28 Nisan 2018 Cumartesi


HAYALİ GEZİLER…


**********


AYLAK BUZLAR ÜLKESİNDE

                                                                -I-

İzlanda’nın başkenti Reykjavik'te havaalanına indiğimde tuhaf duygular içindeydim. Bu buzdan ülkede ne keşfedecektim ki? Beni buralara sürükleyen neydi? Kaçıyor muydum? Neyden kaçıyordum ki? Hiçbir şeyden. Aslında arıyordum. Belki de anlamı anlamaya çalışıyordum. Her şey birbirine benzemeye başlamıştı hayatımda. Otele geldim. Buraya turla geldim. Hep beraber dolaşıp hep beraber keşfedecektik insanlarla. Tek başınayım. Odama yerleştim. Sıcak duş aldım. Sıcak sular jeotermalmiş burada. Aslında enerjiye dair her şey termaldi burada. İzlanda doğanın kendine sunduklarını değerlendirerek atmosfere de katkıda bulunuyor. Burası çevreci bir ülkeydi. Televizyonu açtım. Bir İzlanda kanalını izlemeye koyuldum. Anlamasam da hoş bir tartışma vardı. İnsanlar ne kadar da nazikti buralarda. “Ekonomi” lafını anladım. Herhalde ekonomik krizden konuşuyorlardı. Burada ilk dikkatimi çeken şehrin renkleriydi. Şehir rengarenkti. Çocuk resimlerinden düşmüş gibiydi her şey. Mutluluğun resmi gibiydi.

Akşam, otelin restoranında yemek yedikten sonra bu küçük şehre kedimi bırakmak istedim. Daha yeterince tanışmadığım buralarda fazla açılmadan ilk “pub”tan içeri attım kendimi. Kalabalık değildi. Otel de öyle. Daha baharın başlangıcıydı. Havalar ısınmamıştı. Gerçi buralarda havalar nereye kadar ısınabilirdi ki? Bir bira içtim kocaman bardaktan. İçeride sigara içmek yasaktı. Dışarı çıktım. Sigara yaktım. Sonra kaldırımda yavaş adımlarla yürüdüm. Vitrinler ışıl ışıldı. Kendimi otelde buldum. Odama çıktım. Biraz televizyon izledim. Uykum geldi.

Sabah çok erkenden kalktım. Bugün epey gezilecekti turla. Rehberlerimiz bizlere gereken bilgileri vereceklerdi. Canlı bir belgeseli yaşar gibi anlatılanların içinde kaybolacaktık. Kahvaltıdan sonra bir otobüse bindik. Dediğim gibi fazla kalabalık değiliz. Otobüsün motoru çalıştı, sonra da yavaşça hareket etti. Yeni günün içindeki şehir etkileyiciydi. Şehir dışına çıktık. Gri kayalıklar, kar örtüleri, uyanmaya çabalayan bir doğa. Bizlere kraterlerin içindeki sıcak suları gösterdiler. Bu sıcak sularla enerji elde ediliyormuş. Adını telaffuz edemeyeceğim yanardağların da olduğunu söyledi rehberimiz. Güler yüzlü ve nazik bir genç hanımefendiydi rehberimiz. İnsanın gördüğünde mutlu olacağını düşündüğü kadınlardan biriydi.                                                             


                                                                 -II-

Bu sabah tura katılmadım ve özgürlüğümü ilan ettim. O güzel bayanı görmemeyi göze alarak. Çünkü bu şehir beni etkilemişti. İnsanın ölmek isteyeceği bir yerdi burası. Buzlar ülkesi. Hayatımda her şey birbirine benziyordu. Burası da öyleydi. O zaman bu şehre bağlayan neydi? Çivi çiviyi mi söküyordu?

Bu küçük şehirde kaybolmadan dolaşabilirdiniz. Ben kaybolmak istiyordum. Düzenli ve temiz şehir, bahara hazırdı. Ülkemdeyken, keşfedilmeyi bekleyen küçük mekânları arardım hep. Ama tesadüfen karşıma çıkmalarını isterdim. Çayhaneler, meyhaneler, salaş lokantalar. Her şeyin düzenli ve temiz olduğu bu şehirde bunları nereden bulabilecektim ki? Bir sokağa girdim. Yavaş adımlarla kaldırımdan yürüdüm. Bir yer arıyordum kendimi içeri atacak. Üşümeye başlamıştım. Bir yeri geçtiğimi fark ettim. Geri döndüm. Kapıyı açtım. İçeri girdim. İçeride birkaç kişi vardı. Selam verdim. Bir masaya oturdum. Kahve istedim. Nazik genç bayan garson fincanı masaya bıraktı, gülümsedi, gitti. Kahveden bir yudum içtim. Sıcaklığın içimde yol aldığını hissettim. Sonra yeniden dışarı çıktım. Sokaktan caddeye girdim. Yürüdüm. Otele geldim. Odama çıktım. Yatağa uzandım. Gözlerimi kapadım.

Bu gezi bana iyi geldi. Ülkemin dışına çıkıp uzaktaki hayatlara uzanmalıydım. Bu gezi bana kendimi iyi hissettirdi. Nazik ve güler yüzlü insanlar gördüm. İnsan sıcaklığını yeniden hissetmeye başladım. Her şeyin birbirine benzediğini sandığım hayatımda farklılıklar olduğunu da kendime kanıtlamış oldum. Yeni yerler keşfetmek için içimi heyecan sardı. O güzel rehberimiz yeni gelecek turistlere hazırlıyordur şimdi kendini. Bana küçük de olsa hayatın hemen yakınımızda olduğunu fark ettirdi. Ona minnettarım. Belki onu bir daha hiç göremeyeceğim. Belki o sevgilisiyle mutlu bahtiyardır. Öyle olmasını diliyorum. Evet yine yaşadığım şehirdeyim. Havaalanından otobüse bindim. Şimdi evdeyim. Televizyonu açtım. Yine birbiriyle kavga eden insanlar bir meseleyi çözmeye çabalıyorlardı. Yine yola mı düşmeli?

-mart 2013-


AYLAK ATLANTİK KIYILARINDA 

                                                             -I-

Marsilya’nın yakan güneşi altında aylak aylak dolaşıp duruyorum. Tam öğlen vaktiydi. Yazın en sıcak gününde neden amaçsızca dolaşıyorum. Sanki buralar bana aitmiş gibi. Kendimi kıyıda buldum. Akdeniz burada da güzel ve maviydi. Deniz fenerine bakıyorum. Ayaktayım. Kendimi aptallaşmış bir turist gibi hissettim. Acıkmaya da başladım. Ne de olsa öğlen. Tek başına dolaşıyorum. Kaçak mıyım? Biraz öyle. Elbette sınırlardan geçiyorum, pasaportumu gösteriyorum. Otobüslere, trenlere, hatta gemilere biniyorum. Hepsi de ekonomik tarifeden. Deniz fenerleri beni her zaman büyülemiştir. Toulon şehrini de merak etsem de şimdi oralara uzanamayacağım. Yolum Bordeaux üzerinden Atlantik kıyılarından Fransa’nın kuzeyine doğru gitmek. Normandiya kıyıları, sanılanın aksine Atlantik boyunca değil. Normandiya, “aşağı” ve “yukarı” diye ikiye bölünmüş. Haritada fazla büyük görünmeyen iki bölgeydi. Fransızlar “aşağı”ya “Basse Normandie” derken, “yukarı”ya “Haute Normandie” demişler. Caen şehri önemli. Kelt şehri Rennes'e yakın. Rennes, Ville-et-Vilaine Departmanı’nda yer alsa da Bretagne'a dâhil. Bretagne, Atlantik'e uzanan yarımada. Bretagne, Britanya anlamına geliyor. Bu bölgede Keltlere Bröton deniliyor. Keltler, MÖ Büyük Britanya dediğimiz Ada’ya göç etmişler. Keltler, Fransa’da Yukarı Normandiya’ya yakın bölgelerden başlayarak Bask bölgesine, oradan Pirennée Dağları’ndan İspanya’nın Katalonya bölgesine uzanan coğrafyada yaşıyorlar. Keltlerin ataları, Ada’ya göçmüş ve şimdi bu adaya Britanya deniyor. Britanya adı, Yukarı Normandiya’daki Bretagne bölgesinden geliyor. Keltler arasında lehçeler az da olsa farklılık gösteriyor. Şimdi biz onlara İrlandalı, İskoç ve Galli diyoruz. MS 2. yüzyılda Romalılar bu adayı işgal ettiler. Daha sonra 5. yüzyılda İngilizler adayı işgal ettiler. İngilizler, Almanya’da Saksonya’dan başlayarak Polonya’nın kuzeyinden Hollanda’ya kadar uzanan bir coğrafyaya yayılmışlardı. İngilizler, Almanlarla ve Hollandalılarla yakın akrabalar. Bunlar Cermen ırkından geliyorlar. İngilizler, Keltlere “Celtic” demişler. Hani şu ünlü Celtic futbol takımının adı gibi. Yeşil-beyazlı Celtic, İskoçya’da Katoliklerin takımı. En büyük rakibi de şimdilerde iflas etmiş Glasgow Rangers. Mavi-beyazlı Rangers, Protestanların tuttuğu futbol takımı. Bu iki takımı da İrlandalılar kurmuş. Bu kültür hâlâ sürüyor. Mezhep daima en öndeydi. Şimdi bunu niye anlattım? Ben hâlâ Marsilya’da değil miydim? Evet, deniz feneri tam karşımda ve karnım da bir hayli aç. Fenerin hemen yakınında bir şeyler atıştırabileceğim bir yer var. Masalar da dışarı konmuş. Marsilya'da ezan sesi de duyabilirsiniz camiden. Burası kozmopolit bir şehirdi. Bir göçmen şehriydi. 

                                                             -II-

Marsilya’da liman ve marina önemliydi. Yüksek olmayan dağlara doğru yapılaşma bazı yerlerde yoğun olsa da bazı yerlerde binalar çok değil. Kale de görülmeli. Burada insan kendini yabancı hissetmiyor. Akdeniz ruhundan dolayı olmalı. Canlılık var. Yarın yola çıkacağım. Pansiyonda deliksiz uyku çektikten sonra sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkmam gerekiyor. Aslında bu dolaşmalarda planlarım pek yok. Zaman konusunda sıkıntım da yok. Sadece ulaşımdan dolayı erken kalkmam gerekiyor. Elbette kahvaltı yapacağım. Ardından trene binip Aşağı Normandiya’ya doğru yol alacağım başka yolcularla beraber.

                                                         -III-

Güneşli bir gündü. Atlantik alabildiğine uzanıyordu. Hiçbir yerde göremezsiniz okyanusla karanın bu kadar mesafeli olmasını. Ne demek istiyorum? Plaj çok genişti. Normandiya’da dalgalar ve rüzgârla da çok güçlü. Burada bol bol fotoğraf da çekiyorum. Bazen de dijital kameramla kayıt yapıyorum. Kendimce bir belgeseldi işte. Doğal sesler gerçekten etkileyici. Dalga sesleri bazen insanı ürkütüyor. Kıyıdan yürüyeceğim. Bu ülkede, köyler ve kasabalar arasında mesafeler yakın. Bazen pansiyon, bazen ucuz otel, bazen de böyle Normandiya gibi yerlerde uyku tulumuyla idare ediyorum. Yemek konusu bazen sıkıntılı oluyor. Ülkemizdeki gibi ekmek arası gibi şeyler çoğu zaman bulamıyorum buralarda. Yiyecek gerçekten sorun oluyor.

Caen’a da uğrayacağım sonra. II. Dünya Savaşı’nda zorlu çarpışmalar olmuş bu topraklarda. Buraya suyun şehri diyebilirsiniz. Kanallar önemli bir yer tutuyor. Eski ve yeni, bu şehrin ruhu. Tarihi yapılarla beraber modernizmi hissettiren yapılar da var. Kafeler de var elbette. Masaları ve sandalyeleri dışarıda olan yerdi burası. Bu şehirde güneşin batışı insanı büyülüyor. Yarın sahil boyunca yürümek istiyordum, ama gözüm kesmedi. Trene binip kamerayla çekim yapmak istiyorum.

                                                        -IV-

Fransa’da trenle seyahat diğer taşıtlara göre daha iyi. Hem de hesaplı. İnmeyeceğim. Yukarı Normandiya’da biraz dolaşıp, oradan “kuzeyin ateşi” denilen Nord Pas-de-Calais’ye geçmek istiyorum. Dunkerque şehrini merak ediyorum.

İşte Dunkerque… Fransa’nın en kuzeyindeydi. Sanki Hollanda topraklarında gibiydi. Fransızlar, Belçika’yla Hollanda sınırındaki bu bölgedeki insanlara “Nasıl Fransızlar” diye tuhaf, ırkçılığa benzer dışlama bile yapıyorlarmış. Kuzeylilere, “Hollandalı gibi” deniliyor olabilir. Bilmiyorum. Tip olarak da gerçekten farklılar. Bir an kendimi Hollanda’da hissettim. Ben bile. İngiltere’ye Manş Denizi’nin altında yapılmış tünelden arabayla geçilebiliyor. İngiltere’den de Fransa’ya elbette. Şehirde liman ve tren garı muhteşemdi. Limandan ve tünelden turist akıyor şehre. Burası düzenli bir şehirdi. Sanki cetvelle çizilmiş gibi sokaklar, caddeler. Gerçekten düzenli. Yine de kaos duygusu yaşadım. Az ama… Fransa’nın mimari özelliğine benzemeyen yapılar da var. Liman gerçekten etkileyiciydi. Öyle ki, şöyle kuş bakışı yukarıdan baktığınızda yapaymış görünen marina da var. Deniz doldurulmuş ve koy yapılmış gibi. Okyanus, şehrin ruhuydu. Gemiler, vapurlar geçip gidiyor. Şehirde motorlu araçlar bir hayli fazla. Sadece arabalar, kamyonetler, minibüsler değil. Motosiklet ve mobiletler de bir hayli var. Ama bisiklet kullananlar da var. Bölge genellikle gri bulutların altındaydı. Atlantik çılgın okyanustu. Dalgaları eksik olmuyor. Dunkerque ıslak bir şehir. Etkilendim. Atlantik’e bakıp bir kadeh kırmızı şarap içmek iyi gelirdi…

-mart 2013-

***


AYLAK KUZEYİN ATEŞİNDE

Dunkerque’ten çıkıp, Nord-Pas de Calais’nin bir başka şehrine uzandım. Otobüsle geldim. Gri bulutlar daha yoğun oluyor kuzeyde. Her an yağmur yağabilir. Her yer her an ıslanacakmış gibi. “Kuzeyin ateşi” bu bölgede yolum Lille şehrine düştü. Fransa’da yeme-içme işleri ülkemize benzemiyor. Buralarda yiyecekler pek ucuz sayılmaz. Geceyi bu şehirde geçirebilecek miyim, şimdilik sadece düşünüyorum Sokaklarda, caddelerde, meydanlarda biraz dolaşmak istedim. Bazı sokaklar, Arnavut kaldırımı dediğimiz parke taşlı bu şehirde. Renkli binalar da var. Ama Fransa’nın her şehrinde olduğu gibi bu şehirde de mimari çarpıcı. Eski yapılar ve meydanlar büyüleyiveriyor insanı. Meydanda, sütun üzerine oturtulmuş kadın heykeli, heybetiyle tüm şehri gözlüyor. Hemen tarihi binanın ardında tarihi saat kulesi de göze çarpıveriyor. Geniş meydan insana rahatlama duygusu da veriyor, belirtelim.

Parke taşlı bir sokakta yolun iki karşısında karşılıklı fil heykelleri de vardı. Nedenini bilmiyorum. Lille, gerçekten etkileyici bir şehirdi. Muhakkak görülmesi gereken bir yer. Benim gibi oradan geçerken uğrayanlar bu şehri tam anlamıyla yaşayamayabilir. Sadece şehir değil, şehrin dışına da uğramak gerekiyor. Her taraf yeşildi. Dağ yok. Neredeyse yokuş tırmanmıyorsunuz. Yağmura  hazır olmak da gerekiyor. Benim gibi şemsiye taşımaktan hoşlanmayanların yanında yağmurluk bulunuyor işte. Sokaklarda yol kenarına park etmiş arabalar da gözünüze çarpıyor. Park yeri meseleydi burada. Şehirde modern, ama gri yapılar da var tabii ki. İnsana kasvet duygusu yaşatıyor. Tuhaf, şehrin gri gökyüzünden değil de gri yapılarından bu duyguları yaşadım. Şehirde geceyi geçiremeyeceğim. Gezginler yola düşmeli. Bakalım yol nereye götürecek?

-mart 2013-


***


AYLAK LEMAN’IN ŞEHRİNDE 

Cenevre şehrini en iyi yansıtan film, herhalde Godard’ın 1960 yapımı “Le Petit Soldat-Küçük Asker” filmi olabilir. Şehir, filmin başrolündeydi. Seyirci, Cenevre’nin sokaklarında, caddelerinde, meydanlarında gibi hissediyordu kendini. Bir politik film olmasına rağmen, mekânların yansıyışıyla bu film ilham vericiydi.

Leman Gölü’nün ikiye böldüğü Cenevre, gerçekten büyüleyici bir şehir. Onun sokaklarında dolaşmak rüyadaymış hissini veriyor insana. Bu pahalı ve zengin şehrin göl kıyıları, insana aşkı ve şiiri sunuyor. İsviçreli kızlar insanı gerçek anlamda şair yapıyorlar. Bu kısa gezide bu şehrin tam ruhuna girebilir miyim? Sanmıyorum. Godard’ın mekânlarını aradım durdum bu şehirde. Yıllar geçmiş. Bazı şeyler değişmiş. Elbette tarihi binalar hep ayakta. Bir kartpostal şehriydi burası. Yazmayıp sadece film izler gibi izlenmeli Cenevre’yi. Ama feribota binip gölde gezintiye çıkmadan olmaz. İsviçre, saatleri ve çikolatalarıyla ünlenmiş bir ülke. Bir de dünyaya armağan ettikleri ülkenin adıyla anılan çakıları da var. Alpler’deki köy evleri, kayak merkezleri de unutulmamalı. İsviçre, mutlu insanların ülkesiydi. Bu ülkenin sinemasıyla pek tanışamadık. Alain Tanner vardı. Bu yönetmenin hiç filmini gördüm mü? İsviçre’nin Basel şehrinde doğmuş Alman Dani Levy de var. Bu yönetmenin, 1996’da Beyoğlu Alkazar Sineması’nda gördüğüm 1995 yapımı“Stille Nacht-Sessiz Gece” filmi aklıma geldi. Cenevre'de gölün içinde 140 metreye yükselen fıskiye de var. Elbette en önemlisi Jean-Jacques Rousseau'nun doğduğu yer olması. İnsan haklarının şehriydi burası. 

-mart 2013-


***


 AYLAK BÜYÜLÜ ŞEHİRDE 

Alpler’deki Alzas (Alsace) bölgesi. Fransa’nın Almanya sınırıydı. Vakti zamanında buraları Almanya’ya aitmiş. Hâlâ köylerin, kasabaların, sokakların adı Almancaydı buralarda. Bu bölgenin en muhteşem şehri Strazburg (Strasbourg), hafiften insana Venedik tadı veriyor. Özellikle nehir kıyısındaki yapıların nehrin içindeymiş hissi veren görüntüsü yüzünden. Nehirde gezintiye çıkmak unutulmazdır. Nehir kıyıları insana çarpıcı fotoğraflar sunuyor. O nehir üzerine kondurulmuş tarihi köprüler de insanı etkiliyor. Nehir bir kanal gibiydi. Nehirlerin ikiye böldüğü şehirler beni büyülüyor. Şehirde tarihi yapılar da unutulmamalı. İnsan bakmaya doyamıyor. Ayrıca bu şehrin sokaklarında dolaşmak da huzur veriyor insana.

Buraya trenle gelmek muhteşem bir maceraydı. Fransa’nın insanı büyüleyen doğasını seyrederek yolculuk yapıyorsunuz. Cam kenarında yolculuk en iyisiydi. Köyleri, kasabaları, yaban doğayı içinize çekiyorsunuz. Fransa yeşil ülkeydi. Kasabalar bile tarihi özelliklerini koruyor. Şehrin meydanları da var. Bu şehirde bisikletinize atlayıp rahatça dolaşabiliyorsunuz. Bisikletler için bile park yerleri var. Anneler, bebeklerini bisikletleriyle gezintiye çıkartabiliyorlar. Şehirde hafif metroyla da dolaşabiliyorsunuz. Pahalı bu şehirde uzun kalamıyorum. Yola çıkma vakti.

-mart 2013-

***

AYLAK BUZLAR ÜLKESİNDE

Helsinki… Avrupa’nın en genç şehirlerinden biriydi. Finlandiya’nın başkenti. Finlandiya, Avrupa’nın en geç bağımsızlığa ulaşmış ülkelerinden. Yüzyıllarca İsveç’e bağlı kalmış. Sonra da Ruslar gelmiş. Helsinki, 1500’lü yıllarda kurulmuş. Baltık Denizi, şehre ruh ve hayat veriyor. Finlandiyalılar, içine kapalı ve hemen kendilerini ele vermiyorlar. İyi insanlar. Güven veriyorlar. Helsinki, gerçek anlamda çok pahalı bir şehirdi. Kiralar pahalı. Oteller de. Yiyeceklere güç yetmeyebiliyor. Ama meydandaki geleneksel pazaryeri yardıma koşuyor. Hediyelik eşyadan yiyeceğe kadar ne ararsanız var bu 200 yılı aşkındır olan pazaryerinde. Tam da şehrin ortasındaydı. Geyik ve ayı eti çok tüketiliyor. Orada ızgaralar da var. Burada en dikkatimi çeken şeyse birçok ürün kiloyla değil de ölçü olarak madeni kupayla yapılıyor. Özellikle meyveler. Fince Vanha Kauppahali denilen kapalı çarşıda Fin ve Asya mutfağı bulunabiliyor. 

Kızlar da güzel bu şehirde. Soğuk olsa da sıcak bir ülkeydi Finlandiya. Tatiller de çoğunlukla temmuz ayına denk getiriliyor. Şehir sakindi geldiğimde. Nüfus 600 bin civarında Helsinki’de. Sokaklarda müzik aletleriyle bir şeyler çalan insanlar da göze çarpıyor. Göçmenler de yoğunlukta. Finlandiya’da genel olarak demiryolları gelişmiş.

Helsinki’de yeşil hafif metro çalışıyor. Baltık Denizi şehre güzellik katarken, binlerce göl de var. Köprüler de şehre güzellik katmış. Helsinki’de ünlü mimar Alvar Aalto’nun imzasını görüyorsunuz. Helsinki’de tarihi binalar yoğunlukta. Ama Aalto’nun mimari eserleri de yoğunlukta. Onları seyretmek sanat eserlerine dokunmak gibiydi. Finlandiya’da, düzenli şehirleşme ve nüfus dağılımı varmış. Mimariye sanat olarak yaklaşıyorlar. Helsinki’de beyaz geceler de yaşanıyor yazları. Yaklaşık iki ay kadar sürüyormuş. Yani geceler kısa. Kışınsa bunun tam tersi tabii ki. Helsinki'de "beyaz geceleri" yaşıyorsunuz yazları. Kışlarıysa gün çok kısa. Karanlık, kasvet  ve soğuk çöküyor şehre. 

Helsinki'de neo-klasik yapılar ağırlıkta. Helsinki'de Temppeliaukio Kilisesi mutlaka görülmeli. Adeta kayanın içerisinde bir mekândı. Akustiği de mükemmel. Bu kilise, 1869'da mimar Suomalainen kardeşler tarafından yapılmış. Müzeler  de mutlaka dolaşılmalı.

Bu pahalı şehirde yola çıkma vakti şimdi.

-mart 2013-



***


AYLAK RHÔNE-ALPES ETEKLERİNDE


Saint-Etienne, kısaca St. Etienne… Rhône-Alpes bölgesinin bu güzel şehri,  St. Etienne futbol takımıyla biliniyor daha çok. Yeşil-beyazlı bu etkileyici takım, bir zamanlar Fransa’nın en şöhretli futbol takımıydı. 1970’lerde ve 1980’lerin bir bölümünde hem Ligue 1’de hem de Avrupa kupalarında daima öne çıktı. 1980’lerin ortalarında bir şike olayının içinde olan takım, ikinci lige düşürüldü ve kendini bir türlü toparlayamadı. Yine Ligue 1’de, ama maalesef yıllarca kayıp. Bu, büyük ve trajik bir travma olmalı. Evet, St. Etienne şehri. Aynı bölgenin sanayide ağırlığını koymuş Lyon şehrinin gölgesinde kalmış. St. Etienne’de tarım öne çıkmış. Şehir, eskiyle yeniyi iç içe geçirmiş küçük bir yer.

Rhône-Alpes, Alp Dağları’nın eteklerinde. Rhône, bir nehir. Bu bölge kış aylarında hayli soğuktu. Karlar beyaza bürüyor şehri. Yani karasal iklim var buralarda. Alp’in güzelliklerini yaşıyor. St. Etienne’in az dışında hoş bir yer gördüm. İki ağacın gölge verdiği küçük meydanda, taş banka oturdum. Bir sigara yaktım. Tek tük geçen arabaları seyrettim. Eski şehir beni gerçekten etkiledi. Tarihi binaların arasından geçmek, tarihi köprünün üzerinde yürümek müthiş bir duyguydu. Eski şehirde sokaklarda yürümek insanı gerçekten etkiliyor. Eski panjurlu evler, yaşanmışlığı ve dinginliği hissettiriyor. Taş yapılarsa geçmişin yorgunluğunu duyuruyor insana. Yine de sapasağlamlar.  Hafif metro da ekonomik dolaşma imkânı sunuyor şehirde. Eskiyle yeniyi aynı  anda yaşıyorsunuz bu sokaklarda. Şehrin dışına çıkıp doğanın içinde de olabiliyorsunuz St. Etienne’de. Bu şehirde anlar yaşamak keyifli. Alplere de uzak değil. Hatta Bordeaux şehrine de. St. Etienne, insanda bir kadeh kırmızı şarapla bir dilim tulum peynirini akla getiriyor. Fransa’da bir gelenekti, tulum peyniri yerken kırmızı şarap içmek.  Özellikle de öğleden sonraları.

-nisan 2013-

***


 AYLAK KELT TOPRAKLARINDA


Marsilya’dan trenle gittiğim Aşağı Normandiya’dan Yukarı Normandiya’ya geçmiştim. Oradan trene binip Dunkerque taraflarına, kuzeye gitmiştim. Dunkerquue, Hollandaca “kumul kilise” anlamına geliyormuş. Nord-Pas de Calais bölgesine “Kuzeyin Cehennemi” diyorlar. Bense, “kuzeyin ateşi” diyorum, hâlâ.  Bu sloganın kullanılmasının nedeniyse, nisan ayının ilk pazar günü koşulan “Paris-Roubaix” tek günlük bisiklet yol yarışından dolayı. Bu klasik, temmuz ayında koşulan üç haftalık bisiklet yol yarışı klasik “Tour de France”ın doğuşuna neden olmuş. Tam anlamıyla bir ilham kaynağı “Paris-Roubaix” yarışı. Ezelden beri Nord-Pas de Calais bölgesinden olanlara Fransız değil diyorlarmış Fransa’nın diğer bölgelerindeki Fransızlar. Bu bölgenin insanları, birazcık Hollandalıları ve Belçikalıları çağrıştırıyor gerçekten. “Paris-Roubaix”, kuzeyliler için Fransız olma onuru bir anlamda. Nord-Pas de Calais’ye, tatil için daha çok Parisliler gidiyormuş. Nord-Pas de Calais, büyük bölümü Belçika sınırı boyunca uzanıyor. Dunkerque şehriyse Manş Denizi’ne kadar uzanıyor ve İngiltere de hayli yakın.

Kelt topraklarına daha fazla zaman ayırmak istedim. Şimdi bu imkânı buldum ve Rennes şehrine geldim. Rennes’de de futbol takımı şehrin ruhu. Fransa’da bir şey fark ettim. Ragbi (rugby), futboldan daha gözde. Futbol oynanan statlarda ragbi de oynanıyor. Tuhaf...  Ragbi, Amerikan futbolunun daha kibarcası. Ama ragbi daha da eski. Yani bir klasikti.

Caen pek uzakta değil. Ille-et-Vilaine Departmanı’ndaki Rennes şehrinde, geniş meydanlar ve görkemli tarihi binalar hemen dikkatinizi çekiyor. İnsana bir ferahlık veriyor bu şehir. Şehri ikiye bölmüş kanalın kıyısında yürümek de keyifli. Arabalar, kanalın iki tarafından gidiyor. Tarihi binalar farklı bir güzellik katmış şehre. Şehrin mimarisi gotik tarzdaydı. Avrupa’da şehirlere gerçekten önem veriliyor. Yeni gelirken eskiyi yok etmiyorlar. Hatta restore ederek o yapıları gelecek nesillere taşıyorlar. Şehirler, adeta birer açıkhava müzesi gibi. Şehrin yukarılarına da gittim. Tarihi dar sokaklarda dolaştım. Sarı yoğunluğunun yanında başka renkler de öne çıkmış. Kapılar ve pencereler, renklerin istilası altında sanki. İnsanı büyülüyor. Bu şehirde inanılmaz mimariyle karşılaşabilirsiniz. Dar sokakta yürürken, taş binalar göze çarpıyor. Adeta bir kemerin altından geçiyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Arnavutkaldırımı taşlar döşenmiş yollarda yürüyorsunuz bu mekânlarda.

Rennes’e, hızlı trenler de uğruyor. Fransa’da seyahat ederken, en iyi vasıta trenler. Muhteşem doğayı da seyrediyorsunuz. Bu ülke çok yeşil ve akarsularla kuşatılmış gibi. Mimari de coğrafik olarak farklılaşabiliyor. Aklım bu güzel şehirde kaldı. İnsan bu şehirde hayatının sonuna kadar yaşayabilir. Atlantik uzakta değil. Deniz ürünleri de her daim taze buralarda. Buradaki Bretagne, yani Britanya bölgesinden MÖ göçen Keltler, şimdiki Britanya’ya yerleştiler. İskoç, Galli ve İrlandalı oldular. Geride kalan Keltler, Fransa ve İspanya topraklarında eskisi gibi yaşıyorlar. Fransa’daki Keltlere buralarda Bröton deniyor.

-nisan 2013-

***


AYLAK AKDENİZ’İN GÜNEŞİNDE


Toulon… Akdeniz’de, İstanbul ruhunu taşıyan büyülü bir şehir Toulon. Buraya ayak bastığınızda tanıdık bir yere geldiğinizi düşünüyorsunuz. Bir yarımadayı çağrıştıran bu Akdeniz’in güneşi Toulon, coğrafik yapısıyla Boğaziçi’ne geldiğiniz hissi veriyor. III. Napolyon döneminde, 1800’lü yıllarda Mişel Paşa (Michel Pacha), İstanbul’a gelmiş ve âşık olmuş. Mişel Paşa, III. Napolyon’un desteğiyle Doğu Akdeniz’e gemilerin yollarını bulabilmesi için deniz fenerleri inşaatları yapmak istemiş. Saray’ın da onayını almış. Yapılan deniz fenerlerin işletim haklarını da alan Mişel Paşa, bugün ülkemizde olan birçok deniz fenerinin inşaatını yapmış. Paşa unvanını da almış. Fransa’ya gittiğinde, İstanbul’u hatırlatan bir şehir aramış. Uzun dolaşmalarının ardından Toulon şehrini bulmuş. Boğaziçi tadını veren bu yarımadanın kıyılarını Boğaziçi’ne benzetmeye çabalamış. Yaptığı binaların çoğu, birinci  ve ikinci dünya savaşlarındaki bombardımanlarda harabeye dönüşmüş. Kurtarılmış binalarsa hâlâ ayakta. Tepeleri ve Boğaz’ı andıran mavi suları insanı gerçekten etkiliyor.

Güneş battıktan sonra ışıl ışıl olan Toulon’da, ayın gökyüzünde doğuşu, denizdeki yakamozlar insana huzur veriyor. Toulon, bir liman şehri. Ticaret anlamında her zaman önde olmuş. Liman taraflarında da dolaşmalı, oraları görmeli. Her daim saldırılara uğramış bu şehirde bir de tarihi kale var. Hemen kıyıda. Elinizde mutlaka fotoğraf makinesi, hatta dijital kamera olması iyi oluyor. Bu şehri kaydedince, o görüntülere baktığınızda tatlı bir huzur ve sıcaklık duyarsınız. Şehirde apartmanlar olsa da savaşlardan geriye kalan tarihi yapılar da elden geldiğince  korunmaya çalışılmış. Elbette Mişel Paşa’nın yaptırdığı çoğu bina yok olmuş. Bu şehirde hep dolaşmak istiyorsunuz. Temiz ve düzenli bir yer. Tarih boyunca acılar yaşamış Toulon, şimdiyse görmüş geçirmiş bir insan gibi alabildiğine dingin. Şehrin bu hali, bu dinginliği o huzuru veriyor. Şehrin dar sokakları buralara gerçekten ruh katmış. Oralarda dolaşmak iyi geliyor. Toulon’da geniş meydanlar da var. Geceleri ışıklandırmaları da harika fotoğraflar oluşturuyor. İnsan bu kadim şehre âşık olabilir.

-nisan 2013-


***



AYLAK KÖPRÜLERİN ŞEHRİNDE

Toulouse… Bordeaux ve neredeyse St. Etienne şehirlerine yakın Toulouse’un iklimi karışık. Akdeniz’le karasal iklim birbirine girmiş gibi. Toulouse, kelimenin tam anlamıyla bir köprüler şehri. Kemerli tarihi köprülerde dolaşmak insana bambaşka duygular yaşatıyor. Bazı köprüler öyle yüksek ki, insanın başı dönebilir. Hele de yükseklik korkusu olanların.  Bu şehirde tarihi binalar da yaşanmışlığı duyuruyor sürekli. Meydanlar da alabildiğine büyük ve kafelerde dinlenme fırsatı bulabiliyorsunuz. Şehirde, pastel tonlar öne çıkmış. Sanki “technicolor” çekilmiş bir filmin renk tonlarından yansıyan fotoğraf sanki bu şehir.

Toulouse’da, Fransa’nın diğer şehirlerindeki gibi bisikletli insanları bolca görebilirsiniz. Bisiklet sporu sadece sevilmiyor, bisiklete de biniliyor bu ülkede. Nehrin ikiye böldüğü Toulouse’da yeşillik insana huzur veriyor. Toulouse’da da eski şehir korunmuş ve buralardaki dar sokaklarda dolaşmak da iyi geliyor. Tuğlalı binalar müthiş. Kırmızı şarabın da içilmesi en keyifli şehirlerden Toulouse. Bordeaux’ya da yakın. Atlantik kıyıları da o kadar uzakta değil. Fransa’da trenle yolculuklarda her yer yakınlaşıyor birbirine. Acaba bu şehirde çekilmiş bir Fransız filmi gördüm mü? Eric Rohmer buralara uğramış mıydı hiç? Bunlar nereden geldi aklıma? Bu kemerli köprüler, tarihi binaların arasına sıkışmış dar sokaklar Rohmer ruhuyla buluşabilir. Toulouse deyince insanın aklına hemen ünlü ressam Toulouse-Lautrec geliyor. Hollywoodlu ünlü yönetmen John Huston, 1952 yapımı renkli  “Moulin Rouge” filminde bu ressamın Paris’teki Moulin Rouge adlı gece kulübündeki hayatını anlatmıştı. Bu kısa boylu ressamı, uzun boylu Jose Ferrer canlandırmıştı. Toulouse şehrinde, Toulouse-Lautrec yüzünden olmalı, resim boyaları üretimi bir sanayiye dönüşmüş.

-nisan 2013-

***


 AYLAK AKDENİZ’İN İNCİSİNDE


Nice şehri, etkiliyor. İnsan burada kendini mavinin ve yeşilin içinde cenneti solurken buluyor.  Fransa’nın güneyine “Riviyera” deniyor. Burada başta Marsilya, Cannes, Nice, hatta Monaco çok önemli. Nice, kendine özgü ve de tipik bir Akdeniz şehri. Bu şehirde kendinizi, Toulon kadar olmasa da yabancı bir yerdeymişsiniz gibi hissetmiyorsunuz.

Nice, bir liman şehriydi. Ama turizm en önde geliyor. Antalya gibi. Akdeniz masmavi. Kıyılarda insanların rahat yürüyebilmesi için geniş kaldırımlar yapılmış. Palmiyelerin altında aylak aylak dolaşarak şehrin tadını çıkartabiliyorsunuz. Her Fransız şehri gibi burada da tarihi binalar güzelliğini ve yaşanmışlığını sunuyor insanlara. Onları seyretmeye doyamıyorsunuz.  Şehrin ara sokaklarında dolaşırken, lezzet anlamında keşifler de yapabiliyorsunuz. Nice’te de kafelerin masaları dışarıda elbette. Akdeniz güneşinin altındaki bu şehirde plajda denize girdikten sonra sokaklarda aylak aylak dolaşarak keşifler yaptım. Akdeniz mutfağı zenginliğini burada da sunuyor. Nice’te de deniz ürünleri öne çıkıyor. Bol bol karides ve midye yiyebilirsiniz. Istakozlar pahalı. Bir tür midye olan deniztarağı da damak tadınıza katılıyor. Şehirde, ucuz dolaşmalar için hafif metro da var. Şehirde baştan aşağıya yayan dolaşmak kolay değil elbette. Fransız şehirlerinin en güzel taraflarından biri de meydanları. İrili ufaklı meydanlar insanlara iyi geliyor. Bizim ülkemizde şehirleri planlayanlar meydanlara az değer vermişler. Belki de devrim olur diye korkmuşlardır. Nice’te soluk almak insana gerçekten iyi geliyor.

-nisan 2013-


Yazan: Ali Erden


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder