RADYO
TİYATROSU BÜYÜLERİ
TRT
Radyo 1’de radyo tiyatrolarını büyük keyifle takip ediyorum. Çarşamba 21.00’de
yayımlanan oyun, cumartesiyi pazara bağlayan gece 01.05’te tekrar ediliyor.
Ertesi gün, pazarı pazartesiye bağlayan gece yine 01.05’te bir oyun daha
yayımlanıyor.
*****
RADYO TİYATROSU: “Mutluluk Evi”
7 nisanı 8 nisana, yani pazarı
pazartesiye bağlayan gecede, Alman edebiyatından bir romanın uyarlaması ilham
verdi. Yazarı Avusturyalı Fritz Habeck... Yazma isteği uyandırdı. “Mutluluk Evi”, 1950’lerin sonlarıyla 1960’ların
başlarında bir genç kızın, Peggie Schulz’un baş döndürücü yükselişini ve
düşüşünü melodrama fazla yaslanmadan anlatıyordu. İnsan psikolojisi üzerine de
etkileyiciydi. Peggie’nin annesi, Peggie’ye II. Dünya Savaşı sürerken hamile
kalmış. Babası da sonra savaşa katılmış ve geri dönmemiş. Şimdi 25 yaşında olan
Peggie, iki ihtiyar karı-kocanın evinde bir oda kiralamış. Her akşam eve
geldiğinde aksi ihtiyar kadına mektup gelip gelmediğini, telefonla arayanın
olup olmadığını soruyormuş hep. Birkaç yıl öncesine kadar sinemada gelecek
vadeden genç bir oyuncu olan Peggie, bir trajediden sonra Münih’te bu köhne
yere sığınmış. Şizofrenik bir ruh halinde Peggie. Odasının duvarıyla,
büfesiyle, aynasıyla konuştuğunu sanıyor. İçki içtikçe geçmişi de hatırlıyor
Peggie. O saf ve güzel günleri. Belki de hayatta kaçırdıkları, o trajedi kadar
vicdan azabı yaşatıyor ona. Hatta suçluluk duygusunu da yaşatıyor.
Almanya’nın küçük kasabasında annesiyle
yaşayan sarışın ve mavi gözlü Peggie, Almanya’nın savaş sonrasındaki diğer iki
milyon genç kızı gibi villalarda, Paris’te, modalarda, zenginlik içinde olmayı
hayal ediyor. Bir fotoğrafçı Peter Moore, onun daha 17 yaşında hayatının
akışını değiştiriyor bir fotoğrafla. Peggie’ye âşık bir de Hans Koch var. Şair
ruhlu Hans, okulu bitirince mühendis olacak. Hayali de Peggie’yle evlenip
zenginlik hayallerine ulaşamayan diğer Alman genç kızları gibi çoluk çocuğa
karışmak istiyor. Peggie, tarif edilemez bir hırsın içinde. Duygulardan
soyutlanmış ve her şeyi mantık süzgecinden geçiren biri. Hatta her şeyde bir
çıkar arıyor. Menfaati olmayan hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir ruh halinde o.
Fotoğrafı derginin kapağında çıkan Peggie, hayal ettiği film dünyasının içine
hızlı iniş yapsa da yol alması gereken çok mesafe var. Sinemada bir yere
gelecekken, beklenmedik bir şey oluyor. Hollywood’a yeni yıldızlar kazandıran
Ernest, İspanya’da güzeller güzeli Malaga’ya yerleşmeyi teklif ediyor ona.
Peggie’nin ondan tek isteğiyse, kendini Hollywood’un büyük stüdyolarından
Columbia’ya götürmesi. Columbia, Peggie’nin en büyük takıntısı. Ernest’le
arabayla giderken, arabayı süren Peggie, köy yolunda bir çocuğa çarpıyor.
Çocuk ölüyor. Çocuğunun ölümüne dayanamayan annesi de kendini tren altına atıp
intihar ediyor. Peggie, menajerinin itmesiyle, torununu ve kızını büyük
trajediyle kaybetmiş yaşlı kadına yaklaşıyor manevi kızı olmak için. Savaşta
kocasını ve bir oğlunu kaybetmiş kadın güngörmüş ve acıların derinleştirdiği
bir kadın. Peggie için her şey tersine dönüyor ve dibe vuruyor. Hikâyenin sonu
da çarpıcıydı. Peggie’nin umutla beklediği mektup, yaşlı adamın gazetesinin
arasına sıkışmış. Mektup da Hans’tan geliyor. Bundan sonrasını bilmiyoruz. Aksi
yaşlı kadın mektubu Peggie’ye verecek miydi? Açık uçlu finaldi bu. Peggie, odasında
ışığı her söndürdüğünde yaşlı kadın yatak ucuna geliyor. Vicdan azabını artıyor
bu anlarda Peggie’nin. Yatak Peggie’ye, “Bende doğulur, uyunur ve ölünür”
diyor. Sadece bunlar da değil suçluluğunu arttıran. Ardarda sıralanmış genç
kızlar ve yaşlı kadınlar da görüyor sürekli Peggie. Gerçekten çok çarpıcı bir
eserdi bu.
-nisan 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Mavi Gözlü
Bebek” ve “Altın Köstek”
TRT Radyo 1’deki oyun evlenme
üzerineydi. 13 nisanı 14 nisana, yani cumartesiyi pazara bağlayan gece 01.05’te,
Muzaffer İzgü’nün yazdığı “Mavi Gözlü Bebek” ve 14 nisanı 15 nisana, yani
pazarı pazartesiye bağlayan gece 01.05’te yazarını hatırlayamadığım
“Altın Köstek” eserleri yayımlandı. İkisi de evlenme üzerineydi. İki oyunda da
oğlan anneleri evliliğe karşı duruyordu. “Mavi Gözlü Bebek”te, sınıfsal
farklılıklar daha bir öne çıkıyordu. İki genç, Saim ve Demet’in evlenebilmesi
tam bir maceraya dönüşüyordu. Ama “Altın Köstek”teki iki genç Murat ve Elçin’in
evlenebilmeleri mucize ötesi mucizeydi. Çünkü Saim’in annesi aşılmaz Everest
gibiydi. Saim’in babası şeflikten emekli olmuş, hali vakti yerinde biri. Annesi
de bu hali vakti yerinde olmayı, Saim’le Demet’in karşısına duvar gibi örüyor.
Saim’in babası tıpkı Demet’in babası gibi iyi bir insandı. Mühendis olmuş
oğlunun bir an önce iş bulmasını istiyor. Saim, o kadar iş aramasına rağmen bir
türlü iş bulamıyor. Saim’in annesi, sınıf farkına önem veren biriydi. Kendi
ekonomik düzeylerinde bir ailenin kızıyla izdivaç yapmasını istiyor Saim’in.
Demet, bir işte çalışıyor. İki genç sevgiyle birbirlerine bağlılar. Kendi
durumlarındaki arkadaşları Fuat ve eşini ziyaret eden Saim, bu mutlu çiftten
moral alıyor yahniyi yerken. Fuat ve eşi de, Saim gibi aynı okuldan ve ikisi de
mühendis. Kızı istemeye de Fuat gidiyor Saim için. Hikâyenin bir yerindeyse,
her şeyi göze almış mağlup anne Demet’in çalıştığı yere gidiyor ve oğlunu kıza
kötülüyor. Oğlunun psikolojik sorunları olduğunu söylüyor. Tüm zorluklar
aşılıyor ve iki genç evleniyor. Kız bebekleri dünyaya geliyor. Bebeğin gözleri,
Saim’in annesininki gibi masmaviydi. Yeni babaannenin, belki de bu yüzden katı
yüreği yumuşayıveriyor.
Ama “Atın Köstek” için aynısı olmuyor.
Anneyi aşabilmek, Pasifik’teki “Maryana Çukuru”na inmekten daha zorluydu. İki
genç, hatta iki gencin babaları da Elçin’in annesini aşamıyorlar. Bir altın
zincir için, nikâh masasında nikâhın kıyılmasına direniyordu anne ve iki genç
yılgınlığa düşüyordu. Sonu açık uçlu olsa da mutsuzluğu ve umutsuzluğu
alıyordunuz. “Mavi Gözlü Bebek”te Saim’i Mahir Günşiray, Fuat’ı da Taner Birsel
seslendirmiş.
Nisan 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Kral Lear”
21 nisanı 22 nisana, yani pazarı
pazartesiye bağlayan gece 01.05’te, TRT Radyo 1’de William Shakespeare’in “Kral
Lear” eseri vardı. Emekliliğini düşünen koca kral, üç kızının kendisine olan
sevgisini ölçüyor. Kendisini daha çok sevdiğini söyleyen iki kızı, Gonoril ve
Regan’a ülkeyi bölüştürerek veriyor. Küçük kızı Cordelia, Gonoril ve Regan gibi
“sevgi”sini ifade edemeyince, gerçeğin dışına çıkamayanca Lear’ın öfkesiyle
karşılaşıyor. İki kral Cordelia’yla evlenmek için gelmiş. Biri kızın tüm
mirastan mahrum kaldığı için vazgeçiyor. Fransa kralı bu çekingen, ama dürüst
kızla evleniyor. Cordelia’yı savunan Gloucester Kontu da kralın hışmına uğruyor
ve ülkeden kovuluyor. Bundan sonra hikâye derinleşiyor ve iktidar için
entrikalar çoğalıyor. Kont’un, biri meşru diğeri meşru olmayan iki oğlu var.
Meşru olan Edgar, diğeriyse Edmund’dur. Edmund, hırslı, kompleksli ve trajik
biri. Planlarını şeytanı bir zekâyla uygulamaya başlıyor ve Kont’u Edgar’a
karşı kışkırtıyor. Edgar da kaçıyor. Emekliliğini kızlarının yanında geçiren
kral, kızları tarafından sığıntıymış gibi davranılıyor. Hırslı iki kız kardeş,
iktidarı tümüyle ele geçirmek istiyor. Gonoril, iyi bir insan olan kocası
Albany’yi bile entrikalarla kendi tarafına çekiyor. Regan’ın kocası da
Cornwall.
Edmund’un hırsı öyle çoğalıyor ki, bir
oyunla babasını sarayı ele geçirenlerin eline düşürüyor. Dük’ün gözleri kör
ediliyor. Kral Lear, iki kızının kendini felakete sürüklediğini anladığında
kaçıyor. Açlık ve soğuktan yolunu kaybediyor. Kör babasını bulan Edgar, kendini
başka isimle tanıtıyor Dük’e. Kralı, Gloucester Kontu buluyor. Bu insanların
yolu kırdaki kulübede buluşuyor. Kent Kont’u, kralı Fransa’ya Cordelia’ya
götürüyor. Kral hasta ve yorgundu. Kızının sevgi dolu şefkatiyle hayata
tutunuyor. Fransa, krallığa savaş açıyor. Aslında bu krallığı ele geçirmek
isteyenlerin kışkırtmasıyla oluyor. Savaş başlamadan önce Cordelia ve Lear,
yakalanıyor ve de zindana atılıyor. Edmund, ikisini de öldürme emri veriyor.
Edgar, sefil görüntüsüyle Albany’nin karşısına çıkıyor ve ona bir mektup
veriyor. Trajediler başlıyor. Savaş kazanılmasına rağmen. Edmund’un emri yerine
hemen getiriliyor ve Cordelia ölüyor. Onun acısına dayanamayan Lear da
Cordelia’nın peşinden ölüyor. İktidar hırsının felaketlere sürüklediğini
anlatan eser, her sevgi gösterisinin hakiki sevgi olmadığının da altını
çiziyor. Eski kayıttı. Geçmişteki seslendirmeler gerçekten etkileyici ve insanı
o anların içine alıyor.
-nisan
2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Şeytan Tepesi”
TRT Radyo 1’de, 24 nisan çarşamba akşamı
saat 21.05’te Bayram Alacaklı’nın yazdığı “Şeytan Tepesi” adlı çarpıcı
bir oyun vardı. Bu oyun, 27 nisanı 28 nisana bağlayan, yani cumartesiyi pazara
bağlayan gece 01.05’te bir daha yayımlandı. Hikâyenin gelişimi, merak duygusunu
çoğaltan gerilimi, birden suç hikâyesine dönüşen olay örgüsü, bu fantastik
oyunu çarpıcı hale getiriyordu. Sadece bu değil, diyaloglar da iyiydi Elbette
karakterlere sesleriyle hayat veren sanatçılara da övgü yollanmalı.
Arkeolog Cemil, Eski Mısır’a ait bir
buluş yapmış Antalya’daki antik tiyatronun duvarlarında. Bu onu, Şeytan
Tepesi’ne götürmüş. Eski hocası duayen arkeolog Hasan’ı Londra’dan Antalya’ya
davet etmiş. Cemil, volkanik olan bu bölgede volkanik olmayan taşlar bulmuştur.
Üstelik Kraliçe Arisis dönemine ait bir taş tablet bulmuştur. Arisis, binlerce
yıl önce Firavun tarafından öldürülmüş ve nedimesiyle gömülmüş. Eşyalarıyla
beraber. Firavun, büyücü Kefra ve 12 rahibin Mısır dışında diri diri gömülmesi
emrini vermiş. Kefra ve 12 rahibi Antalya’daki Şeytan Tepesi’ne mi gömülmüştür?
İkna olan Hasan kazıyı yönetiyor.
Mezar bulunuyor ve lanet de başlıyor böylelikle. Ekipteki Cemil, Kefra ve 12
rahibin dirilmesinden dolayı aklını oynatıyor. Akıl hastanesine yatırılıyor.
Cemil’in odasında, hemşirenin boğazına enjeksiyon iğnesi saplanmış ve Cemil de
asılı bulunmuş. Polis, Cemil’in hemşireyi öldürdükten sonra kendini astığını düşünse
de otopsi de bambaşka şeyler ortaya çıkıyor.
Akıl ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi’nden Doktor Murat, arkeolog Hasan’ın kızı Meral’e ulaşıyor. O da
kayıp Hasan’ı arıyor. Meral, babasının bilgisayarından nerede olduğunu bulmaya
çalışsa da babası şifreyi değiştirmiş. Doktor, “Kefra” diyor ve Hasan’ın
notlarına ulaşılıyor. Murat ve Meral, kazı bilgisi almak için Profesör Yakup’la
buluşmaya geldiklerinde, Başkomiser Vedat’tan profesörün vahşice öldürüldüğünü
söylüyor. Otopside onun bir hayvan, bir kurt tarafından parçalandığı ve
kalbinin söküldüğü ortaya çıkıyor. Hikâyeye Başkomiser Vedat da dâhil olunca
hikâye birden polisiyeye dönüşüyordu. Üstelik ünlü arkeolog Hasan da kayıptı.
Bu fantastik-polisiye, merak duygusunu çoğaltarak gerilim üst noktaya çıkartıyor.
Devasa kurt adamlar da görünmeye
başlıyor. Bunlardan biri Başkomiser Vedat’a saldırıyor. Meral, Murat ve Vedat
bir araya geliyor ve Antalya’daki Şeytan Tepesi’ne gidiyorlar. Mezarı bulmaları
zor olmuyor. Kapıyı bulunca içeri giriyorlar. Kefra ve 12 rahip, çocukları
kaçırmış. Amaçlarıysa, çocukların kalbini söküp Arisis’i yeniden hayata
döndürmek. Hikâyenin sonu beklenmedik. Aslında fantastik bir polisiye film
çekiliyormuş. İyi eserdi.
-nisan
2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Acıların Ötesi”
TRT Radyo 1’de 1 mayıs çarşamba saat
21.05’te Celal Keskin’in radyo için yazdığı “Acıların Ötesi” yayımlandı. Bu
oyun, 4 mayısı 5 mayısa, yani cumartesiyi pazara bağlayan gece 01.05’te bir
daha radyoda ses buldu. Bu hikâyeyi, bir kadının, bir annenin, Kadriye’nin
getirdiği mutsuzluklar kuşatıyordu. Kadriye, önce kocası Halil’e, şimdiyse oğlu
Turgut’a hayatı zindan ediyor. Hikâyenin derinliğinde Kadriye’nin aşırı sevgisi
ve kıskançlığı kocasını ve oğlunu tüketmiş. Eserde, diyaloglar, seslendirmeler
ve kurgu da iyiydi.
Anne ve oğul, Kadriye ve Turgut,
kasabanın az dışında beraber yaşıyorlar. İneklerinden elde ettikleri sütleri
peynircilere satıyorlar. Turgut, annesinin sağdığı sütleri kendi at
arabalarıyla peynir üreticilerine götürüyor. Turgut, kendilerinden biraz yoksul
bir ailenin kızı Menekşe’ye âşık. Menekşe de ona. Menekşe bir anlamda Turgut’u
kurtuluşu olarak da görüyor. Çünkü geride beş kız kardeşi daha var Menekşe’nin.
Ailesi, sebze üretip pazarlarda satıyor. Yoksullar. Kadriye’nin oğlu için başka
planları var tabii ki. O da Rezzan. Aslında yüreği iyi bir insan Rezzan. Üvey
annesinin baskılarından bunalmış en çok. Elbette Rezzan da Turgut’a âşık.
Turgut, bir umut onun için. Menekşe’nin umudu gibiydi.
Turgut, peynirciye sütü götürdüğü bir
gün orada Rüştü’yü görüyor. Cana yakın ve konuşkan Rüştü, ona bir hikâye
anlatıyor. Babasının hikâyesini. Turgut, Halil’in babası olduğunu hissediyor.
Kadriye’nin aşırı sevgisi Halil’i bunaltmış ve bir gün birdenbire ortadan
kaybolmuş. 15 yılı aşkındır ondan haber alan olmamış. Arada bir kasabanın az
dışındaki ahırı olan evin oralarda dolaşan birini görenler de olmuş zaman
zaman.
Annenin dediği oluyor ve Turgut’la
Rezzan evleniyor. Elbette mutsuzluk var. Turgut Rezzan’a öfkeli de davranıyor.
Askerlik onun için bir kaçış oluyor. Aylar sonra mektup gönderiyor. Mektuplarda
Rezzan’a ayrılalım diyor Turgut. Rezzan, okuma-yazma bilmeyen Kadriye’ye
yazılanları okumuyor. Ama Kadriye, mektupları komşusuna okutunca gerçeği
öğreniyor. Askerden sonra eve dönmüyor Turgut. Bu acıya dayanamayan Rezzan
babasının evine dönüyor. Rüştü hikâyeye bir daha giriyor ve kederler içindeki
Kadriye’yi kendisiyle yüzleştiriyor. Rezzan’ın üvey annesi Rezzan’ı yaşlı bir
adamla evlendirmek istiyor. Koca kayıpsa boşanmak kolay oluyormuş. İşte o
sırada Turgut eve geliyor ve Rezzan’ı bağrına basıyor. Etkileyici bir oyundu.
-mayıs 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Küçük Gezegene Bir
Ziyaret”
TRT Radyo 1’de, 5 mayısı 6 mayısa, yani
cumartesiyi pazara bağlayan gece 01.05’te, Gore Vidal’ın “Küçük Bir Gezegene
Ziyaret” adında bilimkurgu eseri yayımlandı. Seslendirme muhteşemdi. Eski
zamanlarda birçok şey daha iyiymiş. Vidal (1925-2012), Amerikan edebiyatının
önemli yazarlarından. Denemeler, oyunlar, romanlar ve öyküler bıraktı geride.
Senaryolar da yazdı. 1973’te yazdığı “Burr” romanı, Literatür’den 2005’te
“Düello” adıyla çıktı. 2005’te “Golgota’dan Canlı Yayın: Yeniden Yazılan İncil”
(Live from Golgotha: The Gospel to Gore Vidal) çıktı. Yine bu yayınevinden
2005’te “1876”, 2009’da“Yaradılış” (Creation) çıktı. Sonraları Literatür
2011’de yazarın “İmparatorluk” (Empire) romanını da yayımladı. Vidal’ın “Visit
to a Small Planet-Küçük Gezegene Bir Ziyaret”i aynı adla 1959’da sinemaya da
uyarlandı. Vidal, senaryo yazımına da katılmış. Filmi Norman Taurog yönetmiş.
Jerry Lewis başrolde oynamış. Siyah-beyaz bu film ülkemizde 1960 yılında “Jerry
Lewis Feza Yolcusu” adıyla vizyona girmiş.
George, televizyonda kendi programını
yapıyor. Aile yaşamında da dışarıdan bakınca mutluluk her tarafı kuşatmış.
Karısı kendini gül bahçesine vermiş. Kızı Ellen da fındık üreten John’la
evlenme planları yapıyor. Ellen, babasına da karşı geliyor. George, kızını
kendi sınıflarından zengin biriyle evlenmesini istiyor. Buraya kadar bir
melodram gibi gelişiyor her şey. Başka gezegenden bir misafir onları ziyaret
edene kadardı bu. “Kreton” adındaki bu ziyaretçi, dışarıdan ve içeriden bakınca
hiçbir özelliği olmayan uzay aracıyla ailenin gül bahçesine iniş yapmış.
“Kreton”, dünyaya merak salmış bir uzaylı. Dünyalıları ilkel görüyor. Bu da onu
eğlendiriyor. George, bu davetsiz misafir geldikten sonra General Powers’ı
çağırıyor. Powers mahallede sıkıyönetim uyguluyor. Askeri birlikler geliyor.
Uzay aracını yok etmek istiyorlar, ama bu mümkün değil. Görünmez bir duvar uzay
aracını koruyuveriyor. “ Kreton”u da. “Kreton”, dünyalıların zihinlerini de
kolayca okuyor. Ailenin, dışarıdan hemen fark edilmeyecek sıkıntılarını da
anlıyor. Zihinden geçen kelimeleri okumak onun için çocuk oyuncağı. “Kreton”
gecikmeden emellerini de anlatıyor. Dünyayı yönetimi altına almak ve eğlenmek
için de savaşlar çıkartmak. Sonra da kahkahalar atarak insanların ölümlerini
izlemek. BM Genel Sekreteri Laurent bile ailenin evine geliyor. Ama onu bu
düşüncesinden caydıramıyor. Umutsuzluk sürerken, bir uzay aracı daha iniyor gül
bahçesine. Yeni gelen ziyaretçi “Kreton”u alıp götürmek için uğramış. “Kreton”,
onların uzaktaki çok ilerlemiş gezegenlerinde bir çocukmuş. “Kreton” giderken,
ailenin hikâyesi başlardaki tartışmalarına dönüyor. George, kızının John’la
evlenmesine karşı duruyor kaldığı yerden. Onca yaşanan olay birden
belleklerinden silinmiş. Tıpkı hatırlanmayan rüyalar gibi.
-mayıs 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Gece Yollarda”
TRT Radyo 1’de, 19 mayısı 20 mayısa,
yani cumartesiyi pazara bağlayan gece 01.05’te, İtalyan yazar Renato Lelli’nin
“Gece Yollarda” eseri yayımlandı. Eski kayıtlardandı. İtalya’dan ahlakı
sorgulayan ve birdenbire polisiyeye dönüşen bir oyundu bu. Rossello ailesinin
geceden sabaha süren anlarıydı. Evin babası Romalı ünlü avukat Valerio’yla
dinleyicinin keşfi bu geceden yansıyanlar. Valerio, Lucia’yla evli ve 19
yaşında Maurizio adında oğulları var. Yazarın “I Colpevoli-Suçlular” adıyla
yazdığı eser, 1957’de yönetmen Turi Vasile aynı adla siyah-beyaz olarak
sinemaya uyarladı.
Gecenin derinliğinde hikâye başlıyor.
Vallerio’nun karısı ve oğlu dışarıdalar. Lucia, avukat arkadaşının karısıyla
konsere gitmiş. Oğlu Maurizio da smokinli bir ev partisine. Valerio da, yeni
aldığı dava üzerine çalışıyor evde. Valerio, avukat tutacak parası olmayan
yoksul insanların da davalarına bakıyor. Son aldığı davada suçsuz ve fakir bir
insanı savunacak, ama gece uzun ve bilmediği birçok şeyi de öğrenecekti
Valerio. Hem de burnunun dibindekileri keşfedecek ve şoka girecekti. Sarsılacak
ve vicdanıyla hesaplaşacaktı. İtalya, derin faşizmden demokrasiye geçmiş ve
toplumsal, özellikle burjuvazinin otoriteyle uzlaşmasını yaşamıştı. Ahlaki
değerleri düşünerek “Gece Yollarda” eserine anlam yüklenebilirdi. Valerio,
sistemin içinde olsa da onun dışında kalmaya çabalamış. Vicdanını rahatlatan
belki de yoksul insanlara mesleği aracılığıyla yardım edebilmesi. Karısı Lucia,
sistemle uzlaşmış ve burjuvazinin sunduklarını sürekli tüketmek istiyor.
Baskıcı yönetimler açık olmadığı için daima bir şeyleri gizler. Sırlar da bir
vakit sonra ortaya çıkar ve de insanı sarsar. Bunlar benim yakınımda mı oldu,
diye… Gecedeki olaylar sis perdesini kaldırıyor. Eve dönen Lucia, hemen
Maurizio’yu soruyor Valerio’ya. Ardından kelimelerin yardımıyla yavaş yavaş
gizler de dışarı çıkmaya başlıyor. Valerio, Maurizio’yla arasındaki uçurumları
da fark ediyor. Gerçek anlamda oğlunu ve karısını tanıyor bu gece. Lucia, her anne
gibi çocuğunu savunuyor, sahipleniyor. Maurizio’nun günahlarını ve giderek
artan suçlarını saklıyor. Bu geceye kadardı.
Lucia, ev partisini telefonla arıyor ve
oğlunun smokinli ev partisine gitmediğini öğreniyor. Bir süre sonra Maurizio
eve geliyor ve babasına görünmeden odasına çıkıyor. Maurizio’nun yüzü yaralı ve
elbiseleri de yırtılmış. Anne, neler olduğunu oğlundan öğrenmeye çabalarken,
Maurizio annesine emir verir gibi sert konuşmaya başlıyor. Sonra olay, babanın
da araya girmesiyle usul usul çözülmeye başlıyor. Maurizio, buralardan kaçıp
gidebilmek için, arkadaşı Mario’yla zengin bir adamı soymaya çabalamışlar, ama
soygunu yüzlerine gözlerine bulaştırmışlar. Üstelik adamı da arabasında
yaralamışlar. Bir suç ortaya çıkıyor. Baba, vicdan azabı çekerken gerçek suçun
ve suçlunun ortaya çıkabilmesi için oğlunu savcılığa ihbar etmeyi düşünüyor.
Ama öncesinde en yakın arkadaşı avukatı arıyor oğlunu savunabilmesi için.
Valerio, Mario’nun kaldığı pansiyona da gidiyor daha öncesinden. Okuduğu
gazetedeki soygun haberi belki de onunla iletişim kurmasını engelliyor.
Mario’nun yüzünü bilmese de kafede gördüğü gencin o olduğunu anlıyor Valerio.
Mario, kişiliği zayıf insanlardan biri. Baskı altında kalmış insanlar
gibi sinmiş. Baskıcı yönetimlerdeki gibi sinmiş insanlar da böyleydi belki.
Etkileyici bir eserdi.
-mayıs 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Geride Üç Ceset Kaldı”
TRT Radyo 1’de, 2 haziranı 3 hazirana,
yani cumartesiyi pazara bağlayan gece saat 01.05’te, Amerikalı yazar William Irish’in
romanından uyarlanmış muhteşem yapıtı “Geride Üç Ceset Kaldı” adıyla
yayımlandı. Eski kayıtlardandı. Öne çıkan iki karakterde Julie’yi Bedia Ener,
polis müfettişi Wagner’ı Zihni Küçümen seslendirmiş. Irish’in bu romanını büyük
Fransız yönetmenlerinden François Truffaut, 1968 yılında “La Mariée était en
Noir-Siyah Gelinlik” adıyla uyarlamıştı. Başrolde de Jeanne Moreau vardı.
Amerikalı yönetmen Quentin Tarantino da 2003 yılında ikiye bölünmüş “Kill Bill”
filmiyle bu romandan ilham almıştı.
Julie ve Nick, kilisede evleniyorlar.
Rahibin sözlerinden sonra bir el ateş sesi duyuluyor ve Nick yere yığılıyor.
Nick ölüyor. O sırada üstü açık bir araba kilisenin önünden geçerken, Julie
arabada dört adam görüyor ve Nick’in intikamını almak için yemin ediyor. Aradan
iki yıl geçiyor. Julie, arabadakilerin izini buluyor. İlk önce Bliss’e
ulaşıyor. Onun nikâhı var. Julie, Bliss’in kaldığı apartmanda kapıcı
Charlie’yle iletişim kurmuş önce. Bliss’in nikâhı kıyıldıktan sonra, Bliss’i
balkona çeken Julie, eşarbını bilerek savuruyor ve eşarp takılıyor. Bliss
eşarbı almak isterken, Julie onu dokuzuncu kattan aşağıya itiyor. Sırada iyi
aile babası Frank var. Margaret’le evli. Anaokuluna giden küçük kızları Coockie
de var. Julie önce küçük Coockie’yle iletişim kuruyor. Planları da
incelikliydi. Coockie’nin öğretmeni Miss Baker’ın yerine geçmeden önce,
Frank’in karısına telgraf çekiyor ve onu evden uzaklaştırıyor. Akşam eve gelen
Julie, Frank’i kandırması kolay oluyor. Coockie, Julie’nin öğretmeni olmadığını
söylese de Frank Julie’ye iyi davranıyor. Sonunda Frank’i, evin içindeki
merdivenin altındaki dolaba kilitliyor ve Frank havasızlıktan ölüyor. İlk
cinayetten sonra olaya katılan polis müfettişi Wagner, iki olayın da cinayet
olduğu üzerinde duruyor. Frank’in ölümünden sonra doğal olarak suçlanan
öğretmen Miss Baker oluyor. Onun da sırları var. Okulda evli öğretmenler
çalışamıyor. Miss Baker da kocasıyla gizlice buluşuyor işini kaybetmemek için.
Julie, müfettişi telefonla arıyor ve Miss Baker serbest bırakılıyor. Şimdi
sırada ressam Ferguson var. Çıplak modellik için Ferguson’la iletişime geçiyor
ve modellik için Ferguson’ı etkiliyor Julie. Çalışmaları sürerken Corry ve
arkadaşları içmek için Ferguson’ın evine geliyorlar. Corry, Bliss ve
Ferguson’la arkadaş. Bliss’in nikâhında sesi duyuluyordu. Corry, Julie’yi tanır
gibi olsa da tam olarak çıkartamıyor. Julie, kendini tanıma ihtimali olan
Corry’yi ortadan kaldırmak için onunla dışarı çıkıyor, hatta Corry’nin evine
gidiyorlar. Evde tabanca gören Julie, tabancayı eline alıyor ve Corry’ye
tutuyor. Corry’nin tam olarak kendisini tanımadığına ikna olduğunda Ferguson’ın
evine gidiyor ve ressamı okla öldürüyor. Bir kişi daha var. O da ünlü yazar
Holmes. Zeki müfettiş, Holmes’a Julie’den önce ulaşıyor ve onun ölümüne engel
oluyor. Julie, Holmes’un evine geliyor, sekreterlik için. Müfettiş, Holmes’un
yerine geçiyor. Julie gece yatak odasında yatağa ateş ediyor ve ardından ışık
yanıyor. Müfettiş onu suçüstü yakalıyor. Sonradan gerçekler ortaya çıkıyor.
Ölen üç adam ve hayatı kurtulan Holmes’un, Julie’nin kocasının ölümünde en
küçük katkıları yokmuş. Hepsi de masummuş. Dört arkadaş, bohem yaşayan neşeli
insanlar. Asıl katil beklenmedik biri. Corry, kilisenin karşısındaki
apartmandan tabancayla Nick’i öldürmüş. Nick ve Corry, bir zamanlar kaçakçılık
işi yapıyorlarmış. Nick, Julie’yle tanışınca namuslu insan olmaya karar vermiş.
Corry, Nick’in kendisini ele vermesinden korktuğu için öldürmüş. Seslendirmesi
ve kurgusu muhteşem olan “Geride Üç Ceset Kaldı”, unutulmaz bir eser.
-haziran 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Dehşet Girdabı”
TRT Radyo 1’de, 16 haziranı 17 hazirana,
yani cumartesiyi pazara bağlayan gece saat 01.05’te, Dominic Arlie’nin “Dehşet
Girdabı” yayımlandı. Cenevre’den bayıltılarak kaçırılan bir genç kız
Florence’ın gözlerini İngiltere’de Dora olarak açmasının hikâyesi bu. Psikiyatr
doktor olan Brian ve Sir James, çalıştığı işte ancak geçimini sağlayan,
pansiyonda kalan kimsesiz Florence’ı neden ilaçla bayıltıp kaçırmışlardı?
Florence, on beş gün sonra
İngiltere’deki köşkte gözlerini açıyor. Hizmetçisi de Onaria. Brian, psikolojik
telkinlerle onu Dora Layton olduğunu ikna etmeye de çalışıyor. Florence, Dora
olmadığını bilse de kafası yine karışıyor. Ona trafik kazası geçirdiğini ve
belleğinin bulanıklaştığını söylüyorlar. Sir James, dul kalmış Dora’nın mal
işlerini yürütüyormuş. Köşkün bahçesine çıkmasına izin verildiği gün, yan
köşkün bahçıvanı Charlie’yle de tanışıyor. Charlie, Dora diyerek Florence’a
asılıyor. Florence tepki gösteriyor. Sir James, Florence’ı noter ve karısıyla
tanıştırmak için kasabaya götürüyor. Florence orada genç Stephen’la tanışıyor
ve yakınlık hissediyor. Çünkü bir tek o kendisisini tanımıyor. Durumunu anlatsa
da Stephen’ın zihnini tam aydınlatamıyor. Çünkü Florence sürekli ilaç aldığı
için çelişkili konuşuyor gibi. Ama Florence’a yardım etmeye karar veriyor
Stephen.
Bir gün sonra Florence köşkün bahçesinde
Stephen’a iki mektup veriyor. Sonra gerçekler ortaya çıkıyor. Stephen bir polis
ve gerçeğe ulaşıyor. Sir James, bir dolandırıcı. Brian mesleğini kötüye
kullandığı için tıp dünyasından uzaklaştırılmış. Ama psikiyatr dalında en
iyilerdenmiş. Dora’nın kocası ölünce zengin olan Dora, dulluğunun tadını
çıkarmaya başlamış. Bahçıvan Charlie’yle de beraber olmuş. Sir James ve Brian,
Dora’yı kandırıp köşke yerleşmişler. Sir James, mali işleri yürütürken, Brian
da köşkün doktoru olmuş. Bir şey oluyor ve Dora trafik kazası geçiriyor. Bu
rahat hayatı kaybetmekten korkan Brian ve Sir James, varlığını Dora’dan
öğrendikleri Florence’ı Dora’nın yerine geçirmeyi planlamışlar. Florence,
Dora’nın ikiz kız kardeşi. Anneleri onları doğururken ölmüş. Yoksul baba da
ikiz kızlarını evlatlık olarak iki aileye vermiş. Dora’nın şansına zengin
İngiliz ailesi düşmüş. Stephen tüm bunları ortaya çıkartıyor ve bu dünyada
Dora’nın tek varisi olduğu için bu muazzam servet de Florence’a kalıyor. Daima
kalbi boş olmuş Florence, Stephen’la aşkı da buluyor.
-haziran 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Ay Bana Baktı”
TRT Radyo 1’de, 23 haziranı 24 hazirana,
yani cumartesiyi pazara bağlayan gece saat 01.05’te, “Ay Bana Baktı”
yayımlandı. Dağların içinde bir ara istasyonda geçen bir dramdı. Karakış.
Günlerdir yağan bir kar. Baba Şefik, emekli olmuş eski istasyon şefi. Oğul
Yüksel de baba mesleğini seçmiş. Yüksel, Sevinç’le evli. Sevinç hamile. Mutsuz.
Kocası, aşağıda trenleri bekliyor. Onun ilgisine ve sevgisine ihtiyaç duyuyor.
Boşluğu da, sürekli temizlik yaparak, çamaşır yıkayarak doldurmaya çabalıyor.
Gergin hep. Altı yaşlarında da Mete adında oğulları var. Babayla oğul arasında
çatışma da var, derin olmasa da. Ama sevgi her zaman kazanıyor. Lokomotiflerin
motor seslerinden hangi numara olduğunu bilen, hatta gelen telin vuruş
ritminden kimin gönderdiğini bilen, trenlere ve istasyonlara tutkun babasının
varlığıyla huzur buluyor Yüksel. Şefik, torununun arkadaşsızlığından ona “demir
adam” adında bir hayali arkadaş kazandırıyor. Mete, bu hayali arkadaşla
avunuyor. Yüksel, babasının Mete’yi hayaller içine sokmasını istemiyor.
Çocuğunun gerçeklikten kopmasından korkuyor Yüksel. Küçük çocuk, büyükbabasının
anlattığı Kızılderililer gibi yarı çıplak olunca, baba-oğul tartışıyor ve Mete,
onların artık kendisini sevmediğini düşünüyor çocuk düşünceleriyle. Mete,
hayali arkadaşıyla firar ediyor. Mete’yi arıyorlar. Büyükbaba, sonunda torununu
kömürlükte, donmak üzereyken buluyor. Sevinç, Mete’yi ararken, karlı küçük
tepeden yuvarlanıyor. Doğum sancıları artıyor. Bir tel geliyor istasyona. 175
metre ötede, karların demiryolunu kapattığı için istasyona gelemeyen trendeki
yolcuları istasyona getirmesi gerekiyor Yüksel’in. Gökte ay etrafı
aydınlatıyor. Tuhaf bir huzursuzlukla huzur zihnini kuşatıyor Yüksel’in. Tren
yolcularından oğlu Mete yaşlarındaki Yılmaz ve babaannesiyle samimi olmuş
Yüksel, bu iyi insanlardan yardım buluyor. Karların demiryolunu kapattığı için
karısını hastaneye götüremiyor ve kederler içinde. Yılmaz’ın babaannesi bir
doktor ve bir melek gibi istasyona gelmiş sanki. Aile, bu ıssız ara istasyonda
hakiki dostlar kazanıyor. İyi bir eserdi.
-haziran 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Aşk Dolabı”
TRT Radyo 1’de, 7 temmuzu 8 temmuza,
yani pazarı pazartesiye bağlayan gece saat 01.05’te, Roberta Laye’in eseri “Aşk
Dolabı” yayımlandı. Eski kayıttı. Miranda’yı Bedia Ener, Blake’i Pekcan Koşar
seslendirmiş. Bir aşk üçgeniydi. İhanetler ve kıskançlıklar da vardı. Elbette
bu bir melodramdı.
Londra’da Barbara’yla aynı evi paylaşan
genç ve güzel aşçı Miranda Jones, zengin malikânelerde hafta sonları veya bir
hafta boyunca aşçılık yapıyor. Zengin bankacı Blake Jefferson’a, Londra’nın
dışındaki malikânesinde bir haftalığına aşçılık yapacaktır, ama Blake’in
ilgisini hemen çekiyor. Blake’in arkadaşı Alan’ın da. Anne, ona iş bulmasında
yardımcı oluyor. Hatta Blake hakkında bilinmeyenleri bile anlatıyor. Blake, aşk
acısı çekmiş otuzlu yaşlarında bir adam. Sevgilisi Rosemary, ailesiyle Güney
Afrika gezisinde kendinden bir hayli büyük, ama zengin Harry’yle evlenmiş. Bu
haberi alan Blake, küçük bir bunalım yaşamış. Ama işinde yükselmeyi de sürdürmüş
ve şimdi banka hesabı da yüklü.
Genç Miranda, Blake’e hemen tutuluyor.
Platonik bir aşk yaşıyor sanki. Beklenmedik bir şey oluyor ve Rosemary
malikâneye geliyor. Kocası Harry trafik kazasında ölmüş ve kalbi şimdi
bomboşmuş. Blake, Rosemary’yi kıskandırmak ve acı çektirmek için Miranda’nın
bilmediği bir şeyi söylüyor. Blake, Miranda’yla nişanlandıklarını söylese de bu
konularda uzman Rosemary buna inanmıyor. Rosemary için servet ve statü
önemliydi. Durumu çok iyi Blake’in kalbine yeniden girmeye çalışıyor Rosemary.
Ama artık Miranda da aşkı için savaşmaya başlıyor. Blake için bir oyun da
başlıyor böylece. Nişan oyunu bir süre devam ediyor. Rosemary, yeni bir zengin
koca adayı bulana kadar. Sonunda aşk ve mutluluk kazanıyor. Bu melodramın
içinde mizah da vardı.
-temmuz 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Eve Gidelim Rüstem”
TRT Radyo 1’de, 10 temmuz çarşamba saat
21.05’te “Eve Gidelim Rüstem” adlı eser yayımlandı. Eser, 13 temmuzu 14
temmuza, yani pazarı pazartesiye bağlayan gece saat 01.05’te tekrarlanmadı
Çünkü oruç ayıydı ve sahur programı yapılıyordu.. Sessiz Rüstem’i Müjdat Gezen,
Rüstem’in apartmandaki bujiterci komşusu Ahmet’i Şener Şen, Rüstem’in annesi
Hayriye’yi Erol Günaydın, Rüstem’in karısı Nuran’ı Oya Asyalı seslendirmiş.
Eski kayıtlardandı.
Her şey gürültülü ve hareketli
İstanbul’da bir apartmanda geçiyor. Sessiz ve insanları kırar diye sesini
yükseltmekten korkan Rüstem’in annesi Hayriye’yle karısı Nuran, kaynana-gelin
kavgası yapıyorlar her gün. Apartmanda kedileriyle yaşayan Hayriye’nin yaşına
yakın yalnız kadın da var. Kedileri için her sabah süt alıyor. Kedileri sabah
olduğunda süt için ayağına dolanıyorlar hep. Bir de tıpta okuyan Levent’le
tiyatrocu abisi de apartmana yeni taşınmışlar. Her sabah Hayriye’yle Nuran’ın
ağız kavgalarıyla uyanıyorlar. Rüstem beyaz eşya satan bir büyük mağazada
çalışıyor. Son günlerde işi de eve taşıyor. Genç karısı aslında yalnızlık
hissediyor. Hayriye de oğlunu paylaşmaktan kıskanıyor sanki. İşte her şey
Rüstem için bir yerde toplanıyor ve patlama geliyor. O akşam karısı imambayıldı
yapmış. Annesi de yemek tuzlu diye gelinine taş atıyor. O sırada bir hikâye
anlatıyor. Hırsızlık yapan oğlunu teşvik eden anneyle oğlunun hikâyesini
Hayriye sofrada anlatıyor. Oğlu Rüstem’i nasıl iyi yetiştirdiğini kanıtlamak
için. Hırsız oğul tutuklanmış. Son isteği sorulmuş. Oğul da annesinin dilin
öpmek istemiş. Annesi dilini çıkardıktan sonra hırsız oğul annesinin dilini
koparmış. Bu hikâyenin etkisinde kalan eve iş getirmiş Rüstem, peş peşe rüyalar
görüyor, sonra da hastaneye düşüyor. Çünkü kadınların dilini öpmek istiyor
Rüstem. Kadın görmeye tahammül edemeyen Rüstem, az konuşan yumuşak sesli
hemşireye âşık oluyor. Belki de hemşire iyileşmesine yardımcı olacak Rüstem’in.
İyi oyundu. Hayatı içinden ve mizahı da unutmadan yansıtıyordu. Seslendirmeler
de iyiydi. Hepsi ustaydı.
-temmuz 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Arkada Kalan Gözler”
TRT Radyo 1’de, 7 temmuzda çarşamba
akşamı, saat 21.05’te, Fazıl Hayati Çorbacıoğlu’nun yazdığı “Arkada Kalan
Gözler” eseri yayımlandı. Eski kayıtlardandı. Yaşlı bir adam köşkünde ölüyor.
Adam kalp hastasıymış. Bu ölüm, normal bir ölüm mü, yoksa bir cinayet miydi?
Olay üç bakış açısıyla yansıyor ve bir polisiyeye dönüşüyor her şey.
Sorgu yargıcı köşkte önce doktoru
sorguluyor. Doktor önce adamın aile doktoru olmuş, sonra da aile dostu. Satranç
da oynuyorlarmış sık sık. Ölen zengin adam aksi ve kuşkucu biriymiş. Genç ve
güzel bir kadınla evlenmiş. Doktor, adamın öldüğü gün tesadüfen köşkte olduğunu
söylüyor. Adam ölürken damla ilacını karsının verdiğini söylemiş.
Sonra sorgu sırası adamın genç karısına
geliyor. Kadının konuşmalarından mutsuzluğu hemen anlaşılıyor. Kadın, kocasıyla
durumlarını, hatta geçmişini de anlatıyor sorgu yargıcına. Güzelliği ona
mutsuzluk getirmiş. Kendi gibi genç olan ilk kocasının sonradan insanı boğan
kıskançlığı ortaya çıkmış. Adamın kıskançlığı öyle noktaya gelmiş ki, kadının
evden dışarı çıkmasına, pencereden dışarı bakmasına bile tahammül edemiyormuş.
Sonunda ayrılmışlar. Kadın, yaşlı ve güvenli olur diye şimdi ölmüş kocasıyla
evlenmiş. O da kıskanç, öfkeli ve daima kuşkucu olmuş. Ölümüne yakın da
“mirasımın peşindesin” diye kadını suçlamış. Adamın bir de kumarbaz yeğeni
Bülent var. Bir gün, köşkü telefonla arayan Bülent, yengesiyle konuşuyor para
kopartabilmek için. Kumar borcunu ödemesi gerekiyormuş. Telefon konuşmasının
ardından öfkeyle salona giren adam kıskançlık ve aşağılama yüklü bağırmalar
yapıyor kadına. Hizmetçi Ayşe, paralel telefondan kadının bir erkekle
konuştuğunu ispiyonlamış. Ayşe’yi casusluk yapsın diye ayartan adam, saf genç
hizmetçinin olayı yanlış yorumlamasına bile neden olmuş. Kız, adamın karısını
boşayıp kendiyle evleneceğinin hayalini kurmuş.
Olayı çözense Bülent oluyor. Dayısının
ölmeden birkaç dakika önce arka kapıdan kimse görmeden köşke giren Bülent,
farkında olmadan damla ilacı dayısına içirdiğini ve ölümüne neden olduğunu
söylüyor. Dayısı aslında bir tür intihar ediyor. Öldüğünde suçun karısının
üzerinde kalacağını düşünüyor. Bazı şeyler plan üzerinde kalabilir. Gerçekler
ortaya çıkabiliyor. Bülent, köşke gelip sorgu yargıcına her şeyi itiraf ediyor.
Çünkü sorgu yargıcı soruşturmalarından sonra suçu kadının işlediğine inanmaya
başlıyor. İyi yazılmış ve iyi seslendirilmiş bir oyundu.
-temmuz 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Filmciler”
TRT Radyo 1’de, 7 ağustosta çarşamba
akşamı, saat 21.05’te Aydın Arın’ın yazdığı “Filmciler” adlı eser yayımlandı.
Aynı eser, 10 ağustosu 11 ağustosa, yani cumartesiyi pazara bağlayan gece
tekrar edildi. Eski kayıtlardandı. İsmail’i Kayhan Yıldızoğlu, Zeki’yi Sami
Ayanoğlu seslendirmiş. Acemi senarist Ayhan’ı Cüneyt Türel, usta senarist
Hilmi’yi de Bilge Zobu seslendirmiş. Eser, 1960’lardaki Yeşilçam’a mizahi,
eleştirel ve finaliyle de fantastik bakıyordu. Hikâye birden suç hikâyesine
dönüşüyordu.
1965 yılı… Arada filmler de yönetmiş,
yapımcı, şimdilerde yabancı film de ithal eden Zeki Akyüz, iş hanındaki
bürosuna geliyor. İş hanına girerken, bu sıcakta gocuk giymiş, yüzünü
çıkartamadığı kemer satan bir adam görmüş. Otuz yıllık sağ kolu Bekir’in de
cenazesi var bugün. Hep Bekir’i anıyor tipik Yeşilçam yapımcısı Zeki. Yeni
yardımcısıysa eski muhasebecisi İsmail. Saf ve işi kavramaya çabalayan biri
İsmail. Zeki, tam anlamıyla tilkinin biriydi. Jale’yle evli. Metresi de var
Şule adında. Sürekli telefonla konuşuyor, işleri halletmeye çalışırken, Ayhan
adında genç senarist büroda bitiyor. Ona hikâyesini anlatıyor. İki rakip futbol
takımının iki kaptanı üzerineydi hikâye. Yakışıklı kaptan diğer kaptanın kız
kardeşiyle sevişiyor. İşler de karışıveriyor bu komedi filminde. Zeki onu
başından savıyor. Sonra usta senarist geliyor büroya. Hilmi, parayı garantiye
aldıktan sonra hikâyesini anlatıyor Zeki’ye. Hikâye Karadeniz’de geçiyormuş.
Kan davası üzerine. İki genç birbirlerine âşık oluyorlar kan davasını bilmeden.
Buluşuyorlar. Kıza âşık biri daha var. Amcaoğlu onları görüyor ve amcasına
ispiyonluyor onları. Çatışma çıkıyor. Oğlan, kızın babasını vuruyor ve hapse
giriyor. Kız, oğlanın hapis yattığı şehirde gündüz işte çalışıyor, gece de
barda şarkı söyleyip oğlana bakıyor. Yıllar geçiyor ve oğlan hapisten çıkıyor.
İki sevgili evleniyorlar. Zifaf gecesi, kız elindeki bıçağı oğlana saplıyor.
Öç, aşkın önüne geçiyor, beyaz çarşaf kırmızıya dönüşüyor. Zeki, bu melodramdan
etkileniyor ve hemen filme çekmek istiyor. Başrolde de metresi Şule olmasını
istiyor. Ama bu o kadar kolay değil. Hilmi, oyuncudan başka her şeye benzeyen
Şule’nin oynamasını istemiyor.
Her şey bir günde geçiyor. Bekir’in
cenazesi de para bekliyor. Zeki, İsmail’in ısrarlarına rağmen duymazlıktan
geliyor. Kendi ellerindeki jönün rakip firmayla anlaştığını da telefondan
öğrenen Zeki, oyuncunun alacak bonolarına bakıp ödemeleri şeytansı planlarla
erteliyor. Zeki birden daktilocu kızın sarışın olduğunu da fark ediyor.
Müessesenin itibarı nedeniyle onu işten atıyor. Siyah saçlı olmalıymış. Kız
istifasını vermiş önceden. Çünkü Zeki’den nefret ediyormuş. Elbette gocuklu
adam da hâlâ büroda bir yerde bekliyor. Zeki, Şule’ye beş bin liralık kolye
almış. Şule geliyor. Ardından da karısı Jale düşüyor büroya. Şule, tuhaf
kokuları olan gocuklu adamın yanında saklanıyor. Havada kadın parfümü kokusu
alan Jale, ortada duran kolyeyi alıp, kocasının çapkınlık yapmasına izin
veriyor, neşeyle gidiyor. Kolyesi giden Şule de mutsuz ayrılıyor bürodan.
İsmail de istifa ediyor işinden. Terk edilmiş Zeki, gocuklu kemer satan adamla
baş başa kalıyor büroda. Viski içiyorlar. Adamdaki tuhaf ceset kokusunu da fark
ediyor. Gocuklu adam hiç konuşmuyor. Adam, kemerin birini alıyor ve Zeki’nin
boynuna doluyor. Zeki de artık bir mefta. İyi yazılmış ve iyi seslendirilmiş.
-ağustos 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Mutluluklar Evi”
TRT Radyo 1’de, 18 ağustosu 19 ağustosa,
yani pazarı pazartesiye bağlayan gece, saat 01.05’te Agatha Christie’nin
“Mutluluklar Evi” eseri yayımlandı. Eski kayıtlardandı. Freda’yı Tijen
Par, Braham’ı Metin Serezli, Bayan Oliver’ı Şükriye Atav seslendirmiş.
Müzikleri, kurgusu ve seslendirmesi muhteşemdi.
Hindistan’da hareketli yıllar geçirmiş
Binbaşı Charlie Will Braham, Londra’ya döndüğünde can sıkıntısından depresyona
girmiş. Hiç hareket yok. Her gün birbirine benziyor. Bir köşkü ve birikimleri
olan Braham, bu can sıkıntısından kurtulabilmek için bir gazete ilanıyla bir
yere gidiyor. Parker Pine’ın bu bürosu, can sıkıntısını çözme ve heyecan
vadediyor. Braham elli paund ödüyor. Pine, Braham’ı Madeleine’le çıkartıyor
ilk. Braham pek mutlu olmuyor. Çünkü Braham beyaz tenli kadınlardan hoşlanıyor.
Pine hemen bir plan yapıyor. Plan uygulamaya konuyor. Braham, adını daha önce
duymadığı bir adamdan not alıyor. Beyaz Zambak Köşkü’ne gelmesini istiyor notu
yazan adam. Braham, tam zamanında köşke gidiyor. Orada hiç beklemediği
manzarayla karşılaşıyor. İki siyahî adam bir genç kıza saldırırken görüyor
Braham. Kızı, adamların elinden kurtarıyor. Freda, pansiyonda kalan canı
sıkılan insanlardan. Ona da not gelmiş Beyaz Zambak Köşkü’ne gitmesi için.
Freda’nın denizci babası, o çocukken ölmüş. Peşi sıra annesi de. Yetiştirme
yurdunda büyümüş Freda daha 21 yaşında. Braham, beyaz tenli, sarışın ve mavi
gözlü Freda’ya aslında hemen âşık oluyor. Aşk başlarken koca bir macera-gerilim
de onları bekliyor. Yazar Bayan Oliver tarafından çok iyi yazılmış ve
kurgulanmış bir macerayı yaşıyorlar. Ama ikisi de bunun farkında değil. Birçok
adı olan avukat Rate, Freda’nın karşısına çıkıyor ve ona ölen babasından yüklü
bir servet kaldığını söylüyor. Babası, Orta Afrika’da servet değerinde fildişi
bırakmış. Fildişlerinin saklandığı yerin haritasını istiyor Freda’dan. Sonra da
muhteşem gerilim başlıyor. Hayatlarının maceralarını yaşıyorlar ve birbirlerini
bulmuş oluyor iki genç. Evlenip, Doğu Afrika’da balayı yaparken defineyi de
arayacaklar. Aslında onlar birbirlerini bulmuşlar ve mutluluğa ulaşmışlar. Bu
büro ikisinin de hayatının akışını değiştiriyor ve aşk kazanıyor. Agatha
Christie, polisiye-gerilimlerinin tadı vardı bu eserde. Muhteşemdi.
-ağustos 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Gece Nöbetçisi”
TRT Radyo 1’de, 1 eylülü 2 eylüle, yani
pazarı pazartesiye bağlayan gece, saat 01.05’te psikolojik-gerilim eseri “Gece
Nöbetçisi” yayımlandı. Eski kayıtlardandı. Ani İpekkaya, Alev Gürzap, Şener Şen
ve Bilge Zobu’nun da sesleri duyuluyordu. Eser Lucille Fletcher'ındı.
Manhattan, 1970’lerin başları… Ellie ve
John altı yıldır evli. Ellie’nin psikolojik sorunları var. Sürekli psikiyatri
gözetiminde bulunduruluyor kocası John tarafından. Gecenin derinliğinde
kocasıyla konuştuktan sonra, John odadan çıktıktan sonra karşı binanın
penceresin panjurlarının açılıp kapanırken kanlar içinde şişmanca bir adamın
cesedini görüyor Ellie. Eski kocası Carl’ın öldüğündeki gibi gözleri kendisine
baktığını sanıyor. Gerçekten o pencerede gördüğü gerçek miydi Ellie’nin. Her
şey yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Kocası onu Cenevre’de psikiyatri kliniğine
yatırmaya çalışıyor. Hatta Ellie’nin zihnine adeta bunu kazıyor. Ellie’de de
bir direnç ortaya çıkıyor. Bir erteleme. Bu gece gördükleri onu, karışık
ve bulanık zihniyle gerçekliğe yaklaştırıyor. Hatta trajedilere sürüklüyor.
Ellie’nin evde sıcaklığını duyduğu tek
insan yaşlı hizmetçi Helga. Final bölümünde gerçekliğe ulaşmasında katkısı
oluyor Helga’nın. Evde Blanche da var. Ellie’nin arkadaşı. Kızıl saçlı Blanche,
sarı perukayla Ellie’nin zihnini karıştırıyor gibi olsa da bulanıklığın hafifçe
dağılmasına neden oluyor. Blanche’ın böyle bir amacı yoktu elbette. Ellie,
kadın psikiyatrla konuşurken, Ellie’nin geçmişi de yansıyor zihinlerde. 1964
yılında, Ellie’nin kocası trafik kazasında ölmüş. Politikaya atılmak isteyen
Carl, başarılı bir avukatmış. Kaza gecesi Carl’ın yanında güzel bir sarışın
kadın varmış. Ellie, kazaya tesadüfen tanık olmuş. Kaza sesine doğru yürüyen
Ellie, kalabalıkları yarıp arabanın içindekileri görüyor. Kaza yerinde ölen
kocasın gözlerini de. Yanındaki sarışın genç kadını görünce şok yaşıyor.
Ellie’nin annesi kendi doğduğunda ölmüş. Petrolcü babası ona her şeyi sunmuş.
Paris’te Katolik okulunda çocukların söylediği “Bekçi Baba” şarkısını hiç
unutmamış. Ellie, çocukluğundan beri uykusuzluk yaşıyor hep. Geceler onun için
hep uzun. Finale yakın, John ve Blanche’ın oyunlarının Ellie’yi daha kötürüm
hale getirdiği fark ediliyor. John ve Blanche sevgili. Acaba, Ellie’nin John
sandığı insan Larry mi? Larry, Blanche’ın geçmişteki sevgilisiymiş. Finalde,
bulanık edilmiş zihniyle oyunu çözen Ellie, John ve Blanche’a trajedi mi
yaşatıyordu? Karanlıkta iki el tabanca sesi duyuluyor. Kendisini ciddiye
almayan komiser Walter, bu defa da ciddiye almıyor. Ellie de Cenevre’ye
seyahate çıkacak belki de. Sinema tadında etkileyici ve merak duygusunu sürekli
duyuran iyi bir psikolojik gerilimdi. Seslendirme de iyiydi. Elbette diyaloglar
da.
-eylül 2013-
***
RADYO TİYATROSU: “Asla Ayrılmayacağız”
TRT Radyo 1’de, 4 eylül çarşamba akşamı
21.05’te Tahir Giritlioğlu’nun “Asla Ayrılmayacağız” eseri yayımlandı. 7 eylülü
8 eylüle, yani cumartesiyi pazara bağlayan gece 01.05’te tekrar yayımlandı.
Eski kayıtlardandı. Diyaloglar da iyi yazılmış. Fonda duyulan müzik de iyi
seçilmiş. Nermin’i Nedret Güvenç, Reşit’i Özdemir Han, Nihat’ı Kahraman Acıhan,
mahkeme başkanını Kemal Bekir seslendirmiş.
Mahkemede genç kadın Nermin, hâkime
işlediği cinayeti itiraf ediyor. Hâkim, bu cinayeti neden işlediğini öğrenmek
istiyor. Nermin, öldürdüğü insana duyduğu saygıdan, olayı ve hikâyeyi anlatmak
istemiyor. Ama sonra cezasının hemen verilmesi için hâkime her şeyi anlatıyor.
Nermin, âşık olmasa da sığınacak sıcak biri olarak gördüğü Nihat’la evleniyor.
İki yıl olmuş evleneli. Nihat’ı madenci Reşit büyütmüş, okutmuş. Bir baba gibi
olmuş. Nihat, çok çalışan biri ve eve sürekli yorgun geliyor. Genç karısını
dışarı çıkartamıyor. Bir gün Reşit onları ziyarete geliyor. Boş vakitleri çok
olan Reşit, Nermin’i bunaldığı evden dışarı çıkartıyor, hayatın içine katıyor.
Giderek birbirlerine bağlanıyorlar. Reşit’in hayat tecrübesinden süzülüp gelmiş
kelimeleri Nermin’i büyülüyor. Reşit bir gün “sevgilim” diyor dalgınlıkla.
Nermin kaç zamandır bu kelimeyi bekliyormuş gibi Reşit’in sıcaklığına
sığınıyor. Aşk büyüyor. Reşit, Nihat’a duyduğu saygıdan aradan çıkmak istiyor.
Uzaklaşmak, kaçmak, gitmek istiyor. Gideceği gün o trajedi yaşanıyor evde.
Nihat’ın toplantıda olduğu gün, Nermin sonsuza kadar birlikte olmak için küçük
tabancayla önce Reşit’i vuruyor. İki el ateş sesi duyuluyor. Reşit’i tam
kalbinden vurmuş Nermin. Reşit yere düşerken tabancayı kendi kalbine doğrulup
ateş ediyor, ama yaralanıyor. Şimdi mahkemede ve idam cezasını bekliyor.
Romantik sulara doğru açılan hikâye birden suç hikâyesine dönüşüveriyor. Hayat
gibi beklenmedik. Nermin kocasını hiç sevememiş. İyi eserdi.
-eylül 2013-
****
RADYO TİYATROSU: “Viterbolu Genç Kızlar”
TRT Radyo 1’de 15 eylülü 16 eylüle, yani
pazarı pazartesiye bağlayan gece saat 01.05’te Günter Ay’ın “Viterbolu Genç
Kızlar” eseri yayımlandı. Eski kayıtlardandı.
1943 yılı, İkinci Dünya Savaşı zamanları. Büyükbaba ve 17 yaşındaki kız
torunu Gabriele, Bayan Winter’in neredeyse himayelerinde bir evde
saklanıyorlar. Bayan Winter’den haber, mektup ve yemek bekliyorlar. Hiç dışarı
çıkamıyorlar Yahudi dede ve torun. Uyumaktan ve birbirlerine rüyalarındaki
hikâyeleri anlatmaktan başka bir şey yapamıyorlar. Gabriele, zihninde yarattığı
“Viterbolu Genç Kızlar” hikâyesini anlatıyor. Bu hikâyede tatmadığı bir aşk da
var. Başkarakter kızı kendiyle özdeşleştiriyor ve marangoz çırağına âşık
oluyor. Önce kızlar ve başlarında öğretmenleri tren istasyonunda
bekliyorlar. Tren bir türlü gelmiyor. İstasyonda ne kadar zaman geçtiğini
bilmiyorlar. Birkaç saat mi, iki gün mü, üç gün mü? Zaman anlamsızlaşıyor. Ama
açlık da bastırıyor. Hikâyeye marangozun çırağı da giriyor sonra. Komodini
taşırken, hikâyedeki kızı, yani Gabriele’yi görünce heyecanlanıp komodini
düşürmüş. İşte o zaman kendi yaşındaki çocuğa âşık oluyor. Gabriele’nin
anlattığı hikâye İtalya’da geçiyor. Çırak da kıza âşık olmuş. Onun için bin
liret borçlanıyor. Çırak da onunla olmak istiyor çünkü. Gerçeğe dönüldüğünde
arada bir duyulan sirenler savaşı hatırlatıyor. Bayan Winter’in morina balığı
da. Sonunda trajedi geliyor. Dış kapı açıldığında gelen Bayan Winter değil.
Naziler onları buluyor. Sonları toplama kampında gelecek belki de.
-eylül 2013-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder