
Kim Ki-duk...

"Timsah..."

"Vahşi Hayvanlar..."
"Ada..."
.jpg)
"Gerçek Roman..."

"Bilinmeyen Adres..."

"Kötü Adam..."

İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar..."


"Fedakâr Kız..."


"Boş Ev..."


"Moebius..."


"Birebir..."
"Stop..."


"Ağ..."
"İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan..."
Kim
Ki-duk: Varoluşçu ve gerçeküstücü
Ali
Erden
Güney
Koreli yönetmen Kim Ki-duk, 20 Aralık 1960 yılında Bonghwa’da doğdu. 20 Aralık
2020'de son filminin çalışmalarını sürdürdüğü Letonya'nın başkenti Riga’da
pandemiden, yani “koranavirüs”ten (yeni kovid-19'dan) hayatını kaybetti.
Kim usta, ailesinin yoksulluğundan ülkesinde birçok işte çalışmış. Hatta paralı
askerlik bile yapmış. Belki de bu yüzden filmlerinin genelinde otoriteye ve
baskıya karşı bir öfkesi vardı. Filmlerinde tutucu Kore geleneklerini ve
halkını da sıkça eleştiriyordu. Kim usta, ülkesinden çok dışarıda daha çok
seviliyor. Kim usta, 1990’ların başında üç yıl Paris’te güzel sanatlar eğitimi
aldı. Resimle ilgiliydi. Paris’in sokaklarında yaşamış. Kim usta bir ara da
Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki Montpellier şehrinde sergi açmak için gitmiş.
Ama sergi için hiç tablosu yokmuş. Otuz yaşına kadar hiç sinemaya gitmemiş olan
Kim usta, Paris'te Leos Carax’nın 1991’de yönettiği “Les Amants du
Pont-Neuf-Köprüüstü Âşıkları” ile Jonathan Demme’nin 1991'de yönettiği “The
Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği” filmlerini gördükten sonra sinemacı
olmaya karar veriyor. 1996 yılında ilk filmi “Ag-o-Timsah”ı çekme fırsatını
yaratıyordu.
Kim
ustanın filmleri evrenseldi. Yönetmenin anlattığı temalar aşağı yukarı tüm
kültürlerde karşılığını bulabiliyor. Kim, erkeklerin dünyasını tedirgin edici
biçimde yansıtırken, genç kızlar ve genç kadınlar alabildiğine zarif ve de
kırılgan filmlerinde. Kim ustanın filmlerinin çoğunda karakterler,
postmodern anlatımlardaki gibi bağlamından kopmuş ve sadece şu anda yaşıyor
gibi algılanıyorlar. Geçmişleri var mıydı, diyerek hep kuşku içine düşülüyordu.
Simgesel ve gerçeküstü dünyada kendi gerçekliklerinin varoluşunu yaşıyorlardı
bu karakterler. Çoğunluğu da trajikti. Bazı filmlerinde gerçek an gibi
algılanan anlar, karakterin zihninden düşen veya rüyada yaşanan anlar
olabiliyordu. Simgesel anlatımlar için de doğru olan yol buydu belki de.
Melodram,
az veya çok filmlerinde daima kendini hissettiriyor. Bu önemli. Çünkü ustanın
çoğu filminde sertlik öne çıkıyor. Filmlerinde hayvanlara yapılan işkenceler de
bu dâhildi. Belki bu yüzden melodram gerekliydi. Bu sertliklere karşı düşen loş
ışıklar olabilirdi melodramlar. Onun filmlerinde tokat atmalar da gerçekten
“leit-motif”lere dönüşüyordu bir de. Herkes birbirine tokat atabilirdi.
Filmlerinin
genelinde, öncelikle üçüncü filmiyle beraber kamerasını bir fırça olarak da
kullanan Kim usta, sanki görüntüleriyle resim tabloları sunuyor. Ayrıca usta,
kendi yaptığı resimleri, kendi filmlerinde sergileyen bir sanatçıydı. Sadece
yağlıboya resimlerini değil, karakalem ve illüstrasyonlarını da. Ayrıca
filmlerinde, kendi yaptığı heykelleri de sergiliyordu usta. Çünkü hiçbir yerde,
resim ve heykel çalışmalarına doğrudan ulaşılamıyor.
Kim
ustanın eserlerinde ister uzak ister yakın olsun, Egon Schiele ve Gustav
Klimt’in etkileri kendini hissettiriyor. 1890-1918 yılları arasında
yaşamış Avusturyalı dışavurumcu ressam Schiele, henüz yirmi sekiz yaşındayken
İspanyol gribinden ölmüştü. Grafik tablolarında ağırlıklı olarak
fahişeleri resmetti. Yaşadığı döneme göre cinsellik konusunda özgürce fırçasını
tuval üzerinde dolaştırdı. Kim ustanın filmlerindeki cinselliğin alabildiğine
özgür ve bastırılmadan pornografinin ötesinde perdeye yansıması Schiele
ruhundan gelebilir. Çünkü kadın ve erkek sevişirken daima bir estetik duygusu
perdeyi kuşatıyor ustanın filmlerinde. Gerçeküstücü ve varoluşçu bu
filmlerinde, dışavurumcu bir ressamın ona ilham vermesi de heyecan vericiydi.
Usta, Schiele gibi etkilendiği bir başka Avusturyalı ressam da sembolist
Gustav Klimt’ti. 1862-1918 arasında yaşayan Klimt, fotoğraf makinesi ve film
kamerası merceklerinin ufuklarını ilk keşfeden sanatçılardan biriydi. Kim
ustanın kimi bazı filmlerinde merceklerle görüntüyü biçimbozumuna uğratması ve
sanki Klimt fırçaları dokunuyormuş gibi yansıtması yeni anlamlara doğru
sürükleyebiliyordu insanı. Amerikalı ressam ve yönetmen David Lynch usta da tıpkı
Kim usta gibi merceklerle oynayarak gerçekliği gerçeğin ötesine taşıyarak
sembolist bir dünya yaratıyordu bazı filmlerinde. Bu iki ustanın eserlerinde
hem gerçeküstücülük hem de dışavurumculuk vardı. Anlamlar, kişinin bakışına
göre değil, sanatçının bakışına göre anlam kazanıyordu ikisinin birçok
eserinde. Kim ustanın, kimi filmleri içindeki soyut kayboluşlar da bu yüzdendi.
Bir şey
daha vardı. Güney Kore sinemasında bir Kim Ki-duk daha vardı. Seul’de 1934’te
doğan ve yine Seul’de 2012’de vefat eden ilk Kim, Güney Kore sinemasını
1960’larda dünyaya duyuran önemli yönetmenlerden biriydi. 1961-1977 yılları
arasında 66 film yöneten Kim, daha sonra Seul Sanat Enstitüsü’nde film dersleri
veren bir profesör olmuştu. Güney Kore’deki “Sinema Dalgası”nın genç yönetmeni
olarak, Kore İç Savaşı’nda geçen 1961 yapımı siyah-beyaz “O in-ui Haebyeong-Beş
Deniz Piyadesi” isimli ilk filmiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Birçok filmi
de günümüzde klasik kabul ediliyor. Bu yönetmenin filmleri ülkemizde gösterilme
şansı bulamadı. İki Kim Ki-duk arasında da hiçbir bağ yoktu. Tıpkı sinemasal
yolculukları gibi her şeyleri farklıydı.
“Timsah…”
Sinemaya
önemli bir yönetmenin gelişini müjdeleyen 1996 yapımı “A-go-Timsah” sıradışı
bir filmdi. Kim Ki-duk ustanın bu ilk filmi, Leos Carax’nın 1991'de
yönettiği “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Âşıkları” filminden ilham alsa da
kendine özgü bir yapıttı bu. Gerçekçi ve gerçeküstücü bir filmdi. Joyoung
Films’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Görüntüleri yansıtansa
Dong-sam Lee’ydi.
Yalnız ve
sevgisiz bir genç adam, yani Timsah (Jae-hyung Jo), yaşlı adam (Mu-sung Jeon)
ve küçük oğlan torunu Yang-byul’la (Jae-hong Ahn) Seul’u ikiye bölen Han Nehri
kıyısında yaşıyorlar. Onlar evsizdi. Timsah çadırda yatarken, Yang-byul
kanepede, büyükbabaysa yer yatağında gecelerini geçiriyor. Timsah çalışmıyordu.
Yang-byul’a sakız ve benzeri şeyler sattırarak kumar parasını çıkartıyordu. Bir
de nehre intihar etmeye gelen insanların cüzdanlarını boşaltıyor. Küçük
Yang-byul’un büyükbabası da teneke kutuları topluyor. Timsah, gündüz vakti
nehir kıyısında bir genç kızı sarkıntılık edenlerden kurtarıyor. Ardından da
kıza kendisi taciz etmeye başlıyor. Sonunda da kıza tecavüz ediyordu. Timsah
buydu. Bu Timsah’ın geçmişi var mıydı? Buralara nasıl düşmüştü? Timsah ilk
göründüğü andan itibaren sevgi yoksunu olduğu fark ediliyor. O, kadınlara
yumuşak yollardan yaklaşamamış ve sevginin ne demek olduğundan bile haberi
yoktu sanki. Ya büyükbaba ve torunu? Onlar nasıl bu duruma düşmüşlerdi? Aslında
hepsi yoksuldu ve bu gelişmiş ülkede geleceksizdiler. Belki de hiçbir zaman
evleri olmayacaktı. Küçük Yang-byul, okul çağında ve okula gidemiyor. Büyüyünce
Timsah gibi lümpen bir serseri mi olacaktı?
Gece nehir
kıyısında köprü ayakları yansıyor. Timsah ve yaşlı adam konuşurlarken bir ses
duyuyorlar. Dürbünle bakıyor Timsah. Çocuk da uyanıktı onlar
konuşurken. Kamera, Timsah’ın bakışıyla sağa-sola hızla çevrinme (pan)
yaparak köprü ayağını yansıtıyor. Sinemada bu tekniğe “subjective point of
view/öznel bakış açısı” deniliyordu. Yaşlı adam, “Bir kadına benziyor” diyor.
Sonra da “Hangi piç onun hayatını mahvetti”, diye soruyor. Timsah ayağa
kalkıyor, tişörtünü çıkartıyor ve nehre atlıyor. Adı Hyun-jung olan kızı
(Yun-kyeong Woo) sudan çıkartıyor. Dolly kamera, “high angle/yüksek açı”
çekimle köprü parmaklıklarını yansıtırken sola doğru da kaymaya başlıyordu.
Baygın kızın dudaklarına hayat öpücüğü konduran Timsah, kızı hayata döndürüyordu.
Gecenin içinde zaman geçiyor. Timsah çadırından çıkıyor ve yaşlı adamın
yatağında uyuyan Hyun-jung’un yorganını kaldırıyor, onun güzel bacaklarını
izliyor. Ardından da kıza tecavüz ediyor Timsah. Yaşlı adam müdahale etse de
başaramıyordu. Büyükbaba ve torunu bu trajediyi keder içinde izliyorlardı. Ne
yapabilirlerdi ki? İşini bitiren Timsah kıza, “Soğuk fahişe” diyordu ardından.
Hyun-jung, kendine tecavüz edilirken “Jun-ho” diye sayıklıyordu. Timsah,
“Jun-ho kim? Benim adım Yong-pae” diyordu öfkeyle. Yaşlı adam olanlara
dayanamayıp uzaklaşıyordu oradan. Kim usta, bu vahşi tecavüzü tek çekimle
yansıtmak istemiş gerçekliği hissettirebilmek için.
Yang-byul uyanıyordu.
O yürürken dolly kamera da sağa doğru kayarak onu izliyordu. Sonra kız
Timsah’ın çadırından çıkıp, Yang-byul’un yanına gidiyor. Hyun-jung,
çocuğun yüzünü şefkatle okşuyor ve gidiyor. Uyanan Timsah yatağında
uyuyan Yang-byul’a kızı soruyor öfkeyle. Sonra çocuk yerdeki bidonun
içine giriyor. Timsah bidonu tekmeliyor ve “Kurtulamazsın solucan”
diyor Yang-byul’a. Sonra bidonun üstüne oturup sigara içiyor. Gerçeküstü
bir andı bu. Gece olduğunda yaşlı adam kederle yürürken yansıyor. Kahve makinesine
doğru yürürken, kamera sola kayıyordu. Yaşlı adam makineye para atarken
Hyun-jung yansıyor. Kıza kahve olan bardağı veriyor ve sonra da kızı nehir
kıyısında kaldıkları yere götürüyor. Hyun-jung’u gören Timsah, “Mazoşistliğe
dönmeye karar mı verdin”, diyor alay ederek. Kıza öfkesini de gösteriyor hemen.
Onu oradan uzaklaştırıyor ve kuytu yerde kıza yine tecavüz ediyor. Ardından da
kızı dövmeye başlıyor. Yaşlı adam kızı kurtarıyor ondan. Timsah, çıplak kadın
heykelini eline alıyor, sonra da bırakıyor. Kıza mı zarar verecekti? Tüm bunlar
insanlığın yarattığı sanatların ilklerinden olan heykel ve resimlerin olduğu
yerde oluyordu. Gerçekle hayal gücünün ortaya çıkardıkları yan yanaydı bu nehir
kıyısında. Timsah şişeden içkisini içerken yansıyordu sonra. Gecenin içinde
zaman geçiyor. Hyun-jung, yaşlı adamla aynı yatakta
uyurken, Yang-byul uyanıyor ve sızmış Timsah’ı öldürmek istiyor.
Çocuk, Timsah’ın bacak arasını yaralarken, o anda yaşlı adam da
uyanıyordu. Yang-byul kaçıyor. Timsah’ın yarası hafifmiş. Sonra
Hyun-jung, çocuğu buluyor ve ona şefkat gösteriyordu.
Önce
tencere yansıyor, sonra da hep beraber yemek yiyişleri. Yemekten sonra kamera
sağa çevrinme (pan) yaparak Timsah’ın duvar dibinde kıza tecavüz edişini
gösteriyor. Gecenin derinliğinde herkes uyurken çocuk yine kalkıyor ve
Timsah’ın çadırına gizlice gidiyor. Kamera onu sağa çevrinme yaparak izliyordu.
Ardından kesme tekniğiyle sabaha geçiliyordu. Motosiklet nehir kıyısında
yansıyordu. Motosiklet, Hyun-jung’la çocuğun yanına geliyor. Motosikleti olan
Timsah, Yang-byul’u yanına alıp uzaklaşıyordu oradan. Caddede yol
alırlarken Timsah çocuğu sakız alması için bırakıyor, ardından da kaza
yapıyor. Yang-byul motosikleti bozmuştu. Küçük Yang-byul, Hyun-jung’ta
anne şefkatini buluyordu. Bir de sevgiyi. Onu korumak ve kurtarmak istiyordu
küçük kalbiyle.
Kim usta
bu filminde kadere benzer bir şeyi öne çıkartmış. Her şey birbirine bağlı ve
her şey birbirini etkiliyor. Tıpkı doğada olanların benzeri gibiydi. Hyun-jung,
onların bu yalnız ve trajik hayatlarına girmeseydi, trajediler yaşanacak mıydı?
Birçok insanla sorunlar yaşayan Timsah hayatının bir yerinde kendi trajedisine
düşecekti belki. Ya yaşlı adam ve torunu? Hyun-jung, bir aşk kırgınıydı.
Sevgilisi Jun-ho’dan ayrılınca boşluğa düşmüş ve intihar ederek genç
yaşında bu kederden kurtulmak istemiş. Filmin derinliğinde Timsah’ın da
Hyun-jung kadar yaşanan tüm trajedilerde etkisinin olduğu fark ediliyordu.
Küçük
Yang-byul kâğıttan kayıklar yapıp nehirde yüzdürmeyi seviyor. Gündüz yaşlı
adam, Hyun-jung ve çocuk nehir kıyısında kaldıkları yerdelerdi. Yaşlı adam
çocukken bu nehre yüzmeye gelirmiş. Sonra motosikletiyle Timsah geliyor oraya.
Ardından da nehre işiyor. Yang-byul’a öfkeliydi. Timsah ve yaşlı adam
motosikleti tamir ediyorlar. Motosikleti tamir olan Timsah çok mutluydu.
Nehirde yüzüyor sonra. Bu andaki görüntüler gerçeküstü ve çarpıcıydı. Suyun
içinden Yang-byul ve Hyun-jung yansıyordu. Suyun içinde duvar dibi de Timsah’ın
özel yeriydi. Belki de evi gibiydi.
Yang-byul
gündüz sokakta sakız satarken Timsah yanına geliyor. Parayı alıyor, ama
eksikmiş. Yang-byul para saklamış. Yang-byul’a öfkelendiğinde oradaki gençler
olaya katılıyor. Burada Timsah’a satış izni veren kimdi? Her nokta tutulmuştu.
Mafya işi gibiydi. Sonra Timsah ve çocuk caddede yürürken, boynunda mikrofon
olan adam dikkatlerini çekiyor. Mikrofonlu adam, ısıyla çıplak kadınlara
dönüşen deste kâğıtları satıyordu. Sonra Timsah da aynı işi yapıyor boynuna
mikrofon asarak. Timsah, biyoseramik enerjinin gücünü etrafta toplananlara
anlatırken, çocuk yansıyor. Sonra lokantada Yang-byul’la yemek yiyor Timsah.
Çocuğa, “İyi gidiyorsun, değişme” diyor. Ardından da Timsah kumar oynadığı
mekâna gidiyor. Parası çoktu. Her zamanki gibi kaybediyor. Timsah çıldırıyor ve
masayı dağıtıyor öfkeyle. Her şeyini kaybediyor. Yıkılıyor. Sonra pencerede bir
şey fark ediyor Timsah. Hile yapmışlardı. Oradakiler, bıçakla Timsah’ı
korkutuyorlar. Timsah oradan gidiyordu sonra.
Gündüz
sokakta sığır paçası temizlenirken yansıtıyordu kamera. Kumar oynadığı mekâna
sığır paçasıyla geliyor Timsah. Oradakiler de yemek yiyorlardı. Ona, “Erişte
için mi geldin”, diyorlar alay ederek. Sonra yine sokaklarda satış yaparken
yansıyor Timsah. “Bir kadını bir erkeğe ne bağlar”, diye soruyordu
etrafında toplananlara. “Para veya onur değil” diye cevaplıyor. Sonra da
filozof gibi, “Sinirli kadınlar, doktorlara ve entelektüellere ihanet ederler”
diyordu. Çocuk da park etmiş arabanın lastiğinin altında kâğıt para görüyor.
Parayı kurtaran Yang-byul yiyecek bir şeyler de alıyordu kendine. Sonra kamera
kadın heykellerinden aşağıya doğru iniyor. Çocuk aldıklarını heykellerin
ortasında yiyordu. Gece olunca nehir kıyısına Timsah geliyor. Çocuk yoktu. Ama
geçmeden Yang-byul da geliyor. Neden geç kalmıştı? Timsah öfkeliydi ve çocuğa,
“Sen aşağılıksın kardeş” diyor. Hyun-jung ve yaşlı adam çocuğu Timsah’tan
kurtarıyorlar, ama bu defa öfkesini Hyun-jung’a boşaltıyor Timsah. Ona, “Sokağa
git fahişe” diyor. Çocuk para bulduğunu söylüyor. Gecenin derinliğinde herkes
uyurken Timsah çadırından çıkıyor ve yaşlı adamla uyuyan kızın yanına geliyor.
Yorganı kaldırıyor. Kız uyanıyor ve ona direniyor. Timsah öfkeyle oradan
gidiyor ardından.
Ayı geceydi.
Timsah, arabanın içinde kadın ve erkeğin konuşmalarını dinliyor. Adam
yalnızlıktan bıkmış. Çünkü bütün arkadaşları evliymiş. Kadın, kendisiyle
evlenmek isteyen ve seven adamın dudaklarından öpüyor sonra. Onları dikizleyen
Timsah, arabaya yaklaşıyor. Kadın ve erkek sevişirken, onların fotoğrafını
çekiyor cep telefonuyla. Gündüz telefon kulübesinde Timsah, şantaj yapıyor gece
kaçamak yapan adama. Geceleyin aynı yere, kaçamak yaptığı yere, adam ve kadın
arabayla geliyorlar. Adam, cebinden bir zarf çıkartıyor ve “Sahip olduğum şey”
diyerek Timsah’a veriyor zarfı. Timsah adamın ellerini bağlıyor, ardından da
arabadaki kadına tecavüze yelteniyor. Önce balonu şişiriyor Timsah. Balonu
prezervatif gibi kullanacaktı. Ama öngöremediği birileri geliyor ve Timsah’ı
dövüyorlar. Yaralı Timsah nehir kıyısına gittiğinde Hyun-jung, onun yaralarını
temizlemek istiyordu. Ama Timsah öfkeliydi ve onuru kırılmıştı. Ona, “Sürtük,
kalbime ulaşmaya mı çalışıyorsun” diyor. Sonra da “Ben sadece toplumun
israfıyım” diyor Timsah. Bu nehri de sevmediğini söylüyor. Kıza gitmesini
söylemiş, ama o hâlâ buralardaydı. Hyun-jung, “Her şey iyi olacak” diyor onu
rahatlatmak için. Timsah ayağa kalkarken kızı da kaldırıyor ve “Çok bekâret
sürdün” diyor ona. Sonra kızın külotunu sıyırıyor, ardından da “Neden
direnmiyorsun, kendini savun” diye tepki gösteriyor Timsah.
Gündüz.
Kamera, nehirde giden tekneyi sola çevrinme yaparak izliyor. Nehir kıyısında
Timsah ve yaşlı adam konuşuyorlardı. Yaşlı adam, “Artık çocuk olmadığına karar
ver” diyor Timsah’a. Yaşlı adam ne zamandan beri onun için endişe ediyordu?
“Başkalarına zarar verirsen, sana karşı gelecektir” diyor yaşlı adam. Hyun-jung
ve Yang-byul da oradaydı. Timsah öfkeli ve çocuğun uyuduğu kanepeyi alıp nehre
atıyor. Sonra yaşlı adama dönüp, “Neden bir baba gibi davranıyorsun”, diyor. Bu
anda dolly kamera Timsah’ı yakın çekimle gösterirken, ardından kayarak yaşlı
adamı gösteriyordu. Modern anlamda “açı-karşı açı”ydı bu. Hepsi tek çekimleydi.
Bu çekimle kamera Timsah’ın öfkesine dokunabiliyordu.
Gece.
Timsah nehir kıyısında otururken yansıyor. Sonra dolly kamera, Timsah’ın
gözleriyle (öznel çekimle) öne doğru kaymaya başlıyordu. Kız ve yaşlı adam
uyuyorlardı. Timsah, Hyung-jung’un karakalem çizdiği kendi portresine bakıyordu
sonra.
Gündüz.
Nehrin suları yansıyor. Çocuk ve kız nehir kıyısında otururken derinlikte de
Timsah görünüyordu. Yang-byul, “Bugün büyükbabamın doğum günü” diyor. Gece,
nehir kıyısında doğum günü pastası yansıyor önce. Yaşlı adamın doğum gününü
kutluyorlardı. Büyükbabasının, bisikletini onarması için biriktirdiği
parayla hediye almış Yang-byul. Ayağa kalkan çocuk büyükbabasına şarkısını
söylüyor. Kim usta, bu anı uzun ve tek çekimle yansıtmış. Gündüz olunca,
Timsah’ın duvara yaslanmış motosikleti yansıyor. Duvarda kadın ve erkek
portreleri de vardı. Kamera, duvardaki resimlerden sağa doğru çevrinme yaparak
yaşlı adam, Hyun-jung ve Yang-byul’u gösteriyor. Timsah sigara yakıyor. Daha
sonra da nehrin köprü ayakları yansıyor. Ardından da yerdeki içecek teneke
kutusu. Yaşlı adam teneke kutuları ayaklarıyla ezen ayakları görünüyor. Kahve
makinesini gösteriyor sonra kamera. Kahve makinesi oradan taşınırken yaşlı adam
kahve makinesi istiyor. Veriyorlar. Bu kahve makinesi de trajediye katkı
verecekti derinlikte. Sonra nehir kıyısında Hyun-jung, çocuğun karakalem
resmini çizerken yansıyordu. Timsah geliyor ve kıza resim malzemesi veriyordu.
Şaşıran kıza, “Ne bakıyorsun, bunu kullan” diyor. Sonra gülümsüyor. Timsah ilk
defa gülümsüyordu. Kıza, “Sana bakmak bir zevk” diyor ardından. Kamera, mavi
boyaların olduğu yerden yukarı “tilt” yaparak Timsah’ın fırçayla boya yaptığını
gösteriyordu. Polis kelepçesini boyuyordu Timsah. Kelepçe de trajediye
katılacaktı derinlikte. Kim usta, bu filminde Bretchyen estetiğini yer yer
hissettiriyordu. Bazı nesnelerin anlamı olacaktı bu dramın içinde. Kız ve çocuk
da onu izliyorlardı. Yang-byul, küçük bir kaplumbağa görüyor. Şaşkın ve
mutluydu. Timsah, kaplumbağayı alıyor ve fırçayla üzerini maviye boyuyor,
ardından da kaplumbağayı suya atıyor. Mutlu görünen yaşlı adam da geliyor ve
elindeki poşeti torununa veriyor.
Gündüz
başka bir anda iki genç çift yansıyor. Genç adam sevgilisine tatil sürprizi
yapmış. Sevgilisini Güney Asya’ya götürmek istese de kız Havai’yi tercih
edermiş. Onların bu mutlu anlarına Hyun-jung tanıklık ediyordu yüzündeki
hüzünle. Derinlikte de Timsah görünüyordu.
Gece
Timsah restoranda içerken bir genç adam yanına geliyor. Onu tanımıyordu. Genç
adam onu kaldığı yere götürüyor. Yurtdışında yaşıyormuş. Polis ressamlığı da
yapıyormuş. Timsah karakalem portre resimlerde kendine benzeyen resim de
görüyor. Resimdeki insanlar çok tehlikeliymiş. Genç adam Timsah’a, “Sen benim
kupalarımsın” diyor. Bu ne anlama geliyordu? Bir resmi gösteriyor ve “Onu
tanıyorsun. O, ünlü bir seri katil” diyor. İdam edilecekmiş. Genç adam, yerde
oturan Timsah’ın yanına oturuyor. Timsah ayağa kalkmak istese de sarhoştu. Genç
adam Timsah’ı okşarken, videokasetten eşcinsel pornosu da yansıyordu. Timsah,
genç adamı dövüyor. Televizyonu kapatıyor. Videokaseti çıkartıyor ve kırıyor.
Ardından da videokasetin bandıyla yatakta yüzüstü yatan genç adamın boynuna
doluyor. Sonra da çekmecelere bakıyor. Bir tabanca buluyor Timsah. Tabancayı
genç adamın yüzüne dayıyordu. Buzdolabından bir şeyler atıştırıyor, sonra da
salatalığı genç adamın arkasına sokuyordu Timsah. Oradan çerçeveli bir resmi
alıp ayrılıyordu oradan. Hyun-jung’un resmi miydi? Nehir kıyısına geliyor.
Sonra çerçeveli resimle suya giriyor Timsah. Suyun içinde çerçeveyi duvara
asıyor. Kanepe de oradaydı.
Gündüz.
Timsah kızla nehir kenarında konuşurlarken yansıyor. Timsah, “Her şeyi
biliyorum, Jun-ho” diyor. Hyun-jung kalkıp giderken onu durduruyor Timsah.
“Seni yok etmek isteyen kimmiş”, diyor sonra kıza. Motosikletine binen Timsah
ve akşamki eşcinsel gencin kaldığı yere gidiyor. Genç adamın adı Jun-ho’ydu.
Kıza acılar çektiren sevgilisiydi. Timsah gece anlamıştı. Jun-ho’ya,
“Hyun-jung’u tanıyor musun” diye soruyor. Jun-ho (Yang Dong-jae), onunla nasıl
tanıştığını, soruyor Timsah’a. Birlikte mi yaşıyorlardı? “Belki de senin
tipindir” diyor Jun-ho. Kederler içinde bıraktığı kızın kendi tipi olmadığını
da söylüyor. Timsah onu öldürmek istiyor. Jun-ho, “Sen benim için hiç kimse
değilsin” diyor. Başkasıyla evlenecekmiş.
Gece nehir
kıyısında neon ışıkları yansıyor. Birileri yine Timsah’a bulaşmış. Bu defakiler
de pornoculardı. Onu dövüyorlar, ama Timsah bir kez daha ölümden kurtuluyor.
Gündüz nehir kıyısında karakalem Timsah’ın portresini yansıyor. Timsah geliyor
ve defterdeki sayfayı kopartıp nehre atıyor. Sonra da Hyun-jung’dan özür
diliyor. Kızın yanına oturuyor. Bu şekilde hissettiği zaman nefret ediyormuş.
Ama yine de Hyun-jung’u istiyormuş. Bunu alçakça buluyor Timsah. Sonra
Hyun-jung, “Ne istediğini söyle, ben karın olamam” diyor. Jun-ho’ya aitmiş o.
Parkta
oyun oynayan çocuklar yansıyor. Oyuncak tabancasını arkadaşına kaptıran bir
çocuk ağlıyor. At kuyruklu bir adam küçük çocuğa gerçek tabanca veriyor ve
bankta gazetesini okuyan adama ateş ettiriyor. Bu gösteri toplumunun eğlencesi
miydi? Bu an da gerçekle gerçeküstü arasında gidip geliyordu. Başka bir
trajediye götürecekti. Kahve dolabının içinde yaşlı adam da bu trajediyi
izliyordu. Bu trajediyi yaşlı adamın gözleriyle yansıtmış Kim usta.
Boynunda
boyunluk olan Jun-ho, film şeridini andıran göz çizimleriyle kendisini
aşağılayan adamı arıyordu. Kendisini aşağılanmış hisseden eşcinsel Jun-ho,
sarhoş olduğundan Timsah’ın sadece gözleri aklında kalmış. Karakalem çizilmiş
göz resimlerini birilerine gösteriyor. Adam Timsah’ı uzaktan görmüş, ama emin
değilmiş. Sonra Yang-byul, elinde kâğıtla geliyor. Yaşlı adam resme bakıp,
“Timsah olamaz. Hata olmalı” diyor. Timsah aynaya bakıyor. İkiye bölünmüş gibi.
Jun-ho da karakoldaydı. Görgü tanığı Timsah’ı tam olarak teşhis edemiyor. Sonra
da “Sanırım bu” diyor adam. Timsah’a ömür boyu hapis verilebilirmiş. Timsah
hücredeyken Jun-ho ona robot resmi gösteriyor. Jun-ho, “Hayatınızın geri
kalanını demir parmaklıklar arkasında geçireceksiniz” diyor. “Silahını geri
vereceğim” diyor yalvaran gözlerle Timsah. Ama Jun-ho aşağılanmış hissediyor.
Ona, “Bana tecavüz ettin, beni aşağıladın” diyor. Ardından da “Bana vurdun.
Videoyu ağzıma soktun. Salatalık da vardı” diyor. Bu yaşanan şiddetten dolayı
Timsah buradaymış. Jun-ho hücre kapısını açıp içeri giriyor. Timsah bağışlaması
için ona yalvarıyordu. Jun-ho onu copluyor. Aşağılanmanın acısını çıkartır
gibiydi. Ardından suyun içindeki çerçeveli resim yansıyor. Yaşlı adam karakola
geliyor. Yaşlı adam, çocuğa tabanca verip öldürten at kuyruklu adamı teşhis
etmek için oradaydı. Emin olmadığını söylüyor. Sonra da hücredeki Timsah’ı
ziyaret ediyor. Yaşlı adam, “Yakında özgür olacaksın” diyor, ama Timsah umutsuz
ve çökmüştü.
Gündüz.
Kamera, sağa çevrinme yaparak yaşlı adamı izliyor. Çiçekler de önde yansıyordu.
Yaşlı adam kahve makinesinin yanına geliyor. Oyuncak araba süren çocuk yansıyor
sonra. Yang-byul da oradaydı. At kuyruklu adam, Yang-byul’un yanına geliyor ve
“Yuvasına iki para koy ve bir cam çıkacak” diyor. Ardından tabancayı veriyor ve
iki el ateş etmesini istiyor kahve makinesine. Atkuyruklu adam kahveden nefret
ediyormuş. Kahve makinesinin içinde Yang-byul’un büyükbabası vardı ve olanları
izliyordu. Yang-byul, kahve makinesinin yuvasına para atıyor, ardından kahve
geliyor. Sonra da tabancayla kahve makinesine ateş ediyor.
Nehir
kıyısında Hyun-jung yansıyor. Oyuncak araba süren Yang-byul da oradaydı. Timsah
geliyor ve çocuğa, “Büyükbaban nerede”, diyor. Sonra Timsah kahve makinesinin
yanına geliyor. Kamera içeriden yansıtıyordu. Kız ve çocuk da peşinden geliyor.
Timsah, kahve makinesinin kapısını açıyor ve kanlar içinde ölmüş yaşlı adamı
görüyor. Sonra mezara gömüyorlar yaşlı adamı. Kamera, mezardan yukarı “tilt”
yaparak Han Nehri’ni gösteriyordu.
Yine nehir
kıyısındalar. Üç kişilerdi şimdi. Hyun-jun, çocuğun başını okşadıktan sonra
ayağa kalkıp yürüyor. Peşinden de Timsah gidiyor. Kız, ankesörlü telefondan bir
yeri arıyor. Timsah telefonu kapatıyor. Yang-byul, Timsah’ın kıza sert
davranmasına kızıyor. Timsah, “Kız kardeşinin bizi terk etmesini istiyor musun”,
diyor ona. Sonra Timsah çadırından Jun-ho’nun tabancasını alıyor. Motosiklete
binip uzaklaşıyor. Çok geçmeden arabayla geri dönüyor. Hyun-jung’u zorla
arabaya bindiriyor ve bir mekâna götürüyor. Arabanın arka koltuğunda da Jun-ho
vardı. Eşcinsel porno kasetini videoya takıyor ve Jun-ho’nun pornosunu
izletiyor Hyun-jung’a. Kız şaşkınlık ve iğrenmeyle bakıyor gördüklerine. Bu
salaş mekânda heykeller de vardı. Timsah, resim ve heykelleri buradan mı
almıştı? Timsah, tabancayı kıza veriyor. Hyun-jung, tabancayı eski sevgilisine
doğrultuyor. Jun-ho, korku ve endişe yaşarken, kız ateş edemiyor. Tabancayı
Timsah alıyor. Elleri arkadan bağlı Jun-ho daha da korkuyor. Sonu gelmiş miydi?
Sonra kamera, çıplak heykellerin üzerinde dolaşırken silah sesi duyuluyordu.
Nehir
kıyısındalar. Kız ve çocuk yansıyor. Yang-byul, kâğıttan gemisini suya atıyor.
Bir dolu renkli kâğıttan gemi suda yüzerken yansıyordu.
Sonra
gece. Hyun-jung nehir kenarında otururken Timsah yanına geliyor. Kız başını
Timsah’ın omzuna yaslıyor. Timsah da kızın elini tutuyor. Timsah ilk defa
sevginin içindeydi belki de. Öpüşüyorlar ve ardından da gerçek sevişmeyi
yaşıyorlar beraberce. Sabah olunca kız nehre atlıyor. Çok geçmeden çocuk
uyanıyor kızı göremiyor. Timsah da uyanıyor. İsteksizce suya giriyor. Kızı
suyun dibinde buluyor. Maviye boyanmış kaplumbağa da oradaydı. Kanepe ve
duvarda asılı çerçeveli resim de. Timsah, kızı kanepeye oturtuyor. Kendisi de
oturuyor. Kelepçeyle kendisinin ve kızın bileğini kelepçeliyor. Aşk bağı
gibiydi. Kızı dudaklarından öpüyor. Kız ölmüştü. Timsah kelepçeyi çıkartmaya
çabalasa da başaramıyordu. Anahtarı bulsa da açamıyordu kelepçeyi. Kâğıt
gemiler suda yüzerken yansıyordu ardından. Bu dramın trajedisi de gerçeküstü
sonlanıyordu. Ama küçük Yang-byul’a ne olacaktı şimdi?
“Vahşi
Hayvanlar...”
Kim Ki-duk
ustanın 1997 yapımı ikinci filmi “Yasaeng Dongmul Bohoguyeog-Vahşi Hayvanlar”
filminin hikâyesi, Paris’in sokaklarında geçiyor. Bu film, Kuzey ve Güney
Koreli iki genç adamın yollarının Paris’te kesişmesini anlatıyor. Aşkın ve
sanatın şehri Paris’i bir şiddet ve vahşet şehrine dönüştüren Kim usta,
hikâyesini yoğunlukla Seine Nehri kıyılarına taşımış. Bu, başka filmlerdeki
bildik Seine değil. Daha aşağılarda, neredeyse Paris’in kenarlarına uzanıyor.
Bu filme, Paris’in dar ve karanlık arka sokakları da yer yer mekân oluyor. Kim
usta da zamanında sonuna kadar gerçekliğin dibindeki Paris’te yaşamıştı. Dream
Cinema’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri In-gu Kang ve
Jin-ha Oh bestelemiş. Görüntülerse Jeong-min Seo’dan. Kim usta bu filminde
ağırlıklı olarak 1970’lerdeki Avrupa avantür filmlerinden ilham almış. Ama
aralara sanat serpiştirilmiş bir ilhamdı bu. Filmde Korece ve Fransızca
kelimeler duyuluyordu.
Cheong-hae
(Jae-hyeon Jo), Güney Kore’den Paris’e ressam olmak için gelmiş, ama şimdilik
bulabildiği sadece suç dünyasıydı. Bir tekne satın alıp resimlerini orada
yapmayı düşleyen, hırsız ve düzenbaz, neredeyse hiç güvenilmeyecek Cheong-hae,
Kuzey Kore’den kaçıp Paris’e sığınmış eski asker ve dövüş sporlarında iyi
Hong-san’ı (Dong-jik Jang) yoldan çıkartıveriyor hemen. Bu tuhaf dostluk,
Fransız mafyasına kadar uzanıyor. Cheong-hae, heykel taklidi yapan Macar
Corrine’e de (Sascha Rvkavina) tutuluyor hikâyenin bir yerinde. Kore’nin
kuzeyinden olan Hong-san da trende aynı kompartımanda yolculuk yaptığı melez
Laura’ya (Ryun Jang) tutuluyor. Bu iki aşk da bu iki Koreli genç adam için
imkânsız gibi miydi? Çünkü Corrine’in başında bir Fransız gangsteri vardı. “Kırmızı
Fener”, yani fuhuş merkezi Pigalle’de striptizcilik yapan Laura’ysa bir başka
gangstere Emir’e (Denis Lavant) sırılsıklam âşıktı. Ama Laura’yı bu işe
zorlayan da Emir’di. Emir, Laura’nın saflığından faydalanan, Laura’nın
hayallerini sömüren biriydi.
Ülkeleri
ikiye bölünüp Kuzey ve Güney olmuş bu iki gencin Paris’te kesişen yolları
onları hayal bile edemeyecekleri dünyaların içine sürüklüyordu. Cheong-hae,
gelişmiş bir kapitalist ülkeden bir başka gelişmiş kapitalist bir ülkeye
gelmiş. Kapitalizmi ve sistemi biliyor. Kuzey Koreli Hong-san’daysa her şey
teorikti. Kuzey’den kaçarken Batı’da özgürlüğe dokunacağını hayal ediyordu
belki de. Ama parasız bir hiç olduğunu keşfetmesi de daha büyük bir hayal
kırıklığıydı onun için. Cheong-hae’ye ayak uydurup sistemin içinde kaybolup
gidecek miydi? Kim usta, ilk filmi “Timsah” gibi kapitalizmi ve sistemini
gerçekçi bir sinema diliyle perdeye yansıtmayı başarabiliyor. “Timsah” filminde
evsiz insanlar üzerinden sistemin keskin çarklarına tanıklık ettiriyordu. Fransa’da
çektiği “Vahşi Hayvanlar” filminde de böyleydi. Seul’u ve Paris’i, gerçeklikle
perdeye yansıtmayı başarabilmiş bu iki filminde usta.
Ön jenerik
yazıları sürerken eller yansıyordu. Tellerle figür yapıyordu eller. Görüntü
sepya tadındaydı. Kamera, ellerden yukarı “tilt” yaparak Hong-san’ın kederli
yüzüne gidiyor. Budapeşte’den Paris’e giden hızlı trendeydi şimdi. Lüksemburg’a
gelen trene Fransız-Koreli melez genç kadın Laura biniyor. Koridorda tek başına
yürürken Hong-san’ın kompartımanına giriyor. Kompartımanda ondan başka kimse
yoktu. Hong-san, tek sigara kalmış paketindeki sigarayı yakıyor. Sonra kamera,
duvarlardaki resimler üzerinden sağa kayarak resim atölyesinin girişini
gösteriyor. Burası Paris’ti. Korelilerin resim stüdyosu vardı bu sokakta.
Cheong-hae resim yapılan stüdyoya geliyor. Resim yapan bir genç sanatçının (Na
Gil-joo) kullandığı renkler üzerine yorum yapınca resim yapan genç sanatçı
kızıyor ona. Cheong-hae bu işlerden anlar mıydı? Sadece kimsenin satın
almayacağı resimler yapardı o. Bu mekânda ne işi vardı? Genç ressam da Güney
Koreliydi. Cheong-hae, yankesicilik bile yapıyormuş. Kendini aşağılayan ressama
yumruk atıp burnunu bile kanatıyor Cheong-hae. Başka Güney Koreli ressam (Koo
Ja-hong) onu stüdyodan çıkartıyor hemen. Giderken oradan bir şeyler de
götürüyordu Cheong-hae. Sonra sanata adanmış bir an yansıyor perdede. Mermer
gibi bembeyaz Corrine’in meydanda çıplak Camille Claudel heykelini
canlandırdığı bu sekans çok çarpıcıydı. Fonda duyulan piyano ve keman tınıları
etkileyiciydi. Kim usta, bu anda kaydırma yapan kamerasıyla Corrine’le vals
yapıyordu sanki. Bu kamera, Corrine’in güzelliğini öyle ayrıntılı yansıtıyor
ki, Cheong-hae gibi tutulabiliyordu insan ona. Cheong-hae de oradaydı tabii ki.
Stüdyodan çaldığı şeyleri satmak için. Birini de bir kadına satıyordu
Cheong-hae. Fincanına atılan paraları toplayan Corrine, tutkunu olduğu Rodin’in
“Camille Claudel” heykelini hayranlıkla seyredeceği bir parka gidiyordu sonra.
Hızlı tren
de Paris’e yaklaşıyor. Laura ve Hong-san pek konuşmuyorlardı bu yolculukta.
Pasaport kontrolü yapılırken Laura pasaportunu görevliye veriyor. Diğer görevli
de çantasına bakınca kartını buluyor. Laura striptizciydi. Hong-san’ın
pasaportuna bakarken sorular da sormaya başlıyor görevliler. Fransa’ya niçin
gelmişti? Laura’ya “Sizinle mi” diyorlar. Laura da birlikte olduklarını
söylüyor onlara. Görevliler gidince piyano tınıları duyulmaya başlıyordu
fonda. Paris’te var olmaya çalışan Cheong-hae de bir defa daha geliyor resim
stüdyosuna. Tablo çalacakken genç ressamlar yine görünüyor onu. Yumrukladığı
genç ressam onu tekmeliyor öç alır gibi. Dayak yiyen Cheong-hae yine meydana
geliyor, Corrine’i “Camille Claudel” olarak seyretmeye. İki Fransız geliyor ve
genç sanatçı Corrine’i taciz ediyorlar. Üzerine su sıkıyorlardı. Bunları gören
Cheong-hae, ikisini de dövüyordu. Çünkü o, Corrine’e tutkundu. Corrine yine
“Camille Claudel” heykelini seyretmeye gidiyor parka. Cheong-hae de peşindeydi.
Bankta oturan Cheong-hae’nin yanına oturuyor Corrine. Tanışıyorlar. Corrine,
sadece Camille Claudel’in yüz ifadesini değil, başını da istiyormuş.
Cheong-hae, “O ulusal değer, eğer çalarsan seni hapse atarlar” diyor.
Cheong-hae, Camille Claudel’in başını sökmeye çalışıyor Corrine için. Düdük
sesini duyunca kaçıyor ikisi de. Resimlerle bezenmiş duvarın önünde Corrine onu
dudağından öpüyor birden. Hiçbir erkek kendisi için böyle kahramanlık
yapmamıştı belki. Çok geçmeden sevişiyorlar. Kim usta, bu sevişmeyi ayrıntılı
ve sanat eserine dönüştürerek yansıtmış. Estetik ve zarifti. Camille Claudel
heykellerinden veya Egon Schiele tablolarından çıkmış bir andı sanki bu
sevişme. Corrine’in duyduğu acı ve haz yüzünde anlamlaşıyordu. Kamera,
Corrine’in yüzünden ayrılıp kadın tablosuna doğru “tilt” yapıyordu sonra.
Tablodaki kadının yüzünden Camille Claudel’le Corrine’in hüznü yansıyordu
sanki. Sevişmenin ardından Corrine, Cheong-hae’nin vücuduna kalemle şekil
çiziyor. Aşklarını ölümsüzleştirmek içindi belki. Corrine de ressamdı.
Tren
Paris’e geliyor. Laura, garda Emir’i görüyor ve öpüşüyorlar. Laura’ya tutulmaya
başlayan Hong-san da bu ana tanıklık ediyordu. O, tek başınaydı bu koca ve
bilmediği şehirde. Garda çantasını dolaba bırakan beyzbol şapkalı Hong-san,
dolabı kapatmayı başaramıyor bir türlü. Cheong-hae de orada bitiveriyor hemen.
Hong-san’a, “Koreli misin? Parayı buraya mı koyacaksın” diyor. O kurnazdı.
Dolabın nasıl kapatılacağını gösteriyor Hong-san’a. Hepsi teknoloji işiydi
işte. Hong-san gidince dolaptaki çantayı da götürüyordu Cheong-hae. Pigalle
bölgesinden geçen Hong-san yansıyor bir an. Ardından da Laura ve Emir. Eve
geliyorlardı. Emir önce Laura’nın sutyenini çıkartıyor. Orada uyuşturucu
taşıyordu çünkü Laura. Aynı şeyi bir daha yapmak da istemiyordu Laura. Çünkü bu
işler tehlikeliydi. Onlar sevişmeye başlarken, kamera da yukarı doğru “tilt”
yaparak küçük resim tablosunu yansıtıyordu sonra.
Cheong-hae
de uzak bir yerde Hong-san’ın çantasını karıştırıp paraları alırken bir
siyah-beyaz fotoğrafa gözü takılıyor. Hong-san ve ailesinin fotoğrafıydı bu.
Çantayı gara bırakmaya gelirken birileri de kovalamaya başlıyor birden onu.
Yakalıyorlar. Sonra da dövüyorlar. Hong-san geliyor ve birkaç karate hareketi
yaparak dövüyordu ikisini de. Biri bıçak fırlatınca kendisini korumada da
uzmandı Hong-san. İki Fransız kaçtıktan sonra sıra Cheong-hae’ye geliyordu
tabii ki. Ona yumruk atınca parayı hemen iade ediyor Cheong-hae. Çantayı da.
Sonra Güney Koreli paranoyasıyla, “Sen casus musun” demeye başlıyor Cheong-hae.
Çantasını karıştırırken Kuzey’den olduğunu anlamış Hong-san’ın. Trene geliyor
Hong-san. Kompartımana giriyor. Mırıldanarak, “Senin gibiler yüzünden Kuzey ve
Güney birleşemiyor” diyor Cheong-hae. Sonra kompartımanın içinde Hong-san’ı
hafifçe tokatlıyor. Hong-san da onu kompartımandan dışarı attığında silahlı iki
polis kompartımana gelip Hong-san’ı götürüyorlar. Şimdi nezaretteydi. Güney
Koreli ne hesaplıyordu şimdi? Polise yalan söyleyen Cheong-hae, onu yanına
almak istiyordu. Çünkü sıkı dövüşen Hong-san’la iyi para kazanabilirlerdi. Onu
kandırıyor ve hapisten kurtarıyor. Artık Cheong-hae’nin peşine takılacaktı
Hong-san. Ama düzgün yoldan ayrılmak istemiyordu Hong-san. Sokaklarda gösteri
yapmaya başlıyor sonra. Uzakdoğu dövüş sanatlarıyla tuğlaları ve tahtaları
kırıyordu. Cheong-hae, kaldığı teknede paraların çoğunu kendi alırken birazını
da Hong-san’a veriyordu tabii ki. Orada iki kadın tablosu da fark ediliyordu.
Kaba gördüğü Hong-san’a içkinin nasıl içileceğini de gösteriyor Cheong-hae.
Uygarlığı öğretecekti ona. Sonra onun gösterisini izlemeye de gidiyor
Cheong-hae. Dövüş sanatlarında inanılmaz biriydi Hong-san. Bıçak gösterisinde
ona bıçak bile fırlatıyor Cheong-hae. Bir tür “Giyom Tell” durumuydu bu. Bir
Fransız geliyor ve bıçağı alıp fırlatıyor. Bıçağı atan Fransız bir gangsterdi.
Onları, mafya patronuna (Richard Bohringer) götürüyor adam. Hong-san’dan
kendisi için çalışmasını istiyordu patron.
Kamera,
Cheong-hae’nin kaldığı teknede, ikisinin tartışmasını yansıtıyor sonra. Yeraltı
işlerinde çok para vardı. Ama Hong-san tuğlayı ikiye bölmek istiyordu. Hong-san
buraya dövüşmemek için gelmişti çünkü. Cheong-hae onu kandırıyor ve ilk işe
koyuluyorlar hemen. Katlı bir otoparkta bir Fransızı yakalayıp mafyaya teslim
edeceklerdi. Başlarına siyah çorap geçiriyorlar. Hong-san isteksiz davranınca
adamın üstüne Cheong-hae yürüyor. Başaramıyor. Ama Hong-san işe el atınca bir
yumrukla sorunu çözüyordu. Mafya adama işkence yaparken, onlar da oradaydılar.
Sonra Hong-san’ı randevuevine götürüyor Cheong-hae. Sarışın fahişeyle sevişmeye
çalışıyordu Hong-san. Aç ve sevişmesini bilmeyen Hong-san hayvansı davranıyordu
fahişeye. Sevişirken de Kuzey’den kaçışı da zihninden düşüyordu Hong-san’ın.
Kadın bu vahşi sevişmeye dayanamayınca onun altından kaçarak prezervatifi de
suratına fırlatıyordu. Kim usta, bu anı pornografi gibi yansıtmış. Cheong-hae
ve Corrine’in sevişmesindeki zarafetten uzaktı.
Cheong-hae
de Corrine’in dairesine gidiyor. Orada bir adam vardı. “Bıçak” (Bruno Guillot)
lakaplı gangster, Corrine’le yatıp yatmadığını soruyor hemen ona. Gangster
kıskanç görünüyordu. Cheong-hae gittikten sonra Corrine’i sıkıştırıyor
gangster. Pasaportu olmadığı için “Bıçak” lakaplı bu kıskanç gangstere mahkûmdu
Corrine. Sonra gangster ona donmuş balıkla vururken, kamera da hüzünlü kadın
tablosunu gösteriyordu. Siyahlar içindeydi tablodaki kadın. Hong-san da
bilmeden Pigalle bölgesinden geçiyor yine. Siyahî adam onu zorla içeri alıyor.
Seks ürünleri satılan bu yerde seyretmek için seks odaları da vardı. Adam onu
bir odaya sokuyor. Gösterisini bitiren kadından sonra sahneyi Laura alıyor. Onu
fark ediyor Hong-san. Striptizci Laura üzerindekileri dans yaparak
çıkartıyordu. Fonda da Arapça müzik duyuluyordu o dans yaparken. Bu “camın
arkasından izleme” sahneleri, ustanın daha sonra çekeceği 2001 yapımı Nabbeun
Namja-Kötü Adam” filmine de ilham vermiş olabilir. Koşut kurguyla yansıyan
Cheong-hae de sokakta, Corrine’in vücuduna yaptığı grafik çizgileri siliyordu.
“Bıçak”, Corrine’i arabayla bir yere getiriyordu gecenin içinde. Orada
Cheong-hae vardı. “Bıçak”, önce onu dövüyor, ardında da bıçak çıkartıyor
lakabına yakışır biçimde. “Bıçak”, Corrine’le yattığı için para istiyor
Cheong-hae’den. Cebinden para çıkartan gangster Cheong-hae’yi tehdit ediyordu
sonra.
Kamera,
Laura’nın evine gidiyor. Laura, Emir’e altın saat hediye ediyor. Bu saat,
kaderleri ve trajedileri belirleyecekti derinlikte bir yerde. Onlar eğlenirken,
bir adam kapıyı çalıyor ve ondan para istiyordu. Bu, Laura’nın babasıydı.
Laura’yı terk etmiş zamanında. Laura henüz on dört yaşındayken sokaklara
bırakmış onu babası. Onu kovan Emir, ağlayan sevgilisini de teselli ediyordu.
Laura’nın duygusal anından faydalanan Emir, “bu defa son” olacak işlerden
yapmasını istiyordu sonra. Yine uyuşturucu taşıyacaktı. Hong-san ve Cheong-hae de
zengin bir Korelinin (Jeon Kyu-hwan) peşine düşüyorlar gecenin içinde. Adam
eşcinseldi. Yanındaki Fransız kaçarken, Cheong-hae adama saldırıp cüzdanındaki
paraları alıyor. Seine kıyısına gidiyorlar. Para için kendi memleketlisi dövmek
nasıl bir şeydi? Üzülmüyor muydu? Paraları kumara mı yatırıyordu Cheong-hae? Bu
tartışmadan sonra Hong-san onu terk ediyor. Ama Cheong-hae peşini bırakmıyor
onun. Tekneye dönüyorlar. Ona işi bırakmaması için ikna etmeye çabalıyor
Cheong-hae. İşi bırakmayacaktı Hong-san. Koreliden aldıkları parayı
bölüşüyorlardı sonra.
Ondan bir
iyilik istiyor Hong-san. Sonra da yine Pigalle’de Laura’nın striptiz yaptığı
yere gidiyordu. Odada çakmağını yakıyor Laura yüzünü iyice görsün diye. Camın
arkasından konuşuyor Hong-san. Treni hatırlatıyor. Fransızca not gösteriyor
ona. İspanyolca şarkı çalıyordu bu anda.
Gündüz.
Seine Nehri’nde bir yat yansıyor. Yatta yemek yiyenler arasında Cheong-hae ve
Hong-san da vardı. Hong-san çatal-bıçakla yemek yemeyi beceremeyince masadaki
Fransızları güldürüyor. Cheong-hae buna dayanamıyor. Yemeği mafya patronu
veriyor yatta. Patron öfkeleniyor ve Hong-san’dan özür diletiyor adamına.
Patronun sarışın metresi de çetedeki bir diğer adamın bacağını okşuyordu bunlar
olurken. Onlar kaçamak yapıyorlardı hep gizlice. Ama hiçbir sır sonsuza kadar
gitmezdi.
Seine
kıyısında. Cheong-hae, hayalini kurduğu tekneyi kaybedecekti. Yaşadığı bu
tekneyi sahibi satmış. Adama borcunu ödeyememiş Cheong-hae. Bir ay içinde
borcunu ödeyebilir miydi? Yanına Corrine geliyor sonra. Sarılıyorlar. Ardından
Corrine’i beyaza boyuyor Cheong-hae. Sonra da Hong-san yansıyor. O da
teknedeydi. Akşam Corrine dairesine dönünce belalısı “Bıçak” bekliyordu onu.
“Bıçak”, yine dondurucudan donmuş balığı çıkartıyor. Donmuş balığı görünce
gözlerine korku ve endişe iniyordu Corrine’in. Gündüz teknede. Farklı giyinmiş
Cheong-hae sigara yakacakken “Bıçak” çakmağını uzatıyor ona. Sigarasını yakıyor
ve sonra da “Onu seviyor musun”, diyor Cheong-hae’ye. Gangster, “Onu sana
veriyorum” diyor. “Bıçak”, karşılığında da 100 bin frank istiyordu
Cheong-hae’den. Hem tekne borcunu hem de bu ödemeyi nasıl yapacaktı? Gece
olunca yeni bir işe çıkıyorlar Cheong-hae ve Hong-san. Beklerken telle kalp
yapıyor Hong-san. Bekledikleri gelince Cheong-hae üst kata çıkıyor. Hong-san,
siyah deri montlu ve beyzbol şapkalıydı. Hong-san, adamı takip ediyor. Asansöre
biniyorlar. Kasvetli bir yerdi burası. Yukarı çıktıklarında Hong-san adama
yumruk atınca birtakım adamlar çıkıyor ortaya. Hesapta olmayan bu adamlar da
nerden çıkmıştı? Hong-san’a saldırıyorlar. Cheong-hae de onu bekliyordu
yukarıda. Bir zaman sonra Hong-san’ın yanına geliyor. Yerde kanlar içindeki
Hong-san’ı görüyor. Gündüz mafya patronunun yatına gidiyor kamera. Patron kötü
haberi alıyor. Adamı muhbir olarak Cheong-hae’den şüpheleniyordu. Cheong-hae ve
Hong-san teknede yansıyorlar. Hong-san, Cheong-hae’nin resim çizmesini
istiyordu. Bu pis işlerden kurtulurdu belki. Yüzü yaralı Hong-san’ın portresini
yapmaya başlıyor sonra Cheong-hae. Bir zaman önce Amerika’da dövüşmüş bir
sporcuymuş Hong-san. Dayak yiyince o günleri hatırlamış. Tekneye gangsterler
geliyor. Mafya patronunun adamlarına yakalanmadan kayıkla kaçmayı başaran
Cheong-hae, sonra da anlaştığı adamların yanına gidiyor para almak için. Ama
dayak yiyordu onlardan. Arkadaşını satan adama para verilmezdi çünkü. Bıçaklıyorlar
Cheong-hae’yi.
Hong-san
Pigalle’de Laura’nın striptiz yaptığı yere gidiyor yine. Arapça şarkı
duyuluyor. Laura dans yaparken yansıması da cama vuruyordu. Hong-san,
arkadaşının kendisini kovduğunu söylüyor camın ardından. “O güzel teknesini
kaybetmek istemedi” diyor. O teknede resim yapacağı bir yer olmasını hayal
etmiş Cheong-hae. Onun çizdiği karakalem kendi portresini gösteriyor
Laura’ya. Bu resmi kendisi için çizmiş Cheong-hae. Oradan çıkıyor
Hong-san. Siyahî adam, Hong-san’ın bıraktığı hediyeyi Laura’ya veriyor. Önce
almıyor, sonra dikkatini çekiyor bu şey. Cheong-hae de çantasında biriktirdiği
parayı alıp “Bıçak”a gidiyor ödeme yapmak için. Corrine’in dairesinde ödeme
yapıyor gangstere. “Bıçak” parayı az buluyor. İçerideki Corrine, parayı
almaya çabalasa da başaramıyordu “Bıçak”tan.
Gündüz.
Dönerciden dürüm döner alırken yansıyor Cheong-hae. Sokakta döneri yerken
birden karşısında mafya patronunun adamlarını görüyor. Cheong-hae bir
ispiyoncuydu. Kaçıyor. Yakalıyorlar onu. Mafya patronu da oradaydı. Siyah deri
montuyla Hong-san da. Cheong-hae dayak yerken elindeki teli öfkeyle eğip
büküyor Hong-san. Buna son vermek istiyordu. Cheong-hae’yi döven adam, ona ders
verilmeli, diyor öfkeyle. Hong-san da deri montunu çıkartıp Cheong-hae’yi
dövmeye başlıyor. Patrona dönen Hong-san, “Unut. Bırak gitsin” diyor. Sonra
Seine kıyısında yürüyorlar gecenin derinliğinde beraber. Cheong-hae sinirliydi.
Hong-san, ona vurduğu için özür diliyor. Fonda piyano tınıları duyuluyordu bu
anda. Hong-san, cebinden para çıkartıp Cheong-hae veriyor. Dilenci olmadığını
söylüyor ve parayı yere fırlatıyor Cheong-hae. Onu kovuyor. Hong-san gittikten
sonra da suda giden paraları görüyor Cheong-hae. Alırken suya düşüyor. Yüzme de
bilmiyordu. Hong-san’ı çağırıyor. Hong-san onu kurtaracaktı tabii ki.
Mafya
patronunun metresiyle patronun adamlarından biri sevişirken yansıyorlar.
Seviştikten sonra adam gidiyor. Kapının önünde Hong-san görünüyor siyah deri
montuyla ve adamı dövüyor. Sonra da kaçıyor. Adam, “Annie” diye sesleniyor
sarışın kadına. Annie (Fanny Perusse) kapıyı açıyor. Gece sürerken Cheong-hae
de içiyordu kederinden. Dar sokaklarda yürümeye çabalıyor sarhoş haliyle. İki
serseri çıkıyor karşısına. Parasını alıp gidiyorlar. Sonra yere çöküyor ve
gülümsüyor “Benim param” diye. Bıçağını çıkartıyor. Sonra mafya patronu,
Hong-san ve diğerleri yansıyor. Hong-san’ın dövdüğü adam da oradaydı. Patron,
Hong-san’a bayıldığını söylüyor. Paris’te böyle hoş bakışlara rastlamak zormuş.
Gözler yalan söylemezdi. O sırada oraya Cheong-hae geliyor. Patrona yeniden
kendisini içeri alması için yalvarıyor. Bıçağı eline saplıyor sadakatini
göstermek için Cheong-hae.
Metroda
sokak müzisyenleri yansıyor. Sonra da Corrine’in, Camille Claudel heykeline
hayranlıkla bakışı. Yanına Cheong-hae geliyor. Elinde de bir çekiç vardı. Aşkı
için Camille Claudel başını sökmek istiyor. Hong-san da onları izliyordu
uzaktan. Yine düdük sesi duyuluyor. Polislerin elinden kurtuluyorlar yine.
Corrine’le ilk öpüştükleri resimli duvarın önünde oturmuş yansıyor Cheong-hae.
Yanına Corrine geliyor. Başını okşuyor şefkatle. Başlarını birbirlerine
dayıyorlar. Corrine, “Ne zaman tamamen senin olacağım” diye soruyor ona.
Dairesine geldiğinde “Bıçak” onu bekliyordu orada. “Bıçak”tan nasıl
kurtulacaktı Corrine? “Bıçak” yine donmuş balıkla Corrine’i dövüyor. Corrine’in
acı çığlıkları yükselirken siyahlar içindeki hüzünlü kadın portresi yansıyordu.
Zincirlemeli geçişle “Bıçak” yatakta çıplak uyurken yansıyor. Kamera geriye
çekildiğinde Corrinne giriyordu çerçeveye. Öfkeliydi. Altta da gerilimli müzik
duyuluyordu. Buzdolabından donmuş balığı alıyor Corrine. Kim usta, çarpıcı
açılarla yansıtıyordu bu anları. Kamera öne doğru kayarken, Corrine’in donmuş
balığı tuttuğu sağ elini yakın çekimle gösteriyordu kamera. Hitchcockyen bir
gerilim yükseliyordu bu anda. Sonra balığı adama saplıyordu. Ardından telaşla
Cheong-hae’nin teknesine geliyor Corrine. Ona ağlayarak sarılıyor. Ardından da
Corrine’in dairesinde öne doğru kayan öznel kamera, yatakta ölü “Bıçak”ı
gösteriyor. Üzerinde de kadın portresi resmi vardı. Cheong-hea ve Corrine
cesedi ne yapacaklardı şimdi? Sonra cesedi Seine Nehri’ne atıyorlar gecenin
derinliğinde. Mafya patronunun metresiyle ilişki yaşayan gangsterlerden biri
cesedi attıklarını görüyordu onların.
Gündüz.
Arabada biri alışveriş merkezinin önünde Annie ve sevgilisini izlerken
yansıyor. Sonra da mafya patronu ve adamları yansıyor mekânlarında. Hong-san ve
Cheong-hae de oradaydı. Patron, Cheong-hae’nin yanına gelince, “Bana istediğimi
yapabileceğini söylemiştin” diyor. Sonra da kulağına bir şeyler fısıldıyor.
Ardından Laura ve Emir’in sevişmesi yansıyor. Usta, bu sevişmeyi de ayrıntılı
ve zarif yansıtıyordu. Corrine’le Cheong-hae’nin sevişmesi gibi ikonik bir
sevişmeydi bu da. Emir çeteden ayrılmış. Laura banyoya gittiğinde,
merdivenlerden çıkan Hong-san ve Cheong-hae yansıyor. Hong-san, Laura’nın
dairesi olduğunu bilmiyor. Emir’i öldürmeye gelmişler. İçeri giriyorlar. Emir’i
dövüyorlar. Daireden çıktıklarında Cheong-hae geri dönüyor. Banyodan çıkan
Laura, yatakta Emir’in baygın halde görüyordu. Cheong-hae, dairenin kapısını
açıyor. Laura’nın çığlıkları duyuluyordu. Cheong-hae, Laura’nın gözlerini
bağlarken, ellerini de arkadan bağlıyordu. Bıçağı Emir’e saplayarak öldürüyor.
Cheong-hae çıkarken, komodinin üzerindeki altın saati de alıyordu Laura’nın
çığlıkları her yeri kaplarken. Fonda da keman tınıları duyuluyordu. Kamera,
komodinin üzerindeki bibloyu gösteriyordu bu çığlıklar üzerinde. Gündüz
olduğunda çığlıklar Cheong-hae’nin zihninde sürüyordu Seine kıyısında. Birisini
öldürmek hiçbir şeye benzemiyordu. Yanına Hong-san geliyor. Onun bir şeyler
karıştırdığından şüpheleniyor. Saat satın aldığını söyleyen Cheong-hae, altın
saati Hong-san’a hediye ediyordu.
Mafya
patronu, Çin lokantasında olay çıkartan adamlarından hesap sorarken yansıyor
özel mekânlarında. Biri de metresiyle olan adamıydı. Dayak yemişler. Hong-san
ve Cheong-hae de oradalar her zamanki gibi. Mekânda eşek heykeli de vardı.
Hong-san’a dayak yemiş adamlarına yumruk atmasını söylüyor patron. Kolay
değildi. Patron nasıl vuracağını Hong-san üzerinde gösteriyor. Patron acımasız
ve adamlarını disiplin altında tutmak istiyor hep. Patron, Hong-san’dan bir
adamı öldürmesini istiyor. Hong-san iyi Fransızca konuşamıyor. Cheong-hae,
patronun konuşmalarını çeviriyor hemen ona. Kimseyi öldürmek istemiyordu
Hong-san. Ardından bir gazete yansıyor. Başlığında da “Paris mafyası tarafından
öldürülen Emir” yazıyor. Teknede gazeteye bakan Hong-san, Emir’in öldürüldüğünü
anlıyor. Cheong-hae ne yapmıştı? Ona hesap sorarken, Cheong-hae de “Pis iş.
Olmak ya da olmamak” diyor Hong-san’a. Yaptıkları buydu. Hayat onları hiç hayal
etmedikleri yerlere doğru sürüklüyordu çünkü. Artık dönüş yoktu. Hong-san, “Çok
değiştin, başka insan oldun” diyor ona.
Diğer
tarafta patronunun iki adamı Hong-san’ı öldürme planı yapıyorlar. Böylelikle
patrona karşı zafer de kazanabilirlerdi. Patronun aşağılamalarından da
usanmışlardı. Kendi yapılanmalarını bile kurabilirlerdi. İçlerinden kısa saçlı
olanı patronun metresinin âşığıydı. Diğer tarafta teknenin sahibi de tekneyi
kilitliyor. Cheong-hae ödeyeceğini söylese de dinlemiyordu adam. Kalacak
yerleri de kalmamıştı. Ne yapacaklardı şimdi? Hong-san’ı öldürmek isteyen
isyancı iki gangsterle buluşuyor Cheong-hae. Yüklü bir çek de veriyorlar ona.
İçlerinden biri ona, “Zargana sever misin”, diyor. “Bıçak”ı nehre attıklarında
görmüştü adam. Gangsterlerin yanından ayrılan Chrong-hae, Hong-san’la Seine
kıyısında içerken yansıyor. Artık evsizdiler. Kim usta bu anda gerçeküstücü
görüntü oluşturmuş. Suyun yansımaları üzerlerine düşüyordu ikisinin. Kelepçeyle
biri suya atılırsa ne olurdu? Cheong-hae bunu soruyor ona. Hong-san anlamıyor.
Kelepçeyi birbirlerinin bileklerine takıyor Cheong-hae. Birlikte yaşayıp,
birlikte öleceklermiş. Neler düşünüyordu Cheong-hae? Onu öldürmeyi mi?
Cheong-hae giderken kelepçenin anahtarını vermiyor. Ona güveniyormuş. Anahtarı
nehre atıyor sonra. Zincire de bağlamış Hong-san’ı. Ardından onu nehre itiyor
ve “Burası köylü gibi görüneceğin yer değil” diyor Cheong-hae. Her şeyi Corrine
için yapıyormuş. Ona istediği heykelleri de alacakmış. Aşk içindi her şey. Eğer
gerçekten ölmesini istiyorsa intihar edebileceğini, söylüyor Hong-san. Sonra da
ona mutlu yaşam diliyor. “Vicdan azabı çekmen için neden yok” diyor ve suya
dalıyor. Yüzüne endişe ve korku oturan Cheong-hae, zinciri çekiyor ve onu
yukarı çıkartıyor. Hong-san, bu sert dünyada tek dostuydu onun.
Siyah deri
montuyla mafya patronunun yanına gidiyor Hong-san ve işi kabul ediyor. Kâğıda
istediği rakamı yazıyor. Patron da çeki yazıyor hemen. Çekte istediğinden daha
fazlası vardı. Öldüreceği adam bir otelin 307 numaralı odasındaymış. Patron
tabanca da veriyor ona. Sonra işe koyuluyor Hong-san. Otel odasına girerken
ayakları yansıyordu sadece. Otel odasında Annie ve âşığı yatakta uyuyorlardı o
geldiğinde. Bir an onları seyrediyordu Hong-san. İki âşığı. Mutluydular.
Tabancayı çıkartıyor ve onlara doğrultuyor. Sonra sandalyeye oturuyor. Hong-san
bir mekanizma kuruyor ve gidiyor. Kadın hareket ettiğinde tabancanın tetiği
çekilecek ve adam vurulacaktı. Sonra Hong-san gidiyor. Kadın kıpırdayınca bir
yanlışlık oluyor ve kadın başından vurulup ölüyor. Adam kurulan mekanizmayı
görüyor. Oteldeki işini bitiren Hong-san gecenin içinde Camille Claudel
heykelinin olduğu parka geliyor. İki polis de heykeli korumaya almışlar.
Polisleri bayılttıktan sonra çekiçle heykelin başını çıkartıyor. Oradan
kaçarken polisin biri ateş ediyor ardından. Yaralanmış mıydı? Ardından
Hong-san, striptiz yapılan yere gidip keder yüklü gözlerle Laura’yı izliyor.
Ağlıyordu Laura. Hong-san, onu izleyerek mastürbasyon yapıyor sonra. Fonda da
Arap müziği duyuluyordu. Bu anları kamera çok çarpıcı açılarla yansıtıyordu.
Sahnedeki Laura, sola yatmış kamerayla yansıyordu. Hong-san’ın cama vuran
yansımasıyla Laura aynı karedeydi. Acı ve haz aynı anda yaşanıyordu. Sonra
kamera sağa çevrinip Hong-san’ı gösteriyor. Kelepçe hâlâ bileğindeydi. Zincir
de. Sigara yakıyor. Onun da yüzüne en başından beri keder oturmuştu. Kamera,
yakın çekimle Hong-san’ın kanlı yüzünden aşağı “tilt” yaparak kolundaki saati
gösteriyor. Laura saati fark ediyordu. Bu saat Emir’e hediye ettiği saat miydi?
Laura doğrulurken, Hong-san’ın görüntüsü camdan yansıyordu. Kim usta, bu anı
gerçekçi bir anlatımla perdeye yansıtabilmiş.
Mafya
patronu Le Monde gazetesini okurken, içeri biri metresiyle olan, diğeri şişman
iki adamı giriyor. Ateş edip patronu öldürüyorlar. Sonra nehir kıyısında gece
içmiş Cheong-hae yansıyordu. Başucunda da Camille Claudel heykelinin başı
vardı. Sabah olmuştu. Heykele kan da bulaşmıştı. Uyanıyor ve heykel başını
görüyor. Fonda da Arapça şarkı duyuluyordu. Cheong-hae, Corrine’in dairesine
gidiyor. Corrine yatakta uyuyordu. Başucuna bırakıyor. Corrine uyanıyor ve
öpüşüyorlar. Yatağa uzandıklarında siyahlı kadın tablosu yansıyordu. Ardından
da Camille Claudel’in kan bulaşmış heykel başıydı. Onlar sevişirken heykel başı
da yatakta sarsılıyordu. Hong-san da nehir kıyısında içerken yansıyordu sonra.
Yanına Cheong-hae geliyor. Şarap şişesini ona uzatıyor. Geçmişi hatırlatıyor
Cheong-hae. “Seni durdurmaya çalıştığımda beni fena dövmüştün” diyor. O an,
kendisine vurmasını istemiş. Hong-san, “Birine vurduğunda kalbi kırılır” diyor.
Kendisine yumruk atmasını istiyor Hong-san’dan. Ama onu kışkırtmak için kendisi
yumruk atıyor. Ayağa kalkan Hong-san, onu yumruklamaya başlıyor. Sonra
birbirlerine sarılıyor iki dost. Cheong-hae dönüşüyor muydu? Bu dünyadaki
iyilikleri de mi keşfediyordu? Her şey para değildi bu dünyada. Belki de ona
Corrine’in aşkı ışık vermişti. Teknenin anahtarını Cheong-hae’ye veriyor
Hong-san. Tekneyi satın almış. Onu resim çizmesi için de teşvik ediyor.
Cheong-hae tuvale resim yapmaya başlarken bir tıkırtı duyuluyor. Cheong-hae
dışarı çıktığında bir tabancayı görüyor. Arabayla bir yere götürülüyorlar. Arabanın
içinden yol yansıyor. Kırsal kesime doğru gidiyorlardı. Derin uçurumun olduğu
yere geliyorlar. Bunlar patronu öldüren adamlardı. Bileklerini birbirlerine
kelepçelemişler. Çuvalın içine sokuyorlar ikisini de. Şişman olan çuvalın
ağzını bağlıyor. Ateş ediyorlar. Sonra da uçurumdan aşağı denize atıyorlar
onları çuvalın içinde. Suyun içinde Cheong-hae, bıçağıyla çuvalı kesiyor. Fonda
da çello tınıları duyuluyordu. Cheong-hae elinden yaralanmış. Yukarı çıkmaya
çabalarlarken, Corrine yansıyor Camille Claudel görüntüsüyle. Elinde de heykel
başı vardı. Dar sokakta Hong-san ve Cheong-hae görünüyor sonra. Onlar da sokak
gösterisi yapacaklardı. Hong-san tuğlaları parçalayacaktı. Karşılarında birden
Laura’yı görüyorlar elinde tabancayla. İkisini de vuruyor. Kanlar, akan suya
karışıyor. Hong-san, ailesinin siyah-beyaz fotoğrafını çıkartıyor ve son defa
onlara bakıyor. Hong-san ve Cheong-hae’nin sonları trajik oluyordu Laura’nın
elleriyle. Aşk her şeyi yaptırır mıydı? Corrine gösterisini sunarken yağmur
başlıyordu. Onun gözyaşları gibiydi. Laura hâlâ sokaktaydı. Onların ölüsü
de görüntünün derinliğinde yansıyordu. Kanlanmış su da kanalizasyona doğru akıp
gidiyordu. Son jenerik yazıları akarken de Arapça şarkı duyuluyordu sonda.
Elbette Laura’nın bu sokağı nereden bildiği ve onların oradan geçeğini tahmin
etmesi bir muamma olarak kalacaktı. Kim ustanın birçok filminde insana
mantıksız gelen, insanı boşlukta bırakan anlar olabilir. Usta, genelin
mantığının ötesinde gerçeküstücülüğün yolunda götürüyor filmlerini. Rüyayla gerçeğin
iç içe geçtiği bu filmlerin çoğunda karakterler kendi varoluşlarına
uzanıyorlardı.
Kim usta,
bu “Vahşi Hayvanlar” filminde, sanattaki klasizm ve romantizm arasında gidip
geliyordu. Filmde her şeyin kaotik olması da bu iki akımın çatışmasından
olabilirdi. Kim, klasizmdeki gibi olaylardan çok olayları yansıtış biçimini öne
çıkartırken, romantizmdeki gibi duygular ve coşkular da dışarı çıkıveriyordu.
Aslında Kim usta, bu filminde romantizm kıyılarında daha fazla dolaşıyordu.
İyi-kötü çatışması, sadece mafya ve iki Koreli genç arasında değildi. İki
gencin de ruhsal çatışmasıydı bir anlamda. Cheong-hae, kötü biri değildi.
Hayallerini gerçekleştirebilmek için kapitalizmin kendinden ne istediğini
biliyordu sadece. Onun kurallarıyla oynamak isteyince suç dünyasının içinde
kayboluyordu. Daha masum olan ve bu kuralları bilmeyen Hong-san da
Cheong-hae’yle yolları kesişince kaderi bambaşka yollara sapıyordu işte.
Corrine ve Laura da filmin melodramını çoğaltıyordu bu içine sanat karışmış
avantür filminin.
Kim usta,
“Vahşi Hayvanlar” filminde Fransız sinemasının iki önemli aktörünü, Richard
Bohringer ve Denis Lavant’ı da oynatmış. 1961 doğumlu Fransız oyuncu Denis
Lavant’ın bu filmde oynamasının Kim usta için anlamı derindi. Leos Carax’nın
“Köprüüstü Âşıkları”, Kim ustanın hayatında ilk defa sinema perdesinde gördüğü
bir filmdi. Denis Lavant’nın Juliette Binoche’la başrolü paylaştığı bu filmi de
Paris’te görmüştü usta. Bir anlamda Denis Lavant’a saygı sunmuş yönetmen.
Elbette bir de Seine Nehri’ne.
“Kuş
Kafesi...”
Kim Ki-duk
ustanın 1998 yapımı “Paran Daemun-Kuş Kafesi”, gerçeküstücü bir gerçekle
kuşatılmış çok sert bir film. Kim ustanın bu hikâyesinde bir aile ve genç bir
fahişe vardı. Evin üniversitede okuyan kızı Hye-mi (Hae-eun Lee), erkeksi
görünümlü ve öfkeli bir insandı. Üstelik sevgilisi de vardı. Evlenmeden de
sevgilisiyle sevişmek istemiyordu. Tüm öfkesini kendisinden güzel olan Jin-a’dan
(Ji-eun Lee) çıkartıyordu bu arada. Ama daha sonra Hye-mi, iyi yürekli
Jin-a’nın sıcaklığını alınca onunla dostluğu da derinleşecekti. Evin liseye
giden oğlu Hyun-woo (Jae-mo Ahn) hem fotoğrafa hem de Jin-a’ya meraklıydı.
Sahil kenarında “Kuş Kafesi Hanı” adını verdikleri birkaç barakadan oluşmuş
randevuevinde yaşayan bu yoksul aile, “Jin-a’yı erkeklere satarak geçimlerini
sağlıyordu. Anne (In-ok Lee) ve babanın (Jang Hang-sun) başında olduğu aile,
Jin-a’ya oda ve yiyecek veriyordu bunun karşılığında. Jin-a’nın, hapisten yeni
çıkmış ve lakabı Geko olan pezevengi de (Hyeong-gi Jeong) vardı. Geko, bir
kertenkele türüydü. Geko’nun gelişiyle hikâye derinleşiyor ve şiddet de zaman
zaman öne çıkıyordu filmde. Boogui Cinema’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle
kameraman Jeong-min Seo beraber yazmışlar. Müzikleri Moon-Hui Lee bestelemiş.
Bu filminde Kim usta, Egon Schiele’nin hüzün yüklü fahişelerini Jin-a’nın
yüzünde yansıtabilmiş. Kim usta, hem “Kuş Kafesi” filmindeki Jin-a hem
de 2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam” filmindeki Sun-hwa, tutku ötesi
Schiele tutkunu ve bu tutkuları ikisini de fahişeliğe sürüklüyordu. Bu
trajediler, gerçeküstücü bir kader miydi, yoksa bir varoluş muydu?
Kederin
sardığı bu karamsar filmde gerçeküstü bir estetik kuşatıyordu perdeyi. Filmin
girişi ve finali gerçekten çarpıcıydı. Fahişeliği bırakan elinde valizi ve
poşetin içinde Japon balığıyla sahilde melânkolik bir halde yürüyen bir kadına
(Pang Eun-jin) çarpan Jin-a’nın dünyasının içine giriyordu yönetmen. Jin-a,
resim de yapıyordu. Kadına çarptıktan sonra sahilde elindeki çıplak kadın
tablosunu kumlara diken Jin-a, denizin içinde sandalyeye oturuveriyor. İşte bu
görüntüler gerçeküstü bir dünyadan düşmüş gibiydi. Yirmili yaşlarının başındaki
güzel Jin-a, Seul’de kaldığı bölge yıkılıp yeni binaların yapılacağı için
çaresizlikle önceki fahişenin yerine Güney Kore’nin doğusundaki Pohang
şehrindeki kıyı moteline geliyor. Yanlarına geldiği yoksul aile dışarıdan
bakınca saygın gibi gözüküyor, ama içeriye girince her şey bambaşka oluveriyordu
birden. Jin-a, etkileyici resimler yapan etkileyici bir sanatçı adayıydı. Kim
usta onun geçmişine dair derinlikli bir şeyler sunmasa bile pezevenginin ortaya
çıkışı geçmişine dair az da olsa bir şeyler sunuyor gibi. Ama insan yine de
emin olamıyor. Jin-a gibi Hye-mi de filmin önemli bir karakteriydi. Erkeksi
davranan bu üniversiteli genç kızın sevgilisi var ve yoksul ailesinin
yaptıklarından dolayı onu ailesiyle tanıştırmaya utanıyordu. Ama sevgilisi
Jin-ho (Min-seok Son) Jin-a’yla tanışınca ne olacaktı?
Kavanozun
içinde can çekişen kırmızı Japon balığının yanında iki küçük kaplumbağadan biri
özgürlüğe, dışarıya çıkıyor ve şehirde insan kalabalığına karışıyor. Yavru
kaplumbağayı ezilmekten kurtaran Jin-a, küçük hayvanı suya bırakıyor. “Timsah”
filminde de küçük kaplumbağa vardı ve o da yaşama dönüyordu suyla. Kamera,
suyun içindeyken bu anı yansıtıyordu. Filmin derinliğinde anlamlaşacaktı
kameranın sualtından yansıtışları. Fonda da etkileyici piyano tınıları
duyuluyordu bu anda. Ardından Pohang kıyıları yansıyor ön jenerikle beraber.
Fonda da etkileyici bir tını duyuluyor dalga sesleriyle beraber. Sürekli sağa
doğru çevrinme (pan) yapan kamera kıyıdaki motelleri yansıtırken sokağa sarı
bir taksi giriyor. Bu anda devasa heykel de çerçeveye giriyordu. Yanında resim
tablosu ve mavi plastik sandalyesi olan Jin-a, taksiden inerken elinde valiz
olan kadın da o tarafa doğru yürüyordu. İkisi yer değiştirecekti. Jin-a, elinde
valiz olan kadına çarpınca kadının elindeki poşet yere düşüyor. Poşetin içinde
de kırmızı Japon balığı vardı. Yanında taşıdığı, Schiele’nin 1910’da yaptığı
figüratif resmi “Siyah Saçlı Kız” tablosunu yere bırakan Jin-a, poşete su
koyuyor ve balığı hayata döndürüyor küçük kaplumbağa gibi. Öfkeli ve kederli
kadın, Jin-a’nın geldiği taksiye binip oradan uzaklaşıyordu. Daha sonra Jin-a,
tabloyu kumsala dikip sandalyesiyle hafif dalgaların içinde oturuyor. Duyulan
müzik sanki onun zihninden dışarı çıkıyormuş gibi büyülenmiş Jin-a’yla,
Schiele’nin tablosundaki kadın yan yana yansıyordu bir an. İkisinin de kaderi
aynı mıydı? Kendinden geçen Jin-a suya düşüyor. Onu kurtaran da botları tamir
eden genç Dong-hui’ydi (Jang Dong-jik). Bu anları gerçeküstü bir estetikle
yansıtmış Kim usta.
Jin-a, Kuş
Kafesi Hanı’na geldiğinde dolly kamera da kayma yaparak onun “cehenneme”
girişini yansıtıyordu önce. Mavi demir kapıdan içeri giren Jin-a dışarıdaki
muslukta saçlarını yıkarken, evin annesini geliyor ve yaşını soruyor ona.
Kızıyla aynı yaştaymış Jin-a. Baba da içeride yansıyor. Kalacağı odaya giren
Jin-a’yı odadaki akvaryum kendine çekiyor. Televizyon da olan oda dağınıktı.
Yerde valizli kadının fotoğrafını görüyordu. Sonra da Schiele’nin tablosunu
duvara asıyor Jin-a. Ardından evin kızı Hye-mi yansıyor. Çok kısa kesilmiş
saçlarıyla Hye-mi’nin arabalı ve gözlüklü sevgilisi de vardı. Evin yakınında
iniyor. Jin-ho onunla sevişmek istese de Hye-mi evlenmeden bunu istemiyor.
Taksiyle eve dönen Hye-mi, alışveriş yapan Jin-a’yla karşılaşıyor. Birbirlerini
tanımıyorlar, ama ikisi de aynı yere gidiyorlardı. Akşam yemeğinde fotoğrafa
meraklı evin oğluyla da tanışılıyor. Gecenin içinde biri daha geliyor oraya.
“Manita var mı” diyor evin annesine. Gelen adam Jin-a’yla yatıyor. Sabah
olurken evin babası uyanıyor ve avluyu temizlerken, Jin-a’yla olan adam
Jin-a’ya tecavüz ediyor. Sonra tüm aile uyanıyor. Çocuklar okula gidecekti.
Kadın, “Her tarafını düzdü” diyor kocasına.
“Amca”
dediği babadan resim kursu için izin alan Jin-a gündüzlerini bu “cehennem”den
resim yapması kurtarabilecekti belki. Hye-mi de Jin-ho’yla buluşuyor kafelerde.
Jin-ho’yu ailesiyle ne zaman tanıştıracaktı Hye-mi? Ailesi yoksul ve kadın
satıcısıydı. Kim usta, bu anlarda Jin-a ve Hye-mi’yi koşut kurguyla
yansıtıyordu. Jin-a, duvara balık resimleri çizen evin babasını görüyor. Jin-a,
evin annesine de “teyze” diyordu. Jin-a balık satın almış. Baba da balığa
bakarak resmini tamamlıyordu. Babanın resme ilgisi olması Jin-a’yı az da olsa
mutlu ediyor. Jin-a da fırçayla duvara sarı kelebek çiziyor. Jin-a odasına
döndükten sonra baba onun odasına giriyor. Kamera aşağı doğru “tilt” yaparak
yerdeki balığı gösteriyor. Evin babası Jin-a’ya tecavüz ediyor sonra. Ardından
çocuklar yansıyor duvara yazı yazan. Sonra da tecavüze uğrayan Jin-a. Fonda da
hüzünlü piyano tınısı duyuluyordu. Jin-a kırmızı Japon balığı almış. Baba
rahatlarken, Jin-a da içinde Japon balığı olan poşeti patlatıyordu. Kimine göre
kaba bir metafor olabilirdi bu. Jin-a’nın avucunun içindeki balık yaşama
tutunmaya çabalıyor bu anda. Adam gittikten sonra avucundaki balığı akvaryuma
bırakıyor Jin-a. Japon balığı hayata dönüyor. Bu anda Jin-a’nın görüntüsü ikiye
bölünmüş gibi yansıyordu. Adam duvarda resim çizmeye devam ederken kızı Hye-mi
de geliyor. Babasının pantolonunu açık fermuarına takılıyor gözleri. Anlıyor
olanları. Hye-mi, insanı kendine bağlayıveren Jin-a’dan nefret ediyor. Hye-mi,
Jin-a’yı kıskanıyordu belki de. Odasında Leonardo DiCaprio’nun posteri asılı
Hye-mi, aynada dişi vücudunu izlerken kardeşi Hyun-woo içeri giriveriyor. İlk
defa ablasını böyle gören Hyun-woo etkileniyor ondan. Fotoğraf çekmekten
hoşlanan Hyun-woo’nun cinselliği de uyanmış. Sonra Jin-a’nın odasına giriyor ve
uyuyan Jin-a’nın göğüslerine bakmak istiyor. Ablası kadar büyük müydü
göğüsleri? Uyanan Jin-a’ya, Hye-mi’yle Jin-a’yı aynı çerçeve içinde çektiği
siyah-beyaz fotoğrafı veriyor Hyun-woo. Ondan kendisine poz vermesini de
istiyordu tabii ki.
Yağmurlu
günde biri daha geliyor mekâna. Bu hapisten yeni çıkmış onun pezevengi
Geko’ydu. Gece Jin-a’yla sevişiyor. Baba da Jin-a’nın iniltilerini dinliyordu
keder içinde. Jin-a bir defa daha kaçarsa onu yabancı ülkelere satacağını
söylüyor Geko. Baba dışarıda uyurken Geko ve Jin-a dışarı çıkıyorlar sabah.
Geko, belalı biriydi. Geko, duvarda asılı Schiele’nin “Siyah Saçlı Kız”
tablosundaki hüzünlü kızla Jin-a’yı birbirine benzetmişti. Günleri neredeyse
birbirine benzer geçen Jin-a, avludaki musluk başında dişlerini fırçalarken
midesi bulanıyordu birden. Jin-a hamile miydi? Resim kursuna gidiyor sonra
Jin-a. Dönüşte de Hye-mi’yi görüyor. Yağmurlu günde onunla şemsiyesi altında
yürümek istese de Hye-mi’nin ona karşı öfkesi hâlâ sürüyordu. Fonda da piyano
tınıları duyuluyordu bu anda. Hyun-woo da Jin-a’nın odasına mikrofon koyarken
yansıyor bir an. Sonra gecenin içinde takım elbiseli biri daha geliyor oraya.
Jin-a’yı daha önceden hatırladığını sanıyor. Adam çantasındaki elbiseyi
giymesini istiyor Jin-a’dan. Bu lise kıyafetiydi. Adam sevişmek istiyor
fantezileriyle. Hyun-woo konuşulanları dinliyordu kulaklığından. Tahrik de
oluyordu genç Hyun-woo. Adam fantezilerini yaşayamadan baba, öldüresiye
dövüyordu adamı sonra.
Gündüz
kıyıda okyanusa bakarak resim çizerken yansıyor Jin-a. Botu olan genç
Dong-hui ona yaklaşıyor. Geko’yla onun botunda dolaşmıştı Jin-a. Onun botuna
biniyor. Suyun içindeki sanat eserini çağrıştıran atlama platformuna çıkıyor
sonra Jin-a. Ardından kumsal bırakılmış eski koltuğa oturuyor. Kuma gömülü
televizyon da fark ediliyordu. Gerçeküstü anlardı bunlar. Yanına Hyun-woo
geliyor fotoğraf makinesiyle. Gazeteye portföyünü yollayacakmış. “Abla” dediği
Jin-a’dan yardım istiyor genç. Jin-a’nın çıplak fotoğraflarını çekiyor
Hyun-woo. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Sonra da onunla sevişmek için
yalvarıyor Hyun-woo. Okulda bir tek bakir kendisi kalmış. Kim usta
seviştiklerini göstermiyor. Paralar rüzgârda uçuşuyordu sadece. Bakirlikten
kurtulan Hyun-woo, tekneye çıkıyor mutluluk çığlığı atıyor dünyaya karşı. Artık
o da bir kadınla olmuş biriydi.
Yine
sabah. Hye-mi avludaki muslukta yüzünü yıkarken, Geko yine görünüyor. Jin-a’nın
odasına gidiyor. Jin-a’nın çizdiği resimlere bakıyor. Geko ondan para istiyor
sonra. Hyun-woo da onları dinliyordu kulaklığıyla. Daha sonra Geko mekândan
ayrılırken, Hyun-woo ona taş atıyor. Daha sonra Hyun-woo, Jin-a’nın çektiği
çıplak fotoğraflarını zarfa yerleştiriyor mutlulukla. Hyun-woo’nun odasında
bilgisayarı da vardı. Gece Jin-a’nın odasına gidiyor Hyun-woo. Balığı merak
etmiş. Çektiği fotoğrafları da gösteriyor Jin-a’ya. Fotoğraflar gazeteye
gidecekmiş. Ödül kazanır mıydı? O sırada Hye-mi, Hyun-woo’nun odasına giriyor
“walkman”i almak için. Sonra da Jin-a ve Hyun-woo’nun konuşmalarını dinliyor.
Hyun-woo bir defa daha sevişmek istiyor Jin-a’yla. Hyun-woo odasına geldiğinde
ablasını görüyor. Hye-mi, “Daha çocuksun” diyor ona.
Sabah ve
akşamüstü olduğunda avludaki musluk bir “leit-motif” gibiydi bu filmde. Yine
sabahtı. Yine avludaki musluk yansıyordu. Jin-a yüzünü yıkarken, Hyun-woo da
geliyor oraya. Sonra da Hye-mi. Yine öfkeliydi. “Ayağını denk al” diyor
Jin-a’ya. Okula giderken annesinden “walkman” için para da istiyordu Hye-mi.
Odasında bu konuşmayı duyuyordu Jin-a. Akşam olduğunda yine sevgilisi
Jin-ho’yla Hye-mi yansıyor. Sevgilisi onunla yatakta uzanmak istiyormuş. Otele
gidiyorlar. Odada aynadan yansıyan görüntü, Hye-mi’nin ruhunun ikiye
bölünmüşlüğüne metafor yapıyordu sanki. Vücudu istese de zihni savaşıyordu
sevişmemek için. Yatakta sevgilisinin yanına uzanıyor sonra. Jin-ho, onunla
sevişmek istese de evlenmeden olmazdı. “Erkekler hayvansınız” diyor Hye-mi
öfkeyle. Ama erkeklerin hormonları, kadınlardan farklıydı ve hep sevişmek
isterlerdi. Böyle diyor Jin-ho. Öfkeyle ayrılan Jin-ho dışarıdaki kulübeden
telefon ediyor sonra. Arkadaşından Kuş Kafesi Hanı’nın adresini alan Jin-ho,
soluğu Jin-a’nın odasında alıyor. Kamera pencereden Jin-a’nın odasını
yansıtıyordu bu anda. Dikizler gibiydi. Sonra Hye-mi de geliyor. Odanın
kapısında tanıdık botları görüyor. Hyun-woo’nun odasında “walkman”den de onları
dinlemeye başlıyor Hye-mi. Sonra da bir çağrı gönderiyor Jin-ho’ya. Telefonla
konuşuyorlar. Hye-mi, “Evlenince her gün yaparız” diyerek Jin-ho’ya suçluluk
hissettiriyordu telefonda.
Hye-mi,
çok geçmeden Jin-ho’yu ailesiyle tanıştırıyor sonunda. Jin-a, Kuş Kafesi
Hanı’ndan uzakta kıyıdayken, botlu genç Dong-hui onu görüyor. Jin-a’ya karşı
ilgisi mi vardı bu gencin? Yoksa sadece sevişmek mi istiyordu? Jin-a’nın ne
yaptığını biliyor muydu? Hyun-woo’yla seviştiklerini mi görmüştü? Jin-a’yı
öpmeye çalışırken, Jin-a onu tokatlıyor. Erkekler hep aynı şeyi mi isterlerdi?
Sonra dudaklarına ruj sürüyor Jin-a. Koşut kurguyla da Kuş Kafesi Hanı’nda
olanlar yansıyor. Hye-mi, Jin-ho ve anne-baba tanışma yemeği yiyorlardı. Anne,
Jin-ho’yu yakışıklı buluyor. Sevmiş onu. Ardından Jin-a geliyor yemeğin
ortasına. Şimdi ne olacaktı? Jin-a sarhoştu. Jin-a, Jin-ho’ya bu mekânda ne iş
yaptığını söyleyince, Hye-mi’nin hayalleri yıkılıveriyordu birden. Jin-ho’yla
ilişkileri bitecek miydi? Anne, öfkeyle Jin-a’yı tokatlıyor. Onun da
hayallerini mi yıkmıştı Jin-a? Akşam çökerken kıyıda, Jin-a’nın daha önce
oturduğu koltukta Hye-mi sevgilisinden özür diliyordu. Her şey düzelecek miydi,
yoksa bambaşka yerlere mi sürükleyecekti kader? Hye-mi döndüğünde avluda
kederler içinde yalnız başına oturan Jin-a’yı görüyor. Jin-a’ya, “Yaşamak için
kolaya kaçıyorsun” diyor Hye-mi. Herkes onunki gibi hayatı seçebilirdi. Hye-mi,
onu suçluyordu. Ama Jin-a’yı anlayabiliyor muydu? Ona, “Filmdeymişiz gibi
davranmayı bırak artık” diyor Hye-mi. Seyirci de bir an yabancılaşma yaşıyordu
bu kelimelerle. Hyun-woo’nun odasına giden Hye-mi kederi yaşarken orada yeni
bir “walkman” görüyor. Onu kim almıştı? Gündüz sahilde Jin-ho’yla buluşan Hye-mi,
onu daha önce Kuş Kafesi Hanı’na gelip gelmediğini itirafa zorluyor. İtiraf
ediyor Jin-ho. Ama bir şey olmamıştı. Hye-mi aşağılandığını düşünüyor ve
öfkeleniyor ona. Birdenbire Jin-a da sahilde görünüyor ve Jin-a’ya bir şey
olmadığını itiraf ettirmek istiyor Jin-ho. Sevişip sevişmemenin önemi var
mıydı? Hye-mi gerçeği öğrenmek istemiyordu sanki. Ama Jin-a onunla yattığını
söyleyiveriyor. Öfkeli Hye-mi, “walkman”i Jin-a’ya geri veriyor. Fahişelerden
bir şey almazmış o. Hye-mi, Jin-a’yı tokatlıyor. Jin-a da hemen karşılığını
veriyor ona. Fonda da hüzünlü piyano tınıları duyuluyordu bu anda.
Gece
avludaki musluktan su alıp odasına giren Jin-a’yı gözetleyen Hye-mi, sonra
telefon kulübesine gidiyor. Hye-mi odasından çıkarken gerçeküstücü görüntüyle
üzerine demir parmaklıkları çağrıştıran gölgeler de düşüyordu. Jin-a biriyle
yatarken Kuş Kafesi Hanı’nı polis basıyor sonra. İhbar almışlar. Baba ve
Jin-a’yı nezarete atıyor polis karakolda. İkisi de demir parmaklıkların
ardından yansıyordu. Baba, mavi montunu Jin-a’ya veriyor üşümemesi için. Mavi
renk sinema psikolojisinde karmaşayı da simgeliyordu. Jin-a’nın zihninin
karmaşıklığıydı sanki bu. Kamera onlara doğru usulca zum yaparken, Jin-a
birdenbire ağlayıveriyor. İçindeki kötücüllüklerin suçluluğuyla mıydı?
Hye-mi’yi kıskanmış mıydı? Yemekte kardeşi ve annesiyle yemek yiyen Hye-mi,
Jin-a ve babasının tutuklanmasında etkilenmemiş gibi iştahla yemeğini yiyor.
Burayı ihbar eden kimdi? Yoksa Hye-mi miydi? Çok geçmeden baba ve Jin-a mekâna
dönerken, Hye-mi de içindeki acıları öfkeyle dışarı çıkartıyordu.
Hyun-woo,
doktora gidiyor. Muayenenin kapısında da babasıyla karşılaşıveriyor. Sonra
sahilde babasıyla içiyor Hyun-woo. Diğer tarafta Kuş kafesi Hanı’nda Jin-a da
annenin karakalem portre remini yaparken yansıyordu. Hye-mi de geliyor o anda.
Sonra annesine Hyun-woo’nun Jin-a’yla olduğunu söylüyor. Hye-mi, içindeki
öfkeyi en başından nefret ettiği Jin-a’dan çıkartıyordu. Belki de onun bu
nefreti bu filmdeki melodramı daha da yükseltiyordu. Baba ve oğul geldiğinde
anne, Hyun-woo’dan Jin-a’yla yatıp yatmadığını öğrenmek istiyor. Sonra da
oğlunu tokatlıyor. Anne Jin-a’yı kovuyor. Jin-a, valiziyle çıkıyor, ama anne
bırakmıyor onu kovmasına rağmen. Yerine birini bulana kadar onlara bakmalıydı
Jin-a. Valizi olmadan çıkıyordu Jin-a. Sonra Hye-mi, Kuş Kafesi Hanı’nda
Jin-a’nın valizini odasına götürdüğünde Schiele’nin “Siyah Saçlı Kız” tablosuna
bakıyor. Sonra da odayı keşfediyor. Kardeşinin onunla çektiği siyah-beyaz
fotoğrafı çerçeveletmiş Jin-a. Sonra Hye-mi, Jin-a’nın fotoğraf albümüne
bakıyor. Akvaryumdaki Japon balığı yansırken oyuncak ayıyı görüyor. Fonda da
piyano tınıları duyuluyordu. Jin-a’nın yaptığı karakalem ailesinin resimlerini
de görüyor Hye-mi. Kendi portresini bile yapmış Jin-a. Sanki içindeki önyargı
ve öfke azalıyordu Jin-a’nın dünyasına girdikçe. Piyano tınısından trompet
tınısına dönüşen müzik, Hye-mi’nin ruhunun dönüşümüne metafor yapıyordu sanki.
Hye-mi’nin yüzüne ilk defa bir gülümse düşüyordu bu an. Kederli Jin-a da
sahilde tek başınayken, botlu genç Dong-hui onu yine dolaştırıyor. Yeşil elbiseli
Jin-a da gülümsüyordu şimdi. Yeşil, huzuru ve yenilenmeyi çağrıştırırken,
“cangıl”ı da simgeliyordu sinemada. Kamera etraflarında dairesel kaydırma
yapıyordu bu mutluluk anında. Hye-mi de sahile geliyor. Kamera sola doğru
kayarak aşağıdan Jin-a’yla Dong-hui’nin öpüşmesini yansıtıyordu. Kim usta,
büyük bir aşk olmayacak bile olsa Dong-hui ve Jin-a’nın bu anını yüceltiyordu
sanki. Hye-mi, onların öpüştüklerini görüyordu uzaktan. Piyano tınıları
da birden sertleşiyordu. Kamera öfkeyle öpüşen iki gence yaklaşıyor birden.
Hye-mi’nin öfkesi yine mi dışarı çıkıyordu? Öpüşme sevişmeye dönerken, kamera
da onların etrafında dairesel dönmeye başlıyordu. Ardından kamera suyun
içindeyken kederli Hye-mi yansıyordu. Yanına Jin-a gelince piyano tınıları
yavaşlıyordu. Gerçeküstücü bu görüntüde mavi tonlar öne çıkıyordu bu anda.
Kuş Kafesi
Hanı’na gazeteci (Kim Gu-taek) geliyor. Hyun-woo gazeteye Jin-a’nın çektiği
çıplak fotoğrafları yollamıştı. Gazeteci Hyun-woo’yla değil, elindeki
negatiflerle ilgileniyordu. Gece yine Jin-a biriyle olurken, dışarıda Hye-mi de
keder yaşıyordu. Kapının penceresinden pembe ışık da yansıyordu. Hye-mi,
Hyun-woo’nun odasına girip kulaklıkla konuşmaları dinliyor sonra. Tahrik olan
Hye-mi kendisini okşamaya başlıyordu sonra. Kim usta, Hye-mi’yi en çekici
haliyle yansıtmıştı bu anda. Tüm dişiliği dışarı yansıyordu Hye-mi’nin.
Ardından görüntü kararıyor.
Sevgilisi
Jin-ho’yla buluşan Hye-mi, onunla sevişerek bakireliğine veda etmek istiyor.
Sevişirlerken Jin-ho vazgeçiyor. Evlene kadar beklemek istiyor çünkü. Ona saygı
duyduğunu söylüyor. Gecenin içinde dolly kamera kayarken Hye-mi geliyor. Posta
kutusunda Jin-a’nın mektubunu görüyor. Schiele’nin dışavurumcu “İki Küçük Kız”
grafik resmiydi bu. Schiele bu resmi 1911’de yapmıştı. Hye-mi, Jin-a’yı takip
etmeye başlıyor sonra. Sanki onu daha yakından tanımak ister gibiydi. Geceleri
erkeklerin olan Jin-a, gündüzleri ne yapıyordu? Dükkân aynada kendine bakarken,
birden aynanın içindeki Hye-mi’yi görüyor Jin-a. Sonra da izini kaybettiriyordu
Hye-mi. Bu defa da Jin-a takip etmeye başlıyor onu. Hye-mi de Jin-a’nın gittiği
kitabevine girip kitapları inceliyor, yemek yediği yerlerde yemek yiyor. O da
aynadan kendine bakarken, bu defa aynada Jin-a görünüyordu.
Geko yine
kendini gösteriyor. Dergide Jin-a’nın çıplak fotoğraflarını görüyor Geko. Öte
tarafta Hye-mi, Jin-a’yla çekilmiş buruşuk fotoğrafı buluyor odasında. Ardından
Jin-a’nın odası yansıyor. Geko, böyle poz verirse işlerin azalacağını söylüyor
Jin-a’ya. Sonra da parayı soruyor. Böyle pozlar verenler çok para alırdı. Geko,
Jin-a’yı döverken, Hye-mi geliyor onu kurtarmak için. Artık etek de giyiyordu
Hye-mi. Ona, “Sana bir ayar çekmek lazım” dediğinde Hye-mi Geko’ya tokat
atıyor. Tüm aile oradaydı. Yağmur da yağıyordu. Hye-mi dergiyi yırtıyor Jin-a
ağlarken. Jin-a, Japon balığını poşete koyup sahile götürüyor. Balığı suya
bırakıp özgürlüğünü veriyor ona. Kamera suyun içinden yansıtıyordu bu anı.
Hye-mi de geliyor oraya. Sonra sahilde dolaşırken toka görüyor. Tokayı alırken
bir ceset görünüyor. Kumun içinde gömülü Jin-a’ydı bu. Sonra kâbusundan
uyanıyordu Hye-mi. Ardından da odalara bakıyor tek tek. Jin-a yine bir
erkekleydi. Hye-mi, birden Jin-a’nın bileğini kestiğini fark ediyor. Jin-a
intihar etmiş. Baba Jin-a’yı hastaneye götürüyor. Hye-mi kanı temizliyor
onlar gittikten sonra. Gündüz baba eve dönerken peşinde de Jin-a vardı.
Önce küçük
pencereden dışarı bakan Hye-mi yansıyor. Ardından da başka pencereden Jin-a.
İki pencere de genel çekimle yansıyor sonra. Dong-hui botunu tamir ederken
Hye-mi geliyor yanına. Bu önemliydi. Gece çöktüğünde Kuş Kafesi Hanı’na Geko
geliyor para için. Jin-a’nın bileği sargılıydı. Baba odadan dışarı çıkıyor,
siyah eldivenlerini takıyor ve “Gel benimle” diyor Geko’ya. Dışarıda
dövüşüyorlar. Babayı döven Geko itiraf ettiriyor ona. “Fotoğrafları oğlum
çekti” diyor baba. Geko parayı babadan istiyor. Geko babayı döverken, Dong-hui
geliyor. Bu defa dayağı yiyen Geko oluyordu. Bu anda Dong-hui’nin sadece
ayakları görünüyordu. Jin-a ve Hye-mi de kavgayı izliyorlardı sonra. Kayan
kamera Geko’nun kanlı yüzüne doğru yaklaşıyor. Ardından sağa kayan dolly kamera,
Jin-a’yı Geko’nun yanına gelirken gösteriyordu. Jin-a’nın kalbi büyüktü ve
sevgi vardı orada. Jin-a’nın üzerinde kırmızı elbise ve mavi etek vardı.
Kırmızı şiddeti, maviyse karmaşayı simgeliyordu. Geko, “Sen benimsin. Kimse
alamaz” diyor Jin-a’ya. Bileğindeki sargıyı söken Jin-a, Geko’nun yüzündeki
kanları temizlemeye başlıyor. Ona mandalina aldığında bunu isteyerek yapmış
Geko. Birden ağlıyor. Sonra da ayağa kalkıp uzaklaşıyor oradan. Fonda da piyano
tınıları duyulamaya başlıyordu. Kayıkta oturan Jin-a’nın yanına Hye-mi geliyor.
Yiyeceğini paylaşıyor Hye-mi’yle. Hye-mi, saç tokası takıyor Jin-a’nın
saçlarına. Gülümsüyorlar. Hye-mi, başını Jin-a’nın kucağına koyuyor. Mutluluk
gelmiş miydi? Kar yağmaya başlıyor. Mevsimler geçiyor. Döndüklerinde Hye-mi’nin
odasında Schiele’nin “İki Küçük Kız” resmini gören Jin-a mutlu oluyor. Sonra
bir müşterinin sesi duyuluyor. Hye-mi kendi bakıyor müşteriye. Jin-a’ya haber
verecek miydi, yoksa kendi mi yatacaktı? Kar yağarken zihin karışıklığı yaşayan
Hye-mi, kartopu yapıp yuvarlıyor. Jin-a onu beklerken dışarı çıkıyor. Kendi
odasında pembe ışık yansırken yerdeki kartopunu görüyor Jin-a. Kamera, ayak
izlerini takip ederek erkekle kadın ayakkabılarını gösteriyor yan yana. Sonra
da pencereden içeri bakıyor Jin-a.
Sabah
olduğunda karlar erimiş ve her şey aynen devam ediyordu. Avludaki musluk
başında yüzler yıkanıyor, dişler fırçalanıyordu. Baba mangalda ateş yakmıştı.
Anne de sebze doğruyordu. Hayat devam ediyordu. Baba ateşte Jin-a’nın çıplak
fotoğraflarını yakarken resimlerden de etkileniyordu hâlâ. Kim usta etkileyici
bu anlarda oyuncularına kameraya baktırarak bir defa daha yabancılaşma
yaşatıyordu, fonda piyano tınıları duyulurken. Merdivenli metal platformda
Jin-a ve Hye-mi yansıyor sonra. Japon balığını görüyorlar. Kamera da suyun
içindeydi bu anda. Fonda da trompet tınıları duyuluyordu. Ardından da piyano
tınıları öne çıkıyordu. Son jenerik yazıları solda akarken, onların görüntüsü
de sağ tarafta yansıyordu.
“Ada...”
Kim Ki-duk
ustanın, “2000 yapımı “Seom-Ada” filmi, varoluşçu ve gerçeküstücü bir vahşet
filmi. “Ada” filminin hikâyesi, bir gölde geçiyor. Her şey gerçeküstücü
yansıyor bu filmde. Kulübeler, gölün içine oturtulmuş ve sanki her biri ada
gibi. Belki de insanlar bir adaydı. Myung Film’in sunduğu filmin senaryosunu
Kim usta yazmış. Müzikler Sang-yun Jeon’a, görüntülerse Seo-shik Hwang’a aitti.
Bu film, 57. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için yarışmıştı. “Ada”,
bu festivalden sonra Kim Ki-duk adını dünyaya duyurmuştu. Kim usta “Özel
Mansiyon” kazanmıştı Venedik’ten.
Hiç
konuşmayan Hee-jin (Jung Seo), pansiyon gibi yüzer kulübeleri işletiyordu.
Gizemli bir kadın olan Hee-jin, film boyunca hiç konuşmuyordu. Onun su
üzerindeki kulübe pansiyonuna kaçamak yapmak, balık tutmak veya kafa dinlenmek
isteyen erkekler geliyordu. Hee-jin, kendisini isteyen erkeklerle de yatıyordu.
Ama kendisini aşağılar gibi olurlarsa onlara hemen dersini veriyordu. Buraya
gizemli bir genç adam Hyun-shik de (Kim Yu-seok) geliyor. Hyun-shik, vicdan
azabı çekiyordu. Kadını (Lee So-hee) onu bir erkekle (Lee Seong-jin) aldatınca,
kadınını ve âşığını vahşice öldürmüş. Ama şiddet, suçluluk ve keder onun peşini
bırakmıyor bu gölde de. Film, bu iki insan arasındaki duygusal yakınlaşmayı,
Hee-jin’in tutkusunu çarpıcı bir sinemayla yansıtsa da Hee-jin’in yalnız olması
ve geçmişi de loş ışıkta kalıyordu. Final bölümü kadar gizemli ve
gerçeküstücüydü bu. Hee-jin hiç konuşmaması da vardı tabii ki. Kim usta bu
filminde, genelde “an”ları yansıtıyordu. Zamanın geçişi ve başka bir anda
olunuşu bir an sonra fark ediliyordu bu anlatımla. Michelangelo Antonioni
ustanın geçişsiz kurgu anlatımının kıyılarında dolaşıyordu yer yer Kim usta. Bu
teknikte kararma/açılma (Fade-out/fade-in), zincirlemeli geçişler (dissolve
shots) vb. noktalama işaretleri yoktu ve kamera bir sahneden diğerine “cutting
shot/kesmeli kurgu” ile atlıyordu. Evet, ayrıca bu filmde hayvanlara yapılan
vahşet de ürkütücüydü. Şiddet yüklü bu filmi seyredebilmek bazı anlarda insanı
zorluyor. Usta bu filminde, depresyondaki Hyun-shik’le sahiplenici ve kıskanç
Hee-jin’in dışarıdan bakınca tuhaf görünen tutkusunu görselleştiriyor. Aslında
kadınla erkeğin arasında olan hiçbir duygusal bağ tuhaf değildi. Nasıl
yaşanırsa yaşansındı.
Uzakta
gölün içindeki şamandıralar üzerine kondurulmuş yüzen kulübeler yansıyordu
sisler içinde. Göle, Hyun-shik sırt çantası ve küçük valiziyle geliyor. Bir de
kafeste kuşu vardı. “Dabang” gibiydi burası. “Dabang”, Kore tarihinde önemli
yeri olan, çay ve kahve içilen yerlerdi. Küçük oteller, kahvehaneler bu işi
yapıyorlardı. Şamandıralar üzerindeki kulübeleri pansiyon gibi kiralayan
Hee-jin de “dabang” işletiyordu. Göl üstündeki bu kulübeler birer ada gibiydi.
Filmin derinliğinde başka adalar da fark ediliyordu. Kendi kulübesi göl
kıyısında olan ve köpeğiyle yalnız yaşayan Hee-jin hiçbir şey sormadan yeni
gelen genç adamı teknesiyle gölün içindeki sarıya boyanmış bir kulübeye
götürüyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Gölün içinde bir dolu kulübe
vardı. Hee-jin sonra diğer kulübelerde kalan müşterileriyle ilgileniyor.
Oltayla balık tutan müşterilerine yem bile veriyordu Hee-jin.
Ardından
teknesinde uyurken yansıyan Hee-jin’in güzelliği de fark ediliyordu birden. Dolly
kamera, teknenin etrafında sola doğru kayarak bu güzelliği kutsuyor gibiydi
sanki. Daha sonra gecenin içinde Hee-jin, kulübesinde ayna karşısında
giyinirken yansıyor. Ardından da külotunu çıkartıyordu. Kulübelere giderken
külota ihtiyacı yoktu Hee-jin’in. Aynanın yanındaki masada siyah-beyaz
karakalem bir kadın portre resmi de dikkati çekiyordu. Bu geçmişinden bir parça
mıydı? Gece elinde sepetiyle dışarı çıkan Hee-jin kürekleri de olan teknesiyle
kulübelerdeki müşterilerine kahve sunuyor. Aynı kulübedeki üç erkek misafir
başka şeyler de istiyor ondan. Yani sevişmek. Aralarında kura çeken üç adamdan
biri onunla sevişiyor. Öte tarafta Hyun-shik de kulübesinde tabancasına kurşun
koyup tabancayı şakağına dayıyordu. Vicdan azabı ve suçluluk yaşayan Hyun-shik
başaramıyor. Dışarı çıktığında diğer kulübedeki adamların sesini duyuyor.
Hee-jin oradan ayrılırken adamlardan biri, “Hadi konuş. Konuştuğunu biliyorum”
diyor sessiz Hee-jin’e. Parayı suya atıyor adam. Hee-jin öfkeyle onlara
bakarken zihninden ne geçiyordu? Kamera suyun içindeyken Hee-jin kâğıt paraları
topluyordu bu çarpıcı anda. Sonra teknesinde suyla bacak arasını temizliyordu
Hee-jin. Ardından karadaki kulübesinde ıslak paraların üzerine gazete koyup
kuruturken, fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Sonra tuhaf ve çarpıcı bir an
yansıyor. Hee-jin’i aşağılayıp paraları suya atan adam kulübeden çıkıyor ve
göle tuvaletini yapıyor. Adam telefonda kızıyla konuşurken, kamera da suyun
içinden adamın dışkısının dışarı çıkışını da gösteriyordu. Sonra bir kadın eli
adama uzanıyor ve adamı suyun içine çekiyordu. Ardından teknesinin yanında
elinde bıçağıyla Hee-jin, sonra da kulübesinde uzanmış Hyun-shik yansıyordu peş
peşe. Hee-jin, Hyun-shik’in kaldığı kulübeye geliyor teknesiyle. Elindeki
feneri yüzüne yakın tutuyordu Hee-jin.
Gündüz
Hee-jin teknesine biniyor ve sonra da kulübelerde temizlik yapıyor. Sonra
kulübenin birinde yere gazete serip uzanıyor Hee-jin. Sonra bir sevişme anı
yansıyor. Ardından da çırılçıplak kadınla erkeğin cesetleri haç gibi üst üste
görünüyordu. Hyun-shik’in kadınıyla âşığının cesetleriydi bunlar. Araya beyaz
flaş giriyor ve Hyun-shik kâbusundan uyanıveriyor. Hyun-shik, diğer kulübede
oltayla balık avlayan adama bakıyor. Hee-jin, teknesiyle Hyun-shik’in kaldığı
kulübeye geldiğinde Hyun-shik’in ağladığını görüyor. Gece olduğunda Hyun-shik
yine tabancasını şakağına dayıyor intihar etmek için kulübenin önünde. Vicdan
azabı ve suçluluk duygusu onu tüketiyordu. Kamera, bir an onu suyun altından
yansıtıyor. Bir ses duyduğunu sanıyor ve korkuyor Hyun-shik. Telaşla tabancası
da suya düşüyor. Ardından Hee-jin, teknesiyle onun kulübesinden geçerken
yansıyor birden. Hee-jin’in görünmediği anlarda bile onun varlığı hep
hissediliyordu filmde. Hep gizemliydi Hee-jin.
Gündüz
Hyun-shik penceresinden merakla bir kulübeye bakıyordu. Hyun-shik, pencereden
bakarken, gölün yansıması da cama vuruyordu. Gerçeküstü bir fotoğraftı bu.
Sonra olta takımını çantasından çıkartıyor Hyun-shik. Teknesiyle gelen Hee-jin,
misinanın ucuna olta kancası takıyordu. Hyun-shik kulübenin önüne çıktığında
gizemli Hee-jin ortadan kayboluyordu. Kulübesine gelmiş Hee-jin salıncağında
sallanırken uzaktaki Hyun-shik’i izliyordu. Hyun-shik de telden oyuncak
salıncak yapıyordu. O da salıncakta sallanan Hee-jin’i görüyordu. “Vahşi
Hayvanlar” filminde de Hong-san telle oyuncaklar yapıyordu. Yine gündüz.
Hee-jin, ormanda sopayla bir kurbağayı vahşice öldürürken yansıyor birden.
Ardından da kurbağanın derisini yüzüyordu. Kulübeye gelen Hee-jin, kurbağayı Hyun-shik’in
kafesindeki kuşa yediriyordu. Yönetmen, aslında başından beri derinlere inmeden
Hee-jin’in ruhunun karanlık dehlizlere sokuyordu kamerasını usul usul.
Hyun-shik de pencereden onu izliyordu. Sonra telden yaptığı salıncağı ona
hediye ediyordu Hyun-shik.
Hee-jin
kulübesinde banyo yaparken, kamera da onu pencereden yansıtıyordu. Telden
oyuncak salıncağı da pencereye koymuştu Hee-jin. Fonda duyulan müzik de
Hee-jin’in mutluluğunu dışarı çıkartıyordu sanki. Ardından dışarı çıkan
Hee-jin, kulübesinin önünden Hyun-shik’in üzerine aynayla günışığı tutuyordu.
Kulübesinin dışında akvaryumu vardı Hee-jin’in bir de.
Sabah.
Hee-jin teknesine binerken, “Scooter” kırmızı motosikletle iki genç fahişe
geliyor oraya. Tekneye biniyorlar yeşil kulübeye gitmek için. Kulübede iki adam
vardı. Onları bırakan Hee-jin, sarı kulübeye, Hyun-shik’in yanına gidiyor.
Tuvaleti soruyor ona Hyun-shik. Tuvalet odanın içindeydi. Kapağı açınca her şey
suyun içine gidiyordu. Yağmur başlıyor. Genç fahişelerle adamları motorlu
kayığıyla kıyıya götürüyordu sonra Hee-jin. Zaman geçiyor. Hee-jin kulübesinde
pikaba plak koyuyor ve ardından da sarı kulübeye bakıyordu. Yağmur da hâlâ
yağıyordu. İçki içen Hee-jin, içki şişesini alıp teknesine binip sarı kulübeye
gidiyor. Orada içerken Hyun-shik geliyor yanına. Beraber içiyorlar yağmur
altında. Yakınlaşıyorlar. Dudakları birbirlerinin dudaklarına uzanıyordu.
Sevişmeye başladıklarında bunalım içindeki Hyun-shik ona sert ve vahşice
davranıyordu. Tecavüz eder gibiydi. Romantizmden uzaktı bu. Hyun-shik’i suya
iten Hee-jin teknesine binip uzaklaşıyordu kulübeden. Kadını Hyun-shik’i neden
aldatıyordu? Hep böyle romantizmden uzak mıydı o?
Kamera
dışarıdan kulübesinin içerisindeki Hee-jin’i yansıtıyor. Sonra kamera içeriden
dışarısını gösterirken kırmızı “Scooter” motosikletle güzel bir fahişe
Eun-ah (Seo Won) geliyordu oraya. Hee-jin, Eun-ah’ı sarı kulübeye götürüyor
teknesiyle. Eun-ah, kulübede soyunmaya başlarken, Hyun-shik elbiselerini
giymesini istiyor ondan. Eun-ah gitmek isterken kayığı göremiyor. Hee-jin de
ifadesiz yüzüyle sarı kulübeye bakıyordu kulübesinin penceresinden. Hyun-shik
de telden bisiklet yaparken, Eun-ah’ın çişi geliveriyor. Nerede yapacaktı?
Hyun-shik tuhaf tuvaleti gösteriyor ona. Yağmur da yağıyordu. Sonra Eun-ah
telden bisikleti incelerken, “Bu güzel şeyi yaptığından beri iyi bir adam gibi
görünüyorsun” diyor ona. Sessiz erkeklerden hoşlanan Eun-ah, sonra ona yaklaşıp
dudaklarından öpüyordu. Eun-ah’ın “Çekiç” (Cho Jae-hyun) lakaplı pezevengi de
geliyordu oraya. Hee-jin onu sarı kulübeye götürüyor. Adam öfkeliydi ve
Eun-ah’ı götürüyor oradan. Çünkü para kazanamıyordu.
Hee-jin,
köpeğini teknesine zorla bindirirken yansıyor. Yeşil kulübeye götürüyor köpeği.
Hyun-shik de sarı kulübeden olanları izliyordu. Hee-jin, yeşil kulübeyi kıyıya
çekmiş ilgilenirken biri, fötr şapkalı Dal-su (Son Min-suk) geliyor sessizce.
Gecenin içinde kulübeler yansıyor sonra. Pusluydu. Dal-su uzun zaman
kalacakmış. Sevişmek istiyor Hee-jin’le. Yatıyorlar. Dal-su, oltasıyla balık da
avlıyordu sevişirken.
Gündüz.
Orta yaşlı bir adam (Jang Hang-sun) geliyor. Yanında da genç bir fahişe (Choi
Hae-kyeong) vardı. Hee-jin, yeşil kulübeye götürüyor onları. Sis de her yeri
sarmıştı. Orta yaşlı adam oltayla balık avlamaya başlıyor hemen oltasıyla.
Adam, genç kadını okşarken oltaya balık takılıyor. Oltanın ucundaki balığı
çıkartan orta yaşlı adam bıçağıyla canlı canlı balığı yan taraflarını keserek
çiğ eti genç kadına yediriyor. Yaralı balığı da suya atıyordu sonra. Kore’de
geleneksel bir mutfak kültürüymüş “sashimi” dedikleri bu çiğ balıkları yemek.
Kim usta, acı çektirdikleri tüm balıkları ekipçe yediklerini söylemişti sette.
Sonra orta yaşlı adamla genç fahişe sevişmek için kulübeye giriyorlar. Ardından
Hee-jin’in kulübesinin önünde köpeği yansırken, genç fahişe Eun-ah geliyor.
Hee-jin onu görünce hayal kırıklığına uğrasa da sarı kulübeye götürüyor
onu. Hyun-shik de kulübesindeki tuvalet deliğinden oltasıyla balık
avlıyordu. Dışarı çıkan Hyun-shik onları görüyor. Hee-jin, Eun-ah’a nefret ve
öfkeyle bakıyordu. Sanki erkeğini başka bir kadınla paylaşmak istemeyen
kadınların bakışları gibiydi. Eun-ah bu bakışların anlamını sezinliyordu sanki.
Gece olunca, Hyun-shik ve Eun-ah sevişiyorlardı. Onlar zevkin içinde
dolaşırken, kulübedeki tuvalet deliğinin kapağı açılıveriyordu birden. Bu
Hee-jin’di. Hyun-shik onu fark ediyor. Gündüz olunca kulübede Eun-ah, “Ben
fahişe değilim” diyor Hyun-shik’e. Onu istediği için buraya gelmiş.
Hyun-shik’in ona para vermesi duygularına dokunuyordu Eun-ah’ın. Giderken de
Hyun-shik’e sarılıyor. Hee-jin de teknesindeydi. Eun-ah, belki de onu
kıskandırmak istiyordu. Eun-ah, teknede parayı Hee-jin’e uzatıyor, “Arkadaşıma
yardımı için teşekkür edersin” diyor. Hee-jin parayı alıp Eun-ah’ın suratına
fırlatıyordu. Eun-ah’ı kıyıya çıkarttıktan sonra da Hyun-shik’in kulübesine
geliyor Hee-jin. Yönetmen, Hee-jin’in Hyun-shik’in kulübesine gelmeden olanları
bir an boşlukta bırakıyordu. Ama zihinlerde kuşkular da dolaşmaya da
başlıyordu. Hee-jin, sahiplenici ve kıskançtı. Hemen Hyun-shik’in dudaklarından
öpmeye başlıyor. Hyun-shik’in dudaklarından kan geliyordu öpüşme sonrasında.
Hee-jin
kıyıdaki kulübesine geliyor. Pencereden sular içinde kalmış koyu renkteki
motosiklet fark ediliyordu. Bu motosiklet de geçmişinden bir başka parça mıydı?
Ağlıyordu Hee-jin. Anlar peş peşe yansıyor sonra. Kulübesinde uzanmış uyuklayan
Hyun-shik, oltasıyla balık avlarken, Hee-jin’in köpeği de kıyıdaki kulübenin
önünde uyurken yansıyor. Hee-jin de dışarıda sandalyede uyukluyordu. Bir ses
duyuluyordu. Hyun-shik, gelenlerin polis olmasından şüphelenip korkuya
kapılıyor birden. Gelenler polis dedektifleriydi. Kulübeleri dolaşıyorlar. Bir
suçluyu arıyorlardı. Dedektiflerin teknesi Dal-su’nun kaldığı mor kulübeye
yaklaşıyor sonra. Dal-su sakin davransa da telaşlıydı. Kaçmaya çalışıyor. Uzun
saçlı dedektife (Woo Seung-jin) saldırıp suya atlıyor. Diğer dedektif de (Yang
Young-jo) suya ateş ediyordu peşinden. Hyun-shik silah seslerini duyuyor.
Dal-su’nun su yüzüne çıkan bedenini de balık oltasıyla kulübeye çekiyorlar
dedektifler sonra. Hee-jin de teknesiyle Hyun-shik’in kaldığı sarı kulübeye
yaklaşırken, Hyun-shik misinaya bağlı olta kancasına bakıyor, ardından ağzına
sokuyordu intihar etmek için. Ağzından kanlar geliyor. Yönetmen bu anları
çarpıcı ve yakın çekimlerle yansıtmış. Hee-jin kulübeye geldiğinde Hyun-shik’in
acılar içinde kıvrandığını görüyor. Yerler de kanlar içindeydi. Dedektifler de
tekneyle sarı kulübeye yaklaşıyorlardı. Dal-soo da yaralıydı. Dal-su’ya ateş
eden dedektif kulübeye girdiğinde Hee-jin yerleri temizliyordu. Tabancasını
çıkartmış dedektif kulübeye baktıktan sonra çıkıp tekneye biniyor. Hyun-shik de
suyun içindeydi. Tekne uzaklaşınca Hee-jin de misinayı sarıp onu balık
tutuyormuş gibi yukarı çekiyor tuvalet deliğinden. İçindeki suları çıkartmak
için masaj yapıyor. Hayat öpücüğüyle dudaklarından öpüyor. Yuttuğu suları
çıkartıyor Hyun-shik. Ardından ağzını açık bırakmak için destek yerleştiriyor
ve Hyun-shik’in boğazındaki olta kancalarını penseyle tek tek çıkartıyor
Hee-jin. Sonra da şehvetle Hyun-shik’i okşamaya başlıyor. Pantolonun kemerini
çözüyor. Sonra da onun üzerine oturuyor. Hee-jin, kulübelere gittiğinde külot
giymiyordu. Sevişiyorlardı. Vahşi bir an mıydı bu? Hyun-shik, acıyla hazzı aynı
anda yaşıyordu. Sonra onu tedavi ediyor Hee-jin. Ağzını serinletiyor. Bir an
kulübesine dönüp erkek kazağını alıp Hyun-shik’e götürüyor Hee-jin. Bu kazak da
onun geçmişinden bir başka parçaydı onun. Sakladığı için de değerliydi. Sonra
onu tekneyle dolaştırıyor. Sazlığa geliyorlar sonra. Bu sazlık, filmin
derinliğinde anlamlaşacaktı.
Hee-jin,
kulübesinin önündeki akvaryumu sularını çıkartırken Eun-ah geliyordu kırmızı
motosikletiyle. Hee-jin hemen kulübesine giriyor. Hyun-shik’in yanına gitmek
istiyordu. Tekneye biniyor sonra. Hee-jin öfkeliydi. Ardından akvaryumun içinde
susuz kalan balıklar da can çekişiyordu. Teknenin motorunu çalıştıramayan
Eun-ah kulübeye geldiğinde Hee-jin öfkesinin uç noktasındaydı. Onu tekneye
bindiriyor ve mor kulübeye götürüyor. Eun-ah’ın ağzını bantlayıp ellerini de
arkadan bağlayan Hee-jin, yüzen kulübenin zincirini çekiyor ve kulübeyi
teknesiyle sürüklemeye başlıyordu. Gece olduğunda Eun-ah tek başınaydı.
Hee-jin, Hyung-shik’in kulübesine geliyor elinde feneriyle. Hyun-shik uyuyordu.
Sonra onun yanına uzanıyor. Mor kulübedeki Eun-ah da kurtulmak için çabalıyordu.
Kamera onu suyun altından yansıtıyor bir an. Eun-ah, suyun içine düşüyor.
Elleri arkadan bağlı olduğu için boğuluyor. Fonda da piyano tınıları duyulmaya
başlıyordu. Kamera sualtından yansıtıyor bu trajediyi.
Sabah
olduğunda köpek yansıyor kıyıdaki kulübenin önünden. Köpek huzursuzdu. Sisler
içinde gölün içindeki kulübeler yansıyor. Ardından Hee-jin çıkıyor kulübesinden
ve yerdeki ölü balığı atıyor. Sonra da teknesine biniyor. Yoğun sislerin içinde
kulübeler ve tekne yansırken, fonda da etkileyici bir müzik kuşatıyordu her
tarafı. Hüzünlü bir tınıydı bu. Hee-jin, mor kulübeye geliyor. Suyun üstündeki
Eun-ah’ın cesedini görüyor. Hee-jin teknesinden dehşet içinde cesede bakarken,
kamera da sola doğru kayarak onun bu endişeli ve boşluğa düşmüş ruh halini
somutlaştırıyordu. Bir de başka yöne gidişti bu hem Hee-jin hem de Hyun-shik
için. Kaderin yeni varoluşuna doğru bir gidiş. Hee-jin kulübesinin önünde
otururken gözü kırmızı motosiklete kayıyor. Motosikleti tekneye koyuyor ve mor
kulübenin olduğu yerde suyun içine bırakırken, Eun-ah’ın cesedi de suyun
derinliğinde yansıyordu. Elleri çözülmüştü. Gerçeküstücü bir andı bu. Sanki
suyun altında yüzen denizkızı gibiydi Eun-ah.
Gecenin
içinde kıyıdaki kulübenin suya yansıyan görüntüsünden yukarı doğru “tilt” yapan
kamera kulübesinin içinde kederli Hee-jin’i gösteriyordu. Suyun kulübenin
dışına vuran gölgeleri de gerçeküstü fotoğraf oluşturuyordu bu anda. Ne
olacaktı şimdi? Hee-ji kulübesinde kederli düşüncelerinin içinde dolaşırken,
Eun-ah’ın pezevengi “Çekiç” geliyor motosikletle oraya. Eun-ah’ı aramaya
gelmiş. Tekneye binip Hyun-shik’in kaldığı kulübeye gidiyor. Kulübeye gelir
gelmez Hyun-shik’le kavga ediyor. Hyun-shik, onu suya düşürüyor. “Çekiç”
çırpınarak batıyordu. Ardından suyun içinden Hee-jin çıkıyordu. Bir ölüleri
daha olmuştu. Hyun-shik’in gözlerine korku ve endişe çöküyordu. Ama “Çekiç”in
cesedini tekneyle mor kulübeye taşıyorlar. Eun-ah’ın ayakkabısı da kulübedeydi hâlâ.
Hee-jin, “Çekiç”in üzerine ağırlık bağlarken, Hyun-shik de kadın ayakkabısına
bakıyordu. Kimindi bu? Sonra “Çekiç”i suyun içine bırakıyorlardı. Hyun-shik bir
an tereddüt etse de. Onların yansımaları da suya vuruyordu gerçeküstücü
fotoğrafla. Kamera, “Çekiç”i suya bıraktıklarında onları suyun altından
gösteriyordu görüntü dalgalanırken. Mor rengi uzlaşmayı temsil ediyordu.
Hee-jin’le Hyun-shik’in sessiz uzlaşmasını. Hyun-shik’in kaldığı kulübenin
rengi sarı da anlamlaşıyordu. Sinemada yoğunlukla aldatmanın, ihanetin ve
hastalığın rengiydi sarı.
Gündüz.
Hayat devam ediyordu. Uzaktan sarı kulübe görünürken, fonda da piyano tınıları
duyuluyordu. Sessizce ve keder içinde oturuyorlardı. Hee-jin,
Hyun-shik’in yanına gelip oturuyor sonra. Başını onun omzuna koyuyor. Hyun-shik
de başını onun başına dayıyordu. Kaderleri birdi şimdi. Kıyıdaki kulübe
yansıyor. Müşteri geliyor yanında bir genç kadınla. Onlara sesleniyor adam, ama
ikisi de tepkisizdi bu seslenişlerine.
Hyun-shik,
telden bir adam yapıyor idam edilen. Hee-jin telden adamı suya atıyordu. Sonra
Hyun-shik oltasıyla balık tutuyor. Suyun altında balık oltanın ucundaki yemi
kaptığında Hyun-shik balığı yukarı çekiyordu. Hyun-shik, tuttuğu balıkları
canlı canlı bıçağıyla parçalıyorken kanlar da yüzüne fışkırıyordu. Hee-jin de
bunları endişeyle izliyordu. Yanları bıçakla kesilip eti yenmiş balık oltasına
takıldığında bu balığa bıçakla vuramıyor Hyun-shik. Nefes alan balığı suya
bırakıyor sonra. Yaralı balık suyun içinde kayboluyordu. Hee-jin, Hyun-shik’e
sarılıyor. Onunla sevişmek istiyordu. Hyun-shik öfkeliydi. Kadınlık gururu
incinen Hee-jin, kuş kafesini suya atıyor sonra. Kafes içindeki kuşla suyun
dibine batıyor. Hyun-shik ayağa kalkıp çantasını alıyor. Gidecekti buradan.
Hee-jin karşı koysa da.
Gece.
Hee-jin tekneye binip uzaklaşıyor kulübeden. Hyun-shik nasıl gidecekti?
Kulübesindeki akvaryumda yansıması görünüyordu Hee-jin’in. Bir balığı alıp yere
koyarak onun can çekişini izliyordu. Sonra da kaynak makinesiyle ona elektrik
veriyordu Hee-jin. Sadizmin üst noktaları mıydı tüm bunlar? Hee-jin,
kulübesinde kederler içindeyken birden Eun-ah’ın cesedi yansıyor suyun içinde.
Hee-jin ağlamaklı elini Hyun-shik’i hediyesi oyuncak salıncağa uzatıyor. Fonda
da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Hyun-shik de şamandıradan bir bidonu
ayırıp karaya doğru gidiyordu. Ama bidonu kaçırınca yüzme bilmeyen Hyun-shik
çırpınmaya başlıyor. Hee-jin de tekneyle oraya gelmiş. Elindeki feneri onun
üzerine tutuyor. Oltayı uzatıyor balık avlar gibi Hyun-shik’e. Oyun oynuyordu
Hee-jin. Misinayı kavrayan Hyun-shik’i tekneyle çekiyordu Hee-jin. Ardından da
Hyun-shik’in kanlı avucundaki kancaları temizliyor sarı kulübede. Hyun-shik
birden doğrularak Hee-jin’in üstüne çıkıyor. Sonra da onun bacak arasını
tekmeliyor. Hee-jin acılar içindeydi. Ardından Hyun-shik pantolonunu sıyırıp
vahşice sevişiyordu Hee-jin’le. İkisi de hazza ulaşıyordu bu vahşi anda.
Gündüz
sisler içindeki göl yansıyordu. Sarı kulübe de görünüyordu. Kulübede oturarak
uyuyan Hee-jin’i uyandığında gören Hyun-shik, sessizce kalkıyor ve Hee-jin’in
masum gibi görünen yüzünü okşuyordu. Dışarı çıkıp tekneye binip
uzaklaşıyor oradan. Mor kulübe de fark ediliyordu. Hee-jin uyanıyor ve
pencereden onun gidişini izliyor ıslak gözlerle. Misinanın ucundaki kancaları
alan Hee-jin, bacaklarının arasına, vajinasına yerleştiriyordu. İpi gerginleştiren
Hee-jin, Hyun-shik’e baktıktan sonra ipi çekiyor ve acı çığlık atıyor. İlk defa
dişi sesi duyuluyordu. Çığlığı duyan Hyun-shik kulübeye dönüyor hemen.
Hee-jin’in eteği kanlar içindeydi. Acılar içindeki Hee-jin suya düşünce
Hyun-shik onu balık avlar gibi oltayla kulübeye çekiyor. Sonra da ona sarılarak
ağlıyor Hyun-shik. Ardından da kulübenin içinde Hee-jin’in vajinasındaki
kancaları penseyle çıkartıyor tek tek. Hyun-shik son çıkardığı kancayı diğer
kancanın yanına bıraktığında kalp gibi oluyordu. Şimdi gerçek aşk mı doğuyordu?
Hyun-shik, Hee-jin’e şefkatli davranmaya başlıyor. Sudan yukarı doğru “tilt”
yapan kamera onları kulübenin önündeyken gösteriyor. Hyun-shik, yelpazeyle onun
bacak arasını serinletiyordu. Onun saçlarını tarayıp saçına toka da takıyordu.
Bu romantik anlarda fonda da piyano tınıları sarıyordu her yanı. Sonra sarı
boyayla kulübeyi boyuyorlar beraberce. Fırçaları, iki sevgili gibi birbirine
kavuşuyordu.
Orta yaşlı
adam, başka genç bir fahişeyle (Jeon Seon-hwa) geliyor bu defa. Hee-jin onları
tekneye bindirip mor kulübeye götürüyor. Bulutlar yansıyor. Sonra sarı kulübede
yan yana uzanmış Hyun-shik ve Hee-jin yansıyor. Mor kulübede seviştikten sonra
orta yaşlı adamla genç fahişe görünüyor. Orta yaşlı adam yine oltasıyla balık
tutmak için dışarı çıkıyor. Bu defa altın kol saatini kolundan çıkartıyordu.
Kancaya solucan takıyor ve oltayı suya bırakıyor orta yaşlı adam. Bir balık
oltaya takılıyor. Balığı çıkartırken, genç kadın farkına varmadan kol saatini
suya düşürüyor. Orta yaşlı adam ona tokat attıktan sonra telefonuyla dalgıçları
arıyor. Uyanan Hee-jin, mor kulübeye doğru bir teknenin gittiğini görüyor.
Hyun-shik de uyanıyor. Dalgıçlar kırmızı motosikleti çıkartıyorlar sudan.
Hee-jin teknesine gidip oturuyor sonra. Ne yapacaklardı? Her şey düzelmişken ve
romantizm gelmişken şimdi ne olacaktı? Bıçakla tekneyi delen Hee-jin, motoru da
kulübeye takıyor. Motoru çalıştırıyor ve sarı kulübe yol alıyor gölde. Sonra görüntü
beyazlaşıyor.
Göl
yansıyor sonra. Suyun içinden Hyun-shik çıkıyor birden. Etrafına bakıyor, ama
Hee-jin’i göremiyordu. Sazlığın içine giriyor. Sonra kamera geriye çekilmeye
başlıyor ve sazlığın ada gibi olduğunu gösteriyor. Onların adasıydı bu.
Zincirlemeli geçişle içi su dolmuş kayıkta çırılçıplak uzanmış Hee-jin yansıyordu.
Kayık gölde yol alırken görüntü donup fotoğraflaşıyordu. Hee-jin intihar mı
etmişti? Gerçeküstücü film, gerçeküstü bir anla bitiyordu. Bu filminde son an
bir ekleme, bir sonsöz gibiydi. Rüya gibi. 2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü
Adam” filminde de benzerlik vardı bu rüya ile. Hyun-shik’in ismi de Korece
“Bilge” anlamına geliyordu.
“Gerçek
Roman...”
Kim Ki-duk
ustanın 2000 yapımı “Shilje Sanghwang-Gerçek Roman”, sinema sanatı açısından da
sıradışı bir film. Kamera kullanımı, kurgusu, gerçekliğin yansımaları ve
karakterlerin aktarılışıyla çok özel bir filmdi bu. Bu film, Seul’da öğleden
sonra yaklaşık üç buçuk saatte çekilmiş. Park sahneleri de gizli kameralarla
yansıtılmış. Yönetmen bir haftadan uzun provalar yapmış. Bu da “Gerçek Roman”
filmini sinema tarihinde özel bir yere yerleştiriyor. Bu filmdeki en belirgin
şey de Quentin Tarantino’nun klasik olmuş 1994 yapımı sinemaskop “Pulp
Fiction-Ucuz Roman” filmindeki gibi uzun sekansların kendini hissettirmesiydi.
Bir ortak noktaları da filmlerinin isimlerinde saklı belki de. Tarantino’nun
sarmal kurgusuyla başı ve sonu bilinmeyen filmine karşın, Kim ustanın filmi
kronolojik bir çizgide ilerliyordu. Kim usta, birkaç an dışında koşut kurgu
kullanmıştı.
Fonda
duyulan müzikler de gerçekten etkileyiciydi. Bu filme “Gerçek Roman” adı
verilmesi de ilginç gelebilir. Yönetmen, gerçeklikle kurguyu iç içe geçirerek
yansıtıyor her şeyi bu filminde. Saerom-Shin Seung-soo’nun sunduğu filmin
senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Sang-yun Jeon bestelerken, ana kamerayı
da Cheol-hyeon Hwang kullanmış. Bu film 2001’de, 23. Moskova Uluslararası Film
Festivali’nde büyük ödül olan “Altın St. George” için de yarışmıştı. Ressamın
“Na” adı Korece “Ben” zamiri demekti. Samimi anlamdaydı. Resmi olarak
“Ben” zamirine de “Co” diyordu Koreliler. Kameralı kız görünmezdi.
Derinliklerde dolaşınca anlamlaşacaktı bu. Ahn Sang-hyeon, Heo Seong-wook, Hong
Mi-sook, Jeong Joon-ho, Jo In-ho, Kang Cheol-woo, Ma Dae-yun, Mo
Kyeong-hwa, Song Jeong-ok ve Yun. Yong-hoon, Kim ustanın bu filmine
yardımcı yönetmenlik anlamında destek vermişler. İçlerinden bazı isimler kendi
filmlerini de çekiyor.
Bir sokak
ressamı olan Na (Joo Jin-mo), şehrin ortasındaki güvercinlerin de mesken
tuttuğu parkta insanların karakalem portre resimlerini çiziyordu. Peşini hiç
bırakmayan bir kameralı kız da (Shim Yi-young) onu çekiyordu sürekli. Şehrin
çeteleri de vardı tabii ki. Ressamı aşağılayarak ondan işgaliye parası bile
alıyorlar. Ön jenerik yazıları okunurken park da genel çekimle yansıyordu.
Parkta satıcılar da vardı. İnsanlar dinlenmek için geliyorlar oraya. Ressam Na,
bir çocuğun karakalem portre resmini yaparken kameralı kız da onu çekiyordu.
Na’nın kulağında kulaklık da vardı. Yönetmen, kameralı kızın çektiği
görüntüleri de aralara yerleştirmiş filminde. Bu yerleştirme sürekli oluyor.
Resim yaparken yanına fotoğraf dükkânı sahibi (Jeon Jin-ki) geliyor. Resmi almaya
gelmiş. Resme baktığında “Fotoğrafa benzemiyor” diyor. Anma töreni için
yaptırmış bir müşterisi bu resmi. Na’ya yarı parasını veriyor fotoğraf dükkânı
sahibi. Fazla karışık çizme deyip gidiyor. Sonra da telefon kulübesindeki
telefon konuşmasında kadın sesi duyuluyordu. Kadın erkeği özlemiş. Özür de
diliyor kadın. Kamera sağa çevrinme (pan) yaparak telefon kabinini gösteriyor.
Kadın kabindeydi. Konuştuğu sevgilisinin kullandığı kelimeler aslında bu
ilişkinin bittiğini hissettiriyor. Ama kadın âşıktı. Burası Jeonmun Daehag
(Kolej) Caddesi’ndeydi. Eskiden bu parkta resim yaparlarmış kadınla sevgilisi.
Şimdi birbirlerini incitmeden görüşemiyorlarmış. Adam, “Sen kötü görünen bir
fahişesin” diyor kadına. Çeteciler geliyor. Birinci çeteci (Lee Je-rak) Na’nın
kulaklığını alıp kulağına takıyor. Na, kabindeki telefon konuşmalarını
dinliyordu. Birinci çeteci kulaklığı sonra yeniden Na’nın kulağına takıyor.
Sonra da “Başkalarının konuşmalarını dinlemek çok mu eğlenceli” diye soruyor.
Bu kişisel haklara tecavüz değil miydi? İkinci çeteci (Kim Jin-man) ondan
işgaliye parası isterken “nesebi gayri sahih” diyor. Bu cümle, “gayri meşru
çocuk” anlamına geliyordu. Parayı veriyordu Na. İlk çeteci de Na’ya yeni
sevgilisinin fotoğrafını veriyor çizmesi için. Sonra da tezgâhında oyuncak
satıcısının yanına gidiyor çeteciler haraç için. Na’ya resmini yaptıran çocuk
da resmi beğenmiyor. Sinirle şövaleyi, yani resim çizdiği sehpayı iten Na,
dağıttıklarını topluyordu sonra. Ardından kulaklığını takıp kurşunkalemini
sivriltiyordu. Buruşturulup yere atılmış resmi alan kameralı kız, “Bu çok
garip. Aynı ona benziyor” diyor. Sonra yine telefon kabininden ses duyulmaya
başlıyor. Bu defa bir erkek sesiydi bu. Adam, “Benden nefret ediyorsun değil
mi?” diyor. Bazı insanlar umutsuz bir avdı. Adam, “Ben senin için şarkı
seslendireyim” deyip şarkı söylemeye başlıyor. İki çeteci de kabinin oradaydı.
Telefonla konuşan adam çete lideriydi. Çete lideri, birinci çeteciye
hastanedeki kardeşini soruyor. Sonra “sushi” yemek için gidiyorlar. Na da
şövaledeki portre resmini kameralı kıza veriyor. Kızın resmiydi bu. Kızın
parası yoktu. Başka şekilde ödemek istiyormuş borcunu. Bunu sevecekti Na.
Birden kız ona kızıyor, “Çok salaksın” diyerek. Soyulmuş ve dayak yemiş kız.
Onu takip etmesini söylüyor sonra.
Kızın
peşine takılıyordu Na. “Steadicam” kamerayla kızı çeken kamera, ardından takip
eden Na’yı gösteriyor. Derinlikte 2002’de Güney Kore’yle Japonya’nın ortak
düzenledikleri FİFA Dünya Kupası’nın tanıtımı da fark ediliyordu derinlikte.
Kameralı kız, duvarlarında “Bir Başka Ben” afişleri asılı bir mekâna giriyor.
Burası tiyatroydu. Mavi tondaki sahneye geliyor Na. Orada bir oyuncu (Son
Min-suk) vardı. “Benimle içmek ister misin”, diyor Na’ya. Sonra da “Bir içki al
ve karşımda oyna” diyor oyuncu. Yanına oturup içki alan Na’ya, “Ne kadar aptal
olduğunu biliyor musun” diyor oyuncu. Çok fazla öfke ve nefret vardı Na’nın
içinde. Ona özgürlüğünü verecekti oyuncu. Kameralı kız da onları çekiyordu.
Kalkıp gitmek isteyen Na’yı tutup yere düşürüyor oyuncu. “Daha fazla özgürlük
için daha fazla acı çekmelisin” diyor yerdeki Na’ya. Sonra da Na’yı tekmeliyor.
Acı, vücuttaki değildi, başka acıydı. Acı, Na’yı hep izleyen bir şey miydi?
“Sana acı verenler refah içinde yaşıyorlar” diyor oyuncu. İntikam almasını
istiyor ondan. Önce kendisini, sonra da nefret ettiklerini öldürmesini istiyor
Na’dan. Kameralı kızla da sevişmesini istiyor sonra. Sevişecek, ama
dokunamayacaktı ona. Kendisini ifade etmesini bilmiyordu Na. Oyuncu onun
pantolonunun iliklerini açarken, kameralı kız da Na’nın yüzündeki acıyı
görselleştiriyordu. Oyuncu, “Ne kadar kötü durumda olduğunu düşün, bu hiçbir
şey” diyor Na’ya. Onu, küçük düşürdüğü için mi öldürmek istiyordu oyuncuyu? Oyuncu
tabancayı çıkartıp Na’ya uzatıyor. Sonra da tabancayı Na’ya doğrultuyor oyuncu.
Tabancayı alan Na’ya, öldüreceği isimlerin listesini vereceğini söylüyor.
Tabancayı başına nişan alacakmış. Her isim söylediğinde de ateş etmesini
söylüyor Na’ya. Kameralı kızın çerçevesiyle yakından yüzü yansıyan oyuncu,
“Sağlam bir uyku için çok acı çektim” diyor. Sevgilisinin yeni arkadaşı varmış.
Çiçekçi dükkânında onunla dalga geçer gibi çiçekler üzerinde adamla
sevişiyormuş sevgilisi. Tetiği çekmesini söylüyor. Çekiyor, ama kurşun yoktu.
Bu bir Rus ruleti gibiydi. Sonra başka birisini anlatıyor. Rıhtımda askerlik
yaparken tanımış onu. Kışlada nöbet tutarken sivil giyimli birisi ona saygı
göstermediği için kendisini bir köpek gibi dövmüş. Boğazındaki yara izi de
oradan kalmış. Kameralı kız da Na’nın boynundaki yara izini gösteriyordu yakın
çekimle. Şimdi kasap dükkânı varmış adamın. Tabancayı oyuncuya doğrultup tetiğe
basıyor Na. Yine kurşun yoktu. Oyuncu, “Bir kadını sevdim. Onunla evlenmek
istedim” diyor otururken. Ama o, arkadaşına deliler gibi âşık olmuş. “Beni terk
etmelerini asla affedemem” diyor oyuncu. Arkadaşı, sevgilisine tecavüz etmiş.
Sonra tirat Na’ya geçiyor ve “Evlenmişler, ama bir süre sonra boşanmışlar. Beni
öfkelendiren bu” diyor öfkeyle. Kameralı kız da yakın çekimle Na’nın öfkeli ve
nefret yüklü yüzünü yansıtıyordu o konuşurken. Mutlu aile olsalardı bu kadar
kızmazmış Na. Sonra oyuncu, geçimini çizgi roman satan dükkândan kazandığını
söylüyor. Sonra Na, “Onu en son düğünde görmüştüm” diyor oyuncunun sözünü
tamamlayarak. Şimdi onu çok özlüyormuş Na. Ardından oyuncu sözü alıyor ve “Eski
kocasının yılan ithalatı yapan bir şirketi vardı” diyor. Oyuncu, “Onu vursana”
dediğinde Na, tabancayı oyuncuya çeviriyor ve tetiğe basıyor. Yine kurşun
yoktu. Oyuncu, “Bir sonraki” dediğinde, Na öfkeyle, “Hasta ruhlu ve pislik bir
dedektif” diyor. Oyuncu, “Bana tecavüz ediyor ve her gece dövüyordu” dedikten
sonra Na ayağa kalkıp, “Bana işkence ediyor, hatta başımı tuvalet deliğine
sokuyordu” diyerek repliği tamamlıyordu. Onu çırılçıplak soyup tuvalete
gitmesine de engel oluyormuş dedektif. Bu utancı nasıl unutabilirdi? Yüzü,
kameralı kızın kamerasıyla yakından yansıyan Na, korkmuş ve ona söylediği her
şeyi yazmış. Gerçek tecavüzcü polise teslim olmuş. Dedektif ona üzgün olduğunu
söylemiş ve bir yemek parası vermiş Na’ya. Tabancayı oyuncuya doğrultup tetiğe
basıyor. Yine kurşun yoktu. Sonra bağırarak, “Kötü insanlar her yerde” diyor
Na. Sadece yaşamak için parası olan fakirlerin kanını emerek yaşıyorlardı. Yüzü
yakın çekimle yansıyordu. Fonda gerilimli müzik duyulurken Na tabancayı
oyuncuya doğrultup, “Onları öldür. Onlardan kurtul” diyerek ateş ediyor. Oyuncu
acıyla yere yığılıyordu. Na’nın yüzüne de kanlar fışkırmıştı. Tabanca elinden
yere düşüyor. Koşarak çıkıyor sahneden. Sahnede bir oyun mu sahnelenmişti? Bu
bir Faust’la Mefisto muydu? Her şey derinlikte anlamlaşacaktı.
Tiyatrodan
çıkan Na yolda yürürken “Steadicam” kamera da onun peşine takılıyordu. Yüzünde
kanlar yoktu. Parka geliyor. Sandalyede bir kadın (Kim Jung-young) onu
bekliyordu resmini yaptırmak için. Kadının üzerinde koyu tonda bir ceketle gri
eteği vardı. Resmini yapmaya başlıyor Na. Kameralı kız da orada çekim yapıyordu
yine. Çizdiği resmi kadına veriyor. Na, kadının uzattığı paraları alırken yere
düşüyor. Sonra kadının resmi yırtıp çöpe attığını görüyor Na. Kadının tuvalete
girdiğini gören Na, hemen peşine düşüyor onun. Elinde de kalemi vardı. Tuvalet
kabinlerinde kadını arıyor Na. Bir kabinin kapısını açtığında kadın içerideydi.
Kapıyı örttüğünde kadının çığlığı duyuluyordu. Na’nın kalemi tutan kanlı eli
yansıyor tuvalet kabininden çıkarken. Kadının acılı inlemeleri duyulurken o da
lavaboda temizleniyordu kameralı kızın yansıttığı görüntüyle.
Dışarı
çıkınca sigara yakıyordu Na. Fonda da gerilimli müzik duyulmaya başlıyordu.
Müzik Na’nın zihninden dışarı çıkıyormuş gibiydi. İçeri kadınlar giriyor. Bir
kadının çığlığı duyuluyor çok geçmeden. Ardından da kameralı kızın sarsıntılı
görüntüleriyle yaralı kadın yansıyordu. Na, yürümeye başladığında “steadicam”
kamera da peşine takılıyordu. Fotoğraf dükkânı yansıyor. Fotoğrafçı, Na’nın
yaptığı karakalem resmi düzeltmeye çabalasa da daha da kötü oluyordu her şey.
İyi bir çerçeve durumu kurtarır, diyor. Ardından bir genç kadın geliyor
dükkâna. Fotomodel genç kadın fotoğraf için stüdyoya girdiğinde önce ödeme
yapmasını istiyor ondan. Sonra portre resmi almaya bir genç kadın geliyor.
Portreyi annesine pek benzetemiyor. Ama ödemesini de yapıyor genç kadın. Fotoğrafçı
parayı zarfa koyup stüdyoda çırılçıplak soyunmuş genç kadının yanına geliyor.
Genç kadın sandalyeye oturduğunda fotoğraf dükkânının kapısının açıldığı
duyuluyor. Fotoğrafçı Na’yı görüyor. Ardından Na, fotoğrafçıyı dövmeye
başlıyor. Na gittikten sonra model genç kadın, fotoğrafçı dönmeyince stüdyodan
çıkıyor ve divanda inlerken görüyor onu. Arka cebindeki zarfı alıyor hemen.
Na
dışarıdayken yine gergin müzik duyulmaya başlıyor. Yine “steadicam” kamera onun
peşindeydi. Çiçekçi dükkânı yansıyor. Bir kadınla bir erkek güller üzerinde
çılgınca sevişiyorlardı. Çiçekçi dükkânının sahibi genç kadın Sung-hee (Myung
Ji-yun) giyiniyor sevişmenin ardından. Adam da (Jang Hyun-sung) pantolonunu
giyerken hazzın mutluluğunu yaşıyordu. Sonra sigara yakıyor. Genç kadının erkek
arkadaşı onun kadar başarılı mıydı? Kibirli adam cep telefonunu unutarak
gidiyor oradan. Adam gittikten sonra dükkâna Na geliyor. Kameralı kızın
kamerası da oradaydı. Yerdeki çiçeklerin arasında cep telefonu çalıyor.
Telefonu açınca adamın sesi duyuluyor. Na, “piç” anlamına gelen “Veledi zina”
diye bağırıyor. Na, kadının külotunu da buluyor çiçeklerin içinden. Na çiçekleri
makasla budarken, adamın kim olduğunu soruyor. Sung-hee, Na’nın sözlerinden bir
şey anlamıyordu. Elinde makasla Sung-hee’ye yaklaşan Na, elini kadının
saçlarına götürüyor sonra.
Na
dükkândan çıkıyor. Yüzünde endişe vardı. Eline bakıyor ve sonra da yürüyor.
“Steadicam” kamera peşine takılırken, görüntüye üniformalı polis giriyordu.
Yılan ithal eden şirkete gidiyor kamera. Bir yılan kaçmış onu yakalamaya
çalışıyorlardı. Patron da (Choi Jin-hong) geliyor oraya ve hepsi evcil yılanı
yakalamaya çabalıyorlar. Na’nın eski arkadaşı Cho’ya (Lee Deok-jin) kızıyor
patron. Satışları da iyi değilmiş. Hesabı da yanlış yapınca patron onu kovuyor.
Özür dileyince patron onu affediyor. Burasının ismi “Beyaz Viagra”ydı. Telefon
geliyor. Cho, beyaz yılan yok diyor telefondaki müşteriye. Patron durumu
düzeltiyor hemen. Çin’den ithal yılan vardı ellerinde. Kore beyaz yılanları
şeffaftı. Ama patron için beyaz olması yeterliydi. Dürüst çalışan Cho, müşterilerin
aldatılmasına karşıydı. Ama bu kapitalizmdi. Na oraya geliyor. Patron, Cho’yu
azarlıyor Na’yı görünce. Yılan torbasını da veriyor ona. Terasa çıkıyorlar. Cho
sigara yakarken Na, “Ki-yeon’u neden terk ettin” diye soruyor. Ki-yeon,
göründüğü gibi de değilmiş. Tüm derdi de paraymış. Cho, “Onunla evlendiğim için
hâlâ benden nefret mi ediyorsun” diyor. Sonra da boşanmışlardı. Kameralı kızın
kamerasından Na’nın yüzü yansıyor birden yakın çekimle. Cho, Ki-yeon’un ilk
kendisine yaklaştığını söylüyor Na’ya. Sonra da yerdeki yılanlı torbayı alıyor.
Yakın çekimle de Na’nın öfkesi yansıyordu. Cho, yılanlar zehirli değil diyordu.
Na da Cho’nun başını yılanlı torbanın içine sokuyor birden. Nefret ettiği
birinden daha intikamını almış oluyordu böylece Na. Yılanların ısırdığı Cho’yu
terasta bırakan Na gidiyor oradan. Zihninin derinliğinden çıkıp geliyormuş
hissi veren gerilimli müzik de duyulmaya başlıyordu fonda.
Sokağa
çıkan Na yine yürüyor ve “steadicam” kamera da onu izliyordu. Ardından
Ki-yeon’un (Kim Ki-yeon) çizgi roman satan dükkânı yansıyor. Öğleden sonra beşe
on vardı. Ki-yeon ismi, edebi ve sanatsal olana yatkın anlamına geliyordu
Korece. Ki-yeon masada uyuklarken kitap okuyan oğlan, “Bayan Kim” diye
sesleniyor ona. Su damlıyordu. Ki-yeon, su damlayan yere kap koyuyor. Küçük
oğlana evli olmadığını söylüyor Ki-yeon. Evli kadınlara “Bayan” denirdi çünkü.
Sonra da dükkân sahibine telefon ediyor. Ki-yeon, kirasını geciktirdiği için
dükkân sahibi boruyu tamir ettirmemiş. O telefonla konuşurken bir genç geliyor.
“Mr. Wind, orada değil mi” diye soruyor. “Mr. Cloud, backhome” diyor genç
heyecanla. Ki-yeon yerinden kalkıp çizgi romanı gence veriyor sinirlenerek.
Korece bilmiyor muydu? Ama genç, bir müşteriydi ve daima haklıydı. Ki-yeon,
sinirliydi çünkü para kazanamıyordu. Satışlar azdı. Oğlan çocuğu gidince genç,
Ki-yeon’a evlendiğine inanmadığını söylüyor birden. Gencin aklından ne
geçiyordu? Hep burası gibi çizgi roman satan dükkâna sahip olmak istediğini
söylüyor sonra. “Hakkımda bir şey bilmek ister misin” diyor genç. Ki-yeon’dan
cevap gelmeyince öfkeli bir sesle, “Sesim insan sesine benzemiyor mu” diye
bağırıyor. Ailesindeki herkes de onu hor görüyormuş. Neden onu merak etmiyordu
Bayan Kim? Sonra ayağa kalkıyor ve beni görmezden mi geliyorsun, diyor. Onun
için de değersiz miydi? Onun hakkında sorular sormasını istiyor genç. Neden bir
üniversite diplomasıyla buralardaydı? Genç kapıyı kilitliyor sonra. Ki-yeon’la evlenip
dükkânı beraber işletmekmiş amacı. Sonra da tecavüz etmeye çalışıyor, ama
Ki-yeong ondan kurtulmayı başarıyor. Süpürgeyle ona vuruyor “piç kurusu”
diyerek. Genç kaçıyor oradan. Ki-yeon, masasına oturuyor ve ağlıyor öfkeyle.
Ardından iki kız ve bir oğlan geliyor dükkâna. Çizgi roman okuyorlar dükkânda.
Küçük kız az para ödeyince kızıyor ona Ki-yeon. Az da olsa para paraydı.
Ardından dükkâna Na geliyor. Ki-yeon onu görünce çocukları dışarı çıkartıyor
hemen. Biraz şaşkındı. Kapıyı kapatıyor. Na’nın yanına oturuyor. Kamera da
arkadan yansıtıyordu onları. “Uzun zamandır yoktun” diyor Ki-yeon. En son
düğünde görmüş onu. Ki-yeon, çizgi romanları sevdiği için bu dükkânı açmış.
“Eskiden sen de çizgi romanları severdin” diyor genç kadın. Na konuşmuyor. Yüzü
de ifadesizdi. Ki-yeon sonra, “Mutluyum. Kocam nazik” diyor. Hâlâ ondan nefret
ediyor muydu? Na, “Ne ya da kim seni bu kadar mutsuz yaptı” diyor. Ağlamaya
başlayan Ki-yeon, ona sarılıyor. Na da şefkatle karşılık veriyordu eski
sevgilisine. Fonda duyulan müzik yumuşak ve duygusal duyuluyordu bu anda.
Öpüşüyorlar. Bu an kameralı kızın görüntüleriyle yansıyordu. Beraber
ağlıyorlar. Ki-yeon için hayat zordu. “Beni rahatlatacak bir şey yap” diyor
Na’ya. Ardından kafesteki papağan yansıyordu. İkisine de metafor yapıyordu
sanki bu görüntü.
Na dışarı
çıkıyor. Kahve makinesinden kahve alıyor. Öne doğru yürürken, “steadicam”
kamera da geriye doğru kayıyordu. Oturan Na sigarasını yakıyor. Kameralı kız
görüntüye giriyor ve onu kaydederken yansıyor. Kameralı kızın çektiği görüntüde
kıza öfkeyle bakıyordu Na. Kahveyi ve sigarayı yere atan Na, hızlı adımlarla
yürümeye başlıyor. Kameralı kız da peşindeydi. Ardından kasap dükkânı yansıyor.
Şişmanlamış kasap (Son Jong-hwan), hamile karısına (Kwon Nam-hee) kur yaparken
yansıyor. Mutluydular. Kasap karısını öpünce kocasının sigara içtiğini anlıyor
kadın. Kocası derin donduruculu dolaba girince kapıyı kapatıyor kadın. Şaka
yapıyordu ona. Gizli gizli sigara içiyordu kocası. Na da yolun karşısında
dükkânı gözlüyordu. Kameralı kızın görüntüleriyle yansıyordu Na. Kadın müşteri
gittikten sonra, kasabın karısı da başka siparişi götürmek için dışarı çıkıyor.
Kasap tek başına kalmıştı. Na kasaba girerken kameralı kızın görüntüleriyle
yansıyordu. Kasap onu tanıyor. “Daha önce acaba rıhtımda ikinci bölümde miydiniz”
diye soruyor. Na, boğazındaki yara izini gösteriyor ona. Kameralı kızın
görüntüleri de araya giriyordu. Kasap telaşa kapılıyor. Neden onu suçlu
görüyordu ki? Gitmesini söylüyor ona. Na satırı aldığında kasap korkuyla derin
donduruculu dolaba giriyor. Kapıyı kapatan Na, dereceyi düşürüyor. Dolap şimdi
daha soğuktu.
Na dışarı
çıktığında aynı gerilimli müzik duyulmaya başlıyor. Na sokakta yürürken,
kamera da onu geriye doğru kayarak izliyordu. Çiçekçi dükkânı yansıyor. Polis
dedektifleri suç mahallindeydi. Sung-hee’nin ağzı külotla tıkalıydı ve çiçekler
üzerinde çırılçıplaktı. Vahşice öldürülmüştü. Dedektif Bae (Bae Joong-shik),
yardımcısı dedektif Yang’dan (Yang Seung-kyeong) tabanca istiyor. Kendi
tabancasını nereye koyduğunu hatırlayamıyormuş. Yang, “Kendini ve içtiğin
içkileri düşün” diyor. O sırada telefon çalıyor. Cep telefonunu bulan Bae,
arayanla konuşuyor. Telefon numarasını alan Bae, kuşkulanıyor ve Yang’dan
numarayı araştırmasını söylüyor. Sonra da tuvalete gitmek için merdivenlerden
çıkıyor yukarı kata. Na da içeri giriyor ve o da yukarı kata çıkıyor. Merdivenlerde
onu yakalıyor. Bae onu tanımıyor ve “Siz bu cinayetin şahidi misiniz” diyor.
Na, “Üç yıl önce bana işkence etmiştin” diyor. Na’yı, boğazındaki yara izinden
tanıyor dedektif. Aralara kameralı kızın görüntüleri de giriyordu. Na, onun
üzerine atlıyor. Dedektif Bae, tabancayı çıkartıyor. Ama çok tuvaleti gelmişti,
zamanı yoktu. Sonra tuvalete gidiyor rahatlamak için. Yangın söndürme tüpünü
alan Na, tuvalete giriyor. İçeride dedektifin acı çığlığı duyuluyordu. Kamera
dışarıdaydı. Kameralı kızın çekimiyle yakından öfkeli yüzü yansıyan Na dışarı
çıkıyor. Yaralı polis yerde kanlar içindeydi.
Sonra
lokanta yansıyor. Lokanta sahibi kadın (Yoon So-jung), parktaki üç
çeteciyleydi. Kadın onları tanıyor önceden. Kilise gününü kaçırmış çete lideri.
Kardeşinin hastanede olduğunu biliyor kadın. Kamera tek bir açıdan genel
çekimde yansıtıyor bu anları. Öfke dolu Na, sokakta yürürken yansıyor birden.
Fonda da gerilimli müzik duyuluyordu. Uzun saçlı ikici çeteci bağırarak
kadından çorba istiyor. Çete lideri kızıyor ona. Birinci çeteci ayağa kalkıp
özür diliyor kadından ve borçlarını da ödeyeceklermiş. Na geliyor oraya. Kadın
onu da tanıyor. Kameralı kızın çekimiyle masada oturan Na’nın yüzü yakın
çekimle yansıyor. Na, tabancayı çıkartıyor. Çete lideri, birinci çeteciye
tabancayı almasını söylüyor. Na, tabancayı onlara doğrultuyor. Çete lideri
kışkırtıyor onu. Na, ilk kurşunu ilk çeteye sıkıyordu. Sonra da kaçan ikinci
çetecinin arkasından ateş ediyordu. Çete lideriyle karşı karşıydı şimdi. Çete
lideri ateş etmemesi için yalvarıyordu. Kameralı kızın görüntüsüyle yansıyordu
bu anlar. Vuruyor onu. Fonda duyulan müzik gerilimli değildi.
Na
dışarıya çıkıyor. Kameralı kıza “Dur” diyor Na. Kamera kızın arkasında geriye
kayarak onları izliyordu. Ara sokağa girdiklerinde kızın boğazını sıkıyor Na.
Sonra da başına tuğlayla vuruyor. Kızın çığlığı duyuluyor sadece. Yönetmenin
kamerası sadece Na’yı yansıtıyordu. Kameralı kızın yere düşmüş kamerasından
Na’nın ayakları yansıyor sonra. Uzaklaşıyor oradan. Yönetmenin kamerası
başından kanlar akmış kızı gösteriyor, sonra da sağa çevrinme yaparak yerdeki
kamerasını. Çekim yapmayı sürdürüyordu kamera. Na sokakta bir an duruyor ve
sonra binaya giriyor. Kadın ressam (Yang Hee-jeong), resim yaparken yansıyor.
Na ressamın atölyesine sessizce giriyor. Yere oturuyor. Onu fark eden ressam,
“Sen kimsin”, diyor ona. Onu arayan müşterisi sanıyor sanatçı. Na’nın karakalem
resmini yapmaya başlıyor. Na uyuyakalıyor. Ressam onun üzerini örtüyor sonra.
Ardından da pereyi kapatıyor. Fonda da yavaş müzik duyulmaya başlıyordu. O da
sandalyede uyukluyor. Uyanan Na oradan çıkıyordu sonra.
Na,
köprüde yansıyor önce. Ardından resim yaptığı parka geliyor. Park genel çekimle
yansıyordu. Şövalesinin başına oturuyor ve kadının karakalem resmini yapmaya
başlıyor. Bu, tuvalette yaraladığı kadındı. Kadının yanına genç bir adam
geliyor. Ardından Na’nın yaraladığı ve öldürdüğü çeteciler yansıyor.
Oyuncakçıyı ödeme yapmadığı için sıkıştırıyorlardı. Çete lideri oyuncakçıyı
dövüyor. Oyuncakçı, çete liderine bıçak saplıyor birden. Görüntü de
beyazlaşıyordu ardından. Görüntü açıldığındaysa “Kes” sesi duyuluyor. Ardından
insanlar doluyor park meydanına. Görüntü üzerine son jenerik yazıları
yansıyordu sonra. Kim Ki-duk beyzbol şapkasıyla, Na’yı canlandıran oyuncusu Joo
Jin-mo’yla yansıyor kalabalıklar içinde. Gazeteciler de vardı. Sonra da görüntü
kararıyordu. Her şey Na’nın zihninde yaşanmıştı gerçeküstü ve yer yer deneysel
bu filmde. Tüm o insanlar, uzak ve yakın onunla ilişkiliydi. Her şeyi zihninde
yaşayan Na, gerçeklikte hep suskundu. Ustanın bazı filmlerindeki başkarakterler
gibi.
“Bilinmeyen
Adres...”
Kim Ki-duk
ustanın 2001 yapımı “Suchwiin Bulmyeong-Bilinmeyen Adres”, vahşi şiddetle yüklü
trajik bir filmdi. Yalnızca insanlar için değil, köpekler için de. Filmde
Chang-guk, Chang-guk’un annesi, Eun-ok, Ji-hum, Ji-hum’un babası, köpek kasabı,
bir Amerikalı beyaz asker ve köpekler kendilerine göre trajedilerine
sürükleniyorlardı filmde. Her trajedinin şiddeti farklıydı. Prime-LJ Film’in
sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Ho-jun Park yaparken,
çarpıcı fotoğrafları yansıtansa Jeong-min Seo. Bu film, 2001’de 58. Venedik
Film Festivali’nde “Altın Aslan” için de yarışmıştı. Kim usta filminin
girişinde, “Bu filmin yapımında hiçbir hayvan zarar görmemiştir” yazmış.
Özellikle “Ada” filminde balıklara yapılan vahşi işkencelere gelen sert eleştirilerden
sonra.
1970 yılı.
Kore Savaşı biteli yıllar olmuş ve Amerikalılar hâlâ oradaydılar. Hikâyeler,
Amerikan üssünün hemen yakınındaki gecekondulardaki yoksul hayatlardan
yansıyor. Film, geçmişteki bir anla açılıyordu. Amerikalıların attığı çöplerden
kendine silah yapan çocuk Chung-ho (Kim Joon-young), küçük kız kardeşi
Eun-ok’un (Na Hye-mi) başının üzerindeki tenekeye ateş ediyor. “Giyom Tell”
gibi. Kız kardeşinin sağ gözünden yaralıyordu. Ardından görüntü beyazlaşıyor ve
filmin adı beliriyor. Kamera, ön jenerik yazıları sürerken, tarladan yukarı
doğru “tilt” yaparak Amerikan üssünü yansıtıyor. Köpek sesleri de duyulurken,
Amerikalı askerler çalan marş eşliğinde bayraklarını göndere çekişlerini
görüntülüyor kamera. Amerikalı askerler talim yaparken, üssün üzerinde uçak
yansıyor. Sonra üssün yakınındaki yoksul gecekondu evleri görünüyor. Burası
Pyongtaek şehriydi. Güney Kore’nin kuzeyinde bir şehirdi. Genç Ji-hum (Kim
Young-min) uyanıyor. Köpeği de vardı. Gazilik maaşı alan babası da (Myung
Kye-nam) ateş yakıyordu avluda. Ji-hum, selam veriyor babasına. Ama babası
“Selam verdiğin kişiye bak” diye azarlıyordu oğlunu. Kendisini adam mı
sanıyordu ki oğlu? Sonra genç kız Eun-ok (Ban Min-juk) kucağında köpeğiyle
odasından çıkıyor. Üzerinde okul kıyafeti de vardı Eun-ok’un. Annesi de (Lee
In-ok) avluda oyuncak ayı yapıyordu. Annenin eli oyuncak ayının gözünü yerleştirirken
Eun-ok oyuncağa tekme atıyor birden. Onun sağ gözü görmüyordu. İşsiz abisi
Chung-ho da (Son Min-suk) uyanıyor ve annesinden para istiyordu. Evde kapılar
da sürmeliydi. Ama annesi arkadaşıyla sinemaya gidecekmiş. Amerika’nın hava
kuvvetlerinden kalma eski bir kırmızı otobüs yansıyor sonra. Melez genç
Chang-guk (Yang Dong-geun) ve annesi (Bang Eun-jin) bu otobüste yaşıyorlardı.
Onların eviydi bu otobüs. Chang-guk dışarıda yüzünü yıkarken, annesi otobüsün
penceresinden onun polaroid fotoğrafını çekerken öfkeleniyor birden Chang-guk.
Annesi korkudan otobüsün üzerine çıkıyor. Chang-guk, annesinin peşinden
çıkacakken vazgeçiyor ve kabanını alıp gidiyor öfkeyle. Anne, savaş
zamanlarında siyahî bir Amerikan askeriyle olmuş ve ondan Chang-guk’u dünyaya
getirmiş. Anne, yıllarca adresi bilinemediği için hep iade edilen mektuplar
gönderiyor Michael adlı siyahî eski askere. Chang-guk, koyu tenli, kıvırcık
saçlı ve çekik gözlü bir melezdi. Çevrenin sakinleri tarafından da
dışlanıyordu. Ayrımcılıkla karşılaşıyordu melez olduğu için. Chang-guk,
hayatındaki boşluklardan olmalı annesini öfkeyle dövüp duruyordu hep. Üssün
üzerinde uçan bir helikopter yansıyor sonra. Kırmızı otobüsün üzerinde sprey
boyayla yazılmış “dream” ve “free” kelimeleri de fark ediliyordu.
Öğrencilerin
tarlaların olduğu yerden okula giderken, sessiz Ji-hum’a bir serseri öğrenci
itekliyor. Ji-hum yere düşünce de eğleniyor. Chang-guk onu yerden kaldırırken,
Eun-ok da fark ediliyordu. Ji-hum, Eun-ok’a utangaç bakışla bakıyordu. Ona
âşıktı. Sonra Ji-hum, “Homeboy” (Toprağım) yazan resim atölyesinin kapısını
açarken yansıyor. Orada çalışıyordu. Resim yapma yeteneği de gelişiyordu
burada. Biri gömlekli (Kim Sang-won), diğeri kot montlu (Cho Myeong-yeon)
mahalleden iki serseri öğrenci, “Camp Eagles” (Kartallar Kampı) yazan üssün
kapısında nöbetçi askerden erotik dergi satın alıyorlar. Ardından Chan-guk
yansıyor. İşe geliyordu köpek mezbahasına. Burası, beyzbol şapkalı “Köpek Göz”
(Cho Jae-hyun) lakaplı köpek kasabının yeriydi. Orada çalışıyordu Chang-guk.
İçindeki öfkeyi dışarı mı atıyordu burada? Ama işsizdi ve bu işten başka işte
yoktu onun için. Geciktiği için “Köpek Göz” kızıyor ona. Chang-guk, kafesteki
köpeklere yiyecek veriyor önce. “Köpek Göz”ün, arkasında kafes olan siyah
motosikleti de vardı. Sonra motosikletle gidiyorlar. Chang-guk, motosikletin
arkasındaki kafesteydi. Chang-guk’un gözünden ok atış alanı da yansıyordu.
Canlı köpek satın alıyorlar ucuza. Köpek sahipleri yoksulluktan köpeklerini
kasaba satıyorlardı. Ardından mezbahaya geliyorlar. Kamera su birikintisinden
yukarı doğru “tilt” yapıyor. “Köpek Göz” köpeğin boğazına ip geçirince,
Chang-guk da yukarı çekiyordu köpeği. İdam gibiydi bu. “Köpek Göz”, elindeki
sopayla beyzbol topuna vurur gibi köpeğe vuruyordu. Chang-guk buna bakmakta zorlanıyordu.
“Köpek Göz” sopayı ona uzatıyor vurması için. Yapamayınca aşağılıyor onu.
“Köpek Göz”ün köpeğe sopayla vuruşu su birikintisinden yansıyor bir an. Sonra
da sıra kesmeye geliyordu köpeği. “Köpek Göz”, “Brülörü yak ve aydınlat” diyor
içeri girerken. Brülörü yakıp ona veriyor. Yönetmen, köpeğe yapılanı göstermese
de şiddet hissediliyordu. İçinde et olan torbayla çıkan “Köpek Göz”,
motosikletle oradan gidiyordu. Chang-guk da temizlik yapıyor. Satırı ve kanlı
kütüğü temizliyordu. “Köpek Göz”, torba içindeki köpek etini lokantaya getirip
satıyor. Köpek eti yemek Kore geleneksel mutfağında önemli bir yerdeydi. Buna
“Gaegoji” diyorlarmış. Köpeğin yenilebilir yerlerinden çorbasını, ızgarasını
yapıyormuş Koreliler.
Anız
dumanları tüten tarla yansıyor sonra. Chang-guk’un annesi tarladan pirinç
topluyordu. Yoksulluk her an hissediliyor filmde. Amerikalı askerden dergi
satın alan kot montlu ve gömlekli iki öğrenci açık kadın resimlerine
bakıyorlardı tarlada. Sözlükten de kelimeleri çevirerek anlamaya
çabalıyorlardı. Sonra da resim atölyesi yansıyor. Ji-hum’un ustası tabloya
siyahî Amerikan askeriyle Koreli genç kadının resmini yapıyordu. Yıllar geçmiş
hiçbir şey değişmemişti yoksulluktan dolayı buralarda. Dışarı da Eun-ok da fark
ediliyordu birden. Ji-hum’un kıza baktığını gören ustası fırçayla onun yüzüne
dokunurken, “Biraz daha sarı boya sık” diyordu ilgisini resme çekmek için.
Kamera,
daha sonra otobüsün içinde Chang-guk’un annesini dikiz aynasından gösterirken,
postacı da (Kim Hyeong-chan) oraya geliyordu bisikletiyle. Çarpıcı bir
görsellikle yansıyordu bu an. Anne, umutla postacıya koşuyor cevap geldiğini
sanarak. İade mektuptu bu. Postacı, “Yine döndü” diyor mektup için. Mektupları
bırakmasını söylüyor postacı. Anne, adresi bilinmeyen damgalı iade zarftan
mektubu ve Chang-guk’un fotoğrafını çıkartıp yeni zarfa koyuyor. Yeni zarfa
adresi yazarken piyano tınıları duyuluyordu. Zarfı postacıya veren anne, sonra
markete gidiyor. Anne, marketin sahibi kadına (Kwon Nam-hee) konserve uskumruyu
soruyor. “Hiç yok. Satılık değil” diyor kadın ona. Korece bilmiyor muydu?
İngilizce konuşarak, “Yakında ABD’de olacağım” diyor anne. Onu kovuyor kadın.
Ona bir şey satmayacakmış. Ayrımcılık yapıyordu anneye. Chang-guk’un her zaman
yaşadığı bir şeydi bu. Ji-hum ve Eun-ok, market önündeki kavgayı seyrederken,
annesinin sesini duyan Chang-guk da geliyordu oraya. Chang-guk, annesini zorla
da olsa götürüyor oradan.
Helikopter
yansıdıktan sonra üssün yanında Ji-hum, platonik âşık olduğu Eun-ok’a bir kâğıt
veriyor. Onun karakalem resmini yapmış Ji-hum. Kâğıdı yırtan kız, Ji-hum’a
tokat atıp gidiyor. Ji-hum, parçalanmış resmi birleştiriyordu. Parçalanmış
aşkını. Umutsuz bir platonik aşk mıydı onunki? Resimde kızın sağ gözü de
görüyordu. Chang-guk, annesini otobüse getirip dövmeye başlıyor. Annesi,
“Çocukken böyle piç değildin. İngilizceyi iyi öğrendin. Anneni dinlerdin” diyor
ona. Askeri botuyla annesinin yüzüne vuracakken duruyor Chang-guk. Kendini
melez olarak dünyaya getirip yalnızlığa iten annesine öfkeliydi Chang-guk.
Sonra masanın üzerindeki boş zarfı görüyor. “Seni öldürmeden bu deliliği
durdurmanı söyledim” diyor Chang-guk. Zarfı yırtıp atan Chang-guk, masanın üzerindeki
çerçeveli fotoğrafı alınca annesi hemen ona müdahale ediyor “Ben hatalıydım”
diyerek. O, önemli ve manevi değeri olan fotoğraftı. Fotoğrafı bırakan
Chang-guk, öfkeyle gidiyor oradan. Dışarı çıkan kameraysa, sola çevrinme (pan)
yaparak Ji-hum’u gösteriyor arkasından. Ardından da üsten havalan uçak
yansıyordu.
Anne
otobüsteki pencerelerin perdelerini kapatıp ağlıyordu içeride. Motosikletiyle
“Köpek Göz” geliyor oraya. “Köpek Göz”, Chang-guk’un annesinin âşığıydı.
Kadının zor durumundan faydalanıyordu. Kadın, onu görünce toparlanmaya
çalışıyor. Yanına oturan “Köpek Göz”, elini onun yüzüne uzatıp, yüzündeki
yaraları görünce Chang-guk’a “Çürümüş piç” deyince, anne öfkeleniyor, “Oğluma
piç deme” diyor. Kim usta bu anları yakın çekimle yansıtırken, “açı-karşı açı”
tekniğini kullanmış yoğunlukla. “Köpek Göz” kadına, “Muhtemelen tek çocuğu
tarafından dövülen tek kadınsın” diyor. Kadın, “Oğluma dokunursan seni
öldürürüm” diyor, sonra da ağlayarak sarılıyor ona. Yatağa uzandıklarında
kamera dışarıya, Eun-ok’un yanına gidiyor. Rahatsızlık veren birkaç veletle
uğraşıyordu kız. Onları kovalayan Eun-ok, seraya giren bir çocuğa kör gözünü
gösterirken korkan çocuğa, “Sen de benim gibi olmak ister misin” diyordu acı
içinde. Avlunun kapısı açılıyor sonra. Bir adam “Majesteleri” diyerek içeri
giriyordu. Adam (Choi Jin-hong), Myeon çalışanıydı. Myeon, Güney Kore’deki
şehirlerde gecekondu bölgelerini temsil eden bir birimdi. Eun-ok dışarıdaydı.
Adam, sesi duyup dışarı çıkan Eun-ok’un annesine,“Aylık maaşınız. Bana damganı
ver” diyor. Kadın içeri girince adam, Eun-ok’un yanına oturup, “Onurlu baban
olduğu için şanslısın” diyor kıza. Eun-ok’un babası savaşta Baekmagoji
Savaşı’nda mı ölmüştü? Güney Kore’nin Cheorwon şehrinde bulunan dağdaki
1952’deki muharebe, en sert ve en trajik olanıydı bu savaşta. Kuzey Kore’ye
yardım eden Çin bile on binden fazla askerini kaybetmişti bu kanlı çarpışmada.
Dağ, bu kanlı çarpışmada şeklini bile değiştirmiş. Bu dağa “Baekmagoji”, yani
“Beyaz At Tepesi” deniliyor. Myeon çalışanı geçmişini, çocukken gözünün kör
olmasını hatırlatıyor birden Eun-ok’a. Kızın gözüne bakarken, Eun-ok ayağa
kalkıp adama vuracakken, Chung-ho çıkıyor odasından. Görmediği köpeğe
bastığındaysa Eun-ok, “Gözümü alman yeterli değil miydi, köpeğimi de sakatlamak
mı zorundasın” diyor kırgınlıkla. Gözünün kör kalmasında hatasını kabul etmiyordu
abisi. Oyun oynuyorlarmış sadece. Hata Eun-ok’taymış nedense. Chung-ho giderken
anne geliyor avluya. Myeon çalışanı kadına, “Kocan nerede öldü”, diye soruyor
önce. Kadın, “Nakdong Nehri mücadelesinde” diyordu. Orada birçok insan ölmüş.
Birçok ölünün bedeni bulunamamış hâlâ 1970 yılına gelindiği halde. Haziran
1950’de Kore’nin kuzeyiyle güneyinin askerleri çatışmaya başlayınca Kore Savaşı
da başlamıştı bu nehir çevresinde. Savaş, barış anlaşması yapılmadan 1953
yılında bitmişti. Teknik anlamda Kuzey ve Güney hâlâ savaştaydı. Ayrıca bu
bölge, 1960’ların başından beri, Güney Kore’deki sağcı ve muhafazakâr
politikaların da merkeziydi. Myeon çalışanı kadına, kızının gözü için ne
yapacağını, soruyor sonra. Amerikan Askeri Hastanesi’ni hatırlatıyor. Eun-ok konuşulanları
duyuyordu odasında. Adam gittikten sonra İngilizce kitabını alıp çalışmaya
başlıyordu Eun-ok.
Tarladaki
ok atış alanı yansıyor sonra. Hedefe ok atılıyordu. Hedef tahtasının
arkasındaki çocuk da tahtadaki okları topluyordu. Ji-hum’un babası, “Ne zaman
ok tutsam savaşı hatırlıyorum” diyor. Nakdong Nehri’nde, Kuzey’in filosuyla
savaşmışlar. Yaşlı gazi, orada üç Kuzeyliyi öldürmüş. Arkadaşı neden madalya
almadığını, soruyor gülerek. Hükümet hak edene vermiyormuş o şeyden. Sakat
ayağını göstererek, her ay maaş aldığını söylüyor. Sakat ayağı yaşlı arkadaşını
öfkelendiriyor. İğrenç buluyor. Ji-hum’un babası, “Bu bir madalya kadar iyidir”
diyor yaşlı arkadaşına. Oraya “Köpek Göz” de geliyor ok atmak için. Ji-hum’un
babasına, “Çavuş Kim” diye sesleniyor. “Üç adamı öldürdüğün için gurur mu
duyuyorsun”, diye soruyor gaziye. Gazi, “Bu kutsal okçuluk alanında kim bahis
yapıyor” diyordu ona. “Köpek Göz” sinirleniyor birden. Eskiden onun gibi
kasaplara burada ok attırmazlarmış.
Gece.
Ji-hum, Eun-ok’un odasının penceresine geliyor gizlice. Onu dikizlemeye
başlıyor Ji-hum. Kız soyunup beyaz geceliğini giyiniyor. Sonra da köpeğini
sevmeye başlıyor. Sesini duyan abisi kızıyor ona. Abisinin aşağılayıcı
sözlerine kırılan Eun-ok ışığı kapatıyor ardından. Gündüz. Köpek avluda
yemeğini yerken, biri kot montlu, diğeri gömlekli iki serseri öğrenci genç
geliyor ve köpeği alıp götürüyorlar kutu içinde. Bir zaman sonra Eun-ok okuldan
dönünce köpeğini göremiyor. Köpek onun her şeyiydi. İçeride oyuncakları
yerleştiren annesine köpeğini soruyor. Telaşla dışarı koştuğunda kamera tarla
kenarındaki yolda yürüyen Ji-hum’u gösteriyor. Kanalet başında oturmuş Eun-ok’u
görüyor Ji-hum. Çekinerek ona baktığında, Eun-ok ona sesleniyor
beklenmedik bir anda. Köpeğinin resmini çizdiriyor sonra Ji-hum’a. O sırada
abisi Chun-ho geliyor oraya. “Küçük aşağılıklar” diyor onlara. Sonra köpeği
çalan serseri öğrenci gençler yansıyor. Evlerin duvarlarına asılmış köpeğin
resimlerini yırtıyorlar. Ardından kutu içindeki köpeği lokantaya götürüyorlar.
Onları Ji-hum görüyordu. Yavru köpek almıyormuş lokantacı kadın. Kamera
dışarıdan, yolun karşısından lokantayı gösteriyordu uzun çekimle. Sonra içeri
giriyor kamera ve kadın onları kovuyor lokantadan. Ardından gece tarlaya gelen
gençler, köpeği satamadıkları için öfkeliydiler. Yavru olsa bile hâlâ köpek
etiydi. Neden satın almıyordu ki kadın? Köpeği kendileri öldürüp satacaklarmış.
Kutuyu ateşe verdiklerinde Ji-hum gelip kutuyu alıp kaçıyor. Sonra da tarla
kenarındaki akarsuda ateşi söndürüyor Ji-hum. Ardından da köpeği Eun-ok’a
götürüyor. Köpeği verirken utangaç Ji-hum konuşamıyordu onunla. Sonra yine
dikizliyor Eun-ok’u pencereden. Eun-ok köpeğini yıkıyordu. Ardından da köpeği
bacağının arasına alan Eun-ok hazzı yaşıyordu. Ji-hum için sürprizdi tüm bu
gördükleri.
Amerikan
askerleri okulun bahçesinde basketbol oynarken yansıyordu. Eun-ok, sınıfın
penceresinden onları izliyordu. Kız aşağıya iniyor. Kızı gören James (Mitch
Mahlum) ıslık çalınca bir asker topu başına atarak, “Kızlara bakmanı kim
söyledi” diyor. Onlar kavga edecekken, bir asker araya girip burada olma
sebeplerini hatırlatıyor. Dünya barışı için buradaydılar. Bu kapışma da neydi?
Kız da olanları izliyordu. James, Eun-ok’un yanına geliyor elinde kola
kutusuyla. Kız birden uzaklaşıyordu oradan. Eun-ok, tarla kenarında yolda
giderken iki dişi köpek görüyor. Kızan olmuş dişi köpekler birbirlerine
arkalarını dönmüş çiftleşiyorlardı. Erkek köpeklerin çoğu kasabın satırından
geçmişti çünkü. Fonda da hüzünlü müzik duyuluyordu Eun-ok’un keder yüklü
bakışlarıyla.
Ardından
su birikintisi yansıyor. “Köpek Göz”, astığı bir köpeğe sopasıyla vuruyordu.
Chang-guk da ipi tutuyordu yine. İçkisinden bir yudum aldıktan sonra sopayı
Chang-guk’a uzatıyor. Chang-guk sopayı almayınca öfkeleniyor. Ardından, “Dün
kız arkadaşıma neden vurdun” diyerek ona tokat atmaya başlıyor “Köpek
Göz.” Onu iten Chang-guk oradan kaçıyor hemen. Fabrika yansıyor sonra.
Chang-guk oraya geliyor iş için. Onu gören şef (Yang Jiho), Chang-guk’u kovuyor
fabrikadan. Ardından mezbaha yansıyor. “Köpek Göz” yüzünü yıkarken, Chang-guk
yine oraya geliyor. Ona bundan başka iş yoktu. Dışlanıyordu hep. “Köpek Göz”
hâlâ öfkeliydi ona. Kovsa da gitmiyor Chang-guk ve bir köpeği alıyor ağaca
asıyor. Su birikintisi yansıyor. Ardından da Chang-guk, ipte asılı köpeğe sopayla
vuruyordu. Sandalyede oturmuş içen “Köpek Göz”, köpeğe sert vuran Chang-guk’a
uyarıyor hemen. Eti ezmemek gerekiyordu. Yanına çağırdığı Chang-guk’a içki
veriyor ve sonra da “Bir köpek satıcısı olmak için onları dışlamalısın” diyor.
Onunla konuşma vaktiydi şimdi. Chang-guk’a, “Bir köpek sana düzgün baktığı
zaman, ürkütücüdür” diyor. En korkunç gözbebeği insan gözüydü, köpeklerin
değildi. Köpekler neden “Köpek Göz”den uzak duruyordu? Çünkü onun gözlerinde
ateşi görüyorlardı. “Köpek Göz”, “Babanın toprağına gitmek istiyorsun değil mi”
diye soruyor ona. İngilizce konuşmasını istiyor Chang-guk’tan. “Köpek Göz”,
“Annen seni döverek İngilizce öğretti değil mi” diyor. Chang-guk’un annesine
öfkesi çocukluğundan mı geliyordu? “Yankilere her şeyi anlatmasını söylüyor
sonra. Annesini bir daha dövmemesi için de uyarıyor. Onun annesiyse, kendinin
de sevgiliydi. Chang-guk doğmadan önce tanıyordu annesini. “Köpek Göz” gibi
bakmasını istiyor kendisine Chang-guk’tan. O da bakıyor. Sonra da “Köpek Göz”,
“Bana bakmayı kes, gözlerim patlayacak” diyor ürkerek.
Evlerinin
avlusunda köpeğini seven Ji-hum yansıyor sonra. Dış kapıyı açıp dışarı
çıktığında yere vurmaya başlıyor Ji-hum. Yeri dinliyor. Ardından evden çıkıyor
Ji-hum. Kot montlu ve gömlekli iki serseri öğrenci onu bekliyordu. Çantalı ve
şapkalıydılar. Onu tarlanın içindeki küçük binanın önüne çekip, onu
aşağılıyorlar. Ji-hum okula gitseymiş onların iki sınıf önünde olurmuş.
Gömlekli öğrenci öyle diyordu. Onlardan fazla ne biliyordu ki? Kot montlu
öğrenci İngilizce konuşuyor ve Ji-hum’a, “Okula gitmek istiyor musun”, diye
soruyor. Cevap vermiyor Ji-hum. İngilizce konuşan, “Hayalin nedir”,
diyor. Ne olmak istiyordu Ji-hum? Ressam mı? Sonra “Saygıyla” deyip
parasını alıyorlar. Onun parasını çalmıyorlarmış İngilizce kitabını ona
satıyormuş iki öğrenci. İngilizce teksini gömleğinin ön cebine koyup ondan
uzaklaşıyorlar. Ama Chang-guk vardı. Montlu olan “Çapraz cins” diyor
Chang-guk’u gördüğünde. Chang-guk, “Bir daha söyle” diyerek onun yakasından
tutuyor. Onları bırakıyor sonra ve Ji-hum’un yanına gidiyor. “Bir daha
yaparlarsa bana söyle” diyor Ji-hum’a. Gömleğin cebindeki teksi alıp bakıyor
Chang-guk. Erotik dergiymiş. Öğrenci gençler bu dergileri Amerikalı askerlerden
satın alıyorlardı.
Gece.
“Kaşlı” görüntüyle Eun-ok’un odası yansıyor birden. Ji-hum, Chang-guk’u oraya
getirmiş. Dikizleyen Chang-guk, “Bu sıkıcı” diyor. Çünkü Eun-ok daha
soyunmamış. Ji-hum delikten baktığında Eun-ok geceliğini giyiyordu. Sonra da
külotunu çıkartıyordu kız. Heyecan başlayacaktı. Köpeğini bacaklarının arasına
alıyordu Eun-ok. Yine oraya gelen Chang-guk seyretmek isteyince gürültü
yapıyorlar ve kız dikizlendiğini fark ediyor. Aralarında parmaklarla oyun
oynayıp kazanan ilk bakacaktı. Chang-guk bakarken, kız kalemiyle onun sağ
gözünü yaralıyor. Seraya gidiyorlar. Gözünde küçük bir kesik varmış
Chang-guk’un. Chang-guk gittikten sonra Eun-ok geliyor seraya. Ji-hum erotik
dergiye bakarken, sessizce ona yaklaşıyor ve “Eğlenceli mi”, diyor Eun-ok.
Sonra kendisi de bakıyor dergiye. Eun-ok, “Sanıyorum bu resimlerdeki gibi
çıplak görünüyordum” diyor. Köpekle yaşadığı hissi de anlatıyor. Tuhaf bir
hismiş. “Aynen köpekler gibi” diyor Eun-ok. Aklına çiftleşmeye çabalayan dişi
köpekler mi gelmişti? Birbirlerine bakarlarken fonda da hüzünlü tınılar
duyuluyordu. Seraya, kot montlu ve gömlekli iki öğrenci de geliyor. Onları fark
ediyorlar. Öğrenciler seranın içine girdiğinde kız oradan kaçamadan
yakalanıyor. Ji-hum onlarla başa çıkamayınca, iki öğrenci kıza tecavüz
ediyordu. Yönetmen, bu tecavüzü uzaktan ve kısa bir anda yansıtmış.
Baygınlıktan uyanan Ji-hum, Eun-ok’un güçlükle yürüdüğünü görüyordu. Filmdeki
en kötücül insanlar olarak bu iki genç öğrenci önde gibiydi filmde. İyilik ve
kötülük göreceli miydi, yoksa kültürel normlarla ele alınıp değerlendirilmeli
miydi? Filmin yolculuğunda ve derinliğinde kötücül olma insanın karşısına çıkıp
duruyordu sürekli. “Köpek Göz”, Chang-guk, Ji-hum’un babası, Chung-ho, Myeon
çalışanı veya fabrikadaki şef de kötücül müydü? Kim usta, yoksulluğun dibindeki
bu insanlara bakarken, toplumdaki önyargıların ve ayrımcılığın en derin kötücül
durum olduğunu hissettiriyordu filminde. Bir de sistem vardı tabii ki.
Gündüz
olduğunda testereyle tahtayı kesip Amerikan çöpünden silah yapan Ji-hum,
onlardan, iki öğrenciden intikam mı alacaktı? Kendisini kıstırdıkları yerde
onları beklemeye başlıyor sonra Ji-hum. Bilye kurşunları yerleştirirken onlar
görünüyordu. Kamera sola kayarak iki kibirli öğrenciyi yansıtıyor. Silahı
onlara doğrultsa da kot montlu olan korkusuzdu. “Ateş et” diyor Ji-hum’a.
“Cesaretin yok. Hadi vur onu” diyor sonra. Ji-hum tetiğe basınca bilye kurşun
geriye tepiyor ve kendi sağ gözünü yaralıyordu.
Kırmızı
otobüs, ardından da puslu tarlalar yansıyor. Çerçeveye önce okula giden Eun-ok,
sonra Ji-hum ve ardından da Chang-guk giriyor. Chang-guk ve Ji-hum’un sağ
gözleri bantlıydı. Tarla kenarındaki yolda peş peşe yürüyorlardı. Eun-ok
üssün önünden geçerken, Chang-guk ve Ji-hum yanında yoktular. Amerikalı asker
James onu görünce takip ediyor. Sonra da iletişim kurmaya çalışıyor Eun-ok’la.
Ona dondurma veriyor. James, Eun-ok’un saçının buklesinin bir gözünü
kapattığını fark edince saçını çekmesini istiyor. Eun-ok’un bir gözü kördü.
Aklından onun gözünü tedavi ettirmek geçiyordu James’in. O sırada James
inzibatları görünce Eun-ok’u ara sokağa götürüp üstündeki uyuşturucuyu kızın
çantasına koyuyor. Gelen inzibatlar üzerinde uyuşturucu arıyorlar James’in. İnzibatlardan
biri kıza yaşını soruyor. Eun-ok on sekiz yaşındaydı. Onu bırakıyorlar. Kore’de
on sekiz yaşındaki bir kız reşit değilmiş. Dünyanın en büyük ordusunun onurunu
düşünmeden reşit olmayan bir kızla olunur muydu? James, ruh acısından
uzaklaşmak için LSD kullanıyordu buralarda. Eun-ok, ağaçlıklı yerde
uyuşturucuyu saklamadan önce bir tane hapı yutuyordu. Ardından gökyüzünde
Amerikan savaş uçağı görünüyordu. LSD’yi saklayan Eun-ok, kırmızı otobüsün
oradan geçerken, her şey dalgalı görünüyordu gözüne. Kim usta görüntüyü
mercekle biçimbozumuna uğratarak gerçeküstücü fotoğraflar oluşturmuş bu
anlarda. Karşısında birden Chang-guk’un annesini görüyor Eun-ok. Kadın, “Eun-ok
düz yürü” diyor. Başı dönen kız sonra yere düşüyor. Kızın içtiğini sanıyor
kadın. Oradan zorla eve gelebiliyordu Eun-ok. Annesi de evdeydi. Kızını öyle
gören anne, neyi olduğunu merak ediyor. Hemen köpeğini kucağına alan Eun-ok
odasına gidiyor. Fonda da çello tınıları duyuluyordu. Eun-ok, bulanık ve
dalgalı görüntüyle zihninde Ji-hum’u görüyor sonra.
“Köpek
Göz”ün, Ji-hum’un babasından köpeği alışı yansıyor sonra. “Köpek Göz”, yine
ucuza kapatmaya çalışıyor bu alışverişi de. Chang-guk da oradaydı. Baba parayı
alırken Ji-hum geliyor. Sevgili köpeği midelere gidecekti. Ama Ji-hum tepki
gösteremiyor. Ardından su birikintisinde yansımalar görünüyor. Köpeğin
boynuna kemendi geçiriyor Chang-guk önce. “Tepe Göz”, ilmik atmasını söylüyor
ona. Chang-guk, “Bunun yaşamasına izin verebilir miyiz” diyor. Arkadaşının
köpeğiydi o. “Acele et çük” diyor Chang-guk’a içerken. Chang-guk köpeği serbest
bırakıyor. Öfkelenen “Köpek Göz”, yayını alıp koşan köpeğe ok atıyor. Köpeği
vuruyor. Sonra da Chang-guk’u dövmeye başlıyor. “Köpek Göz”, ardından da onu
motosikletin ön tekerleğine kelepçeledikten sonra içip sızıyor. Chang-guk
tornacı anahtarıyla tekerleği söküyor. Uyanan “Köpek Göz”, onu göremiyor.
Üstelik motosikletinin ön tekerleği de yoktu. Chang-guk, tekerlekle
beraber ağaçlıklı yere geliyor. Sonra Amerikan üssü yansıyor birden. Ardından
Ji-hum’un evi. Babası yaralı köpeği görüyor. “Köpek Göz”ü telefonla arıyor
hemen. Konuşmayı duyan Ji-hum, babası oradan gidince ölmüş köpeğine saplanmış
oku çıkartıp onu kucaklayıp kırmızı otobüsün yakınında gömüyor. Babası da onu
izlemiş. “Köpek Göz” de yanındaydı. “Neden gömüyorsun” diye oğluna tokat
atıyor. “Köpek Göz”e ödeme yapmak için parası yokmuş. Sonra “Köpek Göz”
gidiyordu.
Havada
helikopter yansıyor. Ağaçlıklı yerde Amerikan askerleri tatbikat yapıyorlardı.
Eun-ok her zamanki gibi oradan geçerken, James onu görüyor, ona sesleniyor.
Kızın elinde de İngilizce kitabı vardı. Konuşamıyorlar. Ardından fabrika
yansıyor. Chang-guk çalışmak için yine oraya geliyor. O da bir çuval alıp
kamyonete koyuyor. Bir işçi alay ediyor onunla. Sonra işçilere ücretini ödeyen
şef, Chang-guk’a parasını vermiyordu. Chang-guk, otobüs evlerine dönüyor
kederler içinde. Buruşmuş siyah-beyaz fotoğrafı masanın üzerinde görüyor.
Siyahî babası, annesi ve çocuk kendisi vardı fotoğrafta. Fotoğrafa bakarken
ağlamaya başlıyor Chang-guk. O ağlarken annesi geliyor. Piyano tınıları
duyulmaya başlıyordu. Dolabın üzerinde kadın resmi de fark ediliyordu. Annesi
gelince dışarı çıkıyor Chang-guk. Yine fabrikada. Bir işçi (Kim Jin-man)
torbayı taşımakta zorlanınca şef kızıyor. İşçi de,“Seni Tanrı mı şef yaptı”
diyor şefe. Chang-guk da yine çuval taşıyor kamyonete. Şef ödeme yaparken,
azarladığı işçi şefin elindeki paraları alıp gidiyor diğer işçilerle. Şef,
Chang-guk’a para verirken, “Sorun yok” diyor.
Okuldan
dönen Eun-ok ağaçlıklı yerden geçerken, James’in sesini duyuyor. Bisikletle
kızın yanına gelen James’e ağaç dibine sakladığı uyuşturucuları veriyor Eun-ok.
Bir tane hapın eksik olduğunu fark ediyor James. “Beğendin mi” diyor. Kızı
bisikletin arkasına bindiriyor. Üssün oradan geçerlerken “Köpek Göz”
motosikletiyle onlara yaklaşıyor. “Köpek Göz”, “Bebekle nereye gidiyorsun
çürümüş o… çocuğu”, diyor öfkeyle. “Köpek Göz”, “Chang-guk’un annesi gibi mi
olmak istiyorsun”, diyor Eun-ok’a. Sonra da gidiyor.
Evin
avlusu yansıyor. Kamera öne doğru kayarken, annesinin “Emekliği bana veremez
misin”, diyen sesi duyuluyor. Öznel kamera Eun-ok’un bakışlarıyla yansıtıyordu
onları. Kocası Won-il Jang’ın Kuzey Kore’de yaşadığı ve savaşta olmadığı
söylenmiş. Chung-ho da oradaydı. Maaşı ödeyen Myeon çalışanı söylüyordu
bunu. Kocasının gönüllü olarak Kuzey’e gittiği de doğrulanmış. Chung-ho,
“Gönüllü Kuzey’e mi gitti”, diye soruyordu şaşkınlıkla. Eun-ok bir yere
oturarak konuşmaları dinliyor. Madalyayı alıyorlar. Şehitlik maaşı da
kesiliyor. Hayat zordu, şimdi daha da zorlaşmıştı. Anne ne yapacaktı? Oğlu da
çalışmıyordu. Yere çöküp ağlayan annesine Chung-ho, “Ağlama, baba yaşıyor
diyorlar” diyor annesine. Annesi, şimdi nasıl yaşayacaklarını düşünüyordu.
Birden Eun-ok’un midesi bulanıyor. Annesi anlıyor. Abisi Ji-hum’dan
şüpheleniyor ve onu tarlaya götürüp dövüyor sonra. Fonda da piyano tınıları
duyuluyordu. Anne, Eun-ok’u hastaneye götürüyor ve kürtaj yaptırıyor kızına.
Hastaneden çıktıklarında gücü tükenmişti Eun-ok’un. Eve döndüklerinde Eun-ok
avluda otururken, anne de oyuncak ayılarla ilgileniyordu. Chung-ho odasından
çıkıp annesine, Amerikalı askerlere iç çamaşırı yapmak için fabrikanın
kadınları işe aldığını söylüyor. Kız kardeşi için düşünmüş bu işi. Annesi
kızıyor ve “Defol seni değersiz” diyor oğluna.
Evlerinin
avlu kapısını açan Ji-hum yansıyor. Yine yere ayağıyla vuruyor. Bir şey mi
vardı orada? Sonra yer çöküyor ve çukura giriyor bir ayağı. Kazıyorlar. İnsan
iskeletiyle Kuzey Kore askeri üniforması, ardından da bir tabanca çıkıyor
çukurdan. Görevliler tabanca dışında her şeyi götürüyorlar. Bu tabanca bir
kader gibiydi ve birçok insana etki edecekti derinlikte. Yalnız kalan Ji-hum,
toprağın içinde bir cüzdan buluyor. İçinde siyah-beyaz fotoğraf da vardı. Kuzey
Koreli askerin ailesinin fotoğrafıydı bu. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu.
Babası da tabancayı temizliyordu heyecanla. Sonra kurşunları yerleştiriyor.
Şimdi denemeye gelmişti sıra. Tavuğu yakalayıp içeri giren baba tavuğa ateş
ediyordu. Kamera dışarıdaydı bu anda. Baba bundan iyi para kazanabilirdi.
Savaştan beri bu sesi duymamış baba. Sonra oğluna, “Baban kaç komünist öldürdü”
diyor. Üç komünist asker öldürmüş. Ama madalyası yoktu. Tabanca hakkında da
konuşmamasını tembihliyor oğluna.
Eun-ok da
odasında İngilizce çalışırken yansıyor. Sonra James’le buluşuyor. Seraların
olduğu yerde kıza bisiklete binmesini öğretiyordu James. Sonra kızın
gözüne bakıyor. Dergiden bir kadın gözü kesip Eun-ok’un gözüne koyuyor. Şimdi
“Miss America” gibi olmuştu. Amerikan Askeri Hastanesi’nden söz ediyor ona
James. Ameliyat olabilirdi orada. James, “Yardımcı olursam benim sevgilim olur
musun” diyor. Gözünün düzeleceğinden emin olmak istiyor kız. Sonra küçük
akarsuyun kenarına geliyor Eun-ok. Suda yansıması görünüyor. James’in
yapıştırdığı gözle kendine bakıyor. Görüntüsü baş aşağı yansıyordu suda. Piyano
tınıları da duyulmaya başlıyordu. Gece olduğunda Ji-hum’u uyandıran Eun-ok onu
seraların olduğu yere götürüyor. Ona, “Bugün göz ameliyatı oluyorum” diyor. Amerikalı
askerin yardımıyla olduğunu anlayan Ji-hum, ameliyat olmamasını söylüyor. Onu
kaybedebilirdi. Ji-hum, hayatının geri kalanını böyle geçirmesini mi istiyordu?
Ji-hum’a yaklaşan Eun-ok ona sarılıyor ve “Tut beni” diyor. Sabah olduğunda
arabayla eve geliyor James. Eun-ok’u hastaneye götürmek için gelmiş.
Ji-hum da bunlara tanık oluyordu. Kız arabaya binerken engellemeye bile
çabalıyor. Aşkını kaybedecekti. Onu olduğu gibi sevmişti. Eun-ok, kör gözünü
göstererek, “Bu sana iyi görünüyor mu” diyor Ji-hum’a. Gerçeği de öğrenmek
istiyor Ji-hum’dan. Hayatın geri kalanında ona güvenle gülümseyebilir miydi
Ji-hum? Onu itekleyen Eun-ok arabaya biniyor sonra.
Hastanede
ameliyat oluyor Eun-ok. Zaman geçiyor ve ameliyat sonrası James’in arabasıyla
tarlaların olduğu yere geliyorlar. Eun-ok’un gözü bantlıydı. James arabanın
arkasına, kızın olduğu yere geliyor. Seviştiklerini göstermeyen yönetmen, evde
Eun-ok’un annesinin göz bandını çıkartışını yansıtıyor. Gözü düzelmiş ve
görüyordu şimdi. Annesi minnettardı James’e. Sonra tarla yolunda tek başına
yürüyen Eun-ok, Ji-hum’la karşılaşıyor. Ji-hum, onun iyileşmesinden mutlu
olmuyor. Ji-hum belki ona sıcak yaklaşsa kendine doğru gelen aşkın farkına
varabilirdi. Kıskançlık, gurur ve kaybetme korkusu yaşıyordu o. Ardından
helikopter yansıyor. Eun-ok’tan kaçan Ji-hum yine öğrenci gençlerle
karşılaşıyor. Kot montlu öğrenci, “Bugün ödeme yaptın değil mi”, diyor. Ona
kolay sorular soracakmış. Neden arkadaş olamıyorlardı? Üstelik Ji-hum
eğitimsizdi. Oraya Chang-guk geliyor. Onun da soracağı sorular vardı. İngilizce
konuşuyorlar. Kot montlu öğrenci, “Annen kendini Amerikan askerlerine satan bir
batı prensesiydi değil mi”, diyor. Chang-guk onun yakasına yapışıyor birden.
Annesi bir batı prensesiydi. Gömlekli öğrenci her zaman yaptığı gibi kayboluyor
oradan. Chang-guk dövüyor kot montluyu. Ji-hum’a da vurmasını söylüyor
Chang-guk. O da vuruyor. Öfkesini kontrol edemeyen Ji-hum öldürmek istiyordu
kot montlu öğrenciyi. Chang-guk onu omzuna alıp gidiyor oradan.
James ve
Eun-ok beraber iki sevgili gibi şehirde dolaşırlarken yansıyor sonra. James
sivil giyinmişti. Sonra kıza yüzük alıyor. Kadınların kalbine giden yoldu bu.
Ardından bara gidiyorlar. İçiyorlar. Sonra James LSD’nin nasıl keşfedildiğini
anlatıyor. Ağrı kesici üzerinde çalışılırken bunu keşfetmişler. Kıza uyuşturucu
vermek istiyor. Kız direnince onu tokatlıyor James. Sonra kıza, “İstemiyorsan
alma” diyor. Sadece nasıl hissettiğini bilmesini istemiş. Amerika’daki evinin
olduğu yerde dağlardan dolayı alabildiğine düzlükler yokmuş. James, “Sen
olmasaydın awol (asker kaçağı) olurdum” diyor. Kız hapı alıp içiyor sonra.
James, “Benimle Amerika’ya gitmek ister misin” diyor. Sonra pistte dans
ediyorlar beraber.
Ji-hum’un
babası tabancayla “Köpek Göz”ün yerine geliyor. Tabancayı ona satıyor. Artık
“Köpek Göz”ün işi rahatlıyor muydu? Tabancayla köpeklerin işini görebilirdi.
Dışarı çıkan “Köpek Göz” eline bakarak, “Ellerim yine kanlı” diyor.
Chang-guk’un annesi otobüsün üstünde çamaşır asarken yansıyor sonra. Kadın
çamaşırları asarken, postacı bisikletiyle gelirken derinlikte görünüyordu.
Postacıyı gören kadın mutluluk yaşıyor. Postacı zarfı uzatırken zarf yere
düşüyordu. Zarfı aldığında yine o işareti görüyor. Mektup geri gelmişti.
Yönetmen bu anları otobüs üstünden çarpıcı bir görsellikle yansıtmış. Ardından
piyano tınıları duyuluyordu. Kadın, üsse gidiyor. Onu içeri almıyorlar. Kadın,
“Bir sorum var” diyor. Amerikalı siyahî kocasının adı Michael’dı. Adresini öğrenmek
istiyordu sadece. Ji-hum da resim atölyesinden bu olanları izliyordu. Diğer
tarafta Chang-guk da yine fabrikadaydı. Pirinçler torbalara konuyordu. Daha
önce torbayı taşımakta zorlanan işçi, “Tüm cüzdanlar gitti” diyor. Birisi
elbiseleri götürmüş. Chang-guk’a bakarak içeri girip su aldığını söylüyor işçi.
İçeri girip su içmiş Chang-guk. İşçi onu suçluyordu. Chang-guk parayı kendini
suçlayanın çaldığını söylüyor ve sonra da onunla kavga ediyor. Ardından şef
geliyor. İşçi cüzdanlarını çaldığını söylüyor Chang-guk’un. “Ben yapmadım”
diyor Chang-guk. Şef de Chang-guk’u suçlayan işçiyi içeri girerken görmüş.
Aklanan Chang-guk oradan gidiyordu. Chang-guk’un annesi seraların oradan
geçerken biraz sebze alırken sera sahipleri görüyor onu. Anne, kendini
aşağılayan kadınla kavga ederken Chang-guk geliyor ve annesini omzuna alarak
otobüse götürüyordu sonra. Ji-hum da otobüse doğru yaklaşıyordu. Annesini, tüm
öfkesi ve ruhundaki acıyla dövüyor Chang-guk. Annesinin üstünü çıkardıktan
sonra bıçağı alıyor onun göğüslerini kesmek için. Chang-guk’tan kurtulan anne
otobüsün üstüne çıkıyor korkusundan. Chang-guk’u Ji-hum engelliyordu. Fonda da
hüzün yüklü çello tınıları duyuluyordu bu anda.
Otobüsün
dışındaki yan dikiz aynasından “Köpek Göz”ün motosikletiyle gelişi yansıyordu
sonra. Dikiz aynasında kendine bakan “Köpek Göz”, kadının ağlamalarını
duyuyordu. Motosikletine binen “Köpek Göz”, Chang-guk’un peşine düşüyor.
Chang-guk ve Ji-hum tarla kenarındaki yolda beraber yürürken, Chang-guk “Köpek
Göz”ü görünce birden koşmaya başlıyor. Chang-guk’u yakalayan “Köpek Göz” onu
dövmeye başlıyor. Neden annesini sürekli dövüyordu? Chang-guk’ta vicdan
denen şey yok muydu? “Köpek Göz” öfkeyle ona vururken, Ji-hum da oraya geliyor.
Ama yapacağı bir şey yoktu. Fonda da çello tınıları duyuluyordu. “Köpek Göz”
giderken, Ji-hum Chang-guk’a yaklaşıyor. Yüzü kanlar içindeki Chang-guk
öfkeliydi. Annesi de otobüste ayna karşısında yüzünü temizliyordu. “Köpek Göz”
motosikletiyle oraya geliyor. “Pisliği tekmeledim” diyor “Köpek Göz.”
Chang-guk’u dövdüğünü anlayan anne birden “Köpek Göz”e saldırıyor annelik
içgüdüsüyle. “Benim piç oğluma vuramazsın” diyor anne. O, zavallı bir çocuktu.
Böyle tepki beklemeyen “Köpek Göz” motosikletine atlayıp gidiyor otobüsün
oradan. Belki de trajedisine. Kendi yerine gidiyor önce. Beyaz köpeği
motosikletin arkasındaki kafese koyarken, “Ne yapmam gerekiyor” diyor kendine.
Tarlaya getirdiği köpeği salıyor ve arkasından tabancayla ateş ediyor peşinden.
“Köpek Göz” yere uzandığında arkasında Chang-guk beliriyordu. Tabancayı ondan
kapan Chang-guk, tabancayı ona doğrultuyor. “Köpek Göz”ü bacağından vuruyor.
Sonra da motosikletin arkasındaki kafese koyuyor onu. Motosikletle “Köpek
Göz”ün yerine geliyorlar. Chang-guk, ona köpeklere davrandığı gibi yapacaktı.
Aynı acıyı yaşatmak gibiydi bu. Chang-guk, onun ellerini arkadan bağlamış. Su
birikintisinde her zamanki gibi yansımaları görünüyor. İpi boynuna geçiriyor.
Sonra kafeslerden köpekleri çıkartan Chang-guk, köpeklerle beraber “Köpek Göz”e
yaşattığı acıları yaşatıyor. “Köpek Göz” asılı kalırken görüntü beyazlaşıyordu.
Chang-guk
otobüse dönüyor sonra. Annesi yeni bir mektup yazıyordu. Chang-guk dışarıda
ateş yakıp küvette su ısıtıyor. Annesi de polaroid fotoğrafını çekiyordu onun
pencerenin gerisinden. Küveti otobüse getiren Chang-guk, annesini küvette
yıkarken annesi, “Bugün neler oluyor Chang-guk” diyor. Chang-guk sonra bıçağı
alıyor ve annesinin göğsünü keserken kanlar da küvete doluyordu annenin acı
çığlıklarıyla. Pişmanlık duyan Chang-guk, “Anne, bu zamana kadar yanılmışım,
beni affet” diyor ağlayarak. O da annesiyle mutlu yaşamak istiyormuş. Kanlı
küvetten annesini çıkartan Chan-guk motosiklete binerken dikizleyen kamera da
onu gözlüyordu uzaktan. Tarla kenarındaki yolda hızla giden Chang-guk,
şarampole uçuyor ve çeltik tarlasındaki çamura baş aşağı saplanıyordu. Ardından
da görüntü beyazlaşıyordu.
“Köpek
Göz”ün mezbahasında polisler “Köpek Göz”ün ipte asılı cesedini buluyorlar.
Orada Ji-hum ve babası da vardı. Komşulardan biri, “Köpekleri öldürdü ve bir
köpek gibi öldürüldü” diyor. Ji-hum’un babası, “Ölülerin önünde söylenecek şey
mi” diye kızıyor yaşlı komşusuna. Otobüse sivil polis geliyor sonra.
Chang-guk’u soruyor ona. Oğlunun köpek kasabını öldürdüğünü söylüyor kadına.
Polisi kovalayan anne tarlalara koşuyor oğlunu aramak için. Havada Amerikan
uçağı yansıyor birden. Uçağa özlemle bakıyordu anne.
Sonra
kamera Ji-hum’un evine gidiyor. Yatakta uzanmış babası radyodan haberleri
dinliyordu. Haberde, “Millî Savunma Bakanlığı, şu anda savaşa katılan asker
kahramanlarını arıyor” diyordu. Baba, hayalini kurduğu kahramanlık madalyasına
kavuşacaktı. Sonra telefonla arıyor baba. İsmi de Kim Jung-ho’ydu babanın.
Çavuş Kim Jung-ho. Kim usta, zamanı yoğunlaştırarak çavuşun otobüsten inişini
gösteriyor şafakta. Eve dönüyordu madalyasıyla Çavuş Kim Jung-ho. Gündüz ok
atış alanı yansıyor sonra. Çavuş gururla madalyasını gösteriyor yaşlı
komşularına. Platinden mi yapılmıştı bu madalya? Bronzdan veya platinden kimin
umurundaydı ki? Her şey onurla ilgiliydi. Böyle diyordu yaşlı komşusu.
Evde
Chung-ho odasından çıkarken yansıyor. Eun-ok’un haz çığlıklarını duyuyor.
James’in botları da dışarıdaydı. Sonra Eun-ok odasından çıkıyor. Mutfağa
giderken abisi, “Bana biraz para ver” diyor Eun-ok’a. Sonra da “Amerikan
askerlerini çok mu seviyorsun” diyor abisi. Kendisine cevap vermeyen kız
kardeşine küfrediyor. Chung-ho, kız kardeşi mutfağa girdikten sonra kız
kardeşinin odasına gizlice girip uyuyan James’in cüzdanından para alıyor. Onun
odadan çıktığını gören Eun-ok, parayı almaya çabalarken James de dışarı
çıkıyor. Parasız bu işler olur muydu? Gencecik kız kardeşiyle oynayıp dolar da
vermiyordu cimri Amerikalı. Chung-ho bir pezevenk gibi olmuştu sanki. James,
“Böyle bir erkek kardeş olmadan daha iyi” diyor ve Eun-ok’la odaya giriyorlar.
Chung-ho da açgözlülükle yere saçılmış dolarları topluyordu sonra.
Otobüs
yansıyor. Kar yağmış. Tarlada dolaşan Ji-hum yansıyor önce. Ardından da oğlunun
ismini haykırıp duran çaresiz anne yansıyordu kameraya. İkisi de Chang-guk’u
arıyorlardı. Ji-hum, resim atölyesini kapatırken görünüyor sonra. Kendisini
sürekli rahatsız eden iki öğrenci yine karşısına çıkıyor. Artık koruyucusu
yoktu. Kot montlu, ona vurduğunu unutmamıştı hiç. Parasını alıyorlar yine.
Ji-hum sessizce oradan gidiyor. Otoriteye boyun eğmiş bir toplumu temsil
ediyordu sanki. Paranın azını arkadaşına veren kot montlu öğrenci, arkadaşının
tepkisiyle karşılaşıyor birden. Arkadaşı, “Sence ben senin adamın mıyım”, diye
soruyor. Sonra kavga ediyorlar. Kot montlu arkadaşına acımasızca vururken
polisler geliyor ara sokağa. Kot montluyu götürüyorlar. Ji-hum evden yayı alıp
ok atılan alana gidiyor. Öfkeliydi. Hedefi ıskalıyor acemi Ji-hum. Babasının
sesini duyuyor. Oklar öyle atılmazdı. Ona gösteriyor. Sonra Eun-ok’un evi
yansıyor. Botlarını çıkartan James, Eun-ok’un odasına giriyor. Bisikletle
gelmiş. James odaya girerken, Ji-hum da izliyordu evi. Eun-ok’u dikizlediği
pencereden içeri ok atıyor Ji-hum. Kaçarken James onu görüyor. James, “Ameliyat
olmanı istemeyen piçti” diyor Eun-ok’a. Öfkeli konuşmaya başlıyor James ve
“Kahrolası fahişe, sana ihtiyacım yok” diyor. Ölüm korkusuydu belki onu
tedirginliğe sürükleyen. Eun-ok avluya çıktığında, dikizci öznel kamera onu
izliyordu. Ji-hum gitmemişti. Ağlayan James’in sesini duyan Eun-ok odaya
girip onu teskin ediyor sonra.
Tarlada
anne, oğlu Chang-guk’u arıyordu hâlâ. Kar da yağıyordu. Motosikleti görüyor.
Sonra da toprağa saplanmış oğlunu. Çığlıkları insanı sarsıyordu. Toprak donmuş.
Otobüsün olduğu yere gelen Ji-hum, Chang-guk’un annesini el arabasıyla görüyor.
Ji-hum, Chang-guk’un cesedini görünce ağlamaya başlıyor. Anne onu
uzaklaştırıyor oradan. Cesedin etrafına samanları serpiştiren anne, gazyağını
samanların üzerine döküyor. Çember gibi Chang-guk’u sarmış samanları yakıyor
buzlar erisin diye. Cesedi el arabasına koyan anne onu otobüse taşıyordu.
Havada
Amerikan savaş uçağı yansıyor. Amerikalı askerler kış tatbikatı yapıyorlardı.
Yerde sürünürlerken James doğrulunca müfreze komutanı (Sean Hoskins) kızıyor
ona. Savaşta olunsaydı vurulmuştu. James, “Düşman nerede” diyerek bağırıyor.
Müfreze komutanı tabancayı ona doğrultuyor. James, “Ateş et, neden yapmıyorsun”
diyor. Uyuşturucu, uzakta olmak ve son yaşananlar psikolojisini harap ediyordu
James’in. Dinlenme anında James, müfreze komutanı tuvaletini yaparken onun
tabancasını alıyor. Bu defa silahı doğrultan kendisiydi. James, miğferini atıp
kaçıyor oradan. Ji-hum da otobüsün yanına gidiyor. Sonra viski şişesi ve
tabancayla James yansıyor. Eun-ok’un odasındaydı. İçerken Eun-ok’a, “Artık
asker değilim” diyor. “Gel bir yalan söyle” diyor sonra Eun-ok’a. Bıçağını
çıkartıp ismini Eun-ok’un göğüslerine yazmak istiyor James. Çığlıkla James’i
iten Eun-ok, şişeyle James’in başına vuruyor. Eun-ok’un annesi odaya giriyor.
Başa çıkmak zordu James’le. Annesi odadan çıkınca Eun-ok bıçağı alıyor ve
James’e doğrultuyor. James, “Öldür beni” diyor. Eun-ok, bıçağın ucunu gözlerine
götürüyor. Bıçak yere düştüğünde James gidiyor. Eun-ok’un annesi de ok atılan
meydana gidiyor. Ji-hum da oradaydı. Okçular evden çıkan James’i hedef
alırlarken, pusuda olan Ji-hum ok fırlatıyor James’e. Askerin önüne oku
saplıyor Ji-hum. James, acıyla rastgele ateş ederken, Eun-ok da trajedisinin
içindeydi. James, otobüsün oradayken, Amerikalı askerler geliyor. Onlara, “Gel
ve beni al” diyor James. Asker kaçağı ve uyuşturucu kullandığı için tutuklamak
istiyorlar onu. Yaralı James tarlaya giriyor ama gücü yoktu. Tabancayı başına
dayıyor. Onu Amerika’ya göndermelerini istiyor onlardan. Buralardan bıkmıştı.
Tetiğe basıyor. Kurşun yoktu.
Ji-hum,
tarlada kendini aşağılayıp paralarını alan öğrencilerden birini pusuya
düşürüyor. Bu gömlekli öğrenciydi. Ona ok atıp sırtından yaralıyor. Sonra
otobüsün olduğu yere gidip otobüsün üstüne çıkıyor Ji-hum. Chang-guk’un annesi
de içeri de suskunca oturuyordu. Ji-hum, teli boynuna dolayıp intihar etmek
istiyor, ama başaramıyor. Nefes değerliydi. Telle sardığı şeyi yutuyor sonra.
Polis karakolu yansıyor sonra. Üç yaşlı arkadaşı polis sorguya çekiyordu.
Polis, James’i yaralayanın onlar olduğunu sanarak buraya getirmiş. Dedektif (Go
Yong-ha), “Gerçekten konuşmayacak mısınız”, diyor onlara. İçlerinden biri,
“Aynı anda çektik” diyor. Dedektif, konuşmazlarsa üçünü de hapse atacağını
söylüyor. Ji-hum’un babası geliyor karakola. Dedektife, okun kendisine ait
olduğunu söylüyor. Onur madalyasını da masaya bırakıyor. Madalyalı kahraman
olduğu için ona hoşgörülü olamazlar mıydı? Arkadaşları onu savunurken, dedektif
vurulanın Amerikalı asker olduğunu hatırlatıyor. Ji-hum’un babasının
bileklerine kelepçe takılıyor. Sonra Ji-hum geliyor ve itiraf ediyor Amerikalı
askere ok attığını. Dedektif ona tokat atıyor sinirlenerek. Ji-hum, masanın
üzerindeki madalyayı alıp babasına takıyor. Her şeyi aşkı için yapmıştı o.
Kelepçe şimdi Ji-hum’un bileklerindeydi. Nezarete götürülüyor. Orada kot montlu
öğrenci de vardı. Öğrenci, “Kızın gözü kör olabilir, ama vücudu başka bir
şeydi” diyor alay ederek. Gece olduğunda diğer mahkûmlar uyurken, Ji-hum sarıp
yuttuğu teli hücredeki tuvalette çıkartıyor ve öğrenciyi telle boğuyor. Gürültüyü
duyan polisler içeri girip öğrenciyi kurtarıyorlar.
Otobüste
anne, oğlunun elbiselerini kucağına almış ağlarken, postacı bir defa daha
geliyor oraya. Postacı, “Senin için mektubum var” diyor dışarıda. Zarfı
otobüsün kapısına asıp gidiyor postacı. Hapishaneye Eun-ok geliyor. Ji-hum,
Eun-ok’un saçını düzelttiğinde gözünün kör olduğunu fark ediyor. Piyano
tınıları duyulurken ikisi de ağlıyordu demir parmaklıkların arasında. Ardından
otobüsteki zarfın rüzgârla uçup tarlaya sürüklenişi yansıyor. Chang-guk’un
annesi otobüste çakmağı yakıp elbisenin üzerindeki Chang-guk’un fotoğrafını
yaktığında otobüste yangın çıkıyor. Anne, ölü oğluyla yanıyordu otobüsün
içinde. Ji-hum da ciple başka bir yere naklediliyordu. Cip, otobüsün oradan
geçerken, Ji-hum dumanları görüyor. Polise dur diyor, ama durmuyordu polis.
Ji-hum’un bilekleri kelepçeliydi. Polisi boğmaya çalışırken polis tabancasıyla
onu dizinden vuruyor. Eun-ok ve babası gibi o da engelliydi şimdi.
Bulutlu
gökyüzü yansıyor. Mektup zarfı da tarladaydı. Amerikan askerleri tatbikat
yapıyorlardı. Bir asker zarfı görüyor. Mektupta, “Chang-guk’un değerli annesi
nasılsınız? Benim adım Clinton. Kaliforniya’da küçük bir şarküterim var” diyor.
Ses kesiliyor. Mektubu Chang-guk’un babası mı yazmış, yoksa başkası mı,
anlaşılamıyordu. Filmde babalar önemliydi. Öfkeli ve serttiler. Kimilerinin
babaları ölmüş müydü? Kimilerinin uzakta mıydı? Bilinmiyordu. Chang-guk ve
Eun-ok’un babaları gibi. Asker mektubu okuduğunda bir anlık sessizlikten sonra
görüntü kararıyor ve film de bitiyordu. Gerçekten bu filmin derinliğinde anlam
yaratabilmek için Kore kültürünün içinde dolaşabilmek ve yüzyıllar öncesinden
başlayarak, 2. Dünya Savaşı sonrasında parçalanıp savaşa sürüklenen yoksul
Kore’yi anlayabilmek gerekiyor. Kore Savaşı’ndan sonra Güney’de yükselen askeri
diktatörlük, baskıcılık, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yoksulluktu sadece.
Ardından 1990’ların başında demokrasinin geldiği gelişmiş bir ülke oldu Güney
Kore. Kim usta, bu demokrasinin geldiği gelişmiş ülkesini, neo-liberalizmi ve
emperyalizmi eleştiren filmler yapmayı da sürdürüyordu. Ustanın anlamlanması
gerçekten çaba isteyen “Bilinmeyen Adres” filmine psikanaliz ve sosyolojik
açıyla bakış yetersiz kaldığında sadece bir film izleniyordu perdede. Güney
Kore’de yaygın olan Budizm, Konfüçyüs öğretisi ve Hıristiyanlık açısını da buna
dâhil etmek gerekiyordu. Öncelikle Konfüçyüs düşüncelerini, hukuk bakışlarını
anlamak gerekiyordu. Kore toplumunun otoriteye hep boyun eğişini de.
Sadece yakın geçmişte değil, uzak geçmişte de. Metaforlar bu yüzden önemliydi.
Öncelikle de babalık üzerinden. Bu derinlik dışında kalınınca, vahşet ve
kötücül durumlar kalıyordu işte. Hatta bir tutam da melodramdı geriye
kalan. Kim usta, Ji-hum ve Kore Savaşı gazisi babasını, kendinden ve
babasından ilham alarak oluşturduğunu da söylüyordu bir röportajında. Chang-guk
karakteri de sınıftan arkadaşıymış. O da Chang-guk gibi hem siyahî hem de
Koreli gibiymiş.
“Kötü
Adam...”
2001
yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam”, fahişelerin ve pezevenklerin ortasında bir şiddetin
filmiydi. LJ Film’in sunduğu filmin senaryosunu Kim Ki-duk usta yazmış.
Müzikler Ho-jun Park’a, görüntülerse Cheol-hyoen Hwang’a aitti. Kim usta bu
filminde, sembolist ressam Gustav Klimt ve dışavurumcu ressam Egon Schiele’den
ilhamlar almış. Filmde genelevlerin olduğu “Kırmızı Işık” sokağı da Schiele’nin
“Kırmızı Fener” sokağını çağrıştırıyordu. Bu filmde Sun-hwa ismiyle ilk defa
karşılaşılıyordu. Ustanın, 2004 yapımı “Bin-jip-Boş Ev” filminde de Sun-hwa
vardı. İlkinde masum ve fahişeydi, ikincisindeyse masum ve sessizdi. 2005
yapımı “Shi gan-Zaman” filminde de “Boş Ev” filminden gelen Tae-suk ismi vardı.
Bu “Kötü Adam” filminde de Dal-su ismi var. “Ada” filminde de Dal-su ismiyle
ilk defa karşılaşılıyordu. Aynı isimleri kullanma, Michael Haneke ve Wong
Kar-wai filmlerinde de vardı. Ayrıca Kim ustanın bu filmi, 2002’de 52. Berlin
Film Festivali’nde “Altın Ayı” için de yarışmıştı.
Seul…
Saçlarını üç numaraya vurdurmuş ve yapayalnız bir genç adam Han-ki (Cho
Jae-hyun), kalabalıklar içinde fark ediliyor. Boğazındaki kesikten dolayı da
konuşmuyordu. Bu yalnız genç adam kaderleri değiştirecek ve trajedilerin yolunu
açacaktı. Han-ki, “Timsah” filminin genç anti-kahramanı gibi görünüyordu. Fonda
da coşkulu müzik duyuluyor bu anlarda. Ön jenerik yazıları sürerken restoranda
yemek yiyen Han-ki, alışveriş merkezinin olduğu meydanda yürürken, bankta tek
başına oturmuş beyaz ceketli ve mavi-beyaz puantiyeli elbise giyinmiş saf ve
güzel Sun-hwa’ya (Seo Won) gözü takılıyordu. Elinde cep telefonu, kucağında da
kitaplar olan genç kızı baştan aşağı süzmeye başlıyor. Bu bakışta anlam vardı.
Geçmişten gelen yüze mi bakıştı? Yoksa bir genç kızın kaderini başka taraflara
sürükleyecek bir bakış mıydı? Bankta kızın yanına oturuyor Han-ki. Kız,
sevgilisini arıyor telefonuyla. Sevgilisi gecikmişti. Kız birden Han-ki’yi fark
edince ürküyor ve yanından kalkıyor. Çok geçmeden gözlüklü sevgilisi Hyun-su
(Namgoong Min) geliyor yanına. Han-ki’den rahatsız olduğunu belli ediyor
sevgilisine. Han-ki onların yanından geçip gidiyor önce. Sonra da birden gelip
kızın dudaklarından öpüyor. Hyun-su, Han-ki’yi kızdan uzaklaştırmaya çabalasa da
Han-ki’nin dudakları kızın dudaklarına mıknatıs gibi yapış gibiydi. Hyun-su,
Han-ki’ye çöp kutusuyla vursa da dudakları birbirinden ayırmayı başaramıyordu.
Han-ki giderken kız, “Benden özür dileyeceksin” diyor öfkeyle. Han-ki onu
önemsemiyor. Üç asker karşısına çıkıyor kızdan özür dilemesi için. Han-ki
askerlerle kavga ediyor, ama üçüyle başa çıkamayınca askerler, Han-ki’yi kızın
karşısına getiriyorlar özür dilemesi için. Kız bir an onun gözlerine baktıktan
sonra “Şerefsiz” diyerek yüzüne tükürüyor. Ön jenerik yazıları da devam
ediyordu. Aşağılanmış Han-ki, nefretle bakıyordu o giderken. Ardından
filmin adı yazınca görüntü donup kararıyordu. Final bölümünde de bir donma
vardı. Bu filmde, simgesel anlamda zihinsel bulanıklar içinde bırakan
gerçeküstü anlar insanın peşini hiç bırakmıyordu.
Yüzü
kanlar içinde Han-ki sokaktaydı ve yine yalnızdı. “Kırmızı Fener” sokağındaki
ikinci katta kaldığı yere geliyor. Batı’da genelev sokaklarına “Red Light”,
yani “Kırmızı Fener” deniyordu, bu genelev, Han Nehri’ne de yakındı. Üç
kişiydiler. Orada, Myung-su (Choi Duk-moon)) ve Jung-tae de (Kim Yun-tae)
vardı. Üçü de pezevenkti ve ekipçe çalışıyorlardı. Onu kanlar içinde görünce
şaşırıyor ikisi de. Öfkeyle pencerenin camına yumruk atıyor Han-ki. Ertesi gün
alışveriş merkezinin olduğu meydana yeniden gidiyordu Han-ki. Onu arıyordu
sanki. Zincirlemeli geçişlerle zaman geçiyordu. Han-ki, kutu içeceği
parçaladığında öfkesinin ne kadar derin olduğu fark ediliyordu. Han-ki, bankta
oturup sigara içerken kızın sevgilisini fark ediyor ilk. Bu defa pembe giyinmiş
Sun-hwa geliyor. Önlerinde birbirlerine sarılıyor iki sevgili. Onlar sinemaya
giderken, Han-ki de sigarasını yere atıyor. Han-ki tüm çöplerini yer atıyordu
hep. Onları izliyor. Kafeteryaya gidiyor sevgililer. Sonra da mağazaya. Gece
Hyun-su onu motele götürürken, Sun-hwa, sevgilisine tekme atıp gidiyor. Bu
gidiş kaderini de değiştirecekti onun. Han-ki de uzaktan olanları izliyordu.
Han-ki kaldığı yere dönüyor. Arkadaşları da oradaydı. Onlara bakıyor. Bir karar
verilecekti.
Ertesi
gün, kız bu defa bir kitabevindeydi. Jung-tae, onun yanından geçerken, öznel
kamera öne doğru kayıyordu. Kız, Egon Schiele’nin reprodüksiyonlarına bakarken,
Jung-tae de kızın yakınına cüzdan bırakıyordu. Kız, “Kucaklaşmak” grafik
resmini kitaptan yırtıp kot montuna koyarken, derinlikte de Han-ki fark
ediliyordu. Kız giderken birden kitapların üzerindeki cüzdanı fark ediyor.
Cüzdanı alınca kaderi de değişiyordu Sun-hwa’nın. Kız gittikten sonra, kızın
baktığı Schiele’nin kitabına göz atıyordu Han-ki. Kız, tuvalet kabininde
cüzdandaki paraları çıkartıyor. Kamera da bu anı, tepeden “high angle/yüksek
açılı” çekimle yansıtırken “kübist” estetik kuşatıyordu perdeyi. Kız kabinden
çıkıp takım elbiseli bir adamla (Lee Dae-yeon) karşılaşıyor. Adam, elindeki
cüzdanla kızın peşine düşüyor sonra. Kızı yakalayan adam, “Seni yankesici”
diyor. Kızın çantasını alıp paraları buluyor. “Çarpan adamla bir takımsınız
değil mi”, diyor adam. Para eksikmiş. Kızı polise götürmek istiyor. Myung-su da
izliyordu onları. Sokakta merdivenlerde otururlarken, kız ertesi gün görüşmek
isteyince adam ona tokat atıyor. Ona nasıl güvenebilirdi? Kredi çek borcunu
öde, diyor kıza. Onu tefecilere götürüyor adam. Burada teminatsız kredi
veriliyormuş. Tek teminatsa yüzleri ve vücutlarıydı. Sun-hwa, imza atıp parmak
basıyor verdikleri kâğıda. İyi yazılmış senaryoyla kız tuzağa düşürülmüştü.
Gece.
Kamera arabanın içinden “Kırmızı Fener” sokağını gösteriyor. Yağmur da
yağıyordu. Genelevlerden dışarı kırmızı ve yeşil ışıklar dışarı yansıyordu.
Gerçeküstücü bir tablo gibiydi. Cipte Han-ki ve adamları vardı. Arabayı süren
Jung-tae’ydi. Polis Cho (Kwon Hyuk-ho) ve adamları da buradaymış. Myung-su
arabadan dışarı çıkıp Cho’nun yanına gidiyor. Cho kızarak, “Bu kızların dışarı
çıkmasına kim izin verdi”, diyor Myung-su’ya. Burada kaçak birisinin olduğunu
da duymuş Cho. Arabadaysa Jung-tae, “Kız bir haftada 15 bin doları nasıl
bulacak” diyor Han-ki’ye. Birkaç güne kalmaz buraya düşermiş kız. Kıza acıyordu
Jung-tae. O sırada Myung-su da arabaya geliyor. Ardından genelevin önünden bir
kadın Myung-su’yu çağırıyor. Bir sorun vardı. Biri, Yoo-jin’i dövüyormuş.
Han-ki ve Jung-tae arabanın içinden izliyorlardı. Myung-su, sarhoş adamı
kovalıyor. Üstü çıplak adam, arabanın yanına gelip cama vuruyor sonra. Han-ki de
adama sigara verip yakıyordu.
Gündüz.
Sun-hwan, arabada bir adamla. Adam, imzaladığı kâğıdı okuyor ona. Kâğıdı ona
imzalamıştı Sun-hwa. Parayı ödeyemezse vücudundan feragat edecekti. Hiçbir
resmi mercilere de bildiremeyecekti durumunu. Sun-hwa arabadan çıkıp kaçarken,
adam onu yakalıyor. Myung-su ve Jung-tae, adam kıza tecavüz edecekken
geliyorlar. Adamı dövdükten sonra kızı, “Kırmızı Fener” sokağına getiriyorlar
arabayla. Han-ki de kaldıkları yerden sokağa bakıyor. Araba, genelevin önünde
duruyor. Dışarıda oyun oynayan çocuklar da göze çarpıyordu bu sert dünyadan.
Sun-hwa, bu genelevde patronu olacak Eun-hye’yle (Kim Jung-young) göz göze
geliyordu ilk. Bir odaya yerleşen Sun-hwa’ya önce şefkatli yaklaşan Eun-hye,
ismini soruyor ona. Sun-hwa öfkeli konuşunca hemen tokadı da atıyor suratına.
Sonra da ona birkaç defa ismini söyleten Eun-hye, “Bela çıkarmamayı başarabilir
misin”, diye soruyor. Sonra Sun-hwa’ya askılı kırmızı bir elbise veriyor. Ama
Sun-hwa beyazı seviyordu. Müşteri beklenen girişte yüksek tabureye oturtuluyor
Sun-hwa. Utangaç ve yabancılaşmıştı. Sokağın diğer genelevlerinde de fahişeler
sokaktan müşteri çekmek için onları davet ediyorlardı içeri. Sun-hwa suskundu.
Han-ki de arabanın içinde genelevi izliyordu. Diğer fahişeler tüm müşterilerle
odalara giderken, Eun-hye, sokağın karşı kaldırımında oturmuş sigara içerken,
Sun-hwa’yı süzüyordu. Bir genç adam gelip yüksek tabureye oturmuş Sun-hwa’nın
karşısında duruyor birden. İlk müşterisi olacaktı. Ne yapacaktı Sun-hwa? Adam,
Sun-hwa’nın elinden tutup içeri girdiğinde, Han-ki de arabadan çıkıyor. Odada
adam soyunurken Sun-hwa hiçbir şey yapmadan yatakta oturuyor. Adam soyunurken,
“Yardım etmemi ister misin” diyor ona. Adam, Sun-hwa’yla sevişmeyi denerken,
Han-ki de arkada özel odasından onları dikizliyordu. Böyle çift taraflı ayna
genelde polisiye filmlerdeki sorgu odalarında sıkça görülüyor. Aynanın önünde
ışık parlakken, ayna arkasında da daha düşük oluyordu. Böyle olunca öndeki
aynayı görürken, arkadaki de odada olanları izliyordu. Tıpkı bu anda yaşananlar
gibi. Ama Kim ustanın filmi olunca buna psikanaliz açıdan da yaklaşmak
gerekebilir. Gerçeküstücü bu anlarda Han-ki’nin koruyan mı, yoksa dikizleyen
mi, olduğu üzerine de felsefi bakış da geliştirilebilir. Filmin derinliğinde
giderek anlamlaşacaktı bu dikizlemeler, tarif edilemez bir tutkuya, giderek
tuhaf bir aşka dönüşecekti. Sun-hwa da bu tarif edilemez aşkta işkencesine
tutulan kurban olacaktı belki de. Derinlikte anlamlaşacaktı birçok şey. Adam
yatakta Sun-hwa’yı soyup bir an önce sevişmek istiyor. Sun-hwa, adama dirense
de adam onu soyuyor. Sun-hwa bakireydi ve ilk defa bir erkekle aynı odadaydı.
Görüntü tecavüz gibiydi. Sun-hwa’nın mücadelesi sürerken, Myung-su’yu telefonla
arıyor Han-ki. Çünkü Sun-hwa’nın yardıma ihtiyacı vardı. Sonra Myung-su odaya
girip, “Üzgünüm, daha eğitilmedi” diyor. Adam, Sun-hwa’dan hoşlanmış. Myung-su
ona bağırınca adam hemen çıkıyor odadan. Eun-hye odaya gelip çırılçıplak
yatakta yüzüstü uzanmış Sun-hwa’nı görünce Myung-su’ya, “Müşterilere böyle
davranabileceğini kim söyledi sana” diyor. Han-ki perdeyi kapattıktan donra
Sun-hwa, Eun-hye’ye sevgilisinden söz ediyor. Bekâretini ona vermek istiyormuş.
Gecenin
içinde Han Nehri kıyısındaydılar şimdi. Arabanın içinde de Sun-hwa ve sevgilisi
vardı. Han-ki ve iki ortağı da oturmuş arabanın yakınında bekliyorlardı. Kızın
sevgilisi Hyun-su şaşırıyor bu arabada oldukları için. Han-ki, Jung-tae’ye
bakıyor. Buraya kadardı. Jung-tae ve Myung-su, Hyun-su’yu arabadan
çıkartıyorlar. Jung-tae de genç adama unutamayacağı birkaç yumruk da atıyordu.
Sonra da arabayla “Kırmızı Fener” sokağına dönüyorlar. Kamera, öne kayarak
genelevdeki kadınların müşterileri çağırışlarını gösterdikten sonra yine
Han-ki’nin özel odasına gidiyor. Sun-hwa yine bir müşteriyle beraberdi yatakta.
Müşteri, “Geri kalanları da çıkartmayacak mısın”, diyor ona. Derinlikte duvarda
asılı kadın portresi de fark ediliyordu. Adam onun sutyenini çıkartıyor ve
sakinleştirici sözlerle sevişmeye ikna etmeye çabalıyor. Bu da tecavüz gibi
olacaktı. Sun-hwa çığlık attığında Han-ki gidiyor oradan. Genelevin kapısında
sigara içen Eun-hye’nin yanına Han-ki ve iki ortağı geliyor. Myung-su içeri
girecekken ona tokat atıyor Eun-hye. Sonra Han-ki’ye bakan Eun-hye, “Yüksek
para ettiğini bilmeli” diyor. Han-ki özel odasına gidip Sun-hwa’nın acısını
izliyor ardından. Artık bakire değildi o. İşten sonra hüzünlü tınılar
duyulurken Sun-hwa ağlıyordu. Han-ki’nin bakışlarıyla yansıyordu bu hüzünlü an.
Sonra Han-ki demir parmaklıklar içinde beyzbol sopasıyla topa vururken,
Sun-hwa’ya yatan müşteriyi görüyor. Han-ki, adamı içeri çekip döverken kamera
da dışarıda kalıyordu. Yönetmen izlenimde şiddeti yaratmak istemiş bu anda. Sun-hwa’nın
yaşadığı şiddet daha sertti belki de.
Kendi
kaldıkları ikinci katın balkonunda Han-ki, Jung-tae ve Myung-su içki içerken
yansıyor. Myung-su, “Sun-hwa gittikçe daha sevimli oluyor” diyor. Ona karşı bir
şeyler mi hissediyordu? Üniversiteli bir hatunla çıkmak hayaliymiş. Sun-hwa,
genelevin girişinde oturmuş müşteri bekliyordu. Han-ki, çekmeceden Schiele’nin
reprodüksiyonlarının olduğu kitabı alıp Sun-hwa’ya götürüyor. Kamera, ikinci
kattan yansıtıyordu sokağı. “Kuş Kafesi” filminde Schiele tutkunu Jin-a da
fahişeydi. Sonra odasında resimlere bakıyor sayfaları çevirerek Sun-hwa. Önce
“Çıplak Uzanmış Kadın” grafik resmi görünüyordu. Sonra da Schiele’nin 1915’te
yaptığı “Sanatçı Karısının Portresi” yansıyor. Schiele’nin karısı Edith ayakta
ve çizgili elbiseliydi. Ardından da “Alman Aile” resmi görünüyor. Bu resimden
önce yırtıp cebine koyduğu sayfanın yerini görüyor Sun-hwa. Başka bir derginin
içinde sakladığı sayfayı yerine koyuyor. Han-ki de özel odasından onu
izliyordu. Kapı çalıyor ve Myung-su içeri giriyor. Parayı masaya bırakıyor.
Myung-su, “Bu iş için para ödemek istemezdim” diyor. Ama ödemezse yapamazmış.
İkisi de soyunmaya başlıyor. Han-ki acıyla onları izlerken zincirlemeli geçişle
ikisini sevişme sonrası giyinirken gösteriyordu kamera. Myung-su, “Üniversiteli
bir kızla yapmak insana farklı hissettiriyor” diyor. Sonra da itirafta
bulunuyor. Bu hale gelmesinde kendini sorumlu hissediyormuş Myung-su. Erkeklere
de haksızlık yapmamalıydı. Ama onu gördüğünde kendini suçlu da hissediyormuş
Myung-su. Bir ay önce Han-ki’nin yüzüne tükürdüğü anı hatırlatıyor ona. Sonra
Schiele kitabını alıp kapağındaki Schiele resmine bakarak, “Güzel resim” diyor
Myung-su. Odadan çıkıp gittiğinde Han-ki’nin yüzünden telaş yansıyordu. Han-ki
geriye çekilerek karanlıkta kayboluyordu. Schiele’nin kitabını eline alan Sun-hwa
bir şeyler hatırlıyor ve dışarı çıkıyor. Han-ki merdivenlerden çıkarken onu
gören Sun-hwa ikinci kata gidiyor. Öfkeyle ona tokat atıyor. Jung-tae onu
tutuyor. Han-ki tepki göstermiyor ona. Myung-su da geliyor oraya. Sonra öfkeyle
bir tokat daha atıp gidiyor Sun-hwa. Kaderini değiştirmişti o. Fuhuş içine
sürüklemişti kendisini. Han-ki elindeki beyzbol sopasını masaya vuruyor
Myung-su’ya bakarak. Sopayla Myung-su’ya vuracak gibi yapan Han-ki,
öfkesini pencerenin camından alıyordu. Han-ki gittikten sonra Myung-su, “Ben
söyledim, ondan gerçekten hoşlanıyorum” diyor Jung-tae’ye. Sun-hwa gitmek için
odasında toplanırken, odaya Eun-hye giriyor. Ne yapıyordu? Sun-hwa, “Neden bir
başka kadına bunu yapıyorsun” diyor ona. Eun-hye soyunup vücudunu göstererek, “Benim
gibi hamama bile gidemeyen biri olmak ister misin” diyor. Yönetmen, Eun-hye’nin
mahvedilmiş vücudunu göstermiyor, sadece Sun-hwa’nın endişe ve korkulu yüzüyle
hissettiriyordu.
Genelevlerde
fahişeler müşteri çağırıyorlar yine. Kamera, Sun-hwa’nın odasına gidiyor.
Eun-hye ona, yemek ve içki getiriyor. İçiyorlar. Han-ki de onları izliyordu.
Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Eun-hye gittikten sonra da içiyordu
Sun-hwa. Sonra duvardaki aynaya bakarak ağlıyor. Sanki Han-ki’ye ağlıyordu.
Öfkeli ve umutsuzdu. Tepsiyi yataktan aşağı itiyor sonra öfkeyle birden. Han-ki
bir sosyopat mıydı? Onu anlayabilir miydi? Ona karşı yavaş yavaş gelişen
tutkusu, onu anlamaya götürebilir miydi? Sun-hwa yatakta uyurken yansıyor
sonra. Ardından da yere düşmüş içki şişesinden akan damlalar. “Fallik” gibiydi
bu görüntü. Kaba bir metafor olarak da görünebilirdi belki bu an. Sonra odaya
Han-ki giriyor. Onun saçlarını düzeltiyor. Sun-hwa uyanıyor ve üstüne kusuyor
onun. Sonra yine uykuya dalıyor. Piyano tınıları duyuluyordu. Han-ki onun
elbisesinin önünü açıp vücuduna bakıyor. Aniden bir sevişme anı yansıyor.
Han-ki, başka bir fahişeyle hayvanlar gibi sevişiyordu. Kadın, onun bu
sertliğine dayanamayarak acı çekiyordu.
Gündüz Han
Nehri kıyısında Han-ki, Jung-tae ve Myung-su yansıyor genel çekimlerle. Hna-ki,
yatakta oturmuş hüzünlü Sun-hwa’yı izliyordu sonra. Sun-hwa soyunup seksi bir
elbise giyiniyor. Başına da pembe bir peruk takıyor. Aynaya bakarak dudaklarına
ruj sürdükten sonra rujla aynaya şekiller çizmeye başlıyor hüzün yüklü Sun-hwa.
Han-ki camın arkasında dudaklarını, aynaya yüzünü yaslamış Sun-hwa’nın yüzüne
götürüyor öpecekmiş gibi. Sanki hissediyordu bunu Sun-hwa. Gecenin içinde sokak
yansıyor. Genelevin kapısında diğer fahişelerle müşteri bekliyordu pembeli
Sun-hwa. Müşteri onu seçince diğer fahişeler kıskanıyordu. Yolun karşı
tarafında da Jung-tae ve Myung-su içiyorlardı kaldırımdaki masada. Han-ki
genelevin kapısına geldiğinde fahişelerden biri onu içeri alıyor, “Bir tuhaflık
var” diyerek. Myung-su da Jung-tae’ye, “Başımız belada” diyor. Kadın, Han-ki’yi
odasına götürüyor. “Sanki biri izliyor” diyor. Öznel ve sarsıntılı kamera,
gizli kamerayı gösterirken, Han-ki’nin elleri kameraya uzanıyordu. Ardından kameradan
sevişme kayıtları yansıyor. Han-ki, ortaklarına bu görüntüleri gösteriyordu
ikinci katta. Sonra da Jung-tae’ye vuruyor. Ardından da Myung-su’ya. Eun-hye de
orada ve Myung-su’yla Jung-tae’ye birer tokat atıyor o da. Sonra da onlara, “Ne
zaman bir katilin yüzünü televizyonda gördünüz” diyor. Neden görüntüleri
bulandırıyorlardı? “Bu kızlar katillerden daha mı kötüler” diyor bağırarak.
Han-ki, ardından Jung-tae’ye bir yumruk atıyor. Ağlamaklı Jung-tae gittikten
sonra Myung-su, Jung-tae’nin babası akciğer kanserine yakalandığını söylüyor.
Masraflar için bunu yapmışlar. Han-ki, spor yapılan yere, Jung-tae’nin yanına
gidiyor. Üzgündü. Sigara yakıyor ve Jung-tae’ye uzatıyor.
Genelevin
kapısında fahişeler müşteri çağırıyorlar her gece olduğu gibi. Sun-hwa da bu
defa mavi ve kısa peruk takmıştı. Elbisesi de maviydi. Gelen müşteri
Sun-hwa’nın elinden tutup odaya götürürken, sarı peruklu fahişe onu hole
getirip, “Başka kimsenin paraya ihtiyacı yok mu” diyor Sun-hwa’ya. Müttefiki
peruksuz diğer fahişeden sigarayı alan kadın, sigarayı Sun-hwa’nın yüzüne
bastıracakken Eun-hye geliyor. Peruksuz fahişe de tehdit ediyordu sonra
Sun-hwa’yı. Arabanın içinde Myung-su, “Han-ki’ye Sun-hwa’yla çıkmak istediğimi
söyleyeceğim” diyor Jung-tae’ye. Arabadan çıkıp ikinci kata gelen Myung-su
Han-ki’ye, “Sun-hwa’dan hoşlanıyorum” diyor. Her şey yoluna girerse belki
onunla evlenebilirdi de. Han-ki’ye de onu bu yola düşürdüğü için de
kızmayacaktı. Kamera dışarıdan yansıtıyordu bu anı. Aşağı inen Myung-su,
geneleve gidip Sun-hwa’nın elinden tutup odasına götürüyordu. Han-ki de
yukarıdan izliyordu onları. Sonra Han-ki kendi özel yerine giderken, arabanın
içindeki Jung-tae onu fark ediyor. Gizli yeri açığa çıkıyordu Han-ki’nin.
Perdeyi açan Han-ki onları izlemeye başlıyor. Myung-su, “Senin böyle olmanın
sorumlusu benim” diyor Sun-hwa’ya. Tüm sorumluluğu da alıyormuş. Myung-su,
“Mesele suçluluk duygusu değil, senden hoşlanıyorum” diyor genç kadına.
Sun-hwa, ondan hoşlanmıyordu. Myung-su’nun kendinden hoşlandığını anlayan
Sun-hwa’nın da planları vardı. Gitmesine izin vermesini istiyor ondan. Sun-hwa,
“Beni sevseydin, buna müsaade ederdin” diyor ona. Ya Sun-hwa’yı bir daha
göremezse? Birbirlerine sarılıyorlar sonra. Han-ki de şaşkınlıkla izliyordu bu
manzarayı.
Gündüz
olduğunda Myung-su pencerenin demir korumalığını söküyor. Sun-hwa’yı pencereden
indiriyor. Arka sokaktı burası. Jung-tae geliyor. Onlar kapışırken Sun-hwa da
kaçıyor oradan. Gece olduğunda maviler içindeki Sun-hwa caddede tek başına
yürürken görünüyor. Bir kadın ona beyaz ceketini verirken, arabanın içinden
kamera Sun-hwa’yı izliyordu sonra. Dikiz aynasından Han-ki’nin gözleri fark
ediliyordu. Sun-hwa, evine gediğinde Han-ki onu yakalayıp arabaya bindiriyor
zorla. Ardından genelevler sokağında Myung-su ve Jung-tae masada içerken
yansıyor birden. Myung-su, “Hoşlandığın kadının böyle yaşamasına izin verir
miydin” diyor. İki genç fahişe geliyor yanlarına içmek için. İş vakti
içilmezdi. Sonra Jung-tae, “Yanlış bir şey yapmadın” diyor. Neden engel olmaya
çalışmıştı? Jung-tae sadece üzgündü. Myung-su, “Nasıl olsa Han-ki onu bulup
getirir” diyor. Geri dönmesini de istiyordu Myung-su. Bir daha onu
göremeyeceğini düşünmüş. Onlar konuşurken, kamera da yavaş yavaş öne doğru
kayıyordu bu anda. Sonra Jun-tae, Han-ki’nin özel odasına gidiyor. Eun-hye,
Sun-hwa’nın eşyalarını karıştırıyordu. Schiele kitabını da görüyor Eun-hye.
Ardından yine sokak yansıyor. Genelevlerin kapılarında fahişeler müşteri
çağırıyorlardı her zamanki gibi.
Sabah.
Han-ki ve Sun-hwa yolculuk yapıyorlarken yansıyor. Seul dışındaydılar. Kıyı
şehrine geliyorlar. Burası plajdı. Kamera arabanın içindeyken, Etto Scollo’nun
söylediği “I Tuoi Fiori/Senin Çiçeklerin” şarkısı duyulmaya başlıyor. Bu
unutulmaz İtalyanca şarkıda, “Ecco qui i tuoi fiori (İşte senin çiçeklerin) /
Belli e misteriosi (Güzel ve gizemli) / Con un non so che di strano (Bu tuhaf
mı bilemiyorum) / E per questo oi (Ve bunun için ben) / Li ho messi in un vaso
(Onları vazoya koydum)” diyordu. Han-ki arabadan çıkıp Sun-hwa’nın da kapısını
açıyor çıkması için. Arabadan çıkan Sun-hwa, Han-ki’nin yanına geliyor. Han-ki
sonsuz okyanusa bakıyordu. Sun-hwa’nın üzerinde Han-ki’nin onu ilk defa gördüğü
elbiselere benzer elbiseler vardı. Beyaz ceket ve mavi elbiseliydi. Mavi
puantiyeli değildi, çiçek desenliydi bu defa. Pembe elbiseli kadın kalkıp
gittiğinde, Sun-hwa onun oturduğu yere oturuyordu. Han-ki de yanına çöktüğünde
yüzü görünmeyen pembeli kadın suya girip kayboluyordu. Bu an, “şimdiki zaman”
ile “gelecek zaman” iç içe geçmişti sanki bu gerçeküstücü anda. Sinemada bu
anlatıma “flash-farward/ileri sarmak” deniliyordu. Buna “prolepsi/erken
kullanma” ifadesi de kullanılıyordu. Bu aynı an içinde Sun-hwa’nın sonu mu
yansıyordu? Usta, bu anla zihinsel bulanıklar yaratırken, filmin derinliğinde
zihinleri daha da bulandıracaktı. Andrey Tarkovski ustanın 1983 yapımı
“Nostalghia-Nostalji” filmindeki gibi zihinsel dehlizlerde ışıksız kalıyordu
insan. Bu iki usta da hiçbir açık kapı bırakmıyor ve boşluğun içinde anlamı
aramaya sürüklüyorlardı insanı. Gizemin de ötesinde bir şeydi bu. Kamera, yakın
çekimle Han-ki’nin bakışlarından sola çevrinme yaparak Sun-hwa’nın şaşkın
bakışlarını yansıtıyor. Kesme yapmadan aşağıya doğru inen kamera, Sun-hwa’nın
kum içinde yırtılmış bir fotoğraf bulduğunu gösteriyordu. Pembeli kadının
parçalayıp gömdüğü fotoğrafları cebine koyuyor sonra Sun-hwa, “Bırak gideyim”
diyor Han-ki’ye. Kumun içinde keskin taşı alan Sun-hwa ayağa kalkıp gittiğinde
Han-ki onu yakalayıp arabaya bindiriyor. Sun-hwa dirense de. Bu sahildeki
sekans önemliydi. Hem gerçek hem de gerçeküstücüydü. Derinlikte anlam
kazanacaktı. Ama bir yere kadar.
Eun-hye,
genelevin camlarını temizlerken araba geliyor. Sun-hwa arabadan çıkınca onu
içeri götürüyor Eun-hye öfkeyle. Myung-su da kaldıkları ikinci katın
balkonundan onları görüyordu. Jung-tae de balkondaydı. Sun-hwa da odasında
yırtık fotoğrafları bir araya getirmeye çabalarken yansıyor sonra. Sun-hwa,
fotoğrafların parçalarını, duvara astığı kadın resmi üzerinde bir araya
getiriyordu. Sun-hwa’nın bir araya getirdiği fotoğraflarda yüzler yoktu.
Sun-hwa fotoğrafları aynaya yapıştırıyor sonra.
Gece
olmuştu Yağmur yağarken genelevlerin sokağında fahişe saksı içindeki çiçeği
kaldırıma bırakırken yansıyor. Burası Sun-hwa’nın olduğu genelevin önüydü.
Kaldırım kenarında arabasıyla satıcı da fark ediliyor. Maviler içindeki Sun-hwa
da dışarı çıktığı görülüyordu derinlikte. Sokağın karşısında da Han-ki ve
ortakları masada içiyorlardı. Jung-tae kadehi ağzına götürürken Myung-su
kızıyordu ona. Babası gibi mi olmak istiyordu Jung-tae? Babası iyileşmiş
Jung-tae’nin. Han-ki’ye teşekkür ediyor. Sonra Myung-su da özür diliyor
Han-ki’den. Ama Sun-hwa’dan hoşlanıyordu. Onu getirmesine de sevinmiş.
Jung-tae, “Dal-su yakında hapisten çıkar” diyor. Dal-su dönerse eski günlere
dönebilirlermiş. Myung-su, “Müşterilere şantaj yapıp fahişelerle filmlerini
çeker” diyor Jung-tae’ye. Bu sayede çok para kazanabilirlerdi. Ortakları
masadan kalkınca Han-ki masada tek başına kalıyor. Yönetmen bu masadaki anı,
uzun ve tek çekimle yansıtmış. Sarhoş Han-ki, holde yüksek taburede oturan
Sun-hwa’nın yanına gidiyor. Kaldıkları ikinci kattan öznel kamera onarlı
dikizliyordu. Myung-su muydu? Han-ki, Sun-hwa’yı odaya götürüyor. Odaya
girdiklerinde Han-ki’nin özel odasında perde açılıyor ve Jung-tae’nin yüzü
görülüyor. Çarpıcı görüntüyle Han-ki ve Sun-hwa yatakta otururken, cama
Jung-tae’nin yansıması vuruyordu. Gerçeküstü bir görüntüydü bu. Kadın portre
resmi yine duvarda asılıydı. Han-ki, sarhoş ve kederliydi. Sun-hwa’ya sarılmak
istiyor. Gerçek anlamda bir dişi şefkatini mi arıyordu Han-ki? Yatağa
uzandıklarında Han-ki onun elinden tutuyordu büyülenmiş gibi. Jung-tae’nin
bakışıyla fotoğrafın boşluk yerinden Sun-hwa’nın yüzü yansıyordu. Metafor muydu
bu gerçeküstü görüntü? Fonda da etkileyici bir müzik duyuluyordu. Uyuklayan
Han-ki âşık mı olmuştu? O sevebilir miydi? Sun-hwa yatakta doğrulduğunda çift
taraflı ayna da tam olarak görülüyordu. Yere oturuyor Sun-hwa. Zincirlemeli
geçişle (dissolve) zamanın geçtiği fark ediliyordu. Sun-hwa da uyukluyordu.
Sonra Han-ki uyanıyor.
Gündüz
genelevin önünde kaldırımda fahişelerle sebze hazırlarken Eun-hye de örgü
örüyordu. Myung-su geliyor oraya. Sonra gece oluyor. Genelevin önündeki satıcı
yansıyor. Ardından kamera onların kaldığı ikinci kata gidiyor. Myung-su
ve Jung-tae geneleve bakıyorlardı. Bir araba geliyor. Gelen Dal-su’ydu. Han-ki
ortaklarının yanına gelince onlar gidiyorlar. Sarı gömlekli Dal-su (Lee Han-wi)
genelevin holüne girip Sun-hwa’nın elinden tutup odaya götürürken, fahişelerden
biri sıranın kendinde olduğunu söylüyor. Odaya Jung-tae giriyor. Dal-su,
“Jung-tae kabalaştın” diyor. Dal-su onu dışarı atarken, holde Han-ki de
Dal-su’yu kollarını arkadan tutarak dışarı çıkarttığında Dal-su’nun adamı
tuğlayla Han-ki’nin başına vuruyor. Yüzü kanlar içinde olan yerdeki Han-ki,
ağlayarak kendine bakan Sun-hwa’yla göz göze geliyor bir an. Yerdeki posteri
alan Han-ki, posteri bıçak gibi sert yapıp, başına tuğlayla vuran adamın
boğazına saplıyor sonra. Dal-su Han-ki’ye, “Önümüzdeki haftaya kadar burayı
boşaltın” diyor. Dal-su gittikten sonra Sun-hwa’ya bakıyor. Sun-hwa, o bakınca
perdenin arkasına saklıyordu yüzünü. İkinci katta ortaklarıyla Han-ki yansıyor
ardından. Hava sıcaktı. Yine gece genelevler sokağında fahişelerin müşterileri
çağırışı yansıyor sonra. Artık Sun-hwa da diğerleri gibi yapıyordu. Bir genç
adamla odaya gidiyor. Sun-hwa müşteriyle yatakta görünürken, cama Han-ki’nin
yansıması vuruyordu. Sun-hwa hiç tepki vermiyordu genç adam hazzı yaşarken.
Genç adam giyinirken Sun-hwa’ya, “Gerçekten hoşuna gitti gibi” diyor. Genelde
böyle miydi Sun-hwa? Onun gediklisi olmak istiyor genç adam. Sonra da
Sun-hwa’nın dudaklarına eğilerek öpüyordu.
Gündüz
genelevin önünde oturmuş Eun-hye, Sun-hwa için yün şapka örerken yansıyor.
Maviler içindeki mavi peruklu Sun-hwa da oradaydı. Gece çökerken Han-ki’nin
boğazından yaraladığı adam masadan cam keserken görünüyor. Adam genelevlerin
sokağına çıkıyor. Han-ki de karşısından geliyordu o sokağa çıktığında. Han-ki,
mor peruklu ve pembe elbiseli Sun-hwa’ya bakınca adam camı Han-ki’ye
saplıyordu. Arabanın içinde oturan Myung-su ve Jung-tae, Han-ki yere düşerken
fark ediyorlar onu. Jung-tae, Han-ki’yi sırtlayıp götürüyordu sonra. Mor renk
uzlaşmaydı. Sun-hwa’nın uzlaşmasıydı. Pembe elbise de plajdaki kadını
hatırlatıyordu.
Gündüz.
Kamera, kaldırım üzerinde giden karıncayı sağa çevrinme yaparak gösteriyor.
Derinlikte anlamlaşacak bir metafordu bu. Sun-hwa’nın bakışlarıyla. Genelevin
holünden sokak yansıyor. Sokağa gelen arabada Han-ki vardı. Sun-hwa kameranın
önüne geçiyordu. Yüzünde mutluluk ifadesi vardı. İkinci katta Han-ki ortakları
yansıyor sonra. Jung-tae, “Yapabileceğimiz bir şey var mı”, diyor. Sonra
Myung-su ve Jung-tae kalkıp gidiyorlar. Genelevin karşısındaki kaldırımda
Myung-su, “Gerçekten bunu yapacak mısın” diyor Jung-tae’ye. Oraya Dal-su
geliyor. Myung-su ona karşı saygılı davranıyor. Emrederek Myung-su’dan sigara
istiyor Dal-su. Kendisine dik dik bakan Jung-tae’nin yüzünü hafifçe tokatlıyor
sonra da küfrediyor. Myung-su öfkelenen Dal-su’yu oradan uzaklaştırıyor hemen.
Ama Jung-tae bakışlarını kaçırmıyor Dal-su’dan. Onu çıldırtıyordu bu bakışlar.
Ardından Sun-hwa yatakta uyurken yansıyor. Han-ki çakmağı yakıp Sun-hwa’nın
güzel masum yüzüne bakıyor camın ardından. Han-ki’nin yüzü de camda yansıyordu.
İlk anda görüntü kararıyormuş gibi hissedilse de kamera başka mekânda elinde
bıçağıyla Jung-tae’yi gösteriyor. Mekân kasvetliydi. Çarpıcı kurguydu bu.
Han-ki’nin karnına cam saplayan adamı bıçaklıyordu. Adam uyuyordu. Jung-tae
oradan giderken kapıyı Han-ki açıyor. Jung-tae’yi engellemek için geç kalmıştı.
Jung-tae, “Önceki mahkûmiyetlerinden dolayı idama mahkûm edilirsin” diyor
Han-ki’ye. Onun ilk suçuydu. Onu kurtarmak için yapmış. Han-ki, eliyle boğazını
sıktığı Jung-tae’yi bırakıyor. Jung-tae’nin yanından giderken, kamera kesmeyle
Han-ki’nin ayaklarını gösteriyor. Gardiyan, Han-ki’yi hücreye bırakıyordu.
Myung-su ve Jung-tae de hapishanenin avlusunda yansıyordu.
Jung-tae, kaldıkları
ikinci katta Myung-su’ya, “Polise anlatmalıyım” diyor. Han-ki idam
edilebilirdi. Myung-su, “Sen yapmasan, Han-ki onun bir yolunu bulup öldürürdü”
diyor. Belki de Han-ki’nin hapiste olması Myung-su’yu rahatlatıyordu Sun-hwa
için. Ardından Sun-hwa odasında yansıyor sonra. Yatakta oturmuş Sun-hwa,
Schiele’nin kitabını açmış hüzünle bakıyordu. Kitaptan sayfasını yırttığı
bölümdü bu. Bir fahişe gelip işe çıkmasını hatırlatıyor ona. Sun-hwa öfkeliydi.
Kovduğu fahişeden sonra odaya Eun-hye geliyor. Onun için acı çektiğini anlayan
Eun-hye, “Senin bu yola düşmene neden olan kişiydi o” diyor. Sun-hwa’nın ona
söyleyecek lafı mı vardı? Hapishanede Jung-tae Han-ki’yi ziyarete gidiyor
sonra. Aralarındaki camın küçük deliğinden ona sigara verip yakıyor Jung-tae.
Sigaradan dumanı içine çekerken Sun-hwa da geliyor beyazlar içinde. Sun-hwa,
“Bu şekilde ölemezsin; beni mahvettin ve böyle öleceksin, öyle mi” diyor.
Dışarı çıkmasını söylüyor Han-ki’ye. Bağırıyor ve küfrediyor Han-ki’ye.
Sun-hwa’ya donuk gözlerle bakan Han-ki sadece sigaranın dumanını içine
çekiyordu. Sun-hwa kriz geçiriyor gibiydi. Jung-tae onu tutmasa camı delip
Han-ki’yi götürecekti uzaklara sanki. Görüşmeden sonra Jung-tae arabayla,
Sun-hwa’yı Han Nehri kıyısına bırakıyor gitmesi için. Ama Sun-hwa ona tokat
atıp arabadan inmiyordu. Onlar arabayla giderken, köprüden tren geçiyordu.
Sun-hwa
odasındaydı. Aynaya yapıştırdığı fotoğraftaki boşluktan Sun-hwa’nın yüzü
yansıyordu. Piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Fotoğraflarda yüzler yoktu.
Birden fotoğraftaki boşluktan erkek gözleri de yansıyor. Kimin gözleriydi
bu? Jung-tae’ydi bu. Fotoğraftaki kadının olduğu boşluğu Sun-hwa’nın yüzü
dolduruyor ve görüntü kararıyor. Gerçeküstü ve metafor yüklü bir görüntüydü bu?
Ardından gecenin içinde genelevler sokağı yansıyor. Dal-su yine görünüyor.
Sun-hwa’nın çalıştığı genelevin önündeki satıcıya kızıyordu. Dal-su da
insanların bakışlarına karşı bir takıntısı vardı. Obsesyondu bu. Dal-su’nun
yanında da Myung-su da vardı. Arabadaki Jung-tae de onları izliyordu. Myung-su
Dal-su’yu içeri alıyor. Ona göndermek istediği fahişe isteksizdi Dal-su’yla yatmaya.
Arabanın dikiz aynasından Jung-tae’nin gözleri yansıyor. Arabadan inen
Jung-tae, odaya giriyor ve Dal-su’ya öldüresiye yumruklar vuruyor. Odaya gelen
Myung-su ayırmaya çabalıyordu onları. Ardından elleri kelepçeli ve mavi
hapishane kıyafetli Jung-tae hapishanede yansıyor. Koridorda gardiyanla
yürürlerken, hücre kapılarının gözlerinden içeri de bakıyordu Han-ki’yi görmek
için. Öznel kamera hücre kapısının önünden geçerken kapı gözünden Han-ki
görünüyor. Sonra Jung-tae hücreye götürüldüğünde orada başka mahkûmlar da
vardı. Aşağılayıcı davranıyorlar ona. Sonra da saldırıyorlar. Diğer taraftaysa
tek başına kalan Myung-su, Sun-hwa’nın odasına giriyor gizlice. Sun-hwa
uyuyordu. Yatağın kenarına oturan Myung-su onun elini tutuyor. Kaygılanmamasını
söylüyor ona. Kendisi hep buradaydı. Sun-hwa’yı okşamaya başlıyor. Sun-hwa ona
tokat atıyor böyle yaptığı için. Myung-su, tecavüz etmek için onun üzerine
çıkıyordu sonra.
Gecenin
içinde yağmur yağan genelevler sokağı yansıyor. Kamera hapishaneye gidiyor.
Gardiyanlar hücre kapısını açıp yerde oturan Han-ki’ye, “565, çık dışarı”
diyorlar. Bileklerine kelepçe vuruyorlardı. İdama götürüyorlardı onu. Jung-tae
hücre kapısının gözünden görüyor Han-ki’yi ve “Yürümeye devam et” diyor. Sonra
da hücrede mahkûmlarla kavga çıkartıyor. Han-ki’yi götüren gardiyanlardan biri
hücre kapısını açıp içeri girdiğinde Jung-tae dışarı çıkıp kapıyı örtüyor.
Sonra da copla Han-ki’ye vuruyor Jung-tae. Ardından da gardiyanlara savcıyı
çağırmalarını söylüyor. İtiraf edecekti her şeyi.
Gece
genelevler sokağı yansıyor. Fahişeler yine müşteri çağırıyorlardı. Sun-hwa da
işe çıkıyor. Genelev kapısında otururken derinlikte Han-ki görünüyor. Gelen
müşteri Sun-hwa’yı seçiyor. Odaya gittiklerinde adam ayda ne kadar kazandığını,
soruyor Sun-hwa’ya. Camdan Han-ki’nin özel odaya geldiği fark ediliyor.
Sun-hwa, adama tokat atıp odadan kovuyor. Eun-hye odaya gelip sorununu öğrenmek
istiyor ağlayan Sun-hwa’dan. Han-ki’nin de serbest kaldığını öğreniyor
Eun-hye’den. Kadın gittikten sonra aynaya yaklaşan Sun-hwa’nın yüzü Han-ki’nin
yansıması üzerine düşüyordu. Yakın çekimle fotoğraftaki boşluktan yüzü
görünüyor Sun-hwa’nın sonra. Ardından diğer boşluktan Han-ki’nin yüzü. Han-ki
çakmağı yakınca onu görüyor Sun-hwa. Kül tablasını aynaya fırlatıyor Sun-hwa.
Ayna kırılıyor. Sonra odaya gelen Han-ki’ye ağlayarak tokat atıyor Sun-hwa.
Oda, Han-ki’nin özel odasından yansıyordu kırılmış yerden. Fonda da “I Tuoi
Fiori” şarkısı duyuluyordu. Birdenbire Sun-hwa’ya sarılıyor Han-ki. Sonra
yüzleri olmayan fotoğrafları aynadan alıyor Sun-hwa. Aynadaki kendi yansıması
da parçalanmış görünüyordu. Her şeyiyle parçalanmıştı o.
Sabah
bomboş “Kırmızı Fener” sokağı yansıyordu. Arabayla gelen Han-ki, kapıda
bekleyen Sun-hwa’yı arabaya alıyor. Eun-hye de geliyor ve Sun-hwa’nın arabaya
binişini sessizce izliyor. İkinci katta da Myung-su fark ediliyordu araba
giderken. Alışveriş merkezinin olduğu meydanda bankta oturuyorlardı şimdi. Onu
ilk defa bu bankta görmüştü Han-ki. Elini Han-ki’ye uzatıyor Sun-hwa, ama
Han-ki elini çekip arabaya doğru gidiyor. Onu azat etmişti. Arabadan
Sun-hwa’nın gidişini izliyordu sonra Han-ki.
Sonra
Myung-su’yla Kore usulü meyhanede içiyor Han-ki. Kederler içindeki Myung-su
öfkeliydi. “Neden yaptın bunu” diyor. Sun-hwa’dan hoşlanıyordu. “Jung-tae’yi
katil yaptın” diyor Myung-su. Ne yapmıştı onlara böyle Han-ki? Öfke içinde
meyhaneden çıkıyor Myung-su. Sonra gecenin içinde yapayalnız Sun-hwa yansıyor.
Sarhoş Myung-su genelevin önündeki satıcıdan kahve alırken, öznel ve sarsıntılı
kamera da ona doğru yaklaşıyordu. Satıcıya, “Han-ki hakkında ne düşünüyorsun”
diye soruyor. Han-ki iyi biriydi onun için. Han-ki’yi görüyor. O da sarhoştu.
Han-ki’yi gören Myung-su, “İşte kahramanımız da boy gösterdi” diyor alaycı
sözlerle. Han-ki, Myung-su’yu öldüresiye dövüyor. Eun-hye onları ayırmaya
çabalarken, ilk defa sesi duyuluyor Han-ki’nin. Kısık sesiyle, “Pislik herif”
diyor Myung-su’ya. “Bir pisliğin aşkı ha” diyor sonra. Gözlerinden öfke ve
nefret fışkırıyordu. Myung-su’nun da. Gece öznel ve sarsıntılı kamera, Han
Nehri kıyısındaki Han-ki’ye yaklaşıyor sonra. Gelen Myung-su’ydu ve elinde de
bıçak vardı. Han-kiyi bıçaklıyor. Fonda da hüzünlü bir müzik duyuluyordu.
Kamera, Myung-su’nun bıçağı sapladığında “low angle/düşük açılı” çekimle
gösteriyordu bu anı. Han-ki yere yığılırken, elinden bıçak düşen Myung-su
paniğe kapılıp kaçıyor oradan. Han-ki de bıçağın üstüne kumla örtüyordu.
Sun-hwa da anayolda yürürken yansıyor birden. Bir kamyonet duruyordu yanında.
Sonra kamera, Han-ki’nin kanlı elinden yukarı doğru “tilt” yaparak Han-ki’nin
yüzünü gösteriyor. Ayağa kalkan Han-ki sigarasını çıkartıp yakıyor. Sun-hwa da
kamyonet sahibiyle yolculuk yapabilmek için yatıyordu.
Han-ki de
yaralı olarak elbise satılan bir yere giriyor. Sabah olunca da kareli bir
gömlek giyip çıkıyor oradan. Sun-hwa, daha önce Han-ki’nin kendisini getirdiği
plaja geliyor. İntiharı mı düşünüyordu? Yere çöken Sun-hwa kumu karıştırırken,
kumun içinde fotoğraftaki eksik parçaları buluyor. Bir kadınla bir erkeğin
yüzleriydi bu. Fotoğraftaki erkek Han-ki’ydi. Üzerinde kareli gömlek vardı.
Kadın da pembe elbiseliydi. Kadın Sun-hwa’ya benziyordu. Yoksa gerçeküstücü bir
an mıydı bu? Yoksa Han-ki’nin ona tutulması, Sun-hwa’nın geçmişteki kadınına
benzemesi miydi? O kadın var mıydı? Hepsi muammaydı. Fonda da piyano tınıları
duyuluyordu. Sonra otobüsle yolculuk yapan Han-ki yansıyor. Ardından Sun-hwa
şehirde dolaşırken görünüyor. Bir butiğin önünde pembe elbiseyi görünce
elbiseye hayranlıkla bakıyor. Sonra Han-ki plaja geliyor. Yere çömeldiğinde
görüntüye Sun-hwa da giriyordu pembe elbiseyle. Han-ki’nin yanına oturuyor.
Han-ki onu görünce şaşırıyor. Elini omzuna attığında piyano tınıları kaplıyordu
perdeyi. Tıpkı fotoğraftaki gibiydi görüntüleri. Sonra görüntü beyazlaşıyordu.
Okyanus
kıyısında kamera kamyonetin içindeyken, Han-ki kamyonetin arkasına yatak
yerleştiriyordu. Sun-hwa da onu izliyordu kamyonetin ön tarafında. Balıkçı
teknelerinin olduğu kıyıya geliyorlar. Genel çekimle yansıyordu bu an. Han-ki
balıkçılarla konuşuyor tek tek. Biriyle anlaşıyor ve adamı kamyonete götürüyor.
Sun-hwa da kamyonetin arkasına gidiyor onları görünce. Kıyıdaki betonlar
bloklar da sanat eseri gibi yansıyordu filmde. Kamera, betonların arkasına
geçtiğinde Sun-hwa kamyonete biniyordu. Han-ki de parayı peşin alıyordu.
Han-ki, adam kamyonetin arkasına geçtiğinde beton bloklara gelip sigarasını
yakıyordu. O bir pezevenkti ve başka bir iş bilmiyordu. İş bittikten sonra
Sun-hwa onun yanına geliyor. Fonda da İsveçli şarkıcı Carola Haggkvist’in
babasına adadığı “Blott en Dag” şarkısı duyulmaya başlıyordu. Han-ki içtiği
sigarayı Sun-hwa’ya veriyor. Sonra arkasındaki kasası kırmızı tenteli kamyonete
binip gidiyorlar. Han-ki babası, âşığı ve pezevengiydi şimdi Sun-hwa’nın. Onlar
yola çıktığında yavaşça siyah-beyaz olan görüntü ardından donarak
fotoğraflaşıyordu. Görüntü kararınca kırmızının pembeye dönüştüğü tente sadece
bir nokta gibi kalıyordu siyahlığın içinde. Kim usta, doğrudan bu filminde
final anını göstermiyor. Final anı, Sun-hwa ve Han-ki’nin sahile ilk geldikleri
zamanın içinde yaşanıyordu. Sun-hwa, pembeli kadının denize doğru yürüyüp
intihar etmesiyle kendi sonunu yaşıyordu. Kim usta, bu anda şimdiki ve gelecek
zamanları iç içe geçirmişti. Kamyonetin kırmızı tenteli kasası sonra pembeye dönüşüyordu.
Kırmızı Han-ki’yi, pembeyse Sun-hwa’nı simgeliyordu bu trajedide. Aslında
Sun-hwa, şizofren ruh halindeydi. Bir an gerçekliğinde ve ruhunda Schiele’yi
yaşıyordu. Bazı anlar gerçeklikle buluşmasa da David Lynch ustanın belirttiği
gibi, rüyaları yalnız bırakmak en iyisiydi. Kim ustanın filmdeki eklektik gibi
duran ve yaşanmamış bu son bölümü de rahat bırakmalıydı.
“Sahil
Koruma...”
Kim Ki-duk
ustanın 2002 yapımı “Hae Anseon-Sahil Koruma” filmi, bir ülkeyi ve insanlarını
tanımak için bir başucu filmi olabilir. Güney Kore, inanılmaz biçimde, hem de
paranoyakça Kuzey Kore’den korkuyor. En azından bu gerçeküstücü filmi
seyrederken bunu anlıyorsunuz. Prime-Korea Pictures’ın sunduğu filmin
senaryosunu Kim usta yazmış. Müzikleri Yeong-gyu Jang ve Byung-hoon Lee
bestelemiş. Kamerayı da Dong-hyeon Baek kullanmış. Bu film, 2003’te Çek
Cumhuriyeti’ndeki Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde dört dalda
ödüllere aday olmuş ve bunlardan üçünü kazanmıştı.
Otoriteye,
öncelikle orduya karşı muhalif olan Kim usta, bu filminde bir müfreze
aracılığıyla Güney Kore ordusuna sert bir bakış gönderiyor. Orduyu biliyordu.
Para için orduya katılan Kim usta, bu filminde askerlik deneyimlerini de
yansıtabiliyor perdeye. Gerçeküstü anlatımla her şey gerçekçi yansıyordu
filmde. Askerlik psikolojisine elle dokunabiliyordu insan. Emir-komuta zinciri
altında işlerin yürüdüğü askerliğin, özelde Güney Kore’deki askerliğin ruhunun
iç organlarına girebiliyordu kamerasıyla Kim usta. “Sahil Koruma” filminde
kanları sanki bir ketçap şişesinden fışkırtır gibi neredeyse perdeyi kırmızıya
boyuyordu bir de. Kim usta, bu askerlik aracılığıyla erkeklerdeki potansiyel
şiddet duygusunu da dışarı çıkartmayı başarmış.
Ordu,
Kuzey Koreli casusların gelebileceği endişesiyle bir balıkçı kasabasına bir
müfreze konuşlandırmış. Burası Kuzey sınırındaydı. Gündüzleri talim yapan,
geceleri de gece görüşlü dürbünleriyle hareket eden her şeye ateş eden
askerler, sonunda büyük bir hata yapıyorlar ve bu hata birçok kişiyi
etkiliyordu sonra. Sarhoş iki genç sevgili, Yeong-gil (Choi Hae-yeong) ve
Mi-yeong (Park Ji-ah), gecenin bir yerinde kıyıda sevişirken, gece görüşlü
dürbünüyle hareket eden bir şeyin farkına varan Kıdemli Onbaşı Kang (Dong-gun
Jang), tüfeğindeki şarjörü hareket eden şeye boşaltıyor ve Yeong-gil’in korkunç
ölümüne neden oluyor. Kang, el bombası da atınca Yeong-gil’in cesedi parçalara
ayrılıyordu. Bu ölüm, kasabada infial yaratıyor, çünkü ordu mahkemesi
Kang’ı masum buluyordu. Ama, bu trajedi hem güzel Mi-yeong’a hem de Kang’a
büyük travma yaşatacaktı delilik sınırlarında. Kang, bu cinayeti, bu kaza
ölümünü gerçekleştirmeden önce yönetmen onun kişiliği üzerinde de duruyordu.
Görevine sadakatle bağlı bir asker olan Kang, izinli bile olsa görevdeymiş gibi
davranıyor. Kuzey Koreli casus ve asker yakalamak için takıntı bile yapıyor.
Her şey vatan içindi. Ama Yeong-Gil’in ölümü, zihinsel anlamda başka taraflara
götürüyordu onu. Dışlanma, yabancılaşma, vicdan azabı vardı orada. Hatta
delilik. Bir grup asker de Mi-yeong’un acısından faydalanıyordu ona tecavüz
ederek. Kim usta, ordu deneyimlerinden de yardım bularak bu sarsıcı filmi
ortaya çıkartmış. İnsanın karanlık doğası da vardı bu sarsıcılıkta. Acımasız ve
faydacı olabiliyordu insan. Bir sosyopat gibi. Mi-yeong’un deliliğe sürüklenişi
de bu tecavüzün travmasıydı. Tecavüz anları gerçekten vahşiydi. Bakarken
insanı zorluyordu.
Askeri
mahkemece mahkûm edilmese de askerlikten atılan Kang, karargâhı terk edemiyor.
Üstündeki kamuflajlı askeri üniformayı bile çıkartmıyor. Karargâhı terk etmeyen
yüzü siyah boyalı Kang, tellerin öbür tarafında askerler talim yaparken Kıdemli
Er Yoon’a (Park Yoon-jae) sesleniyor kapının ardından. Onbaşı Jang’a da (Kim
Goo-taek) sesleniyor sonra. Zaman geçiyor. İki asker sahil kıyısında yürürken,
tel kenarında oturmuş Kang’ı fark ediyorlar. Eskiden onların askeriydi, ama
şimdi bir sivildi Kang. Ayağa kalkan Kang, askermiş gibi emir veriyor erlere.
Birini de öldüresiye dövmeye başlarken diğeri de üslerine haber vermek için
karargâha gidiyor. Kang, dövdüğü ere talim yaptırmaya başlıyor sonra. Kim usta,
bu anda etkileyici bir disiplin eleştirisi yapıyordu. Bununla beraber,
dışlanmış Kang’ın çöküntüye doğru sürüklenen psikolojisini de dışarı
çıkartıyordu tabii ki. Ere acı çektiriyor Kang verdiği talimatlarla. Kang
ona,”Hâlâ görevdeyim, anladın mı”, derken, karargâhtan diğer askerler de
geliyor oraya. Kang, pısırıkları forma sokuyormuş talim yaptırırken. Çavuş,
“Delirdin mi”, diyor ona. Kang askerlikten atılmıştı ve şimdi bir sivildi
sadece. Kang, oradaki tüm erlere emir veriyor birden. Onlara talim yaptırmaya
başlıyor suyun içinde. Onlara, “Hâlâ komutanınız Kıdemli Er Kang Han-chul”
diyor. Kang erlere talim yaptırırken iki kıdemli asker geliyor oraya. Sivil
birinden emir aldıkları için erlere kızıyor. Kang emrini sürdürürken kıdemli er
ona yumruk atıyor hemen. Kıdemli er, askerlere karargâha dönmelerini söylüyor sonra.
Onun emrine uyanlara da ceza verecekmiş. Kang da karargâha girecekken, buranın
sivillere yasak olduğunu söylüyor kıdemli er. Askerler karargâha girdikten
sonra Kang tüfeğiyle teli parçalıyordu hemen.
Bilardosu
da olan kahvehanenin çekici garson kızı (Jeon Na-hyeon) yansıyor kahvehanede.
Bu kahvehaneye sivillerle beraber izinli askerler de geliyordu. Kang da oraya
geliyor sonra. O gelince ortam birden gerginleşiyor. Silah arkadaşları onu
dışlayıp yalnızlığa itmişlerdi. Bu kahvehane de bile dışlanmışlığını hissediyor
psikolojisi giderek bozulan Kang. Kasabalı gençler de onu üniformalı görünce
şaşırıyorlar. Ordudan atılmış biri resmi kıyafet giyebilir miydi? Onu
aşağılamaya başladıklarında onlarla kavga bile ediyor Kang. Gençler dövüyordu
onu. Kahvehane sahibi kurtarıyor Kang’ı gençlerin ellerinden. Kahvehaneden
karargâhın kıyısına geliyor sonra Kang. Suya girerek bağıran Kang’ın yanına
gelen Mi-yeong ona, “Yeong-gil” diye sesleniyor. Mi-yeong da delilik sınırındaydı.
Karargâhta
müfreze komutanı öfkeli sesle, kahvehanede olanların ayağa kalkmasını söylüyor
erlere. Kang dayak yerken neden ona yardım etmemişlerdi? Kıdemli Er Cho karşı
çıkıyor ona. “Neden bir sivile yardım edecekmişiz” diyor. Müfreze komutanını
tehdit ediyor er, “Sivil hayatta karşıma çıkma” diyerek. Sonra nöbet yerinde Er
Cho’nun arkası yara içinde yansıyor. Falakaya yatırılmış üslerine karşı geldiği
için. “O çatlak o… çocuğu yüzünden” diyor pantolonunu çekerken. Nöbet arkadaşı da
“Onun hissettiklerini anlıyorum” diyor birden. Onların arkadaşıydı. Cho,
arkadaşına hafifçe vuruyor. Kang, karargâhı da ikiye bölüyordu sanki. Onlar
tartışırken, öznel sarsıntılı kamera yaklaşıyordu onlara doğru. Kang’dı bu. Onu
fark eden diğer er hemen selam veriyor Kang’a. Cho onu itekliyor ve yere düşen
Kang’ın yüzüne postalıyla basacakken onun ayağını yakalıyor Kang. Diğer er
ayırıyor onları. Ayağa kalkan Kang ona tokat atınca, Cho da yumrukluyor Kang’ı.
Dayak yiyen Kang uzaklaşıyor hemen oradan.
Gece
olunca askerler gece görüşlü dürbünlerle kıyıyı kontrol ediyorlar. Gece görüşlü
dürbünle etraf yeşil görünüyordu. Çerçeve de kaşlıydı. Sadece kıyıda balıkçı
teknesi görünüyor. Kang da geliyor sonra. Yüzü de yaralıydı. Er onu içeri
alırken tüfeğini kapıyordu birden Kang. Yüzünde öfke vardı. Erlerden biri git
hastaneye yat, diyor ona. Onları zor durumda bırakıyordu Kang. Kendisine tüfek
doğrultan ere, “Birini vurabileceğini düşünüyor musun”, diyor Kang. Eri
kışkırtıyordu. Sonra diğer askerler de geliyor. Kıdemli er onun sırtına
dipçikle vuruyor. Ölmek mi istiyordu Kang? Vicdan azabı, suçluluk duygusu onu
kemiriyor muydu? Sonra da tüfeğine sahip olmayan ere vuruyor kıdemli er.
Askerler gittikten sonra tek başına kalıyor Kang. Gidecek bir yeri yoktu. Telin
yanında oturuyor sisler kuşatırken etrafı. Yanına Mi-yeong geliyor ve
“Yeong-gil” diyor ona. Fonda da piyano ve keman tınıları duyuluyordu. Kang’ın
elinden tutan Mi-yeong, onu götürürken yere düşen Kang, sisler içinde kendine
doğru uzanan eli tutunca kol kopuyordu birden. Gerçeküstü bu an, Kang’ın kâbusu
muydu? Yoksa bu filmdeki her şey, Kang’ın zihinden düşen anlar mıydı sadece?
Zihinsel bulanıklıklar bu andan başlayıp sonuna kadar sürecekti. Gece görüşlü
dürbünle bir şeyin hareket ettiğini gören askerler ateş ediyorlar o tarafa.
Orada Kang vardı. El bombaları da atıyorlardı. Tıpkı kendisinin Yeong-gil’i
öldürdüğü gibi. Askerler onu buluyor. Gündüz de onu kelepçeleyip cipe
bindiriyorlar hastaneye götürmek için. Kang’ın bakışları da tuhaflaşmaya
başlamıştı. Mi-yeong da tel örgünün ardında onun gidişini izliyordu tuhaf
gülümseyişiyle. Hastanenin önüne geldiklerinde onların ellerinden kaçmayı
başarıyor Kang. Sonra demircinin (Song Jae-mook) atölyesine geliyor. Demirci
dışarı çıktığında kelepçeyi kesmeyi başarıyordu. Yönetmen, Kang’ı burada
bırakıp başka trajedileri de yansıtmaya başlıyordu sonra.
Gündüz
sahilde Mi-yeong oltaya taktığı balıkla oyun oynarken yansıyor. Sonra abisi
Cheol-gu (Yoo Hae-jin) geliyor motosikletiyle. Kız kardeşini içeri götürmek
isterken karnındaki şişkinliği fark ediyor birden. Hamile miydi Mi-yeong?
Motosikletiyle kız kardeşini karargâha götürüyor Cheol-gu. Askerler talim
yapıyorlardı. Elinde bıçağı olan Cheol-gu öfkeliydi ve karargâhın kapısına
tekme de atıyor açmaları için. “Hanginiz kız kardeşimi kirlettiniz” diyor
öfkeyle. Hepsini tehdit ediyor. Ceza almaları için. İş ciddiydi. Kapı açılıyor.
Müfreze komutanı, “Kim yaptıysa öne çıksın” diyor sıralanmamış askerlere. Bir
asker öne çıktığında, Cheol-gu saldırıyor ona. Cheol-gu, “Sen tek değilsin,
diğerleri de çıksın” diyor. Mi-yeong, sonra yüzünü öptüğü askerler öne çıkmaya
başlıyor. Yarım düzine asker ona tecavüz etmiş. Müfreze komutanını da öpmek
istiyor sonra. O da mı tecavüz etmişti? Mi-yeong cipe binip oyun oynarken,
abisi de tecavüzcü askerlere tokat atıyordu küfrederek. Müfreze komutanı onları
okyanus kıyısında tüfekli ve ağır teçhizatlarıyla koşturmaya başlıyor sonra.
Üstleri çıplaktı ve sadece donları vardı üzerlerinde. Bir de başlarında
miğferleri. Cheol-gu da olanları izliyordu. Delirmiş Mi-yeong hiçbir şeyden
haberi yoktu. O sadece eğleniyordu elinde kırmızı bayrağıyla. Müfreze komutanı,
“Bu kadar yeter. Komutanlara da gitme sakın” diyor Cheol-gu’ya. Bebek ne
olacaktı? Onun için de bir çözümleri vardı tabii ki. Canının yanmamasını da
sağlayacaklarmış. Cheol-gu, müfreze komutanından da şüpheleniyor. Tecavüzcü askerlerin
içinde o da var mıydı? Sonra müfreze komutanına yumruk atıyor Cheol-gu.
Ardından da koşan askerler yansıyor. Bu turu Onbaşı Jang bitirecekken, bitkin
bir er onu engellemeye çalışıyordu yine koşacağını sanarak.
Sonra
karargâhta Doktor (Kim Young-jae), “Hiç jinekoloji ameliyatı yapmadım” derken
yansıyor müfreze komutanına. Bu iş bu gece olmalıydı. Müfreze komutanının
yanına gelen Kim, “Yapamazsınız” diyor ona. Çocuk, tecavüz eden herkesten
olabilirdi. Müfreze komutanı ona kızıyor. Kim için kürtaj yanlış bir şeydi. Ama
kürtaj olmazsa ceza alacaklardı hepsi. Onbaşı Jang’dan kızı getirmesini istiyor
müfreze komutanı. Gündüz hastane yakınlarındaki ormanda tek başına Mi-yeong
yansıyor ardından. Askerleri fark eden Mi-yeong kaçmaya başlıyor onlardan. Gece
yağmur yağarken, Mi-yeong’u karargâhta bir yere getiriyorlar. Fonda da ağıtsal
bir müzik duyuluyordu. Doktor, ameliyat için anestezyen yok, diyor. Mi-yeong
acı çekecekti. Yoon orada ve ameliyatı engellemeye çabalıyordu. Mi-yeong da
korku içindeydi. Sonunda kürtaj bitiyordu Mi-yeong’un acı çığlığıyla.
Gündüz.
Kamera, satır ve bıçaklardan sola çevrinme (pan) yaparak yakın çekimle
Mi-yeong’un ayaklarını gösteriyor. Mi-yeong kanlı eteğiyle eve gelmiş. İçinde
balıklar olan akvaryumun içine giriyor. Yüzünde acı vardı. Fonda acı ağıt bir
müzik de devam ediyordu. Önü kalp şeklindeki akvaryumun suyu kırmızılaşıyor
sonra. Bir balığı yakalayan Mi-yeong, balığın başını ısırdığında abisi kapıyı
açıyor. Mi-yeong, balıkların hepsini öldürüp akvaryumun dışına atmış. Cheol-gu
öfkeyle bıçağı alıp karargâha gidiyor. İki askerle karşılaşıyor ve bıçağı bir
askere saplıyordu. Diğer asker de onu tutmaya çabalıyordu. Sonra da polise
teslim ediliyor Cheol-gu.
Bir otobüs
yansıyor sonra uzaktan. Gece olduğunda tel örgü makasla kesiliyor. Ardından
öznel ve sarsıntılı kamera askerlerin uyuduğu koğuşa giriyor. Elbiseler ve
botlar yansıyor. Sonra koğuşa giren nöbetçi asker uyuyanları uyandırıyor. Görev
zamanıydı şimdi. Üniforma ve bot eksikti. Ardından, öne doğru giden öznel ve
sarsıntılı kameranın görüntüsü yansıyor sahilde. Nöbetçi iki asker de şaşkındı
olanlardan. Eşyaları kim almıştı? Gizlice onlara yaklaşan biri, Er Kim’in
tüfeğini alıyor birden. Bir süre unutulan Kang yine mi oralardaydı şimdi? Yakın
çekimle botunun ipini bağlayan, üniformasının düğmelerini ilikleyen asker, tam
teçhizat savaşa hazırdı. Kameraya döndüğünde görüntüsü dalgalanarak
biçimbozumuyla yansıyordu Kang’ın. O, bir yanılsama mıydı, yoksa Kang’ın
kendisi miydi? Müfreze komutanı silahı kaybeden iki nöbetçi ere talim
yaptırarak cezalandırıyor sonra. Kang’dan şüpheleniyorlar. Tüfek bulunana kadar
komutana haber verilmeyecekti. Nöbetteki başka iki er yansıyor. Kang onlara
ateş eder miydi? İki er izleniyordu uzaktan. Erin biri gece görüşlü dürbünle
baktığında Kang’ın onlara tüfekle nişan aldığını gördüğünü sanıyor. Ateş
edilince, Er Yoon hafif yaralanıyor. Silah sesini duyan diğer askerler de
geliyor oraya. Çatışma başlıyor. Yönetmen, Kang gibi algılanan askeri bulanık
ve biçimbozumuyla yansıtıyordu hep. Gerçeküstücü bir görüntüydü bu.
Gündüz
olduğunda karargâha ciple General (Kim Tae-jong) geliyor. General öfkeliydi ve
müfreze komutanına da kızıyor. Kurşun pahalıydı çünkü. Görüntüsü dalgalı
yansıyan Kang da onları izliyordu tel örgünün dışından. Sinsice gülümsüyordu.
Aşağılanan müfreze komutanı erleri yine sahilde ağır teçhizatla koşturuyor.
Okyanusun, gelgit olayıyla suları da çekilmiş. Onları çamurlu suda yuvarlatıp
şınav da çektiriyor müfreze komutanı. Kang’ı yakalayana kadar da üniformalarını
değiştiremeyecekti askerler. Koğuş yansıyor sonra. Bir asker uyandığında
yatakta uzanmış Kang’la göz göze geliyor. Ama görüntü dalgalanınca yatakta
başka asker görünüyordu. Yönetmen bu anla askerlerin bozulan ve çöken
psikolojilerini de somut olarak yansıtıyordu. Kang, onların zihninden düşerek
her yerde mi kendini gösteriyordu? Yönetmen, Kang’ı dalgalı bir görüntüyle
yansıttığında zihinler tamamen bulanıklaşıyor. Çünkü yanılsama yaratıyordu
askerlerle beraber seyircilerin bulanık zihinlerinde. Gündüz koğuşta askerler
hazırlık yapıyorlardı görev için. Hafif el kamerası da giyinen ve yüzünü siyaha
boyayan askerlerin arasında dolaşıyordu sonra. Dışarı çıkan askerler ayakla
tenis oynarken yansıyor ardından. Askerler görev yerlerine gidiyorlar
eğlenceden sonra.
Gece nöbet
yerinde bir er, “Er Cho korkmuyor musun” diyor arkadaşına. Kang, Er Kim’in
tüfeğini çalmıştı. Cho tuvalet yapmak için nöbet yerinden ayrılıyor sonra.
Öznel kamera da Cho’ya yaklaşıyordu arkasından. Fener ışığı gözünü kamaştırıyor
Cho’nun. Gelen kimdi? Sadece yerdeki Cho’nun acısı yansıyordu öznel kameradan.
Sonra birdenbire ortadan kayboluyordu gelen. Nöbet yerine dönen Cho, nöbet
yerinde bir başka askeri, Er Kim’i elinde fenerle görünce ondan şüpheleniyor.
Birbirinden nefret eden iki er, gece görüşlü dürbünleri başlarına geçirip
kıyıda boks yapmaya başlıyorlardı sonra. Ellerinde de boks eldiveni vardı.
Telin ardında yüzü dalgalı yansıyan Kang da onları gülümseyerek izliyordu.
Herkesin psikolojisini bozmuştu Kang. Ruhunda yaşadığı cehennemi hepsine mi
yaşatmak istiyordu? Dövüşten sonra bir ateş sesi duyuluyor ve Cho vuruluyordu.
Sıhhiye de geliyor. Ağır yaralanan Cho, sedyeyle götürülürken son nefesini
veriyor. Gündüz karargâhta Cho’nun ölüsü başında karargâh komutanı,“Kariyerimi
mahvetmek mi istiyorsun”, diyerek müfreze komutanına tabanca doğrultarak, onu
hemen bulmasını söylüyor. Müfreze komutanı kıyıda topladığı askerlere, “Sıranın
kimde olduğu bilinmiyor,” diyor. Artık Kang bir düşmandı. Buraya gelen herkesi
öldüreceklerdi.
Fonda
keman tınıları duyulmaya başlıyor. Kang görevi başlamıştı. Gece sahilde gece
görüşlü dürbünle kıyı yansıyor. Askerler mevzilerine konuşlanırken, kamera da
onları sağa çevrinme yaparak gösteriyordu. Askerlerden biri, “Nasıl oldu da
kalbine isabet ettirdi ki” diyor Er Kim’e. Hem de gece karanlığında. Bir
şeylerden şüpheleniyordu asker. Kim’e, “Er Cho’dan sen de nefret ediyordun”
diyor. Ondan mı şüpheleniyordu arkadaşı? Cho üslerine karşı gelmiş. Kim vurursa
vursun herkes Kang’dan şüphelenirdi. Kim, kalkıp gidiyor ve nöbet yerinde
kendinden şüphe eden ere nişan alıyor. Bu an gece görüşlü dürbünle yansıyordu.
Tel örgü arkasında meçhul bir asker beliriyor. Ardından nöbet yerindeki er
başından vuruluyor. Kim, gece görüşlü dürbünüyle arkasını döndüğünde karşısında
sinsice gülümseyen Kang’ı görüyor. Yoksa zihni ona oyun mu oynuyordu? Kim,
giden meçhul askerin peşine düşüyor sonra. Sedyeyle askerin cesedi taşınacakken
ateş sesleri duyuluyor. Kim de meçhul askerin peşindeydi. Kumsalda onlar
koşarken, Mi-yeong’un çıplak ayakları görünüyor birden. Meçhul asker ve Kim’in
postal izlerine basıyordu Mi-yeong. Sonra meçhul asker ve Kim, birbirlerine
nişan alıyorlar. Meçhul asker, Kim’i başından vuruyor. Başındaki miğfer önce
kurşun isabet etmiş gibi görünen Kim, gece görüşlü dürbününden yansıyan
zihnindeki Kang’ın görüntüsünden sonra miğferi sağlamdı. Gerçekle yanılsama iç
içe geçmişti. Askerler her yerde Kang’ın görüntüsünü mü görüyorlardı? Kim usta,
zihinleri bulanıklaştırıyor hep. Kim, siperlerdeki askerlere ateş etmeye
başlıyor sonra. Çatışma sürerken bulutların arasından ay yansıyor sonra.
Askerler, gün ağarırken ateş ettikleri kıyıya doğru gittiklerinde askeri
üniformayla karşılaşıyorlar. Miğferin içi de boştu. Askerler hayali Kang’la
çarpışmışlardı hep. Askerler yaralanmış ve ölmüşlerdi. Ardından Mi-yeong’un
gülen sesi duyuluyor. Üzerinde geceliği olan Mi-yeong, gülerek onların yanından
geçip suya doğru yürüyordu bu gerçeküstü anları tamamlayarak.
Zincirlemeli
geçişle şehrin içinde askeri üniformalı ve tüfekli Kang yansıyor. Şarkı
söylüyordu. O şarkı söylerken, kamera da ona usulca yaklaşıyordu. Önce ilgisiz
insanlar sonra etrafında toplanıyorlardı. Şarkıda, “Keşke duygularımı
anlatabilsem/ Anılarımdaki o soluk günü tekrar yaşayabilsem / Ne kadar pişman
olsam da onlar geride kaldı” diyordu. Şarkıdan sonra talim yapmaya başlayan
Kang, bir adam ona gülümseyince süngüyü genç adama batırıyordu birden. Polisler
gelince de onlara nişan alıyordu Kang. Sonra fonda trompet tınısı yükselmeye
başlıyor. Kamera, zumla Kang’ın yüzüne yaklaşırken silah sesi duyuluyordu.
Görüntü beyazlaştıktan sonra da karargâhta topla ayak tenisi oynayan askerler
yansıyor. Askerler mutluydular ve eğleniyorlardı. Orada, bu tanık olunanlar
yaşanmamıştı sanki. Kim usta, ortadan kaybedip sonra birdenbire ortaya
çıkardığı Kang’ın varlığıyla vicdanı hissettiriyordu hep. Kang göründüğü
anlarda, biçimbozumuna uğramış görüntüsüyle yansıyordu; bir hayalet veya
zihinde yansıyan biri gibiydi. Ustanın “Sahil Koruma” filmi de “Kötü Adam” ve
“Boş Ev” gibi simgeselliğin kendini yoğun hissettirdiği kapalı yapıtlarından
biriydi. Belki de bu yüzden ihtimaller insanları boşlukta bırakacaktı böyle
gerçeküstücü yapıtlarında. Ardından Kang’ın söylediği şarkı trompet tınısı
eşliğinde duyulmaya başlıyordu Hyeon-jin Baek’in yorumuyla. Şarkının ismi de
“Gwageoneun Heulleogassda”, yani “Geçmiş Aktı” idi.
“İlkbahar,
Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar...”
Kim Ki-duk
ustanın 2003 yapımı “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz,
Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filmine ilk görüşte âşık olabiliyor insan. Kim
usta, bu filmini mevsimlere ayırmış ve her mevsim geçişinde yaşlı bilge ustanın
öğrencisi biraz daha yaşlanıyordu. Yönetmenin bu filminde kullandığı müzikler
ve estetik görüntüler de etkileyici. Yönetmenin, resim ve heykel tutkusu bu
filminde de başköşede. Bu filme mevsimler üzerinden bakarken, yaşlı bilgenin
insana dair hayat derslerinden de ilham almak gerek… LJ Film-Korea Pictures’ın
sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Ji Bark bestelemiş.
Görüntüleri de Dong-hyeon Baek çekmiş. Filmin kurgusunu da yönetmen yapmış.
Ustanın bu filmi, 2003’te 56. Locarno Uluslararası Film Festivali’nde “Altın
Leopar” dâhil beş dalda ödüllere aday oldu. Büyük ödül hariç diğer dört ödülü de
kazanmıştı usta. Film, Güney Kore’nin kuzeyindeki Gyeongsang Eyaleti’nde
bulunan Jusanji Göledi’nde çekilmiş. Kim usta, mevsim adlarını kâğıtların
üzerinden grafiksel yansıtmış. Ara yazılar önemliydi. Gerçeküstücüydü.
Mevsimler, insan ömrüne de metafor yapıyor bu bölümlü filmde. Derinlikte daha
da anlamlaşıyordu bu.
İlkbahar… Ormanın içindeki göledin ortasına
oturtulmuş barakadan bir evde yaşlı Budist bilgeyle usta (Yeong-su Oh), yedi
yaşlarında bir erkek çocuk (Jong-ho Kim) Budizm ruhuna uygun yaşıyorlardı
burada. Dünyevî zevklerden uzaktalar. Onlar keşiş. Şifalı otlar toplayıp ilâç
yapıyorlar. Yaşlı kutsal bilge usta, öğrencisine Budizm öğretilerini öğretiyor.
Karaya da kayıklarıyla çıkıyorlardı. Odası olmayan kulübede kapılar da vardı.
Hatta karadaki iskelede bile bir kapı vardı. Derinlikli bu filmin simgeleri de
çok güçlü ve öğreticiydi. Kapıları hiç kullanmanıza bile gerek yok, ama ritüel
önemliydi.
Üzerinde
resim olan kapı dışarıya açılıyor ve göledin içindeki tapınak kulübe yansıyor.
Etkileyici müzik de duyulmaya başlıyor. Kamera, sudaki ağacın yansımasından
yukarı doğru “tilt” yaparak daha yakından gösteriyor kulübeyi. Kulübenin içinde
önce Buda’nın heykeli yansıyor. Heykel, küçük havuzun üstündeydi. İçinde de
balıklar vardı. Göledin içinde de taşlarla örülmüş yerde çizgili balıklar
yüzüyordu. Kamera, aşağıdan yukarıya doğru yine “tilt” yaparak Buda heykelini
yansıtıyor. Yaşlı bilge heykelin önünde dua ediyordu. Çocuk da kendi yatağında
uyuyordu. Onu uyandırıyor. Uyanan çocuk heykelin önünde dua ediyor önce. Yaşlı
bilge heybesiyle üzerinde resim olan kayığa biniyor. Çocuk da onunla beraberdi.
Yaşlı bilgeye “Usta” diyor küçük çocuk. Karaya çıkıyorlar. Çocuk resim olan
kapıyı açıyor ve ormana gidiyorlar. Çocuk da ilaç için bitki toplamaya
başlıyor. Otları biliyordu. Otu koparırken kendine doğru gelen yılanı fark
edemiyor. Yaşlı bilge yılanlara dikkat etmesini söylemişti. Çocuk yılandan
korkmuyor ve onu tutup fırlatıyor. Ormanda da Buda heykelleri ve Budist anıtlar
vardı. Çocuk, büyük Buda heykelinden göledin içindeki kulübeye bakıyor sonra.
Kapıyı örtüp kayıkla kulübeye gidiyorlar. Bir köpekle, iki de tavukları vardı.
Sonra otları ayıklıyorlar kulübenin önünde. Çocuk bir otu sepete koyarken bilge
o otu aldırıyor. Diğerleriyle aynı gözükse de öldürücü ottu o. Diğerleri hayat
kurtarıyordu. Çocuk, “Aynı gözüküyor, nasıl ayırt edeceğim” diye soruyor.
Yakından bakınca farkı görünüyormuş. Kulübe şamandıranın üzerinde duruyor.
Kenarlarında da resimler çizilmişti. Kulübede hayvan heykelleri de vardı.
Oyun
oynayan çocuk uykuya dalıyordu gündüz. Uyanan çocuk kayıkla tek başına karaya
gidiyor. Büyük ağacın üzerinde sapanıyla taş atıyor. Doğayı tek başına
keşfediyor. Muzırlık da yapıyor bu keşif sırasında. Önce suda bir balık
yakalıyor. İpin bir ucunu taşa, diğer ucunu da balığa bağlıyor ve suya
bırakıyordu balığı. Balık yüzmekte zorlanınca da eğleniyordu. Sonra aynı
şeyleri bir kurbağa ve yılana yapıyor. Ustası da çocuğu sessizce takip
ediyordu. Yaşlı bilge sonra birkaç taş alıyor yanına. Gece çocuk uyurken,
çocuğun sırtına iple taş bağlıyor bilge. Ustası çocuğa ders veriyordu bununla.
Bu dersin anlamını ancak yıllar sonraki bir mevsimde anlayacaktı çocuk. Eğer
eziyet ettiği hayvanlardan biri ölmüşse, bu taşı hayat boyu kalbinde
taşıyacaksın, diyor bilge usta. Sabah olunca yaşlı bilge kulübenin önünde çocuk
Buda heykelini temizlerken çocuk uyanıyor. Zorla yataktan kalkan çocuk ustasına
arkasında taşı çıkarmasını söylüyor. Bunun ders olduğunu nereden bilecekti ki?
Sırtı acıyan çocuğa yaptıklarını hatırlatıyor ustası. Önce balığı. Sonra
kurbağayı. Ardından da yılanı hatırlatıyor. Çocuğa yürümesini söylüyor, ama
birkaç adım atan çocuk yere düşüyor. Karaya çıkıyorlar. Sırtında taşla yürümeye
çalışan çocuk, eziyet ettiği balığı suda ölü buluyor ve balığı gömüyor. Bilge
de uzaktan onu izliyor. Kurbağa yaşıyordu. Bağladığı ipi çözüyor ve suya
bırakıyor kurbağayı çocuk. Ardından tepeye tırmanıyor güçlükle. Yılanı kanlar
içinde görüyor. Ağlıyor. Ustası onu izliyor sessizce. Ardından nehir yansıyor.
Duyulan müzik hüznü daha da çoğaltıyordu bu anlarda.
Yaz… Karadaki kapı gıcırtıyla açılıyor
ve tapınak kulübe görünüyor. Kayıkta bir genç kürekleri çekerken yansıyor.
“İlkbahar” bölümünün çocuğu şimdi bir delikanlıydı. Genç keşiş (Jae-keong Seo)
karaya çıkıyor. Kapıdan ormana doğru yürüyor. Doğa gibi uyanıyordu genç keşiş
de. Doğa keşiflerinde hayvanların aşklarına da tanıklık ediyor genç keşiş.
Birbirine dolanmış iki yılanın çiftleşmesine tanıklık ediyor önce. Fonda da
piyano tınıları duyuluyordu. Muazzam bir keşifti bu onun için. Yüzüne mutluluk
gülümsemesi yerleşiyordu şaşkınlıkla beraber. Devasa Buda heykelinden puslu
dağlara bakıyor sonra. Birilerini görüyor. Güzeller güzeli bir genç kızla
(Yeo-jin Ha) annesi (Jung-young Kim) geliyordu küçük dünyalarına. Onları
karşılıyor genç keşiş. Konuşmasalar da anlıyordu genç keşiş. Kız hastaydı. Şifa
bulmak için “kutsal efendi” denilen yaşlı bilgeden şifa bekleniyordu. Kayıkla
onları kulübeye götürürken kökleri suların içinde olan yaşlı ağacı anlatıyor
onlara. Ağaç üç yüz yaşındaymış. Kıza, “Sen ağaç gibi sağlıklı olacaksın” diyor
genç keşiş. Kulübeye geliyorlar. Yaşlı bilge Budist selamıyla karşılıyor
onları. Kulübeye giriyorlar. Dua ediyorlar Buda heykelinin önünde. Hasta kız
Buda heykeline bakıyor. Kamera, aşağıdan yukarı “tilt” yaparak yansıtıyordu
heykeli.
Geceydi.
Kızın annesi dışında hepsi uyuyordu. Anne, Buda heykelinin karşısında kızı için
dua ediyor. Genç keşiş uyanıyor ve uyuyan kıza bakıyor. Sabah oluyordu. Kamera,
doğanın panoramik manzarasını yansıtıyor önce. Yaşlı ve sağlıklı ağacın
derinliğinde yansıyor tapınak kulübe. Anne, kızı için endişeliydi. Yaşlı
bilgeye “İyileşecek mi” diye soruyor. Kızın ruhu acı çekiyordu. Yaşlı bilge
böyle diyor. Yaşlı bilge, “Ruhu huzuru bulunca sıhhate kavuşacak” diyor anneye.
Genç keşiş, kızın annesini kayıkla karaya götürüyor. Kız orada kalacaktı şifa
bulmak için.
Yağmur
yağarken kız da kayığın yakınında oturuyordu. Genç keşiş de onun başı üzerinde
sepeti tutuyordu ıslanmasın diye. Piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Aşkın ilk
kıvılcımlarını haber veriyordu sanki bu tınılar. Sonra kız içeride elbiselerini
değiştirirken, onu yarı çıplak görüyor genç keşiş. Hayatında ilk defaydı bu.
Sonra kız kulübenin önünde oturuyor. Yağmur hâlâ yağıyordu. Beyaz elbise
giyinmiş kız, kutsal heykelin üzerine oturmuştu. Yaşlı bilge kızardı. Genç
keşiş mahcubiyetle kızı uyarıyordu. Kız, içeride Buda heykelinin önünde dua
ediyor, sonra da uyuyakalıyor. Sanki Buda heykeli kızı seyrediyordu bu anda.
Ruhani bir hisle yansıyordu bu anlar. Ruhunu iyileştiriyordu genç kızın.
Fondaki müzik de bu ruh haline dokunuyordu adeta. Ardından kırmızı-beyaz
çizgili balıklar yansıyor küçük taş havuzdan. Genç keşiş kapıyı açıyor. Kızı
uyurken görüyor. İçeri giriyor ve üstünü örtüyor. Sonra da kıza dokunuyor genç
keşiş. Kız uyanınca ona tokat atıyor birden. Aslında genç keşiş onu keşfetmek
istiyordu. Hemen hemen aynı yaştaydılar. Ama onda farklılıklar vardı.
Kendisinde olmayan şeyleri keşfetmek istiyordu genç keşiş. Suç işlediğini
düşünüyor ve Buda heykelinin önünde dua etmeye başlıyor sonra genç keşiş. O dua
ederken kız elini onun omzuna koyuyor. Yaşlı bilge geliyor içeriye. Kız ayağa
kalkıp yaşlı bilgeye selam verip dışarı çıkıyor. Yaşlı bilge, “Neden durduk
yere dua ediyorsun” diyor genç keşişe. Bunun cevabı yoktu.
Sonra genç
keşiş kayıkta yansıyor. Kıza gelmesini söylüyor. Belki bu ona iyi gelirdi. Kız
gülümseyince fonda piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Kız kayığa biniyor.
Yaşlı ağacın yanından karaya çıkıyorlar. Kız kayıktan inip yürümeye
başladığında kamera sağa doğru kayarak onu izliyordu. Kız kapıdan geçip doğanın
içine dalıyor. Kız suyun içinde balıkları seyrederken, kamera da suyun içinden
onu yansıtıyordu. “Kuş Kafesi” filmindeki gibiydi. Sanki genç keşiş, onu
sessizce izliyordu. Tıpkı ustasının yaptığı gibiydi bu. Kayanın üzerinden de
kayıp düşüyordu bu sessiz izlemelerinde. Kız balığı elleriyle tutmaya
çabalıyor. Çocukluğundan beri elleriyle balık tutma uzmanı genç keşiş suya
dalıp tutup kıza veriyor balığı. Balık kızın elinden suya atlıyor. Yaşama gücüydü
bu. Genç keşiş, kıza yaklaşıyor ve elini yüzüne, sonra da göğsüne götürüyor.
Kız onu itekliyor. Her şey bu kadar çabuk olamazdı. Romantizm yaşanmalıydı.
Bulutlu
gökyüzünde ay yansıyordu. Kız uyurken, kamera sola doğru kayarak aynı yatakta
uyuyan yaşlı bilge ve genç keşişi gösteriyor. Genç keşiş uyuyamıyordu. Vücudu
yanıyordu. Doğa gibi uyanmıştı. İçgüdüleri tüm ruhunu kaplamıştı sanki. Sonra
kıza bakıyor. Kız da uyumuyordu. Gözlerini açıyor ve göz göze geliyorlar.
Gündüz olunca karada ilaç için ot topluyor genç keşiş. Onları ilaç yapıyorlar
kulübede. Otları taş havanda döverken ustası da yanındaydı. Kız da oradaydı.
Ustası, “Yavaş ol. Yüreğini koyarak hazırlamalısın” diyor ona. Hazırlanan ilacı
kıza sunuyor genç keşiş. Sonra kayığa biniyor ve kayıkla etrafında daire çizer
gibi dönmeye başlıyor genç keşiş. Vücudundaki yüksek enerjiyi atar gibiydi
sanki. Kız onu seyrederken birden suya düşüyor genç keşiş heyecanlanarak. Bir
an sudan çıkmıyor. Birden çıktığında kızı da suya çekiyordu. Kayığa çıkıyorlar.
Farkında olmadan belki de genç keşiş kızın ruhundaki acıları azaltıyordu. Yine
karaya çıkıyorlar. İkisi de sırılsıklamdı. Su yükselmiş ve kapının olduğu yerde
bile sular vardı. Ördekler suda yansıyor sonra. Ardından akarsuyun yanında
çırılçıplak sevişmeye başlıyorlar. Doğa uyanmıştı. Kız ve genç keşiş sevişmeyi
bilmese de içgüdüleri onlara yol gösteriyordu. İkisi de bu ilk deneyimde bu
içgüdüyü yaşıyorlardı sonuna kadar. Sevişme sonrasındaki huzurlu an yansıyordu.
Gökyüzündeki bulutlar büyüleyici görünüyordu onlara. Kız yürüyemeyecek kadar
yorgun düşünce, genç keşiş onu sırtında taşıyor kayığa kadar. Ustası, grafiksel
yazı yazarken, onlar geliyordu kulübeye.
Uyuyorlardı.
Ama genç keşiş kalkıyor ve usulca kızın yanına gidiyor. Kız da uyumuyordu. Kız
yorganı kaldırıyor ve yatağına genç keşişi alıyor. Yorganın altında
sevişiyorlardı. Doğa tam anlamıyla uyanmıştı artık. Sabah olunca genç keşiş,
kutsal heykeli temizleyip kızı da üzerine oturtuyor. Aşkın en güzel hallerini
yaşıyordu ikisi de. Her şey doğa gibi taptazeydi. Yağmur da yağıyordu. Dağlar da
pusluydu. Bir böceği kızın omzuna koyuyor genç öğrenci. Kız korkuyor. Yaşlı
bilge de oradaydı. Onların mutluluğunu gülümseyerek izliyor yaşlı bilge. Her an
beraberlerdi. Sanki ikisi birbiri için yaratılmıştı. Aşklarına doğa da tanıklık
ediyordu onların. Genç keşiş, “İyileştin mi”, diye soruyor. Tamamen iyileşmişti
kız. Onu göremeyince deliriyormuş genç keşiş. Bu tuhaf duygu da neydi?
Gece
olunca yine uyuyamıyor genç keşiş. Kız da. Kız kalkıyor ve dışarı çıkıyor.
Ardından genç keşiş gidiyor. Kayıkla yaşlı ağacın oradaki iskeleye geliyorlar.
Yönetmen, onların kayığın içinde sevişmelerini göstermiyor. Sadece sesleri
duyuluyordu. Kulübede de yaşlı bilge uyanıyor. İkisi de ortalarda yoktu.
Kayık sürüklenerek kulübeye doğru gelmiş. İkisi de kayıkta çıplak uyuyorlardı.
Yaşlı bilge bir süre onları seyrediyor. Artık kız iyileşmişti. Yaşlı bilge,
tavuğun ayağına ip bağladıktan sonra tavuğu kayığa atıyor ve kayığı kulübeye
çekiyor. Ardından da kayığın tıpasını çekince içine su dolmaya başlıyordu.
Kayığı bırakıyor. Genç keşiş uyanıyor. Suyu boşaltmaya başlıyor. Kulübede
ustasından özür diliyordu sonra. “Hata yaptım” diyor ustasına. Olan olmuştu. Kıza
hasta mısın, diye soruyordu yaşlı bilge. İyileşmişti. İlaçlar doğruymuş.
Gitmesine izin veriyor. Genç keşiş karşı çıkıyor bu karara. Yaşlı bilge,
“Sahiplenme tutkun uyandı yalnızca. Bu da öldürme isteğini uyandırır” diyor
öğrencisine. Kız için de gitmek zordu. Yaşlı bilge onu kayıkla karaya
çıkartıyor. Hüzünlü bir tını duyulmaya başlıyor sonra fonda. Genç keşiş de Buda
heykelinin önünde dua ediyor ağlayarak kız giderken. Koşarak dışarı çıkıyor.
Kayık uzaklaşmıştı. Karaya çıktıklarında kız kapıyı açıyor son defa. Gece
acılar içindeydi genç keşiş. Ustası da aynı yataktaydılar. Uyuyamıyor. Belki
ilâçların da faydası vardı. Ama aşkın gücü de vardı. Kız iyileşmişti. Ama
geride yeni bir hasta kalıyordu. Dünyevî zevkleri tadan genç keşiş, kulübede
önünde dua ettikleri Buda heykelini heybesine koyuyor, uyuyan ustasına selam
veriyor ve sonra da gidiyordu. O giderken gözlerini açıyor yaşlı bilge. Gün
ağarırken kayığa tavuğu da alıp uzaklaşıyor oradan genç keşiş. Karaya çıkıyor.
Kapıyı açıyor. Tavuğu serbest bırakan genç keşiş, başka dünyaları keşfetmek
için yollara düşüyordu. Kamera, gökyüzündeki yoğun bulutlar üzerinde dolaşıyor
sonra. Sadece deliği andıran küçük bir boşluk vardı yoğun bulutların ortasında.
Günışığı oradan giriyordu. Bu metafor filmin derinliğinde anlamlaşacaktı. Çünkü
umut daima vardı.
Sonbahar… Yaşlı ağacın oradaki kapı
açılıyor. Yaşlı bilge sırtında heybesiyle kayığa biniyor. Yaşlı bilge, daha da
yaşlanmıştı ve yalnızdı. Heybesinde bir kedinin başı fark ediliyor. Artık
köpeğin yerine bir kedisi olacaktı. Köpek sadıktı, kedisiyse isyankârdı. Bu da
bir metafordu filmde. Kulübeye geliyor. Beyaz kediyi heybeden çıkartıyor. Büyük
taşları olan tespihi de vardı yaşlı bilgenin. Yiyecek sardığı gazete sayfasında
öğrencisinin (Young-min Kim) fotoğrafını fark ediyor. Haberde, “Erkek, otuz
yaşında. Karısını öldürdükten sonra kaçtı” yazıyor haberde. Ardından gerilimli
müzik duyulurken rüzgâr esmeye başlıyor. Üzerinde balık biblosu olan çan da
sallanıyordu. Yaşlı bilge, Budist kıyafetinin söküklerini dikiyor. Hazırlık
yapıyordu sanki. Beyaz kedi balıkların olduğu küçük havuzun oralarda dolaşırken
yansıyor. Ardından da öğrenci keşiş görünüyor. Yaşlı ağacın oradaki kapıyı
açıyor. Yaşlı bilge kulübeden onu görüyor ve mutlu oluyor. Kayığıyla karaya
kürek çekiyor sonra. Öğrenci keşişin gidecek başka yeri yoktu. Yaşlı bilge onu
yakından görünce, “Kocaman olmuşsun” diyor. Çantasıyla kayığa biniyor öğrenci
keşiş. Yüzünde mahcubiyet de vardı. Kulübeye geliyorlar. Kedi karşılıyor
onları. Hiçbir şey değişmemişti. Her şey bıraktığı gibiydi. Sadece dua
ettikleri Buda heykeli yoktu. Kediyi kucaklayan yaşlı bilge öğrencisine, “Mutlu
bir hayat yaşadın mı bugüne kadar” diye soruyor. Yaşadıklarından ilginç olan
bir şeyi anlatmasını istiyor ondan. “Erkeklerin dünyası sana acı vermeye
başladı” diyor yaşlı bilge. Öğrenci keşiş öfkeliydi. “Acı çektiğimi
görmüyor musun” diyor yaşlı bilgeye. Tek günahı sevmekmiş. Bunun dışında bir
şey istememiş. Sevdiği kadın başka adamla kaçmış. Oysa onu sevdiğini söylemiş
kadın. Yaşlı bilge, “Erkekler dünyasının nasıl olduğunu daha önceden bilmiyor
muydun”, diye soruyor. Bazen hoşlanılan şeyleri oluruna bırakmalıydı. Bizim
sevdiğimiz şeyi başkası da sevebilirdi. “Sen ne beğenirsen diğerleri de onu
beğenir” diyor yaşlı bilge. Onun aldatması onurunu incitmiş öğrenci keşişin.
Bu, onun için çok mu dayanılmazdı? Kedi de küçük havuzda balık beklerken
yansıyor ardından. Öğrenci keşiş çantasını açıyor ve götürdüğü Buda heykelini
çıkartıyor ve yerine koyuyor. Sonra da çıkardığı bıçağı öfkeyle yere saplıyor.
Artık hiçbir şey eskisi gibi dingin olmayacaktı. Gerilimli piyano tınıları da
duyulmaya başlıyor. Yaşlı bilge sessizce önünde olanları izliyordu sadece.
Gece yaşlı
bilge uyurken yansıyor. Kamera sağa çevrinme (pan) yaparak yorganın altından
ustasına bakan öğrenci keşişi gösteriyor. Sabah olunca öğrenci keşiş kayığa
biniyor ve çocukken ve yeni yetmeyken çok gittiği dereye gidiyor. Her anlamıyla
bu derenin onun için anlamı vardı. İlk önemli derslerini burada almıştı. İlk
aşkını da burada yaşamıştı. Öfkeyle suya saldırıyor öğrenci keşiş. Yaşlı bilge
onu sessizce izliyordu. Çocukluğundaki gibi.
Öğrenci
keşiş, kulübede bitkin ve umutsuzca Buda heykeline bakarken yansıyor sonra.
Beyaz kâğıda yazı yazıyor öğrenci keşiş. Dışarıda da yaşlı bilge kediyle
beraberdi. Öğrenci keşiş, kâğıdı yüzüne maske gibi yapıştırıyor. Boğulur gibi
oluyor. Suçluluk duygusundan intihar mı etmek istiyordu? Yaşlı bilge içeriden
onun sesini duyunca kulübenin kapısını açıyor. Sonra “Aptal çocuk” diyerek
sopayla ona vuruyor. Öğrenci keşişin vücudu acıyor. Ya ruhundaki acı? Sonra onu
iple bağlayıp asıyor yaşlı bilge. Kamera, sola çevrinme yaparak hayvan
heykellerini ve duvar resimlerini yansıtıyor. Mum, ipi yakarak kopardığında
öğrenci keşiş yere düşecekti. Yaşlı bilge dışarıda sabırla bekliyor. Onun
ruhunu iyileştirebilecek miydi? Sonra yaşlı bilge, kedinin kuyruğunu siyah boyaya
batırarak Budist dualar yazıyor kulübenin önünde tahtaların üzerine. İp kopuyor
ve öğrenci keşiş yere düşüyor içeride. Sonra bıçağıyla saçlarını kesiyor.
Ardından kulübenin kapısını açıyor giydiği keşiş elbisesiyle. Yazı yazan yaşlı
bilge, “Başkasını çok kolay öldürmene rağmen, kendi canına kolay kıyamazsın”
diyor. Ona, “Bu insanların hepsinin adını kazı buraya” diyor. Her birinin adını
kazırken, kalbinden öfkeyi çıkartıp atmasını söylüyor. Vicdan azabı ve suçluluk
ruhtan kolayca çıkıp gider miydi? Kazımaya başlıyor ustasının yazdığı yazıları
genç keşiş. Yaşlı ağacın oradaki kapı açılıyor. İki polis dedektifi geliyor
oraya. Dedektif Ji (Dae-han Ji) ve Dedektif Choi’ydi (Min Choi) bunlar. “Kutsal
Efendi” diye sesleniyorlar uzaktan. Yaşlı bilge kayıkla onların yanına gidiyor.
Öğrenci keşiş ne yapacaktı şimdi? Kaçmıyor öğrenci keşiş. Kulübeye
geliyorlar. Tabancalarını ona doğrultuyorlar. Öğrenci keşişin elinde bıçak
vardı. Yaşlı bilge, “Kazımaya devam et” diyor ona. Dedektif yazıyı okuyor.
Yazıda, “Prajnaparamita Sutra: İç huzurunu onarmaya devam eder” yazıyor. Sabaha
kadar sürermiş kazıma işi. Dedektifler, yaşlı bilgeye saygılarından sabaha
kadar bekliyorlar. Dedektifler, suyun içindeki kutu içeceğe ateş ettiklerinde
korkuyor öğrenci keşiş. Yaşlı bilge yazı yazmayı sürdürüyordu.
Geceydi.
Mum ışığında kazımayı sürdürüyor öğrenci keşiş. Puslar göledin üzerinden geçip
gidiyordu. Kuşlar yansıyor. Zaman geçiyordu. Gün ağarıyor. Yorgunluktan ve
uykusuzluktan yere yığılıyor öğrenci keşiş. Uyanan Dedektif Ji montuyla öğrenci
keşişin üzerini örtüyor. Elinden de bıçağı alıyor. Yaşlı bilge de uyanıyor.
Öğrenci yazıları kazımış. Talaşları süpürüyor sonra. Yaşlı bilge mavi boya
yapıp kazınan yazıları boyuyor. Mor ve yeşil boyalarla dedektifler de boyamaya
başlıyorlardı yazıları. Mor uzlaşmaydı. Yeşilse zihinsel kaosu simgeliyordu.
Yaşlı bilge de öğrenci keşişi uyandırıyor. Gitme vaktiydi. Öğrenci keşiş,
ustasının önünde eğiliyor. Dedektif Choi, bileklerine kelepçe takarken,
Dedektif Ji, “Böyle gidelim” diyor. Üçü kayığa binip gidiyor. Karada kapıdan
çıktıklarında kapı örtülüyor. Kayık da kulübeye doğru sürükleniyor. Sanki
görünmeyen biri getiriyormuş gibi. Kedi ağaçta yansıyor birden. Altta da piyano
tınıları duyuluyordu. Yaşlı bilge beyaz kâğıda yazı yazıyor. Sonra kayığa
odunlar koyuyor. Kayığın tıpasını çekiyor ve kayığa su dolmaya başlıyor. Kayığı
saldıktan sonra tıpkı öğrenci keşişin yaptığı gibi yazıyı parçalara ayırıp
yüzüne maske gibi yapıştırıyordu yaşlı bilge. Gözlerini, kulaklarını, ağzını ve
burnunu kâğıtla kapatıyor. Sonra kayıkta yansıyor yaşlı bilge, odun yığının
üzerinde oturmuştu. Mum odunları tutuşturuyor. Kendini yakıyordu yaşlı bilge.
Suyılanı da göletten kulübeye çıkıyordu sonra. Pus çöküyordu gölede. Kış
geliyordu.
Kış… Yaşlı ağacın yanındaki kapı
açılıyor. Kar yağıyordu. Gölet donmuş. Sessizlik vardı. Yetişkin keşiş (Kim
Ki-duk), kapıya geliyor ve Budist selamı sunuyor göledin içindeki kulübeye
uzaktan. Karakışın hüküm sürdüğü göletteki kulübeye geliyor yürüyerek. Yaşlı
bilge yoktu. Karakışta doğa içine çekilmişti. Onun da kendi içine çekilmesi
gerekiyordu. Kayığı görüyor ve Budist selamı sunuyor ardından. Kulübenin
kapısını açtığında ustasının elbisesinin üzerinde yılanı görüyor yetişkin
keşiş. Sonra Buda heykelini kaldırıyor ve ardından mumu yakıyor kibritle. Buzun
içindeki kayığı çıkartabilmek için heykeltıraş keskiyle buzu kırmaya çabalıyor.
Sonra dağdaki derede donmuş şelaledeki buzda Buda heykeli yapıyor yetişkin
keşiş. Kulübeyi meskeni yapmış yılana da dokunmuyordu. Anlar, sessizlik içinde
geçip gidiyor peş peşe. Çekmeceden içinde Budist çizimler olan defteri alıyor.
Spor da yapıyordu yetişkin keşiş. Uzakdoğu sporlarıydı bu. Vücudu çıplaktı.
Sadece pantolonu vardı. Kamera, havadan buz tutmuş göledin üzerinde uçarken
görüntü donup fotoğraflaşıyordu. Sinemada “nostalji”, yaşanmışlık anlamına
geliyordu bu.
Bir
anneyle (Ji-a Park) bebeği, yetişkin keşişin yanına geliyor. Annenin yüzü mor
çarşafla örtülüydü. Burada da mor uzlaşmayı simgeliyordu. Kulübede, Buda
heykelinin karşısında dua eden yetişkin keşiş bebeğin ağlayan sesini duyuyor.
Kamera, Buda heykelinden aşağıya doğru “tilt” yapıyor ve mangalı gösteriyor.
Sonra da annesinin kucağındaki bebeğin (Min-young Song) meraklı bakışlarını.
Kadının yüzü neden tamamen kapalıydı? Hastalıktan dolayı mıydı? Kadın, Buda
heykelinin önünde dua ediyor. Ardından ağlıyor. Gece anne ve bebeği uyurken,
yetişkin keşiş merakını yenemiyor ve kadının yüzündeki çarşafı alacakken
kadının eli yetişkin keşişin elini tutuyor uykusundayken. Ardından yılan
yansıyor. Kadın uyanıyor. Bebek de uyanmış. Kamera kadının arkasındayken, kadın
yüzündeki çarşafı çıkartıyor. Kamera önüne geçtiğinde yüzüne tekrar takıyordu
çarşafı. Kadın, yetişkin keşişin yattığı yere bakıyor ve kulübeden dışarı
çıkıyor. Fonda da çığlığı andırır tınılar duyuluyordu. Kulübe uzaktan yansıyor
kadın dışarı çıktıktan sonra. Buzda yürürken, yetişkin keşişin suyu kullanmak
için deldiği deliğe düşüp kayboluyor kadın. Ardından gökyüzünde yarımay
görünüyordu.
Sabah
olmuştu. Yaşlı ağacın yanındaki kapıdan kulübe yansıyor. Buzlar erimeye
başlıyor. Mangalda köz sönmüştü. Bebek, emekleyerek kulübenin kapısını açıyor.
Ağlayarak, kulübenin önünde yazılmış yazıların üzerinden donmuş buzda annesinin
düştüğü deliğe doğru emekliyor bebek. Buzlar incelmiş. Uyanan yetişkin keşiş
bebeği kurtarıyor. Delikte kadının ayakkabısını fark ediyordu. Kadının cesedini
çıkartıyor. Yüzündeki çarşafı açarken, kamera kadının yüzünü göstermiyor. Buda
heykelini kadının çarşafıyla deliğe asıyor yetişkin keşiş. Saygı içindi. Başka
bir Buda heykeli çıkartıyor sonra. Taşı ipe bağlıyor ve Buda heykelini kucağına
alıyor. İpe bağlanmış taşı da sürüklüyordu. Donmuş gölette dağa doğru yürüyor.
Üzerinde gömlek yoktu yetişkin keşişin. Tüm günahlarından arınabilecek miydi?
Fonda da Kim Young Im’den “Jeongseon Arirang” duyuluyordu. Donmuş dereden de
geçiyor. Çocukken hayvanlara eziyet ettiği taş bağlı hayvanlar yansıyordu tek
tek bu yolculukta. Kurbağa yansıyor suyun içinde. Yetişkin keşiş dağa tırmanırken
heykel elinden kayıyor ve aşağıya yuvarlanıyor. Kayalarda tırmanırken, birden
ip bağladığı yılan da yansıyor. Sonra tepeye ulaşıyor ve yukarıdan gölet
içindeki kulübeye bakıp dua ediyor yetişkin keşiş. Kamera, tepeden gölet
içindeki kulübeye zum yaparken görüntü donuyordu. Bu bölümde hiç konuşma yoktu.
…ve
İlkbahar… Bu en
kısa bölümdü. Yaşlı ağacı yanındaki kapı yine açılıyor. Çiçekler açmış.
Yetişkin keşiş, kendi ilkbaharındaki yaşlarda olan öğrencisinin resmini
yapıyor. Sonra çocuk küçük bir kaplumbağa görüyor kulübenin önünde. Onunla
oynuyor. Mutlu. Ağacın yakınındaki kapıdan kayık ve çocuk yansıyor. Çocuk tek
başına dağa geliyor. Dereye gelip suya taş atıyor. Balık yakalıyor ve taşı
balığın ağzına tıkıyor. Acı çeken balık yüzemeyince çocuk daha da eğleniyor. Bu
sefer kurbağayı yakalıyor. Onun da ağzına taş tıkıyor. Suda yüzemeyince yine
eğleniyor çocuk. Şimdi sıra yılandaydı. Onun da ağzına taş tıkıyor. Her şey
kısırdöngü gibiydi. Tepeden Buda heykeli gölet içindeki kulübeye bakarken
görüntü kararıyordu.
“Fedakâr
Kız...”
Kim Kiduk
ustanın 2004 yapımı “Samaria-Fedakâr Kız", insanı derinden etkileyen
filmlerden. 15 yaşlarında iki kız arkadaş, hiç de tahmin edilemeyecek bir şey
yapıyorlar. Kendine, Hintli fahişeler gibi “Vasumitra” adını veren Jae-yeong
(Yeo-rum Han), erkeklerle yatarken, arkadaşı Yeo-jin de (Ji-min Kwak) paraları
biriktiriyor. Paraları çoğalınca ikisinin de düşü Avrupa’ya gitmek. Çünkü
Yeo-jin'in polis dedektifi babası Yeong-ki Kang (Eol Lee) kızını, her sabah
okula arabayla bırakırken hep Avrupa’yı ve kültürünü anlatıyordu. İki genç kız
için de doğal olarak Avrupa fenomen gibiydi. Her şey yolunda giderken, hayatın
tahmin edilemeyen ayrıntıları da ortaya çıkıveriyor kızlar için. Kendi adını
taşıyan şirketi KKD Film’in sunduğu bu filmin senaryosunu da kendi yazmış
yönetmen. Müzikleri Ji-woong Park yapmış. Görüntülerse Sang-jae Seon'dan.
Bu film, Haziran 2005’te ülkemizde gösterime çıkmıştı. Bu film, 54. Berlin Film
Festivali’nde “Gümüş Ayı” ödülünü almıştı.
Otel
odalarında para karşılığı erkeklerle beraber olan küçük fahişe Jae-yeong, polis
baskını sırasında kendini pencereden aşağı atıyordu. Bu iki kız da sonuna kadar
masum ve melek olarak yansıtılıyor yönetmen tarafından. Erkeklerin çoğunluğu,
kızları yaşındaki masum Jae-yeong 'la kaygısızca yatabiliyorlardı. Çoğu erkek,
neden çok küçük kızlara ilgi duyuyordu? Yönetmen, sosyopsikolojik olarak bu
olgunun derinine inmese de alt metinde erkeklerin çoğunluğunun duygularının
bastırıldığı fark ediliyor. Bu film Güney Kore'den geliyor ve orada on yıllarca
süren otoriter rejimler hayatın birçok şeyini bastırmışlar. Bu olguyu, evrensel
boyuta taşıyınca, aslında erkeklerin çoğunluğunun "bastırılmış"
olduğuna ulaşıyorsunuz. Özellikle geride bıraktırılmış ülkelerde. Hayatın kendi
doğal akışında bazı duyguları (aşkı ve cinselliği) yaşayamayanlar, ekonomik
açıdan belli bir yere geldikten sonra içlerinde kalmış duyguları parayla satın
alıyorlardı. Böyle durumlar, bastırılmış veya içekapanık toplumlarda daha yoğundu.
Film,
bilgisayar ekranı üzerine açılıyor. “Facebook” öncesi bir zamanların gözdesi
“chat”leşmesi, “sohbet odaları”ydı bu. Jae-yeong ve Yeo-jin, “internet cafe”de
“chat” yapıyorlardı. Fonda duyulan müzik de etkileyiciydi bu anda. Kadın sesi
enstrüman gibi geliyordu kulağa. Liseli kızların bu sohbeti farklı taraflara,
müşteri bulmaya kadar gidiyordu sonra. Burası Seul’du.
Ara
yazıyla “Vasumitra” yazıyor... Kısa saçlı Jae-yeong, “Vasumitra”yı açıklıyor,
uzun saçlı Yeo-jin yüzünü fırçayla temizlerken. Hindistan’da Vasumitra adında
bir fahişe varmış. Onunla yatan her erkek, daha sonra inancı sağlam Budist
oluyormuş. Seks sırasında erkekleri kendinden geçiriyormuş Hintli fahişe.
Yeo-jin, seksle Budizm arasında bağlantı kuramıyor. Jae-yeong’un buna da cevabı
vardı. “Belki de insanın derinliklerindeki anaç sevgiyi uyandırıyordur” diyor
arkadaşına. Erkekler seks yaparken bebek gibilermiş. Öyle diyor Jae-yeong.
Bundan sonra ona Vasumitra demesini istiyor Yeo-jin’den. Çantalarını okula
bırakan iki genç kız, dondurmalarını yerlerken gözlerine birini kestiriyorlar.
Jae-yeong, yolda bekleyen erkeğin yanına gidiyor. Yeo-jin’in çikolatalı
dondurması da “fallik” gibiydi. Sonra çantasından defterini çıkartıp ilk işi
not ediyordu. Yeo-jin, Jae-yeong’un pezevengi gibi bir şey oluyordu. Jae-yeong
pencereden ona bir şey attıktan sonra el sallıyor. Motel odasında erkekle
oluyor Jae-yeong. Bir fahişeydi şimdi. Vasumitra’ydı. Polis motele baskın
yapıyor. Moteli gözetleyen Yeo-jin de cep telefonuyla arıyor arkadaşını. Yangın
merdiveninden inen Jae-yeong’la koşarak uzaklaşıyorlar oradan. Sonra domuz
paçası yiyorlar beraber. Jae-yeong kazandığı parayı arkadaşına veriyor sonra.
İlk yattığı adam (Kwan Hyun-min) sensör işinde çalışıyormuş. Ardından hamama
gidiyorlar. Arınma gibi bir şeydi bu. İkisi de çırılçıplak yansıyordu bu anda.
Yeo-jin, Jae-yeon’u sabunlarken, onu bu işe bulaştırmaktan pişmanlık duyduğunu
söylüyor. Avrupa’ya iki uçak bileti içindi tüm bunlar. Yönetmen, dikizleyen
kamerasıyla onları çıplak gösterirken insanı da paradoksun ortasında
bırakıyordu.
Sonra
dışarıdaki kadın ve erkek heykellerinin arkasından çıkıyor ikisi de.
Heykellerin ortasında haç da vardı. Altta da piyano tınıları duyulamaya
başlıyordu hemen. Dolaşıyorlar. Usta, bu dolaşmaları estetik fotoğraflarla
yansıtmış. Eğleniyorlardı. Hâlâ çocuklardı. Sonra duvarın üzerinde oturuyormuş
insan heykellerinin yanında yansıyor iki genç kız. Kamera yakın çekimle onların
üzerinden sağa çevrinme (pan) yaparak heykelleri gösteriyor. Yaşlı adam, genç
kadın ve oğlan çocuğunu yansıtıyordu kamera. Üç kuşağı. Bu duvar üzerindeki bu heykeller
ne Seul’de ne de Güney Kore’nin herhangi bir yerinde yoktu. Kim usta
filmlerinde kendi yaptığı heykellerini ve resim tablolarını da sergiliyordu
sıkça. İlk filminden beri bunu sanatsever seyircilerine sunuyordu usta.
Yeo-jin
evde kendi odasındaki masasında çekmeceyi açıp içinde paralar olan kutuya bugün
kazandıkları parayı da koyuyor gece. Sabah olunca polis babası Hyeong-gi de
mutfakta yumurta pişirirken yansıyor. Yeo-jin’in annesi ölmüş. Babası onu
sevgiyle uyandırıyor sevdiği müziği çalarak. Kulaklığı da kızının kulaklarına
takıyor. Yeo-jin oyuncak ayıyla uyuyor hâlâ. Sınava girmek istemese de
kalkıyor. Babasıyla kahvaltı yapıyor. Bugün annesinin ölüm yıldönümüydü. Sonra
babası arabada Fransa’yı anlatıyor. Avignon’daki Notre-Dame Katedrali’ni. Usta,
2011 yapımı “Amen” filminde bu katedrali göstermişti Avignon şehrinden. Bu
katedralde İsa’nın ağaçtan yapılmış heykeli varmış. Ağaç çok eskiymiş.
Kollardan biri kopmuş. Bir gün ağaç filizlenmiş. Ama kökü yokmuş. Çok gizemliydi
bu. Okuldan sonra Yeo-jin yeni iş ayarlıyor Misari’de. Adamla olan Jae-yeon,
adamın arabasıyla onları bekleyen Yeo-jin’in yanına geliyorlar. Onları
bırakacakmış şehre. Arabadan inmesini söylüyor Jae-yeon’a. Tam bir patron
gibiydi o. Adam (Oh Yong), müzisyendi. Yeo-jin, adama karşı çok öfkeli
davranıyor. Müzisyen, sana kabalık mı yaptım”, diye soruyor. Jae-yeon’a göre o
iyi biriydi. Ona şarkı bile söylemiş. Seks dışında şeyler de vardı. Özür
dileyen Jae-yeon ona sarılıyor. Sonra hamama gidiyorlar. Yeo-jin, Jae-yeon’u
keselerken ona, “Böyle bir güzelliğe sıradan insanların dokunabilmesi beni
iğrendiriyor” diyor. Birbirlerini okşarlarken Yeo-jin, müzisyenden hoşlanıp
hoşlanmadığını soruyor Jae-yeon’a. Aşkta zamanın önemi yoktu. Âşık olmuştu
Jae-yeon müzisyene. Yeo-jin’in gözlerinden yaşlar iniyor. Kıskanıyor muydu
Jae-yeon’u? Jae-yeon, “Onu unutacağım” diyor ve ardından da onu dudaklarından
öpüyor. Hamamdan sonra fotoğraf çektirme odasında Hintli kadınların
giysileriyle fotoğraf çekiyorlar beraber. Eve gelen Yeo-jin, odasında
fotoğraflara bakarken, “Vasumitra” diye mırıldanıyor birden.
Ertesi
gün, Yeo-jin beraber fotoğraflarını cep telefonuyla çekerken, yeni müşteri
arabasıyla sokağa giriyor. Jae-yeon arabaya doğru yürüyor ve adamla motele
gidiyor. Yeo-jin yerdeki kartlara bakarken yanına bir genç adam geliyor. Onun
fahişe olduğunu sanıyor. Adamı kovduktan sonra motelin yangın merdivenlerinde
polisleri görüyor. Jae-yeon pencereye yöneliyor polisler odaya girince.
Polisler ve aşağıdaki Yeo-jin onu ikna etmeye çabalasa da kız aşağıya atlıyor.
Kızın başından kanlar geliyor. Yaralanmıştı. Yeo-jin, Jae-yeon’u sırtına alıp
götürüyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Hastanede tedavi altına
alınıyor Jae-yeon. Ailesinin telefon numarasını bilmiyor Yeo-jin. Yönetmen,
Jae-yeon’un ailesini ve nerede yaşadığını hiç göstermemişti. Sonra hamama gidip
duşun altında ıslanırken ağlıyor Yeo-jin. Yüzünde de Jae-yeon’un kanları vardı.
Ertesi gün hastaneye gidiyor Yeo-jin. Kız, gözleri açıyor ve gülümsüyor.
Jae-yeong, neşeli ve gülen bir kızdı hep. Yeo-jin, asık suratlı ve hep
sinirliydi. Ajandayı istiyor Jae-yeong. Müzisyeni getirmesini istiyor ondan.
“Onu bana getir” diyor mırıldanarak Jae-yeong. Doktor (Park Joong-hyeon) odaya
giriyor. Umutsuzdu. Ölebilirdi. Sonra Yeo-jin müzisyene telefon ediyor
hastaneye hemen gelmesi için. Ardından taksiye binip müzisyeni almaya gidiyor.
Piyano tuşları yansıyor. Müzisyen çalışırken Yeo-jin geliyor. Onu, Jae-yeong’a
götürmek istiyor. Müzisyen kayıtsız gibi davranıyor ona. Elindeki besteyi
bitirmeye çalışıyormuş. Jae-yeong ölmek üzereydi. Son isteği müzisyeni görmekti.
Müzisyen, parmaklarıyla tuşlara basıyor. Yeo-jin, onun elini tutup Jae-yeong’a
götürmek istiyor. Müzisyen öfkeleniyor ve ayağa kalktığında Yeo-jin’e sarılıyor
birden. Müzisyen onunla sevişmek istiyordu. Hastanede Jae-yeong yansıyor
ardından. Ağlıyordu. Yeo-jin müzisyenle yatmış. Giyindikten sonra onun
arabasıyla hastaneye gidiyorlar. Hastaneye gittiklerinde artık çok geçti.
Jae-yeong ölmüştü. Yüzünde de mutlu bir tebessüm vardı kızın. Sanki bir melek
gibiydi.
Ara
yazıyla “Samaria” yazıyor… Yeo-jin, kapalı bilgisayar ekranında kendine
bakarken yansıyordu. Bilgisayara, Jae-yeong’la Hintli oldukları fotoğrafı
yapıştırıyor sonra. Şuh gülüş gönderiyor Jae-yeong’a. Bir şey mi düşünüyordu?
Ajandayı alıyor, ardından da kutudaki paraları. Sonra ajandayı ve paraları
lavaboya koyuyor. Onları yakıp yok etmek istiyordu. Yakarken bir anda
vazgeçiyor. Aklına bir şey geliyor yaşadığı vicdan azabı ve suçluluk
duygusundan kurtulabilmek için. Yeo-jin, Jae-yeong'un para karşılığında yattığı
erkeklere tek tek paralarını geriye veriyor. Bir ironi gibiydi belki de ilk
bakışta. Paraları hep erkeler öderdi çünkü. Jae-yeong'un yattığı erkeklerle
yatan Yeo-jin, hem paralarını geri ödüyor, hem de suçluluk duygusundan
kurtuluyordu böylece. Motel odasına giriyor ve telefon ediyor müşteriye. İşe
başlıyordu şimdi. Dudaklarına ruj sürüyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu
bu anda. Pencereden aşağı baktığında Jae-Yeong’un hayalini görüyor kendine el
sallarken. Veda gibi. İlk iş başlıyordu gözlüklü orta yaşlı adam odaya
girdiğinde. Adam onunla seviştikten sonra gençleştiğini hissetmiş. Ahlak
kuralları da kimin umurundaydı ki? Ja-yeong’un bu odadaki pencereden atlayıp
öldüğünü söylüyor Yeo-jin. Sonra şaşırmış adama ödeme yapıyor. Adama teşekkür
edip gidiyor. Adamın görüntüsü de aynadan yansıyordu. İkiye bölünmüş ruh
gibiydi. Adam sonra telefonuyla Yeo-jin yaşlarındaki kızını arıyor. Ardından
Yeo-jin motel odasında başka bir adamlaydı. Adam düzen hastasıydı. Yeo-jin’in
elbiselerini katlamaya başlıyor birden. Seviştikten sonra adam sigarasını
tüttürürken, “Âşıklar gibiyiz” diyor Yeo-jin’e. Adam ona yaşattığı mutluluk
için de teşekkür ediyordu. Yeo-jin de mutluymuş. Yattığı ve paralarını geri
ödediği isimleri ajandasından siliyor sonra Yeo-jin. Yine motelde. Genç adama
(Seo-Seung-won) gülünce genç adam rahatsız oluyor onun bu gülüşünden. Babasını
sünger gibi emen bir kadın da böyle gülermiş ona. Adam kızsa da gülmekten
kendini alamıyor Yeo-jin. Sonra yorganın altına giriyorlar. Kim usta bu
filminde hiçbir sevişmeyi doğrudan göstermiyordu.
Yatakta
kanlar içindeki bir kadın (Baek Seo-ah) cesedi yansıyor. Yeo-jin’in babası da
oradaydı. Babası Hyeong-gi sigara yakıp pencereye doğru gidiyor. Pencereden
bakarken, başka bir motelin penceresinden kızına benzer bir genç kızı görüyor.
Genç adam ona sarılmış ve öpüyordu. Kızı ve genç adam motelden çıkıp lüks beyaz
cipe biniyorlar. Fonda gerilimli müzik duyuluyordu. Cipi takip ediyor dedektif
baba. Cipten kızı indikten sonra takibi sürdürüyor baba. Sonra cipin önünü
kesiyor. Ardından genç adamın yanına geliyor ve “Her yalan için bir tokada ne
dersin” diyor ona. Biraz önce neredeydi? Bir kızla olduğunu söylüyor. Bu
soruları soran adam da kimdi? Baba onu tokatlamaya başlıyor. “Seni öldürmeden
defol” diyor. Genç adam anlıyor. Üzerine solmuş sonbahar yapraklarının düştüğü
arabasının içinde kederle yüklü baba yansıyor sonra. Sabaha karşı yatağında
oyuncak ayısıyla uyuyan kızının odasına geliyor. Ona keder yüklü gözlerle
bakıyordu baba.
Her zaman
yaptığı gibi kızını okula arabayla götürüyor. Yeo-jin, “Neden yabancı
ülkelerden hikâyeler anlatmıyorsun” diye soruyor babasına. Sonra Portekiz’den
bir mucize olayı anlatıyor babası. Portekiz’deki bir şehirde üç kız oynamak
için ormana gitmişler. Aniden gökyüzünde göz kamaştırıcı bir şekilde Meryem Ana
ortaya çıkmış. Hepsi donakalmış. Kendilerinden geçmiş haldeyken, dünyanın
korkunç ve acı sonu çocuklara görünmüş. Bu kehaneti, Portekiz’in Fatima
şehrinde kardeş olan üç çoban çocuk yaşamıştı 1917 yılında. Yeo-jin babasına,
“Mucizelere inanır mısın”, diye soruyor. Keşke bir mucize olabilseydi. Babası
ne yapacaktı şimdi? Yeo-jin okuldan çıkınca babası onu takip etmeye
başlıyor. Yeo-jin bir yerde üstünü değiştiriyor sonra da bir motele gidiyor.
Babası da dışarıda bekliyor. Bir adam geliyor. Ona, “Bir genç kızla randevunuz
mu vardı”, diye soruyor. O değildi. Sonra başka bir adama aynı soruyu soruyor.
Sonra da adama bir şeyler içme teklifi yapıyor. Baba şarap almış dışarıda
içiyorlar. Adama telefon geliyor. Sonra adam giderken baba şarap şişesini
kırıyor. Adamı bırakıyor sonra baba. Adamın cep telefonunu da alıyordu. Cep
telefonu çaldığında açan baba, kızının sesini duyuyordu. Sonra arkadaşı
Gi-soo’yla (Jung In-gi) içiyor bardaki bir masada. Yan masada da liseli kızlar
vardı. Arkadaşı kızlarla konuşuyor. Kızlar da Yeo-jin gibi miydi? Sonra
kızların erkek arkadaşları geliyor. Gi-soo’yu oradan götürmek istiyor baba.
Gi-soo’ya gençlerin hakaretleri ağır gelmiş. Baba, Gi-soo’ya tokat atıyor
birden.
Şehir
dışında bir araba tarlaya girerken yansıyor. Yeo-jin bir adamla (Shin Taek-gi)
beraberdi. Baba arabaya taş atıyor görünmeden. Adam korkuyla arabayla kaçıp
giderken, kız da tarlada kalıyor tek başına. Sonra aynı adamı takibe alıyor
baba. Ondan ateşini isteyip sigarasını yakıyor arabanın içindeyken. Baba,
kendini izlerken adam anlıyor onun kim olduğunu ve özür diliyor. Adam evine
giderken arabada babanın elindeki taş fark ediliyordu. Adam dairenin
balkonundan ona bakıyor sonra. Adam ailesiyle yemek yerken yansıyor dairede.
Görünüşte mutlu aileydi. Dairenin kapısının zili çalıyor. Adamın, Yeo-jin
yaşındaki kızı (Seol Han-sol) kapıyı açıyor. Gelen Yeo-jin’in babasıydı. Adamın
karısı (Hong Hye-ryeong) kim olduğunu soruyor ona. Adamın kızına yaşını
soruyor. Kız lise ikiye gidiyormuş. Baba adama dönüp, “Kendinden utanmıyor
musun”, diyor. Onu tokatlıyor. Kendi kızından daha küçük bir kızla yatmıştı.
Oradan gidiyor baba. Adam masadan kalkıyor ve balkona gidiyor. Baba gittikten
sonra aşağıya atlayıp intihar ediyor. Yönetmen sadece bu anda adamın fırlayan
saatini göstermiş akan kanlarla beraber. Bu sekanstaki taş atmayla,
Hıristiyanlık söylemindeki İsa’nın “İlk taşı siz atın” sözlerini
çağrıştırıyordu yönetmen.
Evlerinde.
Baba mutfakta yemek yaparken, düdüklü tencerenin buharında elini yakıyor.
Yeo-jin babasının elini tutuyor. Babası ne yapıyordu? Gündüz baba yine bir
arabayı takip ediyor. Dar yolda önüne bir araba çıkıyor. Yol vermeyince adamı
dışarı çıkartan baba arabaya biniyor. Arabada aile de vardı. Arabayı geriye
çeken baba arabasına binip takibe devam ediyordu. Bu anı kamera arabanın
içinden yansıtıyordu. Onları arabada giyinirken görüyor baba. Bu anlarda hafif
ve sarsıntılı kamera kullanılmış yönetmen. Altta da gerilimli müzik
duyuluyordu. Adam (Park Jeong-gi) tuvalete gittiğinde peşine düşüyor baba.
Kelepçesini de çıkartıyor. Adamı tuvalette öldüresiye dövüyor baba. Kelepçeyi
eline geçiren baba sertçe adama vuruyor. Adamın yüzü kanlar içindeydi. Birden babaya
saldırıyor adam. Adamdan kurtulan baba, dışarıdan yere döşenmiş taşlardan
birini alıyor ve adamı vahşice öldürüyor. Yüzüne kanlar fışkırmış baba gidiyor.
Yeo-jin de arabadaydı. İki sevgili tuvalete girince cesetle karşılaşıp korkuyla
dışarı çıkıyorlar. Sonra kız cesedi görüyor tuvalette. Fonda da piyano tınıları
duyuluyordu. Ajandasını çıkartıp bir ismi daha siliyor ve ardında da ajandayı
atıyor Yeo-jin. Ajandayı yerden alan baba, sonra da evde duşun altında
elbiseleriyle oturmuş yansıyordu.
Ara
yazıyla “Sonata” yazıyor… Bu bölümün adı müzik teriminden çok, araba modeliydi.
Sonda anlamlaşıyor bu. Evde baba özel yemek hazırlıyor. Yolculuğa çıkacaklardı
kızıyla. Yeo-jin geliyor okul kıyafetleriyle. Kızıyla tatile çıkacaktı.
Karısının mezarına uğrayacaklardı. Gece uzun yolculuk başlıyor. Annenin
mezarını ziyaret ediyorlar önce dağ başında. Baba bir bardak içkiyi mezara
döküyor. Hazırladığı yemeğin birazını mezarın üstüne atıyor. Geri kalanı da
kendileri yiyorlar. Yine yolculuk başlıyor. Araba dağda çamura saplanıyor
sonra. Yeo-jin arabadan çıkıp tekerleğin önündeki taşları temizlerken
gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu an önemliydi. Derinlikte anlamlaşacaktı. Sonra
gidiyorlar. Dinlenmek ve geceyi geçirmek için dağdaki bir eve geliyorlar. Yaşlı
bir adam vardı orada. Baba-kız doğayı seyrederken, baba kızına her şeyi
unutmasını söylüyor. Sonra yaşlı adam onlara haşlanmış patates ikram ediyor.
Gece kızı yataktayken Rahibe Teresa’yı anlatıyor baba. Vatikan’da o kadın, bir
ermiş olarak çalışırmış. Rahibe hayattayken birçok hastayı elleriyle
iyileştirip onlara dua edermiş. Sonra yatıyorlar. Baba uyandığında kızının
dışarıda ağladığını görüyor. Sabah yaşlı adama teşekkür edip oradan
ayrılıyorlar. Buralar insana hem “Ada” hem de “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış …ve
İlkbahar” filmlerini hatırlatıyordu. Orada kayık da vardı. Baba yol üzerindeki
marketten sigara aldıktan sonra kızının direksiyonla oynadığını görüyor. Ona
araba sürmesini öğretecekti. Gölet kıyısına geliyorlar. Araba suyun içindeydi.
Baba arabadan çıkıp polis arkadaşı Dedektif Kim’i arıyor. Sonra Yeo-jin
uyanıyor ve babasını göremiyor. Aniden babası çıkıyor ve boğazına yapışıyor
elleriyle kızının. Onu öldürebilir miydi? Sonra ölü kızını kazdığı çukurun
içine yatırıyor. Üzerine toprak atıyor. Kulağına da kulaklık takıyordu müzik
dinlemesi için. Yüzüne de kum koyuyor. Erik Satie’nin “Gymnopédies-1ere, Lent
et Douloureux” piyano tınıları duyuluyordu. Her şey yavaş ve ağrılıydı çünkü.
Kâbus görmüş Yeo-jin birdenbire uyanıyor. Babasının kendisini öldüreceğini mi
aklından geçiyordu hep? Babası taşları sarıya boyayarak yol yapmış. Kızına
araba sürmesini öğretiyor baba. Sonra polisler geliyor. Yeo-jin de araba
sürmesini beceriyor. Babası polislerle giderken, Yeo-jin’in arabası çamura
saplanıyor. Yeo-jin, arabanın tekerleklerini çamurdan kurtarabilecek miydi?
Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Artık tek başınaydı. Sonra görüntü
kararıyor.
“Boş
Ev...”
2004
yapımı “Bin-jip-Boş Ev” filminde, iki öne çıkan karakter var ve ikisi de pek
konuşmuyordu. Genç kadının ağzından ancak birkaç kelime düşüyordu finale yakın
zamanlarda. Bu bir aşk filmiydi. Bununla beraber kadına, gerçek değerini ve
anlamını sunan bir filmdi ayrıca. Yönetmen Kim Ki-duk, sinemada çok az görülen
bir içtenlikle karakterlerini perdeden yansıtırken, birçok karakterine
yapabildiği kadar önyargısız yaklaşmaya çalışmış. Happinet Pictures’ın sunduğu
filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikler Slvian bestelemiş. Kameramansa Seong-back
Jang’dı. Bu film, ülkemizde Mayıs 2005’te vizyona girmişti. Ayrıca bu film, 61.
Venedik Film Festivali’nden “Gümüş Aslan”, “Küçük Altın Aslan” ve “FIBRESCI”
gibi anmaya değer üç önemli ödül kazanmıştı. Filmin İngilizce ismi “3-Iron”,
golf sporunda bir sopa türüymüş. Ama bu filmde üç erkek de golf sopasını
kullanıyordu. En başta Tae-suk, sonra Min-gyu ve ardından da fotoğraf sanatçısı
Oak Gin-go. Bir de Tae-suk’u canlandıran oyuncu Jae Hee’nin gerçek adı da Lee
Hyun-kyoon’du. Bu filmde sert bir kapitalizm eleştirisi de vardı. Motosikleti
dışında sahip olduğu hiçbir şeyi olmayan gencin peşine taktığı kamerasıyla
sahip olmamanın da güzel oluğunu göstererek kapitalizme cevabını veriyordu bu
filminde Kim usta. Aşkta da sahip olma yoktu. Tae-suk ve Sun-hwa birbirlerini
tamamlıyorlardı.
Film,
piyano tınılarıyla kadın heykeli üzerine açılıyor. Golf sopasıyla heykele doğru
toplar da geliyordu öfkeyle. Sonra Scooter motosikletiyle broşürler dağıtan bir
genç Tae-suk (Jae Hee) yansıyor. Broşürleri evlerin kapılarına bırakıyor. Fonda
piyano tınıları duyuluyordu. Motosikletini bir evin garajına park ediyor
Tae-suk. Burası, sonradan gireceği ve aşka düşeceği evdi. Garajdan arabasıyla
çıkan adamla, Ming-gyu’yla (Kwon Hyuk-ho) göz göze geliyorlardı. Sessiz
Tae-suk, kapısına broşür astığı hangi evde kapıda broşür duruyorsa o eve
giriyordu. Bir apartmana giriyor ve kapılara bakıyor. Bir kapıda broşür
duruyor. Çantasından ekipmanını çıkartıp kapıyı açıyor hemen. İçeri girdiğinde
telefonun telesekreterine basıp dinliyor. Aile bu gece evde olmayacaktı. Odaları
dolaşıyor. Ardından da banyoya girip duşunu alıyor. Temiz giysi giydikten
mutfakta karnını doyuruyor sonra. Evin küçük oğlunun çalışmayan oyuncak
tabancasını yağlayıp balonlara ateş ediyor ardından. Bu gece ödünç girdiği bu
ev onundu. Sonra duvarda çerçeveli aile fotoğrafının önünde özçekim (selfie)
bile yapıyor Tae-suk. Televizyon izliyor. Divanda uyuyakalıyor. Sabah olunca da
temizlik yapıyor. Evi nasıl bulduysa öyle bırakıyor genç. Çamaşırlarını
yıkadıktan sonra aile albümündeki fotoğraflara da bakıyor sonra. Evin ailesi
arabalarıyla tatilden dönüyorlar. Tae-suk hâlâ evdeydi. Onları pencereden
görüyor. Evin hanımı (Lee Ui-soo) tatilden pek memnun kalmamış ve sinirliydi.
Kocası da (Lee Jong-seop) kayıtsızdı karısına. Evin küçük oğlu (Ryoo Jong-hwa)
oyuncak tabancasıyla geliyor ve annesine ateş ediyor ardından.
Tae-suk
çoktan evden ayrılmış ve motosikletiyle yine her zamanki işini yapmaya
koyulmuş. Bahçeli bir eve geliyor Tae-suk. Bahçede ön jenerikte yansıyan kadın
heykeli de vardı. İçeri kolayca giriyor. Duvarda çerçeveli asılı evin hanımının
siyah-beyaz fotoğrafı da yansıyor. Evde kimse var mıydı? Tae-suk, sehpanın
üzerinde evin hanımı Sun-hwa’nın (Lee Seung-yun) çıplak siyah-beyaz
fotoğrafları olan kitabı görüyor. O, etkileyici fotoğraflara bakarken telefon
çalıyordu. Telefonundan kocası Min-gyu’nun sesi duyuluyordu. Adamın sesi
sakindi ve karısından özür diliyordu. Kocası onu için her şeyi yapmış. Karısını
mutsuz ve tatmin etmeyen neydi? Adamın sesi öfkeli gelmeye başlıyordu sonra.
Güzel Sun-hwa görünüyor ve sessizce Tae-suk’u izliyordu kocasının sesi
duyulurken. Adam “Lanet olsun” dedikten sonra Tae-suk, cep telefonunu alıyor ve
duvarda asılı Sun-hwa’nın siyah-beyaz fotoğrafı önünde özçekim yapıyordu.
Tae-suk sonra mutfakta kendine bir şeyler hazırlarken, Sun-hwa da onu
gözlüyordu. Sun-hwa’nın yüzünde yara izleri de fark ediliyordu. Kocasından
şiddet görmüştü. Yemeğini yiyen Tae-suk, banyoda da çamaşırlarını ve spor
ayakkabısını yıkıyor. Sonra da onları bahçede asıyor. Bahçede kadın ve hayvan
heykelleri de vardı. Golf çantasından sopa çıkartıyor. Derinlikte filmin
girişindeki kadın heykeli de yansıyordu. Golf sopasıyla hedefe atış yaparken
içeride Sun-hwa bu genci izlemeyi sürdürüyordu. Tae-suk’un görüntüsü cama
yansıyordu bu anda. Sonra küvetteyken Tae-suk, siyah-beyaz çıplak kadın
fotoğrafına bakarken yansıyor. Banyodan sonra çırılçıplak baskülün üstüne
çıktığında ibre kilosunu 110 kilo gösteriyordu. Baskülü tamir ederken, salonda
Sun-hwa da onu izliyordu yine. Tamir ettikten sonra yine tartılıyor. Şimdi
altmış beşti kilosu. Tae-suk gittikten sonra kamera baskülü yansıtırken,
Sun-hwa geliyor ve tartılıyor. İbre kırk beşteydi. 110, ikisinin toplam kilosu
oluyordu. Tae-suk, banyoda ıslattığı kitabın sayfalarını ütüyle kurutmaya
başlıyor. Sun-hwa’nın çıplak fotoğrafları yine yansıyor. Etkileniyor Tae-suk ve
yatakta onu hayal ederek kendinden geçiyor. Sun-hwa da onu izliyor. Tae-suk
birden onu fark ediyor. Ev telefonu yine çalıyor. Telesekreterden kocasının
sesi duyuluyor. Min-gyu’nun, “Beni yine çıldırmış görmek mi istiyorsun” diyen
öfkeli sesiydi bu. Telefona cevap vermezse hemen eve gelecekmiş. Sun-hwa
ahizeyi alınca Tae-suk da giyiniyor hemen. Tae-suk giderken Sun-hwa çığlık atıp
telefonu kapatıyor. Tae-suk, mutsuz bir evliliğe tanıklık ediyordu istemeden.
Sun-hwa, geçmişte fotomodellik yapmış.
Tae-suk
gecenin içinde motosikletinin yanında yansıyor. Yol kenarındaydı. Aklına bir
şey geliyor ve motosikletine binip kaskını takan Tae-suk, tünele giriyor. Bu
güçlü bir andı. Tünel hem dehlize hem de aşka metafor yapıyordu. Tekdüze hayatı
bambaşka yerlere sürüklenecekti Tae-suk’un. Eve döndüğünde ağlayan Sun-hwa’nın
hıçkırıklarını duyuyor Tae-suk. Genç kadın banyodaydı. Aynadan yansıması fark
ediliyor Tae-suk’un. İkiye bölünmüş ruh gibiydi. Onun etrafa atılmış
giysilerini topluyor hemen. Gardıroptan bir elbise seçiyor, sonra da müzik
çalara CD koyuyor Tae-suk. Natacha Atlas’tan “Gafsa” duyuluyordu şimdi. Arapça
şarkıydı bu. Şarkının ikinci bölümünde, “Erjaz ya hobb. (Geri dön aşkım.) /
Mali fi dounya nasip. (Bu dünyada nasbim yok.) / İnta hobi lâkin, (Sen benim
aşkımsın ama,) / Mish moumkun tkouni halali. (Benim helalim olman imkânsız.) /
Ah lel (Ah gece) / Ya zayni, ya. (Ah gözlerim, ah.) / Khalas. (Bitti artık)”
diyordu. Banyodan çıkan Sun-hwa, yerde serili duran pembe elbiseyi görüyor.
“Kötü Adam” filmindeki Sun-hwa da pembe elbise giyiyordu sahilde. Tae-suk’un da
aynadan yansıması görünüyor. Onun da ruhu ikiye bölünmüş gibiydi. Sun-hwa
giyinirken onu izliyordu Tae-suk. Genç kadın giyindikten sonra ona golf topu
yolluyor Tae-suk. Topla oyun oynarlarken kocası geliyor arabayla. Ne olacaktı
şimdi? Park edilmiş motosikleti fark ediyordu Min-gyu. İçeride de Arapça şarkı
duyuluyordu. Sun-hwa topu gönderirken kocası salona giriyor. Tüm kapılar
açıkken ne yapıyordu böyle karısı? Kocası, “Beni niye görmezden geliyorsun”,
diye soruyor. “Senin kölen miyim ben”, diyor sonra. Min-gyu, karısının
üzerindeki elbiseden de nefret ediyormuş. Neden nefret ettiği şeyleri yapıyordu
karısı? Kocası onunla sevişmek istiyor. Ama karşı koyuyor Sun-hwa. Onu
tokatlıyor ve “Seni tüketiyor muyum, böcek miyim ben”, diyor. Camın ardından
onları izleyen Tae-suk, golf sopasını alıp atış yapıyor. Sesi duyan Min-gyu
pencereye yönelirken karısıyla ikisinin yansıması camdan görünüyordu.
Bahçesinde golf oynayan kimdi? Min-gyu polisi ararken, sertçe bir vuruşla topu
ona atıyor Tae-suk. Golf sopası “fallik” ve bir silahtı. Sürekli Min-gyu’ya top
atan Tae-suk, Sun-hwa’yla göz göze geliyor. Genç kadının gözlerinden korku ve
endişe yansıyordu bir an. Min-gyu yerde acı çekerken, Tae-suk motosikletine
biniyor ve Sun-hwa’yı bekliyordu. Sun-hwa, dışarı çıkıp acı çeken kocasının
yanında geçip motosiklete biniyordu.
Gündüz
uzakta bir su kenarında yansıyorlar ikisi de. Tae-suk motosikletini temizliyor
ve sonra yine yollara düşüyorlar. Seul’de giderlerken, kamera birden sola
çevrinme (pan) yaparak yüksek apartmanları yansıtıyor bir an. Yüksek bir
binanın önüne geldiklerinde kameraya kaide üzerinde kanatlı bir kız heykeli
yansıyordu. Melekti. Sun-hwa gibi. Binanın içinde kapılara broşür asıyorlar
sonra. Gün geçerken Tae-suk parkta golf topunu delip kabloyla ağaca bağlayıp
topa vurmaya başlıyor. Hüzünlü Sun-hwa ne yapacaktı şimdi? Bu tanımadığı gençle
hangi bilinmezliğe sürüklenecekti? Ya kocasına ne olmuştu? Kapılarına broşür
bıraktıkları yere geliyorlar sonra. Kapının birinde hâlâ broşür vardı. Kapının
zilini çalan Tae-suk sonra kapıyı açıyor kendi yöntemleriyle. İçeri girer
girmez dairenin kapısındaki çıplak kadın resmi fark ediliyor hemen. Burası bir
fotoğraf sanatçısının stüdyo eviydi. Tae-suk her girdiği yerde ilk yaptığı şeyi
yapıyor ve telesekreteri dinliyor önce. Fotoğraf sanatçısı Oak Gin-go çekimler
için yurtdışındaymış. İçeride duvarda asılı fotoğraflara bakan Sun-hwa, kendi
fotoğrafını da görüyor. Tae-suk da müzik çalara CD koyunca “Gafsa” şarkısı
kaplıyordu mekânı. Sun-hwa’nın yanına gelip onun çıplak siyah-beyaz fotoğrafını
görüyor Tae-suk da. Sun-hwa heykelleşmiş gibi kendi fotoğrafının önünde
duruyordu. Yüzünde hüzün vardı. Fotoğraftaki gibi. Tae-suk, duvar saatini
tamir ediyor. Kamera, fotoğraflar üzerinden sola çevrinme yaparak saati duvara
asan Tae-suk-u yansıtıyordu sonra. Gecenin derinliğinde Tae-suk divanda
uyurken, kamera yukarı doğru “tilt” yaparak duvarda asılı Sun-hwa’nın
siyah-beyaz fotoğrafını gösteriyor birden. Fotoğraf bulanık yansıyordu. Sonra
Sun-hwa, kendi fotoğrafını katlıyordu. Sabah Tae-suk uyandığında parçalara
ayrılıp yapıştırılmış Sun-hwa’nın fotoğrafını görüyordu. Sun-hwa, kendi
fotoğrafıyla kolaj yapmıştı. Tam anlamıyla bir postmodern sanattı bu. Tae-suk
banyonun kapısını açıp baktığında Sun-hwa da tıpkı kendi gibi çamaşır
yıkıyordu. Sonra yemek yiyorlar. İlk yemekleriydi baş başa yedikleri. Sonra
fotoğraf stüdyosunun kapı zili çalıyor. Gelen genç bir kadındı. Tae-suk,
Sun-hwa’nın yeni postmodern fotoğrafı önünde özçekim yapıyor kapıdaki kadın
gidince. Sonra stüdyoda temizlik yapıyorlar. Zincirlemeli geçişle tertemiz
stüdyo yansıyor ardından.
Yeniden
broşürler asmaya başlıyorlar evlerin kapılarına. İşlerini yaptıktan sonra parka
geliyorlar motosikletle. Her şey aynıydı. Tae-suk yine golf sopasıyla topa
vuruyordu parkta. Topu yine bağlıyordu. Sun-hwa, o topa vuracakken önüne geçmek
istiyor hep. Gece başka bir eve giriyorlar. Evin sahibinin boks yaparken
fotoğrafı yansıyor. Orada boks eldivenleri de vardı. Tae-suk hemen telefonun
telesekreterini açıyor. Telesekreterdeki kadın sesi, “Ji-eun ve Hyun-su’nun
evini aradınız” diyor. Evliliklerinin üçüncü yıldönümlerinde Havai’de tatil
yapıyorlarmış. Tae-suk bozuk müzik çaları tamir ederken, Sun-hwa da makası
alıyor ve Tae-suk’a uzatıyor saçlarını kesmesi için. Sonra da boksör fotoğrafı
önünde özçekim yapıyorlar. Televizyondan boks maçı bile izliyorlar beraberce.
Sun-hwa viskiyi bardaklara doldururken müzik çalardan “Gafsa” şarkısı duyulmaya
başlıyor. İçerlerken Sun-hwa ağlıyor birden. Tae-suk kolunu ona doluyor ve
Sun-hwa başını ona yaslarken, onun sıcaklığını da hissediyordu. Sonra beraber
uyuyorlar. Gecenin derinliğinde ev sahipleri arabayla geliyorlar sonra. Ji-eun
(Lee Dah-hae) ve Hyun-su (Jang Jae-yong) Hawaii’den dönmüşler. Hyun-su, “Kötü
Adam” filminde Sun-hwa’nın sevgilisinin ismiydi. Boksör Hyun-su evde bir
gariplik fark ediyor hemen. Kırmızı boks eldivenlerini takıyor ve yatak odasına
giriyor. Evde birilerinin olduğunu fark ediyorlar. Hyun-su, yatakta uyanan
Tae-suk’a yumruk atarken kamera da sola çevrinme yaparak Hyun-su’nun boksör
fotoğrafını yansıtıyor ardından. Karısı Ji-eun kurtarıyor Tae-suk’u. Bunların
evlerinde ne işi vardı? Üstelik pijamalarını da giymişlerdi. Evde çalınan bir
şey de yoktu. Bunlar hırsız değilse neydiler?
Gecenin
içinde evsiz kalmışlardı. Sun-hwa marketten pişmiş makarna alıyor ve beraber
yiyorlar. Tae-suk yine golf sopasıyla topa vururken, Sun-hwa da banktan kalkıp
yine topun önüne geçiyordu. Sun-hwa, neden hep topun önüne geçiyordu? Ölmek mi
istiyordu? Muammaydı. Tae-suk topu başka yöne gönderdiğinde, top kablodan
fırlayıp caddede bir arabayı isabet alıyordu. Arabayı süren genç adam (Kang
Sung-hong), “Mi-yeong, aç gözlerini” diyordu sevgilisine. Mi-yeong ismi, “Sahil
Koruma” filmindeki Mi-yeong’u hatırlatıyor birden. Kamera yakına geldiğinde
arabanın ön camı delik olduğu fark ediliyor. Genç kadın kazada başından ağır
yaralanmıştı. Tae-suk ve Sun-hwa dehşet içinde bakıyorlar bu trajediye. Ne
olacaktı şimdi? Fonda da insanı etkileyen piyano tınıları duyuluyor genç adamın
sevgilisine seslenen çığlıklarıyla. Motosikletinin yanında acı çeken Tae-suk’un
yanına oturuyor Sun-hwa. Gözlerindeki hüzünle ona bakıyor. Ağlayan Tae-suk’un
başını omzuna koyuyor sonra Sun-hwa. Genç kadına ne olduğu hiç bilinemeyecekti
filmin derinliğinde de.
Gündüzdü. Dolly
kamera coşkuyla geleneksel evlerin üzerinden sokağı yansıtıyordu. Bu coşkulu
kamera aşkın patlamasına metafor yapıyordu sanki. Daha çok da Sun-hwa için.
Burası Seul’a yakın Buckchon köyüydü. Tae-suk ve Sun-hwa yine broşür asıyorlar
evlerin kapılarına. Her şey kaldığı yerden davam mı ediyordu? Gece yaşanan
trajedi ne olacaktı? Muamma olarak mı kalacaktı? Gece motosikletle aynı
sokaktan geçiyorlar ve bir evin kapısında broşür duruyordu. Yine aynı şeyler
tekrarlanıyor ve eve giriyorlar. Bahçeli geleneksel evin içi de geleneksel
döşenmişti. Derinlikte çerçeveli bir kadınla erkeğin fotoğrafı da yansıyor.
Piyano tınıları duyulurken geleneksel yöntemle çay bile içiyorlar. Müzik de
geleneksel tınılara dönüşüyordu sonra. Ardından ikisinin dudakları birbirine
uzanıyor ve öpüşüyorlar Tae-suk ve Sun-hwa. Piyano tınıları duyulunca görüntü
kararıyordu.
Gündüz
şehir dışındaki banliyöye gidiyorlar. Eski apartmanların olduğu yerlerdi
buralar. Yoksulluk fark ediliyordu. Buralardaki dairelerin kapılarına da broşür
asıyorlardı. Her zamanki gibi akşamüzeri geliyorlar. Kapının birinde broşür
duruyordu. Tae-suk kendi yöntemiyle kapıyı açıyor. Odanın birine baktığında
geri çıkmak istiyor Tae-suk. Ama Sun-hwa da odaya bakınca şaşkınlık yüzüne
oturuyordu. Yerde yatan ağzı kanlanmış yaşlı bir adamla köpeği vardı. Tae-suk
telefonun telesekreterini dinliyor. Kadın sesi, “Jeju Adası’nda tatildeyiz”
diyordu. Sun-hwa, adamın kanlarını temizliyor. Yaşlı adamı cenaze törenine
hazırlıyorlar Korelilere özgü kefenle. Fonda da geleneksel tınılar duyuluyordu.
Sun-hwa kanları temizlerken telefon çalıyor. Arayan, yaşlı adamın oğluydu.
Tae-suk telefonu kapatıyor hemen. Sonra da uyuyorlar beraber. Uyandıklarında
yemeklerini de yiyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi. Yemeklerini yerlerken kapı
çalıyor. Ne yapacaklardı şimdi? Yaşlı adamın oğlu (Lee Ju-seok) ve gelini (Lee
Mi-suk) geliyorlar. İçeri girdiklerinde onlarla karşılaşıyor oğul ve gelini.
Kimdi bunlar? Karısıyla tatile çıkan oğul, babasını yoksulluklar içinde yaşatırken,
“Babamın evinde ne işiniz var”, diye soruyor. Karısı odanın kapısını açtığında
kayınbabasını göremiyor. İkisi de dışarı çıkıp cep telefonuyla polisi arıyorlardı.
Polis
onları Merkez’e götürüyor. Dedektif onları sorgu odasında sorgulamaya çalışsa
da ikisi de dilsiz insanlar gibi cevap vermiyorlardı sorulara. Dedektif çantayı
kontrol ederken, “Onu öldürdünüz değil mi”, diyor. Çantada dijital fotoğraf
makinesini buluyor dedektif. Başka evlere de girmişlerdi. Fotoğraf makinesini
Dedektif Lee’ye veriyor araştırma yapması için. Evlerden ne çaldıklarını,
soruyor onlara. Sessiz Tae-suk ve Sun-hwa’dan yine cevap yoktu. Serseri olarak
gördüğü ikisine de ders vermeliydi dedektif. Sun-hwa’nı dışarı çıkartıyor
dedektif. İkisi de kelepçeliydi. Dedektif Lee, Sun-hwa’yı sorgu odasından
çıkardıktan sonra camdan Tae-suk’un görüntüsü yansıyor bir an. Dedektif onun
sandalyesini çekip yere düşürüyordu Tae-suk’u. Sonra da sandalyeye oturtuyor.
Ardından da ona peş peşe tokat atıyordu. Sun-hwa, pencerenin önünden geçerken dedektifin
şiddetini görüyor. Görüntüsü de cama yansıyordu Sun-hwa’nın. Bu yansıma bir
ruhun değil, Sun-hwa’yla Tae-suk’un bütün olmuş ruhlarının ikiye bölünmesini
simgeliyordu. Sorgu odasından çıkan dedektif, yaşlı adamın oğluyla konuşuyor
sonra. Tae-suk itiraf etmiş. Yaşlı adamın cesedini gizlice apartmanın yakınına
gömmüşler. Dedektif, CIS ekibini apartmana göndertiyor. Ağaçların altında kazı
yapılıyor. Cenaze tabutun içindeydi. Gizlice gömülmüşe benzemiyordu. Polis
Merkezi’nde “Kayıp İnsan Raporu” yansıyordu. Sun-hwa’nın fotoğrafı da vardı.
Dedektif Sun-hwa’ya fotoğrafını gösteriyor. Sun-hwa yine sessizdi. Evin
bahçesinde golf oynayan Min-gyu’nun cep telefonu çalıyor. Sorgu odasında da
dedektif, Tae-suk’u suçluyor. Yaşlı adamın ölümünü cinayet olarak değerlendiriyor
dedektif. Cinayet. Cesedi ortadan kaldırma. Adam kaçırma. Birçok suç yüklüyor
Tae-suk’a. Dedektife göre Sun-hwa’yı kaçırmıştı Tae-suk. Odanın bir köşesinde
Sun-hwa da oturmuş bekliyordu. Dedektif Lee, Tae-suk’un temiz olduğunu
söylüyor. Kimse şikâyetçi olmamış. Dedektif Tae-suk’a, “Üniversitede derecen
bile var. Neden evlere giriyorsun”, diye soruyor. Cevap yoktu. Min-gyu da sorgu
odasına geliyor. Dedektif karısını götürmesine izin veriyor. Min-gyu, cebinden
çıkardığı golf toplarını Tae-suk’a fırlatıyor öfkeyle. Sun-hwa giderken, özlem
gözlerinden dışarı yansıyordu. Kalbinin yarısı orada kalmıştı sanki. Bir zaman
sonra yaşlı adamın otopsi raporu da geliyor adli tıptan. Yaşlı adam cinayetten
değil, akciğer kanserinden ölmüş. Tae-suk, cenazeye saygı gösterip kefenle
gömmüş. Dedektif Lee, “Bir oğuldan daha iyi gömmüş” diyor. Lee’yi odadan
çıkartan dedektif, yerdeki golf topunu aldıktan sonra, “Ya kadın” diyor. Onu
mutlaka hapse atmak istiyor dedektif. Tae-suk’un hafifçe gülümsemesi dedektifi
rahatsız ediyor.
Min-gyu,
çiçeklerle ilgilenirken, derinde de Sun-hwa yansıyordu. Sonra karısının yanına
oturuyor. Karısının en sevdiği çiçeklere iyi bakmış. Döneceğini biliyormuş
Sun-hwa’nın. Artık ona karşı iyi olacakmış. O yokken ailesine para bile
yollamış Min-gyu. Genç kadın ona karşı ilgisiz ve salondan çıkıp gidiyor.
Min-gyu’nun yüzündeki öfke fark ediliyordu. Sonra cep telefonuyla birini
arıyor. Aradığı dedektifti. Ona rüşvet veriyor Min-gyu. Artık mutluydu. Polis
arabası Han Nehri kıyısında Tae-suk’u kelepçeli bırakıyor. Bu an, Min-gyu’nun
arabasından yansıyordu. Golf sopası da vardı. Arabadan çıkan Min-gyu’nun
görüntüsü yederdeki su birikintisinden yansıyor bir an. Aşağılanmış onurunu
kurtaracaktı intikamını alarak. Yere golf toplarını koyan Min-gyu, sopayla topları
sertçe Tae-suk’a atmaya başlıyor. Her vuruş ona tarif edilemez haz veriyordu
sanki. Dedektifler de polis arabasından onları izliyorlar. Dedektif Lee,
Min-gyu’nun sert vurduğunu söylüyor. Sonra araba geriye doğru geliyor.
Dedektif, Tae-Suk’un yanına gidip “Gülsene yine” diyor. Tae-suk çektiği acı,
onun da aşağılanmış onuruna haz veriyordu belki. Tae-suk, dedektifi altına alıp
kelepçeyle boğacakken Dedektif Lee kurtarıyor onu. Görüntü, köprünün ayakları
üzerinde kararıyordu.
Hapishanedeki
hücrede. Tüm mahkûmlar tek tip mavi elbise giyinmişler. Diğer mahkûmlar da
vardı. Tae-suk, hayali golf topuna hayali golf sopasıyla vuruyordu. Ama topa
vuruşun sesi duyuluyordu. Michelangelo Antonioni’nin 1966 yapımı “Blow
up-Cinayeti Gördüm” filmindeki final anını hatırlatıyordu bu. Final bölümünde
iki genç hayali raket ve topla hayali maç yapıyorlardı. Antonioni usta bununla
gerçeğin yanılsamasını yaratmıştı. Tae-suk, hayali topu yine yere bırakıyor.
Mahkûmlardan biri hayali topu alınca Tae-suk hayali topunu ondan almaya
çabalarken ona saldırıyor. Gardiyanlar gelip Tae-suk’u başka hücreye
götürüyorlardı.
Kamera,
ayaklarından yukarı doğru “tilt” yaparak Tae-suk’u gösteriyor. Şimdi hücrede
tek başınaydı. Sonra gözleriyle koğuşu inceliyor. Ne düşünüyordu?
Ayakkabılarını çıkartarak duvara sürtünerek yana doğru kayıyor Tae-suk. Bir
balet gibiydi. Evde yatak odasında Min-gyu, Sun-hwa’yla sevişmek isterken
yansıyor birden. Tae-suk bunu hissetmiş miydi? Sonra koridorda bir gardiyan
(Choi Jeong-ho) görünüyor. Tae-suk’un hücre kapısına geldiğinde onu
göremeyince, “Mahkûm 2904” diye sesleniyordu. İçeri girdiğinde onu gören
gardiyan rahatlıyor. Kaçtığını düşünmüş. Ona tokat atıp gidiyor. Tae-suk’un
cezası da yemek yememek oluyordu. Gardiyan gittikten sonra duvarı inceliyor
Tae-suk. Ne düşünüyordu? O düz duvara tırmanırken, evde de ve mutsuzluk
yansıyordu. Min-gyu kederinden içiyor. Evliydi ve karısı ona uzaktı.
Sevişemiyordu bile onunla. İçki şişesiyle yatak odasına giren Min-gyu,
yataktaki karısına, “Uyuyarak kaçma” diyor. O kadar kötü müydü kendisi?
Sun-hwa’yı okşamaya başlıyor Tae-suk’u hatırlatarak. Sonra karısını tokatlıyor.
Sun-hwa da ona takat atıyor hemen. Sonra aynı gardiyan bir daha hücreye
bakıyor. Kapıyı açıp içeri girdiğinde hücrede Tae-suk yoktu. Ama Tae-suk yukarı
tırmanmıştı. Hemen onu copluyordu gardiyan. “Dünyadan tamamen kaybolmak mı
istiyorsun” diye bağırıyor öfkeyle gardiyan. Tae-suk, meditasyon yapmaya
başlıyor Budist rahipler gibi hücresinde. Kollarını yana açıyor sonra. Kolları
kanatlarıydı sanki.
Sun-hwa
baskülde tartılıyor ve kilosu kırk beşti. Baskülü oradan alıyor sonra. Ardından
giyinip geleneksel evlerin olduğu yere gidiyor. Sokakta yürüyen Sun-hwa,
Tae-suk’la kaldıkları eve geliyor. Kapı açıktı. İçeri giren Sun-hwa, ev sahibi
adamın sorularına cevap vermiyor ve Tae-suk’la çay içip öpüştükleri salona
gidiyor. Divana uzanıyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Adamın karısı
geliyor ve Sun-hwa’yı görüyor. Kimdi bu kadın? Uyanan Sun-hwa, başıyla onları
selamlayıp gidiyordu oradan. Min-gyu da evde hedefe golf topu fırlatarak
öfkesini dışarı atmakla meşguldü. Sun-hwa geliyor. Sonra hapishanede gardiyan
yansıyor koridorda. Gardiyan hücreye giriyor ve sadece mavi elbise vardı yerde.
Tae-suk neredeydi? Çok geçmeden Tae-suk gardiyanın arkasına geçerek oyunu
sürdürüyordu. Sanki bir bale gibiydi. Tae-suk’un gölgesini fark ediyor birden.
Gardiyan, “İnsan gözü 180 dereceyi görür” diyor. Copunu çıkartıyor ve onu
coplamaya başlıyor gardiyan. Avucunun içine Sun-hwa’nın kaşını ve gözünü çizmiş
Tae-suk. Meditasyon-bale yapmaya başlayan Tae-suk’u izleyen kamera sanki
kanatlanmış gibi uçmaya başlıyor ve Tae-suk’u aramaya başlıyordu hücrede.
Gerçeküstücülüğün üst noktalarından biriydi bu.
Sun-hwa’ya
kocası, “Hadi buradan taşınalım, bugün ilk iş olarak” diyor. Hüzünlü gözlerle
bahçeye bakan Sun-hwa yine sessizdi. Onu beklediğini anlıyordu kocası.
Hapishanede gardiyan yemeğini getirdiğinde Tae-suk göremiyor. Hücreye giriyor.
“Arkamdasın” dediğinde kamera gardiyanı arkadan takip ediyor. Tıpkı Tae-suk
gibi. Tae-suk görünmüyordu. Hayalet miydi? Daha sonra hücrenin kapısına üç
gardiyan geliyor. Tae-suk’u çıkartıyorlar. Kamera bu anı “high angle/yüksek açı”
ile yansıtıyordu. Dolly kamera hiç kesme yapmadan onların koridorda gidişini de
gösteriyordu. Evin banyosunda Sun-hwa tıpkı Tae-suk gibi çamaşır yıkarken
Min-gyu anlayamıyor bunu. Çamaşır makinesi varken elle yıkanır mıydı? Tae-suk
da kendine acı çektiren dedektiften intikamını alıyordu hapisten çıktıktan
sonra. Acılar içinde kıvranan dedektif topu kimin attığını göremiyordu
apartmanın garajında. Evde Min-gyu’ya polisten telefon geliyor Tae-suk’un
serbest kaldığını bildiren. Min-gyu da karısını kendinden uzaklaştıran
Tae-suk’la hesaplaşmak istiyor. Kamera boksörün evine gidiyor. Karısı Ji-eun,
Hyun-su’ya hesap sorarken kamera da hayalet gibi ortalarda dolaşmaya
başlıyordu. Ji-eun, kocasının kendini aldattığını hissediyor ve onu tokatlıyor.
Hyun-su bir ses duyuyor. Evin içinde biri vardı. Boksör fotoğrafının gözleri
kapalıydı. Sonra kamera geleneksel evlerin olduğu yere gidiyor. Kadın vardı
orada. Hayalet-kamera kadının arkasında duruyordu bir an. Kadın bir şeyler
hissediyor. Hayalet-kamera salona giriyor ve Sun-hwa’yla Tae-suk’un öpüştükleri
kırmızı divanı gösteriyor. Tae-suk divana yaslı yastığı Sun-hwa yatacakmış
divanın başucuna koyuyor. Kamera bu anlarda Tae-suk’u göstermiyordu. Sonra
hayalet-kamera, fotoğraf sanatçısının stüdyo evine gidiyor. Oak Gin-go (Han
Kim) cep telefonuyla konuşurken, orada birisinin olduğunu hissediyor. Duvarda
da Sun-hwa’nın çıplak siyah-beyaz fotoğrafı da asılıydı. Onun da golf sopası
vardı. Topa vuruyor. Ardından kapının zili çalıyor. Gelen kadın (Park Se-jin),
telefonla konuştuğu sevgilisiydi. İki sevgili sevişirlerken biri onları
izliyormuş gibi hissediyorlar. Ama kimseyi göremiyorlar. Genç kadın birden
ürküyor ve “Neden boş çerçeve astın”, diye soruyor. Birden elektrikler
kesiliyor.
Hayalet-kamera
eve gidiyor. Sun-hwa ve Min-gyu uyuklarken yansıyor. Min-gyu bir ses işitince
salona gelip golf sopasını alıyor. Sun-hwa, onun geldiğini hissediyordu. Birden
onun bulanık yansımasını görüyor Sun-hwa. Kocası uyuduktan sonra Sun-hwa
kalkıyor ve salona geliyor. Sun-hwa aynanın karşısındayken Tae-suk ortaya
çıkıyor. Fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu bu anda. Onun yüzüne
dokunduğunda kocası giriyor salona golf sopasıyla. Aynadan yansıyan şimdi
Min-gyu’ydu. Sun-hwa’nın dişi sesi ilk defa duyuluyordu kocasına “Seni
seviyorum” derken. Min-gyu etrafına baktıktan sonra Sun-hwa’ya sarılıyor sonra.
Sun-hwa elini Tae-suk’a uzatıyor ve piyano tınıları duyulmaya başlıyordu.
Aralarında Min-gyu olsa da dudakları birbirlerine uzanıyor ikisinin. Belki de
aşkın en heyecanlı ve şiirsel anıydı bu. Derindeki fark edilen aynada
Tae-suk’un görüntüsü yoktu. Sabah mutlulukla kahvaltı bile hazırlıyor Sun-hwa.
Mutlulukla yiyorlar. Tae-suk da oradaydı. Min-gyu göremiyor onu. Bir hayalet
gibiydi. Min-gyu, gece evde birinin olduğunu hissetmiş. Min-gyu’nun arkasındaki
Tae-suk da yiyor onlarla. Min-gyu işe gittikten sonra Tae-suk, müzik çalara CD
koyuyor ve “Gafsa” şarkısı duyulmaya başlıyordu. Kamera, hayalet gibi
Sun-hwa’nın arkasından takip ediyor salonda. Tae-suk onun arkasındaydı. Sun-hwa
kollarını açıyor ve gülümseyerek geri geri adımlıyor. Tae-suk, duvarda asılı
Sun-hwa’nın fotoğrafının olduğu yere doğru gidiyor. Elleri birbirlerine kavuşurken,
Tae-suk’un eli gölge gibi yansıyordu. Öpüşüyorlar. Baskülün üzerineydiler ve
ibre sıfırı gösteriyordu şimdi. Görüntü bulanıklaşıyor. Sonra, “Yaşadığımız
dünya hayal mi, gerçek mi, zor” yazısı beliriyor görüntüde. Ardından son
jenerik yazıları yansıyor. Hayalle gerçek birbirine karışarak bitiyordu bu
gerçeküstücü ve varoluşçu filmde.
“Yay.…”
Kim Ki-duk
ustanın 2005 yapımı “Hwal-Yay” filmi, okyanusun ortasında her şeyden
soyutlanmış bir mekânda geçiyor. Yaşlı bir adamla (Jeon Seong-hwang) bir genç
kız (Han Yeo-reum), büyükçe bir teknede beraber yaşıyorlar. Tekne, Uzakdoğu'nun
resim sanatıyla süslenmiş. Yaşlı adam iyi de ok atıyordu. Küçük tekneyle büyük
tekneye müşterileri getiren yaşlı adam, insanlara oltayla balık avlatırken,
arada bir onların falına da bakıyordu. KKD Film-Happinet’in sunduğu filmin
senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Eun-il Kang bestelemiş. Estetik
görüntülerse Seong-back Jang'a aitti. Bu film, Aralık 2005’te ülkemizde
gösterilmişti. Ayrıca bu film, 2005’teki 58. Cannes Film Festivali’nde “Belirli
Bir Bakış” bölümünde ödüle de aday olmuştu. Filmi izlerken, “Ada” ve “İlkbahar,
Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filmleri akla geliveriyor hemen. O filmlerde
kulübeler suyun içindeydi ve adalara metafor yapıyorlardı. “İlkbahar, Yaz,
Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filminde Budist ruhaniliği ve bilgeliği vardı.
“Yay” filminde de tekne bir ada gibi. Budizm ruhaniliği de alttan alta
hissediliyordu. “Yay” filmindeki ada metaforu yoğun olarak genç kız içindi.
Filmde kara hiç görünmüyordu. Bir de başkarakterler bu filmde de
konuşmuyorlardı.
Film,
geleneksel figürlü kadın resmi üzerine açılıyor. Görüntü bulanıklaşıyor ve
yaşlı adamın büyük bir yayı, müzik aletine dönüştürmesi yansıyor görüntüye.
Ardından fonda kadın sesiyle geleneksel ağıtı andıran bir şarkı duyulmaya
başlıyor. Yayı gerginleştiren yaşlı adam, darbukayı yaya yerleştiriyor.
Ardından da kemanın arşesi, yani yaylı sopası gibi bir yayla çalmaya
başlıyordu. Müzik sürerken yaşlı adam, genç kızın göz kenarlarına siyah,
kırmızı ve sarı nokta yapıyordu renkli kalemlerle. Müzik sürerken yakın çekimle
genç kızın gözleri yansıtıyordu kamera. Masumiyetin yerleştiği gözleriyle
kameraya gülümserken, insanı yabancılaştırıyordu genç kız. Sinemada bu efekte
“breaking fourth wall/dördüncü duvarı yıkmak” deniliyordu. Ardından da okyanus
yansıyor ön jenerikle beraber. Okyanus açıklarında bir tekne görünüyordu
uzaktan. Kamera yavaşça tekneye yaklaşmaya başlıyor. Teknenin dış tarafı
resimlerle süslüydü. Geleneksel motiflerdi bunlar. Salıncak da fark ediliyordu
bu teknede. Görüntü beyazlaşıyor ve filmin adı yansıyor sonra. Bu müzik filmin
tema müziğine dönüşecekti.
Yaşlı
adamla genç kızın hem evi hem de işi olan büyük teknede insanlar oltayla balık
avlarken yansıyorlar. Tekne su üstünde demirliydi. İnsanları karadan bu tekneye
getiren küçük tekneleri de vardı. Genç adamlardan biri (Kim Ik-tae) oltasıyla
balık tuttuğu için mutluluk yaşarken yansıyor önce. Sonra melek kadar güzel
genç kız, biraları müşterilere verirken, ikinci adam (Jang Dae-seong) genç
kızın elinden tutuveriyor birden. Kıza, kaç yaşında olduğunu soruyor sırıtarak.
Adam, “Bu tekneye yedi yaşında gelmişsin” diyor. Gerçekten o günden beri bu
teknede mi yaşamıştı kız? Üçüncü adam (Jo Suk-hyun), kızı kucağına oturtarak,
“Dünyada neler döndüğünden haberin yok” diyor. Yaşlı adam da olanları
izliyordu. Yaşlı adam büyükbabası değil miydi? Buraya gelenler hep böyle mi
biliyordu? İkinci adam, “Geceleri uslu uslu uyuyor musunuz” diyor kahkaha
atarak. Üçüncü adam kızı okşarken, yaşlı adam onların yakınına ok fırlatıyor
yayıyla. İkinci adam, “On yedisini doldurduğunda kızla evleneceğini biliyor
musun ihtiyarın” diyor. İkinci adam, yaşlı adamın yanına gidip geleceğini
öğrenmek istiyor. Yaşlı adam buraya gelenlerin falına da bakıyordu. Adam,
karısında bir şeyler sezse de çıkartamıyormuş. Karısı onu aldatıyor muydu?
Yaşlı adam kızın kollarına renkli kurdeleler bağlıyor önce. Kız tekneden
salıncağa doğru inerken, dikizleyen kamera da onun Antik Yunan’dan gelmiş
heykel gibi büyüleyen bacaklarını yansıtıyordu. Yönetmen, dikizleyen
kamerasıyla tıpkı “Fedakâr Kız” filmindeki gibi yine paradoksun içine
düşürüyordu seyirciyi. Baştan çıkma veya çıkmama zihinsel çatışmasıyla.
Yönetmen, bu filminde kızın bacaklarıyla çalgıya dönüşen yayı ritüel gibi
yansıtmış. Banyo anları da böyleydi. Çok tekrarlandıkları için de “leit-motif”e
dönüşüyorlardı. Kızın bacakları ve yay, filmin derinliğinde daha da
anlamlaşacaktı. Kız, salıncakta sallanırken, yaşlı adam “Giyom Tell” gibi kıza
doğru ok fırlatıyor. Oklar, teknedeki kadın figürüne saplanıyordu. Sonra da
kız, yaşlı adamın kulağına olacakları söylüyordu. Bu hep böyleydi. Aynı ritüel
bir daha yaşanıyordu şimdi. Yaşlı adam küçük tekneden yayını geriyor ve
salıncaktaki kıza doğru fırlatıyordu oku. Yaşlı adam teknedeki kadın resmine
okları gönderiyor. İkinci adam, “Hangi çılgın böyle kehanette bulunur ki”
diyor. Yönetmen bu anlarda gerilim duygusunu da hayli yükseltmiş. Fonda da
geleneksel tınılar duyuluyordu. Kız üç oku da çıkartıp yaşlı adamın yanına
geliyor ve kulağına bir şeyler söylüyor. Yaşlı adam da ikinci adamın yanına
gidip kulağına fısıldıyor kehaneti. Karısı onu aldatıyor muydu? Teknede balık
avlayanları küçük tekneyle karaya götürüyordu sonra yaşlı adam.
Teknede
yalnız başına kalan kız da hedefe ok fırlatıyordu. Çok geçmeden yaşlı adam
dönüyor tekneye. Kız mutlu oluyor. Gece olunca yaşlı adam kızı yıkıyor küvetin
içinde. Çıplak kızın güzelliği de daha bir gözler önüne seriliyordu bu anda.
Yaşlı adamın eli kızın ipeksi teninde rahatça dolaşıyordu. Bu güzellik kendinin
olacaktı. O güne az zaman kalmıştı. Banyodan sonra dışarı çıkan yaşlı adam
yayla yaptığı müzik aletiyle çalmaya başlıyor gecenin derinliğinde. Yaşlı adam
mutlulukla çalarken, kamera da aşağı “tilt” yaparak karanlıkta kalmış suya
yöneliyordu. Sanki “kararma” gibiydi bu. Yaşlı adam içeri girdiğinde güzel
kızın uyuduğunu görüyor. Kızın üzeri de açıktı. Bacakları da açıktaydı. Yaşlı
adam kızın ranzasının önünde diz çöküp, bu güzelliğe baktığınca yüzüne mutluluk
gülümsemesi oturuyor. Kız böyle sere serpe uzanmış yatarken, yaşlı adam da
mezurayla kızın boyunu ölçüyor hemen. Kızın üzerini örttükten sonra duvarda
asılı takvimi işaretliyor yaşlı adam. Şubat ayıydı. Düğün günü uzakta değildi,
ama zaman yavaş ilerliyordu. Sonra kızın üzerindeki ranzasına uzanıyor.
Ardından eli yavaşça aşağı doğru iniyor ve kızın kolunu okşamaya başlıyordu
yaşlı adam. Uyuyan güzelin elini kavrıyor birden.
Sabah
olunca uyanan yaşlı adam kendi ayakkabılarını yanına alıp küçük tekneyle karaya
doğru giderken kız uyanıyor. Sonra yaşlı adamın hazırladığı kahvaltıyı
yiyor. Yönetmen, onun tüm güzelliğini yansıtıyordu bu anlarda kışkırtıcı bir
görsellikle. Ardından kız yayla yapılmış müzik aletini alıp çalmaya başlıyor
okyanusa doğru. O çalarken, kamera da teknenin etrafında dönüyordu. Kızın
hayatına yeni anlamlar mı girecekti? Dönüşüme metafor muydu bu? Teknede tek
başına zaman geçiren kız salıncakta bile sallanıyor sonra. Onun tek dünyası bu
küçük ada gibi tekneydi. Ardından kamera onu sere serpe uzanmış yansıtıyor
güzel bacaklarını fark ettirerek. Ses duyduğunda dürbünüyle bakınca müşterileri
görüyor küçük teknede. Yaşlı adam kıza yeni ayakkabılar da almış. Düğün için.
Ayakkabıları çeyizlik yaptığı dolaba koyuyor yaşlı adam. Yeni gelen iki
arkadaşı (Kong Yoo-seok ve Yani Jae-ik) merakla izliyor kız. Onların fotoğraf
makinesi de vardı. Adamlar onu fark ediyorlar. Sonra da kızı taciz ediyorlar
balığı elbisesinin içine atarak. Göğsüne dokunan adamı tokatlıyor sonra kız.
Yaşlı adam da onlara doğru ok atıyor bunları görünce. Adamlardan biri sonra
yaşlı adamın yanına gelip kendilerine kaba davrandığını söylüyor. Sonra da
yaşlı adama saldırıp onu iple bağlıyorlar. Sonra da kızın peşine düşüyorlar ona
tecavüz etmek için. Kız teknenin içinde sürekli kaçıyor onlardan. Adamlar da
peşindeydi. Nereye kaçabilirdi? Tüm dünyası bu tekneydi. Yayı alan kız adamın
birinin bacağına ok atıyor. Diğerinin de bacağını yaralıyor okla.
Yine
gündüzdü. Kız dürbünle uzağa, sesin olduğu tarafa bakıyor. Yeni gelenler vardı.
Bu defa kalabalıktı balık tutmak için gelenler. İçlerinde bir genci fark ediyor
kız. Üniversite öğrencisi (Seo Si-jeok) ve babası (Jeon Gook-hwan) bu tekneye
gelince yaşlı adamla kızın hayatında kırılmalar da başlıyordu. Kız, öğrenci
genci görür görmez gerçek aşkın içine de düşüyordu çünkü. Kalbi hızla çarpmaya
başlıyor, o genci özlüyor ve onda hayatın gerçekliğini keşfediyor derinlikte.
Öğrenciyle kız göz göze geldiğinde yaşlı adam bir şeyleri fark ediyor. Bir
şeyler değişmeye mi başlıyordu? Yeni gelenler balık avlarken kar da atıştırmaya
başlıyordu. Kız, gence bakmaktan kendini alamıyor. Gencin “walkman”i de vardı.
Onun yanına yaklaşıyor ve kulaklığı alıp kendi kulaklarına takıyor kız. Öğrenci
kıza yaşını soruyor. Seul’ü görmüş müydü? Yaşlı adam da olanları izliyor. Yaşlı
adam her şeyin tersine döndüğünü mü hissediyordu ruhunda? Yaşlı adam öfkeyle
gelip kızı alıp kamaraya götürüyor. Gece de ay yansıyordu gökyüzünde.
Kamera,
karanlık gökyüzünden aşağı “tilt” yaparak gecenin derinliğindeki tekneyi
yansıtıyordu. Yapayalnız bir tekneydi. Yaşlı adam kıza yine yıkıyordu. Balık
avlamak için gelenler de teknede uyuyorlar. Genç yatağından çıkıp pencereden
olanları izliyor sonra şaşkınlıkla. Kız, öğrenciyi fark ediyor birden. Ona,
güzelliğini daha da çoğaltan gülümsemesini yolluyordu. Öğrenci de kızın
sıcaklığını alıyordu bu gülümsemeyle. Sabah olduğunda yine balık tutuluyordu
oltayla. Öğrenci babasına, “Baba, kız onun torunu mu”, diye soruyor. Babası da
anlatıyor ona gerçeği. Kızı çocukken bulmuş ve on yıldır teknede tutuyormuş.
Öğrenci yaşlı adam için, “O kötü biri” diyor. Sonra öğrencinin babası yaşlı
adamın yanına gelerek işlerinin yolunda gitmediğini söylüyor. Geleceğini öğrenmek
istiyor ondan. Yine aynı ritüel tekrarlanıyor. Öğrenci de şaşkın ve endişeli
gözlerle olanları izliyordu. Kızın kulaklarına fısıldadıklarını babanın
kulağına fısıldıyor sonra yaşlı adam. Öğrencinin babası mutlu oluyor onun
söylediklerinden. Yaşlı adam teknenin direğinde yayıyla müzik çalarken yansıyor
sonra. Müşteriler küçük tekneye binerlerken öğrenci “walkman”i kıza hediye
ediyor. Yaşlı adam bunu görüyordu. Her şey değişmeye mi başlıyordu? Genç kız
gibi. Küçük tekne gidiyor. Martı yansıyor sonra. Zaman geçiyordu. Yaşlı adam
dönüyor, ama kulaklıkla “walkman” dinleyen kız geldiğinin farkında bile olmuyor
onun. Yepyeni dünyalar keşfediyordu genç kız. Yaşlı adam öfkeyle
“walkman”i yere atıyor. O da farkındaydı bir şeylerin değişmeye başladığının.
Kız, yaşlı adamın aldığı çeyizlikleri dolaba yerleştirirken pencereden onu
izliyor sonra. Belki de kaderini izliyordu. Genç kız misinanın ucundaki iğneli
oltayı ağzına alıyor ve misinayla çalmaya başlıyordu kız.
Gökyüzünde
martılar ve batan güneşin kızıllığı yansıyor sonra. Gün bitiyordu. Yaşlı adam
kızı yine yıkıyordu. Kız mutsuz ve yaşlı adama öfkeliydi. Yaşlı adam yayı ve
darbukayı alıp dışarı çıkıyor hemen. Akşam çökerken yaylı çalgıyı çalmaya
başlıyor hüzünle. Onun görüntüsü siluet olarak yansıyordu. İçeri geldiğinde
kızın yattığını görüyor, sonra da takvimde bir günü daha işaretliyor. Yatağına
uzandığında derin düşünceler zihnindeydi. Değişim başlamıştı. Eli aşağıya
doğru, kızın eline doğru gidiyor yaşlı adamın. Kız elini ondan kaçırmaya
çabalıyor, ama elini kavrıyor yaşlı adam. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu.
Zaman geçiyor ve gün ağarmaya başlıyor. Kız uyandığında küçük tekneyle giden
yaşlı adamın ardından hüzünle bakıyordu. Kalbine, öğrencinin aşk ateşi
düşmüştü. Onu özlüyordu. Genç kız anahtarla çeyiz dolabını açıyor ve giyiniyor.
Gelin gibi oluyordu. Sonra da teknenin güvertesinden dürbünle ufka bakıyordu
kulaklıkla. Müzik onun zihninde çalıyordu “walkman” olmadan. Zaman geçiyor.
Küçük tekne müşteriyle geliyor tekneye. Yaşlı adam geldiğinde, çeyizlikleri
çıkartmış genç kızı odada hüzünlü buluyor. Yaşlı adamın yüzünde gülümseme
vardı. Yaşlı adam aldığı kolyeyi kızın boynuna takıyor barışmak için. Kız
kolyeyi kopartıp atıyor. Bu olanlar, bu isyan neydi? Kız, yaşlı adamı
kışkırtmak için oltayla balık tutan bir müşterinin yanına gidip oturuyor. Yaşlı
adam yayını alıyor. Onu öfkelendirdikçe yüzünden gülümseme yansıyordu kızın.
Başını adamın omzuna koyan kız uykuya dalıyormuş gibi yapıyor. Öfkeyle kızı kucaklayıp
odaya götüren yaşlı adam, kızı kendi yatağına yatırıyor. Yaşlı adam dışarı
çıkınca gözlerini açan kız olanları izliyordu. Yaşlı adam, o müşteriyi bu
tekneden götürüyordu. Sonra kamera, salıncaktan yukarı “tilt” yaparak teknenin
direğinde oturan kızı yansıtıyor. Kız havada bir uçak görüyor. Bu onun için
yeni bir şey miydi? Kuşlar gibi havada uçuyordu uçak.
Gün
batıyor. Yaşlı adam takvimde bir günü daha işaretliyor kız yatağında uyurken.
Kız gözlerini açtığında yaşlı adam mart ayında kalan günlerin birçoğuna işaret
koyduğunu görüyor. Biraz daha beklerse hayalleri mahvolacaktı yaşlı adamın.
Gece çöktüğünde kız yatağında yoktu. Sabah yaşlı adam uyandığında yatağı boş
görüyor. Telaşla dışarı çıktığında kızı aramaya başlıyor teknede. Kız
salıncaktaydı. Yüzünde de hüzün vardı. Sonra yaşlı adam bıçağını bilerken kız
ona doğru ok atıyor. Sonraki oku da suya gönderiyor kız. Artık onunla aynı
yerde değildi kız. Yatağını başka bir yere taşımış teknede. Kamera, onun
bacaklarından yukarı doğru “tilt” yaparak mutsuzluğunu görselleştiriyordu.
Gözlerinde öfke ve nefret vardı. Aşk acısı çekiyordu genç kız. Ay bulutların
arasında kaybolurken zaman da geçiyordu.
Yine
sabahtı. Kız dürbünüyle ufka bakarken yansıyor. Umutla onun dönmesini
bekliyordu. Gelen küçük teknede öğrenci de vardı. Yüzüne mutluluk gülümsemesi
oturuyor genç kızın. Soluk yüzü canlanmaya başlıyor. Mutluluk dönmüştü. Yaşlı
adam bir tavukla bir de horoz getiriyordu tekneye. Bu derinlikte
anlamlaşacaktı. Sonra kız tuvaletini yapıyor. Tuvalet dışarıdaydı ve her tarafı
açıktaydı. Her şey suya gidiyordu “Ada” filmindeki gibi. Öğrenci onu görüyor.
Güzelliği daha da büyüleyiciydi kızın. Sonra darbukayla yalnız oturan öğrencinin
yanına gidiyor kız. Öğrenci onun fotoğrafını çekerken, yaşlı adam onları
izliyordu pencereden. Onlar eğlenirken, yaşlı adam onlara doğru ok fırlatıyor.
Onu kaybettiğinin farkındaydı yaşlı adam. Oku alan kız, yaşlı adamın yanına
gidip darbukayı atıp oku da kırıyordu. Kız gittikten sonra kamaralarındaki
takvime işaretler koyan yaşlı adam, bir türlü bitmeyen sayfayı yırtıyor ve yeni
aydaki günleri işaretlemeye başlıyor. Elini çabuk tutmalıydı. Yaşlı adamın
geçmişine dair küçük de olsa hiçbir bilgi sunmayan yönetmen, insana fikir
yürütüyor sadece. O, hayatında hiçbir kadınla olmamış mıydı? Torunu yaşındaki
bu kız onun tek şansıydı belki de.
Gece
uyurlarken, yaşlı adam ritüele dönüştürdüğü elini ranzadan aşağı sarkıtıyor ve
kızın elini tutmaya çabalıyor yine. Kız buna dirense de elini yakalıyor yaşlı
adam uyurken bile. Misafirler de teknede uyuyorlar. Sağa doğru çevrinme yapan
kamera, öğrenciyi cep telefonuna bakarken yansıtıyordu sonra. Kız ve kızın
fotoğrafları ona mutluluk veriyordu. Kız da yatağından çıkıp diğerlerinin
uyuduğu yere geliyor. Öğrencinin uyuduğu yatakta yorganın altına giren kız,
öğrencinin güzelliğini seyrediyor bir an. Öğrenci uyandığında yaşlı adam da
uyanıyor yatağında. Kız yoktu. Kızla öğrenci birbirlerinin güzel yüzlerine
dokunuyorlardı keşif yapar gibi. Öğrenci, kızın dudaklarına uzandığında içeri
yaşlı adam giriyor ve bu manzaraya tanık oluyor. Ne yapacaktı şimdi? Ok yaydan
çıkmıştı ve kız âşık olmuştu kendi yaşına yakın bir gence. Yaşlı adam onu
öfkeyle küçük tekneye bindirdiğinde öğrenci, “Hiç onun açısından düşündünüz mü”
diye soruyor. Bir teknede on yıl yaşamak nasıldı? Kız da onları izliyordu.
Yaşlı adamın, bencilliği ve açgözlülüğünden miydi tüm acılar? Belki de doğrudan
trajediydi kız için bunlar. Öğrenci, kızın anne-babasını araştıracağını
söylüyor yaşlı adama. Sabah yaşlı adam kamarada takvimdeki iki sayfayı da
yırtıyordu. Artık zaman kalmamıştı ve çabuk davranmalıydı. Kız yatağında bu
olanları görüyordu. Yayı alıp dışarı çıkan yaşlı adam, oltayla balık avlayan
adamın oturduğu koltuğa fırlatıyor önce. Sonra da diğer misafirlere okları
gönderiyor. Kimse yaralanmasa da onları korkutuyordu yaşlı adam. Onların tekneyi
terk etmesini istiyor. Misafirler, korku ve telaşla küçük tekneye doluşurken,
kız da kederli gözlerle olanları izliyordu.
Gün
batarken ikisi de teknede yapayalnızdı? Yaşlı adam şimdi ne düşünüyordu? Kız
birden küçük tekneye binip motorunu çalıştırıyor. Hareket eden tekneye binen
yaşlı adam, onu engelliyor hemen. Kızın cehennemi sürecek miydi? Öğrenciyi
görmeden önce bu küçük adası onun cennetiydi. Şimdiyse cehennemiydi. Yaşlı
adam, kamaradaki ranzayı söküp daha geniş bir yatak yapıyor. Artık iki kişi
olacaklardı tek yatakta. Sonra da takvimi yırtıp atıyor. Artık bunun hiçbir
anlamı yoktu ve kız onundu. Soğuk gecede ay yansıyor gökyüzünde sonra. Fırtına
çıkarken tekne de sarsılmaya başlıyor. Gündüz olduğunda okyanus sakinliğe
dönüyordu. Kız tekneden dürbünüyle uzaklara bakıyor, ama ondan bir haber yoktu?
Sevgilisi gelecek miydi? Birden küçük bir tekneyi fark ediyor genç kız. Gelen
oydu. Yanında da biri vardı. Onu fark edince gözleri parlıyor ve soluk yüzü
gülmeye başlıyordu yine kızın. Öğrenciyi getiren tekne dönerken, yaşlı adam
geliyor yanlarına. Öğrenci bir kâğıt çıkartıp yaşlı adama veriyor. Kâğıtta
kızın altı-yedi yaşındaki fotoğrafları vardı. Kızın, anne ve babası hâlâ
kızlarını arıyorlarmış. Kızı, ailesine götürmeye gelmiş öğrenci. Yaşlı adam,
kâğıdı buruşturup atıyor. Kâğıdı yerden alan kız, çocukluğunun fotoğraflarına
bakıyor sonra. Onu götürmek istiyor, ama terk etmek kolay mıydı? Yaşlı adam da
okların ucunu biliyordu içeride. Sonra okun birini öğrencinin olduğu yere
fırlatıyor yaşlı adam. Hatta onu öldürmek için de ok atıyor. Kız da öğrenciyi
korumak için kendi vücudunu siper yapıyor hemen.
Akşam
çöktüğünde, yaşlı adam ve kız aynı yatağa uzanıyorlar. Kız dirense de yine
kızın elinden tutuyor. Yıllarca bu anla yaşamıştı yaşlı adam. Kendisine sarılan
yaşlı adama tokat da atıyor genç kız. Gündüz olduğunda yaşlı adam teknenin
motorunu tamir etmeye çalışsa da motoru çalıştıramıyor. Öfkeyle de motoru
parçalıyor sonra. Başını bile yaralıyor. Kız, onun yarasını temizlerken tepki
gösteriyordu yaşlı adam. Umutsuzluğun verdiği bir öfkeydi bu. Onuru da
kırılmıştı. Kızı tokatlıyor sonra. Ardından peş peşe kızın yüze tokat atıyor
yaşlı adam. Acıyla ağlamaya başlayan kızın sesini duyan öğrenci kızı koruyor
ondan. Öğrenci, “Sen bir çocuk hırsızısın” diyordu bağırarak. Ona vurmaya hakkı
yoktu. Cinsel istekleri için mi kızı bunca yıldır esaret altında tutmuştu,
yoksa evlilik duygusunu tatmak için miydi hepsi? Cinselliğin ötesine geçen bir
şey miydi bu? Sonra öğrenci, yaşlı adama, “Bana da geleceğimi söyle” diyordu.
Bu kızdan ayrılacak mıydı, yoksa onunla evlenip mutlu mu olacaktı? Yaşlı adam,
kızın kollarına renkli kurdeleler bağlıyor. Aynı ritüel yaşanacaktı. Yaşlı
adam, salıncakta sallanan kızı okla vurmak için okları gönderiyor. Ama
başaramıyor. Son oku fırlatırken gerilim de yükseliyordu. Öğrenci, yaşlı adamın
kıza tam nişan aldığını görünce salıncağın ipini tutarak kızı suya düşürüyor
hemen. Kızı, belki de geleceklerini kurtarıyordu öğrenci. Kızı sudan
çıkarttıktan sonra, kız da okları alıyor ve kehaneti yaşlı adamın kulağına
fısıldıyordu. Yaşlı adam doğruyu söyleyebilecek miydi? Yaşlı adam, kızın
kendisine söylediklerini öğrencinin kulağına fısıldıyor. Geleceği neydi? Sabah
tekneden ayrılacak öğrenci kızı da götürmek için yaşlı adamdan izin istiyor
sonra. Kızın bu okyanus dışındaki dünyayı da tanımasını istiyor. Yaşlı adam
çeyiz dolabını açıyor ve öfkeyle hepsini dolaptan çıkartıp yere atıyor. Artık
evlilik yoktu. Gece öğrenciyle bekleyen kız, kamaranın kapısını açınca kederler
içindeki yaşlı adamı görüyor. Kederli gözlerle çeyizlere bakan yaşlı adam
hayatındaki en büyük hayal kırıklarından birini yaşıyordu sanki.
Sabah
olunca büyük tekne yansıyordu. Kız ve öğrenci küçük tekneye biniyorlar. Gece
küçük teknenin ipini alan yaşlı adam, ipi küçük tekneye bağlamış boynuna
geçirmek için. Küçük tekne uzaklaşırken, yaşlı adam ilmiği boynuna geçiriyor.
İp gerginleşince ip boynunu sıkıyor ve yaşlı adam kurtulmak için çabalıyor
sonra. Küçük tekne de duruyor. Öğrenci gaz verdikçe ip daha da gerginleşiyordu.
Kamera, yaşlı adamı yakın çekimle yansıtıyor son nefesini acıyla verirken.
Yaşlı adam, intiharıyla kıza suçluluk duygusunu mu yaşatmak istemişti? Yaşam
ağır basıyor ve uzandığı bıçağı alan yaşlı adam ipi keserken, kız da ipi fark
ediyor o anda. Yaşlı adamın intihar ettiğini anlıyor ve teknenin dümenine
geçiyor birden. Sonra da ipi kopartmayı başarıyor. Yaşlı adam kurtuluyordu. Kız
dümene geçip küçük tekneyi büyük tekneye doğru döndürüyor. Terk etmek kolay
olmayacaktı. Ağlayarak yaşlı adamın yanına gelen kızın gözlerinde pişmanlık ve
suçluluk vardı. Yaşlı adam bunu ona yaşatmıştı. Daha dünyayı, hayatı
keşfetmemiş kız, küçük kalbinde bunları yaşıyordu şimdi. Çeyizler de toplanmış
yatakta yansırken, bu defa kız yaşlı adama yıkıyordu küvette. Öğrenci olanlara
bakıyordu sadece. Ardından geleneksel gelinlik elbisesini giyinmiş kız, yaşlı
adamın eşi olmaya hazırdı. Düğün ritüeli de oluyor sonra. Canlı bir horozla bir
tavuk da masanın üzerindeydi. Öğrenci de bu düğün ritüelini izliyordu sessizce.
Ardından tavuğu beraberce serbest bırakıyorlar. Bir belgesel gibi yansıyordu
tüm bunlar. Sonra küçük tekneye binip uzaklaşıyorlar. Öğrenci büyük teknede tek
başına kalmıştı. Teknede kalan öğrenci tavuğun birini alıyor ve ayaklarındaki
bağlı mavi kurdeleyi çözüyor. Sonra da diğer horozu tokatlamaya başlıyor
öğrenci. Horozun da ayakları kırmızı kurdeleyle bağlanmıştı. Öğrenci
dayanamıyor kurdelesini çözüyor ve onu da rahatlatıyordu.
Küçük
tekne uzaklaşınca yaşlı adam duruyor ve kızın elinden tutup yerde serili yatağa
götürüyor. Kızın üstünü çıkartmaya başlıyor sonra. Giyinmek gibi bu da
bir ritüeldi. Yaşlı adam da üstünü çıkarmaya başlıyor. Ardından kamera uzaktaki
büyük tekneden aşağı doğru “tilt” yaparak kız ve yaşlı adamı gösteriyor. Yaşlı
adam, kızın yanağından öptükten sonra ayağa kalkıyor ve çalgıya dönüştürdüğü
yayla çalmaya başlıyor. Filmin ana tema müziği duyulmaya başlıyor. Ardından kız
gülümsüyordu. Müziğin etkisiyle gözlerini kapayan kız yatağa uzanıyor sonra.
Yaşlı adam yaydan darbukayı çıkartıp okla uyuklayan kıza nişan alıyor. Sonra
oku gökyüzüne doğru fırlatıyor. Yaşlı adam, teknenin ucuna geliyor ve ardından
suya atlıyordu. Mutluydu ve evlenmişti sonunda. Artık ölebilirdi. Küçük tekne
suda sürüklenmeye başlıyor. Uyuyan güzel derin uykusundaydı. Sürüklenen tekne
büyük tekneye doğru yaklaşıyordu. Teknede de öğrenci yapayalnızdı ve kızı
bekliyordu sanki. Öğrenci tekneyi fark ediyordu. Küçük tekne yaklaşınca uyuyan
kızı görüyor, ama yaşlı adam yoktu. Kamera, okyanusu gösterdikten sonra kızı
yansıtıyor ardından. Kız, sevişiyor gibi hazzın içindeydi sanki. Gökyüzünden ok
bacaklarının arasına düşünce kız uyanıyor. Yaydan çıkan ok “falliğe”
dönüşüyordu şimdi. O anda sanki yeni varoluşuna gidiyor gibiydi kız. Yaşlı
adamın görünmeyen hayaletiyle sevişiyor gibiydi. Acı ve haz yüzüne oturuyordu
bu anda kızın. Ok sanki yaşlı adamdı. Bunları gören öğrenci kızın yanına gelip
onu sakinleştirmeye çabalıyordu sonra. Kız hazzın son noktasındaydı. Sonra kız
baygın düşüyor. Bacaklarının arası da kanlanmıştı kızın. Cinselliğin ötesinde
bir şey miydi bu? Görünmeyen yaşlı adam, kızı bakirelikten kadınlığa, yeni
varoluşa doğru yolculuk mu yaptırmıştı? Kızın kanı akarken yüzüne de bu
yolculukta acı oturuyordu o an. Ruhani bir şey miydi bu gerçeküstücü an?
Tavukla horozu alan öğrenci de küçük tekneye geçiyordu. Artık gidebilirlerdi
buradan yeni hayata doğru. Büyük tekne yavaşça suya gömülürken, kız da tekneye,
yaşlı adama el sallıyor sonra. Küçük tekne çerçeveden çıkınca görüntü
beyazlaşıyordu. Ardından kız darbukayı kulağına götürüp dinliyordu. Kamera suyu
yansıtırken, görüntüye yansıyan yazıda, “Yayın sertliği ve gerince çıkan o
güzel ses gibi böyle yaşanmalı hayat, verilen son nefes gibi” diyordu. Hayalle
gerçeği ayırmak zordu.
“Zaman…”
Kim Ki-duk
ustanın, aşkın tutkulu iç dünyasında yolculuğa çıkartan 2006 yapımı filmi “Shi
gan-Zaman”, insana soru sorduran önemli bir yapıt. Soru şuydu: Aşk mı eskir,
yoksa insan mı? Zaman en çok neyi yıpratırdı? Sürekli aynı insanı görmek,
hayatı da sıkıcı bir hale mi getiriyordu? Fiziksel değişim her şeyi kökten
çözebilir miydi? Yoksa her şey tüketim malı mıydı? KKD Film-Happinet’in
sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Hyung-woo Noh bestelemiş.
Görüntülerse Jong-mo Sung'dan. Bu film, Ocak 2007’de ülkemizde gösterilmişti.
Kim usta, bu filminde seyirciyi yabancılaştırarak “Boş Ev” ve “Vahşi Hayvanlar”
filmlerine saygı sunuşu da yapmış bir anlamda. Kim usta, bu filminde melodramı
da derinden hissettiriyordu. Trajik bir filmdi bu.
Film,
seyirciyi şok edebilen gerçek bir estetik ameliyatla açılıyor. Filmin ana
teması, güzellikten öte fiziksel değişim üzerine. Elbette güzellikten
vazgeçilemiyor. Estetik merkezinden elinde eski yüzünün çerçeveli fotoğrafıyla
çıkan bir kadına çarpan ve çerçeveyi düşüren Seh-hee (Park Ji-yeong), kendi
hayatında bunalımlar yaşayan bir genç kadın. İki yıldır birlikte olduğu
sevgilisi Ji-woo (Ha Jung-woo), kendinden (yani yüzünden) sıkıldığı kuruntusuna
kapılıyor. İşte bu film, bir kadınla bir erkeğin trajedisini anlatıyor. Bu
trajedi iki insanın acısından dolayıydı. Kim usta, tüketim toplumlarında her
şeyin çabuk tüketildiğini, ama asıl tüketilenin insanın kendisi olduğunu
söylüyor bu filmiyle. Güzelliği kutsayan kapitalizm, sürekli insanı
yanılsamalar içinde bırakarak kendilerinden bile uzaklaştırıyordu. Elbette
zaman birçok şeyi eskitir. Doğa, bir şeyleri sürekli eskitirken, yeni olanı da
yerine koyuyor. Psikolojik yönü de olan bu filmde insan ruhunun derinliklerinin
okyanuslardan daha derin olduğu hissediliyor. Karakterlerin iyi yansıtıldığı
filmde, Seh-hee karakterinin psikolojik dönüşümleri insana varoluşçu açılımlar
yaratıyor. Film, psikanaliz açıdan değerlendirme yapabilenler için modern
toplumlar üzerine fikir de verebiliyor.
Film ön
jeneriğin ardından ameliyathanede açılıyor. Kadın gözü yakın çekimle yansıyor
önce. Yüz estetik ameliyatı olacaktı. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu.
Görüntü kararıyor ve ardından estetik kliniğinden çıkan bir kadın yansıyor.
Elinde de eski yüzünün çerçeveli fotoğrafı da vardı. Cep telefonuyla konuşurken
aceleyle yürüyen bir kadın ona çarpıyor ve çerçeveli portre fotoğraf yere
düşüyor. Kadına çarpan Seh-hee’ydi. Seh-he, kadından özür dileyip çerçeveyi
tamir ettirmeye götürüyor. Yüzünden estetik ameliyat olan kadın gidiyor sonra.
Ardından bir kafe yansıyor. Ji-woo oradaydı. Sevgilisi Seh-hee’yi beklerken
güzel garson kıza da (Kiki Sugino) ilgi gösteriyor. Kafeye gelen Seh-hee,
Ji-woo’nun garson kızı arzuyla izlediğini fark ediyor. Seh-hee, Ji-woo’nun
yanına gelince tartışma da başlıyordu. Ji-woo sadece bakmıştı. Seh-hee, “İki
yıldan sonra benden sıkıldın” diyor ona. Ji-woo, köpeğini bile arkadaşına
hediye etmiş. Hayvanla insan bir miydi? Seh-hee, elinde kırık çerçeveyle kafeye
gelmişti. Fotoğrafa bakan Ji-woo kadın için, “Akıl hastası gibi görünüyor”
diyordu birden. Garson kız masaya geldiğinde de kıza sinirli davranıyordu
Seh-hee. Onu kıskanmıştı. O sırada bir araba geri geri giderken arkadaki
arabaya hafifçe çarpıyor. Sonra Ji-woo’nun telefonu çalıyor. Kafenin dışında
bir genç kadın yansıyor. Ji-woo onunla konuşuyordu telefonda. Kadın, Ji-woo’nun
arabasına çarpmıştı. Ji-woo, genç kadınlara yardımcı olduktan sonra Seh-hee’nin
kıskançlık kelimeleriyle baş başa kalıyordu sonra. Seh-hee, her şeyden bir
anlam çıkartıyor. Sesini yükseltiyor. Kriz geçiriyor gibiydi. Sonra kafede
masada oturan genç kadınların yanına gidip öfkesini onlara da gösteriyor
hakaret ederek Seh-hee. Sonra Ji-woo’nun “Bu utandırıcı” sözüne kırılan Seh-hee
kafeyi terk ediyordu öfkeyle. Ji-woo, onun peşinden giderken, masalarındaki
çerçeveli kadın fotoğrafı yansıyordu sonra.
Sevgili
olsalar da ayrı dairelerde yaşıyordu Seh-hee ve Ji-woo. Dairesinde Seh-hee
yatakta kederler içindeyken kapının zili çalıyor. Gelen Ji-woo’ydu. Şifreyi
yazıp içeri giriyor. Sonra soyunup yatağa giriyor hemen. Seh-hee, “Ben deli
miyim” diyor Ji-woo’ya. Ondan özür diliyor. Ji-woo’ya her gün sıkıcı bir yüz
sunduğu içindi bu özür. Seh-hee, Ji-woo’yu kışkırtmaya çalışıyor kelimeleriyle.
Baştan çıkartmaktan çok onu itirafa zorlamaktı sanki kıskançlık ruh haliyle.
Belki de zihninden bir şeyler geçiyordu. Değişim olabilirdi bu. Ardından
sevişiyorlar. Seh-hee’nin gözü heykel parkında çektirdikleri fotoğrafa
takılıyor birden Ji-woo rahatlarken. Sevişmenin ardından, arabasına çarpan
kadını hatırlatan Seh-hee, “Onunla seviştiğini mi hayal ettin” diyordu. Seh-hee
paranoyak olmaya mı başlamıştı? Sonra heykel parkındaki fotoğraf yansıyor.
Devasa el heykeliydi bu. Sonra görüntü kararıyor.
Ji-woo
kendi dairesinde, bilgisayarında, “Boş Ev” filmindeki hapishane sahnesine
bakıyordu. Montaj mı yapıyordu Ji-woo? Gerçeklikte “Boş Ev” filminin kurgusunu
Kim usta yapmıştı. Tae-suk, kollarını kanat gibi açıp hayalet olma deneyimini
yaşıyordu sahnede. Bilgisayar ekranında Seh-hee’yle heykel parkında “el
heykeli” üzerinde çektirdikleri fotoğraf yansıyor birden. Duvarında “Vahşi
Hayvanlar” filminin afişi de asılıydı Ji-woo’nun. Kim usta, bu anlarla
yabancılaştırıyordu herkesi. Sonra cep telefonuyla Seh-hee’yi arıyor, ama ona
ulaşamıyor Ji-woo. Sonra onun dairesine gidiyor Ji-woo ve bomboş bir yerle
karşılaşıyordu. Oradaki görevlilere soruyor, ama onlar da bilmiyordu
Seh-hee’nin nereye gittiğini. Sonra işinden çıkan bir kadınla, Yoon-ah’la (Kim
Bo-na) konuşuyor sokakta Ji-woo. Onun da soruyor. Sonra yine o kafeye gidiyor
Ji-woo. Oradaki garson kızdan da özür diliyor. Seh-hee, kıskançlık hezeyanıyla
kızı aşağılamıştı.
Yerde
serili fotoğraflar üzerinde yürüyen kadın ayakları yansıyor. Seh-hee ve
Ji-woo’nun heykel parkında çektirdikleri fotoğraflardı bunlar. Saçları yüzünü
kaplayan Seh-hee, yeni dairesindeki masada dergideki portre kadın
fotoğraflarını keserken yansıyor. Onun yeni yüzü olacaktı. Kestiği gözleri,
burnu, dudağı bir araya getirerek sanki bir Picasso tablosu oluşturuyordu
Seh-hee. Sonra estetik cerrahına (Kim Sung-min) gidiyor. Güzel olmak
istemiyordu. Sadece farklı yeni bir yüzü olması yeterliydi. Cerrah, “Yüzünden
sıkıldın mı” diye soruyor. Sonra da bir ameliyatı izliyor Seh-hee videodan.
Ürkütücüydü. Seyretmesi mide bulandırıcı olsa da ameliyatı kabul ediyor
Seh-hee. Ameliyat olduğunda eski yüzüne dönmesi imkânsız olabilirdi
Seh-hee’nin. Şimdi kime benzemek istiyordu? Çantasından kesip yapıştırdığı
tuhaf kadın yüzünü cerraha gösteriyor. Ameliyat sonrası acılı olacaktı. Altı ay
bu acılara katlanabilir miydi Seh-hee? Sonra da farklı açılardan yüzünün
fotoğrafları çekiliyor Seh-hee’nin. Dairesinde Seh-hee, aynada “eski yüzüne
bakıyor ve ardından da Ji-woo’yla heykel parkında çektirdiği fotoğrafları
yakıyor. Artık yeni yüzüne kavuşabilirdi. Ameliyathanede estetik cerrah aynada
son defa yüzünü gösteriyor vazgeçmesi için. Fonda da piyano tınıları
duyuluyordu. Aynada yüzü yansıyan Seh-hee gözlerini kapayınca görüntü
beyazlaşıyordu.
Gecenin
içinde Ji-woo’nun dairesi yansıyordu dışarıdan. Kamera dışarıdan genel çekimle
pencereden Ji-woo’yu gösteriyor sonra. Bilgisayarının başına oturan Ji-woo “Boş
Ev” filminin montajıyla uğraşıyordu. Görüntüde iki an yansıyordu. Finalde,
Sun-hwa’yla Tae-suk’un baskülde tartıldıkları anla evin bahçesindeki kadın
heykeli vardı. Uyuyakalan Ji-woo telefonunun çalmasıyla uyanıyor birden. Masada
filmin senaryosu da vardı. Ji-woo’yu arayan da Tae-suk’tu Tae-suk, “Boş Ev” filmininin
sessiz kahramanıydı bu filmde ismi geçiyor sadece. Arkadaşlarının yanına
gidiyor Ji-woo. Masada yemek yerlerken arkadaşı Tae-suk (Im Hyun-sung), “Bu
şekilde kaybolduktan sonra neden onu bekliyorsun ki”, diyordu. Aynı vücuttan
sıkılmadın mı, diye de soruyor sonra. Diğer arkadaşı (Choi Dang-seok), “İki yıl
oldu başka kızlara bakarsın” diyor. Aşk olmadığından değil, heyecanın ve cinsel
arzunun yok olmasındandı her şey. Arkadaşı böyle diyor. Ardından sarhoş olmuş Ji-woo,
karaoke şarkı bile söylüyordu masada. Şarkıda, “Zaman asla durmadıkça unutamam
seni kolayca/ Hasretinle yandım bu gece/ Sevdiceğim, sevdiceğim” diyordu.
Tae-suk, sevgilisine dokunan arkadaşına çıkışıyordu şakayla Ji-woo’nun şarkısı
sürerken. Tae-suk, gözü yaşlı bu şarkıdan da sıkılıyor. Ji-woo da masadaki
Yeon-hee’ye (Kim Ji-heon) ilgi gösteriyordu teselli bulabilmek için. Yeon-hee, Kolombiyalı
büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Benim Hüzünlü Orospularım” romanını
okuyup okumadığını soruyordu Ji-woo’ya. Sonra da konuşmak için motele
gidiyorlar. Genç kadın onunla sevişmek istiyordu. Ama Ji-woo, Seh-hee’yi
unutamamıştı. Sevgilisini kaybetmiş Ji-woo, ona saygısından dolayı başka bir
kadınla olabilir miydi? Ama insandı ve baştan çıkabilirdi. Onlar öpüşürken
taşla pencerenin camı kırılıyor o an. Sesi duyan motel sahibi de (Yani
Jae-ik) hemen odalarına geliyor ve cam kırıldığı için öfkeleniyor Ji-woo’ya.
Sonra Ji-woo gecenin içinde sokaklarda aylak aylak dolaşırken, yaşlı bir ağacı
görünce, tekmeliyordu ağacı. Fonda piyano tınıları duyulurken de görüntü
kararıyordu.
Ji-woo’nın
dairesinde Camille Claudel heykel başı yansıyor. Bu, “Vahşi Hayvanlar”
filmindeki heykel başıydı. Yatağında uyuyan Ji-woo’nun telefonu çalıyor.
Arayan Yeon-hee’ydi. Sergi açıyormuş. Sonra Yeon-hee’nin fotoğraf sergisini
ziyaret ediyor Ji-woo. Fotoğrafları beğeniyor. Yeon-hee’yi yansıtıyormuş
çalışmaları. Ardından içerlerken, fotoğrafları nerede çektiğini merak ediyor
Ji-woo. O da oraya gitmek istiyormuş. Yeon-hee, sevgilisi Chul-soo’dan ayrılmış
mıydı? Chul-soo bir gün ortadan kayboluvermiş. Kendisinden bıkmış ve terk etmiş
birini aramak istememiş Yeon-hee. Kendi sevgilisi de ortadan kayboluvermişti
Ji-woo’nun. İkisi de aynıydı şimdi. Beraber olabilirler miydi? İki sevgili de
ortadan kaybolmuşken. Yeon-hee, masadan kalkıp Ji-woo’nun yanına oturup başını
onun omzuna yaslıyor. Bir aşk mı doğuyordu? Yeon-hee, Ji-woo’nun kendisinden
hoşlandığını fark etmiş. Chul-soo yüzünden uzak durmuş Ji-woo. Sonra dudakları
Ji-woo’nun dudaklarına uzanıyor Yeon-hee’nin. Artık birbirlerinin olmalıydılar.
Bu gece sevişmekle başlayabilirlerdi. Sonra Yeon-hee, barın tuvaletine gidiyor.
Onu orada bekleyen biri de vardı. Yeon-hee, tuvalette aynaya bakarken, dikizleyen
kamera da onu izliyordu bu anda. Yeon-hee birini fark ettiğinde kamera, barın
kapısında bekleyen Ji-woo’nun yanına gidiyordu. Cama yapıştırılmış afişte de
“Her Zaman Erken Ayrıl” (Always Leave Early) yazıyordu. Çok geçmeden kapıya
Yeon-hee geliyor. Yüzünde korku ve endişe vardı. Yeon-hee, bu ilişkinin yanlış
olduğunu söylüyor Ji-woo’ya. Onunla sevişmek istese de artık bu imkânsızdı.
Yeon-hee, “Kendine saygın kalmamış” diyor Ji-woo’ya. Sonra onu cipiyle
götürüyor. “Fedakâr Kız” filmindekine benzeyen beyaz bir cipti bu. Kapalı
park yerine geldiklerinde, Yeon-hee’den verdiği sözü tutmasını istiyor Ji-woo. Çünkü
onu baştan çıkartmıştı. Yalnızlık çeken Ji-woo birden Yeon-hee’nin
dudaklarından öpüyor. Onunla sevişerek yalnızlığından çıkmayı umuyordu belki
de.
Gündüz
cipiyle feribota biniyordu Ji-woo. Seul’e yakın liman şehri Incheon’a gelmiş.
Modo Adası’ndaki “Baemikkumi Heykel Parkı”na gidiyordu. Güney Koreliler bu
parka “Baemikkumi Jogak Park” diyorlardı. Heykeller soyut gerçeküstücüydü.
Buradaki heykeller, Güney Koreli modern gerçeküstücü heykeltıraş Lee Il-ho’ya
aitti. Bu adadaki bazı heykellerde içi boş insan görüntüleri vardı. Modern
insanın içine düştüğü boşluğa metafor yapıyorlardı. Ayrıca bu adada bir de
gelgit olayları yaşandığını belirtelim. Arabasını bıraktıktan sonra diğer
yolcuların olduğu yere geldiğinde orada yüzünde maske olan bir kadın dikkatini
çekiyor birden. Kadın kırmızı elbiseli ve güneş gözlüklüydü. Bir çocuk topuyla
oynarken, top kadın tarafına gidiyor. Kadın topu Ji-woo’ya doğru atıyor
ayağıyla. Ji-woo da hemen karşılık veriyordu buna. Ji-woo, en son topu
yuvarladığında kadını göremiyor. Birdenbire ortadan kayboluyordu kadın. Dikizleyen
kamera camın arkasından Ji-woo’yu yansıtıyor bir an. Feribot adaya geldiğinde
Ji-woo cipiyle giderken kırmızılı kadını görüyor. Kadın arabasına binmiyor.
Ji-woo, heykel parkına geldiğinde içi boş devasa insan başı fark ediliyordu.
Birden kırmızılı kadını fark ediyor Ji-woo. Kadın, sevişen kadın ve erkek
heykelinin yanına gidiyor. Ji-woo onunla konuşmak için fotoğrafını çekmek
istiyordu. Bu gizemli kadın kimdi? Fotoğrafını çekerken kadın birden Lee
Il-ho’nun deniz kabuğu heykelinin içine giriyor. İçeride yerde yatan çıplak bir
kadın heykeli de vardı. Kadının izini kaybeden Ji-woo, dairesinde bilgisayarında
kadının çektiği fotoğraflarını inceliyor sonra. Maskeli yüzünü incelerken
görüntü kararıyordu.
Ji-woo,
yine arkadaşlarıyla takılıyor. Bu defa sauna benzeri bir yerde suda ayak
banyosu yapıyorlardı. Tae-suk, diğer arkadaşı ve üç kadın vardı orada. Genç
kadınlar, havuzun içine kâğıttan üç kayık bırakıyorlar. Altında da isimleri
yazılıydı. Oyun oynamaya başlıyorlar. Ji-woo bir kayığı alıyor ve ismi
okuyordu. Hyo-nim’di ismi. Genç kadınlardan birinin adıydı bu. Hyo-nim (Yoo
Jung-i), “Tanıştığımıza memnun oldum” diyor. Tae-suk da Eun-hae’nin kayığını
yakalıyordu. Eun-hae de (Na Soo-yoon), Tae-suk’a selam veriyor. Diğerine de
Hyun-jung’un (Lee Sol) kayığı kalıyordu. Üç arkadaş da bu genç kadınları
tanımıyorlardı. Birbirini tanımayan insanların ilk buluşmalarına Batı’da “blind
date” diyorlardı. Sonra Hyo-nim’le baş başa kalıyor Ji-woo. Genç kadın
mutluydu. İlk defa arzu ettiği biriyle olduğu için. Ji-woo’yu görür görmez
seçmiş genç kadın. Sonra birbirlerini tanımak için konular birbirini açıyor.
Uzun saçlı kızlardan mı hoşlanıyordu? Hobisi neydi? Fotoğraf çekmekti hobisi
Ji-woo’nun. Genç kadın da kendi fotoğraflarını çekmesini istiyor bir gün. O bir
gün olacak mıydı? Hyo-nim, Ji-woo’yu gerçek kurşunlarla atış yapmaya davet
ediyor sonra. Kapalı poligonda atış yapıyorlar ardından. Hyo-nim tabancayı
ustaca kullanıyordu. Gece poligondan çıkışta Hyo-nim, Ji-woo’nun kendinden
hoşlanmadığı hissediyordu. Belki bir daha buluşmayacaklardı. Dikizci kamera da
Ji-woo’yu gösteriyordu. Yapayalnızdı. Ji-woo dairesine geldiğinde cep telefonu
çalıyor. Arayan Tae-suk’tu. Onunla olan kadın hep Ji-woo’yu sormuş. Tae-suk da
Ji-woo’nun numarasını Eun-hae’ye vermiş. Zaman geçiyor. Salonda oturan Ji-woo,
Tae-suk’u arıyor geç saatlerde. Kadın hâlâ aramamış. Belki de onunla sevişmek
istiyordu Ji-woo. Çünkü o, terk edilmiş ve yalnız biriydi. Sonra görüntü
kararıyordu.
Ji-woo
aynı kafeye gidiyor. Her zamanki yerine, cam kenarındaki masaya oturuyor. Başka
bir garson kız kahvesini getiriyor ona. Kahveyi masaya bıraktıktan sonra
karşısına oturuveriyor. Ji-woo şaşırıyor başka bir garson kızı görünce. Yeni
yüz ve adla Ji-woo'nun karşısına çıkıyordu Seh-hee. Yeni adı da See-hee’ydi
(Sung Hyun-ah) şimdi. Kafenin patronunun (Hong Kyeong-yeon) masasında kâğıda
kırmızı kalemle “seni seviyorum” yazıyor See-hee. Yazılar üst üste biniyordu.
Karmaşa gibiydi. Kendi zihnindeki karmaşa mıydı, yoksa kendi yarattığı karmaşa
mıydı bu? Sonra bilerek kahveyi üzerine döküyor Ji-woo’nun. Öfkeyle o gittikten
sonra Se-hee’nin gülümseyişi fark ediliyordu.
Okyanusta
uzaktaki feribot yansıyor. Ji-woo yine o adaya gidiyordu. Feribotta
See-hee’yi görüyor birden. See-hee martılara yem atıyordu. İlk defa
tanışıyorlarmış gibi. Her şey yeni baştan başlayacaktı. Birbirini tanıma,
arkadaşlık ve peşinden aşk. See-hee, onun için ne düşünüyordu? Seh-hee gibi
miydi? İnsanın yüzü değişse de iç dünyası kolayca değişebilir miydi? Feribottan
çıkarken, See-hee’yi arabasına alan Ji-woo, onunla adadaki heykel parkına
gidiyor. Heykeller hakkında yorumlar yapıyorlar. See-hee, sevişen kadın ve
erkek heykelinin olduğu yere gidiyor önce. Sonra da erkeğin penisini tutmuş
köpek heykelini gösteriyor Ji-woo’ya. Heykeli beğeniyor Se-hee. Bir oyun
oynuyordu. Ji-woo, erkeğin olduğu yere çıkıyor. Köpek onun penisini kapacaktı
sanki. Ardından el heykeline gidiyorlar. Onlar derinlikte görünürken
gerçeküstücü iki çıplak kadın heykeli de yansıyordu. Sonra el heykeline
çıkıyorlar. Ji-wo ona deniz kabuğu heykeline girdin mi, diye soruyor. See-hee
de hemen fotoğraf çektirmek istiyor onunla. Seh-hee olduğu zamanlardaki gibi.
Fotoğraf çektirdikten sonra kız arkadaşı olup olmadığını soruyor See-hee.
Birdenbire ortadan kaybolmuştu. Ji-woo, “Altı ay önce tek kelime etmeden beni
terk etti” diyor. Onu özlüyor muydu? Ji-woo, “Bazen evet, bazen hayır” diyor
ona. Aslında o da bilmiyordu. Feribotta arabanın içinde See-hee onun elini
tutuyor. Ji-woo da karşılık veriyordu. Bu See-hee’nin sınavı mıydı? Ardından
Ji-woo bir kadına özlemle onun dudaklarından öpüyor hemen. Sonra şehre dönünce
vedalaşıyorlar. See-hee’nin indiği sokakta duvar resimleri de fark ediliyordu.
See-hee mutluydu. Görüntü onun gülümsemesi üzerine kararıyordu sonra.
Gündüz
Ji-woo kaldırımda yürürken yansıyordu. Beyazlar içinde kanatlı küçük kız (Park
Ji-eon) ona zarf veriyordu. Ji-woo kafeye gidiyor sonra. Elbette See-hee de
oradaydı. Pencere kenarındaki aynı masaya oturuyor Ji-woo. Mektuba bakıyor ama
anlayamıyor. Üst üste yazılmış harfler vardı. Bu See-hee’nin kırmızı kalemle
yazdığı “seni seviyorum” notuydu. Ji-woo, her zamanki gibi kahve istiyor.
Ji-woo, ismini soruyor ona. See-hee’ydi. Şaşırıyor. Seh-hee ismini
çağrıştırıyordu bu. İsmini mektuba yazmak isteyince Ji-woo öfkeleniyor buna.
Altı ay önce ortadan kaybolmuş sevgilisinden gelen mektuba karalama yapılabilir
miydi? Eğer unutmadıysa See-hee’yi neden arabada öpmüştü? Dairesine dönen
Ji-woo, See-hee’nin karaladığı yerleri kazıyarak temizliyor sonra. Gündüz yine
kafeye uğruyor. Burası onun sığınağıydı sanki. Şimdi de See-hee vardı. See-hee
yine kahvesini getiriyor ona. See-hee ona küsmüş gibi yapıyor. Eski yüzünü
özlediği için mi onu kırgın davranıyordu, yoksa bir oyun muydu? Ji-woo bilerek
kahve fincanını yere düşürüyor. Onunla barışmak ve konuşmak içindi. Patronu
temizlemesini söylese de See-hee önlüğünü çıkartıp işten istifa ediyor. Dışarı
çıkıyor. Ji-woo, kafe sahibi kadından See-hee’nin telefon numarasını alırken,
dikizci kamera da onları izliyordu dışarıdan. Dikizleyen kamera, aslında öznel
kameraydı. Dikizleyen See-hee’ydi.
Ji-woo,
dairesinde yine “Boş Ev” filmiyle uğraşıyordu. Bilgisayar ekranında Tae-suk ve
Sun-hwa vardı. Fotoğraf stüdyosu sahnesiydi. Ji-woo da See-hee’nin telefonuna
mesaj bırakıyordu. Harap olduğunu söylüyor. See-hee de bilgisayarından el
heykelinde çektirdikleri fotoğrafın çıkışını alıyordu. Sonra da Ji-woo’nun
mesajını gülümseyerek dinliyor. Gündüz Ji-woo arabasıyla yolda giderken
arabanın önüne birdenbire See-hee çıkıveriyor. See-hee daima onun için
sürprizdi ve beklenmedik anlarda onun karşısına çıkıyordu. See-hee onu kendi
oyununun içine çekiyordu. Sonra koşmaya başlıyor. Ji-woo da peşinden. Metroda
tuvalet kabininde saklanan See-hee’yi buluyor Ji-woo. Kabine girip kapıyı
örtüyor. Sonra da kendi dairesine götürüyor See-hee’yi. Ji-woo yemek hazırlarken,
See-hee de sehpada balık biblosunun altındaki mektubu görüyor. Ji-woo’nun
sildiği yere ismini yazıyor. Seh-hee olduğu zamandaki fotoğrafı da görüyor
See-hee. Eski yüzüne şaşkınlıkla bakıyor. Sonra da mutfakta yemek hazırlayan
Ji-woo’nun yanına gidiyor. Ardından beraber yemek yiyorlar. Bekâr evi bu kadar
düzenli nasıl olabiliyordu? Kendi dairesi düzenli değilmiş See-hee’nin. Ji-woo,
titizdi ve See-hee’nin evini bile temizleyebilirdi. Salondaki kanepede yan yana
otururken sehpadaki mektubu görüyor Ji-woo ve sonra da onu dudaklarından
öpüyor. See-hee sevişmek istemiyor. Giderken Ji-woo, “Lütfen kal Seh-hee” diyor
ona. Ji-woo, yüzü değişse de onun ruhunu yakınında hissediyordu sanki. O
gittikten sonra Seh-hee’yle el heykeli üzerinde çektirdikleri fotoğrafa bakıyor
Ji-woo. Ertesi gün de See-hee’nin dairesini temizliyor. See-hee pek yardım
etmiyordu ona. See-hee’ye çocukluk fotoğrafını soruyor Ji-woo. Kitaplığı
temizlerken eline aldığı kitabın içinden bir fotoğraf yere düşünce See-hee
fotoğrafı hemen alıyor. Seh-hee olduğu zamanlardaki fotoğrafıydı. See-hee,
fotoğrafı göstermemek için dişiliğini kullanıyor ve onu öpüyor. Altı aydır
kadınsız olan Ji-woo için bu an vazgeçilemezdi. Yönetmen sevişme sonrasını
gösteriyor hemen. Ji-woo için yeniydi her şey. See-hee de teşekkür ediyor ona,
geçen bütün zaman için. Ji-woo onu seviyor muydu? Aşk hemen doğmayabilirdi.
Sadece mutlu hissediyordu Ji-woo.
Yine
adadaki heykel parkında, yine el heykeli üzerindeydiler. See-hee hep
gülümsüyor. Çünkü mutluydu. Nazik ve harika bir erkekleydi. El heykeli,
gelgitten dolayı sular içindeydi. Sanki bir adaydı. Seh-hee’yi gerçekten sevmiş
miydi Ji-woo? Ya şimdi? Cevabını beklemeden Ji-woo’nun dudaklarından öpüveriyor
See-hee. Kamera onlar öpüşürken sağa doğru çevrinme (pan) yaparak basamağı
çağrıştıran demir motifinden boşluğa doğru gidiyordu. Ardından Ji-woo’nun
dairesinde sevişiyorlar. Yatakta öpüşürlerken See-hee, “Ya Seh-hee sana
dönerse” diyor endişeyle. Ji-woo, susuz kalmış gibi sevişiyordu See-hee’yle.
Yönetmen bu sevişmeyi gösteriyordu. Sevişmeden sonra See-hee, yatağın kenarına
oturmuş uyuyan Ji-woo’ya bakıyor. Gözleri dolarken kameraya bakıp, “Tam
istediğim gibi” diye mırıldanıyor See-hee. Mutlu görünüyordu, ama nedense
hüzünlüydü. Ardından uyuyan Ji-woo’yu tokatlıyor. Ona sevdiğini söylemek için
tokatlamış. See-hee, gecenin içinde kederlerle içinde el heykeli üzerinde
hıçkırıklarla ağlarken yansıyor sonra. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu.
See-hee, “Sevgili Ji-woo” diye başlayan mektup yazıyordu Ji-woo yatakta
uyurken. Seh-hee yazıyormuş gibi. Onu unutmaya çalışsa da unutamamış. Ona geri
dönmek istiyormuş. Ayın yirmisinde kafede randevu veriyor ona. Sonra da görüntü
kararıyordu.
Gündüz
marketten çıkıp arabasına doğru gelen Ji-woo, arabanın ön camında zarf görüyor.
See-hee’nin mektubuydu. Dikizci kamera da Ji-woo’yu izliyordu. Ji-woo hüznün
içindeydi. Bir daha terk edilmişti. Dairesinde See-hee’yle el heykelinde
çektirdikleri fotoğrafa bakarken bu keder yüzünde somutlaşıyordu. Her şey
anlamsızlaşmıştı sanki. Görüntü kararıyor.
Kafedeydi.
See-hee de oradaydı. See-hee, “Anlat bakalım” diyor ona hiçbir şey bilmiyormuş
gibi. “Seh-hee geri dönüyor” diyor Ji-woo. O, terk ettikten sonra çok yalnızlık
çekmişti Ji-woo. Ya See-hee ne olacaktı? Boşluğu dolduran bir şey miydi o?
Seh-hee’yi hâlâ seviyordu. See-hee de Ji-woo’dan vazgeçemezdi. Aşk üçgeni
gibiydi sanki. See-hee fahişe değildi. Sonra bağırmaya başlayan See-hee, belki
de Seh-hee’yi kıskanıyordu. Ji-woo için estetik ameliyatla eskidiğini düşündüğü
yüzünü değiştiren See-hee, hayal kırıklığı yaşıyordu yeni varoluşunda. Ji-woo
hâlâ eski yüzüne âşıktı. Gece telefonla See-hee’yi arıyor, ama ona ulaşamıyordu
Ji-woo. Kendi dairesinde See-hee de yatağın altına sakladığı siyah-beyaz
geçmişindeki fotoğrafına bakıyordu hüzünle. Ji-woo, See-hee’nin dairesine
gidiyor. Kapının şifresini de değiştirmiş See-hee. İçeride olmasına rağmen
kapıyı açmıyor. İçeride eski fotoğrafını kesiyordu. Görüntü kararıyordu sonra.
Ji-woo
devamlı uğradığı kafeye gidiyor. Gündüzdü ve ayın yirmisiydi. Bu kafenin adı da
“Room and Rumour”, yani “Oda ve Söylenti”ydi. Ji-woo kafeye girdiğinde bir
masada da tartışan iki sevgili yansıyor. Genç kadın (Oh Seo-won), erkek
arkadaşı Min-soo’ya (Jang Joon-yeon), “Birbirimize göre değiliz” diyor. Ondan
ayrılmak istiyordu genç kadın. Adam küfürbaz ve sinirliydi. Ji-woo, masaya
geldiğinde See-hee’nin yüzünde Seh-hee maskesi vardı. Bu neydi? Onun See-hee
olduğunu anlıyor Ji-woo. Zamandan korkmuş See-hee. Her şeyi değiştiren
zamandandı korkusu. See-hee, “Yüzümü değiştirsem, beni daha uzun süre
seveceğini inandım” diyor. Ama geçmişindeki kızı unutamamıştı Ji-woo.
Kendisini, geçmişindeki Seh-hee’yi kıskanmaktan utanıyordu şimdi See-hee. Ama
ikisi de kendisiydi. Şizofren gibi ruhunun ikiye bölündüğünü sanıyor See-hee.
“Geçmişteki o kadın değilim. Ben yeni bir kadınım” diyor. Min-soo, “Buranın
tiyatro sahnesi mi olduğunu sanıyorsunuz” diye çıkışıyor onlara. Bu maske de
neydi ki? See-hee, Ji-woo’nun Seh-hee’nin yüzünden bıktığını ve yeni bir kadın
bulacağını sanmış. See-hee’yi korkutucu buluyor Ji-woo. Onun maskesini açmayı
reddediyor Ji-woo ve öfkeyle oradan ayrılıyor. Min-soo da peşinden çıkıyor
onunla dövüşmek için. Kamera dışarı çıkmadan onların kavgasını gösteriyor
sonra. Min-soo dövüyordu onu. Yalnız başına kalan See-hee, Seh-hee maskesiyle
dışarı çıkıyor. Sonra da estetik ameliyatı olduğu kliniğe gidiyor keder içinde.
Eski yüzünü mü almak istiyordu See-hee? Özel estetik kliniğinin girişinde “Do
you want a New Life”, yani “Yeni bir hayat mı istiyorsunuz” yazıyordu. Doğrudan
estetik cerrahının odasına gidiyor See-hee, yüzündeki Seh-hee maskesiyle.
Doktor neden geldiğini anlıyor. Ama See-hee, yok anlamında başını salıyor ve
çıkıyor. Doktor maskeyi yüzüne takıyor See-hee çıktıktan sonra. Doktor maskeyi
odasına gelen hemşireye (Jeon Sae-byeol) veriyor takması için. O sırada See-hee
geri geliyor odaya. Maskeyi alıp yırtıyor. Sonra da doktora selam verip
gidiyor. Dikizci kamera bu defa See-hee’yi izliyordu. Ji-woo’ydu bu. Öznel
kamera yerinde kalırken, Ji-woo kameranın önüne geçiyordu sonra. Çarpıcı bir
andı bu. Ji-woo, doktorun yanına gidiyor. Hemşire yırtık maskeyi yerden
toplarken, Ji-woo parçaları alıyor ondan. Sonra doktorla içki içmek istiyor
konuşmak için. Çok içen Ji-woo, onun bunu nasıl yaptığını anlamadığını söylüyor
doktora. Onu sevmiyor olabilirdi, ama ailesinin ona bağışladığı yüzü nasıl
değiştirebilirdi? Kim usta bu anı tek çekimle yansıtıyordu bir süre. Kameranın
önündeki akvaryumun içinde de yengeç vardı. Seh-hee güzel kadındı. Yüzü de
doğaldı. Sonra da doktoru suçlamaya başlıyor Ji-woo. Onu vazgeçirmek için daha
fazlasını yapmalıydı. Doktora, “Sendeki ne biçim bir vicdandır” diyor Ji-woo.
Doktor öfkeleniyor ve ona yumrukla vuruyor. O, bu işi para için yapmıyordu.
Doktor, “Senin yüzünü öyle bir değiştiririm ki kimse tanıyamaz” diyor. Doktoru
öfkelendirense Ji-woo’nun insanların yüzlerini doğramak lafıydı. O bir
sanatçıydı. Doktor giderken yerdeki Ji-woo ayağına sarılıyor. Ne yapabilirdi
şimdi Ji-woo?
See-hee,
Ji-woo’nun dairesine geliyor, ama Ji-woo’yu bulamıyor. Fonda piyano tınıları
duyulmaya başlıyor. Gece sokakta, daha önce Ji-woo’nun tekmelediği yaşlı ağacı
tekmeliyor See-he öfkeyle. Dairesinde kederin içinde See-hee yansırken telefonu
çalıyor. Arayan doktordu. Hastanede Ji-woo’nun ameliyatlı fotoğraflarını
gösteriyor ona. Ji-woo da estetik ameliyat olmuştu. Ameliyat olalı bir ay
olmuş. Şimdi o da kayıptı. See-hee bu trajediye ağlamaktan başka ne
yapabilirdi? Doktor, “Ji-woo seni seviyor. Beş ay sonra farklı bir yüzle
karşına çıkacak” diyor. See-hee, metroda yüzü maskeli bir adam görüyor ve onun
peşine takılıyor. O da fotoğraf çekiyordu. Adamın yanına geliyor. Adam, “Benden
korkmuyor musunuz”, diye soruyor. Eski yüzünün fotoğrafını göstermek istiyor
ona. Omuz çantasında bulamıyor. Eski yüzüyle yakışıklı biriymiş. See-hee
giderken adam, yeni yüzünü görmek istiyorsa beş ay sonra şimdiki yere gelmesini
söylüyor. Ji-woo muydu o?
Gündüz.
See-hee, heykel parkında yere uzanmış gerçeküstücü erkek heykelinin yanında
dururken yansıyor. Penisini tutmuş erkek heykelini okşarken fonda da piyano
tınıları duyuluyordu. Kamera, See-hee’nin elini takip ediyordu. See-hee de
erkek heykelinin yanına uzanmıştı. Filmin afişinde de bu an yansıtılmıştı.
Sonra önde gerçeküstücü kadın heykelleri yansırken, derinlikteki See-hee de el
heykeline çıkarken yansıyordu. Gelgit olayıyla el heykeli suyun ortasında
kalıyor sonra. See-hee’nin adası gibiydi. Ardından görüntü kararıyordu. Fonda
duyulan piyano tınıları birden Henry Mancini’nin “Days of Wine and Roses”
melodisine dönüşüyordu. Bu müzik Oscar ödülü kazanmıştı. Mart 1965’te ülkemizde
gösterime çıkan 1962 yapımı siyah-beyaz “Days of Wine and Roses-Şarap ve Gül”
filmini Blake Edwards usta yönetmişti.
Zaman
geçiyordu. Ama her şey yavaştı. Hüzünlü See-hee dairesinde banyo yapıyor. Sonra
makyajını. Hayat devam ediyordu yine de. Aynada yüzüne bakarken aynadaki
yansıması da biçimbozumuna uğruyordu. Bu yansıma filmin derinliğinde
anlamlaşacaktı zihinlerde. Sonra Ji-woo’nun sıkça gittiği kafeye gidiyor
See-hee. Orada gördüğü erkeklere dikkatlice bakıyordu Ji-woo olabilir diye.
Tıpkı Ji-woo gibi omzunda çanta asılı genç bir adam kafeye geliyor. O da cam
kenarına oturuyor. Genç adam (Seo Ji-suk), See-hee’nin dikkatli bakışlarına
karşılık veriyordu. Genç adam, See-hee’nin masasına geliyor. Masaya oturan genç
adam, “Beni merak etmiyor musunuz” diyor See-hee’ye. Merak ediyordu. Tahmin
oyununda genç adamın elini tutan See-hee, ellerinin parmaklarını birbirine
geçirerek gözlerini yumuyor. O, Ji-woo değildi. Elleri büyüktü. See-hee masadan
kalkıp giderken genç adam onun kolundan tutunca See-hee çığlık atıyordu.
Beklemek ve onsuzluk sinirlerini de harap etmişti onun. See-hee, dairesinde
yatağındayken kapı zili çalıyor. Bir genç adam (Kong Jung-hwan) vardı kapı
önünde. Yanlış kapıyı çalan biriydi. O gittikten sonra kapı zili yine çalıyor.
Gelen yine o genç adamdı. Kahve içmek istiyormuş. Genç adamı içeri alıyor. Genç
adam el heykelinde See-hee ve Ji-woo’nun çektirdikleri fotoğrafa bakıyor sonra.
Kahve içiyorlar beraber. Onun da kız arkadaşıyla el heykelinde çektirdiği bir
fotoğrafı varmış genç adamın. Eski anıları canlanmış bu fotoğrafla. Sonra
ağlıyor. O da mı terk edilmişti? See-hee, el parmaklarını yine birbirine geçiriyor.
Sonra genç adamın montundaki cüzdanından kimliğine bakıyor See-hee. Ardından
odasına gidiyor. Genç adam odanın kapısını çalıyor ve ama See-hee açmıyor.
Ardından da görüntü kararıyordu.
Yine aynı
kafeye uğruyor See-hee. Cam kenarındaki masada bir genç adam (Jung Gyu-woon)
vardı. See-hee, daha önce maskeli olduğu oturduğu masaya gidiyor. Ona iyice
süzen genç adam onun masasına geliyor sonra. See-hee’ye, “En son ne zaman
ağladın” diye soruyor. En son bu sabah ağlamıştı See-hee. Sonra da genç adama,
“En son ne zaman güldün” diyor See-hee. Genç adam gülümsüyor birden. Yüksek
sesle gülmesini istiyor ondan. Genç adam da kahkaha atarak gülüyor karşısında.
Ardından da See-hee’nin elini tutuyor ve parmakları birbirine geçiriyor genç
adam. Bu sürekli tekrarlandığı için filmde bir “leit-motif” dönüşüyordu. Sonra
onun arabasıyla gidiyor See-hee. Park ettikleri yerde öpüşürlerken üzerlerine
fener ışığı düşüyordu birden. Bu neydi? Genç adam bir defa daha See-hee’yi
öperken yine ışık düşüyor üzerlerine. Sonra genç adamın evine gidiyorlar. Genç
adam hemen sevişmek istiyordu onunla. Ama bu o kadar kolay değildi. Banyo
yapmalıydı. Genç adam banyoya gittiğinde onun fotoğraflarına bakıyor See-hee.
Bu da Ji-woo değildi. Giderken genç adam banyodan çıkıyor ve See-hee’yi zorla
alıkoymaya çalışıyor. See-hee buraya sevişmeye gelmemiş miydi? O sırada kapı
zili çalıyor. Genç adam dışarı çıktığında kamera See-hee’nin yanında kalıyordu.
See-hee kapı önüne çıktığında genç adamın kanlar içinde inlerken buluyor. Bunu
yapan kimdi? Koridorda da dikizleyen kamera onları izliyordu. Dikizleyen veya
öznel kamera bu filmde “leit-motif”ti. Korkuyla oradan kaçan See-hee, kendini
karlar içinde buluyor. Uykudan uyanıveriyor See-hee. Bütün bunlar bir rüya
mıydı? Kim usta zihinsel bulanıklar yaratıyordu seyircinin zihninde.
Gerçeküstücü bir bulanıklıktı bu. Sonra birden buluşma yerine gidiyor See-hee.
Kar yağmıştı. Fotoğraf çeken genç adamın (Kang Shin-chul) yanına gidiyor. Onu
bekliyormuş. O, yeni yüzüyle Ji-woo muydu? See-hee’yi fotoğraf stüdyosuna
götürüyor genç adam. See-hee’nin fotoğraflarını çekmiş gizlice genç adam.
Duvarda da Marilyn Monreo’nun illüstrasyon resmi de fark ediliyordu. Onunla
tanıştığından beri fotoğraflarını çekiyormuş. See-hee, ona kim olduğunu
sorduğunda ışıklar sönüyordu. Işıklar yanınca “Ji-woo” diyor See-hee. Sonra
ışıklar yine sönüyor. Sevişme sonrasında genç adam isminin Jung-woo olduğunu
söylüyor. Yine hayal kırıklığı yaşayan See-hee, duvarda asılı kendi fotoğraflarını
topluyor öfkeyle. Genç adam da çarşafla yüzünü örtüyordu.
Kaldırımda
yürürken fotoğrafları yırtan See-hee birden beyaz cipi fark ediyor. Cipin önüne
atlıyor. Arabayı süren genç adam da (Kim Hyun-kyoon) o değildi. Psikolojisi
bozulmaya başlayan See-hee yine kafeye gidiyor. Orada genç bir adamın (Kim
Choong-il) yanına gidiyor ve “Beni tanıyorsun değil mi, ben See-hee” diyor.
Ardından genç adamın sevgilisi (Jeon Se-hyun) geliyor oraya. Dışarı çıkarken
kaldırımda bir adamı görüyor ve peşinden koşan See-hee, metroda onun izini
kaybediyor. Gördüğü her genç adam Ji-woo olabilirdi onun için. “Jung Ji-woo”
diye bağırıyor See-hee. “Beni izlediğini biliyorum” diyor See-hee. Ona ne
yapıyordu Ji-woo? Fonda da keman tınıları duyuluyordu. Sonra koşan bir adamı
görüyor. Dışarı çıktığında korkunç bir kaza oluyor. Kamyonetin altında kalan
kanlar içinde bir insan vardı. Kaza yapan şoför de (Jo Suk-hyun) korku
içindeydi. Çığlık atan See-hee ölen adamın Ji-woo olduğunu sanıyor. Polis de
geliyordu olay mahalline. Kaza, estetik kliniğinin yakınlarında oluyordu.
See-hee kliniğe giriyor sonra. Ameliyat odasına gidiyor See-hee. Cerrah estetik
ameliyatı yapıyordu. Yüzü kanlar içindeydi See-hee’nin. See-hee yorgundu ve
psikolojik çöküntü yaşıyordu. Doktorun odasında gülerken ağlamaya başlıyor
See-hee. Baştan beri yanlıştı her şey. Doktor ona, “Hiç tanınmamak mı
istiyorsun”, diye soruyor. See-hee gülümsüyor. Ardından fotoğrafları çekiliyor.
Yeniden ameliyat masasındaydı See-hee. Ameliyathanedeki lambasının ışığı
yanınca görüntü beyazlaşıyordu birden. Filmin başındaki gibiydi her şey.
Seh-hee, klinikten çıkan kadına çarpınca kadının elindeki çerçeveli fotoğraf
yere düşüyordu. See-hee kliniğin kapısından çıkarken zihninden bu an düşüyordu.
O kadına çarpmasaydı bunlar olamayacaktı hiç. Kalabalıklar zincirlemeli çekimle
peş peşe yansıyordu sonra. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Ardından sular
içindeki el heykeli yansıyor. Görüntü kararıyordu ardından. Belki artık hiçbir
zaman birbirlerini bulamayacaklardı. Bir aşk da böyle bitmiş oluyordu.
“Nefes...”
Kim Ki-duk
usta, 2007 yapımı “Soom-Nefes” filmiyle hapishaneden bakıyor. Ama bu Kim Ki-duk’un
hapishanesiydi. Gerçeküstücü ve özeldi. Bir kadınla bir erkeğin imkânsız aşkını
sorun yapıyor kendine usta. İdam cezasına çarptırılmış mahkûm Jang-jin’le (Chen
Chang), evliliğinde sorun yaşayan genç kadın Joo-yeon (Ji-a Park) arasında
varoluşsal bir aşk yaşanıyor. Her filminin estetik anlamda atmosferini kuran
Kim usta, neredeyse dünyanın hiçbir yerinde olmayacak bir hapishaneden bakıyor
insanlara. Ama yine de hapishane, özellikle de Jang-jin’in kaldığı hücre insanı
tedirgin eden biçimde yansıyor perdeye. Jang-jin'le hücredeki diğer üç kişi,
yatak olmayan hücrede beraber kalıyorlar. Kim usta, içerisini ve dışarısını
koşut bir anlatımla iç içe sunuyor filminde. KKD Film-Cineclick-Sponge’un
sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Görüntüleriyse Jong-moo Sung
gerçekleştirmiş. Bu film ülkemizde, Ekim 2007’de vizyona çıkmıştı. Jang-jin’e
hayat veren 1976 doğumlu Tayvanlı oyuncu Chen Chang, Çinli yönetmen Wong
Kar-wai ustanın filmleriyle belleklerde yer etmişti. Kim ustanın bu filmi,
2007’de 60. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için de yarışmıştı.
Film
hapishane hücresinde açılıyor. Mahkûmlar tek tip kıyafetliydi. Mahkûmlar
uyurken, ressam mahkûm (Lee Joo-suk) hücrenin çatlak duvarına diş fırçasıyla
resim yapmaya çalışırken, genç mahkûm (Kang In-hyun), “Anne” diyerek uykusundan
korkuyla uyanıyor birden. Genç mahkûm, uyuyan Jang-jin’i okşamaya başlıyor,
sonra da başını onun önüne koyuyor. Uykusunda baştan çıkan Jang-jin de uyanıyor
uykusundan. Ressam mahkûma yaklaşıp diş fırçasını alıyor birden. Ressam mahkûm
çığlık attığında kan yüzüne fışkırıyordu. Jang-jin intihar etmişti diş
fırçasıyla. Genç mahkûm da korkuyla çığlık atıyor. Jang-jin neden intihar
girişimlerinde bulunuyordu? Suçluluk duygusundan mıydı? Bu duygu insanın
beynini kemiren bir canavardı belki de. Kamera koridoru yansıtırken görüntü kararıyor
ve ardından hücre duvarında filmin adı yazıyor. Sonra da görüntü yine
kararıyordu.
Televizyon
ekranında Jang-jin’in intiharını sunan haber spikeri, “Jang-jin bu sabah yedide
Hansung Hapishanesi’nde kendini öldürmeye çalıştı” diyor. Jang-jin idam
sırasını bekliyordu. Televizyonun izlendiği evde küçük bir kız çocuğu resim
yaparken yansıyor. Küçük kız Myung-hee (Kim Eun-seo), annesi Joo-yeon’la resim
yapıyordu. Joo-yeon, kanatlı heykel yaparken yansıyor sonra. Gece olduğunda
Jang-jin haberlerini izliyor. Bu izlemeler meraka ve ilgiye dönüşüyordu
Joo-yeon’da. Kocası (Ha Jung-woo) bir müzisyendi. Dışarıdan bakınca mutlu
görünmesi gereken bir aileydi. Ama Joo-yeon mutsuzdu. Kocası onu aldatmıştı. Bu
yüzden evin içine mutsuzluk çökmüştü. Kocasıyla da iletişimi kopmuştu
Joo-yeon’un.
Gece
salondaki televizyondan, Jang-ji’nin ameliyatı başarılı geçse de bir süre
konuşamayacakmış haberi duyuluyor. Joo-yeon haberleri izlerken kocası geliyor.
Gözlüklü kocası uzaktan kumandayla televizyonu kapattıktan sonra “Bunların
yerine pembe dizi seyret” diyor karısına. Sabah olunca küçük kızlarını okuluna
bırakmak için evlerinden çıkıyorlar. Hong ailesinin beyaz cipi vardı. Baba-kız
arabayla giderken kocası Joo-yeon’a, “Bütün gün heykel yapacağına dışarı çık ve
yeni insanlarla tanış” diyor. Hep kanatlı heykeller yapan Joo-yeon, kocası ve
kızı gittikten sonra yıkadığı çamaşırları asıyor balkona. Kocasının beyaz
gömleği balkondan aşağı düşüyor. Gömleği almak için aşağı indiğinde bir araba
gömleğin üzerinden geçiyor. O da gömleği çöpe atıyor sonra. Ardından da
dışarıda dolaşıyor. Günleri hep aynı ve sıkıcıydı Joo-yeon’un. Eve geldiğinde
yaptığı son kanatlı heykelin başına saç tokası koyuyor Joo-yeon. Gece olduğunda
evde televizyonda yine Jang-jin’in intiharıyla ilgili haber yansıyor. Öznel
kamera salona giriyor ve televizyonu gösteriyor. Kocası geliyor ve televizyonda
haberleri izlerken içen karısına, “Burada ne yapıyorsun”, diye soruyor. Kocası,
Joo-yeon’un başındaki saç tokasını çıkartmasını istiyor. Onun değildi saç
tokası. Tokayı çıkartıp atıyor Joo-yeon. Bu toka kimindi? Kocası hâlâ onu
aldatıyor muydu?
Kamera,
gecenin içinde aylakça dolaşan Joon-yeon peşine takılıyor sokaklarda. Bir
kafeye geldiğinde yorgunluktan bitkin düşmüş Joo-yeon, çöp kutusuna atılmış
gazeteye gözü takılıyor. Gazetede, “İdam mahkûmu Jang-jin ikinci defa intihar
etmeyi denedi” yazıyordu. Sabaha karşı yol kenarına gelen Joo-yeon, taksiyi
durdurup biniyor. Taksi şoförüne (Shin Taek-gi), “Herhangi bir yere olabilir”
diyor. O da bilmiyor nereye gideceğini. Belki de kaybolmak istiyordu. Joo-yeon
ilk defa konuşuyordu. Sonra Hansung Hapishanesi’nin adını söylüyor. Oraya
gitmek istiyordu. Araba yol aldığında fonda da piyano tınıları duyulmaya
başlıyordu. Zincirlemeli geçişlerle arabanın içinde dışarısı yansırken, piyano
tınılarına keman tınıları da karışıyordu. Sabah olurken hapishaneye geliyor
Joo-yeon. Yürürken hapishanenin soğuk duvarları da fark ediliyor. Ne yapacağını
da bilmiyordu. Kamera hücreye gittiğinde sağa doğru çevrinme (pan) yaparak önce
oturmuş genç mahkûmu gösteriyor, ardından da boğazı sarılı Jang-jin’i. O da
uyanmıştı. Genç mahkûm yanına geliyor ve eliyle Jang-jin’in yüzünü okşuyor.
Genç mahkûm eşcinsel miydi? Jang-jin’e âşık mıydı? Sonra Jang-jin’in boynuna
sarılıyordu genç mahkûm. Jang-jin tepkisizdi ve boşluğa bakıyor gibiydi.
Dışarıda gün doğduğunda Joo-yeon, hapishane kapısına yürüyor. Kapıdaki
cezaevi memuruna (Park Cheol-geun) Jang-jin’i görmeye geldiğini söylüyor.
Yakını olmayan ziyaret edebilir miydi? Eski erkek arkadaşı olduğunu söylüyor
görevliye. Ama ilişkisini ispatlaması gerekiyordu. Joo-yeon öksürünce memur
yumuşuyor ve hapishane güvenlik şefini (Kim Ki-duk) arıyor hemen. O da onları
güvenlik kamerasından izliyordu. Kamera, güvenlik şefinin ekrana vuran
yansımasını belli belirsiz gösteriyordu sadece. Ziyareti kabul etmese de
güvenlik şefi Joo-yeon’un kamerayla inceliyor. Sonra memuru arıyor. Gitmek
üzere olan Joo-yeon’un yansıması camda görünürken memur ona sesleniyor. Kamera
hücreye gidiyor. Kıdemli mahkûm (Oh Soon-tae) yansıyor önce. Hücrede dört
kişilerdi. Kamera sağa çevrinme yaparak Jang-jin ve genç mahkûmu görüntüye
alıyor. Genç mahkûm yine Jang-jin’in yüzünü okşuyordu. Gardiyan numarasını
söylese de Jang-jin duyarsızdı. Hücre kapısını açan gardiyan bir bayanın
ziyarete geldiğini söylüyor ona.
İlk
karşılaşmaları demir parmaklıklar ardında oluyordu ikisinin. Cam bölme de
vardı. Joo-yeon yine öksürüyor. Joo-yeon, dokuz yaşındayken beş dakikalığına
öldüğünü söylüyor Jang-jin’e. Sualtında nefesini tutmuş arkadaşlarıyla. Süre
ilerleyince ölüyor gibi hissetmiş. Güvenlik şefi de güvenlik kamerasından
onları izliyordu. Ölü gibi hissettiğinde kötü değilmiş Joo-yeon. Ona,
Jang-jin’e yardım edebilir miydi? Kendi de bilemiyordu. Jang-jin, eliyle
yaklaşmasını işaret ediyor ondan. Camdaki konuşma deliğinden saçının bir telini
koparıyor Joo-yeon’un. Elleri kelepçeliydi. Ardından güvenlik şefi zile basarak
ziyareti sonlandırıyordu. Joo-jin,” Kendine zarar verme” derken, dudağını da
cama yaslıyordu onu öper gibi. Cam buğulaşıyordu onun nefesiyle. Kalbi kırık
Joo-yeon’un bu ziyaretlerinde kim kimin ruhunu iyileştirecekti? Filmin
derinliğinde anlamlaşacaktı bu.
Jang-jin
hücreye dönüyor. Diğer mahkûmlar da sohbet ediyorlardı o gelirken. Jang-jin bir
köşeye çöküyor ve Joo-yeon’un saç teline bakıyor. Kadın saçı olduğunu anlayan
genç mahkûm saç telini kapıyor birden. Ona tokat atan Jang-jin saç telini
alıyor. Ona, hayattaki en değerli armağandı bu belki de. Saç telini ağzına
atıyor saklamak için Jang-jin.
Evde,
Joo-yeon’un kocası piyanonun başında beste yaparken yansıyor. Piyano yatak
odasındaydı. Joo-yeon geldiğinde kocası, “Nerede uyudun”, diye soruyor ona.
Joo-yeon hâlâ öksürüyordu. Kocasının cep telefonu çalıyor. Özel birinden miydi
bu telefon? Hemen balkona çıkıyor. Joo-yeon da onu izliyordu umutsuz gözlerle.
Bir zaman sonra evde kimse yokken Joo-yeon, bilgisayar ekranından manzara resimlerini
incelemeye başlıyordu. Yine tek başına dışarıya çıkıyor Joo-yeon. Çiçekçi
dükkânına giriyor. Evde aynanın karşısında çiçek desenli omzu açıkta bırakan
elbisesini incelerken aynadaki görüntüye kocası da giriyordu. Ne yapıyordu
karısı? Zaman geçiyor. Sabah saatin zili çalınca uyanan koca karısını yatakta
bulamıyor. Evde de yoktu. Nereye gitmişti?
Joo-yeon
yine takside hapishaneye doğru yol alıyordu. Taksi şoförü (Hwang In-joon), onun
üzerindeki ince elbisesini fark edince “Üşümüyor musun”, diyor. Üşümüyordu hava
ne kadar soğuk olursa olsun. Yine piyano tınıları duyulmaya başlıyor fonda.
Evde de baba-kız kahvaltılarını ediyorlardı. Joo-yeon da bir hücreye gardiyanla
giriyordu. Elinde de rulo kâğıtları vardı. Gardiyan malzemelere el koyarken,
güvenlik şefi de izliyordu olanları. Sonra da telefonla gardiyanı arıyor. Ne
istiyorsa yapabilecekti Joo-yeon. Birçok şey getirmiş buraya genç kadın.
Gardiyan hücreye gelip “5796” numaralı mahkûm Jang-jin’e ziyaretçisi olduğunu
söylüyor. Bu an kapı gözünden yansıyordu. İçeride Jang-jin ve genç mahkûm yan
yana oturuyorlardı. Kapı açılınca kamera sağa çevrinme yaparak Jang-jin’i
izliyordu. Gardiyan Jang-jin’e kelepçe takarken, genç mahkûm da âşık olduğu
Jang-jin’e endişeli gözlerle bakıyordu.
Jang-jin
özel hücreye getiriliyor. Joo-yeon buraya çiçekli duvar kâğıtları yapıştırmış.
İkisinin özel yeriydi bu hücre. Kim usta, dünyada hiçbir hapishanede olmayacak
özel bir hapishane yaratmıştı bu filminde. Gerçeküstücü ve varoluşsal. Daha çok
da Joo-hyeon’un için. Duvarın birinde de manzara fotoğrafı vardı. Jang-jin özel
hücreye girince Joo-yeon müzik çaları açıyor ve neşeli tınılar kaplıyordu
hücreyi. Taze nefes gibiydi her şey. Ritmik müzikle dans etmeye başlıyordu
Joo-yeon. Şarkıyı müziğin üzerine Joo-yeon söylüyordu. Şarkıda, “Bahar, bahar,
bahar geldi. / Kalplerimiz bile / Bahar, bahar, bahar geldi. / Burada muazzam
topraklarda. / O kadar yeşil ki. / Yeni bir bahar geldi” diye giden şarkı
sürerken Jang-jin’in şaşkınlığı gözlerine oturuyordu bu anda. Güvenlik şefi de
izliyordu bunları. Güvenlik şefinin cama yansıyan görüntüsünden müziğin
ritmiyle Joo-hyeon gibi kollarını ritmik hareket ettiği de fark ediliyordu.
Şarkıdan sonra karşılıklı masada oturuyorlar. Masanın üzerindeki vazoda çiçeği
gösteren Joo-hyeon, “Bu, benim ülkemde tomurcuklanan bir açelya çiçeği” diyor.
Babası, her cumartesi defterlerini ve kitaplarını kontrol edermiş. Kitaplarına
resim çizmeyi seviyormuş çocukken Joo-hyeon. Babası onu dövmek için açelya
ağacının sopasını kullanırmış. Yine de kitaplara resim çizmiş Joo-yeon. Açalya
ağaçları ona babasının kızgın yüzünü hatırlatıyormuş. Sonra Jang-jin’in yüzüne
bakıyor çekingen. Jang-jin’e, “Çok güzel gözlerin var” diyor. Sonra gülümsüyor
Jang-jin, bir kadından gelen bu güzel sözlere. Jang-jin ona dokunmak isteyince
gardiyan müdahale etse de Joo-yeon dokunmasını istiyor. Güvenlik şefinin
uzanmış ayakları görünürken monitörden yansıyordu bu an. Jang-jin’in dudakları
Joo-yeon’un dudaklarına uzanınca güvenlik şefi parmağını butona uzatınca zil
çalıyor. Ziyaret bitmişti. Joo-yeon, Jang-jin’e zarf veriyor giderken. Jang-jin
çıktıktan sonra manzara fotoğrafını yırtıyor önce Joo-yeon. Güvenlik şefi de
monitörden izliyordu onu. Hücrede Jang-jin zarfı açıyor ve içinden Joo-yeon’un
küçük kızı Myung-hee’nin mutlu fotoğrafı çıkıyordu. Jang-jin fotoğrafa bakarken
kamera da sağa çevrinme yaparak genç mahkûma yöneliyor. Bu kadın, âşık olduğu
erkeği elinden mi alacaktı? Joo-yeon da hapishanenin önünde duvar kâğıtlarını
çöp kutusunda yakıyor. Jang-jin, diş fırçasıyla hücre duvarına şekiller
çizerken, genç mahkûm da onu dikkatlice izliyordu. Hapishanenin tel örgüleri
dışında Joo-yeon yansıyor sonra. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu.
Evde küçük
Myung-hee dans ederken, Joo-hyeon geliyor. Kocası, üzerindeki ince elbiseyi
görünce, “Üzerinde sadece bununla üşümüyor musun”, diyor. Kamera hücreye
gidiyor. Uyuyorlar. Kamera sağa çevrinme yapıyordu. Uyuyan kıdemli mahkûmun
kolu genç mahkûmun üzerindeydi. Uyanan genç mahkûm kolu kaldırıyor ve sonra
uyuyan Jang-jin’e yaklaşıyor. Elini dudaklarına uzatıp çekiyor. Joo-hyeon’un
saç teli Jang-jin’in ağzındaydı. Duvarda asılı Myung-hee’nin fotoğrafını söküyor
ardından. Uyanan Jang-jin fotoğrafı duvarda göremiyor. Önce genç mahkûmun,
sonra da diğer mahkûmların üzerlerini arıyor. Fotoğraf yoktu.
Ayna
karşısında omuzları açıkta bırakan çiçekli elbisesini deniyor Joo-yeon evde.
Ona güzel görünmek mi istiyordu? Jang-jin, karısını ve iki kızını vahşice
öldürmüş bir katildi. Joo-yeon bunu bilmiyordu. İdama mahkûm olmuş Jang-jin'in
intihar etmesi ilgisini çekiyordu belki de Joo-yeon'un. Çocukluğunda ölümle
yaşam arasında kalması mıydı ona çeken Joo-yeon’u? Nefessiz kalmayı tecrübe
etmişti. Kocası yine oradaydı. Yaz mevsimini mi getirmişti karısı? Yeni duvar
kâğıtları ve bir vantilatörle çıkıyor Joo-yeon.
Yeni duvar
kâğıtlarla kaplı hücrede Jang-jin’in karşısında ritmik şarkıyla yine dans
ediyor Joo-yeon. Gözlerinde de güneş gözlüğü vardı. Bu defaki manzara fotoğrafı
deniz kıyısıydı. “Yıldızların çılgınca parladıkları yere. / Haydi kumsala
gidelim” diye sürüp giden şarkısında Joo-yeon. Onun karşısında dayanılmaz bir
çekicilikle görünüyordu genç kadın. Güvenlik şefi bile şarkının ritmine kendini
kaptırıyor. Joo-yeon şarkısını söylerken yüzme simidini onun boynuna
geçirirken, güneş gözlüğünü de takıyordu gözlerine. Ardından kumsal fotoğrafı
görünüyor. Joo-yeon masaya oturuyor, karşısına da Jang-jin. Genç kadın nefesini
tutuyor ve çocukluğunda yaşadıklarını yaşıyor bir an. Ölümü tasvir ediyordu
sanki. İnsanın vücudu şişer, her yer sarı olurdu. Gözleri kapalı Joo-yeon, “Ben
burada değilim” diyor. Gözlerinden yaş gelen Joo-yeon, kuş olduğunu söylüyor.
Gözlerini açtığında ne dediklerini hatırlamıyor. Bazen bunu yapıyormuş tekrar
suya girebilmek için. Ama korkuyordu. Bu sadece başka ihtimal kalmadığında
mümkündü. Jang-jin’in elleri Joo-yeon’un yüzüne uzanıyor. Sonra onun
dudaklarından öpüyor Jang-jin. Ama yine zil çalıyor. Ziyaret sona ermişti. Ama
tutkulu öpüşmeleri sürüyordu. Güvenlik şefi de monitörden izlerken gardiyan (Jo
Suk-hyun) onları ayırıyordu. Jang-jin onu öpmeye doyamamıştı, nefes nefese
kalıyorlardı ikisi de. Jang-jin giderken yine ona zarf veriyor Joo-yeon. Duvar
kâğıtları da yaz manzaralı fotoğraflardı. Joo-yeon, duvar kâğıtlarını yırtarken
güvenlik şefi de onu izliyordu yine. Jang-jin hücrede zarfı açıyor içinden
Joo-yeon’un fotoğrafı çıkıyor. Kıdemli mahkûm fotoğrafı kapıyor birden.
Jang-jin ona vurmak istiyor, ama vazgeçiyor. Fotoğrafı alıp güzel Joo-yeon’a
bakıyor sonra.
Joo-yeon
evine dönüyor. Köprüden geçiyor. Kamera dışarıdan evin içini yansıtıyor. Kocası
evde ve Joo-yeon geldiğinde nerede olduğunu soruyor. “Başka biriyle görüşerek
beni terk mi ediyorsun”, diyor kocası. Karısının başka biriyle olması önemli
değildi. Ev işlerini ve kızlarıyla ilgilenmemesi kızdırıyordu onu. Kocası onu
aldatmış. Aldatma konusunda üstüne düşeni de yapmış. Hücrede Jang-jin diş
fırçasıyla duvarı kazıyarak sapın ucunu sivrileştiriyordu. Diş fırçasını ressam
mahkûmun üzerine atıyor resmine devam etmesi için. O da şekil çizmeye başlıyor
duvara. Ardından hücrelerin olduğu koridor yansıyor. Bomboştu koridor. Hücrede
Jang-jin duvara astığı Joo-yeon’un fotoğrafına bakarken, ressam fotoğrafı alıp
genç mahkûma veriyor. Onlar boğuşurken de genç mahkûm fotoğrafı yırttıktan
sonra ağzına atıp çiğniyor. Jang-jin, onun ağzındaki fotoğraf parçalarını
çıkartmaya çabalıyor ve ardından da genç mahkûmu tokatlıyor.
Sabah
salonda kamera, sola doğru kayıyor. Kanatlı heykelin önünde fotoğraf makinesi
vardı. Heykel sanki Joo-yeon’un fotoğrafını çekiyordu. Joo-yeon çıplaktı.
Kocası uyurken mantosunu giyiyor yatak odasında. Kocası da uyanıktı. Taksiye
biniyor. Kocası da arabayla onu takip ediyordu. Fonda yine piyano tınıları
duyuluyordu. Hapishanenin kapısında taksiden inen Joo-yeon’un elinde yine duvar
kâğıtları vardı. Bunlar olurken kocası da arabadan onu izliyordu. Joo-yeon
içeri girdikten sonra kocası muhafızın yanına gidiyor. Güvenlik şefi de
monitörden onu izliyordu. Koca, “Karım az önce içeri girdi” diyor. Kimi ziyaret
ettiğini merak ediyordu koca. Kamera buluşma hücresine gittiğinde yeni duvar
kâğıtları süslüyor odayı. Bu defa çiçekler açmıştı duvarlarda. Müzik çalarken
Joo-yeon şarkı söylüyordu yine. Şarkı, “Kozmos çiçekleriyle tomurcuklanan yol,
/ Bu güzel kokulu sonbahar yolunda yürüyorum. / Endişeli bir şekilde
bekliyorum. / Kalbimdeki sonbahar yapraklarının sesiyle şarkı söylüyorum” diye
akıp gidiyordu. Kamera, hareketli ve sanki dairesel dönüyordu Joo-yeon ve
Jang-jin görüntüye girerken. Joo-yeon’un içindeki coşkunluğu dışarı
çıkartıyordu bu kamera. Güvenlik şefi de bu anları izliyordu. Yansıması
monitörde fark ediliyordu. Joo-yeon şarkıyı bitirdikten sonra Jang-jin
alkışlıyordu onu gülümseyerek. Gardiyan da vardı yanlarında. Joo-yeon,
ağaçlardaki kırmızı yaprakları izlerken onun alevlere karışmasına sebep
oluyormuş. Belirsiz bir rüyaydı bu. İkisi de ayaktaydı. Seorak Dağı’ndaki
ağaçları izlemeyi de seviyormuş. Seoraksan Milli Parkı da bu dağdaydı. Orada
birinin Seorak ağacını izlediğini söylüyor. Adama âşık olmuş. Joo-yeon,
Jang-jin’e yaklaşıyor ve ellerini tutuyor ve Jang-jin’in kelepçeli ellerini
başının üzerinden aşırıp ona daha yakın oluyordu. Monitörden de yansıyordu bu
an. Ardından dudak dudağa öpüşüyorlar. Koca, güvenlik şefinin odasına
geldiğinde bu öpüşme anına tanıklık ediyordu. Karısının, bir başka erkekle
ateşli öpüşmesi nasıl bir şeydi? Ne yapacaktı şimdi? Güvenlik şefi zili
çaldığında gardiyan onları ayırıyor. Ama öpüşmeleri sürüyordu. Birbirlerine
susamışlardı sanki. Sonra gardiyan Jang-jin’i coplamaya başlıyordu. Gardiyan
onu hücreden çıkartırken Joo-yeon zarfı veremiyor Jang-jin’e. Monitördeki
görüntü zumla yaklaşıyordu ağlayan Joo-yeon’un yüzüne. Daha sonra hapishane
önündeki çöp kutusunda duvar kâğıtlarını yakıyordu Joo-yeon. Yanına kocası
geliyor ve zarfı alıyor birden. Yönetmen fotoğrafı göstermiyordu. Sadece
kocanın şaşkın ifadesi yansıyordu. Sonra beraber dönüyorlar. Sarsıntılı kamera,
arabanın önünden gösteriyordu onları. Bu sarsıntılı çekim kocanın içindeki
fırtınayı dışarıya vurduruyordu sanki. Kocası sessiz Joo-yeon’a, “Bu ziyaretçi
odası ilk buluştuğumuz yer olan Seorak Dağı’na benziyor” diyor. Joo-yeon,
kendine âşık olduğu gibi şimdi bu tuhaf adama mı âşık oluyordu?
Tanıştıklarından bu yana on yıl olmuş. Koca sonra direksiyonunu birden kırarken
araba kaldırıma çıkıyordu. Kamera birden hücreye gidiyor Jang-jin başını duvara
vuruşunu gösteriyor. Onu endişeyle izleyen genç mahkûm elini Jang-jin’in alnına
koyuyor onu korumak için. Jang-jin’in anlından kanlar akıyordu. Ruhu acılar
içindeydi Jang-jin’in. Belki de Joo-yeon’un acısını hissediyordu.
Eve
döndüklerinde kocası Joo-yeon’a, “Onun yerine sadece öl” diyor. Joo-yeon
kocasının yanında hep sessizdi. Takside veya hapishanede sesi duyuluyordu. Âşık
olduğu kocasının kendisini aldatması kadınlık onurunu incitmişti belki de. Ama
Jang-jin’e ilgisi intikam için değildi. Daha başka şeylerdi. Özdeşleşme vardı
Jang-jin’in geçmişini bilmese de. Nefes ortak noktasıydı onun için belki de.
Joo-yeon da ölümün kıyısının ne olduğunu biliyordu. Nefes, başka anlamlar da
veriyordu. Hem Joo-yeon hem de Jang-jin için. Joo-yeon kocasının yanından
gittikten sonra, kocanın telefonu çalıyor. Joo-yeon’un kolu kırılmıştı
incinmişti ve askılıydı şimdi. Kocası metresiyle mi konuşuyordu? İlişkisini
bitirmemiş miydi? Kocası telefonda tartışıyordu. Telefonu kapatsa da arıyordu
o. İlişkisini bitirmiş. Karısına, “Artık onunla görüşmeyeceğim, o yüzden sen de
öyle yap” diyor. Özür diler gibiydi. Hangi akla hizmet bir mahkûmla görüşüyordu
karısı? Karısına, “Kendime özgüvenimi mi yıkmaya çalışıyorsun”, diyor. Kamera
sola kayarak hapishanede gardiyanın ayaklarını takip ediyor sonra. Gardiyan
kapıya geldiğinde Jang-jin’e ziyaretçisi olduğunu söylüyor. Heyecanla ayağa
kalkan Jang-jin’e çelme takıp yere düşürüyor genç mahkûm. O kadını
kıskanıyordu. Jang-jin’i elinden alıyordu Joo-yeon. Ziyaretçi Joo-yeon değildi.
Görüşme odasına gelen onun kocasıydı. “Artık gelmeyecek” diyor koca. Onu
beklememeliydi. Jang-jin, öfke ve nefretle bakıyor kocaya. Ona iyi
davranacağını söylüyor sonra. Joo-yeon’un fotoğrafını camın deliğine bırakıp
gidiyor koca. Bu, Joo-yeon’un çıplak fotoğrafıydı.
Evdeki
kapı çalıyor. Koca kapıyı açtığında metresiyle yüz yüze geliyor. Yönetmen
kadını (Kim Seung-yeon) göstermiyordu bu anda. Kadın ona tokat attığında
Joo-yeon sesi duyuyor. Kadın bir tokat daha atıp gittiğinde Joo-yeon tepkisiz
ve ifadesiz bakıyordu sadece kocasına. Hücrede de Jang-jin, Joo-yeon’un çıplak
fotoğrafını duvara asmış bakarken, kıdemli mahkûm fotoğrafı alıp saklıyor.
Hepsinin üzerlerini arıyor Jang-jin hemen. Gündüz evde Joo-yeon ayna karşısında
koyu yeşil mantosunu giyerken kocası da çaresizce onu izliyordu. Dışarı çıkan
Joo-yeon’u geri döndürmek isteyen kocası başaramıyordu. Karlar da yağmıştı.
Soğuktu. Karısından özür diliyor koca. Çok kötü şey yapmıştı. Karısı onu deli
mi etmek istiyordu yoksa? Bu manzaraya küçük kızları da tanık oluyordu. Kızını
kucaklayan Joo-yeon eve dönüyor. Hücrede de kollarıyla başını arasına almış
tedirgin Jang-jin yansıyor. Sonra genç mahkûmun üzerini aramaya başlıyor
Jang-jin. Fotoğraf yoktu. Genç mahkûmu tokatlamaya başladığında kıdemli mahkûm
müdahale ediyor hemen. Ardından da ona yumruk atmaya başlıyor kıdemli mahkûm.
Ama buna dayanamayan genç mahkûm onun üzerine atlıyor ve âşık olduğu Jang-jin’i
kurtarıyor onun elinden.
Joo-yeon’u
yeni bitirdiği kanatlı heykeli fırına yerleştirirken gösteriyor kamera.
Joo-yeon, fırının kapısını örtüşü simgeseldi. Hücre kapısına metafor gibiydi.
Kendi hücresiydi. Daha derinlikte bu daha da anlamlaşacaktı. Joo-yeon, sonra
çamaşırları balkonda asarken kocasının beyaz gömleğini bilerek aşağıya
bırakıyordu bu defa. Aşağıya indiğinde bir araba yine gömleğin üzerinden
geçiyordu. Gömleği yerden alan Joo-yeon, gömleği çöpe atıyor, ama sonra geri
alıyor. Ne düşünüyordu? Kamera da hücrede sağa çevrinme yaparak kederler
içindeki Jang-jin’i yansıtıyor. Joo-yeon’un çıplak fotoğrafı ressam mahkûmdaydı
ve duvara Joo-yeon’un resmini diş fırçasıyla yapıyordu fotoğrafa bakarak.
Usulca ressam mahkûma yaklaşan Jang-jin, Joo-yeon’a özlemle bakıyor. Ressam
mahkûm fotoğrafı Jang-jin’e uzatırken, diş fırçasını aniden alıyor Jang-jin.
Ardından da ressam mahkûmun yüzüne kanlar fışkırıyordu. Jang-jin bir defa daha
intiharı deniyordu. Genç mahkûm korkuyla çığlık atıyor gördükleri karşısında.
Joo-yeon
lavaboda kocasının gömleğini yıkarken, kocası da salonda televizyonda haberleri
izlerken yansıyor. Yine Jang-jin’in intihar haberi vardı televizyonda. Joo-yeon
ve kocası merakla haberi izliyorlar. Jang-jin ameliyata alınmış. Koca,
televizyonu kapatmaya çalışırken Joo-yeon oun başına bardak fırlatıp yaralıyor.
İntihar girişiminden dolayı Jang-jin’in infazı bir gün ertelenmiş. Haberde,
Jang-jin’in karısını ve iki kızını vahşice öldürdüğü vurgulanıyor. Joo-yeon da
ilk defa onun suçunu öğreniyordu. İdam cezasına çarptırılan Jang-jin’in suçu
neden işlediği hâlâ çözülememişti. Jang-jin masum da olabilirdi. Ailesi vahşice
öldürüldüğünde onların yanında uyuyormuş Jang-jin. Gecenin içinde ev dışarıdan
yansıtan kamera, içeri girdiğinde sarsıntılı öne doğru gidiyordu piyano
tınıları duyulurken. Joo-yeon’un bakışlarından öznel kamera kocayı piyano
çalarken gösteriyor önce aynadan. Kamera yatak odasına girdiğinde Joo-yeon
çerçeveye giriyor ve yatak ucuna oturuyor sonra. İçinde pişmanlık mı yaşıyordu?
Ayağa kalkan Joo-yeon, hüzünlü tınılar çalan kocasının dudaklarından öpüyor. Bu
masum öpüşme birden ihtiraslı öpüşmeye dönüşüyordu Joo-yeon için. Kocasını
nefessiz bırakmak istiyordu sanki. Onu, ölümle yaşam arasındaki çizgiye mi
sürüklemek istiyordu? Karısının bu öpücüğünden kurtulan koca nefes nefeseydi.
Kocanın dudaklarında kanlar da vardı.
Jang-jin,
hastaneden hücresine getirilirken yansıyor. Boğazı sargılı Jang-jin, yine aynı
hücredeydi. Yere oturduktan sonra genç mahkûm elini ona uzatıyor çekinerek.
Piyano tınıları duyulurken elini Jang-jin’in ağzına götürüyor. Jang-jin de
ısırıyor onun elini. Evde Joo-yeon, heykeli koyduğu fırının kapısını açarken
yansıyor. Hücresinin kapısı gibiydi. Sonra da heykeli çekiçle parçalayan
Joo-yeon’da dönüşüm mü başlayacaktı? Ardından kamera kocanın, ardından da
Joo-yeon’un aynadaki yansımasını gösteriyor. Ayna yansımaları, gerçeküstücü
estetikte ikiye bölünmüş ruha metafor yapıyordu çoğunlukla. Joo-yeon yine
giyinmiş ve gidiyordu. Birbirlerine ifadesiz gözlerle bakıyorlardı. Joo-yeon
yine ona gidecekti. Koca, o gittikten sonra kızını alıyordu. Dışarısı karlıydı.
Joo-yeon yine küçük köprüden geçiyor. Kocası arabayla onu alıyor sonra.
Beklenmedik bir şeydi bu. Belki de kabullenişti. Hapishanenin kapısına
geliyorlar yolculuktan sonra. Küçük kız da arabanın arkasında uyuyordu. Kızına
bakan Joo-yeon bir an durakladıktan sonra arabadan inip hapishaneye gidiyor.
Arabada kalan koca, küçük kızını uyandırıyordu uykusundan. Karın yağışını
izlemesini istiyor kızından. Ardından hücre yansıyor. Ressam mahkûm, yüzünü
duvara dönmüş Jang-jin’in gözlerini kapatıyor elleriyle. Ona bir şey göstermek
istiyordu. Duvarda diş fırçasıyla yapılmış Joo-yeon’un yüz resmi vardı.
Jang-jin, Joo-yeon’un resmine özlemle bakarken, genç mahkûm ayağa kalkıyor ve
pencereye gidiyor. Yüzünde umutsuzluk ve hüzün vardı. Jang-jin elini duvardaki
Joo-yeon’un yüzüne götürüyor özlemle. Jang-jin, pencere önündeki genç mahkûmu
omzuna alıyor ardından. Fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu.
Jang-jin’in omzundaki genç mahkûm onun gözlerini kapatıyor elleriyle. Hücre
kapısını açan gardiyanın, Jang-jin’in numarasını söyleyen sesi duyuluyordu.
Ziyaretçisi vardı. Genç mahkûmu üzerinden atan Jang-jin kapıya yöneldiğinde
genç mahkûm onu önlemeye çalışsa da Jang-jin ona, Joo-yeon’a gidecekti.
Yönetmen bu anlarda kamerayı özgür sinema ruhuyla kullanmış. Sarsılan ve hızlı
hareket eden kamera, Jang-jin’in heyecanını mı, yoksa genç mahkûmun içindeki
fırtınayı mı dışarı çıkartıyordu? İkisi de olabilirdi. Kapı kapandığında genç
mahkûm, umutsuz ve öfkeli gözlerle bakıyordu hücre kapısının gözünden. Dışarıda
da baba-kız kar altında kardan adam yapıyorlardı. Sonra kamera özel hücreye
giren Joo-yeon’u yansıtıyor. Hücrenin duvarları bomboş ve soğuktu. Güvenlik
kamerası da hareketleniyor birden. Monitördeki görüntüde Joo-yeon mantosunu
çıkartırken, güvenlik şefinin de yansıması fark ediliyordu. Hücre kapısı
açılıyor ve kelepçeli Jang-jin içeri giriyor. Gardiyan da oradaydı. Joo-yeon,
Jang-jin’in yüzüne elini götürüyor önce. Sonra da Jang-jin’in kıyafetinin
düğmelerini açıyordu. Dudak dudağa öpüşmeye başlıyorlar. Monitöre yansıması
vuran güvenlik şefi bu defa müdahale etmiyordu öpüşmeye. Sigara da içiyordu
güvenlik şefi. Nefes nefese ve özlemle öpüşüyordu ikisi de. Onlar yere
uzandığında gardiyan da hücreden çıkıyor. Joo-yeon üstteydi. Joo-yeon’un aldığı
hazzı duyuran nefesi hücreyi sarıyordu bu anda. Güvenlik şefi de dikizliyordu
monitörden onların sevişmelerini. Güvenlik şefi başka monitörden dışarıdaki
baba-kıza da bakıyordu arada bir. Karısı içeride hazzı yaşayan koca, belki de
neler olduğunu biliyordu. Belki de suçluluğundan kurtuluyordu böylece. Her şey
eşitlenmiş olacaktı. Belki de evliliği kurtulacaktı. Monitördeki görüntü
hücreye döndüğünde hazzın sonuna gelinmişti. Ardından Joo-yeon, Jang-jin’in
burnunu eliyle tutarak dudaklarından öpüyor. Nefessiz bırakıyor onu. Sınıra geliyor
Jang-jin. Kurtulmak istiyor, ama Joo-yeon onu bırakmıyor. Güvenlik şefi
monitörü kapatıyor birden. Güneş gözlüklü güvenlik şefinin yansıması vardı
sadece monitörün camında. Ardından yine açıyor monitörü. Nefesi tüketen ölümle
yaşam sınırındaki öpüşme sürüyordu. Joo-yeon’un saçlarını elleriyle kavrayıp
kurtuluyordu bu ölüm öpücüğünden Jang-jin. Gardiyan da Joo-yeon’u ayırıyor
Jang-jin’den. O, çocukluğunda suyun altında nefessiz kaldığı anı mı yaşatmak
istiyordu? Önce kocasına, şimdi de Jang-jin’e. İkisi de nefes nefeseydi.
Ardından dışarıda baba-kızın yaptığı üç kardan insan yansıyor birden. Kartopu
oynuyor baba-kız. Joo-yeon da dışarı çıkmış onların mutluluğunu izliyordu.
Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Joo-yeon da bir avuç kar alıyor ve onların
mutluluğuna katılıyordu. Kartopu oynuyorlar. Aileye mutluluk yeniden
gelmişti. Sonra kamera yan yana üç kardan insanı gösteriyor. Bu aileyi
simgeliyordu.
Arabayla
yola çıkıyorlar. Hepsi mutluydu. Joo-yeon’un sesi ilk defa kocasının yanında
duyuluyordu Salvatore Adamo’nun “Tombe La Neige" (Her Yerde Kar Var)
şarkısını Korece söylerken. Kocası da şarkıya katılıyordu. Joo-yeon’un
söylediği bölümde, “Sen uzaklaşırken karlar düşüyor. / Karlar düşüyor. / Kalbim
yalnızlığa gömülüyor. / Rüyamda çizmiştim, / Sıcak gülümsemeni” diyordu.
Kocasının söylediği bölüm de “Beyaz karlarla kaplı. / Onu göremiyorum” diyordu.
Ardından beraber, “Beyaz karlarla vurulurken senin gidişini görmek. / Ben bile
kederle doluyorum” derken, şarkı hücrede uyuyan Jang-jin’in görüntüsü üzerinde
sürüyordu. Bu anda, “Sadece beyaz karlar yağıyor” diyordu. Genç mahkûm, uyuyan
Jang-jin’in boynuna kolu doluyor ve onun nefesini kesmek istiyordu yavaş yavaş.
Ona ihanet etmişti âşık olduğu Jang-jin. O an Jang-jin son nefesi verirken,
şarkının nakaratında, “Beyaz karlarla vurulurken senin gidişini görmek. / Ben
bile kederle doluyorum. / Sadece beyaz karlar yağıyor” diyordu. Görüntü yoldaki
araba üzerine kararıyordu sonra. Ardından kamera hücreye gittiğinde şarkı
bitiyordu. Genç mahkûm kolunu gevşetiyor ve Jang-jin açıkgözleri de
kapanıyordu. Bu trajediydi. Genç mahkûmun trajedisiydi belki de. Isınmak için
yakın yatıyordu mahkûmlar. Kıdemli mahkûmla ressam mahkûm yuvarlanarak
çerçeveden çıkıyorlardı Jang-jin son nefesini verirken. Ardından gerçeküstü tat
veren bu görüntü beyazlaşıyor ve son jenerik yazıları akmaya başlıyordu
ardından.
“Rüya...”
Kim
ustanın, 2008 yapımı “Bi-mong-Rüya”, bir anlamda modern toplumda iletişimsizlik
ve yalnızlık üzerine bir film olabilir. Bu filmi izlerken rüya üzerine
derinlikli de düşünebilir insan. Felsefi yorumlar, bakış açıları, edebiyat,
sinemada rüya üzerine derinliklere de düşebiliyor insan. Ahlaki açıdan da yorum
getirebilirdi. Ama filmin içinde usul usul dolaşmak ve önyargısız olmak da
gerekiyordu. Kim usta, gerçekle rüya arasında insanların zihinlerini
bulanıklaştırarak dehlizlerin içinde yollarını kaybettiriyor filmlerinde.
Gerçeküstücü ve varoluşçu bir yönetmen olan usta, sadece karakterlerini değil,
filmlerini izleyenleri de gerçeküstü dünyasında varoluşlara sürüklüyor. KKD
Film-Sponge-Style Jam’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müziklerse
Park Ji’nin. Görüntüler de Kim Gi-tae'nin. Bu film, ülkemizde Ekim 2008’de
gösterime çıkmıştı. Jin rolündeki Jô Odagiri, Japonların ünlü şarkıcı ve
aktörlerinden biri. 1976 Okayama doğumlu Jô Odagiri, Japon yönetmen Masako
Matsûra’nın 2001 yapımı ve gerçek hayat hikâyesinden uyarlanan “Puratonikku Sekusu-Platonik
Seks” filmiyle sinemaya adım atmıştı. “Rüya” filminin en ilginç ve deneysel
tarafıysa, Jin'in Japonca, Ran’ın Korece konuşmasıydı.
Gecenin
içinde bulanık görüntü üzerine açılan film, insana uykudan uyanıyormuş hissi
veriyordu. Ahşap oymacılığı yapan bir sanatçı olan Jin (Jô Odagiri), arabasının
içindeki dikiz aynasında yüzü yansıyor önce. Fonda da piyano tınıları
duyuluyordu. Yan yoldan gelen arabaya çarpan Jin, yaralı adamın arabadan
çıktığını gördüğünde hızla oradan uzaklaşıyordu. Sonra arabasının önüne bir
adam çıkıyor ve uykusundan uyanıyor Jin. Bu kâbus bir rüyaydı. Zihninden kaza
anının görüntüleri düşüyor birden. Cipine binen Jin, rüyasında kaza yaptığı
yere gidiyor hemen. Jin yol alırken siren sesleri de duyuluyor. Rüyasında
yaşadığı kaza gerçekten olmuştu. Orada cankurtaran (ambulans) ve polisler de
vardı. Polis, omzundaki telsizle konuştuktan sonra Jin’i fark ediyor. Kaza yapan
araç kayıplara karışmış. Polisler kamera görüntülerini inceleyeceklermiş. Kaza
yapıp kaçan araba tespit edilebilecekti. Kaza yapan araç çok geçmeden tespit
ediliyor. Adres de biliniyor. Polis artık tutuklayabilirdi onu. Sonra polisleri
takip ediyor Jin arabasıyla. Polisler bir kadını tutuklayıp merkeze
götürürlerken genç kadın, “Benim kazayla ilgim yok” diyor. Kaza yapan araba
onundu ve arabanın önü yamulmuştu. Kadını tutuklayan polisleri yine takip
ediyor Jin. Polis karakolu tarihi bir binadaydı. Kadın sorgusunda suçu kabul
etmiyor. Kaza anında uyuyormuş. Araba onundu. Kaza anı kameralarla da tespit
edilmiş. Kadının ifadesi alınırken Jin de olaya müdahil oluyor. Çekilen
fotoğrafta genç kadın direksiyonda görülüyordu. Ama yine de kabul etmiyor suçu.
Jin, ifadeyi alan komiserin (Lee Joo-suk) masasına yaklaşıyor ve genç kadının
masum olduğunu söylüyor. Genç kadını ilk kez görüyormuş Jin. Kafa
karıştırıcıydı tüm bunlar. Polisler için de. Kazanın sorumlusunun kendi
olduğunu söylüyor Jin. Ama elinde kanıt yoktu. Sadece gördüğü bir rüya vardı.
Rüyasında yaptığı kazayı anlatıyor polislere. Ayrıldığı sevgilisinin arabasını
takip ediyormuş rüyasında. Bu kazayı rüyasında yapan Jin, polisleri ikna
edemiyor. Gün de ağarıyordu. Komiser onu dışarı attırırken Jin bir arabanın
modelini ve sarhoş adamı söylüyor. Polis memuru Lee de bunu doğruluyor. Sarhoş
adam da kameralara takılmıştı. İşler daha da karışıyordu. Komiser, “Rüyasında
gördüğü kazayı bu kadın mı gerçekleştirdi”, diye soruyordu. Zihin
karıştırıcıydı tüm bunlar. Komiser genç kadına, “Uyurgezer misiniz küçük hanım”,
diyor. Komiser rüyaya mı, fotoğrafa mı inanacaktı? Fotoğraf gerçekti çünkü.
Genç kadın masaya sertçe vuruyor, sonra da ağlamaya başlıyor birden. Komiser,
suçluluk duygusuna bağlıyor bu ağlamayı. Şimdi her şey gizemli bir polisiye
filme dönüşüyordu.
Gündüz
hastanede. Polis ve Jin doktora gidiyorlar. Doktor (Jang Mi-hee), “Bu kadın
benim hastam” diyor fotoğrafa bakarken. Önceleri uykusunda sadece yürüyormuş.
Doktor, cinayet işleyen ve hatırlamayan uyurgezerler olduğunu da söylüyor
komisere. Bunca kanıt varken ne olacaktı? Doktor, kazaya uğrayanla anlaşma
yoluna gitmelerini istiyor komiserden. Jin, onları ikna edebileceğini söylüyor.
Kazadan kendisinin de sorumlu olduğunu söylüyor doktora Jin. Kazanın rüyasını
görmüştü. Bu tür rüyaların bir hafta kadar önce başladığını söylüyor doktora.
Ran’ın (Lee Na-young) hastalığı da aynı zamanlarda başlamış. Genç kadının adı
Ran’dı. Geçmişte gördüğü rüyaları hatırlayamayan Jin, son zamanlarda gördüğü
rüyaları tüm ayrıntısına kadar hatırlıyordu. Bu son gördüğü rüya gerçek gibi
göründüğü için kazanın yapıldığı yere gitmişti Jin. Doktor rüyalar üzerine
konuşmaya başlıyor. İnsanlar hiç tanımadığı atalarını bile rüyasında
görebiliyormuş. Rüya bir de korkuları dışarı vuruyordu. Doktor elini Jin’in
yüzüne götürüp parmaklarıyla gözlerini kapatıyor. Nelerden korktuğunu soruyor
Jin’e. Acı çekmekten korkuyordu. Doktor, başparmaklarıyla onun gözüne
bastırıyor. Önce hiçbir şey görmüyor Jin. Ama parmakların şiddeti artınca ışık
görüyor, sonra da ışık dağılıyordu. Daha sonra doktor, Ran’ı getirmelerini
söylüyor. Polis karakolundan çıkan Ran’ı bekleyen Jin, genç kadından özür
diliyor. Jin, kazanın kendi suçu olduğunu düşünüyor. Ran, Jin’in gördüğü
rüyaları gerçeklikte yaşıyordu. Buna ahlaki mi bakılmalıydı? İradenin dışında
olan, denetim altında tutulamayan ahlaki olabilir miydi? Mobese ve güvenlik
kameraları, “Büyük Birader” gibi her şeyi güvenlik adına insanları izlerken
ahlaki miydi?
Jin,
evinin önünde düşünceler içinde yansıyor. Tarihsel evlerin olduğu yerdi burası.
Evinde ahşaba “Kelebek Rüyası” yazısını yazıp onu bıçağıyla harfleri oymaya
başlıyor Jin. Mühür yapıyordu. Mührü bastığında filmin ismi de beliriyordu.
Kamera,
sağa çevrinme (pan) yaparak Ran’ı gösteriyor. Ran, kadın giysisi hazırlıyordu.
O da sanatçıydı. Sonra Jin evinde tek başına içerken yansıyor. Telefonla
aradığı insana ulaşamıyor. Kamera, evin içinde yukarıdan aşağı “tilt”
yaptığında birden başka ana gidiyor. Arabanın içinde iki sevgili konuşurken, “objective
point of view angle/nesnel bakış açılı” kamera da onları dikizliyordu. “Hand-held
camera/el kamerası” da sarsıntılı çekimle arabaya yavaşça yanaşırken, genç adam
kızı öpmeye başlıyordu. Birden kameranın önüne Jin geçiyor ve arabanın kapısını
açarak genç kadını dışarı çıkartıyordu. Bu, Jin’in eski sevgilisi (Park Ji-ah)
genç kadındı. Diğeri de Ran’ın eski sevgilisi (Jin Tae-hyun) genç adamdı. Genç
adam ona yumruk attığında masada sızmış Jin birden uykusundan uyanıyor. Bir an
sonra dışarı çıkıyor. Ran’ın evine geliyor. Ran’ın yüzünde yara izleri vardı.
Onu yumruklayan insanı tanıdığını söylüyor Jin. Rüyasını gerçeklikte yine Ran
yaşamıştı. Onu olayın geçtiği yere götürüyor. Oradaki evi gösteriyor. Uyurgezer
Ran hiçbir şey hatırlamıyordu. Ama burayı tanıyordu Ran. Eski sevgilisinin
eviydi burası.
Hastanede.
Doktor yine parmaklarını Jin’in gözlerine bastırarak sorular soruyordu. Eski
sevgilisine hâlâ âşıktı Jin. Sonra aynı şeyi Ran’a yapıyor. Ran eski
sevgilisini terk etmiş ve ona âşık değilmiş. Doktor, Ran ve Jin’e iki zıt kutup
olduklarını söylüyor. Biri eski sevgilisini rüyasında görmek isterken, diğeri
eski sevgilisinden kurtulamıyordu. Doktor ikisinin aslında bir bütün olduğunu
söylüyor. Birbirlerini severlerse Jin’in rüyaların ortadan kalkacağını söylüyor
doktor. Ran’ın da uyurgezerliği sona erebilirdi. Ama Jin eski sevgilisine
âşıktı. Birbirlerine âşık olmak istemiyor ikisi de. Doktor, “Siyahla beyaz aynı
renktir, bütünlüğü bozmayın” diyor.
Ran
kumaşları denerken düşüncelere de dalıyordu evinde. Ran’ın evi atölyeydi aynı
zamanda. Düşüncesi yeni bir aşka hazır değildi sanki. Jin de evinde içiyordu.
Yatağa uzanıp sızan Jin yine rüyanın içine düşüyordu. Rüyaya geçerken görüntü
bulanıklaşıyordu. Kapı açılıyor ve Jin’le eski sevgilisi öpüşmeye başlıyorlar.
Kamera sarsıntılıydı ve “step printing/kademeli baskı” efektli çarpıcı yavaş
çekimdi bu. Çinli yönetmen Wong Kar-wai ustanın filmlerinde bu efekt tekniğiyle
sıkça karşılaşılıyordu. Onlar yatağa uzandığında kapı çaldığında Jin birden
uykusundan uyanıveriyordu. Görüntü bulanıklaşınca yine uykuya dalıyor Jin.
Kapıyı açıyor ve içeri giriyor. Aynı yerdi. İçeri girdiğinde görüntü yine
sarsıntılı ve kademeli baskı efektliydi. Jin çarşafı kaldırıyordu, ama yatak
bomboştu. Yine uykusundan uyanıyor Jin. Gecenin derinliğinde arabasıyla Ran’ın
evinin olduğu sokağa geliyor Jin. Uyurgezer Ran arabasından iniyordu o sırada.
Ran kapı şifresini yazıp eve giriyordu. Jin de şifreyi yazıp içeri giriyor. Ran
yatakta uyuyordu şimdi. Jin sonra Ran’ın eski sevgilisini takip ediyor. Sabah
olduğunda uyanan Ran hemen aynanın karşısına geçip solgun yüzüne bakıyor.
Mutsuzluk ve hüzün vardı bu yüzde. Eve Jin geliyor. Ran ona gece gördüğü
rüyasını anlatmasını istiyor Jin’den. Eski sevgilisini öpmüş Ran. Ondan yardım
istiyor Jin. Ama Jin’in rüyaları Ran’ı korkutuyordu. Ran, Jin’in uyumasını
istemiyordu. Bu kolay mıydı? Ran, eski sevgilisinden tiksiniyordu. Jin’in
rüyaları Ran’ı ona götürüyordu hep.
Jin atölye
evinde ahşap üzerinde çalışırken yansıyor. Ran’ı telefonla arıyor uyanık
kalmasına yardım etmesi için. Uyumamak için Ran’ın evine taksiyle giderken
şoföre (Seo Jin-woo), uyursa onu uyandırmasını söylüyor Jin. Gerekirse sert bir
şeyle vurmasını da istiyor ondan. Uykuya karşı koyamayan Jin uykuya dalınca Ran
yataktan kalkıyor. Uyanınca yeniden uyuyor Ran. Uykusuz Jin Ran’ın evine
geliyor. Jin uykuya dirense de uyku ağır basıyordu. Sabah uyanan Jin, Ran’ın
hiç uyamadığını görüyor. Uyuma sırası ondaydı. Uyandığında Jin’in evine misafir
oluyor Ran. Uyku zamanlarını bölüşmek için. Jin’in ahşap oyma işlerine bakıyor.
Bir ahşap heykelde kelebek kolyesi görünce onu hemen takıyor Ran. Sonra aynaya
ikisinin yansıması düşüyordu. Kolyeyi ona hediye ediyor Jin. Gece de Ran’ın
evinde uyuyor Jin. Genç kadın da başında bekliyor onun. Uyku zamanları farklı
zamanlarda olunca bir süre rahatlama gelse de bu nereye kadar sürecekti?
Yorgana su döken Ran arabayla gece bir yere gidiyordu. Yine uyurgezerdi.
Islaklığı hisseden Jin uykusundan uyanıyor sonra. Ama Ran, eski sevgilisinin
evine gelmişti. Jin ona yetişiyor ve “Ben bu gece rüya görmedim” diyor. Ran’ın
burada ne işi vardı? Eve döndüklerinde Jin, neden o eve gittiğini soruyor.
Jin’in evindeydiler şimdi. Ran, Jin’in eski sevgililerinin fotoğraflarını
görüyor. Bu yüzden o rüyaları görüyordu Jin.
Zaman
geçiyor. Gece oyma işi yapan Jin’in uykusu gelince Ran’ı arıyor telefonla. Ran
da uyumuyordu. Ama telefonu açmıyordu Ran. O da uykuya direniyordu.
Hitchcockyen gerilim müziği de yükseliyordu fonda. Uykuya direnmek de gerilimli
anlardı. Uykusuzluk çıldırtan bir şeydi. Ran uyumamak için gözkapaklarına bant
bile yapıştırıyor. Bir anlamda Kim usta, bir başka usta Stanley Kubrick’in 1971
yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” bilimkurgusuna selam gönderiyordu
sanki. Jin, sabah olunca Ran’ın evine geliyor. İkisi de uyumamıştı. Jin, eski
sevgililerinin fotoğrafları ve isimleri yazılı her şeyi yırtıyor. Uyku içindi
hepsi. Yatakta oturan Ran uykusuzluğa dayanamıyor ve uykuya dalıyor hemen.
Uykusuz Jin de uykusuzluğa nereye kadar direnebilecekti? Topluiğnenin ucunu
başına bastırıyordu uykuya yenilmemek için. Gündüz oluyor. Kar yağıyordu
dışarıda. Jin, Ran’ı uykusundan uyandırıp kendisi uyumak istiyordu. Ran
kalkamıyor. Uyku tatlıydı. Uykusuzluğa dayanamayan Jin de aynı yatağa uzanıyor.
Şimdi ne olacaktı? Jin uykuya dalınca görüntü bulanıklaşıyordu. Uyurgezer Ran
gözlerini açıyor ve yataktan çıkıyordu. Jin ve eski sevgilisi çılgınca
sevişiyorlardı. Görüntü yine sarsıntılı ve kademeli baskı efektliydi. Kapı
çalınca Jin uykusundan uyanıyor öfkeyle. Birden Ran’ın orada olmadığını fark
ediyor. Kapıya yöneldiğinde uyurgezer Ran eve geliyor. Sonra Jin arabasıyla
Ran’ın eski sevgilisinin evine gidiyor. Genç adam mutluydu kelebek kolyeye
bakarken. Kolyeyi asıp içeri giriyor genç adam. Jin kolyeye bakıyordu sadece.
Zihninden neler geçiyordu? Ran, nefret ettiği eski sevgilisiyle bile seviştirmişti.
Ran’ın evine dönüyor Jin. Yatakta uyuyan Ran’ın başucuna oturuyor sonra.
Kolyeyi Ran’ın boynuna takıyor. Ran korkuyla uyanıyor. Ran, eski sevgilisinin
evine gidiyor ve ne yaptıklarını öğrenmek istiyor. Zevk aldıkları şeyleri
yapmışlardı orada. Evine döndüğünde Jin’i tokatlayıp kovuyor sonra.
Tek başına
evde otururken yansıyan Ran, Jin’in yırttığı fotoğraflara gözü takılıyor. Sonra
görüntü bulanıklaşıyordu. Ardından tarlada giden cip görünüyordu. Arabada
Ran’la Jin’in eski sevgilileri vardı. Ran da onları izliyordu. Sonra Jin de
görünüyordu. Genç adam, genç kadına çok özlediğini söylüyor. Ondan ayrı kalmak
zordu. Arabanın içinde sevişmeye başlıyorlardı. Onu terk ederse öldürürmüş onu.
Genç adam kıskançtı. Sonra tartışıyorlardı. Jin de Ran’la tartışıyordu. Sonra
Ran ve eski sevgili tartışıyorlardı. Ardından Jin ve eski sevgilisi. Tam
anlamıyla gerçeküstücü anlardı bunlar. Jin’in eski sevgilisi uzaklaşırken Ran
da onun peşinden gidiyordu. Fonda da Anna Melato’nun söylediği “Amare Me”
şarkısı duyuluyordu. Bu, ölümsüz Nino Rota’nın bestesiydi. Ran, ona
ayakkabılarını giydiriyordu. Jin de Ran’ın eski sevgilisinin ayakkabılarını
giydiriyordu. Bu rüya, kimin rüyasıydı?
Jin evinde
ışığı yakıyor. Yine masasının başındaydı. Ran da oraya geliyordu. Ran, “Sırada
nasıl bir rüya var” diyor. Cinayet mi planlıyordu Jin? Sonra Ran mühür basılı
kâğıdı alıyor. “Siyah ve beyaz tek renk” yazıyordu kâğıtta. Sonra etkileyici
bir geçişle kamera siyah üzerinden aşağı “tilt” yaparak yatakta oturmuş Ran ve
Jin’i yansıtıyor. Ran uykuya dalıyor önce. Jin, ikisinin bileklerini de
kelepçeliyor. Kelepçeli âşıklar gibi. Sonra o da uyuyor ve ardından kamera yine
siyah üzerinden bu defa yukarı “tilt” yaparak uyuyan Ran’la Jin’i gösteriyor.
Ran gözlerini açtığında Jin’in korku bürünmüş yüzünü görüyor. Kâbus mu
görüyordu Jin? Ran da uykuya dalınca kamera kelepçeli bilekleri gösteriyor ve
görüntü bulanıklaşıyor. Kamera yine sarsıntılı ve kademeli baskı efektliydi.
Jin, Ran’ın eski sevgilisinin evindeydi şimdi. Uyurgezer Ran yataktan kalkınca
Jin de dönüyordu rüyasından.
Ran ve Jin
gündüz el ele Budist tapınağa geliyorlar. Buda heykelleri önünde dua ediyorlar
sonra. Tapınakta iyi zaman geçiriyor ikisi de. Jin dua ederken, Ran ortadan
kayboluyor birden. Gece olduğunda bile tapınakta bekliyor Jin. Arabasında
otururken gözleri kapanıyor ve görüntü bulanıklaşıyordu ardından. Ran, devasa
Buda heykelinin oradan çıkıyor ve basamaklardan inmeye başlıyor. Ran arabanın
camına vurarak Jin’i uyandırıyor. Jin kelebeği takip etmiş. Dudak dudağa
öpüşüyorlar sonra. Yönetmen sevişme sonrasını göstertiyor. Uyuyan Ran’ın
saçlarını okşayan Jin mutluydu. Jin, kelepçeleri yine takıyor. Ardından uykuya
dalınca sarsıntılı kamera ve kademeli baskı efektli görüntü yansıyordu hemen.
Yine Ran’ın eski sevgilisinin evinin önündeydi Jin. Eve yöneldiğinde kelepçeyi
görüyor. Ran da oradaydı. Sonra uyurgezer Ran uyanıyor ve anahtarla kelepçeyi
açıp arabayı sürüyor. Rüyasında Ran’ın eski sevgilisinin evine giriyor Jin.
Eski sevgilisiyle sevişiyordu Ran’ın eski sevgilisi. Genç adamı vahşice
öldürüyor Jin. Birden uykudan uyanıyor Jin. Çığlıklarla ağlayan eski
sevgilisinin sesini duyuyor sonra. İçeri giren Jin, vahşice öldürülmüş eski
sevgiliyle uyuyan Ran’ı görüyor yatakta. Ran’ı uyandırıyor. Uyanan Ran, kanlar
içindeki ölü eski sevgilisi görüyor birden. Polisler geliyor olay yerine. Jin
polislere, “O masum, ben öldürdüm” derken, eski sevgilisi Ran’ı gösteriyordu.
Jin, polis
merkezinde cinayet masası komiserine (Han Ki-joong) kendisinin öldürdüğünü
söylüyor. Ran da kendisinin öldürdüğünü söylüyor. Rüyasında kendi öldürmüştü.
Ya gerçeklikte? Komiser Ran’a, “Onu siz öldürdünüz değil mi”, diye sorduğunda
Ran’ın kanlı yüzüne tuhaf bir gülümseme oturuyordu birden. Jin, her şeyin kendi
rüyası yüzünden olduğunu söylüyor komisere hep. Ardından komiser Ran’ı
psikiyatra gönderiyor. Ran akıl hastanesindeki odaya geldiğinde orada Jin’in
eski sevgilisi de vardı. Genç kadın Ran’ın yanına geliyor ve kelebek kolyeye
bakıyor. Ran’ın kulağına bir şeyler söylerken gülüyordu genç kadın. Delirmişti.
Jin de evde uyumamak için direniyordu. Canını acıtacak kadar. Hastane odasında
Jin’in eski sevgilisi Ran’ın başını kucağına aldıktan sonra “Amare Me” şarkısı
duyuluyordu. Şarkıda, “Amare me, triste me (Acılıyım, hüzünlüyüm) / Tu sei
morto e io che faccio (Sen ölüsün ve ben) / Ora mi sciolgo le trece in facia
(Şimdi örgülerimi yüzümde eritiyorum) / Ora mi uccido sopra te (Şimdi kendimi
senin üzerinde öldürüyorum)” diyordu. Jin uyumamak için ayağına çekiçle bile
vuruyor. Sonra Jin, onu ziyarete geliyor bitkin halde. Ama Ran’la görüşemiyor.
Ran da giderek daha da kötüleşiyor hastanede. Vücudu istemsiz hareketler etmeye
de başlıyordu. Buna, “travma sonrası stres” deniyordu. Bu tanı ilk defa I.
Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmıştı. Jin evinde çökmüş halde üretmeye de
çabalıyor. Ama uykusuzluk onu çıldırtma noktasına sürüklüyordu. Vücuduna acı
çektirince uykuyu yenebileceğini sanıyor sanki bıçağı bacağına saplarken. Jin
yine hastaneye Ran için geliyor. Ran sonunda ziyarete çıkıyor. Uykusuzluğun
perişan ettiği Jin’e, “Başka rüya kalmadı ki” diyor Ran. Artık uyuyabilirdi.
Ran, “Gördüğün ne olursa olsun bunun suçlusu sensin” diyordu ona. Jin, kelebek
kolyeyi görüyor onun boynunda. Eline alıyor. Ran’ın vücudu yine istemsiz
hareket etmeye başlıyor. Rüyalar da bitmişti artık. Ölüm de uyku kadar kötü
değildi. Ran, başparmaklarıyla Jin’in gözlerine bastırıyor tıpkı doktor gibi.
“Amare Me” şarkısı duyulmaya başlıyordu. “Ne görüyorsun”, diyor ona. Jin de
“Bir kelebek” diyor. Ran da “Seni seviyorum” diyor ona. Sonra da veda ediyor
Ran. Ardından odasında kelebek kolyeyi yutuyordu Ran. Öte tarafta Jin de
trajedisine sürükleniyordu. Ran da hastane odasında çarşafı ilmik yapıyor
intihar etmek için. Ran’ın eski sevgilisi ona yardım ediyor. İlmik olan yere
bir kelebek konuyor. Sonra uçup pencereden dışarı çıkıyor kelebek. Ran bir
kelebekti. Kelebek, Jin’in alnına konuyordu. Sonra uçup eline konuyor kelebek.
Donmuş Han Nehri üzerine ikisinin de elleri birbirine kavuşurken görüntü bu
kararıyordu gerçeküstücü filmde. Son jenerikte yine “Amare Me” şarkısı
duyuluyordu. Bu filmdeki Ran’ın asılma sahnesi gerçek ölüme neden
olacaktı. Kim usta farkına varıyor ve kurtarıyordu oyuncusunu. Ama bu vaka, onu
derin bir depresyona sürükleyecekti ve sinemadan da birkaç yıl koparacaktı.
“Arirang…”
Kim Ki-duk
ustanın iç yolculuğu olan, kendi zihinsel bunalımları ve travmaları üzerine
belgeseli 2011 yapımı “Arirang”, sinemanın da özel eserlerinden biri. Kamerayı
da kendi kullanmış. Elbette kurguyu da kendi yapmış. Her şey, Seul’un biraz
dışındaki Arirang Tepeleri ile özdeşleşen bölgede geçiyor. Arirang için birçok
açıklama var. Ama en önemlisiyse, Kore’nin 600 yıllık türkü geleneğiydi bu.
Arirang, iki kelimeden oluşuyordu. “Güzel sevgili” anlamına geliyordu bu
kelimeler. Bu belgesel, 2011’de 64. Cannes Film Festivali’nde “Un Certain
Regard/Belirli Bir Bakış” ödülünü de kazanmıştı.
Kim
Ki-duk, 2008’de çektiği “Rüya” filminden sonra kendini sinemadan uzaklaştırmış
ve yaklaşık üç yılını Arirang’ın tepelerinde bir kulübede geçirmiş. Münzevi bu
hayatında kendiyle ve sinema çevreleriyle de hesaplaşmış. Kulübesinin içinde
odun sobası ve kışlık çadırı olan Kim usta, yemeğini de kendi yapıyordu. Kahve
için de düzenek hazırlamış kendine. Soğuk ve karlı günlerin çok olduğu bu
bölgede bir insan, insanlardan bu kadar uzak tek başına nasıl yaşayabilirdi?
İki seçeneği olabilirdi. Ya bu depresyonundan çıkacaktı veya en dibe vuracaktı.
En azından hayatı için ilki olmuş sanki. Son dönem filmlerinde ruhani
yolculuklarla beraber, kapitalist ve gelişmiş Güney Kore’yle hesaplaşmaları
daha da fark ediliyordu.
Kim usta,
gerçekten üç yıl insanlardan uzak yaşamış ve bu üç yılı da kamerayla kaydetmiş.
Çadırını sobanın yanına kurmuş Kim, uyurken duyduğu tıkırtılarla uyanıyor
sürekli. Nasırlı ayakları yansıyor dışarı çıktığında. Ama hiç kimseyi
göremiyor. Onun bu yalnızlığından kedisi kurtarıyor bir anlamda. Ama ikisi de
kendi havasında gibiler. Kim usta, bazen biraz uzaktaki kasabayı da izliyor.
Orada insanlar yaşıyordu. Sabah olduğunda ilk yaptığı dişlerini fırçalamaktı
ustanın. Sonra da odun kesiyor baltayla. Sobayı yakıyor. Ardından kahvaltı
yapıyor. Uzun saçlarını tarıyor. Günleri birbirinin aynısı gibi geçip gidiyor
Kim ustanın.
Kamera,
evin içini ve dışını yansıtıyor. Sonra kameraya bakıyor ve yemeyi sürdürüyor.
Uzun saçlarını atkuyruğu yapıyor ve ardından da “Hazır. Aksiyon” diyor.
Konuşuyor. “Ve aktörler farklı duygular ifade eden replikler söylemeye
başlarlar falan filan” diyor. Öfke de vardı sanki bu sözlerde. Sonra da “İyi
şeyler söyleyen iyi rol, kötü şeyler söyleyen kötü rol arasında farklar vardır”
diyor. İyi ve kötü seçilebilir miydi? Ya aktörler, gerçekten suç işleyen ve
tehlikeli rollerden hoşlanırlar mıydı? Sonra yine kameraya bakıyor ve yine aynı
komutu söylüyor. Ardından “Ne dediniz? Ne dediniz”, diyor Kim usta. Kameraya
bakıyor ve bir an sessizlik yaşanıyor. Kameranın ölçeği değişiyor ve yakın
çekimle yüzü yansıyordu. “Kim Ki-duk ne yapıyorsun? Çünkü şimdi film
yapamazsın. Senin derdin ne”, diyordu kendine usta. Ardından da açıklıyordu.
“Şu anda film yapamam. Bu yüzden kendimi tutmalıyım. Kendime geldim” diye
cevaplıyor. Bir yönetmen ve bir insan olarak hayatını anlatacağını da söylüyordu.
Kendi hakkında bir film, bir belgesel, bir kurgu olabilirmiş. Mutlu olabilmek
için bir şeyler çekmeye de ihtiyacı varmış. Bu yüzden kendini çekiyormuş. Bu
anlarda yönetmen “Jump cut/sıçramalı kurgu” tekniğini kullanmış. Çekmek
istediği bir film varmış. Kore Savaşı’nda savaşmış birini anlatmak. Ölümünden
otuz yıl sonra öldürdüğü kişinin cesedini aramak için geri dönen Amerikalı bir
hakkındaymış. Amerikalı asker, yaşlandığında Kore’ye döner ve bir köye gider. Bir
kürek alır ve dağa çıkar. Etrafı kazmaya başlar. Bunu anlatmak istiyormuş.
Sonra dizüstü bilgisayarıyla yazıyor usta. Kader, cesedi bulmasına yardımcı
oluyormuş. Amerikalı asker, savaşta giydiği üniformasını giyinip tüfeğini
alınca eski benliğine dönermiş. Cesedi bulmayı da başarırmış. Cesedi de
mezardan çıkartınca ceset gitmesine izin verirmiş. Hasta olunca bir şamana
gidecekmiş Amerikalı eski asker. Orada ölü kadının ruhuyla karşılaşıyormuş. Bu anlarda
hem kameraya bakıp konuşuyor hem de bu hikâyeyi bilgisayar başında yazarken
yansıyordu usta. Bu film için Willem Dafoe’yla konuşmuş. Bazı sebeplerden
dolayı bu filmi yapamamış. Ardından “Arirang” türküsünü söylüyor. Türküde,
“Ağlamak aşkı geri getirmez / Gözyaşları teselli ediyormuş gibi olsa da / … /
Ne gidebilirsin ne de kalabilirsin artık / Kırmızı ışığın yansıması…” derken
duruyor birden. Kahvesinden içiyor.
Kamera,
genel çekimle sağa çevrinme (pan) yaparak derinlikteki kulübeyi yansıtıyor. Kar
yağmış. Kasaba yansıyor. Kamera sola çevrinme yapıyor. Tişörtle dışarı çıkıyor
ve karda yürüyor usta. Sonra kazmayla toprağı kazıyor. Gece yine yemek yiyor.
Radyonun da sesi duyuluyordu. İçkisini de içiyor. Sonra Kim’le Kim karşılıklı
konuşmaya başlıyorlar. İçinden çıkan yansıma Kim, yönetmen Kim’in iç dünyasında
birikmişleri dışarı çıkartıyor kelimeleriyle. Yansıma Kim, “Soğuk havada
çadırda yaşar mısın”, diyor ve ardından da, “Böyle içecek misin Kim Ki-duk?
Söyle bana” diye onu eleştirmeye başlıyor. Yansıma Kim’in saçları toplanmış,
yönetmen Kim’in saçları dağınıktı. Neden üç yıldır böyle yaşamada ısrar
ediyordu? Kim Ki-duk film çekecek miydi? Yoksa her şeyden mi vazgeçmişti? Yönetmen
Kim depresyonda mıydı? Yansıma Kim, “İnsanlar senin için üzülüyor” diyor.
Kulübenin dışı yansıyordu bir an. Kar yoktu. Güneş çıkmıştı. İçeride yansıma
Kim eleştirilerini ağırlaştırıyordu ona karşı. Film endüstrisiyle bağı kopmuş
dünyaca ünlü yönetmen ihanetler yüzünden hayata mı küsmüştü? Doğru şey mi
yapıyordu yönetmen Kim? Neden soğuk havalarda suların bile donduğu bu yerde
yaşamayı sürdürüyordu yönetmen? Banyosu bile olmayan berbat bir yerdi burası.
Yansıma Kim, “Köpek kâsesinde yemek yiyorsun” diyor. Kıyafetleri bile yıllarca
yıkanmamış gibi görünüyormuş. Ona, 2008’den beri ne olmuştu? “Rüya” filminin
çekimlerinde hastanedeki olaylar yüzünden miydi hepsi? Yansıma Kim “Ağlamak
için hücrene kaçtın, öyle mi”, diyor. Sonra da “Eğer rol yapmazsan, filmlerde
birilerini mi öldüreceğini sanıyorsun”, diye soruyor. Yönetmen Kim, “Rüya”
filminin hastane sahnesinde travma yaşamış. Orada bir kaza yaşanmış. Kadın
oyuncu bayılmış. Sonra ayılmış. Bu olanlar Kim ustayı şok etmiş. O ana, 2008’e
kadar yönetmen Kim, 15 film çekmişti. Çoğunda da kazalar olmuş. Yansıma Kim,
“Seni böyle görmek hoşuma gitmiyor” diyor. Sonra da “Herkes senin filmini
bekliyor bebeğim” diyerek film çekmeyi hatırlatıyor yönetmen Kim’e. Yansıma
Kim, onu bu dünyadan, depresyonlu bu ruh halinden, bu kulübeden, münzevilikten
çıkartmak istiyor. “Kapitalizm girdabından çık ve bildiğin gibi yaşa” diyor
yansıma Kim. Şimdi yönetmen Kim, filmlerinde yarattığı karakterler gibi kararlı
ve azimli değildi. Eğer bu insanlar onu görseydi onun için üzülürlerdi. Yansıma
Kim böyle diyordu. Yansıma Kim, “Filmlerinde vahşi hayvanlar gibi karakterlerin
var. Çok toy musun”, diye soruyor. Yönetmen cevap vermeye başlıyor onun
eleştirilerine karşı. Yönetmen Kim, “Kazalarda trajediler olsaydı, film için mi
diyeceklerdi”, diyor. Yönetmen olarak, senarist ve yapımcı olarak da olacak her
şeyden o sorumluydu. Yönetmen Kim, “Film dediğin nedir? Birileri benim
hayallerim ve hikâyelerim yüzünden ölürse gerçekten korkunç olurdu” diyor. Ama
söyleyeceği çok şey vardı daha. Yansıma Kim, bira şişesini alıyor ve içiyor.
Yönetmen Kim de “Rüya” filminden bu yana hiçbir şey yazamadığını söylüyor. Ama
söyleyeceği çok şeyi vardı. “Rüya” filmi üzerine de “Bu filmde ustalık
gerektiren işler var. Ahlaki işler var. Böyle bir film yapma nedenimi düşünüyorum”
diyor. Kim usta, geçmişte bir filmi bitirdiğinde bir robot gibi hemen bir
sonraki için çalışmaya başlarmış. Her yıl film çekmiş ve sonunda buraya, bu
münzevi yere gelmiş. Avrupa’nın önemli festivallerinde, Berlin ve Venedik gibi
önemli film festivallerinde ödüller almış. Cannes Film Festivali’ne davet
edilmiş. O an yansıma Kim, “Ne olmuş! Arkadaşım sen depresyondasın” diyordu.
Yönetmen Kim, iyi bir yönetmen olduğunu düşünüyormuş depresyona girmeden önce.
Her şey “Rüya” filmi gibiymiş. Bu filmdeki kazadan sonra onun için ölümün de
anlamı değişmiş. “Gizemli bir dünyanın başlangıcıydı” diyor. Ölüm ve yalnızlık,
ardından beyaz siyaha döner. Bu kadar basitti. Yönetmen Kim, “Ölüm hakkında
film yapılabilir, kitap ve şiir yazabilirsin” diyor. Soyut konseptle doğum
teması işlenebilirdi. Ama ölüm bir uçurum gibiydi. Kapalı bir kapı gibi ışık
yoktu. Bir parçası film yapmaya geri dönmek istiyormuş. Kore filmlerinin
ilerlediği de söyleniyormuş. Ama hiçbiri kendisine kadar büyük film
festivallerinde önemli ödül kazanamamıştı. “Fedakâr Kız” filmiyle
Berlinale’de “Gümüş Ayı” kazanmıştı yönetmen. Filmlerin acele yapıldığını
söyleyen yönetmen, bazı eleştirmenlerin filmlerinde sıkıldığını, bazılarınınsa
değer biçtiğini söylüyor. Yansıma Kim kendine kahve yaparken görünüyor bir an.
Kahve, fincana damla damla düşüyordu. “Tutkuyla film yaptım ve yaşadım.
Yönetmen olmadan önce hiç adam gibi işim olmadı” diyor yönetmen Kim. Saygıdeğer
bir yönetmen olduğu için de mutlu olduğunu söylüyor. Elektrik ürünleri üreten
bir geri dönüşüm fabrikasında çalışmış gençken. Sokak ressamlığı yapmış. O
zamanlar kendini hep yalnız ve üzgün hissedermiş.
Ardından
kamera ve yönetmen Kim kasabaya bakıyorlar. Usta kahvesini de yudumluyordu.
Sonra yine anlatıyor yansıma Kim’e. Filmleri Avrupa’nın birçok ülkesinde
gösterilmiş. Hatta İsrail’de bile. Filmlerinin birçok ülkede gösterilmesi ona
gurur ve mutluluk vermiş. Aldığı eleştirilerin çoğu da tozpembe değilmiş. Gerek
Kore’de gerekse dünyada eleştirmenlerin çoğu filmlerinin çok kalabalık olduğunu
yazıyorlarmış. Gerçekten de Kim ustanın filmleri hem çok yoğun hem de çok
karakter vardı. Filmleri içinde insan kaybolabiliyordu. Filmde öne çıkmaya
başlayan karakterlerin adını künyede bile bulamıyordunuz. “Rüya” filmine kadar
filmlerinin kalbe dokunma sorunu yokmuş, ama çoğu da çiğmiş. Önceleri film
çekmek onu mutlu ediyormuş. Sonra çekiç gibi vurmaya başlamış filmleri. Onunla
çalışan herkes için en iyisini de diliyor yönetmen. İki yardımcı yönetmenine iş
fırsatları da sağlamış yönetmen. Asistanları yönetmen olmuş ve övgüler almış.
“Rough Cut-Kaba Kurgu” filmini asistanı Jang Hun yönetmiş. Senaryoyu da usta
yazmış. Jang Hun, başka ustalardan filmleri için teklif alsa da sadakatini
korumuş ve Kim ustayla iki film daha yapmış. Bu asistanına karşı müteşekkirmiş
yönetmen. Ama bir de başka asistanı Juhn Jai-hong vardı. Ona kızıyor usta.
“Poong Sam” filmini yaptırmış ona. Senaryoyu da usta yazmış. Jung Jai-hong,
kendi hayallerini gerçekleştirmek için yönetmenden ayrılmış. Ayrılırken
kendisiyle hiç konuşmamış asistanı. İnsanlar arasındaki ilişkilerde hep
fırsatçılık öne çıkıyordu. Kendisi de böyle davranabilir miydi? Dışarısı yansırken,
Kim ustanın “Bu şeyler kafamı karıştırıyor” diyen sesi düşüyor görüntünün
üzerine. Karları temizleyen küçük aracı kullanırken yansıyor sonra usta. Aracı
kullanırken sesi konuşması duyuluyor. Kim usta, “Bunu bana nasıl
yapabildiklerini çok düşündüm”, diyor. Bu ihanetler haberlere konu olunca eski
çalışanları özürlerini bildiren yazılar göndermişler ustaya. Merhametli ve
affedici olduğu için hep üzülmüş.
Film
yapmamasının nedeni, neden film yönetmediğinden emin değilmiş usta. Çünkü
şoktaydı. Film çekimlerinde çoğu insan onu kırmış. Onlara kalbini vermiş.
Birdenbire kalbinden vurulmuş yönetmen. Güvenini kaybetmiş. Sonra yansıma
Kim’e, “Bana sorular soran sen, Kim Ki-duk, artık sadece Kim Ki-duk değilsin.
Her an hayatımı izleyen Kim Ki-duksun” diyor. Bu konular için konuşma fırsatı
verdiği için de yansıma Kim’e de teşekkür ediyor yönetmen Kim. Kendini bu
kulübede rahat hissediyormuş. Farklı ülkelerde film çekmek ustanın hayaliymiş.
“Bu kulübede hakkında konuştuğum kimseler nerede” diyor yönetmen. Hiç kimse onu
dinlemiyormuş. Yaptığı kahve makinesini ve sandalyeleri gösteriyor. Onların,
anlattığı hikâyeleri dinlediğini söylüyor yönetmen. “Bu dünya çok kötü” diyor.
Sonra şişeyi mikrofon gibi kullanarak türküsünü söylemeye başlıyordu.
Türküde, “Benim kahrolası aşkım / Aşkın buradaydı / Yardım edemem, ama ağlarım /
Arirang, Arirang/ Arariyo/ Arirang Tepeleri /Anla / Lütfen” diyordu. Türkü
sürerken, kamera sağa çevrinme yaparak fotoğraf ve afişleri gösteriyor. Duvarda
kendi çizimleri de yansıyordu. Kamera sonra sola çevrinme yaparak ustayı
konuşurken gösteriyor. Kim usta, “Bu türküyü söylediğimde her şeyi
anlayabiliyorum. Arirang, Arirang” diyor. Türküyü söylemeye devam ediyor.
Türküde, “Arirang Tepeleri, bana gönder, lütfen / Arirang” diyor. Kulübenin içi
derinlikli yansıyordu sonra. İki sandalye de karşılıklı duruyordu. Kamera sağa
çevrinme yapıyor. Arirang Tepeleri onun için hayatın tepeleri demekmiş. Yine
türküyü söylemeye başlıyor. Türküde, “Aşağı iniyorlar / Düş / Sonra yükselişe
geç / Sonra aşağı devam ediyorlar / Sonra dönüyorlar, yükselişe geçiyorlar / ve
devam ediyorlar / Bu hayattır / Budur / Bu gözyaşları neden çıldırmış” derken
ağlamaya başlıyor usta. Yansıma Kim, “Ağlamayı kes, salak” diyerek ona yine
kızıyordu.
“Bunalıma
giriyorum” sözü bilgisayardan yansıyor. Yönetmen Kim gülümsüyor. Bilgisayarda
yansıma Kim vardı. Yönetmen Kim, şu ana kadar hayatındaki o kelimeyi düşünüyordu.
O da yalnızlıktı. Çok yalnız olduğunu söylüyor yönetmen. Hiç arkadaşı olmamış.
Okuldaki tek arkadaşı bir melezmiş. İnsanlar onu küçümsüyormuş. Tek arkadaşı,
kaybolmuş bir Amerikan askerinin oğluymuş. “Bilinmeyen Adres” filminde ondan
bahsetmiş yönetmen. Filmin afişi yansıyordu ardından.
İletişim
kuramadığı için insanları hep gözlemlemiş. Sürekli fabrikada çalışmış. Kim
ustanın bilgisayar ekranından görüntüsü yansıyor. Hep az uyumuş. Hayatı da
yalnız ve zormuş yönetmenin. Bu yaşadıkları eylemsizlik yasası mıydı? Yönetmen,
“Bakış açını genişlet ve sürekli aynı şeylerin olduğunu gör” diyor. Kahvesini
yapıyor. Sobası da yanıyordu. “Ulusu bir müessese olarak görüyoruz. Ülkene
sadık ol ve ulusal prestiji arttır” diyor yönetmen. Sporcuların ve sanatçıların
bunu temel aldıklarını söylüyor. Ev dışarıdan yansıyor. Kar yağmış. Nasırlı
ayak topukları yansıyor ve yalınayak yürüyor yönetmen. Berlin ve Venedik’te
ödüller kazandığında devlet başkanından tebrik mektubu almış. Yönetmen şimdi
içerideydi ve kasabayı izliyordu. “Kültürel Değerler Madalyası” almıştı. Bundan
ne kazanmıştı? Aynı kurumun birçok mükâfat ve ödülleri vardı. Onlar, ulusal
bilincin gelişmesi için filmler yaptığını düşünüyorlarmış. Onun amacı bu olmasa
da yurtdışından bir ödül kazanması, ülkesine bir mükâfat gibi algılanmış. Ama
onun filmleri hayatın karmaşasını anlatıyordu. Eğer filmlerini izleselerdi ona
madalya vermezlerdi. Bu sistemde çalışan sanatçılar vardı. Uzlaşmış sanatçılar.
Ardından sobanın içi yansıyor. Ateş. Alev. Film ve insan neydi? Cevabı
bilinmiyor. Film çekmek, insanlara iş vermekti. Hayaller ve sesler içindi.
Günlük işlerini de yapıyor usta. Karları eritip içecek su bile elde ediyor.
Filmler üzerine konuşurken pişirdiği balığı çıkartıyor kulübesinde. Bu
belgeseli için dijital bir kamera almış. Kendi başına çekebilmek için. “Bir
film çekemem, ama kendimi çekebilirim” diyor yönetmen. Bazıları bunu belgesel
olarak adlandırıyormuş. Ama bu onun için bir oyundu. Bir film çekmek istediğini
söylüyor. Hâlâ bir yönetmen olduğunu kanıtlamak için. Yönetmenlik hakkında tüm
bildiklerini de unutmuş yönetmen. Bu yaptığı film değil miydi? “Kötü adamları
biliyorum, onları yapmak kolaydır değil mi”, diyor yönetmen. Sonra “kötü adam”ı
oynuyor ve kameraya bakarak, “Lanet piçler” diyor öfkeyle. Bu sadece onun kötü
olduğunu gösterdiğini söylüyor. Günümüz filmlerinde kötü adam ve şiddetine
yorum getiriyor yönetmen. Her şeyi basitleştiriyorlardı. Sonra kapıyı açıyor ve
kediye yemeğini veriyor. Balık artıkları. Bu kulübe bir anlamda yönetmenin
adasıydı. Ardından yönetmen, kendi gölgesiyle konuşuyor. Yönetmen Kim,
hayatında sadizm, mazoşizm ve kendine işkence olduğunu söylüyor. İnsan hayatını
basit görüyor yönetmen. Aşk, hor görme, nefret, kaybetmek ve anlayış… Kendi
filmlerinde hayatı anlayan insanlar varmış.
Yönetmen
tahtaya “Kim Ki-duk” yazıyor. Yönetmen, seralarda yetiştirilen gıdalardan da
endişeliymiş. “Hormon verilen bitkiler ve hayvanları yiyoruz” diyor. Stresli
yetiştirilen bu ürünler vücuda doğrudan stresi getiriyordu. Kamera, çok
yakından soba deliğinden alevleri gösterirken geriye çekiliyor ardından.
Dışarısı yansıyor. Kar yağmış. Yönetmen yerden kar topluyor. Sonra da eritiyor.
Sobanın üzerinde yemek pişiriyor. Tavandaki ışığı açıyor. Ardından, “Tüm
festivalleri özledim” diyor. Film festivallerinde fark edilmeseydi, muhtemelen
birilerini bulurlardı. Ardından da yine türkü söylüyor. Türkü, “Bu berbat dünya
/ Benim kayıtsız aşkım / Senin aşkın burada kaldı / Ama artık ayrılıyorsun /
Sana yardım edemem, ama senin için ağlarım / Arirang/ Arirang Tepeleri” diye
sürüp gidiyordu. Türküden sonra usta bir film yapmak istediğini söylüyor.
Filmlerini sıkıcı olarak görseler de. Ama film çekemeyecekmiş gibi de
hissediyor. Şeytanların ona film çekme izni vermeyeceğini de söylüyor usta. Meyveyi
yerken, “Bu meyveyi öldürdüm” diyordu kameraya bakarak. Ardından, “Yaşamak…
Erkekler sayısız ölümlere yem oluyorlar. Ölü domuzlar, inekler, tavuklar… Bitki
ve hayvan ürünleri bizi besler” diyor. Neden hayat her gün üzücü ve sıkıcıydı?
Görüntü kararıyor.
Yönetmen
kulübesinden çıkıyor ve uzaktaki kasaba yansıyor sonra. Kasabaya doğru yürüyor.
Ardından da kulübenin içinden görüntüler yansıyor. Kim usta kulübenin içindeki
kışlık çadırında yatarken kapı çalıyor. Sabah. Kapıyı açıyor, kimseyi
göremiyor. Ama ayak izlerini fark ediyor. Kovasına küreğiyle kar dolduruyor.
Sonra kulübenin içinde asılı afişler yansıyor. Sobanın başında dergisini
okurken, raftaki içecek yansıyor. Sonra balık başını gösteriyor kamera. Balığın
yanına gidiyor. Balık başıyla yüz yüzeydi şimdi. Balığın etinden yiyor.
Ardından kamera, ustanın uzun saçlarını düzeltişini yakın çekimle gösteriyor.
Kameraya bakarak, “Cevapları bilmeden soruları kendime nasıl çekebilirim”,
diyor. Hayatının geri kalanını bu kulübede mi geçirecekti? Sonra “İlkbahar,
Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filminden bir an yansıyor bilgisayar
ekranından. Usta, kendisinin oynadığı “Kış” bölümünü izliyordu. Fonda da
“Jeongseon Arirang” duyuluyordu. Usta bu anları izlerken ağlıyor.
Sonra gece
arabanın içindeydi yönetmen. Tabancasına kurşun koyuyor. İntihar mı edecekti?
Ardından “Ada”, “Kötü Adam”, “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar”,
“Boş Ev”, “Nefes”, “Rüya” filmlerinin afişleri yansıyor. Duyulan türküden sonra
“Yeter artık Kim Ki-duk” diyor kendine. Arabayı sürüyor. Direksiyon görünüyor.
Sonra da yakın çekimle yüzü. Kendini aşağılıyor. Ardından, “Pezevenkler,
sizleri öldürmeye geliyorum” diyor öfkeyle. Arabayı park ettikten sonra
tabancasını alıyor yanına. Gökdelen yansırken tabanca sesi duyuluyor. Yönetmen
arabaya biniyor, tünele giriyor sonra. Şehirde. Tabancasındaki kurşunlara
bakıyor. Bir yere geliyor. Apartman yansırken silah sesi duyuluyor. Arabaya
geliyor ve tabancayı bırakıyor. Yine yollarda. Sonra başka bir yerdeydi.
Tabancasını alıyor ve arabadan çıkıyor. Silah sesi duyuluyor. Sonra yine
arabasına geliyor. Yine yollarda. Kulübesindeydi şimdi. Tabancasına kurşun
yerleştiriyor. İntiharı mı düşünüyordu? Çaydanlıktan su içiyor. Tabancayı
kurmuş. Namlusu da kendine doğruydu. Birbirlerine bakıyorlardı sanki. Ardından,
“Hazır. Aksiyon” diyor ve silah sesi duyuluyor. Yine yolda. Türkü de
duyuluyordu. Nefret ettiklerini ve kendini sanal ölümle ortadan kaldıran
yönetmen “Arirang” türküsünü mırıldanmaya başlıyor. Ardından Cap d’Agde’da
1990’da sokakta sergilenen gerçeküstücü resimler yansıyor. Burası, Fransa’nın
güneyinde turistik bir şehirdi. Kim Ki-duk fotoğrafları yansıyordu sonra.
“Timsah” ve “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar”, “Bilinmeyen
Adres” filmlerinin fotoğrafları da. Film setlerinden fotoğraflar da vardı.
Görüntü kararıyordu ardından.
Kim usta
bu belgeselinde, bir başka büyük usta Andrey Tarkovski’ye dolaylı da olsa da
saygı göndermiş. Tarkovski’nin “Nostalghia-Nostalji” filmi için senarist, yazar
ve şair Tonino Guerra’yla yaptığı 1983 yapımı “Tempo di Viaggio-Zamanda
Yolculuk” belgeseli vardı. Tarkovski usta orada yapamadığı bir filmin
hikâyesini anlatıyordu. Kim usta da yapamadığı filmi anlatıyor kendi
belgeselinde. Ama en önemlisi sandalyelerdi. “Zamanda Yolculuk” belgeselinde
sandalyeler ikonik bir görüntüye dönüşüyordu. “Arirang” belgeselinde de
öyleydi. “Zamanda Yolculuk” belgeselinde daktilo öne çıkıyordu. “Arirang”
belgeselindeyse dizüstü bilgisayarı. Guerra, Tarkovski için yazdığı şiirleri
okurken, Kim usta da türkülerini söylüyordu. Bu iki belgeselde de yönetmenler
kendi iç dünyalarını az da olsa herkese açıyorlardı.
“Amen…”
Kim Ki-duk
ustanın 2011 yapımı “Amen”, ruhani bir yolculuğun ve arayışın filmiydi. KKD
Film’in sunduğu filmin senaryosunu yazmış, kamerayı kullanmış ve kurguyu da
bizzat kendi üstlenmiş usta. Bu filmde gerçek anlamda keşifler vardı.
Keşfettikçe filme daha da tutuluyordu insan. Paris, Venedik, Lyon, Avignon
insanı kelimenin tam anlamıyla etkisi altına alıyordu. Paris’in ortasındaki
Boulogne Ormanı (Bois de Boulogne) filmdeki yaşayan bir karakter gibiydi.
Katedraller, kiliseler, şehir meydanları, hızlı trenler de büyüyü çoğaltıyordu.
Başka hiçbir filmde yaşanamayacak yolculuklara çıkartmıştı Kim usta. Filmin
hiçbir anında insan sıkılmıyor ve bir şeyi keşfettiğinde heyecan duyuyordu
insan. Hatta bilgi anlamında çok şey veriyordu bu film. Kim ustanın bu filmi
belgesel miydi, yoksa drama mıydı? Hem ikisi hem de değildi. Kim ustanın bu
belgesel tadı veren filminin götürdüğü o mekânlardan yansıyanlar insana çok şey
veriyor. Bu filmdeki yolculuğa çıkıldığında derinliklerde keşfediliyordu hepsi.
Bir de bu
filmin adı vardı. “Amen” kelimesi Yahudilerden geliyordu. Eski Mısır’da
İsrailoğulları yıllarca yaşamıştı. Yusuf kral bile olmuştu. “Amen” kelimesinin
kökeni İÖ 1411’de doğan ve Mısır Firavunu olan “Amenofis”e kadar gidiyormuş.
Birkaç yıl sonra da Musa doğmuştu. İkisi de İÖ 13. yüzyılda yaşadı. “Amen”
kelimesi, Eski Mısır Tanrısı “Amon-Ra”yı da çağrıştırıyordu bir de. Sonuçta ilk
Tevrat’ta da geçiyordu bu kelime. Sonra İncil’de de kullanılmıştı. Duaların
sonunda söylenen “amen, yani “âmin” kelimesinin gerçekte çevirisi yoktu. Bu
söz, öyle olmasını ummak anlamında kullanılıyordu daha çok.
Uçaktan
bulutlar ve Fransa yansıyor. Bir genç kadın (Hye-na Kim) Paris havaalanında
yansıyor sonra. Onunla ilk karşılaşma bu yolculuğun da başlangıcıydı. Genç
kadın, sokak ressamı sevgilisi Hee Byung-soo’yu arıyor. Genç kadın telefonla
konuşuyor havaalanında. Telefonda Fransızca duyulan telesekreterin sesi,
“Aradığınız numaraya ulaşılamıyor. Lütfen yine deneyin” diyor. Genç kadının
yüzünde tarif edilemez bir keder çökmüş. Yapayalnızdı. Kimseyle de iletişimi
yoktu. Bu koca şehirde, Paris’te tek başına ne yapacaktı şimdi? Kamera, metroda
tren raylarını gösteriyor. Bu önemliydi. Raylar ve tren bu filmdeki
yolculuklara hazırlıyor herkesi. Metroda dolaba sırt çantasını bırakıyor, sonra
da dışarı çıkıyor. Paris sokaklarında dolaşıyor. El kamerası, sarsıntılı görüntülerle
yansıtıyor özgür sinemanın ruhuyla sokakları. Ardından bir sokağa giriyor ve
bir apartmanda dairesinin zilini çalıyor. Megafondan Byun-soo’yu soruyor.
Megafonda bir kadın sesi duyuluyor. Byung-soo Venedik’e gitmiş. Genç kadın
apartmana bakarken bir kedi de yansıyordu.
Yine
sokaklardaydı. Kamera, genç kadını geriye doğru kayarken önden yansıtıyor.
Ardında genç kadının gözleriyle, yani öznel çekimle sokak ressamlarının
tabloları görünüyor. Onu arıyor. Siyah kedi yansıyor apartmanın duvarından.
Hayat da yansıyor Paris’in sokaklarından. Kedi bir metafor gibiydi. Takip
etmeye gönderme yapan. Montmartre’daydı. “Hee Byun-soo” diye bağırıyor.
Montmartre’da, sağ eliyle Haçlı kılıcı, sol eliyle tacı tutan St. Louis
binicilik sembolü heykeli yansıyor. Burası, Sacré Coeur de Montmartre
Basilikası’ydı. Zumlu çekimle genç kadın kilisenin merdivenlerinde otururken
yansıyor. Sonra kamera siyah güvercinden sola çevrinme (pan) yaparak genç
kadını gösteriyor. İkisi de yalnızdı. Hem kedinin hem de güvercinin siyah
olması neyi simgeliyordu? Yası mı? Genç kadın Montmartre Mezarlığı’nı da
ziyaret edecekti.
Sarsıntılı
kamera sokaklarda genç kadını yansıtırken, genç kadın mezarlığa giriyor sonra.
Mezarlarda heykeller vardı. Sırtüstü uzanmış Baudin’in heykelli mezarına
bakıyor genç kadın. Mezar duvarında “Baudin La Loi”, yani “Baudin Yasası”
yazıyor. Alphonse Baudin (1811-1851), Paris’te yoksulların doktoru olarak
anılıyordu. Doktor ve siyasetçi Baudin, bağımsızlık ve basın özgürlüğü için
mücadele etmişti. 1851’de suikasta kurban gitti. Napolyon devriydi. Ardından
Oğul Alexandre Dumas’nın mezarı yansıyor. Sonra da “Bou-Saada” heykeli. Ressam
Gustave Guillaumet’nin mezarı üzerindeydi bu heykel. Fransızlar bu mezara
“türbe” diyorlardı. 1840-1887 yılları arasında yaşamış ressam Guillaumet’nin bu
türbesi için, heykeltıraş Louis-Ernest Barrias 1890’da “Bou-Saada’nın Kızı”
heykelini yapmış. Bu heykel yansıyor. Bu heykel, Cezayir’deki çalışan kızları
simgeliyordu. Heykeltıraş da 1841-1905 yılları arasında yaşamıştı. Bir başka
mezar yansıyor sonra. Albert Bartholomé’nin (1848-1928) yaptığı heykeldi bu.
1900’de yaptığı “La Douleur”, yani “Ağrı” eseriydi bu. Bu heykel, Fransız oyun
yazarı Henri Meilhac’ın (1831-1897) mezarındaydı. Heykelde, kocası için yas
tutan bir kadın yansıtılıyordu. Ardından çarmıha gerilmiş İsa figürü de
yansıyor ayrıntılı çekimlerle. Kara kedi yine mezarlıkta görünüyor. Yorulan
genç kadın, gördüğü heykeller gibi uzanıyor bankta sonra. Gözlerini kapatıyor.
Şimdi
Seine Nehri’ndeydi genç kadın. Âşıkların asma kilit taktıkları köprü yansıyor.
Bu köprü “Pont des Arts”, yani “Sanatlar Köprüsü” olarak biliyor. Gece yağmur
yağarken genç kadın sokaklardaydı hâlâ. Kim usta, genç kadının yüzünü kesmeli
yakın çekimle yansıtmış bu anlarda. Sonra tren garına gidiyordu. Gündüz olunca
hızlı trene biniyor ve Venedik’e doğru yolculuğa çıkıyor genç kadın. Sırt
çantasıyla kompartımanındaydı genç kadın şimdi. Tren yola çıkıyor.
Kompartımanındaki yatağında gecenin derinliğinde genç kadın uyurken, gaz
maskeli adam (Kim Ki-duk) kompartımana giriyor, genç kadının sırt çantasını
alıyor. Sonra da genç kadının yüzünü okşuyor. Gündüz olunca genç kadın
uyanıyor. Pantolonu sıyrılmış ve bacakları da açıktaydı. Maskeli adam ona
tecavüz mü etmişti? Koridora çıkıyor. Tren durunca iniyor. Burası Venedik’ti.
Dar sokaklar. Kanallar. Kanolar. Köprüler. Meydanlar. Büyüleyici bir atmosfer
yaratıyor bir anda. Yine onu, Byun-soo’yu arıyor. İnsanlara soruyor. Bir ara
ıslıkla “Portofino” şarkısının melodisi de duyuluyordu. Venedik sokakları hafif
ve sarsıntılı kamerayla yansıyor. Sanki özgür sinema fışkırıyordu sokaklardan.
Kim usta, kamerayla bir şeyler yazıyordu sanki. Genç kadın dar sokakta
yürürken, kamera da onu önden ve arkadan yansıtıyor. Sonra genç kadın yine bir
evin kapısına geliyor ve megafonda Byun-soo’yu soruyor hemen. Kadın sesi,
Byun-soo’nun artık buraya gelmediğini söylüyor. Şimdi neredeydi? Bu sefer
Fransa’nın Avignon şehrine gitmiş Byun-soo. Ardından sokağı andıran kanal
yansıyor. Kanonun içindeki genç kadın, “Byun-soo” diye bağırıyor. Sonra San
Marco Katedrali’ndeki fresk yansıyor. Ardından da girişteki mozaik resim de
görünüyor. Genç kadın, kestiği pet şişeyle katedralin önünde dilenmeye
başlıyor. Parası yoktu. Meydan kalabalıktı. Topladığı parayla önce karnını
doyuruyor. Bir an dalda olgunlaşmamış incir yansıyor. Ardından kamera, gri
renkteki incir ağacının gövdesi üzerinden yukarıya doğru “tilt” yapıyor. Bu an
genç kadının bakışıyla yansıyordu. Öznel çekimdi. Sonra yine tren garına gidiyor.
Trenin koridorunda yürürken yalınayaktı genç kadın. Kompartımanına giriyor. Gaz
maskeli adam yine görünüyor. Gece olunca genç kadın uyurken ayakkabılarını
kompartımanına bırakıyor. Ardından da gidiyor maskeli adam. Genç kadın
uyandığında beyaz ayakkabılarını görünce şaşırıyor önce. Sonra da koridora
çıkıyor. Tuvalette yüzünü yıkıyor. Trenden iniyor.
Gündüz ve
artık Lyon şehrindeydi. Dolaşıyor. Bankta oturuyor. Kuş sesleri duyuluyor.
Parkta baleyi andıran Uzakdoğu sporu yapıyor. “Hee Byun-soo” diye bağırıyor.
Kamera onu dikizliyormuş gibi izliyordu. Ardından bankta uyuyakalıyor. Sonra
bilet parası yetmediği için Venedik’teki gibi pet şişeyle dileniyor genç kadın
Lyon Garı önünde. Para atıyorlar. Genç kadın umutsuzca başını dizlerine
koyduktan sonra kamera yine ona doğru yaklaşıyor. Maskeli adam pet şişenin
içine kâğıt paralar bırakıyor. Lyon Garı’nın duvarlarında ve çevresinde birçok
heykel vardı. Gece parkta banka oturmuş karnını doyururken yansıyor genç kadın.
Kamera yine onu dikizler gibi gösteriyor. Maskeli adam onu takip ediyordu hep.
Genç kadın bir an onu fark eder gibi oluyor. Sonra da banka uzanıp uyuyor.
Sabah olunca kamera onu yine dikizliyordu. Uyanıyor. Üzerine erkek montu
örtülmüştü. Bunu kim yapmıştı? Sonra hızlı trene biniyor garda. Trende
uyukluyor. Mont da üzerindeydi.
Şimdi
Avignon’da. Bu şehir tiyatronun yuvasıydı. Açıkhava müzesi gibi görünen bu
şehir dünyaca ünlü tiyatro festivaliyle biliniyor. Genç kadın belediye
otobüsüne biniyor. Caddelerde dolaşıyor. Sonra çan kulesi yansıyor.
Meydandaydı. Notre-Dame Katedrali’nin (Cathédrale Notre-Dame des Doms
d’Avignon) üstünde “Meryem Ana’nın Altın Heykeli” yansıyor. Ardından haçtaki
İsa heykeli görülüyor. Bu meydana “Place du Palais”, yani “Saray Meydanı”
deniliyor. Papalık sarayı bu meydanda olduğu içindi. Genç kadın, Meryem Ana
heykeline hayranlıkla bakıyor. Sonra defterine bir şeyler yazıyor. Takvim
gibiydi. Regl zamanını takip ediyordu belki de. Çan çalıyor. Meydanda yürümeye
başladığında kamera da sarsıntılı görüntülerle onu takip ediyor. Genç kadın
caddedeki eczaneye giriyor. Sonra yine meydana geliyor. Yürüyüşe çıkıyor.
Onunla karşılaşma umuduyla. Bu şehirde de yine bir kapının zilini çalıyor.
Byung-soo’yu soruyor. Byung-soo Fransa’dan gitmiş. Nerede olduğunu sormuyor bu
defa. Genç kadın şehir dışındaki harabelere gidiyor. Kamera da onu dikizler
gibi takip etmeye başlıyor. Buradaki harabelere Roma kalıntıları deniyor. Yine
“Hee Byung-soo” diye bağırıyor genç kadın. Kamera evlere doğru zum yapıyor.
Kale de fark ediliyordu. Bu kaleye, Villeneuve Avignon Kalesi deniliyor. 1292’de
inşa edilmiş. Umutsuzca yine sevgilisinin adını haykırıyor genç kadın. Kırmızı
yaban çiçeği yansıyor. Hamilelik testi yapıyor kendine. Sonra da o şeyleri
atıyor. O gittikten sonra maskeli adam, attıklarını yerden alıyor ve genç
kadının hamile olduğunu anlıyor. Genç kadın kürtaj mı yaptıracaktı? Trende
“birinin” kendine tecavüz ettiğini biliyordu.
Genç kadın
hızlı trenle Paris’e doğru yolculuğa çıkıyor. Paris’in tren garından çıkıyor,
ardından metrodaydı. Akordeon tınıları duyuluyor. Maskeli adam da onu takip
etmeyi sürdürüyordu. Genç kadın Boulogne Ormanı’ndaydı şimdi. Yerde sırt
çantasını görüyor. Çantasının içinde beyaz bebek patilerini görünce onları
çalılıklara doğru fırlatıp atıyor. Birinin olduğundan da şüpheleniyor. Ardından
beyaz patiler yansıyor. Genç kadın gidip bir banka oturuyor. Çantanın içinde
cüzdanını buluyor, ama pasaportu yoktu. Kamera da onu dikizleyerek
yansıtıyordu. Askeri kamuflajlı ve gaz maskeli adam karşısındaki banka oturuyor
sonra. Genç kadın koşmaya başlayınca maskeli adam da peşinden kovalıyor onu.
Kovalamaca anlarını çarpıcı bir görsellikle yansıtmış usta. Demir parmaklıklar
görünüyor. Genç kadın bu defa maskeli adamı yakalamak istiyor. Şehirde
restorandan bıçak çalıyor genç kadın. Ardından ormana gidiyor. Beyaz iki bebek
patiğini yine görüyor. Patilerde, “Dünyana al bu bebeği” yazıyor. Sudaki kuğu
yansıyor. Kuğuyu izliyor genç kadın. Gündüz olmasına rağmen uyuyakalıyor genç
kadın. O uyuklarken, bebek arabalı bir kadın geçiyor oradan. Öznel kamera
uyuklayan genç kadına yaklaşıyor. Genç kadın gözlerini açınca maskeli adam
gidiyor birden.
Notre-Dame
Katedrali önünde genç kadın ayağına kâğıt bardak bağlıyor ve dans etmeye
başlıyor. Yine paraya ihtiyacı vardı. Dans ederken gözlerini mavi bandanayla
bağlıyordu genç kadın. Üzerinde sarı tişört vardı. Sinema psikolojisinde sarı
sadakati, maviyse karmaşayı simgeliyordu. İkilem yaşıyordu. Notre-Dame
Katedrali, Meryem Ana’ya ithaf edilmiş. 1163’te inşaatına başlanmış. Seine
Nehri kıyısındaydı bu yer. Seine’in sağ yakasında dördüncü bölgedeydi bu
katedral. Victor Hugo’nun “Notre-Dame’ın Kamburu” romanı da bu katedralde
geçiyordu. Genç kadın oturuyor. Öznel kamera, başı dizlerinin arasındaki genç
kadına yaklaşıyor. Az zaman sonra genç kadın mavi bandanayı çıkartıyor ve
bardakta kâğıt paraları görüyor. Etrafına bakınsa da kimseyi göremiyor.
Katedralin çanı çalıyor. Sonra Paris’in caddelerinde yürüyor genç kadın. Bir
parkta banka oturuyor. Akşamdı. Banka uzanıyor. Öznel kamera ona yaklaşıyor.
Maskeli adam kamuflaj elbisesiyle genç kadının üstünü örtüyor. Çok geçmeden
genç kadın uyanıyor. Bıçağını çıkartıyor. Maskeli adamla ilk defa yüz yüze
geliyordu genç kadın. Maskesini çıkartmaya çabalıyor. Ardından da kaçıyor genç
kadın. Montun üzerinde, “Bu bebeği benim için memleketimizde dünyana al”
yazıyor. Devam ederek, “Bu çocuk için sorumluluk alamam, benim için dünyana al”
diyor yazı. Sonrasında da “Şu anda hapishaneye gidiyorum, bundan sonra böyle
şeyler yapmayacağım. Seni seviyorum” yazıyor montun üzerinde. Montu orada
bırakıp gidiyor genç kadın.
Sonra
Paris’te dolaşıyor. Kamera da dikizleyerek arkasından izliyordu onu. Hopital
National de Saint-Maurice’e, yani St. Maurice Ulusal Hastanesi’nin önüne
geliyor genç kadın. Hastanenin dış kapısında maskeli adam eterle onu
bayıltıyor. Genç kadın gözlerini ormanda, ağaç dibinde açıyor. Yine aynı mont,
yine aynı yazı okunuyordu. Öznel kamera da onu dikizliyordu. Genç kadın kalkıp
giderken, yerdeki kamuflajlı montu alıyor. Gözü, dedesiyle oynayan küçük çocuğa
takılıyor. Etrafta çocuklara takılıyordu gözü hep.
Yine
metroda. Sonra kiliseye gidiyor. İçeride org sesi duyuluyordu. Akşamüzeri
dolaşırken, sonra bir parkta banka uzanıp uyuyor. Uyanıyor. Biraz yürüyor.
Gecenin içinde yine parka geliyor. Yine uyuyor. Kamera, sağa çevrinme yaparak
genç kadının ayaklarını gösteriyor. Gündüz. Uyandığında bir bebek patiğini
görüyor. Eline alıyor, ama ne yapacağını da bilemiyor. Fırlatıyor sonra. Yine
aynı hastanenin önüne geliyor. Orada da bir bebek patiği görüyor yine. Ne karar
vereceğini bilemiyor. Kapıdan geri dönüyor sonra. Oradan metroya gidiyor. Şimdi
yine ormandaydı. Orada bir şeyler arıyordu sanki. Aradığı şey bebek patiğiydi.
Bebek patiğinde, “Bu bebeği benim için dünyana al” yazıyordu. Beyaz patiği
çantasına koyuyor, sonra da gidiyor. Kilisede. Orada ayin de vardı. Ayini
izliyor, sonra da pencerelerdeki vitraylara bakıyor. Sonra da Meryem ve
bebek İsa heykeline gözü takılıyor. Bu heykel, “Eglise Saint Séverin”, yani
“St. Séverin Kilisesi’nde bulunuyordu. Heykelin ismi de “Marie Mere et
L’Enfant”, yani “Bakire ve Çocuğu” idi. Mumlar yanıyor. İlahi duyuluyor.
Maskeli adam da oradaydı. Genç kadın onu görüyor. Org sesi de duyuluyor.
Maskeli adam, genç kadının pasaportunu mumların yandığı yere bırakıp gidiyor.
Genç kadın pasaportunu alıyor. Genç kadın da peşine takılıyor. Maskeli adam
polis merkezine gidiyordu. Genç kadın, onun ardından “Byung-soo” diye
sesleniyor. Maskeli adam duruyor, ona bakıyor. Genç kadın, “hoşçakal” der gibi
el sallıyor ardından. Maskeli adam maskesini çıkartıp yere bırakıyor. Ama yüzü
görünmüyor. Yağmur yağıyor. Genç kadın gaz maskesini yerden alırken, piyano
tınısı duyulmaya başlıyor.
Genç
kadın, kamuflaj montuyla yürüyor sonra. Maskenin üzerinde, “Bu adres seni
Venedik’teki Sinema Sarayı’nın hemen arkasındaki küçük sanatsal seramik
dükkânına götürecek” yazıyor. Genç kadın gaz maskesini takıyor. Sonra gara
geliyor. Kompartımanında iki eliyle yönetmen çerçevesi yaptığında film de
bitiyordu. Bu son an unutulmaz ve yaratıcıydı. Bir filmdi işte hepsi.
Yönetmenin filmiydi. Bu kadardı.
“Acı…”
Kim Ki-duk
ustanın 2012 yapımı “Pieta-Acı”, bir kadınla bir genç adamın dramları üzerinden
tüm acılı annelere adanmış bir film. Pieta, Meryem’in İsa’nın ölüsünü kucağında
tutan resimlere ve heykellere deniyor. Meryem’in acısıydı bu. Genel olarak da
tüm annelerin acısıydı. Kim usta, filminin afişi için de Rönesans sanatçısı
Michelangelo’nun “Pieta” heykelinden ilham almıştı. Michelangelo bu heykelini
1499’da yapmıştı. Heykel, Vatikan’da San Pietro Basilikası’nda buluyor. KKD
Film-Fine Cut-Good Film’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. İnsanı
acının içinde dolaştıran ağıt müzikleri de Inyoung Park bestelemiş. Çarpıcı
görüntüleri de Young-jik Jo yansıtmış. Filmin kurgusunu da Kim usta bizzat
kendisi yapmış. Film ülkemizde, Şubat 2013’te gösterime çıkmıştı. 2012’de de bu
film, 69. Venedik Film Festivali’nde de “Altın Aslan” kazanmıştı.
Ön
jeneriğin ardından kamera bir torna atölyesine gidiyordu. Zincire takılı kanca
aşağı doğru iniyor. Tekerlekli sandalyede oturan bir genç (Jing Yong-ok)
zinciri boynuna doluyordu. Korkunç bir ölümle intihar ediyordu genç. Ardından
filmin adı yazdığında bir kadın çığlığı duyuluyor. Kamera Kang-do’nun (Jung-jin
Lee) yaşadığı daireye gidiyordu ardından. Önce balık yenmiş bulaşık tabak
yansıyordu. Sonra da yer yatağında uyurken yastıkla sevişen Kang-do. Yalnız,
kimsesiz ve sevgisiz biriydi o. Belki de hayat koşulları onu sosyopat bir
kişiliğe sürüklemişti. O, başkasının acısını hissetmeyen, soğuk ve bir görev
adamıydı. Cep telefonu çalıyor. Peçeteyle temizlenen Kang-do halsiz ve
yorgundu. Dairesi tam bir bekâr eviydi. Her şey dağınık ve pisti. Banyosunda
tavuk kesip kanlarını bile temizlemekten bile bıkkın biriydi. Her şey Seul’da
geçiyordu. Seul’un kentsel dönüşüme kurban giden Cheonggyecheon’dı burası.
Küçük işyerlerinin olduğu bu bölgede tahliye olurken, borç içindeki esnaf da
tam anlamıyla iflas etmiş. Bu bölgeye gökdelenler dikildikten sonra eski kültür
kovulmuş ve yeni gelen kültür her şeyiyle bu bölgeyi yutmuş. Orta sınıfın
yerini yeni zenginler almış şimdi. Güney Kore’de, adaletsiz gelir dağılımı da
vardı. Sistemde zenginle yoksul arasında makas epeyce açılmıştı. Yolsuzluk ve
rüşvet de doğallaşmıştı. Vakti zamanında Kim usta da yirmi yaşına kadar dört yıl,
bu filmin çekildiği bu sanayi bölgesinde işçi olarak çalışmış.
Dart
tahtasına asılı çıplak illüstrasyon kadın resmine saplanmış bıçağını alan
Kang-do dışarıya çıkıyor. Sabah işe çıkıyordu. Tahsilât içindi. Küçük iş
yerlerinin olduğu bu bölgede yaşıyor Kang-do. Ardından kamera bir torna
dükkânına gidiyor Kang-do gelmeden. Tornada karısı Myeong-ja’yla (Eun-jin Kang)
beraber çalışan Hun-cheol (Ki-hong Woo), elini yaraladıktan sonra telefon
çalıyordu. Hun-cheol, tefecilere binlerce dolar borçlanmış. İşleri de iyi
gitmiyordu. Faiz, anaparadan daha yüksekti. Telefonda Wong-bong’dan borç para
istiyor, ama zor dönemlerdi şimdi. Ödeme günüydü. Karısı, “Birazdan gelirler”
diyor kocasına. Hun-cheol, üç bin dolar borçlanmış. Ama faizle beraber borç
otuz bin dolara çıkmış. Myeong-ja kocasına kızıyor sigorta poliçesi karşılığı
borç aldığı için. Hun-cheol, karısını bile satarmış borç para için. Hun-cheol,
dükkânın kepenklerini kapatıyor. Karısıyla bir hayvan gibi sevişmeye başlıyor
sonra. Korkusu azalır mıydı? Ama çok geçmeden tahsildar Kang-do geliyordu
oraya. Kang-do kepenkleri kaldırıp içeri giriyor. Çırak da geliyor o anda.
Myeong-ja onu gönderiyor. Ardından kadın kepengi kapatıyor ve soyunuyor onu
etkilemek için. “Ne istersen yap” diyor. Bir hafta istiyorlar. Ama Kang-do,
Hun-cheol’un sağ elini tornaya sokup yaralıyor hemen. Çünkü sigorta poliçesiyle
borcunu kapatabilirdi Hun-cheol. Ama bundan sonra çalışması da imkânsızdı.
Dışarı çıkmış kadın kepengi açınca trajediyle karşılaşıyor. Bundan sonra
hayatları bambaşka olacaktı kocasıyla beraber.
Kang-do,
elinde canlı tavukla yansıyor sonra. Kırmızı elbiseli bir kadın, Mi-soon da
(Min-soo Jo) onu izliyordu. Kang-do sendeleyince tavuk özgürlüğüne kavuşuyor.
Mi-soon tavuğu yakalayıp Kang-do’ya veriyor. Bu kadın da kimdi? Nereden
çıkmıştı? Onun kaderi mi olacaktı? Sonra dairesinde. Kang-do, bıçağını hedef
tahtasındaki çıplak illüstrasyon kadın resmine fırlatıyor. Tencerede de bütün
tavuk pişiyordu. Tahsilât defterinde bazı yerleri işaretliyor. Sonra da
yemeğini yiyor. Ardından kapı çalıyor. Bıçağını alan Kang-do kapıyı açıyor.
Yine o kadındı. Mi-soo içeri giriyor ve birikmiş bulaşıkları yıkamaya başlıyor
hemen. Şaşıran Kang-do, “Kimsin sen” diyor kadına. Banyodaki tavuk pisliklerini
de temizliyordu kadın. Kang-do, Mi-soon’u dışarı atarken, “Deli karı” diyor
ona. Kang-do bıçağını pencereye fırlatıp camı kırıyor. Mi-soon gitmiyor ve
bıçağı ona veriyor. Gece yatağında uzanmış Kang-do sonra pencereden dışarı
bakıyor ve Mi-soon’u görüyor sokakta. Sabah olduğunda bu bölgenin binalarını
yansıtıyordu kamera. Kang-do merdivenlerden inerken apartman girişindeki
Mi-soon’la karşılaşıyordu. Kadın, “Lee Kang-do” diye sesleniyor ona. “Seni terk
ettiğim için özür dilerim” diyor sonra. Bu kadar geç geldiği için de
affetmesini istiyor Kang-do’dan. Bu kadın, otuz yaşındaki Kang-do’nun annesi
miydi? Kang-do tepkili ve kadına sert davranıyor. Annesiz ve babasız büyümüş ve
gangsterler dünyasında yetişmiş, sevgiyle karşılaşmamış yapayalnız Kang-do’nun
birdenbire annesi mi olmuştu? Fonda da insana boşlukta kalıyormuş hissi veren bir
tını duyulmaya başlıyor. Mi-soon, onun peşini bırakmıyor.
Bir başka
torna dükkânındaydı bu defa kamera. Oğlu Tae-seung’a (Cho Jae-ryong) yardım
etmek isteyen kadın (Lee Myeong-ja) yansıyor. Oğlu ona karşı şefkatliydi. Çok
geçmeden Kang-do oraya geliyor. Tae-seung, hazırladığı zarfı Kang-do’ya
veriyor. İçindeki para azdı. Mi-soon dışarıda bu trajediyi, bir oğlun annesinin
önünde aşağılanmasını izliyordu. Kang-do, Tae-seung’u başka bir binaya
götürüyor. Filmin derinliğinde bu bina ve çevresi, başka trajedilerin ve
varoluşların mekânı olacaktı. Duvarı yıkılmış binanın üst katındaydılar şimdi.
Koltuk da vardı orada. Kang-do, Tae-seung’a kaç kilo olduğunu, soruyor.
Tae-seung öldüğünde yaşlı annesine kim bakacaktı? Tae-seung ölürse sigorta
işleri karışırmış. Sigortadan yüklü para alabilmesi için sakat kalması
gerekiyor Tae-seung’un. Mi-soon’u görüyor. “Şu kadın kim”, derken, Kang-do onu
aşağı itiyor. Mi-soon, “Hepsi benim suçum. Seni terk ettim” diyor Kang-do’ya.
Sonra aşağıya ittiği Tae-seung’un yanına gidiyor Kang-do. Bacakları kırılmış.
Kang-do, Tae-seung’un ayak bileklerini de kırıyor. Tae-seung acı içinde beddua
söyleyince Mi-soon da ayak bileğine basıyordu. Ne cesaretle oğluna bu sözleri
söyleyebilirdi? Tae-seung, “Cehennem ateşinde yanacaksın” diyordu. Mi-soon,
yine Kang-do’nun peşindeydi. Kang-do bugün ne yiyecekti? Ona ne almalıydı?
Kang-do
dairesindeyken kapısı çalıyor. Mi-soon, poşet içinde canlı yılanbalığını yere
bırakıp gidiyor. Ardından akvaryum yansıyor. Kang-do, yılanbalığını poşetiyle
akvaryuma koymuş. Orada “Jang Mi-soon” yazıyor. Bir de cep telefonu numarası.
Sonra Kang-do pencereden sokağa bakıyor. Onu göremiyor. Gecenin içinde uzaktan
Seul’ün ışıkları yansırken, derinlikte de kırmızı haç fark ediliyordu. Kang-do,
akvaryumdaki yılanbalığını izliyor sonra.
Başka
mekânda genç bir adamın (Jun-seok Heo) annesine yazdığı mektup yansıyor.
“Sevgili anne” diye başlıyordu mektup. Masada haplar da görünüyor. Sonra
telefonda konuşuyor. Yakında bu sanayi bölgesi yerle bir olacakmış. Yapacak
başka işi de yokmuş. Genç adam haplara bakıyor. Gündüz Kang-do hapla intihar
eden genç adamın dükkânına geliyor. Masada mektubu görüyor. Kang-do, intihar
etmiş genç adama “Şerefsiz” deyip tokat atıyor. Sonra zarfı alıyor, ardından da
genç adamın fotoğrafını çekiyor cep telefonuyla. Tepesi aşağıda duvar saati
yansıyor birden. Bu güçlü metafor filmin derinliğinde anlamlaşacaktı.
Kang-do’nun yavaş yavaş düşmesinin simgesi gibiydi. Kang-do, intihar eden genç
adamın annesinin evine gidiyor. Orada para veya benzeri bir şeyler bulma umuduyla.
Yoksul bir ev ve yaşlı bir kadınla karşılaşıyor sadece. Telefondaki fotoğrafı
gösteriyor yaşlı kadına. Kang-do, orada beyaz bir tavşan da görüyor ve tavşanı
alıyordu.
Kang-do,
dairesinde içerken Mi-soon’la da telefonda konuşuyordu. “Gerçekten beni terk
eden annem misin”, diyor ona. Annesi olmadan otuz sene yaşamıştı Kang-do. Şimdi
bu anne de nereden çıkmıştı? Onu sarsmış. Min-soon cevap vermiyordu. Biraz
zaman geçince, yerde oturmuş içen Kang-do, bir daha telefonla arıyor Mi-soon’u.
Ona, “Doğar doğmaz beni terk eden sen değil misin”, diyor. Kadın telefonda
şarkı söylemeye başlıyor. Bu cevaptı. Şarkıda, “Annem istiridye toplamaya adaya
gittiğinde / Eve göz kulak olmak üzere / Bebek tek başına bırakılır / Medcezir
dalgalarının çekilmesi ve akışı / Kulağına ninni gibi gelir / Dirseği olur
yastık / bebek dalar uykuya” diyordu. Kag-do, dairenin kapısını açıyor. Mi-soon
oradaydı ve gözleri de yaşlıydı. Kapıyı da açık bırakıyor gelsin diye. Mi-soon
içeri giriyor. Kang-do’nun bıçağı sapladığı çıplak kadın resmine bakıyor. Sonra
masada karşısına oturuyor. Kang-do, “Annem olduğunu kanıtla” diyor. Kang-do’nun
doğum izi varmış. Mi-soon, çok genç olduğunu söylüyor. Onu doğurunca korkmuş ve
kaçmış. Kang-do, ayağa kalkıp çıplak kadın üzerinde saplı duran bıçağı alıp
dışarı çıkıyor, çok geçmeden geliyor. Bıçağın ucunda pislik vardı. “Eğer
annemsen bunu ye” diyor. Mi-soon, yiyor. Ayağa kalkıp Kang-do’ya sarılsa da
genç adam onu itiyor. Zihni karışıktı. Kang-do, Mi-soon’un bacaklarını okşamaya
başlıyor birden. Elini bacaklarının arasına sokuyor ve “Oraya yeniden
girebilirim herhalde” diyor. Mi-soon’a tecavüze yelteniyor Kang-do. Bu “Oidipus
Kompleksi” olabilir miydi? Mi-soon ağlayınca, Kang-do pişmanlık ve suçluluk mu
duyuyordu? O, başkalarının acısını hissedebilir miydi? Kim usta bu anlarda
sarsıntılı kamera kullanmış. Derin sessizlik içinde sadece Mi-soon’un
hıçkırıkları duyuluyordu. Kang-do yatağa uzanıyordu. Mi-soon ayağa kalkarken
piyano tınıları da duyulmaya başlıyordu. Beyaz tavşan da evin içinde
dolaşıyordu. Tavşan dışarı çıkıyor. Mi-soon pencereden dışarı bakarken tavşan
eziliyordu. Mi-soon, yılanbalığını alıyor, başını bıçakla kesiyor. “Fallik”
gibiydi bu. Yılanbalığını ızgara yapıyor. Kang-do, sabah uyandığında
yılanbalığını akvaryumda göremiyor. Yüzündeki utanç fark ediliyordu. Bıçağını
alıp dışarı çıkıyor. Mi-soon, pencereden sokaktaki Kang-do’ya bakıyor. Yine
birilerine acı yaşatacaktı belki de.
Torna
dükkânı yansıyor sonra. Telefonla konuşan genç adam (Kwon Se-in) telefonda
karısının hamile olduğunu öğreniyor. O anda Kang-do geliyor dükkâna. Heyecanlı
genç adam bebeğinin kendisi gibi olmasından da korkuyordu. Tahsilât için gelen
Kang-do’yu fark ediyor birden. Ona bakarken sonuna bakıyormuş gibiydi genç
adam. Kang-do’dan biraz daha borç isteyen genç adam, “Memnuniyetle sakat
kalırım” diyor. Kang-do, genç adamın elini torna tezgâhına koyuyor, ama bebeği
için fedakârlık yapmasından da etkileniyordu sanki Kang-do. Gitar da çalıyor
genç adam. Son defa çalmak istiyordu. Müziğe devam etseymiş durumu daha da kötü
olurmuş genç adamın. Gitarı çaldıktan sonra Kang-do’ya veriyor. Kang-do, genç
adamın ağzına üstüpü tıkıyor sonra. Kang-do, cebinden kâğıt çıkartıyor,
ardından da gitarı genç adama veriyor. “Çocuğun için çal” diyor genç adama.
Sonra da gidiyor. Onun kalbini, Mi-soon mu yumuşatmaya başlamıştı? Başkalarını
fark etmek ve acılarını hissetmek onu başka dünyalara mı götürecekti?
Kang-do,
mağazanın vitrininde kadın elbiseleri görüyor. Dairesine döndüğünde Mi-soon
örgü örüyordu. Mi-soon, elbiseyi görünce mutlu oluyor. Kang-do’ya yemek de
hazırlamış. Kang-do ona sorular soruyor. Onu merak ediyor. Kendisiyle
tanışmadan önce Mi-soon ne yapıyordu? Ailesi var mıydı? Kardeşleri de.
Mi-soon’a, “Öldürmek istediğin biri var mı” diye soruyor sonra da. Bugün son
işini yapacakmış. Çıplak illüstrasyon kadın resmini alıp çıkıp gidiyordu
Kang-do.
Başka bir
mekânda düşünceli bir adam (Mun-su Song) sigara içerken yansıyor. Kang-do,
dükkânın kapısını açıp içeri giriyor. Kimse yok muydu burada? Sonra sandalyeye
oturuyor. Adam konuşuyor onunla. Ömrünü bu dükkâna vermiş. Şimdiyse hiçbir şeyi
kalmamış. Mal sahipleri yeni yerlere geçiyorlarmış. “Para nedir ki”, diyor
adam. Daha başından ödemeye niyeti yokmuş borcunu. Parayı harcayıp sonra da
ölecekmiş. Adam, “Cheonggyecheon’a tepeden baktın mı hiç” diyor Kang-do’ya.
Binanın yangın merdivenlerinden çıkıyorlar. “Steadicam” kamerayla yansıtmıştı
bu anı usta. Sonra beraber Cheonggyecheon’a bakıyorlar. Burası tamamen yok
olacakmış. “Buraya elli sene önce on altı yaşımda gelmiştim” diyor adam.
Kamera, sanayi bölgesine hızla zum yapıyor birden, ardından da çalışan torna
tezgâhını gösteriyor. Artık buralara gökdelenler kurulacaktı kentsel dönüşümle.
Kültürü de değişecekti yeni gelen insanlarla. Adam merdivenlerden çıkarken,
“Ölüm nedir ki”, diyor. Sonra da kendisini suçlu hissetmemesini söylüyor
Kang-do’ya. Kamera, yangın merdivenlerini genel çekimle yansıtıyordu
sonra. Kang-do aşağı indikten sonra adam kendini aşağı bırakıyordu. Yere
çöken Kang-do bir broşür görüyor. Broşürde, “Özel kredilerin keyfini çıkarın”
yazıyordu.
Dairede.
Mi-soon, örgü örerken, Kang-do’nun tahsilât defterini incelerken yansıyor. Çok
geçmeden de Kang do da geliyor daireye. Mi-soon’un fotoğrafı vardı şimdi hedef
tahtasında. Mi-soon, “Sana acıyorum” diyor Kang-do’ya. Bugünkü işini soran
Mi-soon’a, adamın aşağı atladığını söylüyor. Kazak ören Mi-soon’un elinde pembe
örgü çilesi vardı. “Para nedir ki” diyor Kang-do. Sevgi, onur, şiddet, öfke,
nefret, kıskançlık, intikam, ölümdü. Mi-soon böyle cevap veriyor. Ölüm kelimesi
Kang-do’ya birden korkuyu hissettiriyor ve kapıyı kimseye açmamasını söylüyor.
Şimdi
dışarıda, bir anne ve oğul gibi el ele dolaşıyorlar caddelerde beraberce.
Kang-do mutluydu. Yıllar sonra annesi olmuş ve yalnızlığından kurtulmuştu.
Yemek yiyorlar. Kalabalığın içine karışıyorlar. Birbirlerine gözlük bile hediye
ediyorlar. Mi-soon’un gözlüğü pembeydi. Kazak için kullandığı çile de pembeydi.
Derinlikte anlamlaşacaktı bu. Caddede çocukları mutlu eden palyaçoyu da
izliyorlar sonra. Balon taçlı Kang-do’yla, yanında sevgilisi olan bir genç alay
ediyor. Mi-soon, Kang-do’ya gülen sevgililere tepki gösteriyor hemen. Çocuk
gibi duran yetişkinler komikmiş. Kang-do, “Otuz sene sonra karşılaştığı oğluyla
vakit geçiren bir anne” diyor ve genci tokatlıyor. O sırada koltuk değnekli bir
adam da fark ediliyordu.
Mi-soon,
apartmanın merdivenlerinden çıkarken yansıyor sonra. “Steadicam” kamera da
onu izliyordu. Mi-soon dairenin kapısını çalıyor. Kang-do ve koltuk değnekli
adam da oradaydı. Kang-do’ya bıçak çekmiş. Üç bin dolar için annesinin önünde
onu küçük düşürmüştü. Koltuk değnekli adamı yüksek binadan aşağı itip
ayaklarını sakatlamıştı Kang-do. O, Tae-seung’du. Şimdi dilencinin
teki olmuş. “Seni cayır cayır yakacağımı söylemiştim”
diyor Tae-seung öfke ve nefretle. Mi-soon, “Onu affet. Hepsi benim
suçum” diye yalvarıyor. Onu terk ettiğini ve sevgisiz büyüdüğünü
söylüyor Tae-seung’a. Ama Tae-seung, “İnsanları parayla sınayan şeytanın
teki o” diyor. Kang-do, Tae-seung’a bıçak fırlatıp yaralıyor. Tae-seung
çıktıktan sonra Mi-soon ve Kang-do birbirlerine sarılıyorlar şefkatle.
Pencereden bakıyorlar beraber. Tae-seung caddede bir arabaya biniyordu. Bu
anlar öznel kamerayla yansıyordu.
Gece.
Kang-do yatağında uyurken, Mi-soon da pembe örgü örüyordu. Sonra Mi-soon,
Kang-do’nun yanına uzanıyor. Kang-do, rüyasında sevişiyordu yine. Mi-soon o
anda elini yorganın altına sokuyor ve Kang-do’yu rahatlatıyor. Mi-soon,
avucundaki yapışkan şeyden iğreniyor ve hemen ellerini yıkıyor. Kurtulmak için.
Yeni bir “Oidipus Kompleksi” olabilir miydi bu? Mi-soon aynada kendisine
bakarken fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Sonra dışarı bakıyor.
Çatıdaki devasa haç yansıyor. Meryem’in ve annelerin acılarının simgesi
gibiydi.
Sabah.
Mi-soon örgü örerken, kahvaltı yapan Kang-do birden, “Korkuyorum” diyor. Onun
birdenbire ortadan kaybolmasından, yeniden yapayalnız kalmaktan korkuyordu.
Mi-soon, “Bugün doğum günün” diyor. Pasta almasını da istiyor. Sonra torna
dükkânlarının olduğu yerde dar sokaklarda yürürken yansıyor Kang-do. Ardından
dairesine dönüyor, Mi-soon’u bulamıyor. Cep telefonunu arıyor. Mi-soon’un
telefonu dairedeydi. Apartmanın merdivenlerinde oturup dönmesini bekliyor.
Mi-soon, başka bir yerde ve bir dükkânın kepengini açıyor ve içeri giriyor.
Kucağında ördüğü pembeli kazak da vardı. Sonra da derin dondurucu buzdolabını
açıyor. Mi-soon ağlıyor. Pembe ışık yansıyor. Fonda da piyano tınıları
duyulmaya başlıyordu. Bu tını, onun içindeki büyük acıyı dışarı çıkartıyormuş
gibiydi. Tekerlekli sandalye ve bir çift beyaz spor ayakkabısı yansıyor.
Burası, filmin giriş bölümündeki ilk trajedinin mekânıydı. İntihar eden genç, Mi-soon’un
oğluydu. Mi-soon, onun yasını ve acısını yaşıyordu.
Kang-do da
patronun (Song Jong-hak) mekânına uğruyor. Ona, “Köpekbalığı Patronu” diyorlar.
Yüksek faizle borç veren tefeciydi. Patron, Kang-do’ya karşı öfkeliydi. Onu
tekmeliyor, tokatlıyor. Onu işten kovmuş. Çünkü yöntemlerinden hoşlanmamış.
Kang-do’nun onca insana acı ve trajedi yaşatmasından rahatsız olmuş. İşi de
başkasına vermiş. Kang-do, “Annemi geri verin” diye yalvarıyor patrona. Sonra
dairesine dönüyor. Tahsilât defterinden birinin adını silerken, Mi-soon
geliyor. Kang-do’nun doğum gününü kutlayabilirlerdi. Telefonu yanına almadığı
için Mi-soon’a kızsa da Mi-soon ona sarılıyor. Ardından da mumları yakıyor
kadın, Kang-do’nun otuzuncu yaş günü için. Kang-do, dolaylı olarak oğlunun
katiliydi. Sonra da doğum günü şarkısını mırıldanıyor. Bir dileğini de söylüyor
Kang-do’ya. Öldüğü zaman onun için bir ağaç dikmesini istiyor. Kang-do da
kazağı soruyor ona.
Nehir
kıyısındalar şimdi. Kang-do kürekle toprağı kazıyor ve ağaç fidanı dikiyor.
Burası, Kang-do’nun Tae-seung’u yüksek binadan aşağı itip ayaklarını
sakatladığı yerdi. Çam fidanı su kenarında hayata tutunur muydu? Mi-soon,
“Yaşar” diyor Kang-do’ya. Öldüğünde kendisini buraya gömmesini istiyor
Kang-do’dan.
Gece
dairede Mi-soon yatakta uyurken, Kang-do onun yanına uzanıyor. Mi-soon onu
tokatlıyor. Ağacı sulamasını istiyor Kang-do’dan. Gündüz. Kang-do nehir
kenarında çam ağacını suluyor. Kang-do’nun telefonu çalıyor. Mi-soon, kapıda
biri var diyor Kang-do’ya telefonda. Aslında kimse yoktu. Mi-soon, dairede
eşyaları dağıtıyordu saldırıya uğramış gibi. Mi-soon, bıçağı hedef tahtasındaki
fotoğrafına saplıyor. Kang-do daireye gelince Mi-soon’u bulamıyor. Tahsilât
defterine bakıyor sonra.
Şimdi
torna dükkânındaydı Kang-do. Yeni siparişi veren adam öfkeliydi. Kang-do’yu
görünce yüzüne korku oturuyor. Altına bile işiyor. Mi-soon’u arıyordu. Kang-do
gittikten sonra, “Seni öldüreceğim şerefsiz” diyor adam. Sonra başka bir
dükkâna gidiyor Kang-do. Jong-do’nun komşusu (Kim Sun-mo), “Jong-do’ya mı
baktınız” diyor. Jong-do başka şehre göçmüş. Sonra başka dükkâna gidiyor
Kang-do. Kapıyı çalıyor. Yaşlı bir kadın açıyor kapıyı. Kadına, Jong-do’yu
soruyor. Kadın onu ağaçlıklı bir yere götürüyor. Mezarın üzerinde Jong-do’nun
fotoğrafı vardı. Kadın, “Sakın para yüzünden öleyim deme” diyor Kang-do’ya.
Aslında orası boş mezardı. Kang-do başka bir yere gidiyor. Burada bir çocuğu
(Seo Jae-gyeong) görüyor. Çocuğun babası (Yu Ha-bok) koltuk değnekleriyle tuvaletten
çıkıyor sonra. Çocuk, Kang-do’ya kalemini saplamayıp yaralamak istiyor. Sonra
başka bir mekâna gidiyor Kang-do. Kepengi kapalı yerdi burası. Mi-soon
içerideydi ve “Annem istiridye toplamaya gitti” şarkısını mırıldanıyordu.
Mi-soon tekerlekli sandalyeye oturmuştu. Kanca da vardı. Beyaz spor
ayakkabıları da tekerlekli sandalyenin önündeydi. Kang-do gidiyor. Şimdi
tapınaktaydı Kang-do. Orada sadece keşişi (Kim Jae-rok) görüyor. Kang-do,
keşişin tekerlekli sandalyesini kaldırıyor nehir manzarasını görsün diye. Sonra
gidiyor.
Caddede yüzünü
tanıdığı bir kadını görüyor. Bu, Hun-cheol’un karısı Myeong-ja’ydı. Myeong-ja,
caddede kamyonetle sebze-meyve satıyordu. Myeong-ja ve kocası Hun-cheol bir
serada yaşıyorlardı. Sakat Hun-cheol çalışamıyordu ve sürekli içiyordu.
Hayatları sefalet içinde sürüyordu ikisinin de. Karısıyla sevişmek istiyor
Hun-cheol. İstemeyen karısına hakaret ediyor. Kang-do geliyor oraya ve annesini
soruyor. Hun-cheol, Kang-do’dan bira parası istiyor. Myeong-ja paraları
Kang-do’ya fırlatıyor sonra. Herkesin bir onuru vardı çünkü. Kang-do’yu
tokatlıyor. Kanun yüzünden Kang-do ceza almamış. Myeong-ja buna öfkeliydi.
Başka bir
dükkâna gidiyor Kang-do. Kepengi yarı yarıya açıktı dükkândan içeri giriyor.
Oğlu ölmüş yaslı bir kadını görüyor. Daha sonra büyük makasla gelip kepengi
kapalı diğer dükkânı açıyor Kang-do. İçeride derin dondurucuyu görüyor. Boş
tekerlekli sandalye de oradaydı. Kamera, beyaz spor ayakkabılarından yukarı
doğru “tilt” yaparak zincirin ucundaki kancayı gösteriyor. İntihar etmiş gencin
fotoğrafı da vardı. Fotoğrafı alıyor. Sonra da defteri karıştırıyor. Defterde,
“Para nedir ki? Yaşam? Ölüm? Özür dilerim anne” notunu okuyor Kang-do. Ardından
makineyi çalıştırıyor. Suçluluk duygusu ve vicdan azabı kuşatıyordu her
tarafını. Eldiveni silindire koyuyor. Sonra tekerlekli sandalyeye oturuyor.
Yüzünün sağ tarafına da pembe ışık düşüyordu Kang-do’nun. Mi-soon geliyor.
Kang-do’nun gözleri kapalıydı. Mi-soon, “Bunu neden yaptın”, diyor. Kang-do
gözlerini açmıyor, ama gözlerinden yaşlar geliyordu. Mi-soon, “Seni affedemem”
diyor. Çünkü o, insanları parayla sınayan şeytanın tekiydi. Onların yaşadığı
acıyı yaşatmak istiyordu ona. Gözlerinin önünde ailesinin öldüğünü görmesini
istiyordu. Mi-soon, ayağıyla zinciri sürüklüyor. Sonra da Kang-do’nun
patronunun mekânına gidiyor. Mi-soon’un telefonu açıktı. Patronu tokatlıyor.
Bir şey anlamayan patron da onu tokatlıyor. Kang-do telefonundan sesleri
duyuyordu. Patron ofisine girdikten sonra, Mi-soon kapıyı çalıyor ve içeri
giriyor. Patronun acı çığlığı duyuluyordu sadece. Mi-soon, binanın çektiği
fotoğrafını cep telefonundan Kang-do’ya gönderiyor sonra. Burası, Kang-do’nun
Tae-seung’u sakat bıraktığı yüksek binaydı. Nehir kıyısındaki çam fidanı da
oradaydı.
Mi-soon,
ayakları çıplak binanın merdivenlerinden çıkıyor. Tae-seung’un trajedisini
yaşadığı yere geliyor. Aşağıdaki çam fidanına bakıyor. Oğlunun adı söylüyor.
Oğlunun adı Sang-gu’ydu Mi-soon’un. “O budalanın ruhu şimdi ölecek” diyor kendi
kendine Mi-soon. Ama Kang-do’ya da acıyor. Ağlıyor. Kang-do geliyor. Mi-soon,
yanında biri varmış gibi davranıyor. Kang-do, annesini öldürmemesi için
yalvarıyor o birisine. Farkında olmadan, Mi-soon’dan ve tüm acılı annelerden af
diliyordu Kang-do. Bir yaşlı kadın geliyor. Mi-soon’un intiharını önlemek
içindi belki de. Mi-soon kendini aşağı bırakıyor sonra.
Kang-do
mezar kazıyor çam fidanının yanında. Pembeli kazaklı gencin ölüsünü görüyor.
Üçü de uzanmış yansıyor ardından. Gerçeküstücü anlardı. Kazağı Kang-do
giyinmiş. Kamera, yakın çekimle sağa çevrinme yaparak üçünün yüzlerini
yansıtıyor. Sonra nehri gösteriyor kamera. Kang-do, çam fidanını suluyordu.
Sonra da
Hun-cheol ve Myeong-ja’nın yaşadıkları yer yansıyor. Kang-do oraya geliyordu.
Elinde de zincir vardı. Onları izliyor. Sabah erken saatlerde Myeong-ja,
kamyonete biniyor. Kamyonetin altında da Kang-do kendini zincirlemişti. Kendi
trajedisini yaşayacaktı şimdi. Başkalarına, annelere yaşattığı acıları
anlamlandırabilecekti belki.
Son
jenerik yazılarıyla beraber, Anna Lois Paddock-sung’un Latince söylediği
“Pieta” şarkısı duyuluyordu. Şarkıda, “Dünyanın günahlarını Tanrı kuzusu (Agnus
Dei, qui tollis peccata mundi) / Bize merhamet (Miserere nobis) /…/ Dünyanın
günahlarını Tanrı kuzusu (Agnus Dei, qui tollis peccata mundi) / Bize barış
verin (Dona nobis pacem)” diyordu.
“Moebius…”
Kim Ki-duk
ustanın 2013 yapımı “Moebiuseu-Moebius”u, sinemanın özel filmlerden biri. Bu
gerçeküstü filmi izlerken birçok anda rüyanın içinde olunduğu hissediliyordu.
Rüyaların absürtlüğü vardı filmde. Bu bir rüya filmdi. Bu rüya filmde bir tek
gerçek an vardı sadece. Özel bir hastalıktan alıyor ismini bu film. “Moebius
Sendromu” denilen hastalık dünyada nadir görülüyormuş. Hastalar gözlerini
kapatamıyor, yanlara bakamıyor ve yüz mimiklerini oluşturamıyorlar. Bu filmdeki
oğul da öyleydi.
KKD
Film’in sunduğu bu filmde birçok şeyi Kim usta yapmış. Senaryoyu yazmış,
kamerayı kullanmış ve kurguyu yapmış. Müzikleri de Inyoung Park bestelemiş. Bu
rüya filmi özel yapan başka bir yönü de hiç konuşma olmamasıydı. Müzik ve doğal
sesler vardı sadece. Filmi izlerken Freud ve psikanalizini de düşünmek
gerekiyor. Bilinçaltı, rüya vb. Elbette “Oidipus Kompleksi” vardı. Rüya film
veya zihinden yansıyanlarla ilgili sinema tarihinde çok özel filmler vardı.
Fritz Lang ustanın 1944 yapımı kara filmi “The Woman in the Window-Penceredeki
Kadın”, David Lynch’in 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife”, yazar
Paul Auster’ın 1998 yapımı “Lulu on the Bridge-Köprüdeki Lulu”, Kim ustanın bu
rüya filmiyle yakın akrabalardı. Kim ustanın bu filmi ülkemizde Ekim 2013’te
gösterime çıkmıştı.
Ön jenerik
sonrası dışarıdan bir ev yansıyor. Sonra içeri giren kamera, oğlun
bilinçaltında yaşadıklarını yansıtmaya başlıyordu. Bu evde Baba (Jae-hyeon
Cho), Anne (Eun-woo Lee) ve Oğul (Young-ju Seo) yaşıyordu. Evden önce kırmızı
elbiseli Anne görünüyor. Kederli ve sürekli içiyor. Ardından da Baba yansıyor.
Golf oynuyor. Golf sopası da “fallik” gibiydi. Sonra lise kıyafetli Oğul
yansıyor. Kamera, yine kadını gösteriyor. Bu defa elbisesi yeşildi ve kırmızı
şarap içiyordu. Köpek biblosu da vardı. Sinema psikolojisinde kırmızı
cinselliği ve şiddeti, yeşilse cangıl ve kaosu simgeliyordu. Kahvaltı
yaparlarken cep telefonu çalıyor. Anne ve Baba boğuşurlarken, Oğul da onları
izliyordu. Mutsuzluk vardı evde. Derinlerde anlamlaşacaktı bu. Anne, Babaya
tokat atıyor. Baba balkona çıktıktan sonra Anne Oğula şefkat gösteriyor.
Ardından Baba, market işleten Metresini (Eun-woo Lee) alıyor restorana
gidiyorlar. Anneyle Metres tıpatıp birbirlerinin benzeriydi. Oğul, Babayı
Metresle arabanın içinde sevişirken görüyor park yerinde. Anne de oraya
geliyor. Üzerinde kırmızı hırka olan Metres markete dönüyor. Mutluydu. Ama
Anne, markete taş atıyor ve camı kırınca Metres korkuyordu.
Evde.
Anne, Oğulun odasının kapısını açıyor. Oğul, Babayla Metresin sevişmesini hayal
ederek mastürbasyon yaparken Anne de onu izliyor. Sonra Anne salondaki Buda
biblosunu kaldırıyor. Bu biblo derinlikte daha da anlamlaşacaktı. Anne,
biblonun altındaki bıçağı alıyor. İkinci “fallik” gibiydi. Duvarda da anne ve
oğlunu tasvir eden resim fark ediliyordu. Kamera, sola çevrinme (pan) yapıyordu.
Anne bu defa yatakta uyuyan kocasının yanına gidiyor. Elinde de bıçak vardı.
Bıçağı çarşafın altına sokuyor, kocasının penisini tutuyor kesmek için. Kocası
uyanınca boğuşuyorlar. Yerdeki bıçağı alan kadın, dooly kamera geriye doğru
kayarken bu defa oğlunun odasına giriyordu. Oğlu uyurken yine elini çarşafın
altına sokuyor oğlunun penisini doğramak için. Kadın ağlarken yüzüne kanlar
fışkırıyordu. Baba gelse de artık geçti. Kadın, oğlunun penisini çiğneyip
yutuyor sonra. Baba, Oğlu geceleyin hastaneye götürüyor. Anne, caddeye çıkıyor
ve gecenin içinde dolaşıyor uyurgezer gibi. Sonra arkadan biri yansıyor.
Elindeki fenerle vitrindeki Buda biblosunu seyrediyordu. Evdeki Buda biblosuydu
bu. Dua ediyor. Sonra gidiyor. Anne de onun peşine takılıyordu. Bu an
önemliydi ve daha sonraları anlam bulacaktı. Fonda da çığlığı andıran müzik
duyuluyordu.
Baba ve
Oğul, hastaneden çıkıp eve dönüyorlar. Anne evde yoktu. Baba, Buda biblosunu
kütüğün üstüne koyuyor. Sonra yatakta uzanmış oğlunu izliyor. Sabah olunca
Baba, evdeki ofis gibi odasındaki masadan cep telefonunu alıyor. Tabancayı da
görüyor. Tabancayı, penisinin olduğu yere doğru tutuyordu sonra. Ateş edemiyor.
Oğul, evin tuvaletinde çiş yapmaya çabalıyordu. Penisi yoktu. Baba, hastanede
Doktorla (Jae-rok Kim) konuşuyor. Penisini kestirmek istiyordu. Sonra evin
dışında Baba ve Oğul arabaya doğru giderlerken, arabanın önünde duran Metresi
fark ediyorlar. Arabaya binmek istiyordu Metres. Arabayı sürüyor Baba. Oğul
okulun tuvaletinde de çiş yapamaya çabalıyordu. Düzgün çiş yapamayınca bunu
fark eden öğrenciler onun pantolonunu indirmek istiyorlardı. Baba, Oğulu
kurtarıyor onlardan. Kim usta bu anları kesmeli kurguyla peş peşe yansıtmış.
Her şey
değişmeye başlıyor evde. Penisi olmayan Oğul okul da gitmek de istemiyor. Çizgi
romanlar ona yetiyordu. Penissiz hayat cehennem gibiydi onun için. Kadınları
tanıyamayacaktı hiç. O zaman hayatın anlamı olabilir miydi? Oğul, marketin
oraya gidiyor. Metres de oradaydı. İçeri giriyor ve oturuyor. Metres, yeşil
hırkasını çıkartıyor. Elbisesini de. Oğul ilk defa canlı ve çıplak bir kadını
görüyordu. Oğul, Metresin göğüslerine dokunabiliyor cesaretle. Metres, elini
Oğulun pantolonuna uzattığında Oğul kaçıyor oradan. Baba da evde internet
üzerinden penis nakli yapılan yerleri araştırıyor Oğul için.
Metres
markette içki şişesini başına dikerek içişi yansıyor sonra. Bu da güçlü
metaforlardan biriydi. Üçüncü “fallik” idi. Oğul markete yine geliyor. Metresin
etekleri sıyrılmış ve bacakları görünüyordu. Okulda öğrenciler yine onu taciz
ediyorlar. Sonra da çeteciler Oğulu kurtarıyor öğrencilerden. Çete Lideri
(Jae-hong Kim) ona iyi davranıyor. Çetecilerden biri markette Metresin
kışkırtıcı halini fark ediyordu birden. Ardından bilgisayar ekranı yansıyor.
Baba, “Penissiz orgazm” üzerine bir makaleyi okuyordu. Sonra da ilk insan
penisi nakli yazısı yansıyor. Sonra kamera markete gidiyor. Çeteciler ve Oğul
masada yansıyorlar. Ama diğerlerinin düşüncesi neydi? Güzel Metres miydi?
Metresi izliyordu Çete Lideri. Kırmızı hırka giymiş Metresin bacakları yine
açıktaydı. Çete Lideri içeri girip Metresi okşamaya başlıyor. Oğul, Çete
Liderine karşı koymaya çabalasa da çete Metrese tek tek tecavüz ediyordu.
Oğuldan da bunu istiyorlar. Onun penisi yoktu. Ne yapacaktı şimdi? Metres
halsiz yerde yatarken, Oğul bacaklarının arasına giriyor. Zaman geçiyor. Eve
polis geliyor ve Oğlu kelepçeleyip götürüyorlardı. Çeteciler de
karakoldaydılar. Baba, komiserle konuşuyor. Sonra komiser Oğulun pantolonunu
çıkartmak istese de Oğul direniyor. Oğul Babayı tekmeliyor, ama komiser pantolonun
önünü açınca penisin olmadığını görüyor. Çeteciler de. Oğul aşağılanmıştı.
Evde.
Baba, çekmecedeki tabancayı yine alıyor. Bu defa namluyu başına dayıyor. Ama
tetiği çekemiyor. Oğul hapishanede çetecilerin hücresine bırakılıyor. Baba
bilgisayar başındaydı yine. “Ne kadar acı çekersen, o kadar zevk duyarsın”
yazısını okuyor. Hücrede de çeteciler Oğlu taciz ediyorlar penissiz diyerek.
Pantolonu çıkartırlarken gardiyan görüyor onları. Oğlu başka hücreye koyuyorlar
sonra. Baba da internetten acı duyarak zevk almak üzerine yazıları okuyordu.
Sonra bir fotoğraf görüyor. Kendini yaralayan bir erkeğin hazzını gösteren
fotoğraftı bu. Ardından da deniyor bütün bunları. Baba, taşı ayağına hızlıca
sürüyor. Ayağı yaralanıyor, ama haz ve acıyı aynı anda yaşıyordu. Sürekli bunu
deniyor Baba. Sonra Oğlu hücresinde ziyaret ediyor. Ona, acıyla zevk alan
adamın fotoğrafını veriyor. Oğul tepki gösterse de sonra fotoğrafı inceliyor ve
duvardan kopardığı bir parçayı koluna sürtmeye başlıyor. Ardından acıyla hazzı
aynı anda yaşamaya başlıyordu. Sanki bir kadınla sevişiyormuş gibiydi. Ama acı
çoğalınca ağlamaya başlıyor Oğul.
Oğul
hapisten çıkıyor sonra. Baba karşılıyor onu. Cebinden taş çıkartıyor, Oğul
vücuduna sürtsün diye. Sonra Oğul markete gidiyor. Ama içeri giremiyor. Sonra
evde taşı ayağına sürtüyor Oğul. Baba da gizlice Oğlu izliyordu. Yine haz ve
acıyı aynı anda yaşıyordu Oğul. Sonra Baba, onun yarasına merhem sürüyor
iyileşmesi için. Ardından da yarayı bezle sarıyor. Baba yine internette bir
şeyler araştırıyor. Almanya’da başarılı penis nakli olmuş. Baba ve Oğul sonra
balkonda yemek yiyorlar. İkisi de internette araştırmayı sürdürüyorlar sonra.
Yeni teknolojiyle ameliyatlar başarılı geçiyormuş.
Metres,
marketin içinde bıçağı eline aldığında dışarıda Oğul görünüyor. Oğul içeri
giriyor. Oğul diz çöküyor. Metres, bıçağı Oğulun omzuna saplıyor. Oğul hiç
tepki vermiyor acıya. Oğul elini Metresin göğsüne uzatınca kadın onu tokatlıyor
aniden. Sonra Metres, şefkatle Oğulun kulağını öpüyor. Metres düğmeleri açıp
göğüslerini ona sunuyor. Oğul bıçağı omzundan çıkartmaya çabalıyor. Ardından da
kadının göğüslerini okşuyor. Acı ve hazzı yaşıyordu. Kadın da. Metres bıçağı
çıkartıyor. Bıçak, “fallik” gibi görünse de Kim usta bıçakla hep ironi yapmış.
Hem “fallik” hem de gerçeğini yok eden bir canavardı.
Çete
Lideri de hapisten çıkıyordu. Markete, Metresin yanına gidiyor. İçiyorlar. Çete
Lideri Metresi öperken, Oğul da onları dikizliyordu. Çete Lideri sırt üzeri
uzanınca, Metres de onun pantolonunu düğmelerini çözüyor, üzerine oturuyor.
Metres, bıçağı Çete Liderinin önüne, penisine saplıyor sonra. Çete Lideri,
bıçağı çıkartmak istese de Oğul onunla boğuşuyor, sonra da oradan kaçıyor. Çete
Lideri de acılar içinde onun peşine düşüyor. Kim usta bu anlarda kamerasını
sarsıntılı kullanmış. Oğulun zihinsel karmaşasıyla buluşuyordu bu çekimler.
Çete Lideri, Oğlu yakalıyor. Oğul bıçağı trafiğin yoğun olduğu yere fırlatıyor.
Çete Lideri sonra markete gidip Metresi döverken, Oğul geliyor ve bıçağı Çete
Liderinin omzuna saplıyordu.
Baba evde
internetten penis nakil ameliyatlarını araştırırken yansıyor. Sonra da Oğul
yansıyor. Nakil yapıldıktan sonra sorun kalmıyormuş. Şimdi ne olacaktı?
Baba, cep telefonuyla konuşuyor, ardından hastanede ameliyathanede penis nakil
işlemini gerçekleştiriyor Doktor. Baba’nın penisi Oğula naklediyordu.
Ameliyattan bir zaman sonra Oğula haz alan kadın sesleri dinletiyor Doktor.
Başarılı olmuyordu. Oğul bir süre sonra markete, Metresin yanına gidiyor.
Pantolonunu çıkartıyor. Kadın, onun önünde diz çöküp Oğula mutluluk yaşatıyordu
sonra.
Evde. Kapı
çalıyor. Baba kapıyı açtığında Anneyi görünüyordu. Oğul da evdeydi. Anne yeşil
hırka giymişti. Sonra yatağa uzanıp uyuyor. Şimdi ne yapacaklardı? Gece, Baba
ve Oğul aynı yatakta uyurken yansıyor. Anne uyanıyor ve onların odasına
gidiyor. Aralarına uzanıyor. Baba uyanıyor. Oğul da. Anne, Oğulun yüzünü
şefkatle okşuyordu. Sonra öpüyor. Annesi onu okşarken önü de kabarıyor Oğulun.
Baba da fark ediyor bunu. Anne şaşırıyor. Bu kimin penisiydi? Anne, Babanın
önünü yokluyor. Penis yoktu. O zaman Baba şimdi neydi? Baba, yataktaki
karısının önünde diz çöküyor, çıplak bacaklarına kapanıp ağlıyor. Sonra taşı
eline alıp koluna sürtüyor Baba. Sonra Oğul odadan çıkarken Oğulun kabarık
önüne elini uzatıyor Anne. Sonra Oğul, Metresin yanına gidiyor. Metresin
yanında başarılı olamıyor Oğul. Ayağa kalkan Metres onu dudaklarından öpüyor.
Oğul gittikten sonra ağlamaya başlıyor Metres. Oğul eve döndüğünde Anne onu
bekliyordu. Annenin göğüsleri fark ediliyor. Oğulun önüyle oynamaya başlıyor.
Baba karısını iterken Oğul’u da tokatlıyor. Anne, Oğulun odasına girmek istese
de kocası engelliyor onu. Ama Anne içeri giriyor. Oğul da yataktaydı. Anne,
elini yorganın altına sokuyor, onun önünü okşamaya başlıyor. Oğulun haz
çığlıkları duyuluyor. Sonra da Anne, elindeki yapışkan sıvıya bakarak ağlıyor.
Kocasının penisinden oğlunun sıvısı gelmişti. Anne dışarı çıkıyor. Oğul
yorganın altından başını çıkartıyor. Utanç vardı hepsinin yüzünde. Bu
yaşananlar “Oidipus Kompleksi” olarak adlandırılıyor psikanalizde. Baba bu
olanlardan sonra öfkeliydi. Karısına tokat atıyor. Karısı da ona. Baba, Buda
biblo başını itiyor ve bir “leit-motif”e dönüşen bıçağı alıyordu. Oğula verdiği
penisi kesmek istiyor. Trajedi yaşanıyordu. Anne, kocasını engellemeye
çalışıyor. Ardından da üçü ağlamaya başlıyordu trajedilerine.
Çete
Lideri markete geliyor. Bıçağı Metrese uzatıyor. Metres, bıçağı alıyor. Metres
bıçağı Çete Liderinin omzuna saplıyor. Sonra da Metres, Çete Liderini okşamaya
başlıyor. Haz ve acı aynı anda yaşanıyordu. Bunları gören Oğul hayal kırıklığı
yaşıyordu. Sonra bir başka “fallik” golf sopası yansıyor. Baba evde
masasındaydı. Öfkeyle sopayı atıyor. Anne de odasında ışığı yakıp söndürüyor.
Ruju dudağına sürüyor sonra. Anne, Oğulun odasına geliyor. Oğul şortla yatakta
oturuyordu. Anne soyunuyor. Baba, karısını çıkartıyor odadan. Anne odasındaki
yatakta sevişir gibi yapıyor. Sevişmek istiyordu. Eski günlerdeki gibi. Oğulun
yanına gitmek istiyor. Oğul geliyor ve babasıyla annesinin itişmelerini
izliyordu hüzünlü gözlerle.
Babanın
odasında masanın çekmecesi açılıyor. Tabancanın altında Vermeer’in 1665’te
yaptığı “İnci Küpeli Kız” reprodüksiyonu da fark ediliyordu. Tabancaya kurşun
koyuyor Baba. Yeşil elbiseli Anne de oradaydı. Tabancayı karısına doğrultuyor.
Anne oradan çıkıp gidiyor. Baba tabancayı başına dayıyor. Merdivenlerdeki Anne
beyaz gecelikliydi bu defa. Kamera aşağı “tilt” yapıyordu. Görüntüler
bulanıktı. Anne, Oğulun yanına geliyor. Soyunuyor. Oğulun yatağına giriyor.
Görüntünün çerçevesinde “örtü” tekniğiyle yansıyordu bu anlar. Rüya içinde rüya
gibiydi. Baba merdivenlerden iniyor ve elinde de tabancası vardı. Yatakta Anne,
Oğlu öpüyor, okşuyor, onunla sevişmek istiyordu. Penis kocasınındı ve
yabancının değildi. Baba tabancayı doğrultuyor. Tabanca sesi duyuluyor. Kamera,
Babanın yüzüne yaklaşıyor. Oğul haz alırken birden gözlerini açıyor. Yataktan
çıkıyor. Merdivenlerde anne ve babasının cesetleriyle karşılaşıyor. Tabanca da
yerdeydi. Oğul tabancayı alıyor ve önüne dayıyor. Babasına ve annesine bakıyor.
Müzik sesi yükseliyor. Sonra da tabanca sesi duyuluyor.
Gündüz dışarıdan
ev yansıyordu. Sonra gece oluyor. Vitrin önünde Buda biblosunu arıyordu kamera.
Sonra da Oğlu gösteriyordu. Feneri bibloya tutuyordu Oğul. Çığlığa benzer müzik
duyuluyordu sonra fonda. Oğul kameraya bakıp sinsice gülümsüyordu. Sinemada
çekime “breaking fourth wall/dördüncü duvarı yıkmak” deniliyordu. Fantezileri
ürkütücü bir gençti bu Oğul.
“Birebir…”
Kim Ki-duk
ustanın bir genç kızın öldürülmesi sonrası yaşanan dramları anlatan 2014 yapımı
“Il-dae-il-Birebir”, trajedi yüklü bir filmdi. KKD Film’in sunduğu filmin
senaryosunu yazan Kim usta, kamerayı da kullanmış. Müzikleri de Park Young-min
bestelemiş. Bu film ülkemizde Aralık 2014’te gösterime girmişti.
Film,
akşamın çöktüğü Seul’da açılıyor. Liseli bir genç kız peşinde yüzleri siyah
mendille örtülü birilerinin olduğunu fark ettiğinde koşuyor ve panikle izbe bir
sokağa giriyor. Peşindeki iki adam onu vahşice boğarak öldürüyor. Sonra biri
yaşlı bir adamı arıyor. Görev tamamdı. 9 Mayıs akşamı işlenen bu cinayet neden
işlenmişti? Öldürülen kızın adı da Oh Min-ju’ydu (Park Bo-yeong). Bu trajedi
yaşanırken acı bir çığlığa dönüşen müzik duyuluyordu o an fonda.
Kamera bir
restorana gidiyor. Oh-hyun (Kim Young-min) ve sevgilisi Ji-hye (Im Hwa-yeong)
restoranda yemek yiyip kırmızı şarap içiyorlar. Mutlulardı. Oh-hyun, bu
trajedinin başlangıcıydı. “Gölge” adındaki şiddet timi ilk olarak onunla göreve
başlıyordu. Polis, genç kızın trajedisine duyarsız kalmış ve yedi şüphelinin
üzerine pek gitmemiş. Acaba derinlerde derin bir şeyler mi vardı? Bir genç
kızın ölümü kimlere kadar uzanıyordu? Bu restoran önemliydi. Timden genç Gölge
1 (Lee Yi-kyeong) bu restoranda garsonluk yapıyordu. Gölge 1, şarabı
doldururken Ji-hye’nin beyaz elbisesine döküyor. Oh-hyun öfkeleniyor buna.
Sonra arabada öpüşüyorlar iki sevgili. Ji-hye evine gittikten sonra Oh-hyun
sigara yakıyor, ardından da gölgeler yansıyordu. Gölgeler, askeri kamuflaj
kıyafetliydi. Tam anlamıyla görünümleri askerler gibiydi. Oh-hyun, arabanın
farlarını yakınca onların siluetini fark ediyor. Yakın çekimle yüzlerinin
siyaha boyanmış olduğu da fark ediliyordu. Kontrol yapıyorlarmış gibi ona yaklaşıyorlar.
Ardından Oh-hyun’u arabadan çıkartıp copluyorlar. Sonra karargâhlarına
götürüyorlardı Oh-hyun’u. Terk edilmiş bu büyük binada gölgeler her şeyi
düşünmüş. İşkencehane bile vardı bu ürkütücü kasvetli ve soğuk mekânda. Güney
Kore bayrağı da fark ediliyordu işkencehanede. Copları da çiviliydi. Askeri
disiplinli bu timin başında Gölge Lider (Ma Dong-seok) vardı. Bu tim,
anti-komünist ve anti-kapitalist bir örgüttü. Lider dışındaki tüm gölgeler
yoksuldu. Sisteme karşı olmasalar da ekonomik adaletsizlikler yaşıyorlardı.
Geleceksiz ve yoksuldular. Gölge Lider, bu yoksul insanları bir araya getirip
bir intikam timi oluşturmuş. Sorguladıkları zengin sınıfındaki insanlarla bu
timin yaptıkları (ikisi de intikam içindi) anlamsız bir nefretti. Kim usta, iki
tarafın işlediği şiddeti şiddetle eleştirirken, insanların kalplerini de
öldürülen genç bir kıza doğru sürüklüyordu.
Oh-hyun’u
kendi mekânlarına geldiklerinde her şey başlıyordu. Oh-hyun’u sandalyeye
oturtuyorlar önce. Genç gölgelerden biri Oh-hyun’u coplarken diğer gölgeler onu
engelliyor. Şiddet yüklü bir sorgulama bekliyordu Oh-hyun’u. Sonra
işkencehaneye güneş gözlüklü Gölge Lider giriyor. Fener tutuyorlar Oh-hyun’a.
İçlerinde kadın olan Gölge 4 de (Ahn Ji-hye) vardı. Oh-hyun, “Büyük bir hata
yapıyorsunuz” diyor. Ne olduğunu da anlamak istiyor. Buradaki yetkiliyi
sorarken, Gölge Lider onu tokatlıyor. İçeri de işkence aletleri de vardı. Gölge
Lider, “9 Mayıs gününü hatırlıyor musun”, diye soruyor. Gölge Lider, Oh-hyun’a
öldürülen genç kızın fotoğrafını gösteriyor. Belki bu yardımcı olurdu. Sonra da
o gün yaptığı her şeyi yazmasını istiyor Gölge Lider. Şaşkın Oh-hyun,
“Kimsiniz”, diyor endişe içinde. Yazmak istemiyor. Gölge Lider tabancasını
çıkartıyor. Gölge Lider, onun saçlarından tutuyor. Ardından diğer gölgelerle
beraber başını lavaboya sokuyorlar. Yukarıdan parlak bir ışık düşüyordu
üzerlerine. Spot ışığı gibiydi. Sonra kâğıdı alıyor ve yazmaya başlıyor
Oh-hyun. Gölge Lider, yazdıklarından hoşlanmıyor ve copla vuruyor ona. Başından
kanlar akıyor Oh-hyun’un. Yeniden yazıyor. Ardından Gölge 4, Oh-hyun’un elini
kanlı yüzüne götürüyor, sonra da kâğıda el bastırıyor. Parmakların izi kâğıtta
kıpkırmızıydı. Gölge Lider, “Neden yaptın”, diyor. Oh-hyun, kendine verilen
emri yerine getirmiş. Suçlu, o emri verendi. Gölge Lider, burada olanları
unutmasını istiyor Oh-hyun’dan. Bu sır, mezara kadar gidecekti. Onu, aldıkları
yere bırakıyorlar. Zorlukla arabasına biniyor Oh-hyun. Psikolojik çöküntü
içindeydi şimdi. Elinde feneriyle dolaşan bir polisi görüyor, ama korkusundan
onunla konuşamıyor. Cep telefonuyla birini arıyor. Bir iş gezisine çıkacağını
söylüyor. Sonra da arabasında uyuyor Oh-hyun.
Yine
restoranda. Bu defa sırada gözlüklü genç adam vardı. O da sevgilisiyle
beraberdi. Genç adam, garson Gölge 1’e, “Gelecekten ne bekliyorsun” diye
soruyor. Gölge 1 de aynısını ona soruyor. Genç adam, hayattan bir şey
beklemiyormuş. Birinin kendisini kaçırıp öldüresiye dövmesini istiyormuş
sadece. Gölge 1 yumruklarını sıkınca bunu fark ediyor. Genç adam, Gölge 1’e de
sürekli “ufaklık” diyordu. Sonra Gölge 1’in kolundaki saat dikkatini çekiyor.
Saati sahteymiş. Kendi kolundaki pahalı saati Gölge 1’in bileğine
takıyor. Öfkeli Gölge 1 sonra onlara peynirli tabağı götürürken tabağın
içine tükürüyor. Restoran sahibi bunu görünce öfkeleniyor, ama onu işten
çıkartmıyor. Yönetmen, gözlüklü bu genç adama, gölgeler tarafından yapılan
işkenceyi göstermiyordu.
Sonra bir
başka restorana gidiyor kamera. Bu sefer sırada Jung Yi-se (Joo Hee-joong)
vardı. Eşiyle (Sin Min-joo) yemek yerlerken, eşi onun can sıkıntısını fark
ediyor. Ona, “Sana istemediğin bir şey mi yaptırdılar”, diyor. Yi-se,
sevgilisini orada bırakıp Budist tapınağa gidiyor. Budist biblolar ve heykeller
yansıyordu. Yi-se, endişe ve korku içindeydi. Belki de pişmanlık ve suçluluk
duyuyordu. Gecenin içinde gölgeler yine ortaya çıkıyorlar ve Yi-se’nin başını
birden örtüyorlar ve onu da karargâhlarına götürüyorlar. Dövüyorlar ve ona da 9
Mayıs’ta ne yaptığını soruyorlar. Yazmasını istiyor Gölge Lider. Bunu kimin
yaptırdığını, soruyor Yi-se’ye. Onu iki kolundan zincire bağlıyorlar ve yukarı
kaldırıyorlar sonra. Tıpkı çarmıha gerilmiş gibi veya koyunun mezbahada asılı
durması gibiydi görüntüsü. Gölge Lider onu sürekli “Adi pislik” diye
aşağılıyor. Gölge 4, copla hafifçe ona vurunca, Gölge Lider öfkeleniyor ve
copla daha sert vuruyor Yi-se’ye. Acıya dayanamayan Yi-se, dediklerini yapıyor.
Gölge Lider bir köşede, Gölge 4’e neden yapamadığını soruyor. Çünkü o bir
kadındı. Gölge Lider ona sevgilisi olup olmadığını soruyor. Gölge 4 için bunlar
özeldi. Sevgilisi de varmış. Aslında burada sevgilisine işkence yapmak istiyormuş
Gölge 4. Sevgilisi, sert ve insanı aşağılayan biriymiş. Gölge Lider, “Bazı
alışkanlıklarımız var. Onlardan vazgeçemiyoruz. Bir çıkmazdayız” diyor. Şiddet
çoğalınca Gölge 4 dayanamıyor ve timden ayrılmak istiyor. Burası mafya
yapılanması gibiydi ve giren istediği gibi çıkamazdı. Sonu da işkence görenler
gibi olabilirdi. Sonra Yi-se’yi serbest bırakılıyor. Yi-se arabasına biniyor ve
evine telefon ediyor. “Olup bitenler için üzgünüm” diyor Yi-se. Çocuğu da
vardı. Sonra tabancayı şakağına dayayıp tetiğe basıyordu.
Gecenin
içinde Gölge 4 eve geliyor. İşinden döner gibiydi. Evde içen sevgilisi onu her
zamanki gibi aşağılamaya başlıyor. Onu tokatlıyor. Cep telefonunu açmasını
istiyor. Telefonu kendi parasıyla almış. Aldattığını düşünüyor. Onu, aşırı
kıskanıyor. Gölge 4 güzel bir kadındı. Sevgilisi bıçağını çıkartıp Gölge 4’ün
boğazına dayıyor. “Beni terk etmeye kalkarsan, seni öldürürüm” diyor. Ardından
Gölge 4’ün külotunu sıyırıyor, sonra da bacaklarının arasına giriyor tecavüz
eder gibi. Tecavüz, Gölge 4’ün karşılık vermesiyle gerçek sevişmeye dönüşüyordu
birden. Gölge 4’ün dişi yüzünde, acı ve zevk aynı anda yansıyordu. Gerçek
sevişmeydi sanki bu anda yaşananlar. Kim usta sevişme anını ayrıntılı
yansıtmıştı.
Oh-hyun
kafeteryada gazetede Yi-se’nin haberini okuyor. Yi-se intihar etmişti. Başka
bir restoranda Oh Ji-ha (Choi Gwi-hwa), arkadaşına (Lee In-kyeong), işte nasıl
başarılı olduğunu coşkuyla anlatırken yansıyor sonra. İstemediği bir iş olsa da
yapıyor muydu? Onun için, görev görevdi. Gölgeler, çok geçmeden Ji-ha’yı da
esir alıyorlar. Sorguluyorlar mekânlarında. Bu defa masayı mumlar aydınlatıyordu.
Ona da 9 Mayıs gününü soruyor Gölge Lider. Bu defa polis kıyafetleri giyinmişti
gölgeler. Ji-ha’ya işkence yapıyorlar. Gölge Lider, onun eline çekiçle vuruyor.
Gölge 3 (Teo Yoo) müdahale ediyor Gölge Lider’e. Ji-ha, acıya dayanamıyor ve
kâğıda 9 Mayıs’ta olanları yazıyor. Kanlı eliyle de imza atıyor kâğıda. Gölge 4
bu işkencelere dayanamıyor. Adaleti dağıtmak gayri resmi mümkün müydü? Yasalar
ve kanunların yerini alabilirler miydi? Zihninden geçenler bunlardı. İş
bittikten sonra Gölge Lider, neden müdahale ettiğini soruyor Gölge 3’e. Gölge
3, hafifçe çekiçle vuruyor ve insan doğası diyor. Hafifçe de olsa acı duyuyordu.
Gölge 3, yurtdışında üniversite okumuş. Abisinin yanında takılıyormuş. Elbette
işsizdi. Bu ekibe katılmasının nedeniyse, çocukluğunu boşa geçirmesindenmiş.
Doğru düzgün Korece konuşamayan Gölge 3, buraya asıl takılmasının nedenini
abisine öfkesinden olduğunu söylüyor. Ama öfkenin de bir şeyi çözemediği
anlamış. Gölge Lider, açgözlülük üzerine de konuşuyor. Açgözlü insanlar her
türlü kötülüğü yapabilirlerdi. Tıpkı bu sorguladıkları adamlar gibi. Onları
affedemezmiş. Gölge 3, “Neden bu kadar acımasız oldun” diyor. Gölge 3, herkesi
korkutsa da Gölge Lider’in hüzünlü yanını da keşfetmiş. Gölge Lider, kendisini
acı bir sonun beklediğini söylüyor. Liderler uzun yaşamazmış. Yi-se’nin
intiharını hatırlatıyor Gölge3. Suçluluk duygusundan intihar etmiş Yi-se. “Onu
biz öldürdük” diyor öfkeyle Gölge 3. Sanki Gölge Lider’i tehdit ediyordu. Timi
ihbar edebilir miydi? Timde çatlamalar mı başlamıştı? İkisinin aralarındaki
çoğu konuşma İngilizceydi.
Ji-ha
evine dönüyor. Korku ve endişe içindeydi. Terasta onu karşılayan karısı (Lee
Eun-woo) sargılı elini görüyor. Oh-hyun da bu olanları izliyordu arabasından.
Karısına açıklayamıyor ve gitmesi gerektiğini söylüyordu sadece. Ji-ha,
karısının önünde diz çöküp ağlamaya başlıyordu sonra. Oh-hyun, onların
seslerini de kaydediyordu arabasında.
Gölge 3,
eve gidiyor. Abisi ve karısı da oradaydı. Mutsuzluk hemen fark ediliyor burada.
Abisi ona karşı çok öfkeliydi. Fedakârlık yapıp kardeşini Amerika’da
üniversitede bile okutmuştu. Geriye kalansa işsizlikti. Doğru düzgün Korece
bile konuşamıyordu Gölge 3. Yengesinin (Jang Rin-ah) söyleyecekleri vardı ona.
Gölge 3 artık yemeklerini kendisi pişirecekti. Çamaşırlarını da kendisi
yıkayacaktı. Bütün işlere yetişemiyordu kadın. Abisinin karısı yine de şefkatli
ve vicdanlı bir kadındı. Parası olmayan Gölge 3’e para da veriyor. Kocasına da
söyleyecekleri vardı tabii ki. O, kardeşiydi ve yatırım aracı değildi.
Kore’deki sistem, ailelerle beraber çocukları da boğuyordu. Bu nesillerden ne
beklenebilirdi ki? Sıkboğaz edilen bu nesiller bu sistemde kaybolup gidiyorlar
mıydı?
Oh-hyun,
birinin daha, Oh Jung-taek’in (Hwang Gun) kaçırılışını fotoğraf makinesiyle
tanıklık ediyordu gecenin içinde. Arabaya bindirilip karargâha götürülüyor
Jeong-taek. Onları takip eden Oh-hyun, gölgelerin karargâhını da
öğreniyordu. Adam sandığın içinde getiriliyor oraya. Oh-hyun onları
gizlice izliyor. Seyirci de. Gölge Lider sandığı açtırıyor. Oraya getirilen
Jeong-taek şaşkındı. Gölge Lider, “Kim olduğumu biliyor musun”, diyordu adama.
Ona da kâğıt veriyorlar 9 Mayıs’ta yaptıklarını yazması için. Işığı
kapatıyorlar, sonra da üzerine spot ışığı yansıtıyorlar. Gölge Lider öfkeliydi
ve Jung-taek’i dövüyor. Copla vurarak, “Şerefsiz” diyor ona. Jung-taek korkuyla
yazsa da Gölge Lider yazdıklarını beğenmiyor. Gerçeği yazmasını istiyor ondan.
Işık Jung-taek’e acı veriyordu. İyi amaçla yola çıkılmış. Yöntemi yanlış bulsa
da amaçları iyiymiş. Sonra işler çığırından çıkmış. Gölge Liderin iki yakasında
da “US Army” yazısı fark ediliyordu. Gölge Lider Jeong-taek’e, hizmet etmeye
bağlı kalıp kalmadığını soruyor. Jung-taek, “Ülkenin sistemine bağlı kalmak
ülke yararına değil mi” diye soruyor. Kızı kim öldürtmüştü? Çıkarı neydi? Gölge
Lider bunu öğrenmek istiyordu ondan. Kanlı eliyle yazdıklarının üzerine beş
parmağını imza gibi basıyor Jung-taek. Tıpkı diğerlerinin yaptığı
gibiydi. Gölge Lider, yazdıkları hakkında fikirlerini soruyor ona. Gölge Lider,
Jung-taek’in ailesinin fotoğraflarını koyuyor önüne. Jung-taek’in de kızı
varmış. “Ailemi bu işe karıştırma” diyor Gölge Lidere. Bazı şeylerden korkması
gerektiğini unutmamalıydı insan. Olanları ağlayarak izliyordu Oh-hyun. Sonra
Gölge 2’yle (Cho Dong-in) konuşuyor Gölge Lider. Bu ekibe neden katıldığını
öğrenmek istiyor. Gölge 2, eğlenceli olacağını düşünmüş. Tamirhanede
çalışıyormuş. Yaptığı işten de gurur duymuyormuş. Gölge Lider, “Ne iş yaparsan
yap, sakın kendini hafife alma” diyor. İşkence yaptıkları eğitimli züppelerin
acıya dayanamadıkları için imzaladıklarını söyleyen Gölge 2, onlardan
korkmadığını, ama Gölge Liderin kendisinden korktuğunu söylüyor. Emekçileri
ezen onlardan korkmalıydı Gölge 2. Onlar, keyiflerine göre dünyayı sömürüyordu.
Kapitalistler böyleydi. Soyunma odası yansıdığında Oh-hyun da onları izliyordu.
Gölge 2, “Onların hepsine ders olsun diye birini öldürebiliriz” diyor. Sivil
elbiselerini giyinip çıkıyorlar. Cipleri de vardı.
Oh-hyun da
tek tek onların fotoğraflarını çekiyor. Sonra da Gölge 4’ü takip ediyor
geceleyin. Eve girmek istemiyor Gölge 4, merdivenlere oturuyor. Sonra
diğerlerini takip ediyor, adreslerini öğreniyor Oh-hyun. Ardından onların
karargâhına gidip inceleme de yapıyor. Askeri üniformalar, miğferler, coplar,
tüfekler ve birçok şey vardı. Bir kabloyu fark ediyor. Ardından duvardaki
dolabı açıyor ve “Sahtekârlar” diyor. Bunların hepsi gösteriş miydi? Sonra
Ji-ha’nın yanına gidiyor Oh-hyun. Onların rol yaptığını söylüyor Ji-ha’ya.
“Tiyatro kostümü bunlar” diyor. Oh-hyun, sosyolojik açıdan onları çözümlemiş.
İçlerindeki öfkeyi, yoksulluğu, yoksunluğu görmüş. Onları ihbar edelim, diyor
Ji-ha’ya. Filmlerinin çekildiğinden korkuyor Ji-ha. Gerçekten çekilmiş miydi?
Ya yazılar? Bu yüzden ihbar edemezlermiş. İntikam için artık Ji-ha yoktu. Çünkü
o, yaptığı şey için pişmanmış. Vicdan azabı çekiyordu Ji-ha. Bu cezayı hak
ettiğini düşünüyor. Oh-hyun, “Onlar yoksul ve güçsüzler. Bize hiçbir şey
yapamazlar” diyor. Ji-ha, Yi-se’nin işkence gördüğü için değil, vicdan azabına
dayanamadığı için intihar ettiğini düşünüyor. Oh-hyun, gölge timini terörist
olarak görüyordu.
Oh-hyun,
“Şef” dediği birinin yanına gidiyor. Oh-hyun’u gören adam ondan kaçıyor.
Oh-hyun, “Onların hepsi sahtekâr” diye bağırıyor. Oh-hyun, onlardan intikam
almak istiyordu. Savcı dostları da varmış.
Gölge 2,
lüks arabaların bakımını yapan garajda çıraklık yapıyordu. Kıvırcık saçlı
patronu çapkın biriydi. O uyuklarken dükkâna geliyor ve onu aşağılıyor. Sonra
yeni sevgilisi geliyor. Gölge 2’ye de ilgi gösteriyordu kız. Asıl hoşlandığı
oymuş. Onlar çıktıktan sonra işyerine bir çakmakçı geliyor. Gölge 2’yi
kandırıyor. Gölge 2 pahalı çakmak alıyor. Satıcı gittikten sonra çakmağı yakmak
istiyor, ama yakamıyordu. Çakmak sahteymiş. Bu çakmak için pahalı bobinleri
adama vermiş Gölge 2. Çok geçmeden patronu geliyor. Bir şeylerin düzgün
gitmediğini anlıyor. Gölge 2’yi her zamanki gibi aşağılıyordu.
Ardından
sivil kıyafetleriyle Gölge Lider yansıyor. Gölge 1’in çalıştığı restorandaydı.
Gölge 1, onun geldiğine memnun değildi. Ailesini soruyor Gölge 1’e. Aldığı
ücreti. Ailesi onunla ilgilenmiyor muydu? Bu koca şehirde yapayalnız ne
yapıyordu Gölge1? Yorum yapmıyor Gölge 1. Diğerleri, ekibe öfke ve nefret için
katılmıştı. Ya Gölge 1?
Gece
karargâhta. Şefi, yani Jin Ho-seong’u (Yoo Yeon-soo) getirmişlerdi şimdi. O
sorgulanacaktı. Onu sandalyeye bağlıyorlar. Gölge Lider içeri girince
gölgelerden biri, “Kahrolsun komünizm” diye bağırıyor. Hepsinin üzerinde askeri
üniforma vardı. Şef, kendine ismiyle hitap edilmesine kızıyor. “Komünizm
yanlılarını topluyorsunuz değil mi”, diyor yaşlı şef. Ona da yazı yazdırmak
istiyorlar. Şef, avukatıyla görüşmek istiyor. Elektrik veriyorlar. Oh-hyun da
olanları izliyordu. Şef yazmayı kabul ediyor. Sonra yazıyor. Gölge Lider, “Sana
işkence yapacağım. Yaptıkların için ne düşünüyorsun”, diye soruyor. Haklı bir
eylemmiş ve herkesin iyiliğini düşünerek yapmış. Bunun yapılması emredilmiş
ona. Asla yanlış değilmiş. Gölge Lider, “Aynı şeyi bir daha yapabilirsin”
diyor. Şef, yaparmış. Gölge Lider ayağa kalkıp, “Hasta ruhlu adam” diyerek onu yumrukluyor.
Şef, onların komünistlerden beter olduğunu söylüyor acı içinde. Başına siyah
torba geçiriyorlar. Gölge 4 endişeliydi. Bu, liderin intikam oyunu muydu? Gölge
Lider, herkesin iyiliği için yaptığını söylüyor öfkeyle. Gölge 6 (Kim
Joong-ki), “Herkesin kendi bakış açısı var” diyor. Sonra soyunma odasında Gölge
Lider, “Asıl oyuna geçiyoruz” diyor. Ona itiraf yaptırdıklarında asıl bir
numaraya ulaşabileceklerdi. Gölge 4 çıkmak istediğin söylüyor. Gölge Lider
kabul etmiyor. Sadece iki kişi kalmış. Sonra kimse kimseyi tanımayacaktı.
Gölge 5
(Jo Jae-ryong), enkaza dönmüş binaların olduğu yere geliyor. Kentsel dönüşümle
bu binalar yıkılıp yerine yüksek yeni binalar yapılacaktı. Bu yoksul insanlar
nereye gidecekti? Yaşlı annesi de (Choi Chan-sook) oradaydı. Çadırda
yaşıyorlardı. İş makineleri onların oradan gitmesi için bekliyorlar. Gölge 6,
birisinin yanına gidiyor, parasını istiyor. Adamın karısı her şeyi alıp gitmiş.
Adam dolandırıcıydı. Adam, “Beni mahkemeye ver” diyor gülerek Gölge 6’ya.
Yine
karargâhta. Sivil polislerdi şimdi. Mekân dekoru değişmiş. Şimdiki esirleri de
bir generaldi. Ona da 9 Mayıs gününü soruyorlar. General (Kim Jong-goo) askeri
üniformalıydı. Gölge Lider, kızın resmini gösteriyor generale. Otuz yılını bu
ülkeye feda etmiş bir insanmış. Gölge Lider, “Sen yolsuzluk işlerine bulaşmış
iğrenç bir adamsın” diyor ona. Kulağına kulaklık takıyorlar. Gölgeler de gaz
maskelerini takıyorlar. General acı çekiyordu. General, itirafı yazıyor. Gölge
4 kâğıdı alırken Gölge Lidere, “Artık vazgeç. Bununla dünyayı değiştiremezsin”
diyor. General, onları istihbarattan sanıyor. General, “Emri kimden aldın”,
diyor Gölge Lidere. Silahlarının bile sahte olduğunu söylüyor. Gölge 2,
tabancayı generalin şakağına dayıyor birden. General, “Devletle veya hükümetle
bir derdiniz mi var” diyor. Pis komünistler gibilermiş. Bir baltaya sap
olamayınca böyle işlere bulaşıyorlarmış. Polise teslim olmalarını söylüyor
onlara. Savcılıkta, poliste, mecliste, hükümette, yargıda hep tanıdıkları
varmış. General, Gölge 1 ve Gölge 2’ye tutun şunu, diye emir bile veriyor.
Gölge 2, onun kendilerini kurtaracağına inanıyordu sanki. Gölge 1 silahını
çıkartıp generale doğrultuyor. Ardından da Gölge Lider, kendi silahını
çıkartıp, “Son sözlerin” diyor generale. Onun görevi, verilen emirleri yerine
getirmekmiş. Gölge Lider tabancasını ateşliyor ve generali vuruyor. General
ölünce tim tedirgin oluyor. Bir cinayet işlenmişti şimdi. Daha önce de Yi-se
intihar etmişti. Gölge 4, “Sen gerçek bir şeytansın” diyor Gölge Lider’e.
Soyunma odasında Gölge Lider, sadece bir kişinin kaldığını söylüyor.
Gece,
ıssız bir yerde generalin cesedini gömüyorlardı. Hava soğuktu. Bidonda ateş
yakıp ısınıyorlardı. Gölge Lider, Gölge 3’le konuşmak istiyor. Gölge 3 de
timden ayrılmak istiyor. Sonra Gölge 3 ve Gölge 4 orayı terk ediyorlar. Gölge
Lider, Gölge 4’ün ayrılmasını istemiyor. Gölge Lider ona bıçak çıkartıyor.
Gölge Lider, kendisine kötü davranan sevgilisine nasıl katlanabildiğini soruyor
Gölge 4’e. Sevgilisinin iyi yanları da varmış. Sonra Gölge 3’le konuşuyor Gölge
Lider. Ona, son işten sonra intihar edeceğini söylüyordu.
Gölge
6’nın yaşadığı eve gidiyor kamera. Talih oyunları oynuyordu makûs kaderini
yenebilmek için. Tefeciler alacağını almaya geliyor oraya. Gölge Lider
kurtarıyor Gölge 6’yı onlardan. Sonra Gölge 6’yla konuşuyor. Ocaktaki yemek
yansıyor. Gölge Lider, “Yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin oluyor”
diyor. Gölge 6 tedirgindi. Adresini nereden bulmuştu? Tefecilerden borcu hasta
karısı için almış. Erişte yiyebiliyordu sadece. Gölge Lider, eriştenin
zenginler için atıştırmalık, fakirler içinse ana yemek olduğunu söylüyor. Gölge
Lider, “Sistem çürümüş ve kokmuş” diyor. Ona, pes etmemesini ve sonuna kadar
yanında kalmasını istiyor sonra.
Tapınakta Gölge
Lider, akarsudan şişeye su dolduruyordu. Sonra elinde çantasıyla kaldığı yere
gidiyordu. Dizüstü bilgisayarıyla internette dolaşırken, bir ayak yansıyordu
dışarıda. Pencereden onunla konuşuyor. “Çok yoruldum ve susadım” diyor keşiş
gibi giyinmiş adam. Tasla su veriyor ona. Adam, Buda’nın onu korumasını
diliyor. Gölge Lider tanıyor adamı. Geçmişte denizci komutan olan Gölge Lider,
bu adama askerdeyken çok kötü davranmış. Ondan özür diliyor Gölge Lider. Çok
acımasız ve insanları kıran bir askermiş. Tüm nefretleri üzerinde toplamış.
Gölge
Liderin geriye kalan üç gölgesi askeri cipe biniyor. Gölge 2 arabaya binmiyor,
o da terk ediyor timi. Şimdi dört kişiydiler. Kaçırdıkları son kişi golf
oynuyordu. Byeon Oh-go’yu (Son Jong-hak) da çöpçü kılığında kaçırıyorlar.
İşkencehanede onu da koltuğa oturtuyorlar. Oh-go öfkeliydi. Ona bulaşan,
ailesinin hayatını tehlikeye atarmış. Gölge Lider, kızın ölü fotoğrafını
gösteriyor adama. Sonra da bir başka fotoğraf çıkartıyor. Gölge Lider,
öldürülen kızla beraberdi. Bu kız, onun kızıydı. Oh-hyun yine gizlice onları
izliyor. Kızı kendi öldürmediğini söylüyor adam. Kollarını zincire bağlayıp
işkence yapıyorlar. Zinciri yukarı çekince kolları geriliyor adamın. Kopacakmış
gibi. Diğer gölgeler dehşet içine düşüyor. Elektrik de veriyor Gölge Lider.
Diğerleri Gölge Lideri engellemeye çalışsalar da intikam ateşi vardı. Gölge
Lider, “Bu kötülükler gereksiz merhamet yüzünden başımıza geliyor” diyor. Onu
da öldürmek istiyor. Gölge 5 ve Gölge 6 ona karşı koyuyorlar. Gölge Liderin
kolunu kalorifer peteğine kelepçeliyorlar. Gölge Lider, “Piyango oynayıp zengin
olunca onlar gibi olacaksınız” diyor. Onlarsa, “Biz umuda inanıyoruz” diyorlar.
Gölge 5, durumlarının Kuzey Korelilerden iyi olduğunu söylüyor. Gölge Lider,
“Akvaryuma tek bir cins balık koyarsan fazla yaşamaz” diyor. Yırtıcı balık
olunca kendilerini korumasını da öğrenirlermiş. Kendi rolünün, öfkelenmek,
kötülerden nefret etmek olduğunu söylüyor. Onlara bir oyun oynamış. Tıpkı
tiyatro oyunu gibiymiş. Kostümüyle, sahnesiyle. Bu olanları dinleyen Oh-go,
buradan kurtulma umuduyla, yaptıkları bu işte onların farklı düştüğünü anlıyor
ve akvaryum teorisini hatırlatıyor. Akvaryumdaki tehlikeli balıkmış o. Gölge 5
ve Gölge 6 bir köşede durum değerlendirmesi yaparlarken, Gölge 1 ortaya çıkıyor
ve ikisini de çivili copla öldürüyor. Sonra Gölge Lideri kurtarıyor. Gölge 1,
adamı öldürmek istiyor. Gölge Lider, engelliyor ve ona ailesinin yanına
dönmesini istiyor. Artık iş bitmişti. Gölge Lider Oh-go’ya, “Hayatın cehennem
gibi olmalı” diyor. Çocuklarını güzel yaşat diyor adama. Orayı terk ediyor
Gölge Lider. Ardından Oh-hyun çıkıyor ortaya. Oh-go korkuyor. “Emirleri
uygulayan adamlardan biri” diyor ona. Kızın ölü fotoğrafını göstererek, “Bize
neden böyle bir emir verdin”, diye soruyor Oh-hyun. Nedenini söylemek zorunda
değilmiş. İşkence yapıyor Oh-hyun ona. Yaşamak için o kızı öldürtmüş adam.
Aslında emri verenin kim olduğunu kimse bilmiyordu. Sadece emir-komuta zinciri
içinde cinayet işlenmiş. Oh-hyun, “O zaman bu dünyadaki rolün bitmiş demektir”
diyor ve ardından askeri kamuflaj üniformasını giyiniyor. Başına miğfer
geçiriyor. Gaz maskesini de yüzüne takıyor.
Caddede bu
kıyafetle tek başına yürüyen Oh-hyun’un elinde çivili cop da vardı. Tapınağa
gidiyordu. Gölge Liderin arkasından yaklaşıyor. Gölge Lider tepki göstermiyor.
Copla defalarca Gölge Lidere vurup onu öldürüyordu Oh-hyun. Şehir, puslar
içinde yansıyordu. Sonsöz siyah fon üzerinde Oh-hyun’un sesiyle duyuluyor:
“Kimim ben…” Bu intikam oyunu burada noktalanıyordu. Herkes kaybediyordu. Belki
de en çok genç kız.
“Stop…”
Kim Ki-ki
ustanın 2015 yapımı “Seu-top-Stop” filmi, 2011 yılında Japonya’nın Tôhuko bölgesinde
yaşanan deprem sonrasında Fukuşima Nükleer Santrali’nin zarar görmesiyle deprem
kadar yok edici radyoaktif madde de atmosfere ulaşmıştı. Bu facia, Nisan 1986’da
o zamanlar Sovyetler Birliği ülkesi olan Ukrayna’nın Priyat şehrinin
yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali felaketinden sonraki en önemli nükleer
trajediydi. Kim usta “Stop” filminde bu trajediyi anlatıyor. Japonca çekilen ve
KKD Film’in sunduğu yapımın senaryosunu Kim usta yazmış. Filmin Japon yapımcısı
da filmde de oynayan Allen Ai. Usta, filmin kameramanlığı yanında kurgusunu da
üstlenmiş aynı zamanda. Ayrıca bu film birkaç festival dışında gösterim şansı
da bulamadı. Kim usta bu filmini gerçekten neredeyse tek kişilik ekip olarak
çekmiş. Elinde kamera ve arkasında kimse de yokmuş. Gerilla tarzı böyle çekilen
filmler, bütçe yetersizliğinden dolayı bağımsızlığın da en üst noktasına
çıkıyor. Ekolojik bu filminde Kim usta, radikal ve anarşist ruhunu da perdeden
savuruyordu. Gösterime girme şansı düşük olsa da bu tarz filmler, öncelikle
genç yönetmenlere sinema yolunu da açıyordu. İzleyince neden bu filmin
hiçbir yerde vizyona çıkmadığı da anlam kazanıyordu. Kim usta, 1960’lardan
1970’lerin ortalarına kadar Amerika’da varlığını sürdürmüş bağımsız ve devrimci
“yeni sol” akımından az da olsa ilham almış sanki. Bu akım, öncelikle 1970’li
yıllarda radikal film ve belgeselleriyle FBI’ın dikkatini çekmiş ve sonra da
yok edilmişti. Ama geride bıraktıkları da ilham vermeyi sürdürüyordu sinemada.
Kısa ön
jeneriğin ardından film sarsıntı üzerine açılıyor. Genç kadın Miki (Natsuko
Hori) ve eşi Sabu (Tsubasa Nakae) evin içinde ürpertici sarsıntıdan korunmaya
çabalarken yansıyorlardı önce. Richter ölçeğinde 8,9 büyüklüğündeki deprem
öğleden sonra gerçekleşiyordu. Müstakil evin kapısından dışarıya baktıklarında
beyaz dumanlar yükselen nükleer santrali görüyorlar. Bulut gibiydi. Sabu,
bitkilerin başının belada olduğunu söylüyor Miki’ye. Nükleer santral depreme dayanıklı
mıydı? Bu tehlikeli miydi? Sabu, fotoğraf çekeceğini söylüyor içeri girdiğinde.
Sabu evlerinin yakınında bitkilerin ve ağaçların fotoğrafını çekerken, Miki de
yaprak topluyordu. Evin içinde Miki yaprakları incelerken, çektiği fotoğrafları
bilgisayara yükleyen Sabu da doğada hiçbir şeyin değişmediği için mutlu
oluyordu genç kadına fotoğrafları gösterirken. O sırada radyasyondan koruyan
kıyafetler giyinmiş iki görevli geliyor evlerine. “Bay Ando” diyerek kapılarını
çalıyorlar. Onları tahliye etmek için gelmişler. Ama niçin olduğunu da söylemiyorlar.
Sabu, nükleer santralden şüpheleniyor. Gelenler hiçbir şey bilmiyorlarmış.
Kaldıkları ev santrale uzak değildi. Bu yüzden tahliye olmalıydılar. İkna olan
çift valizlerini hazırlıyorlar hemen. Geri dönemeyebilirlerdi. Miki, Çernobil
felaketini hatırlıyor. Yüz yıl sonra bile insanlar geri dönemeyebilirdi. Sabu
ise iyimserdi, çünkü Japonya güvenliydi. Maskelerini yüzlerine takıp evlerinden
ayrılıyordu çift.
Genç çift
polis barikatını aşıp diğer yolcularla beraber trenle şehre doğru doğru
yolculuğa çıkıyorlardı. Yüzüne anaç bir ifadenin indiği Miki’nin başı, şu anda
en güvendiği insanın, Sabu’nun omzundaydı. Tokyo’ya geliyorlar. Nükleer
enerjiye karşı protestolar da vardı şehirde. Kalacakları yerin fotoğrafını
gördüklerinde Sabu, Miki’nin yanından uzaklaşınca genç kadın da dalgın dalgın
bulundukları yerden uzaklaşıp bir mağazaya giriyor. Bebek reyonunda oyuncak
bebeklere şefkatle bakıyordu genç kadın. Sabu geldiğinde de onu bulamayacaktı.
Miki döndüğünde hiçbir şey söylemiyor Sabu’ya. Verilen adrese gidiyorlar.
Geldikleri evde az eşya vardı. Sabu hazır ramen çorbası çıkartıyor karton
bardağın içinde. “Ramen”, erişteli çorbaydı. Bu Çin yemeğine Japonya’da ramen
diyorlarmış. Miki bunu sağlıklı bulmuyor, ama sağlıklı ramen için de imkân
yoktu. Isıtmak gerekiyordu. Miki radyasyondan dolayı endişeli ve hassastı.
Sabu, bardak içindeki çorbayı ısıtıcıyla kaynatıyordu. Ardından da dizüstü
bilgisayarında felaket anlarını izliyordu Sabu. Evde masa da vardı. Yer
yatağında da uyuyorlardı sonra. Gecenin derinliğinde Miki’nin cep telefonu
çalıyor. Arayan erkek sesi, “Bayan Miki Ando” diyor. Fukuşima Kadın
Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nden arıyorlardı. Miki, bir hafta önce klinikte
muayene olmuş. Hamilelik testi yaptırmış mıydı? Miki tepki gösteriyor.
Endişeliydi. Sabu’dan da gizliyordu bu muayeneyi. Telefon yine çalıyor.
Telefonu Sabu açıyor bu defa. Telefonu kocasından alan Miki hiçbir şey bilmek
istemiyordu. Santralin yakınında hamile kalmış olanlar için tehlike olabilirdi.
Miki, tıbbi kayıtlarına neden bakıldığı için endişeliydi. Onu korumak için
arıyorlardı. Hamile olup olmadığını da bilmek istiyorlardı. Miki her şeyi
biliyordu. Hamileydi. Evlerine yakın yerde nükleer santralde patlama olmuştu.
Miki, patlama olduktan sonra evden dışarı çıktığını söylüyor. Onu yine
arayacaklardı. Ama Miki hamileliğinden emin değildi. Bebekleri olacaksa bu
radyoaktif patlama sorun yaratabilir miydi?
Kapı çaldığında
uyanıyordu çift. Miki kapıyı açtığında karşısında telefonda konuştuğu Nao
(Daigo Tashiro) vardı. Miki’yi konuşmak için dışarıya çağırıyordu Nao. Onun
sağlık durumu her şeyden önemliydi. Çernobil’deki araştırmaya göre gebeliğin
yirminci haftası arasına kadar radyasyona maruz kalma fetüs için ölümcüldü.
Miki de buna mı maruz kalmıştı? Doğum kusurlarına yol açabilirdi bu. Nao
bebekten kurtulmasını söylüyor. Başka seçenek yoktu. İsteyenlere için yardım
ediyorlardı. Onu zorlamayacaklardı. Sabu da geliyor. Öfkeyle Nao’yu kovuyor
oradan. Nao, sadece bunun hakkında düşünmelerini istiyordu. Sabu ve Miki eve
girerken, Nao arkalarından “Durun” diye seslenebiliyor sadece. Kim usta bu
hareketli anlarda hafif el kamerasıyla özgür sinema tadı da veriyordu. Genç
çift içeri girdiklerinde, Sabu eşinin karnına şefkatle dokunurken, kulağını da
Miki’nin karnına dayıyordu içeriden ses duyabilmek için. Miki endişeliyken Sabu
mutluydu. “Bebeğimiz iyi olacak” diyen Sabu, şefkatle Miki’ye sarılıyordu.
Gündüz
berberce şehirde gezintiye de çıkıyorlar. Dışarıda hayat devam ediyordu. Sabu,
bu devam eden hayatların fotoğraflarını da çekiyordu. Miki’nin de hüzünle
gülümseyen fotoğrafını da çeken Sabu, daha iyimserdi. Kim usta bu dolaşma
anlarında kamerayı doğaçlama kullanma hissi de vermiş. Fotoğraftaki gibi “o
an”ı yakalıyor gibi. Yer yer belgesel tadı da veriyordu bu filmde bazı anlar.
Köprüdeki bebek Sabu için mutluluk anıydı ve bu anı fotoğraf makinesiyle
ölümsüzleştiriyordu. Senzokuike Gölü kıyısında bankta yemeklerini de yiyorlar
sonra. Sabu, suda pembe büyük sazan görünce onu da fotoğrafla
ölümsüzleştiriyordu. Kazlar da vardı.
Geceleyin
evde yatakta uyurlarken Sabu uyanıyordu. Bilgisayarını açtığında Miki de
uyanıyordu. Miki’ye, nükleer santralin yirmi kilometre yakınına yaklaşmaya izin
verilmediğini söylüyordu. Bu sorun ciddi olmalıydı. Miki, eve gelen adamın ne
demek istediğini de anlamıyormuş. Miki içinde büyüyen yaşam için endişeliydi.
Onuncu haftadan sonra fetüs ölümcül mü oluyordu? Sabu, Miki’yi yatıştırmaya da
çabalıyordu. On haftadan itibaren tehlike insanlar için değildi. Ona göre
semptomlar oluşurdu. Bebek, Miki’nin bedeninin içindeydi. Miki, dikkatli
olmaları gerektiğini söylüyor ve Sabu’dan wakame istiyordu. “Wakame”, bir tür
deniz yosunuydu. Tadı tatlı olan bu yosun, salatalarda ve tatlılarda
kullanıyormuş Japonya’da. Bu yosun istilacıydı ve okyanuslar için de felaketti.
Sabu,
wakame almak için markete gidiyor sonra. Miki de bilgisayarda bebek
fotoğraflarına bakıyordu. Fotoğraflar ürperticiydi. Etkilen Miki dışarı çıkıp
dalgın dalgın dolaşmaya başlıyordu kalabalıklar içinde. Wakeme alan Sabu eve
geldiğinde Miki’yi bulamıyordu. Bilgisayarın başına oturan Sabu, Miki’nin
etkilendiği bebek fotoğrafını görüyordu. Dışarı çıkıp telefonla Miki’yi arasa
da ulaşamıyordu. Miki uyurgezer gibi dolaşıyordu şehirde. Telefonunu da
açmıyordu. Eve dönen Sabu, yine onu bulamıyordu. Miki, Nao’nun kendine verdiği
numarayı arıyor aylak aylak dolaşırken. Kısa bir zaman sonra Nao yanına
geliyor. “Doğru kararı verdin” diyor Miki’ye. Akşam olmuştu. Nao kendisini
izlemesini söylüyor Miki’ye. Uzak mıydı gidecekleri yer? Bir yere geliyorlar.
Gizemli bir yere benziyordu demir kapılı yer. Dikkat çekmemek içindi hepsi.
Miki, kocasının rızasını almadığını söylüyor. Nao, “Bu senin kararın” diyor
ona. Miki direniyor sonra, biraz daha düşünmek için. Sabu da vardı, kendi
başına karar verebilir miydi? Nao, teskin etmeye çabalıyordu onu. Ama acelesi
de var gibiydi. Miki çabuk karar vermezse kendi vücudu da zarar görebilirdi.
Miki korkuyordu. Nao, doğumla ilgili sorun olursa bunun ömür boyu süreceğini
hatırlatıyordu Miki’ye. Sadece sorun doğacak bu bebek için değildi. Miki,
deforme olmuş çocukları soruyor Nao’ya. Sadece bakarak anlaşılamıyordu. Çocuk
yavaş yavaş büyüdükçe kendini gösterebilirdi. Miki, düşünmek için zaman
istiyordu. Miki, Nao’yla alay mı ediyordu? Miki’yi zorla içeri sokmaya
çabalıyordu Nao. Bu sağlık sorunuydu. Nao, sadece kalbini takip etmesini
söylüyordu Miki’ye. Kim usta, insanı ahlaki ikilemde bırakıyordu bu filminde.
Bebek doğmalı mıydı? Ya engelli olursa? Çocuk yaşamı boyunca bu acıyla mı
yaşayacaktı? Herkesin yaşama hakkı yok muydu? Engelliler, engel olmadan ana
rahminde mi yok edilmeliydiler? Suç doğacak çocuğun muydu? Devlet, insanları
korkutarak olası engelli nüfusun artmasını mı engellemeye çabalıyordu?
Engelliler topluma yük mü oluyordu yoksa? Öjenik ruh nerede başlıyordu? Miki,
Nao’nun yanından uzaklaşınca gözü “Doğum ve Jinekoloji” tabelasına takılıyordu.
Miki eve
dönüyordu sonra. Sabu merakla onu bekliyordu. Kiminle buluştuğunu soruyor
Miki’ye. Hüzünlü Miki’nin, “Nao’nun yanına gittiğini anlıyordu. Hatta Miki'nin
ne hissettiğinin de. Sabu, o korkutucu resimlerin en kötü olanı gösterdiğini
söylüyordu Miki’ye. Miki iyi olacaktı. Miki’nin karnında büyüyen bebekleri
iyiydi. Sonra yatıyorlar. Uyanan Miki, dışarı çıkıyor. Sabu da uyanıp Miki’nin
peşine düşüyordu. Ona ulaşınca nereye gittiğini de soruyor Miki’ye. Sabu,
insanların o kadar kırılgan olmadığını anlatıyordu Miki’ye. Miki, bebekten
kurtulmaya mı çalıyordu? Sabu’nun, onu kararından çabası boşuna mıydı? Hepsi
Çernobil gibi değildi. Burası Japonya’ydı. Miki takıntılı mı olmuştu? Miki,
Sabu’nun yanından uzaklaşınca, Sabu, bir defa daha düşünmesini söylüyordu
Miki’ye. Kürtaj yapmasını istemiyordu. Bebek ikisinindi. Kendisinin de söz
hakkı vardı. Miki çevresine baksa herkesin sağlıklı ve iyi olduğunu
görebilirdi. Onu döndürmek için her şeyi yapıyordu Sabu. Yalvarıyordu.
Ağlayarak, insanlar için kırılgan olmadığını yine söylüyordu. Duman bulutu
yüzünden de bir şey olmayacaktı. Kendisine güvenmesini de istiyordu Miki’nin.
Birbirlerine sarılıyorlar. Nao da yanlarına geliyordu o an. Miki’ye, “Bu sadece
sizin sorununuz” diyordu Nao. Yapmak istedikleri ülkelerinin geleceği içindi.
Sabu tepki gösteriyor Nao’ya. Hepsi yalandı. Nao, zamanın kalmadığını söylüyor
Sabu’ya. Bu son uyarıydı. Bebekle ilgili bir sorun olduğunda hem ülke hem de
kendileri mutsuz olacaklardı. Nao, Miki’ye Çernobil fotoğraflarını soruyor
ardından. Vakit yoktu. Miki, Nao’ya güvenebilir miydi? Nao, bebeği
aldırmazlarsa pişman olacağını söylüyor aileye. Sabu, Nao’ya şeytan olduğunu da
haykırıyordu. Sabu ve Miki oradan giderken peşlerinden, kötü şeyler olmasını
engellemeye çalıştığını söylüyordu Nao. Tüm bunları yapmaktan hoşlanmasa da
göreviydi Nao’nun. Çift oradan uzaklaşıyordu geride Nao’nun kelimelerini
bırakarak.
Yatakta
uyurlarken, Miki yine uyanıyor. Keder yüklü ve kararsızdı. Sabu da uyanıyor.
Sorun neydi? Miki korkuyordu. Sabu, sakinleştiriyor ve sabah olunca dua etmeye
gideceklerdi. Sabah olunca tapınaktaydılar. Şinto tapınakta ibadet ritüellerini
gerçekleştiriyorlardı beraberce. Japonya’da geçmişte Şintoizm ve şimdi Budizm
hâkimdi. Şintoizm, iki bin yıldan fazla Japonya’nın inanışıydı. Bu inanış
Japonya’yı daha öfkeli, istilacı, yayılmacı, ırkçı ve ayrımcı bir ulus
yapmıştı. Harakiri geleneği de bu inanıştan geliyordu. II. Dünya savaşı
sonrası, yenilgiyi kabul eden Japonya, halkı Şintoizm’den uzaklaştırıp Budizm’e
yaklaştırdı. Günümüzde Şinto inanış üç milyonun altına indi. Budizm inanışını
benimseyen Japonya’ya dinginlik, hoşgörü, barış ve bilgelik de geldi.
Tapınaktan ayrılınca çocukları izliyor genç çift. Gece uyurlarken, Miki uyanmış
ve ağlıyordu. Sabu da uyanınca, “Artık bunu yapma” diyordu kederli Miki’ye.
Miki merkeze gitmek istiyordu. Sabu onu durdurmaya çabalasa da Miki’nin
endişelerini azaltamıyordu. Sabu, kaçmasın diye ellerini ve ayaklarını bantla
sarıyor. Bebekleri için yapıyordu bunları. Miki’nin ağzı bile bantlıydı. Bir
rehine gibiydi sanki. Sabu, Fukuşima’ya gidecekti. Orada yavru hayvanların
fotoğraflarını çekecekti. Emin olmak istiyordu. Sabu gittikten sonra Miki böyle
mi kalacaktı? Kim ustanın gerçeküstücü ruhuyla böyle kalacaktı. Fukuşima,
Tokyo’ya 250km uzaklıktaydı. Miki yapayalnız kalmıştı? Elleri ve ayakları da
bağlıydı.
Sabu,
hızlı trenle Fukuşima’ya gidiyordu. Fukuşima’ya geldiğinde polis engelliyle
karşılaşıyor Sabu. Evinin burada olması söylese de polis izin vermiyor.
Valizini alacağını söylüyor. Ama tehlikeliydi. İş için olduğunu söylüyor ve
polis engelini aşıyordu Sabu. Sonra da hayvanların fotoğraflarını çekiyordu.
Hayvanlarda değişim olmuş muydu? Her taraf bomboştu ve buraları hayvanlara
kalmıştı. Kuş, domuz, eşek resimleri çekiyor Sabu. Tavuklar da vardı.
Tokyo’daysa Miki acılar içindeydi. Fukuşima’daysa Sabu harabeye dönmüş bir eve
giriyor. Burada da tavşanlar yuva yapmıştı. Orada onu izleyen bir kadın (Allen
Ai) vardı. Yağmur da yağıyordu. Kadın kendini fark ettiriyor Sabu’ya. Genç
kadın, “Seni öldüreceğim” diyerek onu ürkütüyordu. Kendinde de hiçbir sorunun
olmadığını söylüyor kadın, Sabu’yu görevli sanarak.
Sabu,
hızlı trenle Tokyo’ya, eve dönüyor. Kapıyı açtığında yerde yatan Miki’yi
görüyor. Ona yemek yedirmeye çabalıyor sonra. Radyasyona iyi gelmesi
gerekiyordu bunun. Miki, “İçimde büyüyen bir canavar var” diyor Sabu’ya. Acele
etmeliydi. Sabu onu sakinleştirmeye çabalıyordu. Bunun bebekleri için sorun
olmayacağını söylüyor Sabu. Ama bebek Miki’nin içindeydi. Sabu, bebeğin
kıymetli çocukları olduğunu da söylüyor, ama Miki’nin endişesi çoktu. Sabu ona,
endişeleniyorsa wakame yemesini söylüyor. Tabakta wakame vardı. Sabu’nun
da direnci zayıflıyordu ve neyin doğru olduğunu bilmiyordu. Miki inanmak
zorundaydı. Bebeklerini normal olacağına da inanıyordu. Fukuşima’da çektiği
fotoğrafları göstermek istiyordu Miki’ye. Dizüstü bilgisayarındaki fotoğrafları
gösteriyor. Her şey normaldi. Hiçbir şey değişmemişti. İnsanların abarttığını
da söylüyor Sabu. Doğa o kadar kırılgan değil diye söylüyor Sabu. Yerde oturan
Miki onu duymuyordu sanki. Gözleri boşluğa bakar gibi ekrana bakıyordu. Sabu,
her şeyin güzel ve sağlıklı olduğunu da söylese de Miki’nin içindeki korku
azalmıyor. Domuz fotoğrafını fark eden Miki, “Hamile mi”, diye soruyor.
Domuzun karnı şişti. Sabu, domuzun şimdi doğurabileceğini söylüyor. Sabu,
Miki’nin söz vermesini istiyor. Eğer domuz yavruları normal olursa doğacak
çocuğu doğurabilirdi Miki. Birbirlerine sarılıyorlar.
Hızlı
trendeydi. Sabu yine Fukuşima’ya gidiyordu. Kamera, orada bir genç adamı
(Hiromitsu Takeda) daha gösteriyordu. Fukuşima’ya gelen Sabu, yine harabeye
dönmüş evde domuzu arıyordu. Tavşanları görünce onların fotoğrafını çekiyordu
önce. Yine aynı yerde gördüğü genç kadın çıkıyor karşısına. Öfkeli genç kadın
gitmesini istiyordu ondan. Sabu, “Hamile misin”, diye soruyor. Genç kadın,
“Benim çocuğum” diyordu Sabu’ya. Ne zaman doğuracaktı? Hamile genç kadın
öfkeliydi ve gitmesini istiyordu. Kendisinde de yanlış bir şey olmadığını
söylüyordu. Sabu, bebeği ne zaman doğuracağını öğrenmek istiyordu sadece.
Hamile kadının yanından kaçan Sabu, ormanda polislerin sarı şeritle kapattığı
yasak bölgeye giriyor. Bitkilerin fotoğrafını çekerken, bir ses duyuyor.
Trendeki genç adam elindeki baltayla etleri parçalıyordu. Çöp şiş yapıyordu
ardından. Sabu, onun da fotoğrafını çekiyordu. Yaptıklarını çantasına koyan
genç adam gidiyor. Sabu da onu izliyordu. Şehre gelince genç adam omuz
çantasıyla trenden çıkınca Sabu da takip ediyordu onu. Dar sokaklardan
geçiyorlardı. Yönetmen, hafif el kamerasıyla yansıtıyordu bu anları. Genç adam,
biriyle konuşurken, Sabu da onları gözlüyordu. Genç adam, hazırladıklarını
lokantacıya veriyordu. Parasını da alıyordu. Sabu, genç adamın yanına geliyor
öfkeyle. Neden kirli et sattığını soruyordu ona. Fukuşima’dan beri izlemişti
genç adamı. Sabu’nun elinde etlerin kirli olduğuna dair kanıt var mıydı ki?
Genç adam, eti yiyenlerin daha kirlenmiş olduğunu söylüyordu Sabu’ya. İnsanlar
hem fiziksel hem de zihinsel daha kirliydiler. Et daha temizdi. Etler
radyasyonlu olabilirdi. Genç adam uzaklaşıyor sonra. Ardından kamera,
restoranda yemek yiyen insanları, gizlenerek yansıtıyordu.
Evde
gelince de dizüstü bilgisayarından Miki’ye de çektiği fotoğrafları gösteriyor
Sabu. Tehlike yoktu. Her şey sağlıklıydı. Miki’yi ikna etmeye çabalasa da Miki
kararsızdı, korkuyordu. Her şey deprem öncesindeki gibiydi. Tuhaf bir şey de
yoktu. Miki ağlarken, ekrandan tavşan fotoğrafları yansıyordu. Fotoğraf
bulanıktı. Oradaki çılgın kadın yüzünden iyi çekememişti tavşanları. Kulaksız
tavşanların internetteki fotoğraflarının sahte olduğunu söylüyordu Sabu.
Manipüle ediyorlardı. Kendi çektiği fotoğraflarda tavşanlar sağlıklıydı. Geri
dönüp daha çok fotoğraf çekecekti Sabu.
Sabu
gündüz hızlı trenle yine Fukuşima’ya doğru gidiyordu. Harabe eve geldiğinde
hamile kadının doğum çığlıklarını duyuyor Sabu. Onu gören kadın, Sabu’dan
yardım istiyor. Sabu da doğuma yardımcı olacaktı. Bebek sağlıklı doğmuyor. Sabu
korkuyor. Kadın boğazını kesip intihar ediyordu ardından. Sabu için dayanılması
zor anlardı bunlar. Kim usta bu anları, korku filmlerindeki anlar gibi
yansıtmıştı.
Sabu eve
döndüğünde Miki uykudaydı. Miki’nin elleri ve ayakları yine bağlıydı. Miki
uyanıyor. Sabu’nun yüzünde korku ve endişe vardı. Miki haklıydı. Sabu, yalnız
başına çok acı verici olduğunu söylüyor Miki’ye. Kliniğe gitmeleri gerektiğini
söylüyor Sabu. Çocuk doğmamalıydı. Sabu, o trajediden sonra ikna olmuştu. Miki,
kendisi için de geç olabileceğini söylüyor kızgınlıkla. Sabu’ya öfkeliydi. Sabu
neden şimdi böyle davranıyordu ki? Miki sakinleşince kliniğe gitmek için evden
çıkıyorlardı. Ama öncesinde unuttukları bir şeyi yapıyorlar, öpüşüyorlardı.
Gecenin
içinde caddeye çıkan Sabu ve Miki bir taksiye biniyorlar. Kliniğin kapısına
geldiklerinde Miki içeri girmemek için direniyor. Sabu’dan kurtulan Miki oradan
uzaklaşıyor. Sabu da Miki’nin bir tek ayakkabısını alıyordu yerden. Kim usta,
Miki’yi takip ederken önden ve arkadan hafif el kamerasıyla izliyordu onu. Miki
duvarda çizilmiş bebek resimleri görüyor. Kendisine tuhaf bakan insanların
bakışları arasında duvarın dibine çöküyordu. Sabu da Miki’yi arıyordu
kalabalıklar içinde. Acılar içinde yansıyan ve bir an yüzüne kararlılık ifadesi
gelen Miki ayağa kalkıp geldiği yöne doğru yürüyor. Yağmur da yağıyordu.
Sabu evde
tek başınaydı ve ağlıyordu. Kapı açılıyor. Gelen Miki’ydi. Sabu ondan özür
diliyordu. Yaşananlar hep kendi hatasıydı. Miki’yi kliniğe götürmek istiyordu
yine de. Doğum yapan kadının bebeğini görmüştü. Miki kliniğe gitmek
istemiyordu. Karnında büyüyen çocuğu doğuracaktı. Sabu’ya, bebek nasıl doğarsa
doğsun onu kabul edelim, diyordu Miki. Ama Sabu, Fukuşima’da ne olduğunu
görmüştü. Miki, “Bu bebek neye benziyorsa bizim yansımamız” diyor Sabu’ya.
Doğacak çocuk canavarsa kendileri de öyleydi. Miki kararlıydı. Eğer çocuk
canavarsa onunla yüzleşmeliydi Sabu. Tüm bunlarsa, bu elektriği kullanmanın
bedeliydi. Nükleer santralin elektriğinin bedeliydi. Miki karar vermişti.
Bebeği doğuracaktı. Fukuşima’ya dönecekti. Sabu, oranın kirlenmiş bölge
olduğunu söylüyor. Orada yetişen yiyecekleri yiyecekti Miki. Çılgınlık mıydı
bu? Miki, ikisinin de çıldırmış olduğunu söylüyordu. Miki valizini alarak
oradan çıkıp gidiyordu. Geride gözyaşı döken Sabu ne yapacaktı? Miki gittikten
sonra, “Hepsi elektrik yüzünden” diyordu ağlayan Sabu. Miki gecenin içinde
valiziyle kalabalığa karışıyor. Tren garına geldiğinde Sabu ona yetişiyordu.
Miki, Fukuşima’ya geri dönmelerini istiyor. Sabu’yu orada bekleyecekti.
Tokyo’da yapacak işi de yoktu. Sabu, tüm bu olanların hepsinin elektrikten
olduğunu söylüyor bir daha. Miki yoluna devam ediyordu.
Gün
ağarırken Fukuşima’ya yaklaşıyordu hızlı trenle. Evine geliyor. Evin önünde
polis girilmez şeridi vardı. Ama eve giriyordu. Her şey ıssızlığın ortasında
gibi görünüyordu. Karnı da epey büyümüştü Miki’nin. Ne yapacaktı şimdi?
Geceleyin
Tokyo’da da Sabu, tek kişilik protesto yaparken yansıyor. İnsanlara ışıklarını
kapatmasını söylüyordu. İnsanlar onun farkında bile olmadan, duymazdan gelerek
geçip gidiyorlardı. Karanlık ve havasız kalınsa bile elektriklerini
kapatmalarını istiyordu onlardan. Tüm bu yaşananların, Fukuşima felaketi
olduğunu hatırlatıyordu. İnsanlık temiz enerjiye tamamen ne zaman dönecekti?
Sabu protesto yaparken, o sırada restoranlara et satan genç adam, Sabu’yu
görüyor. Sabu insanlara biraz daha dayanmalarını istiyordu. Nükleer enerjinin
ürettiği elektriğe ihtiyaçları yoktu. Bir dükkâna girip çıkan Sabu, oradan
geçen bir insana, yukarıda bir şeyi gösteriyor. Elektriği açmasına bile gerek
yoktu. Adam, parasını verip elektriği kullananın kendisi olduğunu söylüyordu
Sabu’ya. Sabu için, nükleer santralin yapılmasının nedeni, onun gibi insanlar
yüzündendi. Fukuşima’nın depremden sonra radyasyonla kirlendiğini
hatırlatıyordu Sabu. Adam, kullandığı elektrik hakkında konuştuğunu anladığında
Sabu’ya Şibuya, Ginza ve Şinjuku’yu da hatırlatıyordu. Oradaki işaretler
günışığı kadar parlaktı. Şibuya, Tokyo’nun en kalabalık semtiydi ve yoğun
olarak gökdelenler vardı. Belediyenin de olduğu Şinjuku da gökdelen doluydu.
Elektrik tüketme canavarı olan metro hattı Ginza da vardı. Adam Sabu’ya, “Bana
ışıklarımı kapatmamı mı söylüyorsun”, diye serzenişte bulunuyordu. Adam, polisi
aramadan önce saçmalamayı kesmesini istiyordu Sabu’dan. Sabu yanından gittikten
sonra adam telefonla konuşuyordu. Hemen buraya gelmelerini istiyordu. Burada
tuhaf bir adam vardı. Genç adam da Sabu’yu izliyordu şimdi. Sabu, büyük makasla
elektrik kablolarını kesiyordu. Onu fark eden başka insanlar da vardı. Adamlar,
kaçan Sabu’nun peşine düşüyorlardı. Genç adam da kovalamacaya katılıyordu. Sabu
can havliyle koşuyordu. Sokağın bir köşesinde Sabu’yu yakalayan iki adam,
Sabu’yu dövüyorlardı. Genç adam yetişerek Sabu’yu kurtarmaya çabalıyor. Onun da
baltası vardı. Adamlardan kurtulunca, Sabu da neden yardım ettiğini soruyordu
genç adama. Nedenini o da bilmiyordu. Belki kendisi gibi hepsinden bıkmış
görünüyordu Sabu da. Sabu, genç adama, kirli et satmak da kötüdür, diyordu
gülerek. Unutmasını söylerken, Sabu’ya ne oluyordu ki? Sabu, Fukushima’dan
kaçtığını söylüyor genç adama. Eşi de hamileydi. Bebeğin engelli doğma ihtimali
yüksekti. Hepsi elektrikten kaynaklanıyordu. Nükleer santralden dolayıydı tüm
bu olanlar. Tüm elektrikleri kapatması gerekiyordu. Genç adam da aynısını
düşünüyormuş. O da Fukuşima’dandı. Bu yüzden Fukuşima’nın tüm etlerini yemeleri
gerekiyordu. Şehir tüm elektriği kullanıyordu. Neden sonuçlarına katlanmak
zorunda kalan kendileriydi? Genç adam, neden güç kablosunu kestiğini de soruyor
Sabu’ya. Sabu da yine aynı şeyi söylüyordu: Hepsi elektrikten kaynaklanıyordu.
Sabu oyun salonu “pachinko”nun elektrik kablolarını kesmeye çabalamış. Genç
adam gülümsüyordu. Bir oyun salonu sorunu çözer miydi? Sabu, parlak ışıkları
görünce öfkelenmiş. Genç adam geçen treni gösteriyor. Elektriği yiyip bitiren
canavardı o. Bütün insanlar onun içinden geçiyordu. Sokaklarda bile
yürünebilirdi. Bu örümcek ağıydı ve insanlar da örümceklerdi. Fukuşima’ya
trenle gidip gelen Sabu, bir treni kapatınca ne kadar elektrik tasarrufu
sağlanacağını soruyor genç adama. Elektrik santraline ihtiyacın kalmaması için
yeterli olur muydu? Genç adam, tamamen olmasa da biraz yardımı olabilir, diyor
Sabu’ya. Sabu ayağa kalkıyordu birden. Kontrol kutusunun nerede olduğunu
soruyor genç adama. Sabu çıldırmış mıydı? Sabu, “Hepimiz çıldırdık” diyordu
koşarken.
Sonra
ikisi de rayların olduğu yöne gidiyorlar. Büyük makas da vardı. Sabu kabloyu
kesmeye hazırlanırken, genç adam da yakalandığında hapse gireceğini
hatırlatıyor. Sabu korkmuyordu. Nereden hattı kapatacağını soruyordu sadece.
Genç adam bunlardan da anlıyordu. Nereyi kapatacağını da gösteriyor Sabu'ya.
Kablolar kutunun içindeydi. İşi çabucak yapıyordu Sabu. Sonra da beraber
kaçıyorlardı oradan. Genç adam kabloları keseceğini sanmamış. Ama bu iş Sabu
için ciddi bir işti. Daha fazlasını bile yapabilirdi. Görevliler sorunu hemen
düzeltmişler ve trenler de çalışıyordu yine. Başaramamışlardı. Sabu, Tokyo
Kulesini gösteriyor. Gecenin içinde ışıl ışıldı kule. Bütün ışıkları yakmak
zorunda mıydılar? Paris’teki Eyfel Kulesi’ni andıran bu kule, Minato
semtindeydi Tokyo’da. Genç adam, insanların umutlarını bu ışıklara koyduklarını
söylüyordu. Sabu, kuleye çıkıldığında en çok elektrik tüketilen yerler görülür,
diyordu genç adama. Sabu ve genç adam, kulenin asansörüyle çıkıyorlardı. Tüm
şehir ayakları altındaydı. Tokyo’nun tüm ışıkları açıktı. Her şey parlaktı. En
çok parlaklığın görüldüğü yer Şibuya semtine benziyordu. Şinjuku ve eğlence
yerlerinin olduğu Roppongi de görülüyordu. Genç adam, “Suaygırları gibi
elektrik tüketiyorlar” diyor. Fabrikalar da görülüyordu yukarıdan. Elektrik
olmadan Japonya’da hiçbir gelişme olmaz, diyor genç adam. Tokyo Körfezi’ndeki
birçok fabrika sudan ve elektrikten yapılmıştı. Elektrik ayrıca, önde gelen
Japon şirketlerine de güç sağlıyordu. Japonya, burada üretilen makineleri ihraç
ederek yaşıyordu. Bu fabrikalar, insan hayatı kadar önemli miydi? Genç adam, “O
arabalar bile elektrik kullanılarak yapıldı” diyor Sabu’ya. Genç adam, “Sen de
telefonunu kullan” diyordu ardından. Hepsi elektrik kullanılarak yapılmıştı.
Genç adam, Sabu’nun da suç ortaklarından biri olabileceğini ima ediyordu
ardından. Caddede ışıklar içinde akan trafiği gösteriyor genç adam. Herkes işin
içindeydi. Kendisi, seyahat edip yazıyordu. Herkes suçluydu. Radyasyondan
ölseler bile şikâyet edemezlerdi. Sabu şaşkınla genç adama, “Atom gücüne karşı
mısınız”, diye soruyordu. Karşıydı. Nükleer santral patlarsa hepsi
canavar olurdu. Sabu, Tokyo’nun nasıl kapanacağını soruyor genç adama. Kaos mu
yaratmak istiyordu? Sabu çılgın değildi, uyanıyordu. Fukuşima’da yaşadığı olay
ona, neyin önemli olduğunu da göstermişti. Çocuğunun nükleer bir dünyada
yaşamasını istemiyordu Sabu. Genç adam, sonun hapsolduğunu da hatırlatıyor.
Sabu korkmuyordu. İnsanlar, onun eylemleriyle gerçeği anlayabilirler miydi?
Bundan daha büyük bir şey var mıydı? Sabu’nun büyük düşünceleri vardı. Sabu,
Tokyo’daki elektriği kesmek istiyordu öncelikle. Genç adam bunu biliyordu.
Tokyo’ya gelen elektrik hattı kesilmeliydi. Ya nükleer santralden gelen hat? Bu
mümkün değildi. Yüksek voltaj vardı orada. Sabu kabloları kesmeye çok
istekliydi. Genç adam, o Tokyo’da elektrik olmadan her yer karanlık olacak,
diyordu Sabu’ya. Ama yapamazlardı. Tokyo için her şey daha karmaşıktı.
Yakalanırlarsa hayatlarının geri kalanı hapiste geçebilirdi. Sabu, “Kirlenmiş
alanda ne gördüğümü biliyor musun”, diyordu. Hamile kadın çocuğunu doğurmuştu.
Korkunçtu. Genç adam bebeği soruyordu. Kulakları, gözleri var mıydı? Bunları,
genç adamın hayal gücüne bırakıyordu Sabu. Tokyo’nun enerji hattı neredeydi?
Genç adam önce bunu bulacaktı. Tekrar edeceklerdi. Genç adam, üç gün sonra
Şinkuju metrosunda buluşmak üzere gidiyordu. Sabu, gelecekleri için olduğunu
söylüyordu genç adam giderken. Ardından da ışıklar içindeki şehre bakıyordu.
Gündüz
Fukuşima’da, Miki yerlerdeki otları toplarken, elinde poşetle Sabu yanına
geliyor. Tokyo’dan getirdiklerini yemesini istiyordu. Miki istemiyor.
Topladıkları ona yeterdi. Karnı da epeyce şişmişti. Miki, masada kendi
yaptıklarını yerken Sabu da “Neden böylesin”, diye soruyordu. Yabancılaşmış
gibiydi Miki. Onu anlayamıyordu Sabu. Her şeyi kabul etmeye karar vermişti
Miki. Özel bir sebebi de yoktu bunun. Bebekle ilgili hiçbir sorun olmasını
istemiyordu Miki. Şefkatle karnını okşuyordu. Sabu kendi gözleriyle görmüştü.
Fukuşima’da doğum yapan kadını ve bebeğini görmüştü. Ölü bebekle intihar etmiş
anneyi gösterebilirdi ona. Miki ona durmasını söylüyor. Olumsuz hiçbir şey
duymak istemiyordu. Sabu için bu felaketti. Miki ona gitmesini söylüyor. Sabu,
hayatını baskı altına alıyordu yine onun. Sabu için hepsi elektrik yüzündendi.
Tokyo’nun elektriğini tümden kesecekti Sabu. Anlamı yoktu Miki için. Bebek
yakında doğacaktı. Sabu onu, hastaneye götürmek istiyor. Miki, burada tek
başına doğum yapacaktı. Sabu burada olmak istemiyordu. Bir daha aynı şeyi
yaşamaktan korkuyordu. Ağlayan Sabu, yanında olamayacaktı Miki’nin. Kim usta bu
anlarda, kadının gücünü, erkeğinse zayıflığını görselleştiriyordu. Daha
öncesinde de bunu hissettirmişti, tek başına doğum yapan kadını göstererek.
Sabu, daha önemli bir şey olduğunu söyleyip oradan gidiyordu.
Hızlı
trenin penceresinden devasa elektrik direkleri görünüyordu. Trenden, genç
adamla beraber iniyor. Sabu’nun görevleri vardı. Tarlalarda yürüyorlardı. Her
tarafı büyük elektrik direkleri kuşatmıştı sanki. Devasa bir direğin altında
duruyorlar. Tüm malzemeleri de yanlarındaydı. Genç adam genişçe direği kesmeye
çabalarken, Sabu da diğer direkle uğraşıyordu. Ayakları kesip devasa direği
devireceklerdi. Genç adam, işlerinin çabuk bitmesini istiyordu. Hava da
kararmak üzereydi. Ama zor bir işti bu. Biraz yiyip içmek için ara veriyorlar.
Miki evde geceliğini giyinmiş kitap okurken, sancılanıyor. Acı çekiyordu.
Karanlık çökerken, Sabu ve genç adam hâlâ direği devirmeye uğraşıyorlardı.
Diğer tarafta Miki’yse doğum sancıları çekiyordu. Kim usta bu anları, koşut kurguyla
yansıtıyordu. Direkler devrilmek üzereydi. Ikınan Miki’yse, acılar içinde doğum
anı yaşıyordu. Direk devrilirken, Miki’nin çığlığı her yeri kaplıyordu. Tokyo
da karanlıklar içinde kalıyordu o an.
Zaman
geçiyor. Yedi yıl sonrasıydı şimdi. Gökyüzünden bulutlar içindeki dağlar
yansıyordu. Miki Sabu evdeydiler. Miki yavaşça odaya giriyordu. Oğulları
içeride uyuyordu. Oğlu uyanıyor. Kulak tıkaçlarını takacaktı. Büyük kulaklık da
takıyordu. Sonra da kahvaltı yapıyorlardı beraberce. Miki çok mutluydu. İlk
defa yüzü gülüyordu sanki. Çocuk, sesleri herkesten daha yüksek duyuyordu.
Annesi bu yüzden kulaklarına tıkaç koymuştu. Kapının sesini bile gök gürültüsü
gibi duyuyor olabilirdi çocuk. Miki, gelecek için endişeliydi. Oğlunun sesleri
çok yüksek duymasındandı. Sabu, bu kadar olmasına da seviniyor. Daha kötüsü de
olabilirdi. Çocuk okula gittikten sonra Sabu, bir haber okuyordu tabletinden.
Nükleer santralin yeniden başlatılması onaylanmıştı. Miki bulaşıkları yıkarken
bunun haberini veriyordu Sabu. Ne düşünüyordu onlar bunca felaketten sonra?
Miki, “İnsanlar çok çabuk unutur” diyordu. Günışığının gözler için iyi olduğunu
söylüyorlarmış. Yağmur da başlıyor. Oğulları Daiki şemsiyesini almamış. Miki
telaşlanıyor. Oğluna şemsiye götürecekti. Sabu da gelmek istiyordu.
Sonra
okula giden Daiki (Daiki Fujino) yansıyor. Ardından gelen çocuklar yüksek sesle
konuşarak çocuğu rahatsız ediyorlardı. Zevk alıyorlardı bundan. Çok
acımasızdılar. Daiki acı çekiyordu. Daiki’nin çığlığını duyan Sabu ve Miki,
oğullarının yanına koşup onu sakinleştiriyorlardı. Görüntü, birbirine sarılan
ailenin üzerine kararıyordu. Ardından son jenerik yazıları yansıyordu. Film
2015'te çekildi. 2011'de deprem oldu. Final yedi yıl sonrasına gidiyordu, yani
2018 yılına. Bu özelliğiyle “fütürist” film denebilirdi “Stop”
filmine.
“Ağ…”
Kim Ki-duk
ustanın 2016 yapımı “Geu-mul-Ağ” filmi, Kuzey ve Güney diye ikiye ayrılmış, iki
farklı sistemle yönetilen bu iki ülkeye bir Kuzey Koreli balıkçının dramını öne
çıkartarak bakıyor. Bu filmi izlerken, iki taraftaki ürpertici paranoyaya da
dokunuyor insan. KKD Film’in sunduğu filmin senaryosunu Kim usta yazmış.
İnsanın içinde dolaşan müzikleri de Park Young-min bestelemiş. Çarpıcı
görüntüleri yansıtansa elbette yönetmenin kendisiydi. Bu film ülkemizde Ocak
2017’de gösterime çıkmıştı.
Filmin adı
kütüğün üzerindeki kâğıda yazılmış halde yansıyordu önce. Sonra genel çekimle
nehir yansıyor. Ardından dışarıdan bir ev görünüyor. Sabah. Kamera içeri
girdiğinde duvarda yan yana asılı iki ayrı çerçeveli fotoğraf fark
ediliyordu. Bu Kuzey Kore’yi kuran edebi lider Kim Il-sung ve onun oğlu
Kim Jong-il fotoğraflarıydı bunlar. Oğlu Kim Jong-il, kekemeydi ve halka hiç
hitap etmemişti. Kim Jong-il’in oğlu Kim Jong-un ise, karizmatik dedesini örnek
alıyordu kendine.
Balıkçı
Nam Chul-woo (Ryoo Seung-bum) yer yatağında uyurken karısı (Lee Eun-woo) onu
uyandırıyor. Ağları toplaması gerekiyordu Chul-woo’nun. Küçük kızları da vardı.
Karısıyla sevişmek istiyordu Chul-woo, başına gelecekleri biliyormuş gibi.
Onlar yorgan altında sevişirken küçük kız (Han yoo-jeon) uyanıyordu. Kahvaltı
yaptıktan sonra kızının yırtılmış oyuncak ayısını tamir etmeye çabalayan
Chul-woo, ardından bisikletine binip 26. Sınır Karakolu’na geliyor. Güney’e
doğru da güçlü akıntı olduğunu söylüyor asker. Hava da sisliydi. Kimliğini
gösteriyor. Kontrolden geçtikten sonra küçük motorlu teknesiyle önceden attığı
ağı toplamaya başlıyor. Ama ağ motora dolanınca motoru arızalanıyor ve Güney’e
doğru sürükleniyor Chul-woo. Karakoldan da onu izliyorlar dürbünle. Kendi
isteğiyle mi, yoksa akıntıyla mı Güney’e gittiğini anlayamıyor Kuzeyli sınır
muhafızları. Chul-woo, karakoldakilere işaret ediyor kurtarmaları için, ama
anlayamıyorlar. Tekne Güney’e yaklaşırken ona doğru nişan alıyorlar. Asker,
müfreze komutanına (Jo Jae-ryong), “Motoru bozuldu” diyor. Ailesi de buradaydı
Chul-woo’nun. Sınırda kırmızı dubaları geçiyor ve şimdi Güney Kore’deydi
Chul-woo. Sınırı geçince ateş edemiyorlar. Müfreze komutanı “Evine gidelim”
diyor askerlere.
Öbür
tarafta, Güney’de teknoloji hemen fark ediliyordu. Güvenlik kameraları da vardı
her tarafta. Burası da 13. Sınır Karakolu idi. Sazlıklarda Chul-woo’nun teknesi
fark edilmiş. Tüfekli askerler sazlığa gidiyorlar. Chul-woo, “Teknem bozuldu”
diyor. Onu arabaya bindiriyorlar. Her taraf tel çitlerle kaplıydı. Fonda da
etkileyici ve bir ağıda dönüşen tınılar duyuluyordu bu anlarda. Chul-woo’nun
şaşkınlığı ve korkusu yüzünden yansıyordu. Onu Seul’a götürüyorlar. Hiçbir şeyi
görmek istemiyor ve gözlerini kapatıyor. Chul-woo, “Ben Kuzey’e aitim” diyor.
Arabadakiler, yüksek binayı gösteriyorlar. Dünyanın en uzun beşinci
gökdeleniymiş. Sonra da onu KCIA’ye götürüyorlar. Burası, Amerika’daki CIA
gibiydi. Sorgunun başında da gözlüklü Şef (Ji-il Park) vardı. Ceplerini
boşaltıyorlar. Kimliği ve ailesinin fotoğrafı vardı sadece yoksul balıkçının.
Chul-woo, “Ben ajan falan değilim” diyordu ısrarla. Soyunduruyorlar ve duşa
sokuyorlardı onu. Ona yeni elbiseler veriyorlar. Genç ajan Oh Jin-woo (Lee
Won-keun) onu korumakla görevliydi.
Chul-woo’nun
kimliğini inceledikten sonra onun ajana benzediğini söylüyorlar. Ardından
Chul-woo, kendine verilen eşofmanı ve spor ayakkabısını giyiyor. Sorgulama
dedikleri şey de başlayabilirdi şimdi. Onu, Kuzey Korelilerden nefret eden
Müfettiş (Kim Young-min) sorguluyor. Sorgu odasında masanın öbür tarafında
oturan Chul-woo, “Lütfen beni geri gönderin” diyor Müfettişe. Yasal yolla
gelmediği için sorgulanması gerekiyormuş. Müfettiş, “Ben, Kuzey Kore’ye gitsem
serbest bırakırlar mı”, diye soruyor. Müfettiş ondan bütün geçmişini yazmasını
istiyor. Sorguyu Şefle Güney Kore Enformasyon Bürosu Şefi Lee de (Choi Gwi-hwa)
izliyor. Casusluk yapmadığından emin olmaları gerekiyormuş.
Chul-woo’ya
bir oda veriyorlar yatması için. Güney Kore’yle ilgili hiçbir şey görmek
istemiyordu. Kendini gözetleyen kamerayı da fark ediyor. Sonra televizyonu açan
ve haberlerde Kuzey Kore Lideri Kim Jong-un’u görünce birden ayağa kalkıyor
Chul-woo. Haberde liderleri Kim Jung-un’un şehit cenazesinde ağladığı
vurgulanıyordu. Ailecek çektirdikleri fotoğrafa bakıp hüzünleniyordu Chul-woo.
Ona verdikleri yatakta değil, yerde uyuyor sonra Chul-woo. Odaya Jin-woo
geliyor. Ona yemek getirmiş. Chul-woo, kendini izlediklerini bildiğini
söylüyor. Sonra menüden yemek seçiyor ve karnı aç Chul-woo iştahla yemeğini
yiyor. Ardından da yine sorgu başlıyor. Onun ajan olup olmadığını öğrenmeye
çalışıyorlardı. Çünkü askeri güvenlik bölgesine girmiş. Başka bir casus,
Chul-woo gibi yapıp ellerinden kaçmış. Chul-woo askere gitmiş miydi? Özel
Kuvvetlere mi aitti? Sonra tuvalete gidiyor Chul-woo. Yine onu izliyorlardı.
Müfettiş ve iki ajan ona saldırıyorlar. Onlara karşı koyuyor Chul-woo. Çünkü o
güçlüydü ve dövüş sanatlarını da biliyordu. Kelepçe takıyorlar ona. Özel
Kuvvetler askeri miydi Chul-woo? Jin-woo, ona işkence yapmalarına karşı çıkıyor
tuvalette. Jin-woo istifa edeceğini söylüyor öfkeyle Müfettişe. Sonra yine
sorgu odasında Müfettiş, tüm geçmişini yazmasını istiyor ondan. Chul-woo,
orduda 8. Bölük’te sıradan bir askermiş. Bu birlik hakkında her şeyi öğrenmek
istiyor Müfettiş. Sonra yazıyor Chul-woo.
Jin-woo,
eli yaralanmış Chul-woo’nun eline merhem sürüyor odada. En başından beri
zararsız bir insan olduğuna inanıyor Jin-woo onun. Sonra gece uyurken Müfettiş
geliyor odasına. Jin-woo da peşinden geliyor. Yazdıkları hakkında sorular
soruyor yorgun ve uykusuz Chul-woo’ya. Sonra yine sorgu odasına götürüyorlar
onu. Hep aynı şeyi söylüyor Chul-woo. Teknesi bozulmuştu. Gerçek olan, paranoya
karşısında saçma gibi görünüyordu işte. Müfettiş Chul-woo’ya, “Bugün
yazdıklarında Pyonyang’dan bahsettin, ama dün yazmamıştın”, diye soruyor. İnsan
unutamaz mıydı? Chul-woo, “Ben casus değilim. Size acıyorum” diyor Müfettişe.
Sürekli yazdırıyor Müfettiş, aklına yeni bir şey gelir diye. Onun hafızasına
güvenmiyordu. Ama Chul-woo da uyumak istiyordu. Jin-woo, onları izlerken soruşturma
odasını bölen camekânın ardında uyurken yansıyor. Müfettiş geliyor ve
Jin-woo’nun üstünü örtüyor. Sorgu odasına döndüğünde yine başlıyor Müfettiş. Bu
defa da babasının ölüm tarihini yanlış yazmış Chul-woo. Bunun altında bir
şeyler olabilir miydi? Chul-woo isyan ediyor ve onlara “Şeytanlar” diye
bağırıyordu. Ardından Müfettişin yakasına yapışıyor ve “Sekizinci bölüğün demir
bileği benim” diyor. Uyanan Jin-woo, onları ayırıyor. Diğer ajanlar da geliyor.
Ona kelepçe takılıyor. Ardından yine Müfettiş sorgulamaya başlıyor onu. Tokat
atıyor Chul-woo’ya. Casusluk için onu seçtiklerini söylüyor. Chul-woo, “Casusa
mı ihtiyacınız var”, diyor Müfettişe. Eğer itiraf ederse birkaç yıl hapiste
yattıktan sonra burada eğitim verilirmiş Chul-woo’ya. “Diktatörlükte ne işin
var”, diyor Müfettiş. Sorgulamalardan yorgun düşmüş Chul-woo Müfettiş’e sürekli
“Şeytansın” diye söyleniyordu. Müfettiş de ona yumruk atarken kazanacağını
söylüyordu.
Şefin
ofisinde. Önce Güney Kore bayrağı yansıyor. Müfettiş Şefe soruşturma hakkında
bilgi verirken, Şef ondan kanıt istiyor casus olduğuna dair. Potansiyel olarak
kanıtı varmış Müfettişin. Şef, Chul-woo’nun casus olduğuna inanmıyor.
Müfettişin sert yöntemlerinden de haberi vardı. Lee Sang-taek davasını
hatırlatıyor ona. Müfettiş bütün bunları intikam için mi yapıyordu? Casus
yakalamak Müfettişi mutlu ediyormuş. Şef kızıyor ve gerçek casusları
yakalamasını söylüyor ona. Müfettişe son davayı hatırlatıyor. İşkencelerden
dolayı halk ayaklanmak üzereymiş. Sonra da Vietnam’dan gelen Kuzey Koreliyi
sorgulamasını istiyor Müfetti’ten.
Yine sorgu
odasında Müfettiş ona yine yazdırmak istese de Chul-woo yazmak istemiyordu
artık. Chul-woo, “Bekle gör. İntikamımı alacağım senden” diyor Müfettişe.
Ardından Müfettiş sorgu odasından çıkıyor. Kapıda da Jin-woo ve iki ajan da
vardı. İki ajan sorgu odasına giriyor. Chul-woo’nun işlemi bitmiş. Birkaç
bürokratik işlemden sonra ülkesine gönderilecekmiş. Ama arızalı teknesi hazır
değilmiş. “Ailem orada tehlikede” diyor Chul-woo. Odasında fotoğrafa bakıp
ağlıyor sonra. Ardından odasına Takım Dönüştürme Sorumlusu bir kadın (Sung
Hyun-ah) geliyor. Chul-woo’dan özür diliyor. İşleri, siste görünmeyen bir şeyi
ayırmak gibi diyor kadın. Ona, “Gitmek zorunda mısın”, diye soruyor sonra. Onun
iltica etmesini umuyorlar. Teknesinin bozulmasını Tanrı’nın verdiği fırsat
olarak görebilecek miydi Chul-woo? Ona vatandaşlık teklif ediyorlar. İltica
ederse bir evi ve bir işi olacakmış. Ya ailesi? Ailesini Güney’e nasıl getirecekti?
Kadın, “Burada yeni bir aile kurarsın” diyor ona. “Hayvanlar bile sürüyü terk
etmezler” diyor Chul-woo. İnsanlar neden bu kadar acımasızdı? Şef de onları
izliyordu ekrandan. Kadın, “Diktatörlükte yaşadığınız için utanç duyuyorsunuz”
diyor Chul-woo’ya. O da “Ülkemize geldiniz mi”, diye soruyor. Mutsuz olduğunu
nereden biliyorlardı? Orada beyni mi yıkanmıştı? Kadına göre, Kuzeyliler
özgürlüğün ne demek olduğunu bilemezlerdi. Chul-woo kameraya bakıp, “Oyun
oynamayı kesin” diyor. Şef, Enformasyon Direktörü Lee’ye, onu diktatörlüğe geri
gönderemeyeceklerini söylüyor. Direktör Lee, “Onu özgür bırakabilir miyiz”,
diyor. Güney Kore’deki yaşam tarzlarını görür, imrenir ve belki de o zaman
vatandaşlık isterdi. Sonra Jin-woo’yla konuşuyor Direktör Lee. Ajan Jin-woo
karşı çıkıyor buna. Çünkü ailesi vardı geride. Planlarıysa, bir yere gidiyormuş
gibi yapıp Chul-woo’yu Seul’ün caddelerinde serbest bırakmaktı.
İlticacı
başka bir Kuzey Koreli, Chul-woo tuvaletteyken geliyor. “Nerelisin yoldaş”,
diyor yeni gelen. Casus diye tutuklanmış Lee Du-chun (Lee Sol-gu), Chul-woo’dan
bir mesaj iletmesini istiyor. Seul’da merkez istasyonunda meşhur çorbacı
varmış. Kızı Azelya orada çalışıyormuş. Mesaj şiir gibiydi. Mesajında, “Mayıs’ta
açan yedi açelya / Üçünü kırlangıca ver / İkisini geyiğe ver / Son ikisini de
pisibalığına” diyordu Du-chun. Sonra Jin-woo odasında Chul-woo’ya içecek
veriyor. Ama o içmiyor. “Yarın bir yere gitmek zorundayız” diyor Chul-woo’ya.
Kendisi için yapılan planlardan haberi yoktu Chul-woo’nun. O, sorgudan
korkuyordu. Seul’u gezdireceğini söylüyor Jin-woo ona. Chul-woo, bilmemek için
etrafı öğrenmekten de korkuyor. Gittiği yerde de sorgu onu bekleyebilirdi.
Kuzey Koreli ilticacı Du-chun ajanlardan kaçarken, merdivenlerde Chul-woo ve
Jin-woo’yu görüyor. Yine mesajı okuyor, ardından da dilini kopartıp yutarak
intihar ediyor. Şef de geliyor olay yerine. Müfettiş, “O bir casus” diyor. Şef,
Çin’den delil toplayacakmış Du-chun için.
Jin-woo,
üzerinde eşofman olan Chul-woo’ya palto veriyordu. Bir de bere. Artık dışarı
çıkacaktı Chul-woo. Özgür adam olacaktı. Dışarı çıkınca arabada yine gözlerini
kapatıyor Chul-woo. Ailesi tehlikeye girebilirdi. Jin-woo’yla konuşurken
intihar eden Du-chun’un sahte casus olup olmadığını nereden bileceksiniz, diyor.
Çünkü Çin’de para için her şeyi yapan insanlar vardı. Şef ve Lee, onları
ekrandan takip ediyorlardı. Fonda da hüzünlü tınılar duyuluyordu. Jin-woo,
Seul’un lüks mağazalarının olduğu caddede onu arabadan indiriyor. Caddede
beraber yürüyorlar. Chul-woo, hiçbir şey görmemek için gözlerini hâlâ kapalı
tutuyordu. Chul-woo, Jin-woo’ya hep “Yoldaş” diyor. Jin-woo, caddede tek başına
bırakıyor onu. Chul-woo’nun üzerinde de mikrofon vardı. Caddenin ortasında
gözleri kapalı Chul-woo’ya yardım etmek isteyen insanlar da vardı. Sonra gözünü
açıyor Chul-woo ve gözleri ışıltılı lüks mağazalara takılıyor. Vitrinde oyuncak
ayı da görüyor Chul-woo. Bu anlarda fonda etkileyici tınılar duyuluyordu. Çöpte
atılmış bir dizüstü bilgisayar bile görüyor Chul-woo. Bilgisayarı inceliyor,
ama ne olduğunu anlayamıyor. Jin-woo da uzaktan izliyor onu. Üzerinde mikrofon
olduğunu anlayan Chul-woo, “İltica etmek istemiyorum. Yeter. Çık ortaya” diyor
Jin-woo’ya. Mikrofonu çıkartıp atıyor. Onu kaybediyorlar. Şimdi yapayalnızdı
Chul-woo. Şimdi sıra meşhur çorbacıyı bulmaya gelmişti. Bir sokakta fahişe
Min-ja (Ahn Ji-hye), birilerinden kaçarken yansıyor. Min-ja’yı adamlardan
kurtaran Chul-woo, onunla yemek yiyor sonra. “Özgür ülkede olmak bu kadar zor
mu”, diyor Chul-woo. Ağlayan Min-ja, “Özgür mü? Sen öyle sanıyorsun” diyor.
Parası yokmuş. Vücudunu satmak zorundaymış. Chul-woo’yla yaşarmış Min-ja. Yemek
de yapıyormuş. Ona da meşhur çorbacıyı soruyor Chul-woo. Sonra meşhur çorbacıya
geliyor ve Azelya’yı (Kim Soo-ah) buluyor. Kız, babasının ülkeye giriş
yaptığını biliyormuş. Ona hatırlayabildiği kadarıyla mesajı okuyor.
Babasının öldüğünü anlayan kız montunu giyip oradan gidiyor.
Gecenin
içinde bir bankta uyuyakalmış Jin-woo’yu buluyor Chul-woo. Ona, “Bana
güvendiğin için teşekkürler” diyor Chul-woo. Uyanan Jin-woo merkezi arıyor.
Tesadüfen tanıştığı Min-ja’dan söz ediyor Chul-woo. Çok güzel bir kızdı. Para
için kendini satıyordu. Bu ülkede yapacağı başka bir işi yok muydu? Jin-woo,
“Işık parlakken gölgen büyür” diyor Chul-woo’ya. Özgürlük, mutluluğu garanti
edebilir miydi? Burada çok güzel yemekleri çöpe attıklarını görmüş Chul-woo.
Güney Kore’nin çok bereketli ülke olduğunu düşünüyor Chul-woo. Herkesin cep
telefonu vardı. Canları ne isterse yiyebiliyorlardı. Ama burada kalmak da
istemiyordu. Ailesi buradaki yaşamdan önemliydi. Jin-woo, büyükbabasının da
Kuzey Kore’den geldiğini söylüyor. Barış olduğunda Jin-woo’yu davet edecekmiş
Chul-woo.
Merkeze
getirilen Chul-woo yine sorgu odasında Lee tarafından sorgulanıyor bu defa.
Gözden kaybolduğu anlarda ne yapmıştı Chul-woo? Müfettiş de sandalyede oturuyor,
Chul-woo’nun arkasındaydı. Güzel bir kadınla tanıştığını söylüyor. Sonra
Müfettiş sorguluyor onu. Cam bölmeden Lee ve Jin-woo da izliyor onları.
Jin-woo, onun casus olmadığına inanıyor. Olsaydı dönmezdi. Müfettiş, kod adı
Azelya olan kızın fotoğrafını gösteriyor. Yine işkence yapıyor Müfettiş. Mesajı
söylüyor Chul-woo. Müfettiş kapıyı kilitliyor. Müfettiş, Chul-woo’ya yine
yazdırmak istiyor. Chul-woo ağlıyor ve suçlu olmadığını söylüyor. Yazıp
imzalarsa onu evine göndereceklermiş. Yazıyor ve imzasını atıyor. Müfettiş’in
bir oyunu muydu bu? Yüzü de kanlar içindeydi Chul-woo’nun. Casusluk yaptığı
için artık özgür değilsin, diyor Müfettiş ona. Müfettişin Chul-woo’ya işkence
yaparak aldığı yazıyı almak istiyor Jin-woo. Müfettişin ailesini Kore
Savaşı’nda kaybettiğini biliyor Jin-woo. İmzalı itiraftan ikna olmayan Şef,
vatandaşlık için Chul-woo’yu ikna etmelerini istiyor. Şef de Müfettişin
Chul-woo üzerinden intikam peşinde olduğunu biliyordu. Lee, Chul-woo’nun
odasında ona sigara veriyor. Artık casustu ve ceza alacaktı. Kurtulmak için tek
çare iltica etmekti. Chul-woo, “Ülkeme ihanet edip ailemden ayrılacak mıyım”
diye soruyor. Eğer iltica etmezse hayatına devam edebilecek miydi? İltica etmek
istemiyor. Tek istediği ailesine geri dönmekti. Sonra Jin-woo’yla konuşuyor
Chul-woo. Ona ülkesindeki nehri anlatıyor. Avladığı balıkları. Ama şimdi kendi
ağına dolanmıştı Chul-woo. Avladığı balıklar gibiydi. Ağa giren balığın işi
biterdi. Dışarı çıkan Jin-woo, bu konuşmaları veda konuşması olarak yorumluyor.
Chul-woo intihar mı edecekti? Güvenlik kamerasını kapatan Chul-woo, tıpkı
intihar eden Du-chun gibi dilini ısırıyor. Jin-woo ve iki ajan, Chul-woo’yu
kurtarıyorlar. Müfettiş ve Lee de geliyor oraya. Şef odasında, Müfettiş’e ileri
gittiğini söylüyor. Basının da Seul gezisinden haberi varmış. Görüntüleri
istiyorlarmış. Jin-woo, görüntülerin basına verilmesine karşı çıkıyor. Kuzey
Kore öğrenirse onu yaşatmazlardı. Şef, amaçlarının diktatörlükten daha fazla
insanı kurtarmak olduğunu söylüyor. Güneylilere göre Kuzeylilerin beyni
yıkanmış. Onlara saygı göstermek anlamsızdı. Chul-woo’nun istekleri de
anlamsızdı Şef’e göre. Beyni yıkanmıştı Chul-woo’nun. Bu beyin yıkama söylemi,
Soğuk Savaş döneminden beri Batı’nın propagandasıydı Doğu Bloğu için.
Görüntüler
basına veriliyor. Jin-woo, Chul-woo’nun odasında televizyonu açıyor.
Haberlerde, “Kuzey Koreli balıkçının Seul gezisi” vardı. Chul-woo korku içinde
kalıyor. Ya Kuzey Kore’nin de bu görüntülerden haberi olursa? Jin-woo, “Geriye
dönersen seni sorguya çekerler” diyor. Şef’e, Kuzey Kore’de de görüntülerin
yayınlandığını söylüyor Lee. Kuzey Kore’de, Chul-woo’un ailesi televizyona
çıkartılıyor. Karısı, “Chul-woo çok sadık bir kocaydı” diyor. Kızı da vardı
yanında. Duvarda da ölen iki liderin çerçeveli fotoğrafları vardı. Karısı,
Chul-woo eve dönünce suçlanmayacağını söylüyor. Chul-woo, devrimciydi ve
vatanına dönmeliydi. Chul-woo’yu iade edeceklermiş. Lee için hâlâ o bir
şüpheliydi. Onun hakkında pek bir şey bilmiyorlardı. Lee, “Diktatörlük için
değil, ailen için döneceksin” diyor Chul-woo’ya. Kuzey Kore’nin nükleer
testlerini de hatırlatıyor Lee. Kuzey’in geleceği tehlikedeymiş. Ona, casusluk
teklifi yapıyor Lee. Görevi de gizli üsleri bildirmekmiş. Ama Chul-woo, barış
adamıydı. Jin-woo, onun odasına hediyeler getiriyor. Güney Koreli yardım
dernekleri bu hediyeleri sunmuşlar ona. Ama o istemiyor.
Odasında
yeni elbiselerini giyinen Chul-woo, sonra yatağına uzanıyor. Kapısı çalıyor.
Jin-woo, hediyeleri satıp ona yüklüce dolar veriyor. Kızına da oyuncak ayı
almış. Sorgu odasına gidiyor Chul-woo. Müfettiş birini sorgularken, “Bana özür
borçlusun” diyor. Jin-woo da geliyor. “Senin gibi aptallar yüzünden barış
yapamıyorlar” diyen Chul-woo, ona insan olmadığını da söylüyor. Jin-woo’yu
dışarı çıkartan Chul-woo, kapıyı kilitliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. Şef de
geliyor. Şef öfkeli ve Müfettiş’e yanlış verilen raporu soruyor. Çin belgeleri
sahteymiş. Müfettiş yüzünden Şef’i sorguya alacaklarmış. Müfettiş, milliyetçi
marşı söylemeye başlıyor birden. Marşta, “Denizlerimiz ve Beaktu Dağı kuruyana
kadar / Tanrı ulusumuzu korusun / Çiçekli dağların vatanı / Büyük Kore halkı /
Her zaman dürüst olacak” diye gidiyordu. Müfettiş’in alnından kanlar akıyordu.
Chul-woo ona vurmuştu.
Jin-woo,
arabayla Chul-woo’yu getiriyor ve teknesine bindiriyor. Basın da oradaydı.
Yolculuğa çıkarken üstündeki elbiseleri de çıkartıyordu Chul-woo. Kuzey Kore’ye
dönünce orada da sorgu başlıyor. Kuzey Koreli Müfettiş (Sung Hyun-ah)
sorguluyor bu defa. Chul-woo yüzme biliyor muydu? Tekneyi almak on yılını almış
Chul-woo’nun. Burada da tüm ayrıntıları yazması isteniyor ondan. Gözlerinin
kapalı olduğunu söylüyor. Güney Kore istihbaratında ajanları varmış. Öyle
söylüyor Müfettiş. Güney’e gidince Chul-woo kendini imparator mu sanmıştı? Seul
gezisini neden yarım bıraktığını da soruyor Müfettiş. Ailesi olmasaymış orada
yaşamak ister miydi Chul-woo? Birden ayağa kalkan Chul-woo, “Çok yaşa” diye
bağırıyor. Müfettiş, ülkesine ihanet ettiğini itiraf etmesini istiyor ondan.
Oyuncak ayıyı da bulmuşlar teknede. Bu da şüpheli durumdu. Başka ne getirmişti?
Ayağa kalkıyor Chul-woo. Sonra akşam haberleri için fotoğraflarını çekiyorlar.
Ölen iki liderin çerçeveli fotoğrafları da asılıydı sorgu odasının duvarında.
Yazmak da istemiyor artık Chul-woo. Zaten gözlerini kapatmıştı. Yazmazsa
ailesini de göremeyecekmiş. Yazıyor. Karnı ağrıyor. Müfettiş, “Ülkeni savunmak
için aç mı kaldın”, diyor alay ederek. Yemek söylüyor. Yemekten sonra tuvalete
gidiyor Chul-woo. Müfettiş tuvaletin kapısını açıyor. Chul-woo’nun elindekileri
deliğe atarken dolarları görüyorlar. Ne olacaktı şimdi? Müfettiş ve diğer
ajanlar dolarları bölüşüp Chul-woo’yu serbest bırakıyorlar. Oyuncak ayıyı da
ona veriyorlardı.
Evinin
orada asılı dövizde “Hoşgeldin Nam Chul-woo yoldaş” yazıyordu. Yorgun ve hayal
kırıklığıyla eve dönüyor Chul-woo. Fonda da hüzünlü tınılar duyuluyordu. Evde,
karısı ve kızı onu bekliyorlardı. Karısını sorguya çekmemişler. Sabah teknesine
gitmek için sınır karakoluna geliyor. Onu bırakmıyorlar. Balık tutması
yasaklanmış. Balık tutmazsa ne iş yapacaktı? Teknesine gitmeyi başarıyor.
Müfrezedeki asker tüfeğini ona doğrultuyor. Asker üstlerini arıyor. Vurma emri
verilmiş. Tekneye biniyor ve nehre açılıyor Chul-woo. Fonda da etkileyici
tınılar duyuluyordu bu anlarda. Motoru çalıştırıyor. Ateş ediliyor. Chul-woo
vuruluyor. Yönetmen, Chul-woo’ya ne olduğuna seyircinin hayal gücüne
bırakmış motorlu tekne yavaşça Güney’e doğru sürüklenirken finalde.
“İnsan,
Uzay, Zaman ve İnsan...”
Kim Ki-duk
ustanın, 2018'deki 68. Berlin Film Festivali'nde “Panorama” bölümünde
gösterilen ve “kadın düşmanı film” diye büyük tepki çeken metafizik bu kıyamet
sonrası gerçeküstücü “İnkan, gongkan, sikan grigo inkan-İnsan, Uzay, Zaman ve
İnsan” filmi, hiçbir ülkede gösterime çıkamadı. Bu filmin metafizik önemi,
varoluşçu yorumuyla değerleniyordu. Öncelikle de uzay ve zaman kavramlarıyla.
Elbette Tanrı da vardı. Kim usta burada Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’e
(1646-1716) yaklaşıyordu. Leibniz’deki “iyimserlik” (optimizm), “kötümserlik”
(pesimizm) karşıtı olan bir kavramdı. Leibniz’in iyimserliği, umutlu olma
durumundan çok ötesinde bir düşünceyi ifade ediyordu. Kim usta, bu filminde
Leibniz’in bu metafizik bakışından ilham almıştı. Yaşlı adamın varlığı, daha da
ileri bebeğin dünyaya gelişi umut için bir an çelişki, paradoks yaşatsa da çok
geçmeden Leibniz’e yeniden yaklaşıyordu film. Filmin sonlarında anlamlaşacaktı
bu. Kim usta bu filminde, Leibniz’in “süreklilik yasası”na da yaklaşıyordu.
Leibniz, doğada atlamalar olamayacağını öne sürüyordu. Kim usta ayrıca, Leibniz’in
“çokluk” düşüncesi etrafında da dolaşıyordu. Tüm ihtimallerin en iyi olanının
hayata geçeceği inancıydı bu.
Bu filmin
Hıristiyan inanışına getirdiği farklı yorumlar da vardı. Hıristiyanlığın
inanışlarını tersyüz eden bakışı da fazla tepki çekmemişti. Ama kadınlara
bakışı sert eleştiriler almıştı. Filmin kadınları aşağılayan ve saldırgan yanı
olsa da genel anlamda erkek kötülüğünün tüm psikolojik ve sosyolojik yönlerini
ayrıntılı biçimde perdeden yansıtıyordu. Filmin içinde dolaşırken, erkeklerin
yarattığı tüm vahşetlere ve şiddete tanıklık ettiriyordu Kim usta. Bu erkek
vahşetinin ve şiddetinin kökleri milyonlarca yıl önceye dayanıyordu ve insanlık
tarihi boyunca yaşanan tüm trajedilerde bu köklerin izi vardı. Erkekler,
milyonlarca yıldır bu dünyayı kana buladı ve bunu da hâlâ sürdürüyorlardı. Kim
usta, işte bu erkekler vahşetini sunuyordu “İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan”
filmiyle. Finecut'ın sunduğu 2018 yapımı “İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan”
filminin senaryosunu Kim usta kendisi yazmış. Filmin kurgusu da kendisine
aitti. İnsanın ruhuna işleyen, zaman zaman tedirginlik veren, zaman zaman da
huzurlu anların içinde dolaştıran etkileyici müzikleri de Park
Ingyoung bestelemiş. Bu filmdeki piyano tınıları da etkileyiciydi ve
insanın zihninde unutulmaz bir etki bırakıyordu. Bu önemli besteci, Kim ustanın
“Acı” ve “Moebius” filmlerine de besteler yapmıştı. Dar mekânlarda yoğunlukla
yakın plan çekimler yapan ve zaman zaman genel açılara da ulaşmayı başaran
kameraman Lee Jeong-in’in fotoğrafları da etkileyiciydi. Bu kameraman daha çok
televizyon dizlerinde çalışmış. Dar mekânlardaki yakın çekimlerde ustalığı fark
ediliyordu. Kim usta bu filminde, sıkça yakın çekimlerle klasik anlatımlardaki
“reverse angle shot/ters açılı çekim” tekniğini de kullanmış sıkça. Ülkemizde
bu çekim türüne “açı-karşı açı” deniliyordu. Bu film tek mekânda, final bölümü
hariç, gemide geçiyordu. Ustanın “Yay” filmi de bir teknede geçiyordu. Buna, “Ada”
ve “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ...ve İlkbahar” filmleri de dahil
edilebilirdi. Bu iki film de göl ve etrafında dolaştırıyordu
insanları.
Filmin
Japon oyuncuları, Eve’i (Havva’yı) oynayan Mina Fujii ve Takashi'yi oynayan Joe
Odagiri Japonca konuşuyorlardı. Joe Odagiri, daha önce de Kim ustanın “Rüya”
filminde oynamış ve Japonca konuşmuştu. Koreli oyuncular da anadillerinde
konuşuyorlardı filmde. Gemide hiç konuşmayan yaşlı adam da vardı ve gizemliydi.
Tanrı’nın gemideki elçisi miydi o? Her şeyi gözlemliyordu ve ne olacağını
biliyordu. O bir hermit miydi? Yani inzivaya çekilmiş bir münzevi miydi o? En
başından beri her şeyi bulanıklaştıran yaşlı adamın denetiminde idi sanki bütün
her şey. Yoksa o, “eski günah” mıydı? Hıristiyan inanışına göre, “eski
günah”, ilk insana, Âdem ile Havva zamanına kadar ulaşıyordu. İlk günah o zaman
işlenmişti. Tanrı Âdem’i ve Havva’yı, bilgi ağacından meyve yemelerini
yasaklamış. Yılana dönüşen şeytan meraklı Havva’yı kandırarak ağaçtan elmayı
kopartıp yemesini sağlamış inanışa göre. Havva, Âdem’i de ikna etmiş bu günaha.
Film derinleştikçe bazı şeyler de anlam kazanacaktı. İlk suç da Âdem ile Havva’nın
oğulları Habil ile Kabil arasında yaşanmıştı. Ağabey Kabil, kardeşi Habil’i öldürmüştü.
Kıskançlık yüzündendi. Tarihteki ilk kıskançlık olayı da ayrıca buydu. Kim
usta, “Rüya” filminde yaşadığı büyük travmadan sonra Budistliği bırakıp
Hıristiyan olmuştu. “Amen” ve “Acı” filmlerini düşününce Katolik olması
muhtemeldi. Güney Korelilerin yüzde altmışı herhangi bir dine veya inanışa
dâhil değildi. Geriye kalan yüzde kırkın yüzde yirmiye yakını Protestanlığa,
yüzde sekize yakını Katolikliğe, yüzde on beş buçuğu Budizm’e, çok az da
Kore'de yaygın olan Şamanizm’e inanıyordu. Kim ustanın bu filmi, ismindeki gibi
dört bölümden oluşuyordu. Tıpkı “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ...ve İlkbahar”
filminde olduğu gibi.
Hıristiyan
inanışının kutsal değerlerinde Âdem (Adam) ile Havva (Eve) vardı her şeyden
önce. Kim ustanın filminde her şey farklıydı ve tersyüz oluyordu. Âdem ile
Havva, inanılan Âdem ile Havva gibi değildi. Yolculuğa çıkılan gemiyle bir
an Nuh'un Gemisi akla gelse de çok geçmeden bambaşka bir gemi olduğu fark
ediliyordu. Hemen akla Darren Aronofsky’nin 2014 yapımı “Noah-Nuh” filmi
geliyordu. Kim usta, Aronofsky’nin 2017 yapımı “Mother! / Anne!” filminden
sonra “Nuh” filminin de iz sürücülüğünü yapıyordu. İnsanlık durumlarının
yüklendiği ve gökyüzünde uçan bir mahşerdeki ve sonrasındaki gemiydi Kim
ustanınki.
Filmde,
Dante'nin “İlahi Komedyası” ve “Yedi Ölümcül Günah”ı da her anda kendini
hissettiriyordu. Kim ustanın filminde de “Cennet”, “Cehennem” ve “Araf” vardı.
Ama “Araf” öyle bulanıktı ki. Belki de fark edilmeyecekti bebeğin doğumu
olmasa. “Cennet” de öyleydi. “Yedi Ölümcül Günah”, İS 590-604 yılları arasında
papalık yapmış I. Gregorius’un düzenlediği ve insanların sakınması gereken yedi
günahtan geliyordu. Dante de “İlahi Komedya” eserinde bu günahlardan ilham
almıştı. Bu ölümcül yedi günah şunlardı: “Öfke”, “Kibir”, “Kıskançlık”, “Açgözlülük”,
“Oburluk”, “İhtiras” ve “Miskinlik...” Kim ustanın bu filminde hepsi vardı.
Ayrıca Kim usta, Friedrich Nietzsche (1844-1900) ve Martin Heidegger
(1889-1976) gibi iki önemli Alman filozofundan da ilhamlar almış filmi için.
Ama gerçekte bu film, Aronofsky’nin “Anne!” filminin iz sürücülüğünü yapıyordu
aslında. Bir anlamda da Aronofsky’nin filmindeki varoluşu da tersyüz ediyordu
Kim usta. “Anne!” filminde; “Tabiat Ana”, “Tanrı”, “Âdem”, “Havva”, “Kabil”,
“Habil”, kaos, kıyamet ve yeniden oluş vardı. Ev, dünyaya metafor
yapıyordu. Her kıyametten sonra da her şey yeni baştan kuruluyordu. Kim ustanın
filminde de bu gemi dünyaya metafor yapıyordu. Bu iki filmde de gerçeküstücü ve
varoluşçu bir ruh vardı. Kim usta, kıyameti ve sonrasını vahşi bir görsellikle
yansıtarak insandaki (genelde erkeklerdeki) kötü ve karanlık tarafları
gerçeküstücü ve varoluşçu bir anlatımla perdeden yansıtmayı başarıyordu. Sadece
bununla kalmayıp, Hıristiyan inancını da karakterler üzerinden sarsmayı
sürdürüyordu film boyunca. Hem de zihinsel bulanıklıklar yaratarak. Bu
film bir de ustanın en küfürlü filmlerinden biriydi ayrıca.
“İnsan...” II. Dünya Savaşı’ndan kalma bir
savaş gemisiyle insanlar neden bir yolculuğa çıkmak isterlerdi? Heyecan olsun
diyedir belki de. Kamera, ön jenerikle beraber bulutların arasından denizde yol
alan gemiyi yansıtıyordu önce. Gemi yanılsamayla uçuyormuş hissi de veriyordu.
Yaylıları öne çıkartan, altta da org tınısının duyulduğu gergin müzik her yeri
kuşatıyordu. Ardından yeni evli çift Eve (Mina Fujii) ve Takashi (Joe Odagiri)
yansıyordu. Balaylarını bu savaş gemisinde geçirmek istemişlerdi. Hep örgülü
beyaz elbise içindeki Eve (Havva) mutluydu bu eski savaş gemisinde. Temizliği
ve masumiyeti simgeliyordu bu beyazlık. Meryem Ana da hep beyazlar içinde
tasvir edilmişti. Gemide uçaksavar topu da vardı. Yeniyetme gençler
eğleniyorlardı. Takashi, bu gemide çok fazla kan kokusu aldığını söylüyordu
Eve'e. Eve de “Burada çok insan öldü değil mi”, diye soruyordu Takashi’ye.
Başlarda anlamlandırılması zor olsa bile derinlikte bu konuşmalar
anlamlaşacaktı. Takashi için bu gemi balayı için uygun değildi. Ama Eve,
bu gemiyi sevmiş. Güvertede Eve’in gözü birine ilişiyordu birden. Ünlü
politikacıydı o. Senatör (Lee Sung-jae) ve oğlu Adam da (Jang Keun-suk) bu
yolculuğa çıkmışlardı. Adam (Âdem), okulu yeni bitirmiş ve işe girmek için
babasının desteğini istemiyordu. Babası ünlü bir politikacı ve
nüfuzlu biriydi. Politikacı olmak istediğini söylüyor babasına Adam.
Oğlunun çalışmak istediği bir şirket hiç yok muydu? Şirket sahiplerin hepsi
senatörün tanıdığıydı. Adam, babasının desteğiyle değil, her şeyi kendisi
başarmak istiyormuş. Güney Kore, gelişmiş bir ülke olsa da yolsuzluk ve rüşvet
olayları yaygın olduğu için “gelişmekte olan ülke” olarak değerlendiriliyor.
1950’li yıllardan 1990’ların başına kadar askeri diktatörlükle yönetilen Güney
Kore'de yolsuzlukların kökü bu dönemlerde atıldı. Nepotizmin de. 1993’te
demokrasiye geçen Güney Kore, yolsuzlukları yine de yenemedi. Milli hâsıla
yüksek olsa da adil paylaşım tam yaşanamıyordu. Kuzey Kore’yle olan büyük
sorun, milliyetçiliği ve muhafazakârlığı canlı tutuyordu bu toplumda. Elbette
savunma bütçeleri de kabarıktı. Kim ustanın filmlerinde Güney Kore’nin
sosyo-ekonomik durumları zaman zaman fark ediliyordu. Ayrıca Kore’de de tıpkı
Çin'deki gibi Konfüçyüs düşüncesi egemendi yüzyıllar boyunca. Ama şimdi Güney
Kore’de halkın yarıdan çoğunun dini yoktu. Hıristiyanlık Kore’de Budizm
inanışının önüne geçmiş on yıllar sonra. Konfüçyüsçülük, inanış olarak en
altlara düşse bile “itaat” ve “biat” anlamında toplumun genlerine de işlemiş.
Baba-oğul konuşurken yanlarına gangsterler geliyordu. Çete reisi (Ryoo
Seung-bum), gangsterlere senatörü göstererek “geleceğin başkanı” olarak
tanıtıyordu. Senatör mahcup olmuş gibi yapsa da hoşuna gidiyordu bu yakıştırma.
Senatör ve oğlu oradan uzaklaşınca gangsterler de peşlerinden gidiyordu.
Çete reisi, tozları toplayan yaşlı adamın bardağını deviriyordu. Adam da
bardağı düzeltiyordu özür diler gibi. Ardından fahişeler yansıyordu. Fahişelik
de önemliydi. Hıristiyanlıkta Maria Magdalena’ya (Mecdelli Meryem’e) kadar
uzanıyordu bu. Yahudiler, günahkâr olarak Maria Magdalena’yı taşlarken (recmederken),
İsa da “Günahsız olan ilk taşı atsın” demişti Yahudilere.
Kaldıkları
süit kamarada Adam, bu adamları sevmediğini söylüyordu babasına. Senatör de
onların gangster olduğunu biliyordu. Yeri geldiğinde onları
kullanacağını da biliyordu senatör. Fahişeler, senatör ve oğlunun kaldığı
süit yeri fark edince isyan ediyorlardı onların ayrıcalıklarına. Kısa
kesimli küt saçlı fahişe (Ahn Ji-hye), “Senatörlerin iyi örnek olması
gerekmiyor mu”, diye soruyordu. Banyosu da içindeydi üstelik. Haksızlık değil
miydi bu? Fahişelerin yanına çete reisi ve adamları da geliyordu çok geçmeden.
Çete reisine göre haksızlık değildi. Çünkü senatör başkan adayıydı.
Gangsterlere göre bu kızlar, sadece kendilerini satan fahişelerdi. Kızlardan
biri, “Siz onurlu mu yaşıyorsunuz”, diyordu gangsterlere öfkeyle. Takashi ve
Eve de oraya geliyordu. Takashi kızları savunuyordu. Takashi ve Eve oradan
gittiklerinde lüks kamaralarında baba-oğul yansıyordu sonra. Adam da
kızlara hak veriyordu. Senatör de oğluna, “Onlar gibi köpek kafeslerinde
uyuyacak değiliz” diyerek kibrini gösteriyordu. Sonra Adam, o gangsterlerin kim
olduğunu soruyordu babasına. Babası mı tutmuştu onları? Adam, kargaşa
çıkarmasını istemiyordu onların. Senatör için gangsterler ileride işine
yarayabilir miydi? Senatör, herkesin bir statüsü olduğunu söylüyor oğluna. Bu
yüzden senatöre saygı gösteriyormuş gangsterler. Gangsterler, senatörün politik
gücüyle sağlam işlerin peşinde olabilirler miydi? Senatör için yetkinlik
önemliydi.
Ardından
kaptanın anonsu duyuluyordu. Kaptan (Sung Ki-yoon), yolculara hoşgeldiniz
diyordu önce. Bu anlamlı yolculuğa katıldıkları için de teşekkür ediyordu.
Beraberce bir haftalık yolculuğa da yelken açıyorlarmış. Kaptan, güvenli
yolculuk için yolcuların emirlere uymasını da istiyordu. Ardından topun
bulunduğu yer yansıyordu. Gençler yine orada eğleniyorlardı. Bu yolculuğun
herkes için güzel bir anı olmasını dileyen kaptanın sözlerinin ardından yaşlı
adamı gösteriyordu kamera. Ardından da denizde yola alan gemi yukarıdan çekimle
yansıyordu genel çekimle. Sonra da kamera, Eve ve Takashi’yi buluyordu.
Mutluydular. Eve, savaş topunda fotoğraf çektirmek istiyordu. Sonra derinlikte
yaşlı adam görünüyordu. Yaşlı adam biriken tozları bardağın içine topluyordu.
Eve bunu merak ediyordu. Yaşlı adam bunu neden yapıyordu? Yaşlı adam
konuşmuyor. Film boyunca da hiç konuşmuyordu. Sonra kamera, senatör ve oğlunun
olduğu yemek masasına gidiyordu. Çete reisi de masaya geliyor onlara katılmak
için. Kaptanın mekânındaydılar. Kaptan ve Adam da oraydılar. İyi yemekler ve
içkiler vardı masada. Çete reisinin söyleyecekleri vardı. O, senatörün oğlunun
ismini merak etmişti. Neden bilmek istiyordu? Çete reisi, senatörün rahat
yolculuk yapması için her şeyi de yapacaktı? Bu mükemmel yemeklerin olduğu
masanın ardından diğer yolcular yansıyordu. Onlar tabldot yemek yiyorlardı.
Sınıf farkları vardı. Eve, senatörle yanındakilerin farklı yemek yediklerini
fark ediyordu. Onların yanına gidip, “Hiç adil değil” diyordu. Onların süit
odaları bile vardı. Masada senatör olduğu için farklı yemek yiyorlarmış
masadakiler. Takashi de “Ne olursa olsun, neden her şey farklı”, diye soruyordu
masadakilere. Çete reisi de senatörün memleket için güzel şeyler yapacağını
söylüyordu Takashi’ye. Senatörün bu yüzden iyi beslenmesi gerekiyormuş.
Takashi de yüksek statüde olanların paylaşmasını bilmesi gerektiğini
vurguluyordu. Güney Kor’deki adaletsiz gelir dağılımına metafor yapıyordu
sanki. İyi yemeği ve odayı aldıktan sonra senatörün diktatörden farkı kalır
mıydı? Takashi, böyle şeylere göz yumdukça dünya daha berbat olduğunu da
söylüyordu. Takashi, kaptandan aynı şartlarının diğer yolculara da
uygulanmasını istiyordu. Çete reisi, Takashi’nin böyle konuşmasına
öfkeleniyordu. Ne cüretle böyle konuşabilirdi? Güvertedeki yolcuların da
sesleri yükselmeye başlıyordu. Onlar da bu ayrımcılığa karşıydılar. Kim usta,
bu anla, tepki gösteren ve itaat etmeyen Korelileri hayal ediyordu sanki.
Yolcuların tepkilerinin ardından senatör ayağa kalkıp özür dileyip yolcuların
haklı olduğunu söylüyordu. Yolcularla aynı yemeği yiyeceğini de belirtiyordu.
Ardından Takashi’ye dönerek, “Mutlu musunuz”, diye soruyordu senatör. Ya
senatörün kaldığı süit oda ne olacaktı? Kaptandan normal bir oda istese de
gemide hiç boş oda yoktu. Takashi ve Eve gittikten sonra senatör, Adam ve çete
reisi odaya geçiyorlardı. Çete reisi Takashi için, “O kibirli piçten hesap
soracağım” diyordu. Adam da “Meselelerimize karışmayı bırak” diyordu çete
reisine. Babasının imajı zedelenir idi. İyi bir imaj politikacı için önemliydi.
Çete reisi sadece yardım etmek istemiş. Adam da “Yaptığın hiçbir şey yardımcı
olmuyor” diyordu çete reisine. Odadan çıkan güneş gözlüklü çete reisi, Eve ve
Takashi’yle karşılaşıyordu. “Bir daha ortalığı karıştırırsan, ölürsün”
diye tehdit ediyordu Takash’'yi. Eve, “Tehdit mi ediyorsun”, diye soruyor çete
reisine. Sadece bir yanlışı düzeltiyordu kocası ve kendisi. Çete reisi, elini
Eve’in saçlarına götürerek, “Çok da tatlıymış” diyordu sırıtarak. Araya giren
Takashi, ona elini sürmemesini söylüyordu. Çete reisi, bir daha ona bulaşırsa
Takashi’yi denize atacağını söylüyordu tehdit ederek. Takashi ve Eve, oradan
uzaklaşıyordu hemen.
Genel plan
çekimle, günbatımında yol alan gemi yansıyordu sonra. Yaşlı adam mutfakta,
sebze ve yumurta alıyordu. Mutfak kapısından geçerken Eve onu görüyordu.
Takashi ve Eve, beraberce onu takip ediyorlar. Fonda da gerilimli müzik
duyuluyordu. Yaşlı adam kaldığı yere gelince, parlak kırmızı ışığın
aydınlattığı yerde yumurtaları yerleştiriyordu. Işık hem ısı hem de aydınlığı
azaltıyordu. Ardından da sebzeleri içinde kum olan plastik bardaklara
koyuyordu. Düzeneğiyle de bardaklara su da damlıyordu. Ardından kamera barbut
oynayanların yanına gidiyordu. Orada iki genç çift, Gyu-ri (Park Se-in) ve
Su-hyun da (Ahn Philip) vardı. Fahişeler de oraya geliyordu. Müşteri
arıyorlardı. Güzel Gyu-ri, sevgilisinin oynamasını istemiyordu. Onların
dolandırıcı olduğunu hissetmişti sanki. Her zaman olduğu gibi önce oynayan
kazanıyor, ardından da kaybetmeye başlıyordu. Su-hyun da öyleydi. Çete reisi ve
adamları da vardı. Uyuşturucu ve içki de vardı maslarında. Fahişeler para
istiyorlardı önce onlardan. Parasız olmazdı. Para verilince saçı küt kesimli
fahişe soyunmaya başlıyordu hemen. Bu anda renkli loş ışıklar düşüyordu mekâna.
Çete reisi bunlar olurken oradan çıkıp gidiyordu. Gecenin içinde gençler de
bira içip eğleniyorlardı. Kızlardan konuşuyorlardı. Gençlerden biri, “Mi-young
beni severdi” diyor. Mi-young hepsini birden mi seviyormuş? İçlerinden birinin
gözü Eve’e takılıyor. Yanında Takashi de vardı. Onu kim ele geçirirse, onu
ilk “düzen” o olacaktı. Ardından fahişeler yansıyor. Fahişelerin zevk
çığlıkları kuşatmıştı mekânı. Kamera, sağa doğru çevrinme (pan) yaparak bu anı
görselleştiriyordu. Sonra kamera barbut oynayanları yansıtıyordu. Kazanan
Su-hyun bu defa üst üste kaybediyordu. Gyu-ri, onların hile yaptıklarını
anlıyor ve sevgilisini engellemeye çalışıyordu. Su-hyun da kumar oynatanla
oradaki adamın bir olduklarını anlıyordu. Kısa süren kavganın ardından genç
çift oradan uzaklaşıyordu sonra. Ardından kamera kaptan köşküne gidiyordu.
Kaptan, mürettebatını uyarıyordu gangsterler konusunda. Bela çıkartabilirler
idi. Ardından kapı açılıyor. Küt saçlı fahişe içeri giriyordu birden. İçkisi de
vardı. Kaptan ekibinin çıkması için işaret veriyor. Kaptan da insandı ve
ihtiyacı vardı buna.
Gecenin
içinde kamera, güvertede senatör ve çete reisini buluyordu. Çete reisi,
senatöre kadınlardan birini getirmek istiyordu. Çete reisi için, “Büyük
tutkulara sahip olmak, büyük arzulara sahip olmak” demekti. Çete reisi, isim
vermeden onu, Eve’i senatöre getireceğini söylüyordu. Senatör buna
gülümsüyordu. Çete reisi için, senatörün sözleri bu gemide kanun sayılırmış.
Çete reisi, senatörden odasında içkisini hazır etmesini istiyor. Senatör
de Eve ile olmayı arzuluyordu. Çete reisi oradan ayrıldıktan sonra Adam,
gangsterlerden uzak durmasını hatırlatıyordu babasına. Senatör için onlar işe
yarıyordu sadece. Kamera, Eve ile Takashi’nin sevişmesini gösteriyordu önce.
Ardından gangsterler geliyordu. Gangsterler Takashi’yi de vahşice
dövmeye başlıyorlardı. Çete reisi, yerde acıyla yatan Takashi’ye, “Yumruğumu
bunun için mi kullanayım”, diyordu. Çete reisine göre eğitimliler pislik
gibiydiler. Takashi ellerinden kaçmayı başarıyordu. Ama çete reisi Takashi’yi
pusuya düşürerek bıçaklayıp öldürüyordu. Gemideki ilk cinayetti bu. Koridorda
birden Adam yansıyordu. Adam, Eve’i gangsterlerden kurtarmak için kavgaya
tutuşurken, Eve de kaçmayı başarıyordu. Peşine de çete reisi düşüyordu. Eve’i
yakalayıp bir odanın içine sürükleyen çete reisi, Eve’e vahşice tecavüz
ediyordu. Eve bayılıyor. Yaşlı adam da müdahale etmeden bu olanlara tanıklık
ediyordu. Ardından iki genç sevgili Gyu-ri ve Su-hyun yansıyordu güvertede.
Beraber yazı yazarlarken, yanlarına yeni yetme dört genç geliyordu. Diğerleri
Su-hyun’u döverken, diğer genç de Gyu-ri’yi odaya sürüklüyordu. Hepsi
odaya girip genç kadına tecavüz ediyorlardı. Çete reisi de omzuna attığı baygın
Eve’e senatörün süit odasına taşıyordu. Senatör de odadaydı. Senatör, “Benden
önce dokunmadın, değil mi”, diye soruyordu. Çete reisi sırıtarak odadan
çıkıyordu. İçkisini yudumlayan senatör, Eve’in dudaklarına uzanıyordu. Senatör
ve Eve çırılçıplak yansırken, senatörün, yüzüstü yatan Eve’e vahşice
tecavüzü yansıyordu. Yaşlı adam yine tanıklık ediyordu bu tecavüze de. Ardından
kaptan ve küt saçlı fahişenin sevişmesi yansıyordu yüzleri yansımasa da.
Gangsterlerin de diğer iki fahişeyle sevişmeleri yansıyordu. Çete reisi de süit
odanın kapısında bekliyordu. Yüzü yaralanmış Adam geliyordu yanına. Çete reisi,
adamlarının onu hırpaladığını anlıyordu. Adam, kendi meselelerine de
karışmamasını söylüyordu çete reisine. Odanın kapısı açıldığında dışarı
çıkan senatör oğluyla göz göze geliyordu. İfadesiz bir yüzle oradan
uzaklaşıyordu. Adam içeri girdiğinde sırıtan çete reisi kapıyı kapatıyordu
hemen. Yatakta yüzüstü baygın yatan çırılçıplak Eve’e görüyordu Adam. Eve’in
beyaz elbisesiyle üstünü örtse de güzelliğinden etkilenen Adam da tecavüz
ediyordu çok geçmeden Eve’e. Önce eli, Eve’in çıplak bacaklarına
uzanıyordu Adam’ın. Sonra da üstündeki beyaz elbiseyi kaldırıyordu. Eve’in tüm
güzelliği karşısındaydı. Yaşlı adam, bu tecavüzlere de tanıklık etmişti sadece.
Bu anlarda gerilimli bir müzik de duyuluyordu fonda. Kim usta, Eve’in
bacaklarını yer yer fetiş derecesinde perdeye yansıtmış. Tıpkı “Yay” filmindeki
genç kızın bacakları gibi.
Eve’e tüm
tecavüz anları hayvanların çiftleşmelerini çağrıştırıyordu. Fahişelerin
sevişmeleri ise daha erotik ve farklıydı. Ama hepsi de kışkırtıcı idi. Zaman
geçiyor. Gözlerini açan bitkin Eve odadan çıktığında tecavüze uğradığının
farkındaydı. Aklına Takashi geliyor. Sonra da gemide onu arıyordu. Fahişeler de
paraları bölüşüyorlardı. Öte tarafta savaş topuna meraklı yeni yetme gençler
Gyu-ri’ye tecavüz etmişlerdi. Dışarı çıktıklarında Su-hyun’a teşekkür bile
ediyorlardı. Gençler gittikten sonra Su-hyun, onu koruyamadığı için
sevgilisinden özür diliyordu sarılarak. Eve, Takashi’yi ararken,
güvertede senatör, çete reisi ve Adam yansıyordu gecenin derinliğinde. Çete
reisi, "Kız hamile kalırsa hangimizden olacak", diyordu. Suç
ortakları olarak onları içkiye davet ediyordu çete reisi. Takashi’yi arayan
Eve, iskele tarafında Takashi’nin tek ayakkabısını görüyor. Yerde kanlar
da vardı. Aşağısı denizdi. Denize bakarak ağlıyordu Eve. Onun denizde olduğunu
anlıyordu. Yaşlı adam da ağlayan Eve’i izliyordu. Eve kendini denize
atacakken yaşlı adam kurtarıyordu onu. Sonra Eve’i bayıltıyordu yaşlı
adam. Ardından tecavüzcü gençler, gangsterler, yolcular uyurken yansıyordu peş
peşe. Gyu-ri ve Su-hyun, Adam ve senatör de. Puslu görüntülerin içinde gemi
yansıyordu sarsıntılar içinde. Görüntü kararıyordu ardından.
“Uzay...” Gemi bulutların içinde havada
uçuyordu şimdi. Yerde yatan Eve uyanıyor. Ayağa kalkıp baktığında geminin
havada olduğunu görüyordu. Aşağıda bulutlar vardı. Yanına Adam geliyor. Fonda
da piyano tınıları duyuluyordu. Geminin dümen yerinde de mürettebat telaş
içindeydi. Kaptan da geliyor. Kimse ne olduğunun farkında değildi. Yolcular da
telaşla güverteye koşuyorlardı ne olduğunu anlayabilmek için. Altlarında hiçbir
şey yoktu. Gangsterler de oraya geliyor. Gemi havada uçuyordu. Gemi bulutların
içinden geçerken “Uzay” yazıyordu görüntü üzerinde. Yolcular, denizin nereye
gittiğini sorarken yukarıda yaşlı adam da onlara bakıyordu. Eve, yaşlı
adamı görüyor. Bir şeyler hissediyordu. Kaptan da telaşla
anons yapıyordu yolculara. Sakin olmalarını istiyordu onlardan. Bu acil
bir durumdu bu ve radar da çalışmıyordu üstelik. Kaptan ne olduğunu öğrenmeye
çalışacaklarını da söylüyordu. Kamera, yaşlı adamın kaldığı yere gidiyordu
sonra. Kapı açılıyor. Gelen Eve idi. Yaşlı adam kutuyu açıyor. İki civciv
yumurtalarından çıkmıştı. Kutunun içine kırmızı ışıklar düşüyordu. Yaşlı adam
pet şişeden yaptığı saksıya diktiği bitkiye bakıyordu. Müzik de
gergin duyulmaya başlıyordu şimdi. Eve’in de gözleri raflardaki bitkiler
üzerinde dolaşıyordu şaşkınlıkla. Sonra da “Beni neden durdun” diye soruyordu
yaşlı adama. Neden ölmesine izin vermemişti? İçinde toprak ve büyüyen bitki
olan plastik saksıyı Eve’e uzatıyordu yaşlı adam. Eve, “Nerede olduğumuzu
biliyorsun değil mi”, diye soruyor. Yaşlı adam, içinde toprak olan başka bir
pet saksıya tohumlar atıyordu. Bu anlar derinlikte anlamlaşacaktı. Eve’e de
tohumlar atılmıştı.
Kaptan
köşkünde de telsizci “Alfa? Ben Bravo” diye bağlantı kurmaya çalışıyordu. Başka
frekanslarla da bağlantı kurmaya çabalıyordu telsizci. Oraya senatör ve
gangsterler de geliyor. Senatör kaptana, “Bu daha önce oldu mu”, diye
soruyordu. Daha önce sadece siste kaybolmuşlardı. Ama denizin daha önce
kaybolduğunu hiç görmemişlerdi. Senatör, ne kadar yemek kaldığını soruyor
kaptana. Sadece bir hafta yetecek kadardı. Senatör, çete reisine kendisini
takip etmesini istiyor sonra. Gangsterler, senatörün adamı gibiydiler şimdi.
Kaptan yardımcısı (Hwang Gun), onların gıda stoğunu devralmaya çalıştıklarını
söylüyordu kaptana. Bu gemi onlarındı ve gıda kontrolü de ellerindeydi kaptana
göre. Yaşam savaşı da başlayacaktı şimdi. Hayatta kalma içgüdüsü idi bu. Gemide
kaos da başlamıştı. Yolculardan bir kısmı kilerin kapısını kırmaya
çalışırlarken, senatör ve gangsterler geliyordu oraya. Çete reisi, geri
çekilmelerini söylüyordu onlara. Gangsterler üzerlerine yürüyordu yolcuların.
Fahişeler ve yeni yetme gençler de vardı orada. Kaptan geliyor ve
sakinleştirmeye çalışıyordu yolcuları. Yiyecek tedarikini gemi mürettebatı
yönetecekti. Gangsterler mürettebata saldırırken, senatör araya girip gıda
tedarikini üstüne alıyordu. Kaptan ne olacaktı? Kaptan, gıdanın eşit
dağıtılacağını söylüyordu yolculara. Senatör, gangsterleri gösterip onlarla
yöneteceklermiş her şeyi. Mafya-siyaset işbirliğiydi bu. Kaptan kabul
etmiyordu bunu. “Bu acil bir durum” diyordu. Bu yüzden kendisinin yönetmesi
gerektiğini söylüyordu senatör. Kaptana birlikte yönetmeyi teklif ediyor
senatör. Çete reisi öfkeleniyordu buna. İktidar bölüşülemezdi. Çete reisi,
erzaka dokunanı vurun, diyordu adamlarına. Küt saçlı fahişe, “Kaptanımız var,
sizi patron yapan kim”, diye soruyordu. Yolcular da gangsterlere karşı
çıkıyordu. Gıdayı gangsterler yönetirse hep beraber ölürlerdi. Birlikte
gangsterleri alt edebilirlerdi. Saldırıya geçerlerken, çete reisi tabancasını
çıkarıyordu. Beğenmeyen biri varsa şimdi öne çıkabilir miydi? Senatör, çete
reisinin yanına gelip silahını indirmesini söylüyor. Yolculara, kendilerine
güvenmelerini söylüyordu senatör. Odalarına çekilebilirlerdi. Ülkesi için
çalışıyordu senatör. Yolcular ikna olup gittikten sonra senatör kaptana
kahvaltı vermesini söylüyordu. Ama ikiye bölerek olacaktı. Sadece pirinç
toplarını vermesini emrediyordu kaptana. Yolcu haklarını çiğnemek değil miydi
bu? Kaptan itiraz edince araya çete reisi giriyordu. Bu bir sıkıyönetim idi.
Senatörün, tüm tecrübeleriyle hepsini kurtarmaya çalıştığını da söylüyordu çete
reisi. Kaptan, tüm mürettebatının acil durumlar için eğitildiğini söylese de
çete reisinin tabancası vardı. Yemek az olduğu için birilerinin ölmesi de işine
gelirdi çete reisinin. Hiçbir şey yolunda gitmezse sorumluluk senatör ve
gangsterlerin idi. Kaptan böyle diyordu onlara. Çete reisi, eti bol yemek de
istiyordu kaptandan.
Ardından
kamera kaptanın odasına gidiyordu. Kaptan yardımcısı, yemeği onların
yönetmesine izin vermemeleri gerektiğini söylüyordu kaptana. Onların silahları
vardı. Kaptan şimdilik böyle devam etmesini istiyordu.
Mürettebatına gemide silah olup olmadığını araştırmalarını da söylüyordu.
Bu savaş gemisiydi ve bir yerlerde silah olabilirdi. Yolcuları korumak için
hazırlıklı olmalıydılar. Öte tarafta gangsterler askeri kamuflaj elbiselerini
bulup giyiniyorlardı. Çete reisi de kamuflaj giyiniyordu. Mürettebat da silah
arıyordu gemide. Mutfakçılar da yemek veriyordu yolculara az miktarda. İtiraz
edenlerin karşısında ellerinde cop gibi kullandıkları sopalı gangsterler vardı.
“Sopa”, İtalyan faşizminin simgesiydi. “Faşist” kelimesi Roma’da ucunda baltaya
bağlanmış sopa anlamına gelen “fasces” kelimesinden geliyordu. Bu,
yöneticilerin geniş yetkilerini simgeliyordu. “Birlikten güç doğar” düşüncesini
de simgeliyordu. Fahişeler, yeni yetme gençler ve diğer yolcular kendilerine
verilen az yemeği yiyorlardı koridorda yerde oturarak. Su-hyun, sevgilisi
Gyu-ri’yle yiyeceğini paylaşmak isterken yansıyordu. Yaşlı adam ve Eve de
oradaydı. Aralarında elleri sopalı gangsterler dolaşıyordu. Su isteyenler de
oluyordu gangsterlerden. Ardından gangsterler senatör, Adam ve çete reisinin
olduğu odaya geliyorlardı. Masada mükellef yemekler vardı. “Koca Adam” (Lee
Yu-jun) isyan ediyor ve oraya geliyordu. Mükellef masayı da görüyordu.
Gangsterler ona saldırırken diğer yolcular da geliyordu oraya. Onlar da masayı
görüyorlardı. Çete reisi kendince açıklama yapıyordu onlara. Bu krizi aşmak
için, becerikli bir adama ihtiyaçları varmış. Görevli olarak senatörü aday
gösteriyormuş. Kendisi, bu emirlere Tanrı emri gibi de uyacakmış. Onların da
uymasını söylüyordu. Orada, Eve ve yaşlı adam da vardı. Senatör konuşmaya
başlıyordu sonra. Seçimlerdeki propaganda gibiydi konuşması.
"Vatandaşlarım" diye başlıyordu konuşmasına senatör. Asla hayal
edemeyecekleri bir yerdeymişler. Nefes alacakları hava ve dayanabilecekleri
yakıtları ve ancak bir hafta yetecek yiyecekleri varmış. Ya bu süreden sonra?
Açlıktan ölecekler miydi? Senatör, olağanüstü hâl ilan ediyor gemide. Yolcular
bunu sıkıyönetim olarak yorumluyorlardı. Senatörün buna hakkı yoktu. Senatör,
vatanları için birçok sorunu çözmüş. Zaman kazanmak için de yiyeceğin yarısını
kısmış. İtiraz eden yolcular, onların neden farklı yemek yediklerini
soruyorlardı. Çete reisi tabancasını çıkartıp, canlarını dişlerine taktıklarını
söylüyordu yolculara. Senatör, hayatlarının tehlikede olduğu söylüyor
yolculara. Bu yüzden de protestoları hoş görmeyeceğini de.
Yemek
artıklarını toplayan yaşlı adam yansıyordu sonra. Ardından da kamera, kaptan
köşküne gidiyordu. Kaptan yardımcısı telsizle yardım çağrısı yapıyordu. Kaptan
da oradaydı. Senatör ve çete reisi de oraya uğruyorlardı. Gelişme yok muydu?
Senatör de kaptana emir veriyordu. Tüm enerjiyi korumalarını ve kalan yakıtı da
rapor etmesini söylüyordu. Çete reisi, bu sözlere kısık sesle cevap veren
kaptana gücünü gösteriyordu tekme atarak. Kaptan, böyle devam ederlerse isyan
çıkacağını söylüyordu senatöre. Bütün yiyeceği onlar yiyordu, yolcuların yemeği
kısılıyordu. Zor kullansalar da insanlar buna dayanabilirler miydi? Çete reisi
bir defa daha kaptana tekme savuruyordu. Senatör de “Bütün yemekleri yeriz,
bittiğinde de birbirimizi” diyordu. Yamyamlıktı bu. Derinlikte anlamlaşacaktı.
Senatör de kaptana, “Cehennemi görmek istemiyorsan, dinle” deyip tokat
atıyordu. Sonra da gangsterlere, yiyecek bittiğinde mürettebatı açlıktan
ölenlere atmalarını da söylüyordu. Senatör, “Bizi mahvetmek için bu garip yere
siz getirmediniz mi”, diye ima ediyordu kaptana. Kaptan ve mürettebatı
daha önce bunu görmemişlerdi. Kaptan, “Belki Tanrı bizi sınıyor” diyordu
senatöre. Senatör, “Tanrı mı, ne Tanrısı, sınamak mı”, diyor alaycı sözlerle.
Kaptan, yemeğin ne zaman tükendiğini biliriz derken, senatör bir tokat daha
atıyordu kaptana. Senatör, “Tanrı diye bir şey yok” diyordu öfkeyle. Senatör
bunu derken, “Tanrı’yı öldüren” Nietzsche akla geliyordu. Nietzsche, “Tanrı
öldü. Geriye bir ölü kaldı. Onu öldüren biziz” demişti. Ama hâlâ gölgesi de bekliyordu
uzaklarda. Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” felsefe-romanıyla daha
yaygınlaştı Tanrı’nın ölümü. Bu söz ilk defa “Şen Bilim” felsefe kitabında
geçse de. Senatör, yiyeceği bir öğün vermesi için kaptana emir veriyordu.
Yiyecek dörtte bire inecekti. Çete reisi, kaptanın ayağına bir tekme daha
vuruyordu “Anladın mı”, diyerek.
Yaşlı adam
da yemek artıklarını yoğururken yansıyor ardından. Eve de oradaydı. Eve,
raflara dizilmiş petten saksılara dikilmiş bitkilere bakarken, kamera da sola
çevrinme yapıyordu onun bakışlarıyla. Eve, “Yemeğimiz bittiğinde bunları mı
yiyeceğiz”, diye soruyordu yaşlı adama. Bunlar ne zaman büyüyeceklerdi? Bu
kadar insana yeter miydi? Yaşlı adam sadece gülümsüyordu. Bitkileri ekmek için
yeterli toprak da yoktu Eve için. Ardından parlak ışıklar üzerlerine düşen
civcivler yansıyordu. Gerçeküstücü görsellikle kırmızı ışıklar patlıyordu
üzerlerinde. Sonra da kaptan köşküne gidiyordu kamera. Yardımcısına silahları
soruyordu kaptan. Her yeri arıyorlardı. Kaptan, “UDT”nin bodrumdaki depolarını
kontrol etmelerini söylüyor. Mürettebattan elemanlar depoya gidiyorlardı.
Mürettebattan biri kutu içinde el bombaları buluyordu. Trajedinin de başlangıcı
mıydı bu? Bulduklarını kaptana götürüyorlar. Kaptan buna seviniyor. Bombalarla
onları havaya uçurabilirler idi. Yardımcısı endişeliydi. Ya hepsi patlarsa, onlarla
ölmezler miydi? Tek tek kullanacaklardı. Ardından koridorda yerde oturmuş
nevalelerini yiyen yolcular yansıyordu. Aralarında fahişeler de vardı. Eve de
oradaydı. Sonra ayağa kalkıyor, öfkeliydi. Ardından mükellef masa yansıyordu.
Senatör, Adam ve çete reisi vardı masada. Gangsterler de oradaydı. Yemek
yemeyen Adam, “İyi şeyleri sadece biz yersek ne olur”, diye soruyordu. Hepsi
açlıktan ölecekti. Senatör de yaşadıkları sürece, statülerini ve haysiyetlerini
koruyacaklarını söylüyordu oğluna. Eve, onların yemek yediği yere geliyor.
Peşinde de diğer yolcular vardı. “Neden siz her istediğinizi yiyorsunuz”, diye
soruyordu. Haksızlık değil miydi bu? Çete reisi de ayağa kalkıp üstüne
yürüyordu genç kadının. Adam da Eve’i koruyordu. Çete reisi de “Suç ortağı
değil miyiz”, diyordu imalı sözlerle Adam’a.
Ardından
Eve, yaşlı adamın kaldığı yere gidiyordu. Saksılara toprak koyuyordu yaşlı
adam. Eve de yardım ediyordu. Oraya Adam da geliyor. Ev’in yanına geldiğinde
Adam, “Onları, erzak bittiğinde yemek için mi yetiştiriyor”, diyordu Eve’e.
Büyümeleri iki ayı bulurdu. Aç kaldıklarında yetişmezdi. Kendine bakan Eve’in
öfkeli bakışlarını fark ediyordu Adam. “Gangster, suç ortağı diyerek neyi
kastetti”, diye soruyordu Eve. Kendinde değilken biri ona dokunmuş. O, Adam
mıydı? Adam özür diliyor tecavüzü için. Özür affeder miydi bu suçu? Eve öfkeyle
ve tokatlıyordu Adam'ı. Adam açıklama yapmak istedikçe Eve ona tokat atıyordu
hep. Yaşlı adam yansıyor sonra. Büyük su vanasını açıyordu. Kovaya su
dolduruyordu. Eve de şaşkınlıkla onu izliyordu. Koku her tarafı sarmıştı. Biri
tavuk, diğeri horoz yansıyor ardından. Büyümeye başlamıştı civcivler. Bu
da metafordu. Âdem ile Havva’yı çağrıştırıyorlardı. Onlar da tavukların soyunu
artıracaklar idi. Yaşlı adam, bez içinde insan dışkısı ve idrarını kovanın
içine sıkıyordu. Eve, “Dışkı ve idrarı neden ayırıyorsun”, diye soruyordu
merakla. Suyu saksılara döküyordu yaşlı adam. Eve, idrarın bitkilere iyi geldiğini
de duymuş. Fonda gerilimli müzik duyulurken, yaşlı adam içinde toprak olan
plastik bardaklara tohum ekiyordu. Meyve dikiyordu. Meyvenin büyümesi yıllar
alırdı. Nasıl yiyeceklerdi onları?
Yolculardan
biri, sopayı alıp kapısı açık kilerden içeri giriyordu. İçeride bir gangster
tıkınıyordu. Başka yolcular da vardı. Nöbetçi gangsteri sopayla bayıltıp ve
konservelerden alıyorlardı. Çok geçmeden gangsterler, soygunu yapan yolcuları
buluyorlardı. Çete reisi de oradaydı. Sopalarla onlara vahşice vuruyorlardı.
Senatör ve Adam da oraya geliyordu hemen. Diğer yolcular da yansıyordu. Eve ve
yaşlı adam da aralarındaydı. Erzaka dokunanların sonu böyle olacaktı. Çete
reisi böyle söylüyordu. Hırsızlara da iki gün yiyecek verilmeyecekti. Ardından
senatör ve çete reisi başka bir yere geçiyorlardı. Senatöre açıklama yapıyordu
çete reisi. Erzakı çaldıkları için cezalandırmış onları. Senatör, çete reisinin
omuzuna hafifçe dokunarak onu kutluyordu. Ama açıklamaları da vardı. Senatör
konuşurken, kamera da senatörün ağzını yakın planla yansıtıyordu. Konuşması
borudan dışarı doğru yankılanıyordu. Senatör, insanların açlıktan
çıldıracaklarını söylüyordu. O zaman insanlar onlara saldıracaklardı.
Konuşmaları kaptan ve mürettebatı dinliyordu. Silahlanmaları gerekiyordu.
Ardından çete reisi tabancayı çıkartıp senatöre doğrultuyordu. Tabancanın
şarjörüne kurşun koymaya başlayan çete reisi, tabancayı senatöre veriyordu.
Senatörün güvenliği önce gelirdi. Tabancayı alan senatör, kaptanın da
kendilerinden yana olması gerektiğini söylüyordu. Önce kaptan ve mürettebatını
bastırmak gerekiyormuş. Konuşmaları dinleyen kaptan, onlara güvenilmeyeceğini
ve el bombalarının kullanılması emrini veriyordu. Kapıdan dışarı çıkan Eve de
güvertede Adam'la karşılaşıyordu. Adam yine ondan özür diliyordu. Bu suç
affedilebilir miydi? Eve, öfkeyle onun yanından uzaklaşıyordu.
Kapısında “Yasak
Bölge” yazan odadan içeri gangsterler girerken yansıyordu. İçeride baltalar,
satırlar vardı. Kapının penceresinden Eve onları izliyordu. Ardından açlıktan
bitkin yolcular yansıyordu güvertede. Kendilerine verilen az yemeği yiyorlardı.
Fahişeler de oradaydı. Güvertenin üst tarafında senatör, Adam ve çete reisi
mükellef masadaydılar. Tavuk yiyorlardı. Senatör, tavuk parçasını aşağı atarken
Adam engel olmak istese de senatör tavuk parçasını aşağı atıyordu. İnsanlar
tavuk parçasına doğru koşturuyorlardı birbirlerini ezerek. İnsanlık için iç
burkucu bir andı bu. Açlığın acıması yoktu. Eve ve yaşlı adam da bu trajediyi
sessizce izliyorlardı. Kaptan ve mürettebatı da bunları izliyordu. Buna
dayanamayan Eve, masanın yanına gidip senatöre, “Ne yapıyorsun sen”, diye
soruyordu öfkeyle. Bütün yiyeceği onlar mı alacaktı? Silahlarını bile görmüştü
Eve. Sonra da onlara, yiyecekleri adil olarak dağıtmalarını söylüyordu. Oyuncak
asker gibi de davranmayın, diyordu Eve. Bu sözlere kızan çete reisi ayağa
kalkıp, sen de mi ölmek istiyorsun, diyordu. Aklına Takashi gelen Eve, “İblis”
diyerek çete reisine saldırıyordu. Adam, kurtarıyordu Eve’i. Çete reisi, Adam’a
vuracakken, onları durduran senatörün sesi duyuluyordu. Çete reisine onları
bırakmalarını söylüyordu.
Bu kaos
sürerken, Su-hyun kiler önünde beklerken, bir gangstere sesleniyordu. Su-hyun,
gangstere (Tae Hang-ho) para verip yiyecek alıyordu. Yeni yetme gençler de buna
tanık oluyordu. Su-hyun ve sevgilisi Gyu-ri yemeklerini yerlerken, gençler de
rüşvet alan gangstere saldırıyorlardı. Ardından da iki sevgilinin yiyeceklerini
alıyorlardı. Kavgayı gören diğer yolcular da oraya geliyorlardı. Her şey birkaç
lokma yiyecek içindi. Kendisi de gençliğinde çok aç kalan Norveçli yazar Knut
Hamsun’un (1859-1952) “Açlık” romanını akla getiriyordu. Ama tam tersindendi. “Açlık”
romanı, kendine Andreas diyen ve yazar olmak için mücadele veren onurlu bir
genç insanın açlıkla savaşını psikolojik ve yer yer de mizahi açıdan anlatan
büyük bir romandı. Modern edebiyatın da öncüsüydü. Kim ustanın
filminde açlık karşısında mağlup olan insanları eleştirmeli miydi? Açlık,
insanı mağlubiyete sürükleyecek yenilmez bir güç idi. Kim ustanın filmindeki
açlık çeken insanlar da onurluydu. Sistem, gemideki sistem, bu durumları ortaya
çıkarıyordu. Eşitsizlik ve adaletsizlik vardı. İsyan edilse bile güç karşısında
geri çekilme ve görünüşte insan onurunun ayaklar altına düşüşü vardı. Bu, o
insanların kabahati değildi. Yazar Hamsun, Nazi hayranı oldu hayatının sonraki
yıllarında. 1920’de aldığı Nobel’i de Goebbels’e göndermişti. Ülkesi
Nazilerce işgal edilmesine rağmen Nazileri savunmuştu yazar. Yiyecek kavgası
sürerken gangsterler de geliyordu oraya. Çete reisi de vardı aralarında. Bu
yiyecekleri nereden aldıklarını soruyordu. Çete reisi yerde yatan gangsteri
görüyordu. Elinde de paralar vardı. Fonda da etkileyici gerilimli müzik
duyuluyordu. Çete reisi, kaçan elemanının peşine düşüyordu. Kaçan gangsterin
karşısına senatör çıkıyordu. Çete reisi, adamını tokatlamaya başlıyordu. Adam
da oraya geliyordu. Ardından senatörün karşısına geçen çete reisi, senatörden
özür diliyordu. Senatör de çete reisine birkaç tokat atıyordu. Gangsterlerden
biri senatöre öfkeleniyordu birden. “Biz olmasak çoktan ölürdünüz”, diyor
sinirli gangster. Senatör ona silah doğrulttuğunda, çete reisi bir defa daha
özür diliyordu senatörden. Senatör, onlara örnek olmalarını söylüyordu.
Gangsterler yemeği parayla mı satıyorlardı? Çete reisi, bir daha karışıklık
olmayacağını söylüyordu senatöre. Senatörde silah vardı. Senatör gittikten
sonra sinirli gangster, biraz yemek çalındı diye bunun fazla olduğunu
söylüyordu reisine. Çete reisi de neden kendisine vurmasına izin verdiği için
rüşvet alan adamına tokat atıyordu öfkeyle. Sinirli gangster, neden senatöre
boyun eğmek zorunda olduklarını soruyordu çete reisine. Burada en güçlü
onlardı. Neden ona tabancayı vermişti? Tüm kurşunları da vermiş miydi? Onlara
bir daha vurursa, senatör karşılığını alacağını da söylüyordu sinirli gangster.
Kamera senatörün odasındaydı şimdi. Senatör, Adam ve çete reisi vardı. Senatör,
çete reisinin kadehine içki dolduruyordu. İçkiyi içen çete reisine, “Acıyor mu”,
diye soruyordu senatör. Kendileri örnek olmalıydılar. Çete reisi de “Benim de
onurum ve sınırım var” diyordu senatöre. Senatörden saygı bekliyordu. Gülümseyen
senatör, çete reisinin saçlarını okşuyordu.
Ardından
kamera, Eve’in olduğu yere gidiyordu. Tozları karton bardağa toplayan Eve’in
yanına Adam geliyor. Yemek bitene kadar yetişecekler miydi sebze ve meyveler?
Eve de “Herkesi değil, ama birini besleyecek” diyordu Adam'a. İhtiyarı mı
besleyecek idi bu yetişen yiyecekler? Eve, “Bilmiyorum” diyordu. Onları
yetiştirilmesinin bir sebebi olmalıydı Adam'a göre. Eve, yaşlı adamın nerede
olduklarını bildiğini söylüyordu. İhtiyar, hiçbir şey söylemiyor, sadece
gülüyormuş. Ardından Eve, yaşlı adamın yanına gidiyordu. Az toprak
toplamış Eve’e gülümseyen yaşlı adam, açan çiçeği gösteriyordu
Eve’e. Eve’in birden midesi bulanıyor. Yaşlı adam başını Eve’in karnına
dayıyordu ardından. Ona içmesi için içinde idrar olan bardağı uzatıyordu yaşlı
adam. Hamile olduğunu anlayan Eve, ağlamaya başlıyordu. Masanın üzerindeki
bıçağı alan Eve, intihar etmek istiyordu. Yaşlı adam, Eve’in elindeki bıçağı
yere düşürüyor. Hıçkırıklarla ağlayan Eve, “Bana olanlardan haberin va”,
diyordu yaşlı adama ağlayarak. Bu bebeğin günahkâr olduğunu da söylüyordu Eve.
Ardından büyümeye başlayan iki civciv yansıyordu. Kamera “high angle/yüksek
açılı” çekimle, Eve ve yaşlı adamı gösteriyordu. Civcivler de vardı. Yakın
çekimle yaşlı adamın eli Ev’'in karnına uzanıyordu. Kamera, yukarı doğru “tilt”
yaparak Eve’in yüzünü gösteriyordu. Yaşlı adam onu ellerinden bağlamıştı. Fonda
da gerilimli müzik duyuluyordu. Eve için bu iğrenç bir şeydi. Bu bebek,
şeytanların tohumuydu. Bu pislikten kıymetli bir hayat mı doğacaktı? Bu bebeği
doğurmak istemiyordu Eve. Yerdeki bitkiyi alıp içinde toprak olan pet şişeden
saksıya dikiyor yaşlı adam. Ardında da ağlayan Eve’e uzatıyordu
saksıyı.
Kamera,
fahişelerin kaldığı odaya gidiyordu sonra. İki gangster geliyordu odalarına.
Sinirli gangster de vardı. Getirdikleri yiyecekleri fahişelere
veriyorlardı. Fahişeler tüm açlıklarıyla yerlerken, gangsterler de onları
okşuyorlardı. Adam oradan geçerken pencereden olanları görüyordu. Adam’ın
yanına çete reisi de geliyordu. “Kız mı lazımdı”, diyordu ona. Adam oradan
giderken, Adam’ın da farklı biri olmadığını söylüyordu çete reisi. Kendilerine
benzediğini ima ediyordu. Hepsi bu yerde öleceklerdi. Hayat, ölene kadar
her istediğini sağlamakla alakalıydı onun için. Adam, yüzleştiği bu
kelimelerden kaçar gibi uzaklaşıyordu oradan. Ardından kamera, su sızdıran
boruyu gösteriyordu. Kamera, yaşlı adamın kaldığı mekândaydı şimdi. Eve de
oradaydı. “Bunu yapamam” diyordu Eve. Bebeği doğurmak istemiyordu. Belki
de Takashi’dendi gelecek bu bebek. Bu yüzden zarar vermeyecek idi bebeğe.
Yaşlı adam da Eve’in bağladığı yerden çözüyordu. Sonra da su damlayan yere
petten bardağı koyan yaşlı adam, parmağını suya batırarak Eve’in önce alnına
dokunuyor, sonra da burnuna ve ellerine. Sanki onu takdis ediyordu. Oraya gelen
Adam da bu anı görüyordu. Ardından kamera güverteye çıkıyor. Açlıktan bitkin
düşmüş yolcuları yansıtıyordu. Fahişelerden biri (Son Fe-ya) aralarından
geçerken, kaptanın anonsu duyuluyordu. Kamera, bir an fahişenin gözleriyle
yansıtıyordu yolcuları. Anonsta, bugün yemek verilmeyeceği söyleniyordu.
Yemekler üç günde bir verilecekti. Diğer fahişeler de yansırken, kamera da yere
yakın dururken, hafif sağa yatık kamera çerçevesiyle yansıtıyordu fahişeleri
arkadan gösterirken. Sinemada bu çekim türüne “Dutch angle/Hollanda açısı”
deniliyordu. Bu çekim tekniği Alman dışavurumcu sineması içinde doğmuş ve
“Deutsch angle” olarak anılıyordu. Ama İngilizce konuşulan ülkelerde dil
sürçmesiyle ismi değişmişti. BU teknik, Robert Wiene’nin 1920 yapımı
siyah-beyaz ve sessiz “Das Cabinet des Dr. Caligari-Dr. Caligari’nin
Muayenehanesi” filminde fark edilmişti ilk. Anons sürerken, yolculardan biri de
“Eminim kendi midelerini dolduruyorlar” diyordu. Yeni yetme gençler de
onlara bakmaya gidiyorlardı. Ardından mükellef bir sofra yansıyordu masada.
Adam, yemek koyuyordu peçeteye. Çete reisi, Eve’e götüreceğini tahmin ediyordu
Adam’ın. Babası da Adam’a, saçmalığı kesip yemesini söylüyordu. Adam
yiyeceklerle dışarı çıktığında, çete reisi de insanların sinirlendiğini
söylüyordu. Silahtan da korkmayacaklar idi. Ardından kamera yakın çekimle,
karnını okşayan Eve’i yansıtıyordu. Yaşlı adama da bebeği doğuracağını
söylüyordu. Eve, “Bitkiler büyüdükçe daha fazla toprağa ihtiyacın olmayacak mı”,
diye soruyordu. Adam geliyor. Yemek getirmişti. Eve’e uzatıyor yiyeceği.
Yaşlı adam alıyordu yiyeceği. Yiyeceği Eve’e uzatırken, “Nefretimin üstesinden gelmemi mi
istiyorsun”, diye soruyordu yaşlı adama. Bu mümkün müydü? Ama deneyecekti.
Yemeği kabul ediyor Eve. Sonra senatör ve çete reisinin tıkındığı yere
gidiyordu kamera. Gençler ve diğer yolcular da gelmişti. Gangsterler önlemeye
çalışırken, senatör ağzını peçeteyle sildikten sonra dışarı çıkıp "Sizin
için zor olduğunu biliyorum" diyordu. Bunun ne zaman biteceğini
bilmiyorlarmış. Erzakı korumak için, yolculara üç günde bir yemek vereceklerini
söylüyordu senatör. Yolcular da onların neden çok yediğini soruyordu. Onların
yemeklerini alıyordu senatör ve adamları. Kilere gideceklerdi. İsyan
başlamıştı. Yolcular kilerdeki yiyecekleri yağmalıyorlardı. Gangsterler geri
çekilirken, senatör ve çete reisi de geliyordu kiler kapısına. Yolculardan “Koca
Adam” (Lee Yoo-Joon), bir kucak dolusu yiyecekle dışarı çıktığında karşısında
senatör ve çete reisini görüyordu birden. Senatör, tabancayı çıkarıp “Koca Adam”ı
vuruyordu. Erzaka dokunanın sonu böyle olacaktı. Diğer yolcular da
korkularından aldıkları yiyecekleri yere bırakıyorlardı. Yaşlı adam ve Eve de
oraya gelmişlerdi. Kaptan da mürettebatıyla izliyordu bu manzarayı. Çete reisi
de cesetten kurtulmaları emrini veriyordu adamlarına. Adam da oraya geliyordu
silah sesini duyunca. Yaşlı adam, “Koca Adam”ı cesedini
gangsterlerden alıyordu. Kollarını karnının üzerine koyarken gözlerini de
kapatıyordu cesedin. Kaptan da isyan çıkmasından endişeliydi. Bu isyanda
kendileri de tehlikede olabilirdi. Önce, onlardan kurulmaları gerekiyordu. El
bombalarını kullanmalarını emrediyordu kaptan.
“Koca Adam”ın
cesedi yaşlı adamın kaldığı yerdeydi şimdi. Eve de oradaydı. Kamera bu anı, yüksek
açılı çekimle yansıtıyordu. Yaşlı adam, Eve’ dışarı çıkarıp kapıyı
örtüyordu. Ardından kamera, yine yüksek açılı çekimle yaşlı adamı ve cesedi
yansıtıyordu. Yaşlı adam, cesedin gömleğini açarken, Eve de olanları pencereden
izliyordu. Kurşun yarası fark ediliyor. Ardından da kasap satırıyla cesedi
parçalıyordu yaşlı adam. Kanlar da fışkırıyordu satır cesedi parçalarken.
Gördükleri karşısında şok olan Eve ağlıyordu. Yaşlı adam etleri parçalara
ayırarak kovaya koyuyordu. Kemikleri de başka kovaya koyan yaşlı adam, alev
tabancasıyla kemikleri yakıyordu. Eve, “Bu acımasızca” diyerek ağlıyordu. Yaşlı
adam, yaktığı kemikleri, oradaki düzenekte toz haline getiriyordu. Kovanın
içinde toprak ve kemik tozları vardı. Yaşlı adam bitki ekiyordu kovanın içine.
Yaşlı adam bunları yaparken, Eve de “Şansımı zorluyorum” diyordu. Babasını
bilmeden bebek sahibi olmak utanç vericiydi. Ama artık önemi de
yoktu.
Senatör
sinirliydi diğer tarafta. Çete reisi sakin olmasını istiyordu. Senatör,
insanların çıldırdığının farkındaydı. Bunda senatör suçlu değil miydi? Buna
rağmen senatör, yolculara yemek verilmesini istemiyordu. Oraya kaptan da
geliyor. Senatöre, “İsyan çıkarıp hepsini öldürecek misin”, diye
soruyordu. Tüm yemekler yolcularındı. Kaptan el bombasını çıkarınca senatörün
yüzünü korku sarıyordu. Senatör, politik kurnazlıkla kaptanı yanlarına çekmeye
çalışıyordu ardından. Onlara katılırsa, yemeğin yarısını kaptan ve
mürettebatına vereceğini de söylüyordu. Kaptan da aptal değildi. Onlar ölünce
yemeğin hepsi mürettebatına ve yolculara kalacaktı. Kaptan, “Tanrı var mı, yok
mu bak bakalım” diyor ve el bombasını içeri atıp kapıyı kapatıyordu. Ama el
bombası hemen patlamıyordu. Senatör el bombasını kovanın içine atınca ölümden
kurtuluyorlardı. Şimdi ne olacaktı? Kaptan kapıyı açıp içeri baktığında senatör
tabancanın namlusunu kaptanın alnına dayıyordu. Ama mürettebat kaçıyordu
oradan. El bombaları şimdi senatörün ve gangsterlerin elindeydi. Şimdi daha da
güçlüydüler. Kaptan ellerinden kurtulmayı başarıyordu. Gangsterler kaptanın
peşine düşerlerken, Adam da oraya geliyordu. Çete reisi, herkes tüm erzakı
yerse üç günlük yiyecek var, diyordu. Sadece kendileri yerlerse bir aylık erzak
kalıyordu geriye. Adam dehşete kapılıyor. Senatörün aklından kötü şeyler mi
geçiyordu? Babasına vicdansız olduğunu diyen oğluna senatör de öyle olmasa
öleceklerini söylüyordu. Ya diğer insanlar? Adam öfkeyle oradan gittikten sonra
çete reisi, yakında isyan çıkacak, diyordu senatöre. Hepsi birden saldırırsa ne
yapacaklardı? Senatör, yolcuları kilere yönlendirmesini söylüyor çete reisine.
Erzakın da başka yere taşınmasını da söylüyordu. Kaptan da peşindeki
gangsterlerden kurtulmayı başarıyordu.
Güvertede,
Adam ve Eve yansıyordu ardından. Yemek gerektiğinde kendisine söylemesini
istiyordu Adam. Eve, “Senin bile değil” diyor Adam’a. Eve, Adam’ın babasını
adil şekilde paylaşmaya ve Tanrı’nın iradesini beklemeye ikna etmesini
istiyordu. Babası onu dinler miydi? Eve de isyan çıkmasından korkuyordu. O
zaman herkes ölürdü. Eve’in midesi bulanıyor. “Sizden bir hediye” diyordu
Adam'a. Ama Takashi’den de olabilirdi bu bebek. Artık kimin bebeği olduğu Eve
için önemli değildi. Hepsi ölse de belki bebek yaşardı. Adam, “Benden de
olabilir” diyordu Eve’e. Eve, bu bebeğin geleceklerini olduğunu söylüyor.
İhtiyarın bitkileri bebek için yetiştirdiğini söylüyordu Adam’a. Bebeği sonuna
kadar koruyacaktı Eve. Koruması için Adam’dan yardım da istiyordu.
Sinirli
gangster küt saçlı fahişeyi bir odaya sokuyordu. Fahişe, burada nefes
alamayacağını söylüyordu gangstere. Diğer iki fahişe de oradaydı. Onları
korumaya mı çalışıyordu gangster? Gangsterler erzağı çete reisinin olduğu yere
taşıyorlardı ardından. Çete reisi içiyordu. Bir göz de onları pencereden
izliyordu. Odada sıkılan iki fahişe çıkıp gidiyordu. Odada sadece küt saçlı
fahişe kalıyordu. Çete reisi de erzakın taşındığı yerde bıçağına bakarken,
adamları da cop gibi kullanacakları sopaları ellerine almışlardı. Ardından
güvertede bitkin yolcular yansıyordu. Kamera, sağa çevrinme yaparak bu anı
gösteriyordu. Açlık son noktasındaydı sanki. Ardından anons duyuluyor. Çete
reisiydi bu. Bugünden itibaren yemeği düzenli alacaklarını söylüyordu ses.
Onları kilere davet ediyordu. Yeni yetme gençler yansıyordu ardından. Ayağa
kalkıp koşuyorlardı. Peşlerinden de diğer yolcular. Kaos vardı. Yukarıdan da
senatör izliyordu onları. Eve ve yaşlı dam da görüyordu bu olanları. Bu anlar,
çarpıcı bir görsellikle yansıyordu. Kamera, aşağıdan ve yukarıdan peş peşe
açılarla görselleştiriyordu bu trajediyi. Eve de gitmek isterken yaşlı adam
önlüyordu onu. Ardından kaptan ve mürettebatı yansıyor. Yolcular onların oradan
geçerken, kaptan da adamlarını göndermiyordu onların peşinden. Kaptan, bir şey
planladıklarını söylüyordu mürettebatına. Tuzağa düşmemeliydiler. Oraya kaptan
yardımcısı geliyor. Erzakı başka yere taşıdıklarını söylüyordu. Pencereden
görmüştü bunları. Açlıktan hiçbir şey düşünemeyen yolcular, itiş kakışla kilere
girmeye çalışıyorlardı. Orada yemek olmadığını fark ediyorlardı. Dışarı çıkmak
isterlerken kapıyı kapatıyordu bir gangster. Diğer çıkışı da sinirli gangster
kapatmıştı. İçlerinde Gyu-ri ve Su-hyun da vardı. Gyu-ri, sevgilisini
durduruyor ve içinde kötü bir his olduğunu söylüyordu. Saklanacak bir yer
buluyorlardı. Yolcular, bir gangsteri (Han Sa-myung) ele geçirip linç
ediyorlardı. Bunu gören çete reisi, adamını ölüme terk ederek kapıyı örtüyordu.
Beyaz gömlekli senatör de yanındaydı. Bazı yolcular dışarı çıkmayı başarınca,
senatör hemen onları öldürmeleri emrini veriyordu gangsterlere. Diğer yolcular
da bir çıkış buluyorlardı. Kaos her yanı kuşatmıştı. Ölüm-kalım mücadelesi
başlamıştı. Senatör ve çete reisi, kapıyı tutan sinirli gangsterin yanına
geliyorlardı. Gangster, insanların içeride olduğunu söylüyordu. Çete reisi el
bombasını senatöre veriyordu. Eve bunlara tanık olurken, Adam da babasını
önlemeye çalışıyordu. Pimi çeken senatör, el bombasını içeri atıyordu. İçeride
sıkışmış yolcular vardı. Bomba patlıyordu. Katliam başlamıştı. İçeride kalan
yolcuları yok etmek için başka bir yere gidiyorlardı. Eve ve yaşlı adam da
izliyordu bu katliamları. Çete reisinden el bombasını istiyordu senatör. El
bombasını içeri atıyordu. İçeride, kadın-erkek insanlar vardı. Bomba
patlıyordu. Senatör, hepsini öldürmeleri için emir veriyordu gangsterlere. Çete
reisinin de kendisiyle gelmesini söylüyordu senatör. O anda Adam ve Eve göz
göze geliyorlardı. Adam, Eve’in yanına gidip ona dokunmak istiyor. Eve
tepkiliydi. Büyük katliam başlamıştı. Gangsterler hayatta kalan yolculara
baltalarla saldırıyorlardı şimdi. Her tarafta kan vardı. Sinemada az görülür bu
trajedide birçok insan ölüyordu. Geriye çok az insan kalacaktı. Geminin başka
bir yerinde senatör, çete reisinden el bombası istiyordu. İçeride birileri
vardı. İçeri bombayı atıyordu senatör. Çete reisi, sadece onun emirlerine
uyduğunu söylüyordu. Senatör onu korkaklıkla suçlarken, aklına kaptan ve
tayfası geliyordu. Onları bulması için emir veriyordu çete reisine. Çete reisi
de isyan etmeye başlıyordu senatörün bu kibirli emirlerine. Çete reisi ona,
bencil bir politikacıdan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Sadece kendini
kurtarmaya çalışan biriydi senatör. Ardından tabancasını çıkartıyordu senatör.
Emrini tekrarlıyordu senatör. Kaptanı ve mürettebatını öldürmesini istiyordu
hemen. Topun olduğu yerde de gangsterlerle gemi mürettebatı ölüm-kalım
mücadelesi veriyorlardı. Gangsterlerin ellerinde baltalar vardı. Kaptan
yardımcısı da ölüyordu. Ardından Gyu-ri ve Su-hyun yansıyordu. Onlar da saklanacak
yer ararlarken, senatör içeri giriyordu. Muz yiyordu. Elinde de tabancası
vardı. Onların saklandıkları yerde görüyor. Aç olduklarını da biliyordu.
Cebinden çıkardığı muzu yanlarına doğru atıyordu senatör. Muz için iki sevgili
mücadele etmeye başlıyorlardı. Gyu-ri'yi itip muzla kaçan Su-hyun’u arkadan
ateş ederek vuruyordu senatör. Sevgilisinin öldüğünü anlayan Gyu-ri’nin gözleri
yerdeki muza takılıyordu. Tüm açlığıyla muzu yiyordu. Gyu-ri’nin yanına gelen
senatör, tabancayı genç kadının başına dayayıp ateş ediyordu. Bu olurken Adam
da oraya gelip trajediye tanık oluyordu. Çete reisi de geliyordu oraya ve
senatöre kızıyordu. “Delirdin mi”, diyordu ona. Senatör de “Delirdiysem bunları
nasıl yapabilirdim”, diyordu ona. Çete reisi de ona, iki mermisi kaldığını
hatırlatıyordu. Bu anlamlaşacaktı derinlikte. Senatör erzağı soruyordu çete
reisine. Silahı vermeliydi önce. Senatör de erzakı görmeden silahı çete reisine
vermeyeceğini söylüyordu. Kaptan almadan önce erzaka götürmesini söylüyordu
senatör. Ardından kaptan yansıyordu. Benzin bidonu da vardı. Benzini erzakın
üzerine döküyordu. O sırada çete reisi ve senatör geliyordu oraya. Kaptanın
çakmağı da vardı elinde. Çakmağı çaktığında senatör tabancayı kaptana
doğrultuyordu. Onların, açlıktan ve sefaletten öleceklerini söylüyordu kaptan.
Senatör kaptana ateş etse de erzak yanıyordu. Artık yiyecek kalmamıştı.
Ardından kamera, fonda ağıta dönüşen müzikle beraber kanlar içindeki
cesetleri gösteriyordu.
“Zaman...” Ağıtı andıran müzik sürerken,
bulutlar içinde yol alan gemi yansıyordu. Görüntü üzerinde de “Zaman”
yazıyordu. Gemide şimdi altı kişi kalmıştı.
Ardından
kamera, arkadan yaşlı adamı izlerken yansıyordu. Her yer cesetlerle doluydu.
Yaşlı adamın elinde kasap satırı da vardı. Yaşlı adam merdivenlerden inip
cesetler arasından yürürken, peşinden de Eve geliyordu. Sancı çekiyordu Eve.
Fonu da gerilimli müzik kuşatıyordu bu anda. Yaşlı adam, bir cesedin yanına
çöküp satırla cesedi parçalamaya başlıyordu. Eve dehşet içindeydi. Yaşlı adam,
etleri birbirinden ayırıp kovalara koyuyordu. Eve, korku içindeki Eve’e satırı
uzatıyordu sonra. Zorla eline veriyordu satırı. Satırdan kan damlıyordu. Eve,
acı içinde etleri doğramaya başlıyordu. Yaşlı adam kendi yerinde düzeneği
çalıştırıp kemikleri toz haline getiriyordu. Kamera yüksek açılı çekimle onları
yansıtıyordu ardından. Kemik tozlarını toprakla karıştırıp bitki ekiyorlardı.
Sonra da biraz daha büyümüş piliç olmuş iki civciv yansıyordu. Ardından yaşlı
adam güvertede cesetlerin ağızlarına, kulaklarına tohum bırakıp üzerine de
kemik tozları koyuyordu. Bazı cesetlerin de yaralarının üzerine. Eve de onu
izliyordu. Yaşlı adam içeri geldiğinde elindekileri Eve’e veriyordu. Eve tohumu
Gyu-ri’nin kurşun yaralı başına koyuyordu. Yüzüstü yatan Su-hyun’un cesedi
üzerinde yüzüstü uzanmıştı Gyu-ri. Muz kabuğu da Su-hyun’un sırtındaydı.
Su-hyun’un yarası üzerine de tohum ve kemik tozu bırakıyordu Eve.
Senatör ve
çete reisi, kaptanın yaktığı yiyeceklerin yanındaydı şimdi. Yiyecek hiçbir şey
kalmamıştı. Küt saçlı fahişe de koşarak geliyordu oraya. Yiyecek yoktu. Kamera,
“low angle/düşük açılı” çekimle senatörü yansıtıyordu ardından. Çete reisine,
böyle berbat mı yaşamak istiyorsun, diyordu. Çete reisi öfkeleniyordu senatöre.
Senatör “bok gibi” demişti. Şimdi ikisi de aynıydı. Yerdeki içki şişesini alıp
başına diken senatör şişenin dibi olmadığını fark ediyordu. Şişeyi öfkeyle
fırlatıyordu senatör. Şimdi ne yapacaklardı? Yiyecek hiçbir şey yoktu. Fahişe “Açlıktan
ölüyorum” diyordu. Yemek yememek senatörü acıktırıyormuş. Çete reisini de.
Fahişe ikisine de öfkeliydi. Bütün bunlar, ikisinin açgözlülüğü yüzünden
olmuştu. Senatör, birbirimizi yiyeli mi, diye soruyordu onlara. Adam da geliyor
oraya, ama içeri girmiyordu. Babası yanına geliyor ve “Galiba sonuna geldik”
diyordu oğluna. Böyle berbat yaşadıktan sonra babası ne bekliyordu ki? Senatör
için diğerleri önemli değildi. O, sadece oğlu için üzülüyordu. Adam için,
ebeveyn ya da çocuk olmanın getirdiği sorumluluklar vardı sadece. Oğluna, “Aç
mısın”, diye soruyordu senatör. Senatör bıçağı çıkartıp koluna götürürken Adam
engelliyordu onu. Adam, kendisini yiyerek hayatta kalabilirdi. Kendisi de
oğlunda yaşayacaktı. Soyu da devam edecekti. Senatör, hepsinin yamyam olacağını
söylüyordu. Onlar seni yemeden, sen onları ye, diyordu oğluna. Mesele hayatta
kalmaktı. Şu andan itibaren de babası yoktu. Burada filozof Heidegger'in ölüm
sorunu akla geliyordu. Heidegger için, ölüm ve varlık düşüncesi insanları
bilinçlendiriyordu. Nazi lideri Adolf Hitler'in danışmanlarından biri olan
filozof Heidegger, Yahudilerin toplama kamplarındaki gaz odalarında ve
fırınlarda öldüğünü biliyordu. Ölenler Yahudilerdi. Başkaları öldükten sonra
ölüme kutsiyet yüklemek kolay bakış mıydı? Heidegger için ölüm kendini kaygıda
buluyordu. Heidegger’e göre varlığın anlamı (dasein), ölümle iç içe olduğundan
ölümün genel özü yoktu. Başkasına devredilemeyen ölüm, “dasein” tarafından
yaratılıp hayata anlam kazandırıyormuş.
Kamera,
yaşlı adamın yerine gidiyordu ardından. Piliçleri okşayan eli yansıyordu yaşlı
adamın. Eve de oradaydı. Yaşlı adam, piliçlere tuhaf bakan Eve’i odaya kapatıp
kapıyı da örtüyordu. Pencereden yaşlı adamla konuşmaya başlıyordu karnı aç Eve.
Yumurtlamadan onları yiyemezler miydi? O zaman tohum vermeden sebzeleri de mi
yiyemeyeceklerdi? Gemide dinlenme yerinde çete reisi yansıyordu önce. Ardından
da küt saçlı fahişe görünüyordu. Fahişe, çete reisinin tuhaf bakışından
rahatsız olmuştu. Şimdi her şey yiyecek gibi görünüyordu. Senatör de oradaydı.
Elinde bıçak olan senatör, “İkinizi de öldürebilirim” diyordu onlara. Ardından da
ölüm son mudur, diyerek mırıldanıyordu. Kendisini yiyenlerin vücudunda
yaşayacağını söylüyordu. Senatör çıldırıyor muydu? Fahişe gülüyordu bu sözlere.
Ne saçmalıktı bu? Çete reisi açlığa dayanamıyordu ve fahişeyi yemek istiyordu.
Çete reisi oradan gittikten sonra senatörün bakışları da fahişeyi rahatsız
ediyordu. Senatöre de yiyecek olarak görünüyordu belki de. Tabancayı fahişeye
doğrultan senatör, “Yaşamak istiyor musun”, dedikten sonra birden tabancayı
başına dayıyordu. “Beni yemek ister misin”, diyordu senatör. Ardından tabancayı
yeniden fahişeye doğrultuyordu. Yoksa o mu yemeliydi fahişeyi? Ölmek son
değildir, diyor senatör. Onun içinde yaşayacaktı. Fahişe korku içindeydi.
Tabancanın namlusunu fahişenin göğüslerinin arasına sokan senatör, “Tadın
berbattır” diyordu fahişeye. Ardından kamera başka mekâna gidiyordu. Adam,
bütün yiyeceklerin yandığını söylüyordu Eve’e. Eve için hepsi güvensizlik
yüzündendi. Elinde bıçak olan çete reisi geliyor ve Eve’i yakalıyordu. Onu
yemek istiyordu. Adam Eve’i kurtarıyordu. Çete reisi de ölmek istemiyorsa geri
çekilmesini söylüyordu. Oraya senatörde geliyordu. Tabancasında bir kurşun olan
senatör tabancayı çete reisine doğrultuyor. Senatör ateş ettiğinde çete reisi
sol kolundan yaralanıyordu. Senatör tetiğe sürekli bassa da kurşunu yoktu. Çete
reisi ona, kurşunu boşa harcama dediğini hatırlatıyordu. Yumrukla senatörü yere
yıkan çete reisi, yere düşen tabancayı alıp kurşun koyuyordu şarjörüne. Şimdi
tabanca doluydu. Yerde yatan senatörün ayağından vuruyordu önce. Ardından
tabancayı Adam'a doğrultuyordu. Senatör oğluna, geride durmasını söylüyordu.
Çete reisine de kendini vurmasını emrediyordu. "Şeytan oğlunu mu kurtarmak
istiyor”, diyen çete reisi, daha önce öldürülen masum insanları hatırlatıyordu
senatöre. Öfkeyle ateş eden çete reisi, senatörü kalbinden vuruyordu. Senatör
can çekişiyordu. Çete reisini yanına çağırıp kulağına fısıldıyordu. Çete reisi,
“Rol müydü”, diyordu. Böyle vicdansızca mı yaşıyorsun, diye de soruyordu
senatöre. Ölürken bile lafı geveliyordu senatör ona göre. Ayağa kalkan çete
reisi, bir defa daha ateş ediyordu senatöre. Başından vuruyordu. Yerde
hareketsiz yatan senatör yansırken, çete reisi, “Benim hayatım insanlara
işkence yapmak için bir rol mü”, diye söyleniyordu. Çete reisi sayıklarken,
Adam ve Eve el ele kaçıyorlardı oradan. Onların kaçışını gören çete reisi
onların peşine düşerken, rolüne de devam edecekti. Yerde yatan senatörün yanına
fahişe geliyordu. Elinde de bıçak vardı. Senatörün kolunu kesecekken, kamera
Adam’ı gösteriyordu. Yanında da Eve vardı. Peşlerinde de çete reisi. Ardından
eti çiğ çiğ yiyen fahişeyi gösteriyordu kamera. Etin tadı iğrençti. Fahişe
gittikten sonra oraya yaşlı adam geliyordu. Tohumları, senatörün yaralarının
üstüne bırakıyordu kemik tozuyla beraber. Ardından çete reisi, fahişenin olduğu
yere geliyordu. Fahişenin ağzı kanlıydı. Ne yediğini soruyordu çete reisi.
Fahişenin elinde bıçak vardı. Bıçağı elinden düşürten çete reisi, tabancayı doğrultarak
fahişenin soyunmasını istiyordu. Çete reisi açtı. Fahişe de soyunuyordu. Önce
hangisi gelirdi? Yemek için iştah mı, seks için iştah mı? Fahişe, seks için
iştah diyordu yaşama içgüdüsüyle. Tabancayı, sehpanın üstünde duran kanlı
bıçağın yanına bırakan çete reisi, sırtüstü uzanan fahişenin üzerine
uzanıyordu. Fahişe, hazza ulaşan çete reisinin kulağını ısırıyordu çok
geçmeden. Çete reisi, sehpanın üstündeki tabancaya uzanıyordu canı yanarken.
Tabancayı fahişenin başına dayıyor ve ateş ediyordu. Ardından kamera, sehpanın
üstünde duran kanlı bıçağı gösteriyordu. Çete reisi, kılıfı içindeki bıçağı
çıkartırken, kamera yaşlı adamı gösteriyordu. İçinde et olan kovayla kendi
yerine gelen yaşlı adam, bitki ekecekti. Eve de pencereden onu izliyordu.
Kamera, yine çete reisinin olduğu yere gidiyordu. Fahişenin cansız bedeni
yansıyordu önce. Fahişenin eti de çok yumuşaktı. Tuzsuz da yenmiyordu.
Bulundukları yerde mutfak da vardı. Öfkeyle tuz ararken, birden Eve
görünüyordu. Çete reisini fark eden Eve, hemen kaçıyordu. Çete reisi ıslık
çalarak Eve’in peşinden sakince yürüyordu. Onu bulunca da tabancayı Eve’e
doğrultuyordu. Korkuya kapılan Eve, “Senin bebeğin olabilir” diyordu çete
reisine. Ateş ederse bebek ölecekti. Çete reisi, hamile olduğuna şaşırıyordu.
Eve, “Tanrı’dan acımasız bir hediye” diyordu. Çete reisi de “Eğer bendense
aileyiz” diyerek Eve’e şefkatli davranıyordu. O anda Adam görünüyordu. “O,
senin gibi pisliğin çocuğu olamaz” diyordu çete reisine. O zaman gelecek için
umut olamazdı. Çete reisi de “Senden mi”, diye soruyordu. “Babanın genini
aldıysan yine umut falan olamaz” diyordu Adam’a bıçağı doğrultarak. Sonra da
Eve’e soruyordu. Bebek kimdendi? Ardından da “En çok benden zevk almıştın değil
mi”, diyor Eve’e. Adam öfkeleniyordu bu sözlere. Eve, kimden olduğu önemli
değil, diyordu ikisine de. Sadece bir döldü işte. Çete reisi, “Rolünü baban
gibi iyi mi oynuyorsun”, diyerek
Adam’a
soruyordu. “Öyleyse senin gibi piçlerden kurtulma rolü de bende" diyor
elinde bıçak olan çete reisi. Eve, çete reisinin üstündeki tabancayı birden
alıp ona doğrultuyordu. Çete reisi de kendisini vurmasını söylüyordu Eve’e.
Bıçağı da Adam'ın boğazına dayıyordu. Kendisi ölürse bebeği kim büyütecekti?
Adam, onu vurmasını söylüyor Eve’e. Ama ne olursa olsun Adam, bebeği
koruyacağına söz verebilir miydi? Ne kadar aç olursa olsun bebeğe
dokunmayacağına da yemin edebilir miydi? Çete reisi de onu öldürüp kendisiyle
yaşamasını söylüyor Eve’e. İyi davranacağına dair de söz veriyordu. Değişmesi
için de iyi bir rolde oynamasına izin vermesini istiyordu Eve’den. “Rol”
kelimesi, insanı yabancılaştırıyordu sürekli. Gerçek ve kurgu üzerinden daha
yoğun olarak hissettiriyordu. Herkesin rolünü iyi oynadığı metafizik yüklü bu
gerçeküstücü ve varoluşçu filmde, insanlık durumlarının yansıması da vardı
işte. İki eliyle tabancayı tutan Eve, ateş ediyor ve çete reisini sağ gözünden
vuruyordu. Bu ilk cinayetiydi Eve’in. İlk günahı. Eve tabancayı yere atıyor.
Gülümseyerek ölüyordu çete reisi. Fonda da gerilimli müzik duyuluyordu. Sonra
da Eve, çete reisinin kıyafetlerini çıkartıyordu. Ardından yaşlı adam
yansıyordu, elinde de kovası vardı. Çete reisinin vücudunu parçalara
ayıracaktı.
Dışarıda
da cesetler yansıyordu. Üstüne tohum ve kemik tozu konmuş yaraların içinden
bitkiler filizlenmişti. Eve de bunu fark ediyordu. Sonra Eve, Gyu-ri ve
Su-hyun'un cesetlerinin yanına geliyordu. Gyu-ri’nin başında, Su-hyun’un
sırtında bitkiler de filizlenmişti. Yere eğilen Eve, Gyu-ri’nin başında açmış
filizi okşuyordu. Ardından tavuk yansıyordu. Yaşlı adamın seraya çevirdiği bu
yerde bitkiler büyümeye başlamıştı. Oraya gelen Eve ve Adam da yaşlı adamı
izliyorlardı. Şimdi üçü kalmıştı koca gemide. Adam, “Açlıktan ölüyoruz, yiyemez
miyiz”, diye soruyordu yaşlı adama. Eve de bebek için endişeleniyordu. İçinde
çiğ et olan kabı Adam'a uzatıyordu yaşlı adam. Adam da buna tepki gösteriyordu
hemen. Bunu nasıl yiyebilirlerdi? Bu etler babasının olabilir miydi? Eve de
sadece bir yemek, diyordu Adam'a. Kabı alan Eve, mutfak tarafında eti
doğrayıp bir parçasını Adam’a veriyordu. Bir parçasını da kendi yiyordu. Fonda
da gerilimli müzik vardı. Ardından kanlı kesme tahtası ve bıçak yansıyordu.
Etin hepsini yemişlerdi. Karnı doyan Adam, Eve’in açıkta kalan bacağına elini
uzatıp okşamaya başlıyordu. Sevişmek istiyordu. Bu anlar, yer yer dikizleyen
kamerayla yansıyordu. Adam, Eve’e yine tecavüz ediyordu. Yine hayvan
çiftleşmesi gibiydi. Adam'ın haz sesleri duyulurken, çerçevenin bir bölümünde
Eve’in çıplak bacakları görünürken, kesme tahtasının üzerinde duran kanlı bıçak
da fark ediliyordu. Bıçak "falliğe" metafor yapsa da bu derinlikte
anlamlaşacaktı. Ardından bitkileri sulayan yaşlı adam yansıyordu. Sevişmenin
ardından Adam, “Bebeğin geleceği nasıl olacak”, diye soruyordu Eve’e.
Muhtemelen kendileri gibi olacaktı. Aynı olacaksa neden yaşasındı ki? Eve de “Yaşamak
zorunda, sebebe gerek yok”, diyordu. İçlerinden biri ölecek miydi? Eve’in
kendisi ölürse gelecek de olmayacaktı. Bu olmadan tavuğun yumurtlamasını umut
ediyordu Eve. Bebek için yiyecek Adam mı olacaktı? Adam da “Benim payıma düşen
rol de feda edilmek mi”, diye soruyordu. Ardından Eve’in şişkin karnı
yansıyordu. Adam öfkeyle Eve’in yanından gidiyordu. Eve de peşindeydi.
Adam,
babasının öldüğü yerdeydi. Adam'ın elinde et satırı vardı. Yere çöken Adam, “Seni
yersem, bedenimde yaşayacağını söylemiştin” diyordu. Babasının başında bir
filiz de açmıştı. Adam, babasından bir parça kesiyordu, benim içimdeyken
ölümsüzsün, diyerek. Tuhaf gülümsüyordu. Eve’in eli de karnındaydı. Babasının
etini yiyordu gülerek Adam. Sonra da yediklerini çıkartıyordu. Et çürümüştü.
Aklına tavuk geliyordu Adam'ın. Eve de yumurtlayana kadar olmaz, diyordu Adam’a.
Adam çok açtı. Delirecekti. Adam, yaşlı adamın olduğu yere geldiğinde kapıyı
çalıyordu açması için. Yaşlı adam bitkileri suluyordu içeride. Çok aç olduğunu
bağırıyordu Adam. Öfkeli Adam, yaşlı adamın kendileriyle oyun oynadığını bile
düşünüyordu. Yiyecekleri kendi başına mı yiyecekti yaşlı adam? Eve öyle
düşünmüyordu. Eve de aç olduğunu söylüyordu yaşlı adama. Bebek için yiyecek
istiyordu. Yaşlı adam bıçağı alıyor. Pencereyi açıyor ve bir parça eti Adam'a
uzatıyordu. Adam, başka et olmadığını sanıyormuş. Eve, yaşlı adamdan özür
diliyordu ağlayarak. Yaşlı adam da gülümsüyordu ona. Sonra da pencereyi
örtüyordu. Görüntüyü siyahlık kaplıyordu.
Güvertede
oturmuş Adam ve Eve yansıyordu ardından. Gündüzdü. Eve şimdi daha iyi
anlamıştı, kendisiyle bebeği neden koruduğunu. Kendileri gitse bile zaman
akmaya devam edecekti. Eve başını Adam'ın omzuna bırakıyordu. Kim usta,
"zaman" düşüncesiyle zihin bulanıklığı yaşatıyordu. İÖ 384-322
yılları arasında yaşamış ilkçağ filozofu Aristoteles'in ve İS 354-430 yılları
arasında yaşamış Ortaçağ Hıristiyan bilimcisi ve filozof Augustinus'un “zaman”
kavramlarıyla. Hangisinin düşünceleri Eve’in zaman algısıyla buluşuyordu?
Aristoteles'e, kısaca Aristo’ya göre zaman, şimdiki an içinde fark
edilebiliyordu. Aristo için, zaman olmazsa hiçbir an da olmazdı. Aristo'da
bütün zaman parçalarını birbirine bağlayan, şimdiki andı. Aristo, metafizik
düşüncenin de öncülüydü. Augustinus’a göreyse zaman, parçalara bölünmüş zamanın
(geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman) gerçekliği olmayan zihnin
yarattığı tasarımlardı. Augustinus için geçmiş zaman artık yoktu. Gelecek zaman
da ortada yoktu. Şimdiki zamanın da süresi, uzunluğu bilinmiyordu. Augustinus
için zaman, geçişini algıladığımız zamandı. Sürüp gidiyordu.
Ardından
kanlar içindeki ayaklar yansıyordu. Merdivenlerden yukarı doğru çıkıyordu. Eve’in
başı Adam'ın omzundaydı ve ikisinin de gözleri kapalıydı. Adam gözlerini
açtığında, “Açlıktan uyandım” diyordu Eve’e. Eve de açtı. Eve içeri girdiğinde
yerdeki ve basamaklardaki kanlı ayak izlerini görüyordu. İzleri takip ediyordu
Eve. Öznel kamerayla da yansıyordu yer yer bu anlar. Adam da yaşlı adamın
yerine geliyordu. Kovanın içinde etler ve bıçak vardı. Eve de güvertede kanlı
ayak izleriyle yazılmış “sekiz” rakamını görüyordu. Hıristiyanlıkta “yeni
başlangıç” anlamına geliyordu bu. “8” rakamı, DNA'nın kıvrımlarını da
çağrıştırıyordu. Derinlikte anlamlaşacaktı bu. Ayrıca kırmızı renk, İsa’nın
yeryüzüne dönmesini simgeliyordu. Ardından kamera düşük açılı çekimle Eve’in
sonsuzluğa, boşluğa bakışını yansıtıyordu. Boşlukta bulutlar ve mavilik vardı.
Mavi, Hıristiyanlıkta Tanrı’yı, Meryem’i ve gökyüzünü simgeliyordu. Fonda da
etkileyici piyano ve çello tınıları duyuluyordu bu anlarda. Elinde kovayla Adam
da geliyordu oraya. Etlerden yiyen Adam, birkaç gün daha dayanabileceklerini
söylüyor Eve’e. Eve’in yanına gelen Adam, yaşlı adamın nereye gittiğini
soruyordu. O, Tanrı değil miydi? Sadece ikisi kalmıştı gemide. Gerilimli müzik
de duyulmaya başlıyordu.
İçerdeydiler
ve kovadaki etleri de bitirmişlerdi. Adam, tavuğun birini yemek istiyordu.
Yumurtlayana kadar olmazdı. İhtiyar gitmişti, kimin umurundaydı tavuklar. Adam
yaşlı adamın yerine gidiyor. Eve de peşindeydi. Tavuklar yansıyor. Adam sadece
birini yemek istiyordu. Eve önlemeye çalışıyordu onu. Adam'ı dışarı itip kapıyı
kilitlemeyi başarıyordu Eve. Adam çıldırmış gibiydi. Kapıyı açmayı başarıyordu.
Elinde balta vardı. Eve onu engellemeye çabalasa da Adam tavuk yemek istiyordu.
Adam, “Ne yapalım o zaman”, diyordu Eve'e. Karnındakini mi çıkartıp
yemeliydiler? Eve ona, sözünü hatırlatıyordu. Bebeği koruyacaktı Adam. Eve,
tavuğu kurtarmak için kolundan bir parça kesip Adam’a veriyordu yemesi için.
İnsan eti yemekten bıkmıştı Adam. Tavuğun birini yakalıyor. Adam, baltayı
alıyor ve tavuğun başını kesecekken, dehşet içindeki Eve de başka baltayla
Adam'ın sırtından yaralıyordu. Yere düşen Adam hemen ölüyordu. Bu Eve’in ikinci
cinayeti, günahıydı. Yüzüstü yatan Adam'ın açıkgözlerini kapatıyordu sonra.
Ardından da parçalara ayırıyordu cesedini. Bebek için yiyecek olacaktı şimdi.
Tek başına kalan Eve, savaş topunun olduğu yerde Adam'ın etini yiyordu.
Karnındaki bebekle de konuşuyordu, “Kimsin sen”, diyordu Eve. Neden ona
gelmişti? Eve topun üzerinde ikonik bir görüntüyle yansıyordu.
Ardından
cennet bahçesine gidiyordu kamera. Eve oradaydı. Meyveler olmuştu. Karpuz bile
vardı. Yeşilliklerin içinde bir yumurta da buluyordu Eve. Yumurtayı içiyordu.
Uzun zamandır farklı bir tattı bu. Sonra patatesi kabuğuyla çiğ yiyordu.
Peşinden sancısı başlıyordu. Tavuk da onu izliyordu. Acılar içinde ıkınıyordu
Eve. Tavuk yansırken, bebeğin ağlayan sesi duyuluyordu. Eve
mutluydu.
"ve
İnsan..."
Havada, bulutlar içinde uçan gemi yansıyordu sonra. Görüntünün üzerin de “ve
İnsan” yazısı düşüyordu. Fonda da orgu öne çıkartan tını duyuluyordu. Büyümekte
olan tavuklar yansıyordu önce. Tavuklar da özgürce dolaşıyordu güvertede. Her
yeri yeşil kuşatmıştı gemide. Savaş topu bile yeşilin kuşatması altındaydı.
Bitkiler büyümüştü. Yeşil, Hıristiyanlıkta yaşamın canlılığını ve umudu
simgeliyordu. Gemi tam anlamıyla cennet bahçesine dönüşmüştü. Sadece Eve ve
oğlu vardı gemide. Eve, beş yaşlarındaki oğluyla gemide dolaşıyordu şimdi
güvenle. Eve’in elbisesi de de değişmişti. Beyaz elbise düzdü. Eve’in kolları
da omuzundan aşağısı çıplaktı. Savaş topunun üzerindeki civcivleri seviyorlardı
anne-oğul. Oğluna doğayı sevdiriyordu sanki Eve. Güvertede insan iskeletleri de
fark ediliyordu. Tavuğun peşine düşen çocuk oyun oynuyordu. Eve de yere
çömelmiş bir kafatasını okşuyordu. Eve yürürken, yerdeki insan iskeletleri de
öznel yansıyordu görüntüye. Kamera mutlu çocuğun yanına geldiğinde, Eve de
geliyordu, çocuk yerdeki tabancayı görüyordu. Tabancayı eline alıyordu
çocuk.
Kamera,
havada uçan gemiyi, gösteriyordu ardından. Yeşillikler içindeki tavuklar
yansıyordu. Eve ve genç adam olmuş oğlu piknik yapıyorlardı. Eve saçlarını
toplamış topuz da yapmıştı. Üzerindeki beyaz elbise de değişmişti. Hâlâ gençti.
Sofrada meyveler de vardı. Tavuk eti yiyorlardı. Burası cennetti. Genç (Woo
Wi-hoon), tavukları görünce tabancasını çıkartıyordu. Nişan alıp ateş ettiğinde
Eve önlüyordu onu. Gözü, Eve’in açıkta kalan dizlerine takılıyordu ardından.
Elini, Eve’in bacağına uzatıp okşamaya başlıyordu. Eve müdahale ediyordu hemen.
Ama genç ısrarla bacaklarını okşuyordu. Eve kaçıyordu. Genç de peşindeydi.
Genç, Eve’e tecavüz eden üç erkeğin de genini taşıyordu. Kim ustanın
gerçeküstücü dünyasında bu mümkündü. Kim usta, bu anlarda Hıristiyan inanışını
yine tersyüz etmeyi başarabiliyordu. Gencin, Eve’e cinsel istek duyması, “Oidipus
Kompleksi”ni düşündürüyordu önce. Antik Yunan tragedya yazarı Sofokles’in (İÖ
495-406) eseri “Kral Oedipus”, Sigmund Freud’un psikanaliziyle günümüzde de
önemini sürdürüyordu. Oedipus, annesiyle yatmıştı. Ensest ilişkiydi bu. Kim
usta da gencin Eve’e cinsel istekle saldırmasıyla ilk anda bunu
hissettiriyordu. Dinsel inanışların hepsi, insanların ilk çoğalmaya başladığı
bu zamanları ensest olarak değerlendirmiyorlardı. Gençle Eve, Âdem ile Havva
olacaklardı ve üremeye başlatacaklardı. Eski Ahit, Kitab-ı Mukaddes’in (İncil’in)
ilk bölümünde olan 39 kitaba verilen bir isimdi bu. Tevrat ve Zebur’u da
kapsıyordu. Eski Ahit’le Yeni Ahit'in toplamı da İncil’i oluşturuyordu. Aslında
Yeni Ahit, İncil’di. Âdem ile Havva (Adam ile Eva), Eski Ahit’te de yer
alıyordu. Yahudi ve Hıristiyan inanışına göre Havva, Âdem’in kaburga kemiğinden
yaratılmıştı. Kim usta farklı bir görüş sunuyordu bu filmiyle. Âdem'in, Havva’nın
ana rahminden doğduğunu söylüyordu. Genç şimdi Âdem’di ve Havva’yla beraber
olup insan soyunu sürdürecekti. Eve kaçarken, kamera da birdenbire bir ağacın
yanında duruyor ve yukarı doğru “tilt” yapmaya başlıyordu. Dolaylı da olsa bu
anda büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski’ye de saygı sunuşu yapmış oluyordu Kim
usta. Zincirlemeli geçişlerle geriye çekilen kamera, fonda da org tınıları
vardı, Dünya'nın dışına, uzaya çıkıyordu. Sadece bir kıta vardı ve orası da
yemyeşil cennetti. Son jenerik yazıları akmaya başladığında da ağıta dönüşen
bir şarkı duyulmaya başlıyordu. Şarkıyı söyleyen de Sheila Govindarajan’dı.
Besteyi de Park Inyoung yapmıştı. Sheila Govindarajan, müziğini Güney Hindistan’dan
Amerika’ya taşımış önemli bir şarkıcı ve besteciydi.
(2018 / 2020 / 2021)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder