kayıtsız görünüyor. Şimdi ne olacaktı?
“Bugün
Kimse İşten Çıkarılmayacak…”
Tarkovski’nin
arkadaşı Aleksandr Gordon’la ortak yönettikleri 1959 yapımı siyah-beyaz
“Segodnya Uvol’neniya ne Budet-Bugün Kimse İşten Çıkarılmayacak” kısa filmi 46
dakikaydı. Senaryoyu Andrey Tarkovski, Aleksandr Gordon ve İrina Makhovaya ortak
yazmışlar. Zaman zaman gerilimi yükselten müzikleri Yuri Matskevich bestelemiş.
VGİK’in sunduğu filmin kameralarınıysa Lev Bunin ve Ernst Yakovlev kullanmış.
Okulun
olduğu caddede düzenleme yapılırken, kepçe bir şeye takılıyor. Kepçenin kazdığı
yerde bombalar bulunuyor. Belediyeye telefon geliyor. Belediye encümeni
Vershinin (Pyotr Lyubeshkin) toplantıdaki yoldaşlarına haberi veriyor.
Nazilerin gömdüğü otuz tonluk bombalar nasıl çıkartılıp güvenli yere
taşınacaktı? Askerler araştırma yapıyor. Eskisinden daha tehlikeliymiş
bombalar. Bombalar şehri havaya uçurur muydu? Sivil ve askeri erkân toplantı
yapıyorlar. Duvarda da çerçeveli Lenin fotoğrafı da fark ediliyor. Bombaları ne
yapacaklardı? Bir de şehir sakinleri vardı. Her yerde olduğu gibi meraklıydılar.
Savaş
sırasında itfaiyecilik yapmış Vasili (Alesei Smirrov), Yüzbaşı Galich’e (Oleg
Borisov) onlara katılmak istediğini söylüyor. Ama Albay Gvelesiani (Aleksey
Alekseev) sivillerin bu işe bulaşmasını istemiyor. Savaşta kahraman olsalar
bile. Galich, bisikletle işe gidip geliyor. Eşi de (Nina Golovina) öğretmendi.
Askerler
arabadan megafonla halk uyarıyorlar. Çünkü halk meraklıydı ve yine
toplanıyorlardı. Kamera, halkın askerler gibi yürüyüşünü sağa çevrinme yaparak
yansıtıyor. Sonra önlemler artırılıyor bombaların çıkartılması için. Bu anlarda
fonda duyulan müzik de etkileyiciydi. Yönetmenler, sadece bir şeye
odaklanmamışlar. Küçük anları da kurgunun içine almışlar. Şehre gelen tren,
suyu sakince akıp giden dere, şehirden anlar vb. Hayat da devam ediyordu.
Yönetmenler, hastanedeki ameliyatla bombaların çıkartılışını zaman zaman koşut
kurguyla yansıtmışlar. Bombaları temizlemek ameliyat gibi hassasiyet isterdi.
Ama bu iki an da gerilimi yükseğe çıkartıyordu filmde.
Galich’in
komutasında toprak altındaki bombalar arkeolog çalışma gibi titiz çıkartılıyor.
Yönetmenler, gerilim duygusunu da sürekli yaşatıyorlar. Galich, kabloya takılı
bombayı emirlere uymayarak kerpetenle ayırmayı başarıyor. Gerilim de
yükseliyor. Aslında bu film, Tarkovski’nin ruhuna uzak olan bir kısa film.
Artan gerilim, kameranın çarpıcı açılarda olması, stil alıştırmaları gerçekten
heyecan vericiydi. Batı filmlerindeki gibiydi. Gordon, Tarkovski ve diğer
öğrenciler Batı filmlerini izleyebiliyorlardı. Ama bu tür gerilimli anlatım
Amerikan sinemasına yakın duruyordu. Bu filmde propaganda hissedilse de kaba
değildi. Yönetmenler ince bir mizahı da hissettiriyorlar. Güvenlik devletine
ince bir ironi bile gönderiyorlardı. Rejimin adı ne olursa olsun hep aynıydı.
Güvenlik, özgürlüğün önünde gelirdi hep.
Bombalar
çıkartılırken, halk da şehir dışında kırda bekliyor. Merak çoğalıyor. Askerler
çıkardıkları bombaları askeri kamyonetlere yükleyip şehir dışına taşıyorlar.
Kötü yollardan ağır ağır ilerliyor kamyonetler. Ana yola çıktıklarında, tatilcileri
taşıyan yolcu otobüsü hızla geçip gidiyor. Sonunda bombaları imha etmeyi
başarıyorlar. Şehir kurtuluyor. Yeniden huzur geliyor. Yönetmenler bu huzuru,
Galich ve eşinin yürüyerek evlerine gidişiyle hissettiriyorlardı. Bisikleti de
yanındaydı Galich’in.
“Silindir
ve Keman…”
Tarkovski
ustanın tek başına yönettiği ve renkli çektiği 46 dakikalık 1961 yapımı “Katok
i Skripka-Silindir ve Keman”, görselliği, kamera kullanımı ve kurgusu ilham
veren bir kısa film. Tarkovski senaryoyu, yakın arkadaşı Andrey Konçalovski’yle
beraber yazmış. Mosfilm’in sunduğu bu kısa filmin senaryosu, S. Bakhmetyeva’nın
hikâyesinden yazılmış. İnsanı zihinsel anlamda oradan oraya sürükleyen
müzikleri de Vyacheslav Ovchinnikov bestelemiş. Heyecan ve ilham veren
fotoğrafları da Vadim Yusov yansıtmış.
Moskova… Bu film, dostluğun, sevginin ve
paylaşmanın filmiydi. Silindirin sürücüsü Sergey’le yedi yaşındaki çocuk
Saşa’nın dostluğu yansıyor. Saşa (Igor Fomchenko), keman kutusu ve nota
çantasıyla daireden çıkıyor. Merdivenlerden iniyor. Apartmanda başka çocuklar
da var. “Müzisyen” diye alay ediyorlar onunla. Saşa apartmandan çıkarken gün
ışığının içeriye yansıyışı estetik anlamda etkileyiciydi. Kazak, kısa pantolon
ve uzun çorap giymiş Saşa günün içine dalıyordu sabah.
Moskova
Nehri… Saşa, nehrin köprüsünden karşıya geçiyor ve şehrin içine dalıyor. Lüks
semtte mağazanın vitrini izliyor. Fonda duyulan müzik, sanki müzik kutusundan
çıkıyormuş gibi geliyordu kulağa. Sonra bölünmüş ayna görüntüsündeki kendini
seyrediyor Saşa. Sanki Tarkovski usta, Orson Welles ustanın 1947 yapımı
siyah-beyaz “The Lady from Shanghai-Şanghaylı Kadın”
filminin final bölümündeki aynalar koridoruna selam göndermiş gibiydi. Sonra
başka görüntüler de “bindirme” tekniğiyle yansıyor. Gerçeküstücü anlardı.
Apartmanlar, nehir kıyısı, oyun oynayan çocuklar. Saat vb görüntüler. Mağazanın
penceresinin demirleri ardından Saşa’yı izliyor sonra kamera. Fonda da keman
tınıları, Saşa’nın içindeki coşkunluğu dışarı çıkartıyor gibi coşkulu
duyuluyor.
Saşa, keman dersi aldığı binadaydı.
Üstte keman, altta da piyano tınıları duyuluyordu fonda. Kamera, “dolly”ye
takılmış ve yukarıdan aşağıya doğru iniyor ve sandalyedeki kediyi gösteriyor.
Saşa, ders yapılan sınıfın önüne geldiğinde bir sandalyeye oturuyor. Sonra
pembeli kız (Marina Adzhubei) onun yanına gelirken, kamera da onu sola çevrinme
(pan) yaparak izliyor. Saşa elmasını çıkartıyor, ama yemiyor, bırakıyor. Derse
giriyor. Sert müzik öğretmeninin karşısında notalara bakarak çalmaya çalışsa da
öğretmenini mutlu edemiyor Saşa. Mutsuzlukla sınıftan çıkıp giderken, kamera da
yukarıdan aşağıya iniyor ve sandalyedeki yenmiş elmayı gösteriyor. Tarkovski,
kediyle pembeli kız arasında metafor kurmuş sanki.
Dışarıda. İnşaat alanında silindirli
araç Saşa’nın önünde duruyor. Sonra silindirin sürücüsü Sergey (Vladimir
Zamanskiy) ve Saşa dost oluyorlar. Saşa ona yardım ediyor. Sergey, Saşa’yı
silindir aracına bile bindiriyor. Saşa aracı sürüyor. Belki de hayatının en
mutlu gününü yaşadığının farkında bile değil Saşa. Rüya gibi bir gündü onun
için. Sergey, kendiyle ilgilen genç kıza da (Natalya Arkhangelskaya) pek yüz
vermiyor. Bugün buradaki son günüydü onun. Apartmandaki çocuklar da orada ve
onunla dalga geçiyorlar yine. Saşa, küçük bir çocuğu zor durumdan bile
kurtarıyor kahramanca. Öte tarafta apartmandaki yaramaz çocuklar keman kutusunu
kırarken. Sergey ve Saşa, bir topuzun duvarı yıkışını da izliyorlar. Eski olan
yıkılırken, yeni olan nasıl olacaktı? Tarkovski güçlü bir metafor yaratmış bu
anlarda. Sonra yağmur başlıyor ve birbirleri kaybediyorlar. Fonda da gerilimli
müzik yükseliyordu. Görüntü kararıyor.
Sergey’le öğle yemeği yiyor Saşa. İlk
defa soğuk süt içiyormuş Saşa. Bu anda Tarkovski, bir başka usta François
Truffaut’nun 1959 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Les Quatres Cents
Coups-Dört Yüz Darbe” filmine selam yolluyordu sanki süt sahnesiyle. Sergey çok
sigara içiyor. Yetişkinler hep sigara mı içerdi? Sigara üstüne konuşmaları da
eğlenceliydi. Sergey, Saşa’nın keman kutusunu yapıyor. Saşa da Sergey’e resital
veriyor kemanıyla. Saşa’nın keman tınıları duyulurken, su birikintilerinin
gölgeli yansıyışları gerçeküstücü fotoğraflar oluşturuyordu. Çarpıcıydı.
Öğleden sonra Saşa yine derse gidiyor.
Sergey de işine dönüyor. Dersten sonra yine buluşuyorlar. Saşa, sokağın
karşısındaki sinemada “Chapaev” filmi oynadığını söylüyor. Eve dönen Saşa,
sinema için annesinden izin alamıyor. Sergey, apartman kapısında onu beklerken,
Saşa, nota kâğıdına not yazıyor. Kâğıdı uçak yapıp pencereden atıyor. Ama
Sergey onu göremiyor. Apartmandan çıkan genç kız, işte kendine yüz vermeyen
Sergey’i filme davet ediyor. Bir aşk da doğuyordu belki. Ertesi sabah iki dost,
Sergey ve Saşa buluşuyorlar. Bu an unutulmaz bir görsellikle yansıyor.
Tarkovski, su birikintilerinin olduğu meydanı yukarıdan “plonje” çekimle
yansıtmış tek planla.
Evet, “Çhapaev” filmi. Vasilyev kardeşlerin 1934 yapımı siyah-beyaz “Chapaev”, Rusya’nın iç savaşında Kızıl Ordu komutanı kahraman Vasily Ivanovich Chapaev üzerine bir film. Bu filme uyarlanan romanın yazarı da, Chapaev’in dostu ve Bolşevik Komitesi’nden Dmitri Furmanov. Bu eser, hem biyografik hem de kurgusaldı. Vasilyev kardeşlerin bu filmi, Amerika ve Avrupa’da çok değerli bir film olarak görülüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder