28 Nisan 2018 Cumartesi


HAYALİ FİLM ELEŞTİRİLERİ…





ANTONİONI SİNEMASINDAN


Ustadan sinemayı şaşırtan film

Dünya sinemasının çok büyük yönetmeni Antonioni, “Western” filmiyle spagetti westerne saygı gönderiyor. Delon da vahşi batıda kötülerin peşindeki eski şerif

Michelangelo Antonioni’den kelimenin tam anlamıyla farklı bir film. Usta, sinemadaki estetik kaygılarını adeta bir yana bırakmış. Antonioni, filmlerinde klasik anlatının dışında geçişsiz hikâye kurgularıyla seyircileri bir boşluğun veya yabancılaşmanın içinde kıvrandırıyordu. Onun filmlerinde “kararma-açılma”, “zincirleme”, “bindirme” gibi geçişlere pek karşılaşılmıyordu. En azından bir döneme kadar. Mekândan mekâna, sahneden sahneye aniden geçilirken, seyircinin de zihni kaosun içinde kayboluyordu. Zamanın geçtiğini bir zaman sonra anlayabiliyordunuz. 1973 yapımı “Western” filmi, Antonioni’nin “günah” olarak gördüğü her şeyi içine alıyor. Antonioni bir günahın içine mi düşüyor? Onun birçok filmini perdede görmüş sinemaseverler, “Western” filmini gördüklerinde tam anlamıyla boşluğa düşecekler. Ama Antonioni bir tek şeyden vazgeçmemiş. O da mekân duygusu. Bu filminde gerçekten mekânlar öne çıkmış. Elbette karakterler de. Antonioni filmlerini bilenler, onun filmlerinde karakterlerin öne çıkmadığını bilirler. Antonioni, “Western” filminde hem mekânları hem de karakterleri öne çıkarmış. Karakterler ve mekânlar, gerçekten birbirlerini tamamlamışlar.

Antonioni, bu filminin senaryosuna katkıda bulunmamış. Senaryoyu Sergio Leone yazmış ve geriye çekilmiş. İlginçtir, Leone filmlerinin kameramanlarından Tonino deli Colli, Antonioni’nin gözleri olmuş. Antonioni, Colli gibi spagetti western türünün ruhundan gelen kameramanla çalışmakla iyi bir yol gösterici bulmuş. Tabii ki, müzikleri yazan da Ennio Morricone. Yani tam anlamıyla Leone ruhuydu bu. Film, spagetti westernlerinin yoğunlukla çekildiği İspanya’da yapılmış. Bir sektör oluşmuş oralarda. Filmde James’i Alain Delon, Mary’yi Romy Schneider, genç Laura’yı Isabelle Huppert, Kirli Harry’yi Charles Bronson, Bloody Charlie’yi Lee van Cleef, Jimmy’yi James Coburn, Philip’i Harrison Ford  canlandırmış.
1867, Teksas… İç savaş biteli iki yıl olmuş. James, şeriflikten istifa etmiş ve doğudan Teksas’a gelmiş bir kovboy. Buraları vahşi batının silah seslerinin susmadığı yerler. Şeriflikte tecrübe kazanmış James, batıda iyi para kazanacağını düşünmüş. Doğudan batıya göç olurken, doğunun kültürü de buralara gelmiş. Tren yolu, bankalar, posta arabaları, yani para. Sığır güden ve kemerlerinde tabanca asılı kovboylar, bir yılda kazanamayacakları paraları bir günde ceplerinde olacağını anlayınca, suç çeteleri oluşmuş. Elbette doğudan batıya şeriflik de taşınmış. Suçlar artınca, şerif nezarethaneleri de boş kalmıyor. Ama büyük çeteler rahatça tren ve posta arabalarını soyuyorlar. En büyük çete de Kirli Hary’nin çetesi. James, tek başına Kirli Harry ve çetesini peşine düşüyor. Sadece kötülerin peşinde değil elbette. Mary’ye de zaman ayırabiliyor eski şerif. James, kasabanın şerifi Jimmy’yle çalışıyor eski kanun adamı olarak. James, Kirli Harry ve çetesini, ölü veya diri ele geçirip ödül kazanmak istiyor. Şerif de James’in arkasında. Şerifin kızı Laura da James’e tutulmuş. Öğle vakti, bir yabancı atlı kasabaya giriyor. Atını bağlıyor. Etrafı gözleriyle taradıktan sonra “saloon”a giriyor. Amerikan barına geldiğinde viski istiyor. Orada biri onu tanıyor. Adam dışarı çıkıp şerifin ofisine gidip Jimmy’ye Kirli Harry’nin ortağı Bloody Charlie’nin kasabaya geldiğini söylüyor. Aslında bu filmi seyrederken, hem Hollywood’un klasik westernlerinden hem de spagetti westernlerden etkileri hissediyorsunuz. Antonioni filminde melodramı, şiddeti ve komediyi iç içe geçirmiş.

Elbette filmi baştan sona anlatmayacağız. En azından Antonioni’nin gittiği yolu görmek için iyi olur diye düşündük. Trendeki final bölümü gerçekten iyi çekilmiş. Bunu sinema perdesinde sinemaskop görmek gerek. Hızla giden treni kamera yandan ve trenle aynı hızla giderken çekimler de yapılmış. Öyle sahneler var ki, kamera hızla yol alan trenin penceresinden dışarı çıkarak, trenin üzerindeki anları yakalıyor. Ama final anları da klasik anlatımdan uzaklaşmıyor filmde. İyiler kazanıyor ve huzur geliyor. James, iyi para kazanarak Mary’yle mutluluğun yolculuğuna çıkıyor trenle Kaliforniya’ya doğru. Laura’nın kalbi kırılsa da cenaze levazımatçısının oğlu Philip’in ilgisine fazla karşı koyamıyor. Elbette müzikler. Morricone, Leone filmlerinin tadında besteler yapmış Antonioni’nin filmine de. Bir başka büyük yönetmen François Truffaut, kendi filmlerini küçümseyen Antonioni’yle dalga geçmiş. Truffaut, “Sinema salonundan çıktıktan sonra insanın aklında pek bir şey kalmıyor. Berbat film” demiş alaycı kelimelerle.

-mart 2013-   

*****

TARKOVSKİ SİNEMASINDAN 

                       
Modern zamanlardaki insana bakmak



Sinemanın büyük ustalarından Rus Andrey Tarkovski’nin Avrupalı sanatçılarla çektiği “Modern” filmi, günümüzün tuhaf insanına bakıyor



Rus sinemasının en çileli yönetmenlerinden Andrey Tarkovski usta, Fransa’da hiçbir baskı altında kalmadan 1978 yapımı “Moderne-Modern” filmini sinemaseverlere sunabildi. Tarkovski, bu filmi Fransa’da yapsa da bir uluslararası bir yapıt bu. Kamera önünde ve arkasında Fransızlar ve İtalyanlar var. Bu filmin yapımında Michelangelo Antonioni ve Jean-Luc Godard gibi büyük yönetmenlerin de desteği olmuş. Tarkovski, senaryoyu Godard ve Antonioni’yle ortak yazmış. Kamerayı da bir başka usta Vittorio Starrarro kullanmış. Bu önemli kameramanı Bernardo Bertolucci’nin filmlerindeki o muhteşem fotoğraflardan hatırlayabilirsiniz. Oyuncular da birbirinden büyük. Michel’i Alain Delon, Bernard’ı Jean Paul Belmondo, Giancarlo’yu Tomas Milian, Beth’i Julie Christie, Marie’yi Charlotte Rampling, Paul’ü Gerard Depardieu oynuyor. Elise karakterinde Amerikalı genç oyuncu Jodie Foster oynamış. Öyle genç ve güzeldi ki. Elbette müzikleri de Michel Legrand bestelemiş. Fonda Mozart ve Schubert de duyuluyor. Paris ve Roma şehirleri arasında gidip gelse de küçük anlarla Fransa’nın Atlantik kıyıları da filme mekânlarını sunmuş.

Katil kimdi?..

Film, Fransız çizgi roman çizeri Bernard’la Fransız roman yazarı Michel arasındaki dostluk üzerine. Sanat, hayat ve felsefe üzerine tartışmaları filmin derinliğine doğru seyircileri yolculuğa çıkartıyor. Ama bu yolculuk hayli zorlu ve insan labirentte yolunu kaybedebilir. Bir de Giancarlo adında katil var. Çizgi romancıyla yazarın konuşmalarındaki başkarakter o. Giancarlo, Roma’da üniversitede felsefe dersleri veriyor. O, bir aşk cinayeti işlemiş biri. Ailesi var. Karısı İngiliz Beth. İki kızları olmuş.  Filmin girişindeki yazılar akıp gittikten sonra görüntü Fransa’nın Atlantik kıyılarında açılıyor. Kamera, yavaşça geriye doğru kayıyor, pencereden içeri giriyor, odada yazar Michel ayakta yatağın üzerindeki gazeteye bakıyor, kamera yatağa doğru kayıyor ve gazetenin manşetini gösteriyor. Manşette, “Hepsi aşk için oldu” yazıyor. Yazar, gri Citroen arabasıyla Paris’e doğru yol alırken, Giancarlo hücresinde yatağa sırtüstü uzanmış duygusuz gözlerle tavana bakıyor. Tarkovski, sıradan bir film gibi bu girişin ardından, bu cinayetin köklerine iniyor. Michel, polisiye romanlar yazıyor ve Romalı Giancarlo’nun bu aşk cinayetinin nedenleri üzerine derin düşüncelere dalıyor. Giancarlo, iyi bir üniversitede profesör. Dışarıdan bakınca mutlu bir evliliği var. İki de küçük kızı. Sistemin sunduğu tüm nimetlerden faydalanıyor. Michel, dünyayı sol bakış açısıyla değerlendiren, ama Marksist olmayan bir yazar. Her şeyde mutlaka diyalektik olduğunu savunuyor. Hayattaki her şey neden-sonuç ilişkisinde, diyor. Ya çizgi romancı Bernard? Michel ve Bernard, bu aşk cinayetini anlamaya, hatta eserleri için ilham almaya çabalıyorlar. Bernard, bu olayı çizgi romana dönüştürmeyi teklif ediyor Michel’e. Biri yazacak, diğeri de çizecek… Ama önce bilinmeyenleri, o derin karanlıkta kalmış yerlere ışık düşürmeleri gerekiyor. Giancarlo, mutlu görünmesine rağmen neden cinayeti işledi? Hem de Paris’te. Öldürdüğü Elise, bir Fransız üniversite öğrencisi. Tarih okuyor. Yolları Roma’da kesişmiş. Yıldırım aşkı. Paris-Roma arasında gidip gelmeler olurken, hikâyeye kızın annesi Marie de giriyor. Marie, kızıyla Giancarlo’nun ilişkisini hemen öğrense de tepki göstermemiş. Daha da ileri giderek Giancarlo’yu baştan çıkarmış. Fransız usulü bir aşk üçgeni oluşmuş.

Tarkovski, klasik anlamda bir polisiye yapmak istememiş. Merak duygusuyla da hiç ilgilenmemiş. Usta, başka derinliklerin peşine düşüyor. Michel, Giancarlo’nun suçsuzluğuna inanıyor. Marie’nin, Sherlock Holmes’un bile aklına gelemeyecek bir planla kızını ortadan kaldırdığını, polisin de ilk şüpheli olarak Giancarlo’yu tutukladığını iddia ediyor. Bernard, daha farklı bir açı getiriyor bu aşk cinayetine. Michel’le polis merkezine gidiyorlar. Orada Bernard, cinayet masası dedektiflerinden arkadaşı Paul’ü Michel’le tanıştırıyor. Onun da yöntemleri farklı. Bu üçünün, Giancarlo ve Elise’in hayatlarını karşılaştırmaları, tesadüfler, gerçeğin göreceliği ve birçok şey üzerine konuşmaları gerçekten heyecan verici. Romanlar, filmler, Antik Yunan felsefesi, modern öncesinden modern sonrası düşünceler, sanat akımları, kapitalizm, faşizm, komünizm, varoluş, insan ve fikirler. Kamera, arada bir Roma’ya gidiyor. Beth, hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam ediyor. Kızlarıyla mutlu. Yönetmen, üç farklı konuşmaya kulak verirken, her türlü kuşkunun ötesinde Beth’ten de kuşkulandırıyor seyirciyi. Beth gerçekten suçlu muydu? Yoksa gerçek suçlu Marie miydi? Giancarlo, tahmin edilemez bir plan mı yapmıştı? Yoksa bir dördüncü ihtimal mi vardı? Üç zeki beynin karşılıklı fikir yürütmeleri, insanı gerçekten labirentte yolunu kaybettiriyor.

Dingin anlatım…

Tarkovski, önceki filmlerindeki gibi renkli ve siyah-beyaz çekmiş. Giancarlo ve ailesi siyah-beyaz yansıyor sürekli. Sinemaskop bu filmde kamera dingin olmasına rağmen, yönetmen bazı anlarda kamerayı öne ve geriye kaydırmış. Sahneler arasındaki geçişler de çarpıcı. Paris’le Roma arasındaki geçişler, pencereden pencereye geçişle oluyor. Tarkovski, klasik anlatımdaki “zincirleme” ve hatta “kararma-açılma” tekniklerine de başvurmuş sıkça. Müzikler de filmin ruhuyla buluşmuş. Tarkovski, klasik müzikleri Michel’in yalnız olduğu anlarda kullanmış. Michel Legrand’ın besteleri de yer yer klasik müzik tadı veriyor. “Modern” filmi, sadece Tarkovski sinemasına tutkun olanları değil, ustayla ilk defa karşılaşanları da etkileyecek. Delon, ilk dönemlerindeki gibi sanat tarafı öne çıkan bir filmde dingin oyunculuk sunmuş. Belmondo, Godard filmlerindeki coşkuyu yeniden yaşıyor. Milian, fazla konuşmayan, donuk bakışlı, ama insanın giderek ısındığı bir karakter yaratmış Giancarlo’yla. Depardieu, Paul’le çağdaş bir Sherlock Holmes olmuş adeta. Evet, Tarkovski usta farklı film yapmış. Ama yine derin ve entelektüel…

-mart 2013-


****

BERGMAN SİNEMASINDAN


Bergman’dan insan sıcaklığına övgü


İsveç sinemasının büyük yönetmenlerinden Ingmar Bergman’ın “Kadın Şefkati”, büyük bir tutkuyla insan sevgisinin filmi


İsveç’in Upsala şehrinde 1918’de doğmuş sinemanın büyük ustası Ingmar Bergman, Fransız sineması içinde bambaşka bir film yapmış. Siyah-beyaz ve sinemaskop çekilmiş 1969 yapımı “Une Belle-Kadın Şefkati”, 1960’larda Bergman sinemasında daha yoğun kendini gösteren, kadın yüzlerinin yakın çekimle perdeye yansıması bu filmle de sürmüş. Orijinal  anlamı “Bir Güzel” olan “Kadın Şefkati”, tam anlamıyla Bergman’ın insan sıcaklığına özlemi. Filmin senaryosunu da yönetmenle Woody Allen ortak yazmışlar. Filmin kameramanı da Bergman sineması için gerçekten bir sürpriz. Kameraman Raoul Coutard’ı, Godard filmlerine ruh katmış fotoğraflarından hatırlayabilirsiniz. Bergman’ın yolu, daimi kameramanı Sven Nykvist’le bir filmlik de olsa ayrılmış. Filmi perdede seyrederken bunu hissediyorsunuz. Coutard’ın kullandığı kamera, Bergman filmlerindeki o dinginliğe az da olsa coşkunluk getirmiş. Kameranın, öne ve geriye doğru kayışları, sanki ruhun içine girip çıkıyormuşsunuz hissini veriyor. Gün ışığının içeriye yansımaları, siyah-beyaz fotoğraflara estetik yoğunluk vermiş. Bergman, iç ve dış mekânları neredeyse eşit kullanmış. Hatta geceler ve gündüzler de öyle. Fonda duyulan melankolik piyano tınılarını da Francis Lai bestelemiş. Bergman, zaman zaman Schumann bestelerini de kullanmış.

Schumann çalan adam…

Elke, Paris’e dinlenmeye gelmiş gibi. Filmin derinliğinde kırık bir aşk hikâyesinden çıktığını anlıyorsunuz. Paris’te bu kırıklığın sıkıntısından uzaklaşmaya da başlamış. Yeni bir aşka henüz hazır değil. Ama genç ve güzel bu kadın nereye kadar soğuk yatakta uyanabilir ki? Elke, aylak dolaşmalarının ardından  kafeye uğruyor bazı akşamüzerleri. Bir fincan kahvesini içiyor ve yalnızlığının tadını çıkartıyor sanki  Elke. St. Germain’de Café de Flore ona ilham veriyor. Bir süredir dikkatini, sokağın karşısında kaldırımda klarnet çalan, evsiz insanları andıran otuzlu yaşlarındaki bir adama gözü takılmış. Bugün onunla konuşmak da istiyor. Adının Avy olduğunu öğrendiğimiz adam, hep Schumann’ın tınılarını çalıyor. Bu tını, Elke’yi Stockholm’e, annesinin piyanona çaldığı yıllara götürüyor.

Elke’yi, Bergman’ı daima büyülemiş Liv Ullmann oynuyor. Filmdeki en büyük sürprizse Woody Allen. Bu müthiş Amerikalı sanatçı, sokakta klarnet çalan Avy’yi canlandırmış. Avy, Amerikalı bir Yahudi. Yolu bir şekilde Paris’e düşmüş. Aslında o maceracı ve keşfedici bir ruha sahip. Karşısında konuşmayı seven biri olduğunda Yahudi mizahıyla Amerika’yı, müziği, Atlantik’i coşkulu kelimelerle anlatıyor Avy. O bir müzisyen. Küsmüş. Çünkü müziğin kötü yönlere gittiğini düşünüyor.  New York’a da gitmek istemiyor bu yüzden. Filmde, Bergman filmlerinden aşina iki unutulmaz kadın oyuncu da yönetmene destek vermiş. Bibi Anderson Bibi, Ingrid Thulin de Ingrid olmuş filmde. Bibi ve Thulin, Elke’yi ziyarete geliyorlar Paris’e. Fransız sinemasının büyük oyuncularından Jean Gabin, Bergman’ın filmine çok şey katmış bir de. Gabin, klarnetçi Avy’ye evinde bir oda vermiş yüreği iyi Jean’ı oynuyor.

Paris’te aşk var…

Babası papaz olan Bergman, dine ve babaya iç acısıyla bakıyor bazen.  Bergman, baba takıntısından Jean’ın müşfik kalbiyle çıkmayı istiyor sanki. Jean, hayatı sadece dini bakış açısıyla değil, felsefi bakışlarla da yorumluyor. Onun için, iyi olduktan sonra hangi Tanrı’ya veya dine inanmanın önemi yok. Ona göre, dünyadaki kötülükleri iyiliklerle aşmamız gerekiyor. Gençliğinde Katolik rahip bile olmuş Jean. Önyargı, ırkçılık, düşmanlık onu kiliseden uzaklaştırmış, dünyanın denizlerinde huzuru aramış. Kaptan bile olmuş Jean. Avy’yle Seine kıyılarında tanışmışlar. Avy, dört yıl önce Paris’e gelmiş. Bir süre sonra parası tükenince orada burada kalmaya başlamış. Sokakta çalması da müziği dolaysız olarak halka sunmak içinmiş Avy’nin. Kafede, dışarıda masada tek başına oturmuş Elke, Avy’nin klarnetiyle Schumann’ı dinledikten sonra ayağa kalkıyor ve öne doğru yürüyor. Kamera, uzak açıdan yavaşça öne doğru kayarken, Elke de Avy’ye doğru yaklaşıyor. Bu estetik sahne, sanki dostluğa ve aşka dokunmak gibiydi. Hikâyeye, Bibi ve Ingrid de girince modern zamanlarda Paris’te masal yaşanıyor sanki. Bergman sinemasının tutkunları biraz hayal kırıklığına uğrayacak,  ama  yaratıcı yönetmenlerin de yoldan çıkmaya hakları var. Filmi seyrederken, Bergman’ın sanattan uzaklaşmadığını da fark ediyorsunuz. Tek bir fark var. O da, biraz coşku. Filmdeki oyunculuklar da ilham verici, belirtelim.

-nisan 2013-         

****
  

LEAN  SİNEMASINDAN  


Lean’dan sarsıcı bir polisiye


Büyük yönetmenlerden David Lean’ın yazıp yönettiği “Katil”, şaşırtıcı kurgusuyla zihinleri sürekli karıştıran bir film. Robert de Niro’yu seyretmeye doyamıyorsunuz


İngiliz sinemasının önemli yönetmenlerinden David Lean, “gösterişli” denilen yüksek bütçeli filmlerinin dışına çıkıp, hayli düşük bütçeli 1977 yapımı “ Killer-Katil” filmini yapmış. Kara film tadı da veren “Katil”, zekâ işi bir suç filmi. Her şey açıkça perdede görünse de, film derinleştikçe zihinsel karışıklıkları yaşıyorsunuz. Filmin en büyük sürprizi, senaryoyu da Lean’ın yazması. “Technicolor” renk tonları, sinemaskop çekilmiş bu filme estetik anlamda zenginlik sunmuş. Kameramansa Gordon Willis. Bu büyük kameramanı, Francis Ford Coppola’nın “The Godfather-Baba” filmlerinden hatırlıyoruz. Elbette Robert de Niro. Bu muhteşem oyuncu, Martin Scorsese’nin 1977 yapımı “New York New York” müzikal filminden yorgun çıkmasına rağmen hiç dinlenmeden Londra’ya gelmiş ve Lean’ın bu polisiyesinde John’u oynamış. Lean, bu filminde fon müziği kullanmamış. Duyulan her şey doğal sesti. Müzikler de öyle.

Zihinleri karıştıran cinayetler…

John, dışarıdan bakınca sıradan bir insandı. Ne iş yaptığını bile bilmiyorsunuz. Bir aylak gibiydi. Ama onun dünyasına girdikçe hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlıyorsunuz. Seyircinin zihni sürekli karışıyor. Lean, başlarda şüpheyi katil olarak John’un üzerine çekiyor önce. Ama o vahşi kadın cinayetlerini onun işlediği hakkında da emin olamıyorsunuz. Çünkü başka biri daha ortaya çıkıyor. Şüphenin John üzerinde yoğunlaşması onun tedirginlik veren soğukkanlı halleri miydi? John, bir temizlik hastasydıı. Diğer şüpheli David, hikâyeye birdenbire dahil oluyor. John gibi ne iş yaptığı bilinmeyen David’i Harvey Keitel oynamış. David, başkalarının dokunduğu şeylere dokunmaktan tiksiniyor ve ellerini sürekli yıkıyor. David’le John’un ortak noktaları bu obsesiflikleri. Ayrıca ikisi de Amerikalı. John’un İtalyan, David’in Alman kökenleri var. İkisinin de kaldığı daireler alabildiğine temiz ve düzenli. Bu iki adamın neden aynı anda Londra’da oldukları sürekli zihinleri karıştırıyor. Bu iki adam, birbirini tanıyorlar mıydı? Vahşice öldürülen kadınlar, tip olarak da birbirini çağrıştırıyor. Ortak özellikleri de çilli olmaları. Filmde polis dedektifi Annie’yi Julie Andrews canlandırmış. Annie, bu vahşi cinayetleri bir seri katilin işlediğini düşünüyor. Londra, yeni bir “Karındeşen Jack”le mi karşı karşıya? Öldürülen kadınların kimisi evli, kimisi sevgilisiyle, kimi üniversitede, kimisi tek başına…

Sürprizli final…

Lean’ın “Katil” filmine dokunurken, merak duygusunu azaltmamak gerekiyor. Yönetmen, insanın kanını donduran cinayetleri gösteriyor. Ama, katilin yüzünü göremiyorsunuz. Belki kimi sinemaseverler, John ve David’in hareketleri üzerinden fikir geliştirecekler. Yine de buna fazla güvenmemek gerek. Final bölümünün beklenmedik olduğunu belirtmeliyiz. Lean, cinayet anlarını stilize bir kamera kullanımıyla yansıtmış. Üniversite öğrencisi Kathy’nin Hyde Park’taki öldürülüşünü tedirgin edici bir gerilimle perdeye yansıtmış. Bu anları seyrederken, kader de aklınıza düşüyor. Kafeden çıkıp dairesine gitmeyen Kathy, Hyde Park’a giderek trajedisini yaşıyor. Bu sekans, neredeyse on dakikayı buluyor. Kamera, katilin arkasından takip ediyor. Kathy, sanki birinin kendisini takip ettiğini biliyormuş gibi nefes alışverişi perdeyi kaplıyor. Londra’ya akşam çökerken, Kathy de vahşice öldürülüyor. Kathy’yi genç oyunculardan Isabelle Huppert oynamış.

Filmin oyuncuları gerçekten muhteşemdi. Lean, Scorsese filmlerinin iki oyuncusu De Niro ve Keitel’i oynatmış bu ürkütücü polisiyesinde. Elbette etkileyici ve zeki polis dedektifinde Andrews, oyunculuğuyla ilham veriyor. Filmde, ünlü kameraman Willis’in fotoğrafları da sinemaya armağan gibi. Londra’nın gri görüntüsünden renkleri ortaya çıkartışı heyecan veriyor sanatseverlere. Lean’ın kendi filmlerinin dışında bambaşka yollara girdiği “Katil”, bir ustadan sinemaya kalan özel bir film. “Katil” filmi sinema perdesinde insanı gerçekten sarsıyor.

-nisan 2013-


****


KIESLOWSKI SİNEMASINDAN


Raskolnikof Paris sokaklarında


Ünlü Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanından ilham alarak Henriot’nun suça sürüklenişini anlatıyor “Öfke” filminde


Sinemanın büyük ustalarından Krzysztof  Kieslowski’nin Fransa’da, Paris’te yaptığı 1992 yapımı “La Colere-Öfke”, bir anlamda Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanına saygı sunuşu gibi. Kieslowski, bu romandan ilham alsa da yine de özgün bir film çıkarmış perdede. Raskolnikof ve Henriot’nun kaderlerinin buluştuğu yerler var. İkisi de yoksul ve kaygılı. Kieslowski, Henriot’yu, öğrenci değil, bir işsiz yapmış. Umutsuz ve bir şey için çaba gösterme gücünü kaybetmiş. Günümüzün Paris atmosferi gerçekten insanı yabancılaştırıyor. Henriot, yalnız ve bu gri şehirde sığınabileceği hiçbir yer yok. Kieslowski, insani taraflarını yitirmiş batılı toplumlara da sert eleştiri getirmiş. Soğuk Savaş bitmiş. Duvarlar çökmüş. Demirperde ülkelerinden insanlar batıya iş umuduyla gelmiş. Evet, Henriot her şeyini kaybetmiş. Kalabileceği bir ev de yok. Seine kıyılarında, köprülerin altında o soğukta bir günü daha yaşamaya çabalıyor. Aslında çabalamıyor. Çünkü o umutsuz. Her yeni gelen bir öncekinden daha kötü onun için. Çöplüklerden yiyecek bile arıyor. Sigara izmaritleri bulabilirse içiyor. Ağız mızıkasıyla çaldığı melodilere para verirseler onunla da köpeköldüren kırmızı şarap alıp içiyor. Paris’te ucuz şaraplar pet şişelerde satılıyor. Henriot, Dunkerque’ten Paris’e göçmüş bir üniversiteli. Paris’te basın sektöründe üç yıldır iş aramış, ama sistemin içine girmeyi başaramamış. Mesleği de olmayan Henriot, giderek umudunu yitirmiş. Önce sevgilisini, sonra da ortak yaşadıkları evi kaybetmiş. Paris’te pek kimseyi de tanımayan Henriot için Seine kıyıları mesken olmuş.

Çok soğuk havalarda metroya sığınan evsiz Henriot, güneşli gün Seine Nehri’nin kıyısında bankta otururken, birisi yakınına oturuyor. Henriot ondan sigara istedikten sonra aralarında sıcaklık başlıyor. Jean, ona halde iş bulabileceğini söylüyor. Henriot, az da olsa para kazanacağı için pansiyon odasında kalabilecek. Hepsi oluyor. Pansiyonun sahibi de yaşlı bir kadın. Sokağın ucunda başka bir dairede kalıyor kadın. İşte bu andan sonra film birden Dostoyevski ruhuna bürünüyor. Üzerindeki yılgınlık ve vücudunun zayıflığı işe dört elle sarılmasına da engel oluyor. Henriot, ateş içinde olduğu bir gece aklına lisedeyken okuduğu “Suç ve Ceza” romanı geliyor. “Ben şimdi Raskolnikof mu oldum” diye sayıklamaya başlıyor. Kieslowski, yaşlı kadının vahşi ölümü üzerine şaşırtıcı bir anlatım yaratmış. Henriot, cinayeti gerçekten işledi mi, yoksa hepsi onun hezeyanları mıydı? Filmi perdede seyrederken seyircinin zihni bulanıklaşıyor. Adeta, bulanık suda kaybolmuş balıklar gibi hissediyorsunuz. Bu film doğrudan polisiye değil, ama işlenen suçtan sonra bu yola giriyor. “Öfke”, gerçekten filmin ruhuyla buluşmuş. Cinayet, belki de Henriot’nun sisteme öfkesiydi. Psikanalitik taraflara da gidiyor film. Psikolojik olarak çürüyen Henriot, gerçeklikle hayali birbirine de karıştırıyor giderek. Sanrılı uzun geceler onu bir felakete götürüyor.  Kieslowski, yalnızlık ve güven duygusunun azaldığı insanlar Henriot gibi çıkışsızlıklara düşebilirler, diyor sanki. Kader yine başrolde Kieslowski’nin önceki filmlerindeki gibi.

Zanaatçı bir ustadan…

Henriot’yu, gelecekte önde gelen oyunculardan biri olma ihtimali yüksek Mathieu Amalric oynamış. Pansiyonun sahibi cimri yaşlı kadını ünlü oyunculardan Jeanne Moreau oynamış. Bu muhteşem oyuncunun canlandırdığı Madam Leroi, kader gibi filmin yönünü de değiştiriyor. Kaderin ortağı gibi olan Jean, hem Henriot’nun hem de Madam Leroi’nın hayatlarını değiştiriyor. Jean’ı Gerard Depardieu canlandırmış. Tanıkların ifadelerine uyan Henriot, polis tarafından tutuklanıp sorguya alınıyor. Hiçbir şey hatırlamayan Henriot, sorgulardan yıldığı için belki de suçu kabul ediyor. Bu sorgu anları, insana o kadar uzun geliyor ki, Henriot’nun suçlu olup olmadığını tam açıklıkla bilemese de seyircinin bir bölümü polisin bulgularıyla ikna olabilir. Ama yine de her şey Henriot’nun zihni gibi karışık. Filmin kameramanı  Slawomir  Idziak’ın kamerası gerçekten filme estetik katkı sağlamış. Cinayetin işlendiği andaki mekânın kasveti gerçek anlamda seyirciyi donduruyor. Kamera, Henriot’nun arkasından usulca takip ederek, dairenin içine giriyor ve Henriot, Madam Leroi’yı bakışını sakince de izliyor. Seyirci, dikizci durumuna düşüyor bir an filmde. Görüntü kararıyor ve zihinler bulanıklaşıyor birden. Madam Leroi o an mı öldürülmüştü, yoksa bu bir yanılsama mıydı?

Usta kendini sanatçı değil, bir zanaatçı olarak gördüğünü belirtmişti. Bu son filminde zanaatını iyice ortaya koymuş.  Kieslowski, müzik de kullanmamış. Adeta şehrin kasvet veren sesini dinlemek istemiş sadece. Kimileri, “Öfke” filmi için, “Dekalog”ların uzantısı diyecekler. Olabilir. Bu dekalog da “Öfkene hâkim olacaksın” olabilir. “Öfke”, ustanın son başyapıtlarından…  

-nisan 2013-   

****


KUBRICK SİNEMASINDAN


Kubrick, polisiye sinemayı hatırladı


Amerikalı dahi yönetmen Stanley Kubrick, “Katili Bul” filminde polisiye sinemaya sıkı bir dönüş yapıyor. Filmde, “katil kim” sorusu finale kadar sürüyor


O büyük usta, bir dahi ve iyi ki sinemada var. Amerikalı usta Stanley Kubrick’in İngiltere’de çektiği 1970 yapımı “The Dedective-Katili Bul” filmi, suç sinemasının doruklarında ve bir başyapıt.  Filmin senaryosunu da Kubrick yazmış. Siyah-beyaz ve sinemaskop fotoğraflar da  Burnett Gufley’den. Bu büyük kameraman, Arthur Penn’in unutulmaz gangster filmi 1967 yapımı “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde” filmiyle “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında Oscar kazanmıştı Akademi’den. Filmin müziklerini de Georges Delerue bestelemiş. Fonda klasik müzik tadı veren besteler duyulurken, özellikle insanın kafasının içinde dolaşan keman ve piyano tınıları da gerilimin içinde bırakıyor.  Filmde polis dedektifi Michael’ı, Hollywood’un önemli oyuncularından Jack Nicholson oynuyor. Cinayet masasından Michael, tek başına yaşıyor. Dairesi de bekâr evi gibi. Her yer dağınık. Bulaşıklar yığılmış. Elbiseler etrafa atılmış. Michael adeta dairesinde kaybolmuş gibi. Kadınlara yaklaşmayı pek beceremeyen Michael’ın hayatına birdenbire Mary giriyor. Mary’yi İngiliz sinemasının öne çıkan oyuncularından Julie Christie canlandırmış. Sherlock Holmes gibi zeki cinayet masasının şefi Jim de Gene Hackman olmuş. Filmin hikâyesi Amerika’nın Şikago şehrinde geçiyor. Şikago, cazın ve gangsterlerin şehri. Kubrick, bu şehre gotik bir kasvet vermiş. Tümüyle Londra’daki Pinewood Stüdyoları’nda kurulmuş setlerde çekilen filmde adeta Şikago yeniden yaratılmış.

Peş peşe cinayetler…

Film, dairesinde yalnız yaşayan yaşlı kadının kanlı cesedi üzerine açılıyor. Sivil ve resmi giyimli polisler, kanıtlar topluyor. Jim etrafa talimatlar verirken Michael da küçük defterine notlar alıyor. Merkezdeki toplantıda Jim, bu yaşlı kadın cinayetlerini işleyen katili zihninde yaratıyor sanki. Jim, katilin uzun boylu ve sakin yapıda olduğunu söylüyor. En az polisler kadar zeki olduğunu da belirtiyor. Katil geride kanıt anlamında pek bir şey bırakmıyor. Katilin yaşlı kadın takıntısı nerden geliyor? Annesinden mi, yoksa geçmişinde kötü bir şeyler mi yaşamış? Filmin derinliğinde dolaşırken, katilin her türlü kuşkunun ötesinde biri mi, diye düşünmeye başlıyorsunuz. Kubrick, belli belirsiz küçük ayrıntıları aralara kurgulamış. Bunları ancak filmi ikinci defa gördüğünüzde anlamlandırıyorsunuz. Çünkü finalde katilin kim olduğunu biliyorsunuz. Kedi gibi sessizce yaşlı ve yalnız kadınların dairesine giren katil, bu seri  cinayetlerle ne anlatmak istiyor? Jim, hep bu soruyu kendine sorup duruyor.

Michael, sanki hiç uyumuyor. Gündüzleri uyurgezer gibi daima yorgun bir yüzle etrafta dolaşıp duruyor. Merkezdeki kendi ofisinde ufak ufak da kestiriyor. Michael, geceleri Şikago’nun sokaklarında dolaşıyor. Apartmanları ve evleri gözlüyor. Jim, beklenmedik bir şey yapıyor. Az da olsa Michael’dan şüpheleniyor. Onun geçmişi hakkında dosyalarda olmayan bilgilere ulaşmak için bir dedektifi görevlendiriyor. Ama Michael’ın peşine bir dedektif takmıyor. Seyirci filmi, Jim’in algılamalarıyla yorumladığı için daima bir kuşkunun içinde. Seyircinin merak duygusunu azaltmamak için filmin derinliklerine fazla girmemek gerekiyor.

Sinemaya armağan gerilim…

Kubrick, Şikago sokaklarında hafif el kamerası kullanmış. Kaotik bir görsellik perdeyi kuşatıyor bu anlarda. Kamera, özellikle Michael’ın dairesinde alabildiğine sakindi. Michael, sakin görüntüsüyle hızlı hareket etmeyen, yavaş adımlarla yürüyen, az uyuyan biri. Dairesinde, annesiyle babaanesinin çerçeveli fotoğrafları komidinin üzerinde duruyor. Kubrick, Jim gibi usul usul tüm kuşkuları Michael’ın üzerinde yoğunlaştırıyor. Ya başka birisi de varsa? Bu da zihinlerde kuşku doğuruyor. Bardan çıkan, Michael boylarında ve Michael sakinliğinde bir adam da birkaç defa kameraya takılıyor. Adamı da John Cazale oynamış. Kubrick, Michael’ın yalnız olduğu anlarda keman tınılarını öne çıkarmış. Adını bilmediğimiz adamın göründüğü anlarda öfkeli piyano tınıları duyuluyor. Michael, gece dolaşmalarında gittiği barda güzel Julie’yle iletişim kuruyor. Barda içiyorlar. Julie’nin dairesine gidiyorlar. Michael, romantik bir anın ardından sevişebileceği Julie’ye tecavüz ediyor. O sakin halleriyle. Sonra da ona âşık oluyor. Julie, Michael’ın polis olduğunu da bilmiyor. Nicholson ve Hackman’ın yüksek oyunculuk sundukları bu zeki polisiye sinemadan bir armağan. Final bölümü gerçekten şaşırtıyor. Sinema tutkunları, sadece merak duygusuyla değil estetiğiyle de bu filmde haz alacaklar. “Katili Bul”, Kubrick’in polisiyeye dönüş yaptığı unutulmaz bir başyapıt.

-nisan 2013-


****



 HITCHCOCK SİNEMASINDAN


Gerilim sinemasından dersler var


Büyük yönetmen Alfred Hitchcock, günümüzde değerini bulamayan gerilim sinemasının böyle olmalı diyerek “Telefondaki Ölüm” başyapıtını çekmiş


Kamera usulca öne doğru kayarak hafifçe yukarı yöneliyor ve pencereden içeri giriyor. Lüks eşyalı içeride yatakta bir adam sırtüstü uzanmış tavana bakarken sigarasını içiyor. Sigara dumanı birden perdeyi kapatıyor ve ardından telefon zili çalıyor. Siyah fon üzerinde ön jenerik yazıları okunuyor sonra. Fonda da Bernard Herrmann’ın gerilimli müziği duyuluyor. İngiliz asıllı Amerikalı büyük yönetmen Alfred Hitchcock, 1975 yapımı “Call-Telefondaki Ölüm” filmine böylesi tedirgin edici bir girişle başlıyor. Filmin senaryosunu Joseph Stefano yazmış. Stefano, Hitchcok’un 1960 yapımı siyah-beyaz korku-gerilimi “Psycho-Sapık” filminin senaryosunu da yazmıştı. Kameramansa John l. Russell. Hitchcok, bu son filminde “Sapık”taki ekibini bir araya getirmiş. Filmin geniş açılı 35mm renkli fotoğrafları gerçekten çok çarpıcı. Keşke bu film siyah-beyaz olsa diyebilirsiniz. Hitchcock, kasvetli ve gölgeyi öne çıkartan ışık düzenlemeleriyle bu hissi veriyor. Filmde başrolüne Robert Redford var. Hitchcock bu oyuncuyu, James Stewart hissi versin diye oynatmış olabilir. Onun adı Luke. Liza’yı Julie Andrews oynamış. Julie Andrews, az da olsa “platin saçlı” Kim Novak’ı çağrıştırıyor. James Stewart, Hitchcock sinemasının renkli döneminin parçasıydı. Hitchcok, 1956 yapımı renkli  “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminde Kim Novak’la sette gerilimli anlar yaşamış. “Ölüm Korkusu”nun mekânları San Fransisko’ydu. “Telefondaki Ölüm” filminin de öyle. Filmde Martin’i Anthony Perkins oynamış.

Bıktıran takip…

Luke ve Liza, evliler. Ama mutsuzlar. Bir de bunun üzerine gelen rahatsız edici telefonlar. İlk önceleri gelen telefonlarda ses duyulmuyormuş. Son zamanlarda tacizci telefonda konuşmaya başlamış. Telefondaki sesin erkek olduğunu biliyor Martin. Sesi, çevresindeki insanlar içinde aramaya başlamış. Bu öyle bir paranoyaya dönüşmüş ki, Luke giderek daha da huysuzlaşmış. İyi gitmeyen evliliği de daha da içinden çıkılmaz bir hal almış. Luke, gözde bir mimar. San Fransisko’da önemli binalarda imzası var. Elbette serveti de çok. Gayrimenkullerin yanında bir yatı, birkaç tane pahalı arabası, bankalarda da bir hayli doları var. Luke, her şeyiyle kışkırtıcı biri. Üstelik de yakışıklı. Kadınların bakışları da daima üzerindeydi. Arada bir çapkınlık yapıyor. Dışarıya karşı sadık ve güvenilir görünürken. Ya Liza? Onun varlığı bu Hitchcock filmini birden kara filme dönüştürüyor. Liza, okulda o kadar başarılı olamamış. Burslu okuduğu üniversiteyi zorla bitirmiş. İçinde hep bir özlem olmuş bir kadın. Yolu, birkaç yıl önce New York’ta Luke’la kesişmiş. Yoksa bu planlanmış bir şeydi? Liza’nın Martin’le de ilişkisi var. Hitchcock, gecikmeden bunu seyircilere gösteriyor. Luke ortadan kalkarsa Luke’un her şeyi Liza’nın olacak. Hitchcock, sistemin insanları kazanmak için suça yönelttiğini söylüyor bu filminde. Kapitalizmde kazanamazsan bir hiçsin çünkü. Liza, hayata mağlubiyetle başlamış ve o kolay ulaşamayacağı servete şu an ulaşmak istiyor. Finalin beklenmedik olduğunu belirtmeliyiz. Bu kedi-fare oyunu, seyirciyi tam anlamıyla gerimin içinde kıvrandırıyor.

Robert Redford, mutsuz ve korku içindeki kocada iyi bir oyunculuk göstermiş. Asıl unutulmazsa kışkırtıcı Martin olan Anthony Perkins. İnsanı tedirgin eden kısık sesi, şeytani kelimeleri insanları güvenli koltuklarında bile rahatsız ediyor. Bir melek olan Julie Andrews’un “femme fatale”a dönüşmesi Hitchcock’a özel olmalı. Bu film görülmeli ve nefesler kesilmeli. Korkuyu iliklerinizde hissediyorsunuz.

-nisan 2013-



FORD SİNEMASINDAN


Vahşi batının son kovboyları



Amerikalı büyük yönetmenlerden John  Ford’un son kovboyları anlattığı “Kasaba” filminde, yüzyıl sonuyla yüzyıl başındaki Amerika’nın dönüşümü de sosyolojik açıdan yansıyor perdeye


John Ford… Amerikan sinemasının özel yönetmenlerinden Ford, 1965 yapımı “The Town-Kasaba” filminde, vahşi batının dönüşümünü ve günahlarını anlatıyor. Yüzlerce yıl kolonileşen ve yeni yerleşimlerle beraber Kızılderilileri yok eden, iç savaşı yaşayıp köleliği kaldıran bu toplumun karşısında şimdi yeni mücadeleler var. Belki iyi olacak, belki de kötü. Sanayileşme ve modernleşmeyle beraber, şehirler büyüyor ve yeni yasalar toplumun önüne konuyor. Atların yerini trenler ve arabalar almış. Üretim el gücünden makinelere geçmiş. Vahşi batının kovboylarına ne olacaktı? Bildikleri sığır gütmek olan, sonra da trenleri ve bankaları soyan kovboylar, bu yeni düzene nasıl ayak uyduracaklardı?

Senaryosunu William Goldman’ın yazdığı “Kasaba” filminde Amerika’nın dönüşümü yansıyor. Bir tarafta geleneksellik, öte tarafta modernizm. “Technicolor” ve sinemaskop çekilmiş bu filmin kameranıysa Paul Lohmann. Çok geniş açılı çerçevelerle yansıyan bu dünyayı perdede gözlerinizi perdede gezdirerek keşfediyorsunuz. Müzikleriyse Richard Baskin bestelemiş. “Country and Western” tarzının yanında modern tınılar da duyuluyor. “Blues”dan evrilmiş bir rock ruhuna dokunabilirsiniz. Elektrogitar sesleri duyuyorsunuz sanki. Elbette oyuncular. Son kovboylardan Billy James’i James Coburn oynamış. Ford, Billy James karakteriyle, vahşi batının iki simge kovboyuna selâm gönderiyor sanki. Onlar Billy the Kid’le Jesse James’ti. Gelişen kasabanın şerifi Hal Waxman’ı Lee Marvin canlandırmış. Waxman’ın eşi Eli’yi Audrey Hepburn, Billy’ye âşık olan yeğeni Beth’i Julie Christie oynamış. Kapitalizmin simgesi yatırımcı Gary Wexler’ı Anthony Perkins canlandırmış. Charles Bronson ve “kartal profilli” kovboy Lee van Cleef de kadroya dâhiller. Bronson Tom’u, Cleef de Tim’i oynamış.

İyi adam olmak…

Büyük çiftlik sahibi Wexler, fotoğraf makinesinin, sinemanın, trenlerin, otomobillerin her yeri kuşattığı Teksas’ta, değişimin farkında. Sonsuz topraklardaki ekinler ve sığırlar, onu gerçek anlamda bir derebeyi yapmış. Ama düzen değişiyor. Sanayide paralar oluk oluk akıyor. Çiftlikte çalışan ve iyi adam olmaya uğraşan Billy James, şerifin güzel yeğeniyle evlenmeyi hayal ediyor. Wexler’in çiftliğinde sırların sorumluluğu onda. Billy, geçmişinde suçlar işlemiş bir serseri kovboy. Bankalar ve trenler soymuş, hapiste yatmış ve değişen vahşi batıda kendine dürüst yol seçmeye çabalayan bir kovboy. Şerif Waxman, Beth’le evlenmesine izin verecek miydi? Beth, dingin ve sessiz bu kovboya gönlünü kaptırmış. Wexler, kapitalizmin fırsatlarının farkına varmış ve topraklarının bir bölümüne fabrika kurmayı planlıyor. Topraklarda fabrika için uygun yer ararken rastlantıyla çiftliğin en uzak noktasında petrol bulunuyor. Fabrika kurmayı planlarken, petrol yatırımına girmenin daha çok para kazandıracağını anlıyor. Çünkü onca araba var artık. Kendisini de.

Filmin iki kötü adamı Tom ve Tim’e çiftlikte sığır çobanlığı yetmiyor. Geçmişini bildikleri Billy’yi de kendi taraflarına çekip patronları Wexler’ı soymayı planlıyorlar. Billy, onlara karşı geliyor. Tom ve Tim, çiftliği soyarken Billy, tabancasını eline alıyor ve iki kötü adamı takip ederek öldürüyor. Yanında şerif de var. Eski vahşi batı ölürken yeni hayat bekliyor Teksaslıları. Billy için de. Değişen, dönüşen dünyayı, dingin bir sinema diliyle anlatan Ford usta, John Wayne’le yaptığı westernler gibi başyapıt ortaya koymuş. Görülmeyi hak ediyor.

-mayıs 2013-

****

 KAZAN SİNEMASINDAN


Ustadan nefes kesen polisiye


Eski usul polisiyelerin son örneklerinden biri olan “Şeytan Kız”, kara filmde unuttuklarımızı beyazperdeye yansıtıyor. Kışkırtma, şeytani planlar ve mahvoluş


Elia Kazan… Kayserli bir Rum’du. 1909’da doğdu. Ailesi Amerika’ya göç etti ve onun hayatının akışı da değişti. Amerikan tiyatrosuna ve sinemasına, göçmen ruhuyla çok şey katan büyük yönetmen Kazan, polisiye sinemada bir başyapıt ortaya koyuyor. 1970 yapımı “Femme Fatale-Şeytan Kız”, kara filmlerin ruhundan da dolaşıyor. Senaryoyu da Paul Schrader yazmış. Renkli ve siyah-beyaz bu sinemaskop filmin kameramanıysa Raoul Coutard usta. Fransız sinemasındaki “Yeni Dalga”nın ve Godard filmlerinin gözleri olan bu büyük usta, özellikle dış çekimlerde insanı o anın içinde dolaştırıyor. Müziklerse yine bir Fransız olan Georges Delerue. Fonda zaman zaman duyulan piyano ve keman tınıları insana koltuğunda rahat vermiyor. Elbette o muhteşem oyuncuların hepsine selâm gönderiyoruz. Hollywood’un genç oyuncularından Cybill Shepherd, sarışın “öldüren kadın” Dona’da tam anlamıyla nefes kesiyor. Masum o melek yüzüyle mahvoluşlara ve trajedilere sürüklüyor. Dona’nın güzelliğinin tuzağına düşen bir serseri Gene’yi Tom Skerritt oynamış. Dona’nın talihsiz üvey babası Fred’i büyük oyunculardan Burt Lancaster canlandırmış. Dona’nın sessiz ve mutsuz Fransız annesi Marie’yi Simone Signoret oynamış.
Dona, melek mi, şeytan mı?..

Amerika’nın doğu taraflarındaki Michigan’da büyükçe bir kasabadan yansıyor her şey. Taylor ailesi, Amerikan rüyasının mucizesi gibiydi. Elbette dışarıdan görünen buydu. Kazan, kamerasını evin içinde dolaştırdığında, gizler ve fırtınalar da fark edilmeye başlıyor. Dona, tam anlamıyla özgür bir kız. Kısa pantolon, mini etek giyiyor. Kolları askılı ve dar elbiseler de var tabii ki.  Üvey babası Fred’i de kışkırtıyor böylece. Bu Dona’nın bir oyunu mu? Annesi Marie, içine kapanmış ve sürekli içiyor. Fred’le bağları kopmuş. Aynı yatakta yatmıyorlar bile. Dona, sıcak öğleden sonrası sevdiği kırmızı Ford Mustang arabasıyla benzinciye yaklaşıyor. Orada Gene’yle göz göze geliyor. Onunla kışkırtıcı sesiyle konuşuyor ve Gene’yi baştan çıkartıyor ilk anda. Evde de üvey babasını. Dona’nın mini etekli rahat hareketleri Fred’i çıldırtıyor zihinsel anlamda. Marie evde değil. Fred, bu cüretkâr göndermelere fazla karşı koyamıyor ve Dona’ya sarılıyor ve dudaklarından öpmeye başlıyor. Dona karşı koyar gibi yapsa da Fred’le oluyor. Bu da Dona’nın planlarının bir parçası mıydı? Gene bu planın neresinde olacaktı? Dona, Gene hakkında bilgilere sahip. Ama nasıl? Gene, oradan oraya savrulan, bir yerde fazla kalmayan mekânsız bir serseriydi. Onun adı Dona. Küçük ve kışkırtıcı biriydi. Kara filmlerden fırlamış zeki “öldüren kadın”lardan o. Gene’yi dişiliğiyle avucunun içine alan Dona, Gene’ye üvey babasını öldürtüyor. Cesedi de kasabanın dışında göl taraflarına gömdürüyor. Polis, başlarda aileden kuşkulanmasa da, soruşturmayı Gene üzerinden gerçekleştiriyorlar. Kasaba atmosferinden tam anlamıyla nefes kesen kışkırtıcı bir polisiye filmdi bu. Her şeyi gördüğünüz sandığınız bu filmin finali gerçekten sürpriz yaşatıyor.
Görsellik de çarpıyor…

Filmin esteti de yaşanmaya değer. Gene’nin Fred’i öldürüp gömdüğü sahneler siyah-beyaz yansıtılmış filmde. Bunun anlamı neydi? İnsanın zihni karışıyordu. Acaba usta, geçmişin kara filmlerindeki renklere mi dönmek istemişti? Büyük kameraman Coutard’ın, bazı anlardaki, özellikle Dona’nın Gene’yle benzincide göründüğü ilk anları hafif el kamerasıyla yansıyan fotoğrafları çarpıcıydı. Kazan, birçok filminde dingin kamera kullansa da çarpıcı fotoğraflara izin veren bir yönetmen. Kurguya da dikkat edilmeli. İnsanın zihnini karıştırıcı olmasa da çarpıcı diyebiliriz. Gitardan düşen tınılar, Dona’nın ruhuyla buluşmuş. Piyanoysa Marie’nin hüznü gibi. 1940’lardan bu yana sinemaya ruh katan ustalardan Anadolulu Kazan’ın filmleri sinemadan bir armağan.

-mayıs 2013-

****


FELLINI SİNEMASINDAN


Kadınlar, erkeklere derslerini verirken


Dünya sinemasının eşsiz yönetmeni Fellini, “Kadınlar” filmiyle kadınlar ve erkekler arasındaki ilelebet sürecek savaşı gerçeküstü dille beyazperdeye yansıtmış


Onun adı Federico Fellini… O bir İtalyan. Filmlerinde rüyaların içinde dolaşıyormuşsunuz gibi. Ama o hakikatin yönetmeni. Onun dünyası parçalardan oluşuyor adeta. O parçalar bir araya gelip sonunda bütün fotoğraf ortaya çıkartıyor. Onun filmlerini herhangi bir yerden takip etmeye başlarsanız hikâyeyi bütünleyememe ihtimaliniz hayli yüksek. 1969 yapımı “La Donna-Kadınlar” filminde Elke Sommer’in kışkırtıcı halleri gerçekten baştan çıkartıyor. O Annabella. Gerçekten baş döndüren bir güzel o. Sadece o yok, başka güzeller de var. Güzelliğiyle insanı titreten sarışın Catherine Deneuve Isabelle’i, büyüleyen Romy Schneider Rosa’yı, İtalyan sinemasının kışkırtıcı güzellikteki genç oyuncularından Gloria Guida Isabella’yı oynamış. Bu güzel dört güzel kadın, bir erkeği mahvoluşa sürüklüyor. O erkek de Robert olan Alain Delon. Senaryoyu Fellini yazmış. Müziklerse elbette Nino Rota’dan. “Technicolor” ve sinemaskop görüntülerse Jean Decae’dan. Filmin hikâyesi Roma ve çevresinde geçiyor. Filmde, İtalyanca ve Fransızca kelimeler duyuluyor.

Kadınların mahveden intikamı…

Roma’ya gelen Fransız Robert, Paris’te çeşitli bölgelerde İtalyan dondurmaları da satan pastanelerin de sahibi. Roma’yı da seviyor. Roma’nın dışındaki yazlığında zaman geçiriyor. Rosa’yla evli, ama bu evlilik de çatırdamaya başlamış. Çift yazlığa geldiklerinde kasabada Annabella’yla tanışıyor. Robert’i, Annabella’nın dişi halleri onu etkiliyor ve bu onun hatası oluyor. Robert’i kışkırtan Annabella, onu tuzağına düşürüyor. Annabella, Robert’i şatoya benzer bir malikâneye götürüyor. Başbaşa mükellef bir akşam yemeğinin ardından harika bir gece geçireceğini hayal eden Robert’i ölmekten de beter bir gece bekliyor. Yatak odasında birden Annabella’nın kızı Isabella’yla karşılaşıyor Robert. Çok güzel ve çok genç Isabella’yı etkileyip beraber olan ve sonra da onun genç kız kalbini kıran Robert, hiçbir şey olmamış gibi Paris’e çekip gitmiş. Isabella’yı beklenmedik anda karşısında bulan Robert, kızı yine yatağına alacağını düşünmeye başlarken, yatağa yığılıyor ve gözünü açtığında karşısında karısı Rosa, Annabela’nın Fransız yeğeni Isabelle ve Annabella’yı buluyor. Bir mahkeme gibi düzenlenmiş her şey. Bu gece Robert için zorlu, belki de trajik bir gece. Kadınların ittifakı.

Fellini, kadınları, özellikle Elke Sommer gibi dolgun kadınların tutkunu. Bu filmi seyrederken, Fellini kendini mi yargılıyor, diye de düşünüyorsunuz bir an. Alain Delon yakışıklı ve kadınlar, bu yakışıklı ve acımasız yüze kinlerini kusuyorlar adeta. Bir korku filminin içindeymiş gibi de hissediyorsunuz. Kadının öfkesi gururla birleşince önlenemez şiddete dönüşebiliyor. Erkeği zavallılaştırıyor ve aşağılıyor. Fellini, sanki kadınların ruhlarının karanlık dehlizlerinden acı çektirmekten haz alan taraflarına kamerasını sokmuş. Orada kaybolabiliyorsunuz. Mekânların yansıyışı da etkileyiciydi. Gotik mekânlar insana kasvetin içine çekiyor. Nino Rota’nın müzikleri de şaşırtıcı. Korkutmuyor, hatta piyano tınıları romantik bile diyebilirsiniz. Ama o tınılar bir yerden sonra kafanızın içinde dolaşıyor ve ürperti doğal biçimde oluşuyor. Felli’den kadınlar ve korku. Sinemaseverler “Kadınlar” filmini sinema perdesinden belleğine almalı.

-mayıs 2013-


****


VISCONTİ SİNEMASINDAN


İhtirasın savurduğu bir adam için



Sinemanın büyük ustalarından Luchino Viscontini’nin küçük bir şehirde sıradan hayatlar içinde cehennemi araştırıyor “Cehennem” filminde. Kıskançlık üzerine bir tragedya bu



Filmin hikâyesi, İtalya’nın güney taraflarındaki Matera şehrinde geçiyor. Basilicata bölgesindeki şehir, dini açıdan da öne çıkan ve “dünya mirası” olarak korunan şehir, sarı tonların hüküm sürdüğü kayalıklar üstüne ve etrafına oturtulmuş. Ortaçağ’da keşişlerin kurduğu Matera’da kayalar oyulmuş, kiliseler, şapeller yapılmış, hatta evler bile o kayalara oyulmuş. Gerçekten de bir dünya mirası burası. Filmdeki Montescaglioso Tepesi’nde geçen anlarsa mekânların çarpıcılığıyla insanı hem etkiliyor hem de ürkütüyor.  Luchino Visconti usta, yer yer İtalyan yeni gerçekçiliği kıyılarında dolaşan 1968 yapımı “Inforno-Cehennem” filminde, insanı tüm çıplaklığıyla beyazperdeye yansıtıyor. Hem iç hem de dış dünyasını. Visconti, senaryosunu da yazdığı bu filminde Freud’un ruhu da dolaşıyor. Filmde sosyoloji ve psikanalitik de var. Filmin kameramanı da ustanın ruhuna girebilen Guiseppe Rotunno. Renkli çekilmiş bu filmde Matera’nın sarı tonları da öne çıkmış. Kayalıklar, mağaralar, dar yollar, ışık düzenlemeleriyle yansıyan kasvet filme gerçek anlamda çok şey katmış. Müzikleri de Fransız usta Michel Legrand bestelemiş. Çoğu anda çello tınıları öne çıkmış. Maurizo’nun ruhuyla da buluşmuş bu tınılar. Maurizio’yu, Tomas Milian oynamış. Maurizio’nun genç karısını Roberta’yı Maria Schneider canlandırmış. Maurizio’nun kıskandığı Paolo’daysa Fabio Testi var. Rahip Filipo’da büyüklerden Burt Lancaster muhteşem bir oyunculuk sunmuş.

Zihni kemiren soru…

Ruh sıkıntısı içindeki Maurizio, sıcağın kavurduğu bugün işten erken çıkmış, sokaklarda aylak aylak dolaşıyor, masaları dışarıda bir kafe-barda bira içiyor. Sokağın karşı kaldırımında birden karısı Roberta’yı görüyor. Yanında da genç ve yakışıklı bir adam var. Birbirlerine sarılmışlar ve gülerek konuşuyorlar. Onların peşine düşüyor. Hemen onlarla konuşmak istese de içinden onları takip etmek geliyor Maurizo’nun. Ama kalabalığın içine dalan karısı ve adamı gözden kaybediyor. Karısının yanındaki o genç adam kimdi? Maurizio’nun zihnini bu soru kemirmeye başlıyor. Çok sevdiği karısını gözlemlemeye, dikizlemeye de başlıyor. İnancı derin olmayan Maurizio, kiliseye gidip rahip Flipo’ya günah çıkarma odasında içini döküyor. Elbette karısının ihanetini anlatıyor kendi bakış açısıyla. Rahip, bir psikolog gibi yaklaşıyor Maurizio’ya. Giderek bu buluşmalar artıyor, sonra da bir dostluğa dönüşüyor. Hatta Filipo aile dostu oluyor. Filipo, Roberta’yla da iletişim kuruyor ve Freud gibi derinlere iniyor. Hem Roberta’nın hem de Maurizio’nun. Roberta’nın Maurizio’nun aşırı sevgisinden, hatta tutkusundan boğulduğunu fark ediyor Filipo. Öyle ki bu tutku kıskançlığa, nefes alamamaya götürmüş. Ya Maurizio’nun sorunu? Çocukluğundan bu yana gelen derin sorunlarını ortaya çıkartıyor Filipo. Kıskanmak ve sahip olmak onun en derin çıkmazı. Çocukken küçük kız kardeşini anne-babasından kıskanmış ve bu onu aşağılık kompleksine düşürmüş. O zmandan beri sahip olma duygusu da tüm ruhunu sarmış. Her şeyi sahiplenen ve aşırı tutkuyla boğan, kıskanan durumlara düşürmüş. Roberta, gerçekten Maurizio’yu Paola’yla aldatıyor muydu? İki erkeğin kendi için çatışmalarından boğulan Roberta birden ortadan kayboluyor. Matera’ya geri döndüğünde, o kanlı bıçaklı erkeğin sıkı birer dost olduğunu görüyor. Kadın yoksa çatışma da yok, diyor sanki usta. Vahşi doğada da erkekler arasındaki ölümcül çatışmalar dişiler için çıkmıyor muydu?
.
Mekânların ruhu…

Filipo’nun görev yaptığı kilise, taşlardan oyulmuş ve insana mistik bir hava veriyor. Özellikle  Montescaglioso Tepesi ve bu tepenin dar sokakları, Maurizio’nun ruh haliyle buluşmuş. Filmi sarı tonların kuşattığını da belirtmeliyiz. Şehir sarı ve yüzyıllar öncesinin ruhunu hâlâ yaşatıyor insana. İnsana huzur veren bu mekânlar, Visconti ustanın anlatımıyla ruhu daraltan ruh hallerine de sürüklüyor. Bu mekânlar Maurizio’nun ruhuyla buluşmuş adeta. Filmdeki oyunculuklar da mükemmel. Burt Lancaster’ın Hollywood’u simgeleyen oyunculuğuyla Avrupa sinemasının oyunculuklarının karşılaştırmasını da yapabilirsiniz. Bize Avrupa oyunculuğu daha doğal ve hayata yakın geliyor. Elbette Hollywood’da da oyunculuklar  mükemmel. Hepsine saygı duyuyoruz. Visconti’nin derin psikanalitik “Cehennem”i, sinemanın özel filmlerinden olabilir. Belki  de küçük bir başyapıt. Görülmeyi hak ediyor.

-haziran 2013-


****



WELLES SİNEMASINDAN


Masumiyete dair trajediler



Sinemanım dâhisi Orson Welles, 1970’ler sinemasında unutulmaz bir başyapıt daha ortaya koydu. Bu film, kadın iftiralarıyla felakete sürüklenen iki Yahya’nın trajedisi



Amerikalı büyük üsta, 1941’de “Citizen Kane-Yurttaş Kane” filmiyle sinemayı anlatım, kurgu ve görsel olarak değiştirdi. Hollywood onun dâhiliğini kavrayamadı. Aralarda bulduğu fırsatlarla dehasını filmlere aktarabildi. 1973 yapımı “L’Homme Innocent-İftira”, kendi halinde sıradan bir adamın mahvoluşunu sinemayı geliştiren bir anlatımla yansıtıyor. “Yurttaş Kane” ruhunu yeniden yaşıyor adeta büyük usta. İki film birbirine uzak olsa da görselliğin ve kurgunun yanında hikâyeyi yansıtışıyla öncü bir film ortaya koymuş. Hem de Fransız sinemasının imkânlarıyla. Filmin hikâyesi Bordeaux şehrinde geçiyor. Bordeaux şaraplarıyla biliniyor daha çok. Eski binalar, dar sokaklar, içinden akıp giden alabildiğine geniş nehri olan şehir Atlantik’in ruhunu ve rüzgârlarını da içine çekiyor.

Filmde Jean-Jacques’ı Jean Paul Belmondo oynamış. Başmüfettiş Henri’de de Jean Gabin usta. Başmüfettişin yardımcısı Bernard’ı Truffaut’nun bizzat kendisi oynamış. Öldürülen adam Juan ressam Caravaggio’ya benziyor. Onu da Tomas Milian oynamış. Adını hiç öğrenemeyeceğimiz katil patronu Anthony Quinn oynarken, genç kadın Marie’yi Isabelle Huppert, yaşlı kadın Isolde’u Simone Signoret, cinayet anındaki diğer adam Joseph’i Henry Silva canlandırmış. Müziklerse Hitchcock filmlerine ruh katan Bernard Herrmann’a ait. Dipte duyulan müzikler, cinayete kurban giden adamın acı çığlığı gibi.

Bir cinayet manzarası…

Senaryoyu usta, önemli yönetmenlerden François Truffaut’yla beraber yazmış. Kameraman da önemli sanatçılardan.“Yeni Dalga”nın ve Godard filmlerinin gözleri olmuş Raoul Coutard’ın renkli ve sinemaskop görüntüleri filme çok şey katmış. Neredeyse Welles’le Coutard, her şeyi denemişler. Özellikle ışık-gölge düzenlemeleriyle dışavurumcu bir estetik yaratmışlar. Welles, büyük ressam Caravaggio’nun tablolarındaki ışık düzenlemelerinden de yardım bulmuş. Jean-Jacques, gecenin bir vakti sokaktan geçtiği anlarda fark ediliyor daha çok. Jean-Jacques, Caravaggio’nun “Vaftizci Yahya” tablosuna benzer bir ana tanık oluyor. İki kadın ve üç adamı görüyor Jean-Jacques. Adamın birinin elinde bir bıçak var ve yere yatırılmış bir adamın boğazını kesmeye çabalıyor. Gizlenen Jean-Jacques, tüm olanları ayrıntılarıyla görüyor. Öldürülen adamın çığlıkları zihnine yerleşiyor. Cinayeti işleyenler cesedi sokakta kanlar içinde bırakıp gidiyorlar. Adamın boğazı kesilmiş. Jean-Jacques, cesede yaklaşıyor. Yerdeki bıçağı eline alıyor. Evin bir penceresinden bir çift kadın gözü de Jean-Jacques’ı dikizliyor. Biliyorsunuz, Fransızcada Yahya’ya Jean, Yakup’a da Jacques diyorlar. Yani Jean-Jacques, Yahya-Yakup anlamına geliyor. Cinayet anları aklınıza geliyor birden. Caravaggio’nun “Vaftizci Yahya” tablosu ve Jean-Jacques… İspanyolca da Juan adının Yahya anlamına geldiğini belirtelim. Biri canice öldürülürken, diğeri de ölüm kadar yıkıcı bir trajediye sürükleniyor. Film de, bu cinayet sahnesiyle açılıyor. Sonra sarmal kurguyla şimdiki ve gelecek zamanlar birbirinin içine geçerek, cinayet ve trajedinin nedenleri yansıyor perdeye. Daha doğrusu anlamlanmaya başlıyor. İnsanda suçluluk duyguları da yaşatıyor. Çünkü insan aynada kendini görüyor adeta. Önyargı ve yanılsamalar, insanları ve her şeyi felakete götürebilir. Welles usta, seyirciyi de filminin içine katarak vicdanlı olmayı sürekli hissettiriyor.
Kadınların getirdiği felaketler…

Filmde başlarda savruk kurguyla her şey kaotik yansıyor perdeye. Seyircinin de zihni karışıyor sürekli. Bir noktadan sonra bu kaotik ortam yavaş yavaş sakinleşmeye başlıyor ve tam olmasa da bir düzenin içine giriyor. Hikâye günümüzde geçiyor. Jean-Jacques’ı seyirci arabasını satarken tanışıyor. Jean-Jacques’ın hayatı birdenbire tersyüz olmuş. İşinden olmuş, karısıyla boşanmış. Karısını hep müşfik birisi olarak düşünmüş Jean-Jacques, kendisiyle boşanmak isteyince onu tanımaya başlamış. Evini ve çocuklarını almış, üstelik çocuklarının da velayetini üzerine geçirmiş. Jean-Jacques, çocuklarını ancak ayda bir görme fırsatını vermiş mahkeme. Welles usta, “İftira” filminde kadınların karanlık taraflarını da fark ettiriyor. Ayın karanlık yüzü gibi sanki. Orada, psikolojik şiddet ve mahvoluşa sürükleyiş var. Arabasını satıp Bordeaux’yu terk ederek Dunkerque şehrine, çocukluğunun mekânlarına dönmek istiyor. Ama bu filmde başka hikâyeler de var ve kaderi değiştiriyor. Trajedinin öteki tarafında bir de Juan var. Juan, adı belirtilmeyen bir Latin Amerikalı göçmen. Yoksul Juan, Bordeaux’da da kaçak çalışıyor. Büyük bir aile kesim şirketinin sahibi patronun yanında çalışıyor. Patronun yetişme çağındaki kızı Marie, sık sık işyerine gelip gidiyor. Juan’ı da baştan çıkartıyor. Juan, çok az Fransızca biliyor. Marie, kimsenin olmadığı bir anda etlerin asılı olduğu yerde Juan’ın karşısında soyunuveriyor. Onuru kırılmış Marie, kısa bir zaman sonra Juan’a iftira atıyor. Marie, babasına kafasında kurduğu olayı anlatırken, Welles de seyircinin bilmediklerini gösteriyor. Marie’nin babası öfkeli, üstelik de ırkçı. Aile meclisi karar veriyor ve Juan tuzağa düşürülüp vahşice katlediliyor. Penceredeki bir çift kadın gözü, yanlışlıkla orada bulunan Jean-Jacques’ı polise ihbar ediyor. Tecrübeli başmüfettiş Henri ve yardımcısı Bernard, Jean-Jacques’ı kolayca buluyorlar ve kısa bir mahkemenin ardından Jean-Jacques giyotinle idam ediliyor.

Welles, başmüfettiş ve yardımcısının hayatından da anları yansıtmış perdeye. Ama filmin içinde dolaşırken, kadınların getirdiği felaketler ve trajediler insanı gerçekten ürkütüyor. Welles, burada adalet sistemine de önyargısı için sert eleştiri getiriyor. Hatta sosyolojik açıdan da eleştiri var. Kadınların kelimeleri ve tanıklıkları, araştırma yapmadan doğrudan doğru kabul görmesi, insanı güvenli bir toplumda yaşadığına inancını sarsıyor. Önyargılar,  sarsıcı ve mahvedici. İdama da eleştiri var. Devlet kısasa kısas yapar mı diye soruyor yönetmen. Filmin görselliği de gerçekten etkileyici. “Alan derinliği”, mekânlara bambaşka  hava vermiş. Welles, “Yurttaş Kane” filminde bu tekniği geliştirmişti. Filmdeki tüm oyunculuklar ve diyaloglar muhteşem. Sinemaseverler, sinemanın bu büyük ustasının filmini perdede görmeli.

-haziran 2013-


****


 CAPRA SİNEMASINDAN



Bu rüya tümden yalan mıydı?



Filmleriyle Amerikan rüyasının yönetmeni olarak ün salan Frank Capra, “Masumum” filmiyle bu rüyadan hayal kırıklığına uğradığını anlatıyor. Hem de kadim oyuncusu James Stewart’ı oynatmış bu filminde



Frank Capra, 1930’lardan başlayarak özellikle 1940’larda Amerikan rüyasını anlatan filmlerle önemli yapıtlar ortaya koydu. 1934’te Clark Gable ve Claudette Colbert ikilisiyle “It Happened One Night-Bir Gecede Oldu” filmiyle yönetmen dalında Oscar kazanmıştı. “Bir Gecede Oldu”, film, erkek oyuncu (Gable), kadın oyuncu (Colbert), senaryo Robert Riskin) ödüllerini de aldı. Bu film, gerçekten yönetmenle beraber Gable’ın da önünü açmıştı. 1897 doğumlu Capra sonraları James Stewart’la önemli filmler yaptı bu rüya için. 1967 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop filmi “David A-Masumum” filminde Stewart’la beraber Doris Day’i oynatmış. Filmi seyrederken Kafka’nın “Dava” romanını hatırlıyorsunuz. Hatta Orwell’ın “1984” romanını da. İhtiyar kurt Capra, birebir Kafka’nın romanına yaslanmamış. Sadece fikir olarak Kafka’dan etkilenmiş. Yani ilham almış. Bu filmde, masum ve sıradan bir insanın bürokrasiyle başının derde girmesi, hatta adını bile duymadığı tuhaf örgütlerle bağlantısı olduğunu ortaya koyan kanıtlar karşısında kendini savunuşu bu film. Amerika demokrasiden ve özgürlüklerden vazgeçerse nereye giderdi? Capra, 1950’lerin “cadı kazanı”na metafor yaparak şu anladığını sandığı Amerika’yı anlamaya çabalıyor. Filmin senaryosunu David Newman yazmış. Etkiletici siyah-beyaz fotoğraflarsa Harold E. Stine. Müzikleriyse Jerry Goldsmith yazmış. Bu müzikler insanın ruhuna iyi gelirken, David’in sakin iç dünyasıyla da buluşmuş.

O gün birdenbire…

Sigorta şirketinde çalışan David A (Stewart), San Fransisko’da sigorta şirketinde çalışan emekliliği yaklaşmış bir memur. Bugün de dünkü gibi sıradan bir gündü onun için. Birazdan mesaisi bitecek, 1950 model Chevrolet arabasıyla evine gidecek, yirmi yıllık karısı Jenny’nin (Day) yaptığı leziz yemeklerden yiyecek. Her şey dünkü gibi geçip gidiyor. Belki bu yaz da Miami’ye tatile gidecekler ailece. İki çocukları da New York’ta üniversite okuyor. Ama bir şey oluyor ve iki FBI ajanı mesai bitimine yakın şirkete geliyorlar ve onu herkesin gözü önünde hiçbir açıklama yapmadan alıyorlar ve dışarıda bekleyen arabaya bindiriyorlar. Gözünü de bağlıyorlar. Bilmediği bir yerde gözünü açan David, kendisinin neden bu gizli yere getirildiğini anlamaya çalışıyor. Ajanlar ona tuhaf suçlamalarda bulunuyorlar. Ona bilmediği ve yaşamadığı bir geçmişi anlatıyorlar. Onu casuslukla suçluyor FBI. Hatta David’e iyi rol kestiği de söyleniyor. Karısı Jenny de bilinmeyen bu mekâna getiriliyor ve ona bilmediği zamanları ve anları anlatıyor David’e. Giderek kendinden şüpheye düşüyor David. En tuhaf olanı karısı da anlatılanları destekliyor. David’e yeni geçmiş mi yaratıyorlar, yoksa o gerçekten belleğini mi kaybetti? Capra, sürekli seyircisinin zihnini karıştırıyor. Bir yandan  David’le özdeşleşirken, diğer taraftan anlatılanların mantıklı olduğunu düşünmeye başlıyor. Hatta karısı Jenny’nin karısı olmadığını, iki çocuğunun hiç olmadığına bile ikna olmaya başlıyor. David’i sorgulayanlar psikiyatrist gibi. Bu bir şizofren hal mi? Yoksa David bir deneyin kobayı mı? Capra, bu olgu üzerinden devletin bireyler üzerinde hak iddia etmesini faşizm olarak gösteriyor. Özel hayat diye bir şey kalmamış ve her şey devletin güvenliğine dönüşmüş. Film bittiğinde, George Orwell’ın “1984”le Kafka’nın “Dava”sı arasında kalıyorsunuz. Ama Capra’nın bu filmi özgün. Yönetmen, “Masumum” filminde her şeyi seyircisinin yorumuna bırakmış diyebiliriz. Seyirci dünyaya nasıl bakıyorsa yorumu da öyle olacak diyor sanki yönetmen. 1968’de tüm dünyada gençler ayaklandı ve yeni bir dünya ve özgürlük var dediler. Capra, özgürlüklerimizin elimizden alındığını, hayatlarımızın kuşatıldığını ve bize yeni bellekler sunulduğunu söylüyor. Filmde iç mekânların yansıyışı dışavurumcu estetikteydi. David’in ve mekânın ruh halini yansıtıyor sanki. Bu film bize iki yıl gecikmeyle geldi maalesef. Bu film Akademi’den beş dalda adaylık aldı ve “En İyi Film” dalında ödülü kazandı. Oyunculara da selâm gönderilmeli. Stewart’ın yüzündeki şaşkınlık ifadesi görülmeli.

-temmuz 2013-


 ****

CLOUZOT SİNEMASINDAN


Ustadan Fransız toplumuna eleştiri



Fransız sinemasın önemi yönetmenlerinden Henri-Georges Clouzot, “Ben Bir Katilim” filminde bir polisin canililiğini anlatıyor. Belmondo da müthiş oyunculuk sunuyor



Fransız sinemasının Hitchcock’la karşılaştırılan ustası Henri-Georges Clouzot, 1971 yapımı renkli ve sinemaskop “Daniel-Ben Bir Katilim” filminde, psikopat bir polis Daniel’in ahlakçı cinayetlerini kan dondurucu bir anlatımla beyazperdeye yansıtmış. Narkotikten Daniel’i Jean Paul Belmondo canlandırmış. Cinayet masasından başmüfettiş René’yi Jean Gabin, David’in karısı Chléo’yu Catherine Deneuve, başmüfettişin yardımcısı Pierre’i Gerard Depardiue oynamış. Senaryoyu da yönetmenin kendisi bizzat yazmış. Müzikler Georges Delerue bestelemiş. Kameramansa vazgeçilmez usta Raoul Coutard.

Kuşkunun ötesinde miydi?..

Paris’te, özellikle 10. Bölgede pezevenkler ve uyuşturucu pazarlayıcıları öldürülmeye başlanmış. Emekliliği çoktan gelip geçmiş koca başmüfettiş René’ye göre bu seri cinayet. Yardımcısı Pierre, bu cinayetleri seri katil işi olmadığını iddia ediyor. İkisinin muhteşem akıl yürütmeleri insana “Sherlock Holmes” tadı veriyor. Katil de cinayetlerini işliyor. Clouzot usta, katili en başından gösteriyor. Gerilimi ve tedirginliği başka yerlerden yaşıyor seyirciler. Cinayeti araştıran başmüfettişle narkotikten Daniel, merkezde arada bir karşılaşıyorlar, konuşuyorlar. Daniel, bazen başmüfettişi gözlüyor. Nereye kadar yaklaştığını anlamak için. Daniel, güzel Chléo’yla mutlu. Onca işi arasında ona da zaman ayırabiliyor. Chléo, polisiye romanlara ve filmlere tutkun. Georges Simonon’un polisiyelerini okuyor. Seri katilin Simenon polisiyelerinden ilham aldığını söylüyor. Hem de kocasına. Ama bir şey oluyor gecenin derinliklerinde. Caddede tek başına yürüyen Daniel, elinde çanta olan bir adamı takip ediyor. Adam bir gece kulübüne dalıyor. Daniel de peşinden giriyor. Müzik ve renkli ışık atmosferinde adam bara gidiyor, barmenle göz göze geliyor ve oradan uzaklaşıyor. Daniel adamın gittiği tarafa gidiyor, koridordan geçiyorlar. Adam, bir kapıdan giriyor, merdivenlerden aşağı iniyor. Daniel bekliyor. Bir süre sonra adam çıkıyor ve karşısında Daniel’i görüyor. Polis olduğunu anlıyor, tabancasını çıkartmaya çalışırken, hamleyle adamın arkasına geçen Daniel, keskin bıçağıyla adamın boğazını kesiyor, kanlar öne doğru fışkırıyor. Bir flaş sesi duyuyor Daniel. Başını geriye çevirdiğinde yüzünü tam seçemediği siyahi bir kadın görüyor. Cesedi bırakıp koridordan geçerek gece kulübünün içinde bakınıyor. Barmene söylüyor. Daniel, cinayetlerine son verip bu siyahî kadını aramaya başlıyor. Başmüfettiş de yardımcısıyla adım adım katile yaklaşıyorlar “Sherlock Holmes” yöntemleriyle.

Filmde gerilim, filmin ikinci yarısıyla beraber daha da çoğalıyor. Daniel, tüm köstebeklerinin yardımı olsa da siyahî kadın ulaşmayı başaramıyor. Karısıyla katil bulma oyunlarıyla karısının zekâsından da yararlanmaya bile çalışıyor Daniel. Başmüfettiş René, gece kulübünde bulanık paraloid fotoğraf buluyor. Fotoğrafta vahşi cinayet yansıyor. Fotoğraf temizlendikçe yüz seçilmeye başlıyor. Bu filmi seyrederken birçok anda seyirciler koltuklarında rahat oturamıyor. Final bölümündeki psikanaliz yaklaşım filmi Freudyen ruha da taşıyor. Daniel’in geçmişine iniyor René. Muhafazakâr basın ve halk, Daniel’e toplumu koruduğu için destek oluyorlar. Toplumun derinliğindeki faşizan ruh da ortaya çıkıyor. “Kötüler”, yargılanmadan yerinde infaz yapılabilir. Bu gelecek için korkunç bir şey. Hiçbir yer güvende değil ve birileri toplumun düzeni için katliamlar yapabilir. Clouzot, ikiyüzlü basına ve halka sert eleştiri getiriyor. Batı, en büyük günahı faşizmi doğurmamış mıydı? Ayrımcı, ırkçı ve dışlayıcı batı, en büyük trajedileri yaşattı dünyaya.

Mükemmel oyunculuklar…

Fonda duyulan tedirgin edici müziklerin inişli çıkışlı bölümlerin anlamları daha ad anlaşılıyor film bittikten sonra. Bu tınılar, Daniel’in iç dünyasından çıkıyor gibi. Clouzot, renkleri de alabildiğine parlak koyu yansıtmış. Renk tonları, dışavurumcu ressamların fırçasından sıçramış gibi. Oyunculuklar da mükemmel. Jean Paul Belmondo, Daniel’in insanı çıldırtan sakinliğini, soğukkanlılığını yüzüne maskeleyebilmiş. Jean Gabin usta da en az Daniel kadar sakin ve fikir yürütmeleri keşfedici. Genç oyuncu Gerard Depardieu, Fransız sineması için umut veriyor. Catherine Deneuve, Fransızların perdedeki en güzel kadınlarından. 1960’larda çoğu başyapıt filmlerde oynadı. Perdeyi ışığıyla aydınlatıyor. Büyük bir ustayı perdede görmeli. Bu film sinemayı sevenlere bir armağan gibiydi.

-temmuz 2013-



 HAWKS SİNEMASINDAN


Derin sularda heyecan dolu macera


Hollywood’un yaratıcı yönetmenlerinden Howard Hawks’un yer yer yeni gerçekçi üsluptaki “Kılıçbalığı Avcıları” filmi, okyanuslarda balıkçılara bakıyor



Howard Hawks, sinemanın yaratıcı yönetmenlerinden. Sinemada her şeyi ve her türü deniyor. Bunu yaparken o filmlere ruhunu da katabiliyor. 1965 yapımı “technicolor” ve sinemaskop “The Fisher-Kılıçbalığı Avcıları”, onun sinemasına gerçek anlamda zenginlik katıyor. Bir ara kendinizi İtalyan “Yeni Gerçekçilik” içinde bulurken, zaman zaman da Hollywood’un macera ruhuna da dokunuyorsunuz. Usta bu filmini, görselliği ve kurgusuyla da öne çıkıyor. Elbette bu kurgu, hikâyenin klasik anlamda yansıtıyor. Ama öğretici. Bunda en önemli katkı ses kurgusunun da yardım etmesi. Hawks, senaryodaki gereksiz konuşmaları atmış ve doğal sesleri öne çıkarmış. Filmi seyrederken, konuşmaların doğaçlama akıp gittiğini düşünüyorsunuz. Kılıçbalığı avı sahneleri gerçekten de heyecan dolu. Hem teknede hem de suyun altında.

Filmin senaryosunu yönetmenle beraber Robert Towne yazmış. İnsanı hemen içine alan görüntülerse Michael Coulter’dan. Filmin başrolünde Hollywood’un umut veren genç oyuncularından Robert Redford var. Johnny karakterine derinlik katmış genç oyuncu. Kaptan Scott’ı Paul Newman oynamış. Scott’ın karısı Jenny’de Julie Andrews filmde az görünse de ödüllük bir oyunculuk ortaya koymuş.  Filmde “Litvanyalı”yı Charles Branson, “Bat”i, yani “Yarasa”yı Eli Wallach canlandırmış.

Herkesin hikâyesi var…

Film, balıkçı kasabasında açılıyor. Büyük balıkçı teknesi olan Kaptan Scott, Jenny’yle evli. Küçük bir kızları var. Scott, ekonomik anlamda zor durumda. Uzaklarda avlanmaya karar veriyor. Sadece Pasifik’in derinliklerine gitmek istiyor. Tayfaları ona karşı çıkmış. Çünkü uzakların anlamı aylarca evden uzak kalmak anlamına geliyor. Scott, limanda birkaç tayfayla anlaşıyor. Litvanyalı ve Yarasa onunla bu maceraya atılmak için Scott’ın teklifini kabul etmişler. Son anda genç ve tecrübesiz tayfa Johnny de ekibe katılmış. Scott, bu tehlikeli yolculuğa karşı çıkan karısını da ikna etmiş. Ön jenerik yazıları bittiğinde tekne yola çıkıyor kılıçbalığı avı için. Mürettabat kaptanla beraber sadece dört kişi. Kılıçbalıkları ağlarla değil, oltayla avlanıyor. Misinaya bir dolu olta ucu takılıyor. Bu filmi seyredeken bunu da öğrenmiş olduk. Film, bazı anlarda belgesel tadı veriyor insana. Atmosferin içine dahil ediyor seyircileri. Bu yüzden gerilim duygusu da artıyor belki de.

Dalgalar, küçük fırtınalarla bir gündüz ve bir gece yol alıyor tekne. Tecrübeli Scott, Litvanyalı ve Yarasa, genç tayfa Johnny’yle şaka yapıyorlar hep. Zengin olacaksın, sevdiğin kızla evleneceksin diye onu mutlu ediyorlar. Yarasa, mutfakta yemeklerle de ilgileniyor. Can sıkıntısından kahve ve sigara içiyorlar bol bol. Kaptan, güneş tepeye gelmeden demir atıyor. Hazırlanmış oltalar suya atılıyor ve gerilimli bekleyiş başlıyor. Johnny’nin oltası sallanıyor. Balık geldiği için mutlu Johnny, tüm gücüyle oltayı sararken, olta takılıyor, ayağı kayan Johnny, mavi sulara düşüyor. Kılıç balığıyla mücadeleye ölümüne mücadeleye girerken, yönetmen Howard, kamerasını suyun içine alarak Johnny’yle beraber seyircileri de o ürpertici anların içine alıyor. Kocaman perdede korkuyu yaşıyorsunuz. Litvanyalı suya atlayıp genç Johnny’yi kurtarıyor. Bu ilk tehlike teknedekiler için. Yaralanan Johnny’nin küçük yaralarına pansuman yapıldıktan sonra Johnny dinleniyor ranzasında. Aslında vücudundaki yaradan çok ruhundaki yara onu etkiliyor. Suyun altı üstüne benzemiyor hiç. Yükselen dalgalar, kopan fırtınalar, sonu gelmeyecekmiş gibi yağan yağmurlar. Gerçekten sinemaskop perdede seyretmeye doyulmaz fotoğraflar yansıtıyor. Film trajik değil. Hawks, balıkçıları anlamamızı istiyor. Onların iç dünyasına, korkularına, heyecanlarına katılmasını istiyor seyircilerin. Kaptan Scott, beklediğinden daha fazla kılıçbalığı avlıyor. Hatta ton balıkları bile oluyor arada. Fonda arada bir gitar tınıları duyuluyor. Hawks, daha çok doğal seslerin müziklerini yansıtmak istemiş. Hatta insan bağırtı çağırtıları bile insanda rock ruhu yaratıyor. Bir büyük ustanın filmine sinema perdesinde dokunmak insana heyecan veriyor.    

-ağustos 2013-

 ****

VISCONTI SİNEMASINDAN

Her şey gerçek gibi


Sinemanın en büyük ustalarından Visconti, Fransız sinemasının içinde bambaşka bir deneyim yaşatıyor “Le Fou-Çılgın Sevgililer” filmiyle. Fransa coğrafyası da başrolde


Luchino Visconti usta, sadece İtalyan sinemasının değil, dünya sinemasının da büyük ustalarından. Sinemanın gelişimine büyük katkıları olmuş ustanın, yeni üslup arayışındaki 1968 yapımı renkli ve sinemaskop “Le Fou-Çılgın Sevgililer”, ustayı Alain Delon’la bir kere daha buluşturmuş. Visconti bu buluşmada Romy Schneider’i de unutmamış. Gerçek dünyada birbirleriyle aşkı tatmış Delon-Schneider, “Çılgın Sevgililer” filminde de gerçek aşkı yaşatıyorlar Paul ve Julie’ye. Bu filmi seyrettikten sonra önünüze çıkan ilk kadına âşık olabilirsiniz. Visconti usta, 1968’deki gençlik hareketlerine de selâm göndermiş. Aşkı, tüketim toplumuna feda etmeyin diyor çığlık atarak adeta. Filmin senaryosunu David Newman yazmış. Kameramansa Raoul Coutard. Bu büyük kameraman, Fransız “Yeni Dalga”sını da ruhu, belirtelim.

Motosikletli özgür bir ruh…

Yakışıklı Paul, motosikletine ve Julie’ye âşık bir serseri. Otuzlu yaşlarında. Gezgin olmak dışında hayatta hiç planları olmamış. O, Avrupa’nın özgür ruhunun son temsilcisi gibi. Karnı acıktığında veya benzine ihtiyacı olduğunda küçük soygunlar yapıyor. Aslında zararsız. Julie, evcil olmasına, evliliğe inanmasına rağmen, bu serseri ve özgür ruhun peşine takılmış güzel bir genç kadın. Paul ve Julie motosikletleriyle, Fransa’nın topraklarında amaçsızca dolaşan iki sevgili. Gençler de ayaklanmış ve isyan ediyorlar sisteme. Sokak eylemleri de gerçek. Visconti usta, bir belgeselci gibi bu anları geleceğe bırakıyor. Bu dönem ileriki yıllarda araştırıldığında bu görüntüler çok şey sunacak. Visconti usta, bir konuşmasında, elinde çok materyal olduğunu, yakın zamanlarda bundan bir belgesel çıkartacağını söylemiş. Gerçekten de heyecan verici. Bir film başka bir şey doğuruyor. Böyle olursa herhalde sinemada bir ilk olacak bu. Büyük yönetmen olmak böyle bir şey olmalı.

Unutulmaz anlar…

Lyon’da gençler caddelerde barikat kurup, polisle çatışırken, Paul benzinciye motosikletiyle giriyor, pompayı alıp motosikletinin deposunu dolduruyor. Elbette gerilimli bir sahne deyip üzerinde durulmayabilir. Etrafta gerçek çatışmalar olurken, Paul soygunu gerçekleştiriyor. İki sevgili kaostan uzaklaşınca kamera dönüyor, Visconti benzincinin ofisine doğru yürüyor, hafif el kamerası da ustayı takip ediyor. Visconti dışarı çıkan işçiye pompayı gösteriyor, pompaya bakılıyor, usta cebinden para çıkartıyor ve Paul’le Julie’nin borcunu ödüyor. Sinemada şimdiye kadar görmediğimiz bir an bu. Birkaç sahnede daha oluyor bu. Nantes şehrinde lokantadaki sahne de unutulmaz. İki sevgili tıka basa karınlarını doyuruyorlar. Kahvelerini içiyorlar. Sonra Julie dışarı çıkıyor. Paul kasaya gidiyor. Bir eli de montunun cebinde. Diğer eliyle sus işareti yapıyor. Kız korkuyor. Kasadaki paraları Paul’e veriyor. Paul dışarı çıktığında kasiyer kız çığlık atıyor. Küçük bir kaos oluşuyor. Visconti usta yine devreye giriyor. Gizlenmiş kamera sarsıntılı çekimle ustayı izliyor. Visconti, “Bu film sahnesi” diyor. Kız şokta tabii ki. Visconti’nin asistanlarından bir kız ustaya parayı veriyor. Visconti de “Bak hepsi burada. Ben Visconti. Korkma kızım” diyor. “Kamera şakası olarak düşün” diye şoktaki kızı teskin ediyor. Gerçekten tarif edilemez bir film bu. Hatta bir kurgu mu, yoksa Avrupa’da ortaya çıkmaya başlayan “sahte belgesel”lerden mi? İnsanın zihni karışıp duruyor. Aslında bu film üzerine yazı yazmak bir yerden sonra anlamsızlaşıyor. Sadece seyretmek gerekiyor. Bu filmin ne başı ne de sonu var. Paul ve Julie, bir yerde kameraya takılıyorlar, bir yerde de kameradan uzaklaşıp gidiyorlar. Bu gezginlerin gezileri sonsuzluğa kadar sürecekmiş gibi. Filmin görselliği de ilham verici. Avrupa sineması, gerçekten de yenilikçi, hatta deneysel. İki büyük oyuncuyu, neredeyse tehlikeye atacak anların da olduğu tam anlamıyla tuhaf bir yolculuk. Bu filmi sinema perdesinde yaşamalı.

-ağustos 2013-

****


 ROSSELLINI SİNEMASINDAN



Büyük ustadan sürpriz film



Yeni Gerçekçi sinemanın önemli yönetmeninden Rossellini, şiirsel gerçekçi bakışla yeraltı dünyasına dalıyor. “Yoldan Çıkan”, gerçekçi tarafıyla insanı gerçekten irkiltiyor



Roberto Rossellini… İtalya’da doğmuş Yeni Gerçekçilik akımının da önemli ustalarından biri. Aynı zamanda o bir Hıristiyan Demokrat… Ustanın, Fransa’da çektiği 1967 yapımı siyah-beyaz ve renkli sinemaskop “Les Crimes-Yoldan Çıkan”, ahlakçı bakışıyla batıdaki zihinsel ve duygusal çöküşe bir ağıt.  Rossellini, Sicilyalı bir gencin Paris’te batağa sürüklenişinin peşine düşüyor bu filmde.  Sicilyalı Gianluca’yı Amerikalı genç oyuncu Joe Dallessandro oynamış. Gianluca’nın babası Pietro’yu Marcello Mastroianni, annesi Roberta’yı Sofia Loren canlandırmış. Bu iki büyük oyuncu filmde az görünseler de damga vurmuşlar. Yeraltı dünyasıda “Prens” olarak anılan Pierre’i Alain Delon, “Mama”yı Simone Signoret,  Müfettiş Fabio’yu  Lino Ventura oynamış. Aslında bu önemli oyuncular filmde tam anlamıyla öne çıkmıyorlar.  En önde genç Dellassandro var.

Yoldan çıkan Sicilyalı…

Palermo’da üniversitede okuyan Çiftliği olan babası Gianluca’nın hayali Paris’e gidip sanat okuluna girebilmek. Fotoğrafla ilgileniyor Giannluca. Hayvan çiftliği olan babası Pietro, baskıyla gönderdiği ziraat fakültesinden eğitimli çiftçi çıkmasını hayal etmiş. Çünkü, dünyanın karnı doyması gerekiyor ve Gianluca okulda öğrendikleriyle verimliliği de arttırabilir Pietro’ya göre. Gianluca’nın annesi Roberta, oğlunun içindeki sanat ateşine destek veriyor. Oğlunun, Palermo’dan Paris’e, üniversiteye geçişine destek vermiş. Şimdi de babadan habersiz oğlunu Paris’e uğurluyor. Sicilya’dan Korsika’ya feribotla geçen Gianluca, Marsilya’dan trene binip Paris’e doğru yola çıkıyor. Oraya vardığında başlarda her şey istediği gibi ve romantik bir sıcaklıkta geçip gidiyor. Gianluca, güzel sanatlarda fotorafçılık bölümüne kaydını yaptırıyor. Paris’te aylak aylak dolaşarak bol bol fotoğraf çekiyor. Ama biraz içine kapanık Gianluca, fakültede kızlara yaklaşamıyor. Cinsel yönden ateşleri artınca, Parisli arkadaşı Paul’le “Mama”nın yerine gidiyor. “Mama”, okullu oldukları için onlara indirim bile yapıyor. Nedeni sonra anlaşılıyor bunun. “Mama”, gecikmeden “Prens” diye anılan Pierre’e Gianluca’dan söz ediyor ve bundan sonra her şey yoldan çıkıyor. Yakışıklı pezevenk Pierre, Sicilyalı yakışıklı gence kendi yöntemlerini öğreterek genç kızları tuzağa düşürüp Mama’nın randevuevlerinde fahişe olacaklar. Yakışıklı ve zengin görünümlü gençlerin hemen tuzağına düşen genç kızlar, cazibeye kapılıyorlar. Arabalar, güzel evler ve sonsuz para. Pierre, Gianluca’ya dersler veriyor. Gösterişli yaşama meyilli bir kızın peşine takılıyor. Kızla çıkmaya başlıyor. Paris’te dolaşıyorlar romantik halleriyle. Hatta sevişiyorlar bile. Kıza sıcaklık hissetmeye başlıyor Gianluca. Bir sabah yolda yürürken, yanında bir araba duruyor. Arabada polis müfettişi Fabio var. Gianluca, bu dünyanın ne kadar pis olduğunu hemen anlıyor. Başkaları için final bölümü trajik olsa da Gianluca, hayallerine doğru yol alıyor Paris’te.

Yeni Gerçekçi Rossellini, ahlaki açıdan bu korkunç dünyanın tuzaklarını ayrıntılı olarak, neredeyse belgesel gibi, yeni gerçekçilik gibi beyazperdeye yansıtıyor. Ama, şiirsel gerçekçilik tadı da var filmde. 1930’ların Fransız polisiyelerine de saygı sunuşu var filmde. Görsel anlamda, özellikle gece dış çekimlerde, çoğu zaman da iç mekânlardaki ışık düzenlemelerinde bu hissediliyor. Sokaklarda vitrinlerden yansıyan ışıklar, ıslak yollar şiirsellik katıyor görsel olarak filme. Raoul Coutard’ın kamerası da muhteşem fotoğraflar yansıtmış perdeye. Rossellini, fonda müzik kullanmamış. Daha çok dış sesleri öne çıkarmış. Müziklerse mekânlardan duyulanlar. Oyuncular da muhteşem bir performans ortaya koymuşlar. Özellikle genç İtalyan oyuncu Joe Dallesandro, umut vadediyor sinema için. Bir ustayı perdede görmek muhteşem bir duyguydu. Bu başyapıt sınırlarında dolaşan film görülmeli.

-eylül 2013-            


Yazan: Ali Erden



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder