HAYALİ GEZİLER…
**********
AYLAK BUZLAR ÜLKESİNDE
-I-
İzlanda’nın başkenti Reykjavik'te
havaalanına indiğimde tuhaf duygular içindeydim. Bu buzdan ülkede ne
keşfedecektim ki? Beni buralara sürükleyen neydi? Kaçıyor muydum? Neyden
kaçıyordum ki? Hiçbir şeyden. Aslında arıyordum. Belki de anlamı anlamaya
çalışıyordum. Her şey birbirine benzemeye başlamıştı hayatımda. Otele geldim.
Buraya turla geldim. Hep beraber dolaşıp hep beraber keşfedecektik insanlarla.
Tek başınayım. Odama yerleştim. Sıcak duş aldım. Sıcak sular jeotermalmiş
burada. Aslında enerjiye dair her şey termaldi burada. İzlanda doğanın kendine
sunduklarını değerlendirerek atmosfere de katkıda bulunuyor. Burası çevreci bir
ülkeydi. Televizyonu açtım. Bir İzlanda kanalını izlemeye koyuldum. Anlamasam
da hoş bir tartışma vardı. İnsanlar ne kadar da nazikti buralarda. “Ekonomi”
lafını anladım. Herhalde ekonomik krizden konuşuyorlardı. Burada ilk dikkatimi
çeken şehrin renkleriydi. Şehir rengarenkti. Çocuk resimlerinden düşmüş gibiydi
her şey. Mutluluğun resmi gibiydi.
Akşam, otelin restoranında yemek
yedikten sonra bu küçük şehre kedimi bırakmak istedim. Daha yeterince
tanışmadığım buralarda fazla açılmadan ilk “pub”tan içeri attım kendimi.
Kalabalık değildi. Otel de öyle. Daha baharın başlangıcıydı. Havalar
ısınmamıştı. Gerçi buralarda havalar nereye kadar ısınabilirdi ki? Bir bira
içtim kocaman bardaktan. İçeride sigara içmek yasaktı. Dışarı çıktım. Sigara
yaktım. Sonra kaldırımda yavaş adımlarla yürüdüm. Vitrinler ışıl ışıldı.
Kendimi otelde buldum. Odama çıktım. Biraz televizyon izledim. Uykum geldi.
Sabah çok erkenden kalktım. Bugün epey
gezilecekti turla. Rehberlerimiz bizlere gereken bilgileri vereceklerdi. Canlı
bir belgeseli yaşar gibi anlatılanların içinde kaybolacaktık. Kahvaltıdan sonra
bir otobüse bindik. Dediğim gibi fazla kalabalık değiliz. Otobüsün motoru
çalıştı, sonra da yavaşça hareket etti. Yeni günün içindeki şehir
etkileyiciydi. Şehir dışına çıktık. Gri kayalıklar, kar örtüleri, uyanmaya
çabalayan bir doğa. Bizlere kraterlerin içindeki sıcak suları gösterdiler. Bu
sıcak sularla enerji elde ediliyormuş. Adını telaffuz edemeyeceğim
yanardağların da olduğunu söyledi rehberimiz. Güler yüzlü ve nazik bir genç hanımefendiydi
rehberimiz. İnsanın gördüğünde mutlu olacağını düşündüğü kadınlardan
biriydi.
-II-
Bu sabah tura katılmadım ve özgürlüğümü
ilan ettim. O güzel bayanı görmemeyi göze alarak. Çünkü bu şehir beni
etkilemişti. İnsanın ölmek isteyeceği bir yerdi burası. Buzlar ülkesi.
Hayatımda her şey birbirine benziyordu. Burası da öyleydi. O zaman bu şehre
bağlayan neydi? Çivi çiviyi mi söküyordu?
Bu küçük şehirde kaybolmadan
dolaşabilirdiniz. Ben kaybolmak istiyordum. Düzenli ve temiz şehir, bahara
hazırdı. Ülkemdeyken, keşfedilmeyi bekleyen küçük mekânları arardım hep. Ama
tesadüfen karşıma çıkmalarını isterdim. Çayhaneler, meyhaneler, salaş
lokantalar. Her şeyin düzenli ve temiz olduğu bu şehirde bunları nereden
bulabilecektim ki? Bir sokağa girdim. Yavaş adımlarla kaldırımdan yürüdüm. Bir
yer arıyordum kendimi içeri atacak. Üşümeye başlamıştım. Bir yeri geçtiğimi
fark ettim. Geri döndüm. Kapıyı açtım. İçeri girdim. İçeride birkaç kişi vardı.
Selam verdim. Bir masaya oturdum. Kahve istedim. Nazik genç bayan garson
fincanı masaya bıraktı, gülümsedi, gitti. Kahveden bir yudum içtim. Sıcaklığın
içimde yol aldığını hissettim. Sonra yeniden dışarı çıktım. Sokaktan caddeye
girdim. Yürüdüm. Otele geldim. Odama çıktım. Yatağa uzandım. Gözlerimi kapadım.
Bu gezi bana iyi geldi. Ülkemin dışına
çıkıp uzaktaki hayatlara uzanmalıydım. Bu gezi bana kendimi iyi hissettirdi.
Nazik ve güler yüzlü insanlar gördüm. İnsan sıcaklığını yeniden hissetmeye
başladım. Her şeyin birbirine benzediğini sandığım hayatımda farklılıklar
olduğunu da kendime kanıtlamış oldum. Yeni yerler keşfetmek için içimi heyecan
sardı. O güzel rehberimiz yeni gelecek turistlere hazırlıyordur şimdi kendini.
Bana küçük de olsa hayatın hemen yakınımızda olduğunu fark ettirdi. Ona
minnettarım. Belki onu bir daha hiç göremeyeceğim. Belki o sevgilisiyle mutlu
bahtiyardır. Öyle olmasını diliyorum. Evet yine yaşadığım şehirdeyim. Havaalanından
otobüse bindim. Şimdi evdeyim. Televizyonu açtım. Yine birbiriyle kavga eden
insanlar bir meseleyi çözmeye çabalıyorlardı. Yine yola mı düşmeli?
-mart 2013-
AYLAK ATLANTİK KIYILARINDA
-I-
Marsilya’nın yakan güneşi altında aylak
aylak dolaşıp duruyorum. Tam öğlen vaktiydi. Yazın en sıcak gününde neden
amaçsızca dolaşıyorum. Sanki buralar bana aitmiş gibi. Kendimi kıyıda buldum.
Akdeniz burada da güzel ve maviydi. Deniz fenerine bakıyorum. Ayaktayım.
Kendimi aptallaşmış bir turist gibi hissettim. Acıkmaya da başladım. Ne de olsa
öğlen. Tek başına dolaşıyorum. Kaçak mıyım? Biraz öyle. Elbette sınırlardan
geçiyorum, pasaportumu gösteriyorum. Otobüslere, trenlere, hatta gemilere
biniyorum. Hepsi de ekonomik tarifeden. Deniz fenerleri beni her zaman
büyülemiştir. Toulon şehrini de merak etsem de şimdi oralara uzanamayacağım.
Yolum Bordeaux üzerinden Atlantik kıyılarından Fransa’nın kuzeyine doğru
gitmek. Normandiya kıyıları, sanılanın aksine Atlantik boyunca değil.
Normandiya, “aşağı” ve “yukarı” diye ikiye bölünmüş. Haritada fazla büyük
görünmeyen iki bölgeydi. Fransızlar “aşağı”ya “Basse Normandie” derken,
“yukarı”ya “Haute Normandie” demişler. Caen şehri önemli. Kelt şehri
Rennes'e yakın. Rennes, Ville-et-Vilaine Departmanı’nda yer alsa da Bretagne'a
dâhil. Bretagne, Atlantik'e uzanan yarımada. Bretagne, Britanya anlamına
geliyor. Bu bölgede Keltlere Bröton deniliyor. Keltler, MÖ Büyük Britanya
dediğimiz Ada’ya göç etmişler. Keltler, Fransa’da Yukarı Normandiya’ya yakın
bölgelerden başlayarak Bask bölgesine, oradan Pirennée Dağları’ndan İspanya’nın
Katalonya bölgesine uzanan coğrafyada yaşıyorlar. Keltlerin ataları, Ada’ya
göçmüş ve şimdi bu adaya Britanya deniyor. Britanya adı, Yukarı Normandiya’daki
Bretagne bölgesinden geliyor. Keltler arasında lehçeler az da olsa farklılık
gösteriyor. Şimdi biz onlara İrlandalı, İskoç ve Galli diyoruz. MS 2. yüzyılda
Romalılar bu adayı işgal ettiler. Daha sonra 5. yüzyılda İngilizler adayı işgal
ettiler. İngilizler, Almanya’da Saksonya’dan başlayarak Polonya’nın kuzeyinden
Hollanda’ya kadar uzanan bir coğrafyaya yayılmışlardı. İngilizler, Almanlarla
ve Hollandalılarla yakın akrabalar. Bunlar Cermen ırkından geliyorlar.
İngilizler, Keltlere “Celtic” demişler. Hani şu ünlü Celtic futbol takımının
adı gibi. Yeşil-beyazlı Celtic, İskoçya’da Katoliklerin takımı. En büyük rakibi
de şimdilerde iflas etmiş Glasgow Rangers. Mavi-beyazlı Rangers, Protestanların
tuttuğu futbol takımı. Bu iki takımı da İrlandalılar kurmuş. Bu kültür hâlâ
sürüyor. Mezhep daima en öndeydi. Şimdi bunu niye anlattım? Ben hâlâ
Marsilya’da değil miydim? Evet, deniz feneri tam karşımda ve karnım da bir
hayli aç. Fenerin hemen yakınında bir şeyler atıştırabileceğim bir yer var.
Masalar da dışarı konmuş. Marsilya'da ezan sesi de duyabilirsiniz camiden.
Burası kozmopolit bir şehirdi. Bir göçmen şehriydi.
-II-
Marsilya’da liman ve marina önemliydi.
Yüksek olmayan dağlara doğru yapılaşma bazı yerlerde yoğun olsa da bazı
yerlerde binalar çok değil. Kale de görülmeli. Burada insan kendini yabancı
hissetmiyor. Akdeniz ruhundan dolayı olmalı. Canlılık var. Yarın yola
çıkacağım. Pansiyonda deliksiz uyku çektikten sonra sabahın ilk ışıklarıyla yola
çıkmam gerekiyor. Aslında bu dolaşmalarda planlarım pek yok. Zaman konusunda
sıkıntım da yok. Sadece ulaşımdan dolayı erken kalkmam gerekiyor. Elbette
kahvaltı yapacağım. Ardından trene binip Aşağı Normandiya’ya doğru yol alacağım
başka yolcularla beraber.
-III-
Güneşli bir gündü. Atlantik alabildiğine
uzanıyordu. Hiçbir yerde göremezsiniz okyanusla karanın bu kadar mesafeli
olmasını. Ne demek istiyorum? Plaj çok genişti. Normandiya’da dalgalar ve
rüzgârla da çok güçlü. Burada bol bol fotoğraf da çekiyorum. Bazen de dijital
kameramla kayıt yapıyorum. Kendimce bir belgeseldi işte. Doğal sesler gerçekten
etkileyici. Dalga sesleri bazen insanı ürkütüyor. Kıyıdan yürüyeceğim. Bu
ülkede, köyler ve kasabalar arasında mesafeler yakın. Bazen pansiyon, bazen
ucuz otel, bazen de böyle Normandiya gibi yerlerde uyku tulumuyla idare
ediyorum. Yemek konusu bazen sıkıntılı oluyor. Ülkemizdeki gibi ekmek arası
gibi şeyler çoğu zaman bulamıyorum buralarda. Yiyecek gerçekten sorun oluyor.
Caen’a da uğrayacağım sonra. II. Dünya
Savaşı’nda zorlu çarpışmalar olmuş bu topraklarda. Buraya suyun şehri
diyebilirsiniz. Kanallar önemli bir yer tutuyor. Eski ve yeni, bu şehrin ruhu.
Tarihi yapılarla beraber modernizmi hissettiren yapılar da var. Kafeler de var
elbette. Masaları ve sandalyeleri dışarıda olan yerdi burası. Bu şehirde
güneşin batışı insanı büyülüyor. Yarın sahil boyunca yürümek istiyordum, ama
gözüm kesmedi. Trene binip kamerayla çekim yapmak istiyorum.
-IV-
Fransa’da trenle seyahat diğer taşıtlara
göre daha iyi. Hem de hesaplı. İnmeyeceğim. Yukarı Normandiya’da biraz dolaşıp,
oradan “kuzeyin ateşi” denilen Nord Pas-de-Calais’ye geçmek istiyorum.
Dunkerque şehrini merak ediyorum.
İşte Dunkerque… Fransa’nın en
kuzeyindeydi. Sanki Hollanda topraklarında gibiydi. Fransızlar, Belçika’yla
Hollanda sınırındaki bu bölgedeki insanlara “Nasıl Fransızlar” diye tuhaf,
ırkçılığa benzer dışlama bile yapıyorlarmış. Kuzeylilere, “Hollandalı gibi”
deniliyor olabilir. Bilmiyorum. Tip olarak da gerçekten farklılar. Bir an
kendimi Hollanda’da hissettim. Ben bile. İngiltere’ye Manş Denizi’nin altında
yapılmış tünelden arabayla geçilebiliyor. İngiltere’den de Fransa’ya elbette.
Şehirde liman ve tren garı muhteşemdi. Limandan ve tünelden turist akıyor
şehre. Burası düzenli bir şehirdi. Sanki cetvelle çizilmiş gibi sokaklar,
caddeler. Gerçekten düzenli. Yine de kaos duygusu yaşadım. Az ama… Fransa’nın
mimari özelliğine benzemeyen yapılar da var. Liman gerçekten etkileyiciydi.
Öyle ki, şöyle kuş bakışı yukarıdan baktığınızda yapaymış görünen marina da
var. Deniz doldurulmuş ve koy yapılmış gibi. Okyanus, şehrin ruhuydu. Gemiler,
vapurlar geçip gidiyor. Şehirde motorlu araçlar bir hayli fazla. Sadece
arabalar, kamyonetler, minibüsler değil. Motosiklet ve mobiletler de bir hayli
var. Ama bisiklet kullananlar da var. Bölge genellikle gri bulutların
altındaydı. Atlantik çılgın okyanustu. Dalgaları eksik olmuyor. Dunkerque ıslak
bir şehir. Etkilendim. Atlantik’e bakıp bir kadeh kırmızı şarap içmek iyi
gelirdi…
-mart 2013-
***
AYLAK KUZEYİN ATEŞİNDE
Dunkerque’ten çıkıp, Nord-Pas de
Calais’nin bir başka şehrine uzandım. Otobüsle geldim. Gri bulutlar daha yoğun
oluyor kuzeyde. Her an yağmur yağabilir. Her yer her an ıslanacakmış gibi.
“Kuzeyin ateşi” bu bölgede yolum Lille şehrine düştü. Fransa’da yeme-içme
işleri ülkemize benzemiyor. Buralarda yiyecekler pek ucuz sayılmaz. Geceyi bu
şehirde geçirebilecek miyim, şimdilik sadece düşünüyorum Sokaklarda,
caddelerde, meydanlarda biraz dolaşmak istedim. Bazı sokaklar, Arnavut
kaldırımı dediğimiz parke taşlı bu şehirde. Renkli binalar da var. Ama Fransa’nın
her şehrinde olduğu gibi bu şehirde de mimari çarpıcı. Eski yapılar ve
meydanlar büyüleyiveriyor insanı. Meydanda, sütun üzerine oturtulmuş kadın
heykeli, heybetiyle tüm şehri gözlüyor. Hemen tarihi binanın ardında tarihi
saat kulesi de göze çarpıveriyor. Geniş meydan insana rahatlama duygusu da
veriyor, belirtelim.
Parke taşlı bir sokakta yolun iki
karşısında karşılıklı fil heykelleri de vardı. Nedenini bilmiyorum. Lille,
gerçekten etkileyici bir şehirdi. Muhakkak görülmesi gereken bir yer. Benim gibi
oradan geçerken uğrayanlar bu şehri tam anlamıyla yaşayamayabilir. Sadece şehir
değil, şehrin dışına da uğramak gerekiyor. Her taraf yeşildi. Dağ yok.
Neredeyse yokuş tırmanmıyorsunuz. Yağmura hazır olmak da gerekiyor. Benim
gibi şemsiye taşımaktan hoşlanmayanların yanında yağmurluk bulunuyor işte.
Sokaklarda yol kenarına park etmiş arabalar da gözünüze çarpıyor. Park yeri
meseleydi burada. Şehirde modern, ama gri yapılar da var tabii ki. İnsana
kasvet duygusu yaşatıyor. Tuhaf, şehrin gri gökyüzünden değil de gri
yapılarından bu duyguları yaşadım. Şehirde geceyi geçiremeyeceğim. Gezginler
yola düşmeli. Bakalım yol nereye götürecek?
-mart 2013-
***
AYLAK LEMAN’IN ŞEHRİNDE
Cenevre şehrini en iyi yansıtan film,
herhalde Godard’ın 1960 yapımı “Le Petit Soldat-Küçük Asker” filmi olabilir.
Şehir, filmin başrolündeydi. Seyirci, Cenevre’nin sokaklarında, caddelerinde,
meydanlarında gibi hissediyordu kendini. Bir politik film olmasına rağmen,
mekânların yansıyışıyla bu film ilham vericiydi.
Leman Gölü’nün ikiye böldüğü Cenevre,
gerçekten büyüleyici bir şehir. Onun sokaklarında dolaşmak rüyadaymış hissini
veriyor insana. Bu pahalı ve zengin şehrin göl kıyıları, insana aşkı ve şiiri
sunuyor. İsviçreli kızlar insanı gerçek anlamda şair yapıyorlar. Bu kısa gezide
bu şehrin tam ruhuna girebilir miyim? Sanmıyorum. Godard’ın mekânlarını aradım
durdum bu şehirde. Yıllar geçmiş. Bazı şeyler değişmiş. Elbette tarihi binalar
hep ayakta. Bir kartpostal şehriydi burası. Yazmayıp sadece film izler gibi
izlenmeli Cenevre’yi. Ama feribota binip gölde gezintiye çıkmadan olmaz.
İsviçre, saatleri ve çikolatalarıyla ünlenmiş bir ülke. Bir de dünyaya armağan
ettikleri ülkenin adıyla anılan çakıları da var. Alpler’deki köy evleri, kayak
merkezleri de unutulmamalı. İsviçre, mutlu insanların ülkesiydi. Bu ülkenin
sinemasıyla pek tanışamadık. Alain Tanner vardı. Bu yönetmenin hiç filmini
gördüm mü? İsviçre’nin Basel şehrinde doğmuş Alman Dani Levy de var. Bu
yönetmenin, 1996’da Beyoğlu Alkazar Sineması’nda gördüğüm 1995 yapımı“Stille
Nacht-Sessiz Gece” filmi aklıma geldi. Cenevre'de gölün içinde 140 metreye
yükselen fıskiye de var. Elbette en önemlisi Jean-Jacques Rousseau'nun doğduğu
yer olması. İnsan haklarının şehriydi burası.
-mart 2013-
***
AYLAK BÜYÜLÜ ŞEHİRDE
Alpler’deki Alzas (Alsace) bölgesi.
Fransa’nın Almanya sınırıydı. Vakti zamanında buraları Almanya’ya aitmiş. Hâlâ
köylerin, kasabaların, sokakların adı Almancaydı buralarda. Bu bölgenin en
muhteşem şehri Strazburg (Strasbourg), hafiften insana Venedik tadı veriyor.
Özellikle nehir kıyısındaki yapıların nehrin içindeymiş hissi veren görüntüsü
yüzünden. Nehirde gezintiye çıkmak unutulmazdır. Nehir kıyıları insana çarpıcı
fotoğraflar sunuyor. O nehir üzerine kondurulmuş tarihi köprüler de insanı etkiliyor.
Nehir bir kanal gibiydi. Nehirlerin ikiye böldüğü şehirler beni büyülüyor.
Şehirde tarihi yapılar da unutulmamalı. İnsan bakmaya doyamıyor. Ayrıca bu
şehrin sokaklarında dolaşmak da huzur veriyor insana.
Buraya trenle gelmek muhteşem bir
maceraydı. Fransa’nın insanı büyüleyen doğasını seyrederek yolculuk
yapıyorsunuz. Cam kenarında yolculuk en iyisiydi. Köyleri, kasabaları, yaban
doğayı içinize çekiyorsunuz. Fransa yeşil ülkeydi. Kasabalar bile tarihi
özelliklerini koruyor. Şehrin meydanları da var. Bu şehirde bisikletinize
atlayıp rahatça dolaşabiliyorsunuz. Bisikletler için bile park yerleri var.
Anneler, bebeklerini bisikletleriyle gezintiye çıkartabiliyorlar. Şehirde hafif
metroyla da dolaşabiliyorsunuz. Pahalı bu şehirde uzun kalamıyorum. Yola çıkma
vakti.
-mart 2013-
***
AYLAK BUZLAR ÜLKESİNDE
Helsinki… Avrupa’nın en genç
şehirlerinden biriydi. Finlandiya’nın başkenti. Finlandiya, Avrupa’nın en geç
bağımsızlığa ulaşmış ülkelerinden. Yüzyıllarca İsveç’e bağlı kalmış. Sonra da
Ruslar gelmiş. Helsinki, 1500’lü yıllarda kurulmuş. Baltık Denizi, şehre ruh ve
hayat veriyor. Finlandiyalılar, içine kapalı ve hemen kendilerini ele
vermiyorlar. İyi insanlar. Güven veriyorlar. Helsinki, gerçek anlamda çok
pahalı bir şehirdi. Kiralar pahalı. Oteller de. Yiyeceklere güç yetmeyebiliyor.
Ama meydandaki geleneksel pazaryeri yardıma koşuyor. Hediyelik eşyadan yiyeceğe
kadar ne ararsanız var bu 200 yılı aşkındır olan pazaryerinde. Tam da şehrin
ortasındaydı. Geyik ve ayı eti çok tüketiliyor. Orada ızgaralar da var. Burada
en dikkatimi çeken şeyse birçok ürün kiloyla değil de ölçü olarak madeni
kupayla yapılıyor. Özellikle meyveler. Fince Vanha Kauppahali denilen kapalı
çarşıda Fin ve Asya mutfağı bulunabiliyor.
Kızlar da güzel bu şehirde. Soğuk olsa
da sıcak bir ülkeydi Finlandiya. Tatiller de çoğunlukla temmuz ayına denk
getiriliyor. Şehir sakindi geldiğimde. Nüfus 600 bin civarında Helsinki’de.
Sokaklarda müzik aletleriyle bir şeyler çalan insanlar da göze çarpıyor.
Göçmenler de yoğunlukta. Finlandiya’da genel olarak demiryolları gelişmiş.
Helsinki’de yeşil hafif metro çalışıyor.
Baltık Denizi şehre güzellik katarken, binlerce göl de var. Köprüler de şehre
güzellik katmış. Helsinki’de ünlü mimar Alvar Aalto’nun imzasını görüyorsunuz.
Helsinki’de tarihi binalar yoğunlukta. Ama Aalto’nun mimari eserleri de yoğunlukta.
Onları seyretmek sanat eserlerine dokunmak gibiydi. Finlandiya’da, düzenli
şehirleşme ve nüfus dağılımı varmış. Mimariye sanat olarak yaklaşıyorlar.
Helsinki’de beyaz geceler de yaşanıyor yazları. Yaklaşık iki ay kadar
sürüyormuş. Yani geceler kısa. Kışınsa bunun tam tersi tabii ki. Helsinki'de
"beyaz geceleri" yaşıyorsunuz yazları. Kışlarıysa gün çok kısa.
Karanlık, kasvet ve soğuk çöküyor şehre.
Helsinki'de neo-klasik yapılar
ağırlıkta. Helsinki'de Temppeliaukio Kilisesi mutlaka görülmeli. Adeta kayanın
içerisinde bir mekândı. Akustiği de mükemmel. Bu kilise, 1869'da mimar
Suomalainen kardeşler tarafından yapılmış. Müzeler de mutlaka
dolaşılmalı.
Bu pahalı şehirde yola çıkma vakti
şimdi.
-mart 2013-
***
AYLAK RHÔNE-ALPES ETEKLERİNDE
Saint-Etienne, kısaca St. Etienne…
Rhône-Alpes bölgesinin bu güzel şehri, St. Etienne futbol takımıyla
biliniyor daha çok. Yeşil-beyazlı bu etkileyici takım, bir zamanlar Fransa’nın
en şöhretli futbol takımıydı. 1970’lerde ve 1980’lerin bir bölümünde hem Ligue
1’de hem de Avrupa kupalarında daima öne çıktı. 1980’lerin ortalarında bir şike
olayının içinde olan takım, ikinci lige düşürüldü ve kendini bir türlü
toparlayamadı. Yine Ligue 1’de, ama maalesef yıllarca kayıp. Bu, büyük ve
trajik bir travma olmalı. Evet, St. Etienne şehri. Aynı bölgenin sanayide
ağırlığını koymuş Lyon şehrinin gölgesinde kalmış. St. Etienne’de tarım öne
çıkmış. Şehir, eskiyle yeniyi iç içe geçirmiş küçük bir yer.
Rhône-Alpes, Alp Dağları’nın
eteklerinde. Rhône, bir nehir. Bu bölge kış aylarında hayli soğuktu. Karlar
beyaza bürüyor şehri. Yani karasal iklim var buralarda. Alp’in güzelliklerini
yaşıyor. St. Etienne’in az dışında hoş bir yer gördüm. İki ağacın gölge verdiği
küçük meydanda, taş banka oturdum. Bir sigara yaktım. Tek tük geçen arabaları
seyrettim. Eski şehir beni gerçekten etkiledi. Tarihi binaların arasından
geçmek, tarihi köprünün üzerinde yürümek müthiş bir duyguydu. Eski şehirde
sokaklarda yürümek insanı gerçekten etkiliyor. Eski panjurlu evler, yaşanmışlığı
ve dinginliği hissettiriyor. Taş yapılarsa geçmişin yorgunluğunu duyuruyor
insana. Yine de sapasağlamlar. Hafif metro da ekonomik dolaşma imkânı
sunuyor şehirde. Eskiyle yeniyi aynı anda yaşıyorsunuz bu sokaklarda.
Şehrin dışına çıkıp doğanın içinde de olabiliyorsunuz St. Etienne’de. Bu
şehirde anlar yaşamak keyifli. Alplere de uzak değil. Hatta Bordeaux şehrine
de. St. Etienne, insanda bir kadeh kırmızı şarapla bir dilim tulum peynirini
akla getiriyor. Fransa’da bir gelenekti, tulum peyniri yerken kırmızı şarap
içmek. Özellikle de öğleden sonraları.
-nisan 2013-
***
AYLAK KELT TOPRAKLARINDA
Marsilya’dan trenle gittiğim Aşağı
Normandiya’dan Yukarı Normandiya’ya geçmiştim. Oradan trene binip Dunkerque
taraflarına, kuzeye gitmiştim. Dunkerquue, Hollandaca “kumul kilise” anlamına
geliyormuş. Nord-Pas de Calais bölgesine “Kuzeyin Cehennemi” diyorlar. Bense,
“kuzeyin ateşi” diyorum, hâlâ. Bu sloganın kullanılmasının nedeniyse,
nisan ayının ilk pazar günü koşulan “Paris-Roubaix” tek günlük bisiklet yol
yarışından dolayı. Bu klasik, temmuz ayında koşulan üç haftalık bisiklet yol
yarışı klasik “Tour de France”ın doğuşuna neden olmuş. Tam anlamıyla bir ilham
kaynağı “Paris-Roubaix” yarışı. Ezelden beri Nord-Pas de Calais bölgesinden
olanlara Fransız değil diyorlarmış Fransa’nın diğer bölgelerindeki Fransızlar.
Bu bölgenin insanları, birazcık Hollandalıları ve Belçikalıları çağrıştırıyor
gerçekten. “Paris-Roubaix”, kuzeyliler için Fransız olma onuru bir anlamda.
Nord-Pas de Calais’ye, tatil için daha çok Parisliler gidiyormuş. Nord-Pas de
Calais, büyük bölümü Belçika sınırı boyunca uzanıyor. Dunkerque şehriyse Manş
Denizi’ne kadar uzanıyor ve İngiltere de hayli yakın.
Kelt topraklarına daha fazla zaman
ayırmak istedim. Şimdi bu imkânı buldum ve Rennes şehrine geldim. Rennes’de de
futbol takımı şehrin ruhu. Fransa’da bir şey fark ettim. Ragbi (rugby),
futboldan daha gözde. Futbol oynanan statlarda ragbi de oynanıyor. Tuhaf...
Ragbi, Amerikan futbolunun daha kibarcası. Ama ragbi daha da eski. Yani
bir klasikti.
Caen pek uzakta değil. Ille-et-Vilaine
Departmanı’ndaki Rennes şehrinde, geniş meydanlar ve görkemli tarihi binalar
hemen dikkatinizi çekiyor. İnsana bir ferahlık veriyor bu şehir. Şehri
ikiye bölmüş kanalın kıyısında yürümek de keyifli. Arabalar, kanalın iki
tarafından gidiyor. Tarihi binalar farklı bir güzellik katmış şehre. Şehrin
mimarisi gotik tarzdaydı. Avrupa’da şehirlere gerçekten önem veriliyor. Yeni
gelirken eskiyi yok etmiyorlar. Hatta restore ederek o yapıları gelecek
nesillere taşıyorlar. Şehirler, adeta birer açıkhava müzesi gibi. Şehrin
yukarılarına da gittim. Tarihi dar sokaklarda dolaştım. Sarı yoğunluğunun
yanında başka renkler de öne çıkmış. Kapılar ve pencereler, renklerin istilası
altında sanki. İnsanı büyülüyor. Bu şehirde inanılmaz mimariyle
karşılaşabilirsiniz. Dar sokakta yürürken, taş binalar göze çarpıyor. Adeta bir
kemerin altından geçiyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Arnavutkaldırımı taşlar
döşenmiş yollarda yürüyorsunuz bu mekânlarda.
Rennes’e, hızlı trenler de uğruyor.
Fransa’da seyahat ederken, en iyi vasıta trenler. Muhteşem doğayı da
seyrediyorsunuz. Bu ülke çok yeşil ve akarsularla kuşatılmış gibi. Mimari de
coğrafik olarak farklılaşabiliyor. Aklım bu güzel şehirde kaldı. İnsan bu
şehirde hayatının sonuna kadar yaşayabilir. Atlantik uzakta değil. Deniz
ürünleri de her daim taze buralarda. Buradaki Bretagne, yani Britanya
bölgesinden MÖ göçen Keltler, şimdiki Britanya’ya yerleştiler. İskoç, Galli ve
İrlandalı oldular. Geride kalan Keltler, Fransa ve İspanya topraklarında eskisi
gibi yaşıyorlar. Fransa’daki Keltlere buralarda Bröton deniyor.
-nisan 2013-
***
AYLAK AKDENİZ’İN GÜNEŞİNDE
Toulon… Akdeniz’de, İstanbul ruhunu
taşıyan büyülü bir şehir Toulon. Buraya ayak bastığınızda tanıdık bir yere
geldiğinizi düşünüyorsunuz. Bir yarımadayı çağrıştıran bu Akdeniz’in güneşi
Toulon, coğrafik yapısıyla Boğaziçi’ne geldiğiniz hissi veriyor. III. Napolyon
döneminde, 1800’lü yıllarda Mişel Paşa (Michel Pacha), İstanbul’a gelmiş ve
âşık olmuş. Mişel Paşa, III. Napolyon’un desteğiyle Doğu Akdeniz’e gemilerin
yollarını bulabilmesi için deniz fenerleri inşaatları yapmak istemiş. Saray’ın
da onayını almış. Yapılan deniz fenerlerin işletim haklarını da alan Mişel
Paşa, bugün ülkemizde olan birçok deniz fenerinin inşaatını yapmış. Paşa
unvanını da almış. Fransa’ya gittiğinde, İstanbul’u hatırlatan bir şehir
aramış. Uzun dolaşmalarının ardından Toulon şehrini bulmuş. Boğaziçi tadını
veren bu yarımadanın kıyılarını Boğaziçi’ne benzetmeye çabalamış. Yaptığı
binaların çoğu, birinci ve ikinci dünya savaşlarındaki bombardımanlarda
harabeye dönüşmüş. Kurtarılmış binalarsa hâlâ ayakta. Tepeleri ve Boğaz’ı
andıran mavi suları insanı gerçekten etkiliyor.
Güneş battıktan sonra ışıl ışıl olan
Toulon’da, ayın gökyüzünde doğuşu, denizdeki yakamozlar insana huzur veriyor.
Toulon, bir liman şehri. Ticaret anlamında her zaman önde olmuş. Liman
taraflarında da dolaşmalı, oraları görmeli. Her daim saldırılara uğramış bu
şehirde bir de tarihi kale var. Hemen kıyıda. Elinizde mutlaka fotoğraf
makinesi, hatta dijital kamera olması iyi oluyor. Bu şehri kaydedince, o görüntülere
baktığınızda tatlı bir huzur ve sıcaklık duyarsınız. Şehirde apartmanlar olsa
da savaşlardan geriye kalan tarihi yapılar da elden geldiğince korunmaya
çalışılmış. Elbette Mişel Paşa’nın yaptırdığı çoğu bina yok olmuş. Bu şehirde
hep dolaşmak istiyorsunuz. Temiz ve düzenli bir yer. Tarih boyunca acılar
yaşamış Toulon, şimdiyse görmüş geçirmiş bir insan gibi alabildiğine dingin.
Şehrin bu hali, bu dinginliği o huzuru veriyor. Şehrin dar sokakları buralara
gerçekten ruh katmış. Oralarda dolaşmak iyi geliyor. Toulon’da geniş meydanlar
da var. Geceleri ışıklandırmaları da harika fotoğraflar oluşturuyor. İnsan bu
kadim şehre âşık olabilir.
-nisan 2013-
***
AYLAK KÖPRÜLERİN ŞEHRİNDE
Toulouse… Bordeaux ve neredeyse St.
Etienne şehirlerine yakın Toulouse’un iklimi karışık. Akdeniz’le karasal iklim
birbirine girmiş gibi. Toulouse, kelimenin tam anlamıyla bir köprüler şehri.
Kemerli tarihi köprülerde dolaşmak insana bambaşka duygular yaşatıyor. Bazı
köprüler öyle yüksek ki, insanın başı dönebilir. Hele de yükseklik korkusu
olanların. Bu şehirde tarihi binalar da yaşanmışlığı duyuruyor sürekli.
Meydanlar da alabildiğine büyük ve kafelerde dinlenme fırsatı bulabiliyorsunuz.
Şehirde, pastel tonlar öne çıkmış. Sanki “technicolor” çekilmiş bir filmin renk
tonlarından yansıyan fotoğraf sanki bu şehir.
Toulouse’da, Fransa’nın diğer
şehirlerindeki gibi bisikletli insanları bolca görebilirsiniz. Bisiklet sporu
sadece sevilmiyor, bisiklete de biniliyor bu ülkede. Nehrin ikiye böldüğü
Toulouse’da yeşillik insana huzur veriyor. Toulouse’da da eski şehir korunmuş
ve buralardaki dar sokaklarda dolaşmak da iyi geliyor. Tuğlalı binalar müthiş.
Kırmızı şarabın da içilmesi en keyifli şehirlerden Toulouse. Bordeaux’ya da
yakın. Atlantik kıyıları da o kadar uzakta değil. Fransa’da trenle
yolculuklarda her yer yakınlaşıyor birbirine. Acaba bu şehirde çekilmiş bir
Fransız filmi gördüm mü? Eric Rohmer buralara uğramış mıydı hiç? Bunlar nereden
geldi aklıma? Bu kemerli köprüler, tarihi binaların arasına sıkışmış dar
sokaklar Rohmer ruhuyla buluşabilir. Toulouse deyince insanın aklına hemen ünlü
ressam Toulouse-Lautrec geliyor. Hollywoodlu ünlü yönetmen John Huston, 1952
yapımı renkli “Moulin Rouge” filminde bu ressamın Paris’teki Moulin Rouge
adlı gece kulübündeki hayatını anlatmıştı. Bu kısa boylu ressamı, uzun boylu
Jose Ferrer canlandırmıştı. Toulouse şehrinde, Toulouse-Lautrec yüzünden
olmalı, resim boyaları üretimi bir sanayiye dönüşmüş.
-nisan 2013-
***
AYLAK AKDENİZ’İN İNCİSİNDE
Nice şehri, etkiliyor. İnsan burada
kendini mavinin ve yeşilin içinde cenneti solurken buluyor. Fransa’nın
güneyine “Riviyera” deniyor. Burada başta Marsilya, Cannes, Nice, hatta Monaco
çok önemli. Nice, kendine özgü ve de tipik bir Akdeniz şehri. Bu şehirde kendinizi,
Toulon kadar olmasa da yabancı bir yerdeymişsiniz gibi hissetmiyorsunuz.
Nice, bir liman şehriydi. Ama turizm en
önde geliyor. Antalya gibi. Akdeniz masmavi. Kıyılarda insanların rahat
yürüyebilmesi için geniş kaldırımlar yapılmış. Palmiyelerin altında aylak aylak
dolaşarak şehrin tadını çıkartabiliyorsunuz. Her Fransız şehri gibi burada da
tarihi binalar güzelliğini ve yaşanmışlığını sunuyor insanlara. Onları
seyretmeye doyamıyorsunuz. Şehrin ara sokaklarında dolaşırken, lezzet
anlamında keşifler de yapabiliyorsunuz. Nice’te de kafelerin masaları dışarıda
elbette. Akdeniz güneşinin altındaki bu şehirde plajda denize girdikten sonra
sokaklarda aylak aylak dolaşarak keşifler yaptım. Akdeniz mutfağı zenginliğini
burada da sunuyor. Nice’te de deniz ürünleri öne çıkıyor. Bol bol karides ve
midye yiyebilirsiniz. Istakozlar pahalı. Bir tür midye olan deniztarağı da
damak tadınıza katılıyor. Şehirde, ucuz dolaşmalar için hafif metro da var.
Şehirde baştan aşağıya yayan dolaşmak kolay değil elbette. Fransız şehirlerinin
en güzel taraflarından biri de meydanları. İrili ufaklı meydanlar insanlara iyi
geliyor. Bizim ülkemizde şehirleri planlayanlar meydanlara az değer vermişler.
Belki de devrim olur diye korkmuşlardır. Nice’te soluk almak insana gerçekten
iyi geliyor.
-nisan 2013-
Yazan: Ali Erden
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder