18 Kasım 2018 Pazar



kim ki duk ile ilgili görsel sonucu

Kim Ki-duk...

İlgili resim
"Timsah..."

Yasaeng Dongmul Bohoguyeog ile ilgili görsel sonucu
"Vahşi Hayvanlar..."






"Kuş Kafesi..."



İlgili resim
"Ada..."

real fiction kim ki duk ile ilgili görsel sonucu
"Gerçek Roman..."

suchwiin bulmyeong (2001) ile ilgili görsel sonucu
"Bilinmeyen Adres..."


İlgili resim
"Kötü Adam..."



ilkbahar yaz sonbahar kış ve ilkbahar ile ilgili görsel sonucu
İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar..."



fedakar kız ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim

"Fedakâr Kız..."

boş ev 2004 ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim
"Boş Ev..."

hwal 2005 ile ilgili görsel sonucu

İlgili resim
"Yay..."




İlgili resim
"Zaman..."




"Nefes..."





rüya 2008 ile ilgili görsel sonucu
"Rüya..."



arirang 2011 filmini izle ile ilgili görsel sonucu

"Arirang..."




vlcsnap-2013-04-01-23h53m46s151
"Amen..."





"Acı..."



moebius kim ki duk ile ilgili görsel sonucu



"Moebius..."


kim ki duk birebir ile ilgili görsel sonucu

bire bir kim ki duk ile ilgili görsel sonucu
"Birebir..."


"Stop..."


Görsel sonucu

İlgili resim
"Ağ..."






"İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan..."


Kim Ki-duk: Varoluşçu ve gerçeküstücü

 

 

Ali Erden

 

 

Güney Koreli yönetmen Kim Ki-duk, 20 Aralık 1960 yılında Bonghwa’da doğdu. 20 Aralık 2020'de son filminin çalışmalarını sürdürdüğü Letonya'nın başkenti Riga’da pandemiden, yani “koranavirüs”ten (yeni kovid-19'dan) hayatını kaybetti.  Kim usta, ailesinin yoksulluğundan ülkesinde birçok işte çalışmış. Hatta paralı askerlik bile yapmış. Belki de bu yüzden filmlerinin genelinde otoriteye ve baskıya karşı bir öfkesi vardı. Filmlerinde tutucu Kore geleneklerini ve halkını da sıkça eleştiriyordu. Kim usta, ülkesinden çok dışarıda daha çok seviliyor. Kim usta, 1990’ların başında üç yıl Paris’te güzel sanatlar eğitimi aldı. Resimle ilgiliydi. Paris’in sokaklarında yaşamış. Kim usta bir ara da Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki Montpellier şehrinde sergi açmak için gitmiş. Ama sergi için hiç tablosu yokmuş. Otuz yaşına kadar hiç sinemaya gitmemiş olan Kim usta, Paris'te Leos Carax’nın 1991’de yönettiği “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Âşıkları” ile Jonathan Demme’nin 1991'de yönettiği “The Silence of the Lambs-Kuzuların Sessizliği” filmlerini gördükten sonra sinemacı olmaya karar veriyor. 1996 yılında ilk filmi “Ag-o-Timsah”ı çekme fırsatını yaratıyordu.

Kim ustanın filmleri evrenseldi. Yönetmenin anlattığı temalar aşağı yukarı tüm kültürlerde karşılığını bulabiliyor. Kim, erkeklerin dünyasını tedirgin edici biçimde yansıtırken, genç kızlar ve genç kadınlar alabildiğine zarif ve de kırılgan filmlerinde.  Kim ustanın filmlerinin çoğunda karakterler, postmodern anlatımlardaki gibi bağlamından kopmuş ve sadece şu anda yaşıyor gibi algılanıyorlar. Geçmişleri var mıydı, diyerek hep kuşku içine düşülüyordu. Simgesel ve gerçeküstü dünyada kendi gerçekliklerinin varoluşunu yaşıyorlardı bu karakterler. Çoğunluğu da trajikti. Bazı filmlerinde gerçek an gibi algılanan anlar, karakterin zihninden düşen veya rüyada yaşanan anlar olabiliyordu. Simgesel anlatımlar için de doğru olan yol buydu belki de.

Melodram, az veya çok filmlerinde daima kendini hissettiriyor. Bu önemli. Çünkü ustanın çoğu filminde sertlik öne çıkıyor. Filmlerinde hayvanlara yapılan işkenceler de bu dâhildi. Belki bu yüzden melodram gerekliydi. Bu sertliklere karşı düşen loş ışıklar olabilirdi melodramlar. Onun filmlerinde tokat atmalar da gerçekten “leit-motif”lere dönüşüyordu bir de. Herkes birbirine tokat atabilirdi.

Filmlerinin genelinde, öncelikle üçüncü filmiyle beraber kamerasını bir fırça olarak da kullanan Kim usta, sanki görüntüleriyle resim tabloları sunuyor. Ayrıca usta, kendi yaptığı resimleri, kendi filmlerinde sergileyen bir sanatçıydı. Sadece yağlıboya resimlerini değil, karakalem ve illüstrasyonlarını da. Ayrıca filmlerinde, kendi yaptığı heykelleri de sergiliyordu usta. Çünkü hiçbir yerde, resim ve heykel çalışmalarına doğrudan ulaşılamıyor.

Kim ustanın eserlerinde ister uzak ister yakın olsun, Egon Schiele ve Gustav Klimt’in etkileri kendini hissettiriyor. 1890-1918 yılları arasında yaşamış Avusturyalı dışavurumcu ressam Schiele, henüz yirmi sekiz yaşındayken İspanyol gribinden ölmüştü. Grafik tablolarında ağırlıklı olarak fahişeleri resmetti. Yaşadığı döneme göre cinsellik konusunda özgürce fırçasını tuval üzerinde dolaştırdı. Kim ustanın filmlerindeki cinselliğin alabildiğine özgür ve bastırılmadan pornografinin ötesinde perdeye yansıması Schiele ruhundan gelebilir. Çünkü kadın ve erkek sevişirken daima bir estetik duygusu perdeyi kuşatıyor ustanın filmlerinde. Gerçeküstücü ve varoluşçu bu filmlerinde, dışavurumcu bir ressamın ona ilham vermesi de heyecan vericiydi. Usta, Schiele gibi etkilendiği bir başka Avusturyalı ressam da sembolist Gustav Klimt’ti. 1862-1918 arasında yaşayan Klimt, fotoğraf makinesi ve film kamerası merceklerinin ufuklarını ilk keşfeden sanatçılardan biriydi. Kim ustanın kimi bazı filmlerinde merceklerle görüntüyü biçimbozumuna uğratması ve sanki Klimt fırçaları dokunuyormuş gibi yansıtması yeni anlamlara doğru sürükleyebiliyordu insanı. Amerikalı ressam ve yönetmen David Lynch usta da tıpkı Kim usta gibi merceklerle oynayarak gerçekliği gerçeğin ötesine taşıyarak sembolist bir dünya yaratıyordu bazı filmlerinde. Bu iki ustanın eserlerinde hem gerçeküstücülük hem de dışavurumculuk vardı. Anlamlar, kişinin bakışına göre değil, sanatçının bakışına göre anlam kazanıyordu ikisinin birçok eserinde. Kim ustanın, kimi filmleri içindeki soyut kayboluşlar da bu yüzdendi.

Bir şey daha vardı. Güney Kore sinemasında bir Kim Ki-duk daha vardı. Seul’de 1934’te doğan ve yine Seul’de 2012’de vefat eden ilk Kim, Güney Kore sinemasını 1960’larda dünyaya duyuran önemli yönetmenlerden biriydi. 1961-1977 yılları arasında 66 film yöneten Kim, daha sonra Seul Sanat Enstitüsü’nde film dersleri veren bir profesör olmuştu. Güney Kore’deki “Sinema Dalgası”nın genç yönetmeni olarak, Kore İç Savaşı’nda geçen 1961 yapımı siyah-beyaz “O in-ui Haebyeong-Beş Deniz Piyadesi” isimli ilk filmiyle dikkatleri üzerine çekmişti. Birçok filmi de günümüzde klasik kabul ediliyor. Bu yönetmenin filmleri ülkemizde gösterilme şansı bulamadı. İki Kim Ki-duk arasında da hiçbir bağ yoktu. Tıpkı sinemasal yolculukları gibi her şeyleri farklıydı.

“Timsah…”

Sinemaya önemli bir yönetmenin gelişini müjdeleyen 1996 yapımı “A-go-Timsah” sıradışı bir filmdi. Kim Ki-duk ustanın bu ilk filmi, Leos Carax’nın 1991'de yönettiği “Les Amants du Pont-Neuf-Köprüüstü Âşıkları” filminden ilham alsa da kendine özgü bir yapıttı bu. Gerçekçi ve gerçeküstücü bir filmdi. Joyoung Films’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Görüntüleri yansıtansa Dong-sam Lee’ydi.

Yalnız ve sevgisiz bir genç adam, yani Timsah (Jae-hyung Jo), yaşlı adam (Mu-sung Jeon) ve küçük oğlan torunu Yang-byul’la (Jae-hong Ahn) Seul’u ikiye bölen Han Nehri kıyısında yaşıyorlar. Onlar evsizdi. Timsah çadırda yatarken, Yang-byul kanepede, büyükbabaysa yer yatağında gecelerini geçiriyor. Timsah çalışmıyordu. Yang-byul’a sakız ve benzeri şeyler sattırarak kumar parasını çıkartıyordu. Bir de nehre intihar etmeye gelen insanların cüzdanlarını boşaltıyor. Küçük Yang-byul’un büyükbabası da teneke kutuları topluyor. Timsah, gündüz vakti nehir kıyısında bir genç kızı sarkıntılık edenlerden kurtarıyor. Ardından da kıza kendisi taciz etmeye başlıyor. Sonunda da kıza tecavüz ediyordu. Timsah buydu. Bu Timsah’ın geçmişi var mıydı? Buralara nasıl düşmüştü? Timsah ilk göründüğü andan itibaren sevgi yoksunu olduğu fark ediliyor. O, kadınlara yumuşak yollardan yaklaşamamış ve sevginin ne demek olduğundan bile haberi yoktu sanki. Ya büyükbaba ve torunu? Onlar nasıl bu duruma düşmüşlerdi? Aslında hepsi yoksuldu ve bu gelişmiş ülkede geleceksizdiler. Belki de hiçbir zaman evleri olmayacaktı. Küçük Yang-byul, okul çağında ve okula gidemiyor. Büyüyünce Timsah gibi lümpen bir serseri mi olacaktı?

Gece nehir kıyısında köprü ayakları yansıyor. Timsah ve yaşlı adam konuşurlarken bir ses duyuyorlar. Dürbünle bakıyor Timsah. Çocuk da uyanıktı onlar konuşurken. Kamera, Timsah’ın bakışıyla sağa-sola hızla çevrinme (pan) yaparak köprü ayağını yansıtıyor. Sinemada bu tekniğe “subjective point of view/öznel bakış açısı” deniliyordu. Yaşlı adam, “Bir kadına benziyor” diyor. Sonra da “Hangi piç onun hayatını mahvetti”, diye soruyor. Timsah ayağa kalkıyor, tişörtünü çıkartıyor ve nehre atlıyor. Adı Hyun-jung olan kızı (Yun-kyeong Woo) sudan çıkartıyor. Dolly kamera, “high angle/yüksek açı” çekimle köprü parmaklıklarını yansıtırken sola doğru da kaymaya başlıyordu. Baygın kızın dudaklarına hayat öpücüğü konduran Timsah, kızı hayata döndürüyordu. Gecenin içinde zaman geçiyor. Timsah çadırından çıkıyor ve yaşlı adamın yatağında uyuyan Hyun-jung’un yorganını kaldırıyor, onun güzel bacaklarını izliyor. Ardından da kıza tecavüz ediyor Timsah. Yaşlı adam müdahale etse de başaramıyordu. Büyükbaba ve torunu bu trajediyi keder içinde izliyorlardı. Ne yapabilirlerdi ki? İşini bitiren Timsah kıza, “Soğuk fahişe” diyordu ardından. Hyun-jung, kendine tecavüz edilirken “Jun-ho” diye sayıklıyordu. Timsah, “Jun-ho kim? Benim adım Yong-pae” diyordu öfkeyle. Yaşlı adam olanlara dayanamayıp uzaklaşıyordu oradan. Kim usta, bu vahşi tecavüzü tek çekimle yansıtmak istemiş gerçekliği hissettirebilmek için. 

Yang-byul uyanıyordu. O yürürken dolly kamera da sağa doğru kayarak onu izliyordu. Sonra kız Timsah’ın çadırından çıkıp, Yang-byul’un yanına gidiyor. Hyun-jung, çocuğun yüzünü şefkatle okşuyor ve gidiyor. Uyanan Timsah yatağında uyuyan Yang-byul’a kızı soruyor öfkeyle. Sonra çocuk yerdeki bidonun içine giriyor. Timsah bidonu tekmeliyor ve “Kurtulamazsın solucan” diyor Yang-byul’a. Sonra bidonun üstüne oturup sigara içiyor. Gerçeküstü bir andı bu. Gece olduğunda yaşlı adam kederle yürürken yansıyor. Kahve makinesine doğru yürürken, kamera sola kayıyordu. Yaşlı adam makineye para atarken Hyun-jung yansıyor. Kıza kahve olan bardağı veriyor ve sonra da kızı nehir kıyısında kaldıkları yere götürüyor. Hyun-jung’u gören Timsah, “Mazoşistliğe dönmeye karar mı verdin”, diyor alay ederek. Kıza öfkesini de gösteriyor hemen. Onu oradan uzaklaştırıyor ve kuytu yerde kıza yine tecavüz ediyor. Ardından da kızı dövmeye başlıyor. Yaşlı adam kızı kurtarıyor ondan. Timsah, çıplak kadın heykelini eline alıyor, sonra da bırakıyor. Kıza mı zarar verecekti? Tüm bunlar insanlığın yarattığı sanatların ilklerinden olan heykel ve resimlerin olduğu yerde oluyordu. Gerçekle hayal gücünün ortaya çıkardıkları yan yanaydı bu nehir kıyısında. Timsah şişeden içkisini içerken yansıyordu sonra. Gecenin içinde zaman geçiyor. Hyun-jung, yaşlı adamla aynı yatakta uyurken, Yang-byul uyanıyor ve sızmış Timsah’ı öldürmek istiyor. Çocuk, Timsah’ın bacak arasını yaralarken, o anda yaşlı adam da uyanıyordu. Yang-byul kaçıyor. Timsah’ın yarası hafifmiş. Sonra Hyun-jung, çocuğu buluyor ve ona şefkat gösteriyordu. 

Önce tencere yansıyor, sonra da hep beraber yemek yiyişleri. Yemekten sonra kamera sağa çevrinme (pan) yaparak Timsah’ın duvar dibinde kıza tecavüz edişini gösteriyor. Gecenin derinliğinde herkes uyurken çocuk yine kalkıyor ve Timsah’ın çadırına gizlice gidiyor. Kamera onu sağa çevrinme yaparak izliyordu. Ardından kesme tekniğiyle sabaha geçiliyordu. Motosiklet nehir kıyısında yansıyordu. Motosiklet, Hyun-jung’la çocuğun yanına geliyor. Motosikleti olan Timsah, Yang-byul’u yanına alıp uzaklaşıyordu oradan. Caddede yol alırlarken Timsah çocuğu sakız alması için bırakıyor, ardından da kaza yapıyor. Yang-byul motosikleti bozmuştu. Küçük Yang-byul, Hyun-jung’ta anne şefkatini buluyordu. Bir de sevgiyi. Onu korumak ve kurtarmak istiyordu küçük kalbiyle.

Kim usta bu filminde kadere benzer bir şeyi öne çıkartmış. Her şey birbirine bağlı ve her şey birbirini etkiliyor. Tıpkı doğada olanların benzeri gibiydi. Hyun-jung, onların bu yalnız ve trajik hayatlarına girmeseydi, trajediler yaşanacak mıydı? Birçok insanla sorunlar yaşayan Timsah hayatının bir yerinde kendi trajedisine düşecekti belki. Ya yaşlı adam ve torunu? Hyun-jung, bir aşk kırgınıydı. Sevgilisi Jun-ho’dan ayrılınca boşluğa düşmüş ve intihar ederek genç yaşında bu kederden kurtulmak istemiş. Filmin derinliğinde Timsah’ın da Hyun-jung kadar yaşanan tüm trajedilerde etkisinin olduğu fark ediliyordu.

Küçük Yang-byul kâğıttan kayıklar yapıp nehirde yüzdürmeyi seviyor. Gündüz yaşlı adam, Hyun-jung ve çocuk nehir kıyısında kaldıkları yerdelerdi. Yaşlı adam çocukken bu nehre yüzmeye gelirmiş. Sonra motosikletiyle Timsah geliyor oraya. Ardından da nehre işiyor. Yang-byul’a öfkeliydi. Timsah ve yaşlı adam motosikleti tamir ediyorlar. Motosikleti tamir olan Timsah çok mutluydu. Nehirde yüzüyor sonra. Bu andaki görüntüler gerçeküstü ve çarpıcıydı. Suyun içinden Yang-byul ve Hyun-jung yansıyordu. Suyun içinde duvar dibi de Timsah’ın özel yeriydi. Belki de evi gibiydi.

Yang-byul gündüz sokakta sakız satarken Timsah yanına geliyor. Parayı alıyor, ama eksikmiş. Yang-byul para saklamış. Yang-byul’a öfkelendiğinde oradaki gençler olaya katılıyor. Burada Timsah’a satış izni veren kimdi? Her nokta tutulmuştu. Mafya işi gibiydi. Sonra Timsah ve çocuk caddede yürürken, boynunda mikrofon olan adam dikkatlerini çekiyor. Mikrofonlu adam, ısıyla çıplak kadınlara dönüşen deste kâğıtları satıyordu. Sonra Timsah da aynı işi yapıyor boynuna mikrofon asarak. Timsah, biyoseramik enerjinin gücünü etrafta toplananlara anlatırken, çocuk yansıyor. Sonra lokantada Yang-byul’la yemek yiyor Timsah. Çocuğa, “İyi gidiyorsun, değişme” diyor. Ardından da Timsah kumar oynadığı mekâna gidiyor. Parası çoktu. Her zamanki gibi kaybediyor. Timsah çıldırıyor ve masayı dağıtıyor öfkeyle. Her şeyini kaybediyor. Yıkılıyor. Sonra pencerede bir şey fark ediyor Timsah. Hile yapmışlardı. Oradakiler, bıçakla Timsah’ı korkutuyorlar. Timsah oradan gidiyordu sonra.

Gündüz sokakta sığır paçası temizlenirken yansıtıyordu kamera. Kumar oynadığı mekâna sığır paçasıyla geliyor Timsah. Oradakiler de yemek yiyorlardı. Ona, “Erişte için mi geldin”, diyorlar alay ederek. Sonra yine sokaklarda satış yaparken yansıyor Timsah. “Bir kadını bir erkeğe ne bağlar”, diye soruyordu etrafında toplananlara. “Para veya onur değil” diye cevaplıyor. Sonra da filozof gibi, “Sinirli kadınlar, doktorlara ve entelektüellere ihanet ederler” diyordu. Çocuk da park etmiş arabanın lastiğinin altında kâğıt para görüyor. Parayı kurtaran Yang-byul yiyecek bir şeyler de alıyordu kendine. Sonra kamera kadın heykellerinden aşağıya doğru iniyor. Çocuk aldıklarını heykellerin ortasında yiyordu. Gece olunca nehir kıyısına Timsah geliyor. Çocuk yoktu. Ama geçmeden Yang-byul da geliyor. Neden geç kalmıştı? Timsah öfkeliydi ve çocuğa, “Sen aşağılıksın kardeş” diyor. Hyun-jung ve yaşlı adam çocuğu Timsah’tan kurtarıyorlar, ama bu defa öfkesini Hyun-jung’a boşaltıyor Timsah. Ona, “Sokağa git fahişe” diyor. Çocuk para bulduğunu söylüyor. Gecenin derinliğinde herkes uyurken Timsah çadırından çıkıyor ve yaşlı adamla uyuyan kızın yanına geliyor. Yorganı kaldırıyor. Kız uyanıyor ve ona direniyor. Timsah öfkeyle oradan gidiyor ardından.

Ayı geceydi. Timsah, arabanın içinde kadın ve erkeğin konuşmalarını dinliyor. Adam yalnızlıktan bıkmış. Çünkü bütün arkadaşları evliymiş. Kadın, kendisiyle evlenmek isteyen ve seven adamın dudaklarından öpüyor sonra. Onları dikizleyen Timsah, arabaya yaklaşıyor. Kadın ve erkek sevişirken, onların fotoğrafını çekiyor cep telefonuyla. Gündüz telefon kulübesinde Timsah, şantaj yapıyor gece kaçamak yapan adama. Geceleyin aynı yere, kaçamak yaptığı yere, adam ve kadın arabayla geliyorlar. Adam, cebinden bir zarf çıkartıyor ve “Sahip olduğum şey” diyerek Timsah’a veriyor zarfı. Timsah adamın ellerini bağlıyor, ardından da arabadaki kadına tecavüze yelteniyor. Önce balonu şişiriyor Timsah. Balonu prezervatif gibi kullanacaktı. Ama öngöremediği birileri geliyor ve Timsah’ı dövüyorlar. Yaralı Timsah nehir kıyısına gittiğinde Hyun-jung, onun yaralarını temizlemek istiyordu. Ama Timsah öfkeliydi ve onuru kırılmıştı. Ona, “Sürtük, kalbime ulaşmaya mı çalışıyorsun” diyor. Sonra da “Ben sadece toplumun israfıyım” diyor Timsah. Bu nehri de sevmediğini söylüyor. Kıza gitmesini söylemiş, ama o hâlâ buralardaydı. Hyun-jung, “Her şey iyi olacak” diyor onu rahatlatmak için. Timsah ayağa kalkarken kızı da kaldırıyor ve “Çok bekâret sürdün” diyor ona. Sonra kızın külotunu sıyırıyor, ardından da “Neden direnmiyorsun, kendini savun” diye tepki gösteriyor Timsah.

Gündüz. Kamera, nehirde giden tekneyi sola çevrinme yaparak izliyor. Nehir kıyısında Timsah ve yaşlı adam konuşuyorlardı. Yaşlı adam, “Artık çocuk olmadığına karar ver” diyor Timsah’a. Yaşlı adam ne zamandan beri onun için endişe ediyordu? “Başkalarına zarar verirsen, sana karşı gelecektir” diyor yaşlı adam. Hyun-jung ve Yang-byul da oradaydı. Timsah öfkeli ve çocuğun uyuduğu kanepeyi alıp nehre atıyor. Sonra yaşlı adama dönüp, “Neden bir baba gibi davranıyorsun”, diyor. Bu anda dolly kamera Timsah’ı yakın çekimle gösterirken, ardından kayarak yaşlı adamı gösteriyordu. Modern anlamda “açı-karşı açı”ydı bu. Hepsi tek çekimleydi. Bu çekimle kamera Timsah’ın öfkesine dokunabiliyordu.

Gece. Timsah nehir kıyısında otururken yansıyor. Sonra dolly kamera, Timsah’ın gözleriyle (öznel çekimle) öne doğru kaymaya başlıyordu. Kız ve yaşlı adam uyuyorlardı. Timsah, Hyung-jung’un karakalem çizdiği kendi portresine bakıyordu sonra.

Gündüz. Nehrin suları yansıyor. Çocuk ve kız nehir kıyısında otururken derinlikte de Timsah görünüyordu. Yang-byul, “Bugün büyükbabamın doğum günü” diyor. Gece, nehir kıyısında doğum günü pastası yansıyor önce. Yaşlı adamın doğum gününü kutluyorlardı.  Büyükbabasının, bisikletini onarması için biriktirdiği parayla hediye almış Yang-byul. Ayağa kalkan çocuk büyükbabasına şarkısını söylüyor. Kim usta, bu anı uzun ve tek çekimle yansıtmış. Gündüz olunca, Timsah’ın duvara yaslanmış motosikleti yansıyor. Duvarda kadın ve erkek portreleri de vardı. Kamera, duvardaki resimlerden sağa doğru çevrinme yaparak yaşlı adam, Hyun-jung ve Yang-byul’u gösteriyor. Timsah sigara yakıyor. Daha sonra da nehrin köprü ayakları yansıyor. Ardından da yerdeki içecek teneke kutusu. Yaşlı adam teneke kutuları ayaklarıyla ezen ayakları görünüyor. Kahve makinesini gösteriyor sonra kamera. Kahve makinesi oradan taşınırken yaşlı adam kahve makinesi istiyor. Veriyorlar. Bu kahve makinesi de trajediye katkı verecekti derinlikte. Sonra nehir kıyısında Hyun-jung, çocuğun karakalem resmini çizerken yansıyordu. Timsah geliyor ve kıza resim malzemesi veriyordu. Şaşıran kıza, “Ne bakıyorsun, bunu kullan” diyor. Sonra gülümsüyor. Timsah ilk defa gülümsüyordu. Kıza, “Sana bakmak bir zevk” diyor ardından. Kamera, mavi boyaların olduğu yerden yukarı “tilt” yaparak Timsah’ın fırçayla boya yaptığını gösteriyordu. Polis kelepçesini boyuyordu Timsah. Kelepçe de trajediye katılacaktı derinlikte. Kim usta, bu filminde Bretchyen estetiğini yer yer hissettiriyordu. Bazı nesnelerin anlamı olacaktı bu dramın içinde. Kız ve çocuk da onu izliyorlardı. Yang-byul, küçük bir kaplumbağa görüyor. Şaşkın ve mutluydu. Timsah, kaplumbağayı alıyor ve fırçayla üzerini maviye boyuyor, ardından da kaplumbağayı suya atıyor. Mutlu görünen yaşlı adam da geliyor ve elindeki poşeti torununa veriyor.

Gündüz başka bir anda iki genç çift yansıyor. Genç adam sevgilisine tatil sürprizi yapmış. Sevgilisini Güney Asya’ya götürmek istese de kız Havai’yi tercih edermiş. Onların bu mutlu anlarına Hyun-jung tanıklık ediyordu yüzündeki hüzünle. Derinlikte de Timsah görünüyordu.

Gece Timsah restoranda içerken bir genç adam yanına geliyor. Onu tanımıyordu. Genç adam onu kaldığı yere götürüyor. Yurtdışında yaşıyormuş. Polis ressamlığı da yapıyormuş. Timsah karakalem portre resimlerde kendine benzeyen resim de görüyor. Resimdeki insanlar çok tehlikeliymiş. Genç adam Timsah’a, “Sen benim kupalarımsın” diyor. Bu ne anlama geliyordu? Bir resmi gösteriyor ve “Onu tanıyorsun. O, ünlü bir seri katil” diyor. İdam edilecekmiş. Genç adam, yerde oturan Timsah’ın yanına oturuyor. Timsah ayağa kalkmak istese de sarhoştu. Genç adam Timsah’ı okşarken, videokasetten eşcinsel pornosu da yansıyordu. Timsah, genç adamı dövüyor. Televizyonu kapatıyor. Videokaseti çıkartıyor ve kırıyor. Ardından da videokasetin bandıyla yatakta yüzüstü yatan genç adamın boynuna doluyor. Sonra da çekmecelere bakıyor. Bir tabanca buluyor Timsah. Tabancayı genç adamın yüzüne dayıyordu. Buzdolabından bir şeyler atıştırıyor, sonra da salatalığı genç adamın arkasına sokuyordu Timsah. Oradan çerçeveli bir resmi alıp ayrılıyordu oradan. Hyun-jung’un resmi miydi? Nehir kıyısına geliyor. Sonra çerçeveli resimle suya giriyor Timsah. Suyun içinde çerçeveyi duvara asıyor. Kanepe de oradaydı.

Gündüz. Timsah kızla nehir kenarında konuşurlarken yansıyor. Timsah, “Her şeyi biliyorum, Jun-ho” diyor. Hyun-jung kalkıp giderken onu durduruyor Timsah. “Seni yok etmek isteyen kimmiş”, diyor sonra kıza. Motosikletine binen Timsah ve akşamki eşcinsel gencin kaldığı yere gidiyor. Genç adamın adı Jun-ho’ydu. Kıza acılar çektiren sevgilisiydi. Timsah gece anlamıştı. Jun-ho’ya, “Hyun-jung’u tanıyor musun” diye soruyor. Jun-ho (Yang Dong-jae), onunla nasıl tanıştığını, soruyor Timsah’a. Birlikte mi yaşıyorlardı? “Belki de senin tipindir” diyor Jun-ho. Kederler içinde bıraktığı kızın kendi tipi olmadığını da söylüyor. Timsah onu öldürmek istiyor. Jun-ho, “Sen benim için hiç kimse değilsin” diyor. Başkasıyla evlenecekmiş.

Gece nehir kıyısında neon ışıkları yansıyor. Birileri yine Timsah’a bulaşmış. Bu defakiler de pornoculardı. Onu dövüyorlar, ama Timsah bir kez daha ölümden kurtuluyor. Gündüz nehir kıyısında karakalem Timsah’ın portresini yansıyor. Timsah geliyor ve defterdeki sayfayı kopartıp nehre atıyor. Sonra da Hyun-jung’dan özür diliyor. Kızın yanına oturuyor. Bu şekilde hissettiği zaman nefret ediyormuş. Ama yine de Hyun-jung’u istiyormuş. Bunu alçakça buluyor Timsah. Sonra Hyun-jung, “Ne istediğini söyle, ben karın olamam” diyor. Jun-ho’ya aitmiş o.

Parkta oyun oynayan çocuklar yansıyor. Oyuncak tabancasını arkadaşına kaptıran bir çocuk ağlıyor. At kuyruklu bir adam küçük çocuğa gerçek tabanca veriyor ve bankta gazetesini okuyan adama ateş ettiriyor. Bu gösteri toplumunun eğlencesi miydi? Bu an da gerçekle gerçeküstü arasında gidip geliyordu. Başka bir trajediye götürecekti. Kahve dolabının içinde yaşlı adam da bu trajediyi izliyordu. Bu trajediyi yaşlı adamın gözleriyle yansıtmış Kim usta.

Boynunda boyunluk olan Jun-ho, film şeridini andıran göz çizimleriyle kendisini aşağılayan adamı arıyordu. Kendisini aşağılanmış hisseden eşcinsel Jun-ho, sarhoş olduğundan Timsah’ın sadece gözleri aklında kalmış. Karakalem çizilmiş göz resimlerini birilerine gösteriyor. Adam Timsah’ı uzaktan görmüş, ama emin değilmiş. Sonra Yang-byul, elinde kâğıtla geliyor. Yaşlı adam resme bakıp, “Timsah olamaz. Hata olmalı” diyor. Timsah aynaya bakıyor. İkiye bölünmüş gibi. Jun-ho da karakoldaydı. Görgü tanığı Timsah’ı tam olarak teşhis edemiyor. Sonra da “Sanırım bu” diyor adam. Timsah’a ömür boyu hapis verilebilirmiş. Timsah hücredeyken Jun-ho ona robot resmi gösteriyor. Jun-ho, “Hayatınızın geri kalanını demir parmaklıklar arkasında geçireceksiniz” diyor. “Silahını geri vereceğim” diyor yalvaran gözlerle Timsah. Ama Jun-ho aşağılanmış hissediyor. Ona, “Bana tecavüz ettin, beni aşağıladın” diyor. Ardından da “Bana vurdun. Videoyu ağzıma soktun. Salatalık da vardı” diyor. Bu yaşanan şiddetten dolayı Timsah buradaymış. Jun-ho hücre kapısını açıp içeri giriyor. Timsah bağışlaması için ona yalvarıyordu. Jun-ho onu copluyor. Aşağılanmanın acısını çıkartır gibiydi. Ardından suyun içindeki çerçeveli resim yansıyor. Yaşlı adam karakola geliyor. Yaşlı adam, çocuğa tabanca verip öldürten at kuyruklu adamı teşhis etmek için oradaydı. Emin olmadığını söylüyor. Sonra da hücredeki Timsah’ı ziyaret ediyor. Yaşlı adam, “Yakında özgür olacaksın” diyor, ama Timsah umutsuz ve çökmüştü.

Gündüz. Kamera, sağa çevrinme yaparak yaşlı adamı izliyor. Çiçekler de önde yansıyordu. Yaşlı adam kahve makinesinin yanına geliyor. Oyuncak araba süren çocuk yansıyor sonra. Yang-byul da oradaydı. At kuyruklu adam, Yang-byul’un yanına geliyor ve “Yuvasına iki para koy ve bir cam çıkacak” diyor. Ardından tabancayı veriyor ve iki el ateş etmesini istiyor kahve makinesine. Atkuyruklu adam kahveden nefret ediyormuş. Kahve makinesinin içinde Yang-byul’un büyükbabası vardı ve olanları izliyordu. Yang-byul, kahve makinesinin yuvasına para atıyor, ardından kahve geliyor. Sonra da tabancayla kahve makinesine ateş ediyor.

Nehir kıyısında Hyun-jung yansıyor. Oyuncak araba süren Yang-byul da oradaydı. Timsah geliyor ve çocuğa, “Büyükbaban nerede”, diyor. Sonra Timsah kahve makinesinin yanına geliyor. Kamera içeriden yansıtıyordu. Kız ve çocuk da peşinden geliyor. Timsah, kahve makinesinin kapısını açıyor ve kanlar içinde ölmüş yaşlı adamı görüyor. Sonra mezara gömüyorlar yaşlı adamı. Kamera, mezardan yukarı “tilt” yaparak Han Nehri’ni gösteriyordu.

Yine nehir kıyısındalar. Üç kişilerdi şimdi. Hyun-jun, çocuğun başını okşadıktan sonra ayağa kalkıp yürüyor. Peşinden de Timsah gidiyor. Kız, ankesörlü telefondan bir yeri arıyor. Timsah telefonu kapatıyor. Yang-byul, Timsah’ın kıza sert davranmasına kızıyor. Timsah, “Kız kardeşinin bizi terk etmesini istiyor musun”, diyor ona. Sonra Timsah çadırından Jun-ho’nun tabancasını alıyor. Motosiklete binip uzaklaşıyor. Çok geçmeden arabayla geri dönüyor. Hyun-jung’u zorla arabaya bindiriyor ve bir mekâna götürüyor. Arabanın arka koltuğunda da Jun-ho vardı. Eşcinsel porno kasetini videoya takıyor ve Jun-ho’nun pornosunu izletiyor Hyun-jung’a. Kız şaşkınlık ve iğrenmeyle bakıyor gördüklerine. Bu salaş mekânda heykeller de vardı. Timsah, resim ve heykelleri buradan mı almıştı? Timsah, tabancayı kıza veriyor. Hyun-jung, tabancayı eski sevgilisine doğrultuyor. Jun-ho, korku ve endişe yaşarken, kız ateş edemiyor. Tabancayı Timsah alıyor. Elleri arkadan bağlı Jun-ho daha da korkuyor. Sonu gelmiş miydi? Sonra kamera, çıplak heykellerin üzerinde dolaşırken silah sesi duyuluyordu.

Nehir kıyısındalar. Kız ve çocuk yansıyor. Yang-byul, kâğıttan gemisini suya atıyor. Bir dolu renkli kâğıttan gemi suda yüzerken yansıyordu.

Sonra gece. Hyun-jung nehir kenarında otururken Timsah yanına geliyor. Kız başını Timsah’ın omzuna yaslıyor. Timsah da kızın elini tutuyor. Timsah ilk defa sevginin içindeydi belki de. Öpüşüyorlar ve ardından da gerçek sevişmeyi yaşıyorlar beraberce. Sabah olunca kız nehre atlıyor. Çok geçmeden çocuk uyanıyor kızı göremiyor. Timsah da uyanıyor. İsteksizce suya giriyor. Kızı suyun dibinde buluyor. Maviye boyanmış kaplumbağa da oradaydı. Kanepe ve duvarda asılı çerçeveli resim de. Timsah, kızı kanepeye oturtuyor. Kendisi de oturuyor. Kelepçeyle kendisinin ve kızın bileğini kelepçeliyor. Aşk bağı gibiydi. Kızı dudaklarından öpüyor. Kız ölmüştü. Timsah kelepçeyi çıkartmaya çabalasa da başaramıyordu. Anahtarı bulsa da açamıyordu kelepçeyi. Kâğıt gemiler suda yüzerken yansıyordu ardından. Bu dramın trajedisi de gerçeküstü sonlanıyordu. Ama küçük Yang-byul’a ne olacaktı şimdi?

 

“Vahşi Hayvanlar...”

Kim Ki-duk ustanın 1997 yapımı ikinci filmi “Yasaeng Dongmul Bohoguyeog-Vahşi Hayvanlar” filminin hikâyesi, Paris’in sokaklarında geçiyor. Bu film, Kuzey ve Güney Koreli iki genç adamın yollarının Paris’te kesişmesini anlatıyor. Aşkın ve sanatın şehri Paris’i bir şiddet ve vahşet şehrine dönüştüren Kim usta, hikâyesini yoğunlukla Seine Nehri kıyılarına taşımış. Bu, başka filmlerdeki bildik Seine değil. Daha aşağılarda, neredeyse Paris’in kenarlarına uzanıyor. Bu filme, Paris’in dar ve karanlık arka sokakları da yer yer mekân oluyor. Kim usta da zamanında sonuna kadar gerçekliğin dibindeki Paris’te yaşamıştı. Dream Cinema’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri In-gu Kang ve Jin-ha Oh bestelemiş. Görüntülerse Jeong-min Seo’dan. Kim usta bu filminde ağırlıklı olarak 1970’lerdeki Avrupa avantür filmlerinden ilham almış. Ama aralara sanat serpiştirilmiş bir ilhamdı bu. Filmde Korece ve Fransızca kelimeler duyuluyordu. 

Cheong-hae (Jae-hyeon Jo), Güney Kore’den Paris’e ressam olmak için gelmiş, ama şimdilik bulabildiği sadece suç dünyasıydı. Bir tekne satın alıp resimlerini orada yapmayı düşleyen, hırsız ve düzenbaz, neredeyse hiç güvenilmeyecek Cheong-hae, Kuzey Kore’den kaçıp Paris’e sığınmış eski asker ve dövüş sporlarında iyi Hong-san’ı (Dong-jik Jang) yoldan çıkartıveriyor hemen. Bu tuhaf dostluk, Fransız mafyasına kadar uzanıyor. Cheong-hae, heykel taklidi yapan Macar Corrine’e de (Sascha Rvkavina) tutuluyor hikâyenin bir yerinde. Kore’nin kuzeyinden olan Hong-san da trende aynı kompartımanda yolculuk yaptığı melez Laura’ya (Ryun Jang) tutuluyor. Bu iki aşk da bu iki Koreli genç adam için imkânsız gibi miydi? Çünkü Corrine’in başında bir Fransız gangsteri vardı. “Kırmızı Fener”, yani fuhuş merkezi Pigalle’de striptizcilik yapan Laura’ysa bir başka gangstere Emir’e (Denis Lavant) sırılsıklam âşıktı. Ama Laura’yı bu işe zorlayan da Emir’di. Emir, Laura’nın saflığından faydalanan, Laura’nın hayallerini sömüren biriydi.

Ülkeleri ikiye bölünüp Kuzey ve Güney olmuş bu iki gencin Paris’te kesişen yolları onları hayal bile edemeyecekleri dünyaların içine sürüklüyordu. Cheong-hae, gelişmiş bir kapitalist ülkeden bir başka gelişmiş kapitalist bir ülkeye gelmiş. Kapitalizmi ve sistemi biliyor. Kuzey Koreli Hong-san’daysa her şey teorikti. Kuzey’den kaçarken Batı’da özgürlüğe dokunacağını hayal ediyordu belki de. Ama parasız bir hiç olduğunu keşfetmesi de daha büyük bir hayal kırıklığıydı onun için. Cheong-hae’ye ayak uydurup sistemin içinde kaybolup gidecek miydi? Kim usta, ilk filmi “Timsah” gibi kapitalizmi ve sistemini gerçekçi bir sinema diliyle perdeye yansıtmayı başarabiliyor. “Timsah” filminde evsiz insanlar üzerinden sistemin keskin çarklarına tanıklık ettiriyordu. Fransa’da çektiği “Vahşi Hayvanlar” filminde de böyleydi. Seul’u ve Paris’i, gerçeklikle perdeye yansıtmayı başarabilmiş bu iki filminde usta.

Ön jenerik yazıları sürerken eller yansıyordu. Tellerle figür yapıyordu eller. Görüntü sepya tadındaydı. Kamera, ellerden yukarı “tilt” yaparak Hong-san’ın kederli yüzüne gidiyor. Budapeşte’den Paris’e giden hızlı trendeydi şimdi. Lüksemburg’a gelen trene Fransız-Koreli melez genç kadın Laura biniyor. Koridorda tek başına yürürken Hong-san’ın kompartımanına giriyor. Kompartımanda ondan başka kimse yoktu. Hong-san, tek sigara kalmış paketindeki sigarayı yakıyor. Sonra kamera, duvarlardaki resimler üzerinden sağa kayarak resim atölyesinin girişini gösteriyor. Burası Paris’ti. Korelilerin resim stüdyosu vardı bu sokakta. Cheong-hae resim yapılan stüdyoya geliyor. Resim yapan bir genç sanatçının (Na Gil-joo) kullandığı renkler üzerine yorum yapınca resim yapan genç sanatçı kızıyor ona. Cheong-hae bu işlerden anlar mıydı? Sadece kimsenin satın almayacağı resimler yapardı o. Bu mekânda ne işi vardı? Genç ressam da Güney Koreliydi. Cheong-hae, yankesicilik bile yapıyormuş. Kendini aşağılayan ressama yumruk atıp burnunu bile kanatıyor Cheong-hae. Başka Güney Koreli ressam (Koo Ja-hong) onu stüdyodan çıkartıyor hemen. Giderken oradan bir şeyler de götürüyordu Cheong-hae. Sonra sanata adanmış bir an yansıyor perdede. Mermer gibi bembeyaz Corrine’in meydanda çıplak Camille Claudel heykelini canlandırdığı bu sekans çok çarpıcıydı. Fonda duyulan piyano ve keman tınıları etkileyiciydi. Kim usta, bu anda kaydırma yapan kamerasıyla Corrine’le vals yapıyordu sanki. Bu kamera, Corrine’in güzelliğini öyle ayrıntılı yansıtıyor ki, Cheong-hae gibi tutulabiliyordu insan ona. Cheong-hae de oradaydı tabii ki. Stüdyodan çaldığı şeyleri satmak için. Birini de bir kadına satıyordu Cheong-hae. Fincanına atılan paraları toplayan Corrine, tutkunu olduğu Rodin’in “Camille Claudel” heykelini hayranlıkla seyredeceği bir parka gidiyordu sonra.

Hızlı tren de Paris’e yaklaşıyor. Laura ve Hong-san pek konuşmuyorlardı bu yolculukta. Pasaport kontrolü yapılırken Laura pasaportunu görevliye veriyor. Diğer görevli de çantasına bakınca kartını buluyor. Laura striptizciydi. Hong-san’ın pasaportuna bakarken sorular da sormaya başlıyor görevliler. Fransa’ya niçin gelmişti? Laura’ya “Sizinle mi” diyorlar. Laura da birlikte olduklarını söylüyor onlara.  Görevliler gidince piyano tınıları duyulmaya başlıyordu fonda. Paris’te var olmaya çalışan Cheong-hae de bir defa daha geliyor resim stüdyosuna. Tablo çalacakken genç ressamlar yine görünüyor onu. Yumrukladığı genç ressam onu tekmeliyor öç alır gibi. Dayak yiyen Cheong-hae yine meydana geliyor, Corrine’i “Camille Claudel” olarak seyretmeye. İki Fransız geliyor ve genç sanatçı Corrine’i taciz ediyorlar. Üzerine su sıkıyorlardı. Bunları gören Cheong-hae, ikisini de dövüyordu. Çünkü o, Corrine’e tutkundu. Corrine yine “Camille Claudel” heykelini seyretmeye gidiyor parka. Cheong-hae de peşindeydi. Bankta oturan Cheong-hae’nin yanına oturuyor Corrine. Tanışıyorlar. Corrine, sadece Camille Claudel’in yüz ifadesini değil, başını da istiyormuş. Cheong-hae, “O ulusal değer, eğer çalarsan seni hapse atarlar” diyor. Cheong-hae, Camille Claudel’in başını sökmeye çalışıyor Corrine için. Düdük sesini duyunca kaçıyor ikisi de. Resimlerle bezenmiş duvarın önünde Corrine onu dudağından öpüyor birden. Hiçbir erkek kendisi için böyle kahramanlık yapmamıştı belki. Çok geçmeden sevişiyorlar. Kim usta, bu sevişmeyi ayrıntılı ve sanat eserine dönüştürerek yansıtmış. Estetik ve zarifti. Camille Claudel heykellerinden veya Egon Schiele tablolarından çıkmış bir andı sanki bu sevişme. Corrine’in duyduğu acı ve haz yüzünde anlamlaşıyordu. Kamera, Corrine’in yüzünden ayrılıp kadın tablosuna doğru “tilt” yapıyordu sonra. Tablodaki kadının yüzünden Camille Claudel’le Corrine’in hüznü yansıyordu sanki. Sevişmenin ardından Corrine, Cheong-hae’nin vücuduna kalemle şekil çiziyor. Aşklarını ölümsüzleştirmek içindi belki. Corrine de ressamdı.

Tren Paris’e geliyor. Laura, garda Emir’i görüyor ve öpüşüyorlar. Laura’ya tutulmaya başlayan Hong-san da bu ana tanıklık ediyordu. O, tek başınaydı bu koca ve bilmediği şehirde. Garda çantasını dolaba bırakan beyzbol şapkalı Hong-san, dolabı kapatmayı başaramıyor bir türlü. Cheong-hae de orada bitiveriyor hemen. Hong-san’a, “Koreli misin? Parayı buraya mı koyacaksın” diyor. O kurnazdı. Dolabın nasıl kapatılacağını gösteriyor Hong-san’a. Hepsi teknoloji işiydi işte. Hong-san gidince dolaptaki çantayı da götürüyordu Cheong-hae. Pigalle bölgesinden geçen Hong-san yansıyor bir an. Ardından da Laura ve Emir. Eve geliyorlardı. Emir önce Laura’nın sutyenini çıkartıyor. Orada uyuşturucu taşıyordu çünkü Laura. Aynı şeyi bir daha yapmak da istemiyordu Laura. Çünkü bu işler tehlikeliydi. Onlar sevişmeye başlarken, kamera da yukarı doğru “tilt” yaparak küçük resim tablosunu yansıtıyordu sonra.

 Cheong-hae de uzak bir yerde Hong-san’ın çantasını karıştırıp paraları alırken bir siyah-beyaz fotoğrafa gözü takılıyor. Hong-san ve ailesinin fotoğrafıydı bu. Çantayı gara bırakmaya gelirken birileri de kovalamaya başlıyor birden onu. Yakalıyorlar. Sonra da dövüyorlar. Hong-san geliyor ve birkaç karate hareketi yaparak dövüyordu ikisini de. Biri bıçak fırlatınca kendisini korumada da uzmandı Hong-san. İki Fransız kaçtıktan sonra sıra Cheong-hae’ye geliyordu tabii ki. Ona yumruk atınca parayı hemen iade ediyor Cheong-hae. Çantayı da. Sonra Güney Koreli paranoyasıyla, “Sen casus musun” demeye başlıyor Cheong-hae. Çantasını karıştırırken Kuzey’den olduğunu anlamış Hong-san’ın. Trene geliyor Hong-san. Kompartımana giriyor. Mırıldanarak, “Senin gibiler yüzünden Kuzey ve Güney birleşemiyor” diyor Cheong-hae. Sonra kompartımanın içinde Hong-san’ı hafifçe tokatlıyor. Hong-san da onu kompartımandan dışarı attığında silahlı iki polis kompartımana gelip Hong-san’ı götürüyorlar. Şimdi nezaretteydi. Güney Koreli ne hesaplıyordu şimdi? Polise yalan söyleyen Cheong-hae, onu yanına almak istiyordu. Çünkü sıkı dövüşen Hong-san’la iyi para kazanabilirlerdi. Onu kandırıyor ve hapisten kurtarıyor. Artık Cheong-hae’nin peşine takılacaktı Hong-san. Ama düzgün yoldan ayrılmak istemiyordu Hong-san. Sokaklarda gösteri yapmaya başlıyor sonra. Uzakdoğu dövüş sanatlarıyla tuğlaları ve tahtaları kırıyordu. Cheong-hae, kaldığı teknede paraların çoğunu kendi alırken birazını da Hong-san’a veriyordu tabii ki. Orada iki kadın tablosu da fark ediliyordu. Kaba gördüğü Hong-san’a içkinin nasıl içileceğini de gösteriyor Cheong-hae. Uygarlığı öğretecekti ona. Sonra onun gösterisini izlemeye de gidiyor Cheong-hae. Dövüş sanatlarında inanılmaz biriydi Hong-san. Bıçak gösterisinde ona bıçak bile fırlatıyor Cheong-hae. Bir tür “Giyom Tell” durumuydu bu. Bir Fransız geliyor ve bıçağı alıp fırlatıyor. Bıçağı atan Fransız bir gangsterdi. Onları, mafya patronuna (Richard Bohringer) götürüyor adam. Hong-san’dan kendisi için çalışmasını istiyordu patron.

Kamera, Cheong-hae’nin kaldığı teknede, ikisinin tartışmasını yansıtıyor sonra. Yeraltı işlerinde çok para vardı. Ama Hong-san tuğlayı ikiye bölmek istiyordu. Hong-san buraya dövüşmemek için gelmişti çünkü. Cheong-hae onu kandırıyor ve ilk işe koyuluyorlar hemen. Katlı bir otoparkta bir Fransızı yakalayıp mafyaya teslim edeceklerdi. Başlarına siyah çorap geçiriyorlar. Hong-san isteksiz davranınca adamın üstüne Cheong-hae yürüyor. Başaramıyor. Ama Hong-san işe el atınca bir yumrukla sorunu çözüyordu. Mafya adama işkence yaparken, onlar da oradaydılar. Sonra Hong-san’ı randevuevine götürüyor Cheong-hae. Sarışın fahişeyle sevişmeye çalışıyordu Hong-san. Aç ve sevişmesini bilmeyen Hong-san hayvansı davranıyordu fahişeye. Sevişirken de Kuzey’den kaçışı da zihninden düşüyordu Hong-san’ın. Kadın bu vahşi sevişmeye dayanamayınca onun altından kaçarak prezervatifi de suratına fırlatıyordu. Kim usta, bu anı pornografi gibi yansıtmış. Cheong-hae ve Corrine’in sevişmesindeki zarafetten uzaktı.

Cheong-hae de Corrine’in dairesine gidiyor. Orada bir adam vardı. “Bıçak” (Bruno Guillot) lakaplı gangster, Corrine’le yatıp yatmadığını soruyor hemen ona. Gangster kıskanç görünüyordu. Cheong-hae gittikten sonra Corrine’i sıkıştırıyor gangster. Pasaportu olmadığı için “Bıçak” lakaplı bu kıskanç gangstere mahkûmdu Corrine. Sonra gangster ona donmuş balıkla vururken, kamera da hüzünlü kadın tablosunu gösteriyordu. Siyahlar içindeydi tablodaki kadın. Hong-san da bilmeden Pigalle bölgesinden geçiyor yine. Siyahî adam onu zorla içeri alıyor. Seks ürünleri satılan bu yerde seyretmek için seks odaları da vardı. Adam onu bir odaya sokuyor. Gösterisini bitiren kadından sonra sahneyi Laura alıyor. Onu fark ediyor Hong-san. Striptizci Laura üzerindekileri dans yaparak çıkartıyordu. Fonda da Arapça müzik duyuluyordu o dans yaparken. Bu “camın arkasından izleme” sahneleri, ustanın daha sonra çekeceği 2001 yapımı Nabbeun Namja-Kötü Adam” filmine de ilham vermiş olabilir. Koşut kurguyla yansıyan Cheong-hae de sokakta, Corrine’in vücuduna yaptığı grafik çizgileri siliyordu. “Bıçak”, Corrine’i arabayla bir yere getiriyordu gecenin içinde. Orada Cheong-hae vardı. “Bıçak”, önce onu dövüyor, ardında da bıçak çıkartıyor lakabına yakışır biçimde. “Bıçak”, Corrine’le yattığı için para istiyor Cheong-hae’den. Cebinden para çıkartan gangster Cheong-hae’yi tehdit ediyordu sonra. 

Kamera, Laura’nın evine gidiyor. Laura, Emir’e altın saat hediye ediyor. Bu saat, kaderleri ve trajedileri belirleyecekti derinlikte bir yerde. Onlar eğlenirken, bir adam kapıyı çalıyor ve ondan para istiyordu. Bu, Laura’nın babasıydı. Laura’yı terk etmiş zamanında. Laura henüz on dört yaşındayken sokaklara bırakmış onu babası. Onu kovan Emir, ağlayan sevgilisini de teselli ediyordu. Laura’nın duygusal anından faydalanan Emir, “bu defa son” olacak işlerden yapmasını istiyordu sonra. Yine uyuşturucu taşıyacaktı. Hong-san ve Cheong-hae de zengin bir Korelinin (Jeon Kyu-hwan) peşine düşüyorlar gecenin içinde. Adam eşcinseldi. Yanındaki Fransız kaçarken, Cheong-hae adama saldırıp cüzdanındaki paraları alıyor. Seine kıyısına gidiyorlar. Para için kendi memleketlisi dövmek nasıl bir şeydi? Üzülmüyor muydu? Paraları kumara mı yatırıyordu Cheong-hae? Bu tartışmadan sonra Hong-san onu terk ediyor. Ama Cheong-hae peşini bırakmıyor onun. Tekneye dönüyorlar. Ona işi bırakmaması için ikna etmeye çabalıyor Cheong-hae. İşi bırakmayacaktı Hong-san. Koreliden aldıkları parayı bölüşüyorlardı sonra.

Ondan bir iyilik istiyor Hong-san. Sonra da yine Pigalle’de Laura’nın striptiz yaptığı yere gidiyordu. Odada çakmağını yakıyor Laura yüzünü iyice görsün diye. Camın arkasından konuşuyor Hong-san. Treni hatırlatıyor. Fransızca not gösteriyor ona. İspanyolca şarkı çalıyordu bu anda.

Gündüz. Seine Nehri’nde bir yat yansıyor. Yatta yemek yiyenler arasında Cheong-hae ve Hong-san da vardı. Hong-san çatal-bıçakla yemek yemeyi beceremeyince masadaki Fransızları güldürüyor. Cheong-hae buna dayanamıyor. Yemeği mafya patronu veriyor yatta. Patron öfkeleniyor ve Hong-san’dan özür diletiyor adamına. Patronun sarışın metresi de çetedeki bir diğer adamın bacağını okşuyordu bunlar olurken. Onlar kaçamak yapıyorlardı hep gizlice. Ama hiçbir sır sonsuza kadar gitmezdi.

Seine kıyısında. Cheong-hae, hayalini kurduğu tekneyi kaybedecekti. Yaşadığı bu tekneyi sahibi satmış. Adama borcunu ödeyememiş Cheong-hae. Bir ay içinde borcunu ödeyebilir miydi? Yanına Corrine geliyor sonra. Sarılıyorlar. Ardından Corrine’i beyaza boyuyor Cheong-hae. Sonra da Hong-san yansıyor. O da teknedeydi. Akşam Corrine dairesine dönünce belalısı “Bıçak” bekliyordu onu. “Bıçak”, yine dondurucudan donmuş balığı çıkartıyor. Donmuş balığı görünce gözlerine korku ve endişe iniyordu Corrine’in. Gündüz teknede. Farklı giyinmiş Cheong-hae sigara yakacakken “Bıçak” çakmağını uzatıyor ona. Sigarasını yakıyor ve sonra da “Onu seviyor musun”, diyor Cheong-hae’ye. Gangster, “Onu sana veriyorum” diyor. “Bıçak”, karşılığında da 100 bin frank istiyordu Cheong-hae’den. Hem tekne borcunu hem de bu ödemeyi nasıl yapacaktı? Gece olunca yeni bir işe çıkıyorlar Cheong-hae ve Hong-san. Beklerken telle kalp yapıyor Hong-san. Bekledikleri gelince Cheong-hae üst kata çıkıyor. Hong-san, siyah deri montlu ve beyzbol şapkalıydı. Hong-san, adamı takip ediyor. Asansöre biniyorlar. Kasvetli bir yerdi burası. Yukarı çıktıklarında Hong-san adama yumruk atınca birtakım adamlar çıkıyor ortaya. Hesapta olmayan bu adamlar da nerden çıkmıştı? Hong-san’a saldırıyorlar. Cheong-hae de onu bekliyordu yukarıda. Bir zaman sonra Hong-san’ın yanına geliyor. Yerde kanlar içindeki Hong-san’ı görüyor. Gündüz mafya patronunun yatına gidiyor kamera. Patron kötü haberi alıyor. Adamı muhbir olarak Cheong-hae’den şüpheleniyordu. Cheong-hae ve Hong-san teknede yansıyorlar. Hong-san, Cheong-hae’nin resim çizmesini istiyordu. Bu pis işlerden kurtulurdu belki. Yüzü yaralı Hong-san’ın portresini yapmaya başlıyor sonra Cheong-hae. Bir zaman önce Amerika’da dövüşmüş bir sporcuymuş Hong-san. Dayak yiyince o günleri hatırlamış. Tekneye gangsterler geliyor. Mafya patronunun adamlarına yakalanmadan kayıkla kaçmayı başaran Cheong-hae, sonra da anlaştığı adamların yanına gidiyor para almak için. Ama dayak yiyordu onlardan. Arkadaşını satan adama para verilmezdi çünkü. Bıçaklıyorlar Cheong-hae’yi.

Hong-san Pigalle’de Laura’nın striptiz yaptığı yere gidiyor yine. Arapça şarkı duyuluyor. Laura dans yaparken yansıması da cama vuruyordu. Hong-san, arkadaşının kendisini kovduğunu söylüyor camın ardından. “O güzel teknesini kaybetmek istemedi” diyor. O teknede resim yapacağı bir yer olmasını hayal etmiş Cheong-hae. Onun çizdiği karakalem kendi portresini gösteriyor Laura’ya.  Bu resmi kendisi için çizmiş Cheong-hae. Oradan çıkıyor Hong-san. Siyahî adam, Hong-san’ın bıraktığı hediyeyi Laura’ya veriyor. Önce almıyor, sonra dikkatini çekiyor bu şey. Cheong-hae de çantasında biriktirdiği parayı alıp “Bıçak”a gidiyor ödeme yapmak için. Corrine’in dairesinde ödeme yapıyor gangstere. “Bıçak” parayı az buluyor. İçerideki Corrine, parayı almaya çabalasa da başaramıyordu “Bıçak”tan.

Gündüz. Dönerciden dürüm döner alırken yansıyor Cheong-hae. Sokakta döneri yerken birden karşısında mafya patronunun adamlarını görüyor. Cheong-hae bir ispiyoncuydu. Kaçıyor. Yakalıyorlar onu. Mafya patronu da oradaydı. Siyah deri montuyla Hong-san da. Cheong-hae dayak yerken elindeki teli öfkeyle eğip büküyor Hong-san. Buna son vermek istiyordu. Cheong-hae’yi döven adam, ona ders verilmeli, diyor öfkeyle. Hong-san da deri montunu çıkartıp Cheong-hae’yi dövmeye başlıyor. Patrona dönen Hong-san, “Unut. Bırak gitsin” diyor. Sonra Seine kıyısında yürüyorlar gecenin derinliğinde beraber. Cheong-hae sinirliydi. Hong-san, ona vurduğu için özür diliyor. Fonda piyano tınıları duyuluyordu bu anda. Hong-san, cebinden para çıkartıp Cheong-hae veriyor. Dilenci olmadığını söylüyor ve parayı yere fırlatıyor Cheong-hae. Onu kovuyor. Hong-san gittikten sonra da suda giden paraları görüyor Cheong-hae. Alırken suya düşüyor. Yüzme de bilmiyordu. Hong-san’ı çağırıyor. Hong-san onu kurtaracaktı tabii ki.

Mafya patronunun metresiyle patronun adamlarından biri sevişirken yansıyorlar. Seviştikten sonra adam gidiyor. Kapının önünde Hong-san görünüyor siyah deri montuyla ve adamı dövüyor. Sonra da kaçıyor. Adam, “Annie” diye sesleniyor sarışın kadına. Annie (Fanny Perusse) kapıyı açıyor. Gece sürerken Cheong-hae de içiyordu kederinden. Dar sokaklarda yürümeye çabalıyor sarhoş haliyle. İki serseri çıkıyor karşısına. Parasını alıp gidiyorlar. Sonra yere çöküyor ve gülümsüyor “Benim param” diye. Bıçağını çıkartıyor. Sonra mafya patronu, Hong-san ve diğerleri yansıyor. Hong-san’ın dövdüğü adam da oradaydı. Patron, Hong-san’a bayıldığını söylüyor. Paris’te böyle hoş bakışlara rastlamak zormuş. Gözler yalan söylemezdi. O sırada oraya Cheong-hae geliyor. Patrona yeniden kendisini içeri alması için yalvarıyor. Bıçağı eline saplıyor sadakatini göstermek için Cheong-hae.

Metroda sokak müzisyenleri yansıyor. Sonra da Corrine’in, Camille Claudel heykeline hayranlıkla bakışı. Yanına Cheong-hae geliyor. Elinde de bir çekiç vardı. Aşkı için Camille Claudel başını sökmek istiyor. Hong-san da onları izliyordu uzaktan. Yine düdük sesi duyuluyor. Polislerin elinden kurtuluyorlar yine. Corrine’le ilk öpüştükleri resimli duvarın önünde oturmuş yansıyor Cheong-hae. Yanına Corrine geliyor. Başını okşuyor şefkatle. Başlarını birbirlerine dayıyorlar. Corrine, “Ne zaman tamamen senin olacağım” diye soruyor ona. Dairesine geldiğinde “Bıçak” onu bekliyordu orada. “Bıçak”tan nasıl kurtulacaktı Corrine? “Bıçak” yine donmuş balıkla Corrine’i dövüyor. Corrine’in acı çığlıkları yükselirken siyahlar içindeki hüzünlü kadın portresi yansıyordu. Zincirlemeli geçişle “Bıçak” yatakta çıplak uyurken yansıyor. Kamera geriye çekildiğinde Corrinne giriyordu çerçeveye. Öfkeliydi. Altta da gerilimli müzik duyuluyordu. Buzdolabından donmuş balığı alıyor Corrine. Kim usta, çarpıcı açılarla yansıtıyordu bu anları. Kamera öne doğru kayarken, Corrine’in donmuş balığı tuttuğu sağ elini yakın çekimle gösteriyordu kamera. Hitchcockyen bir gerilim yükseliyordu bu anda. Sonra balığı adama saplıyordu. Ardından telaşla Cheong-hae’nin teknesine geliyor Corrine. Ona ağlayarak sarılıyor. Ardından da Corrine’in dairesinde öne doğru kayan öznel kamera, yatakta ölü “Bıçak”ı gösteriyor. Üzerinde de kadın portresi resmi vardı. Cheong-hea ve Corrine cesedi ne yapacaklardı şimdi? Sonra cesedi Seine Nehri’ne atıyorlar gecenin derinliğinde. Mafya patronunun metresiyle ilişki yaşayan gangsterlerden biri cesedi attıklarını görüyordu onların. 

Gündüz. Arabada biri alışveriş merkezinin önünde Annie ve sevgilisini izlerken yansıyor. Sonra da mafya patronu ve adamları yansıyor mekânlarında. Hong-san ve Cheong-hae de oradaydı. Patron, Cheong-hae’nin yanına gelince, “Bana istediğimi yapabileceğini söylemiştin” diyor. Sonra da kulağına bir şeyler fısıldıyor. Ardından Laura ve Emir’in sevişmesi yansıyor. Usta, bu sevişmeyi de ayrıntılı ve zarif yansıtıyordu. Corrine’le Cheong-hae’nin sevişmesi gibi ikonik bir sevişmeydi bu da. Emir çeteden ayrılmış. Laura banyoya gittiğinde, merdivenlerden çıkan Hong-san ve Cheong-hae yansıyor. Hong-san, Laura’nın dairesi olduğunu bilmiyor. Emir’i öldürmeye gelmişler. İçeri giriyorlar. Emir’i dövüyorlar. Daireden çıktıklarında Cheong-hae geri dönüyor. Banyodan çıkan Laura, yatakta Emir’in baygın halde görüyordu. Cheong-hae, dairenin kapısını açıyor. Laura’nın çığlıkları duyuluyordu. Cheong-hae, Laura’nın gözlerini bağlarken, ellerini de arkadan bağlıyordu. Bıçağı Emir’e saplayarak öldürüyor. Cheong-hae çıkarken, komodinin üzerindeki altın saati de alıyordu Laura’nın çığlıkları her yeri kaplarken. Fonda da keman tınıları duyuluyordu. Kamera, komodinin üzerindeki bibloyu gösteriyordu bu çığlıklar üzerinde. Gündüz olduğunda çığlıklar Cheong-hae’nin zihninde sürüyordu Seine kıyısında. Birisini öldürmek hiçbir şeye benzemiyordu. Yanına Hong-san geliyor. Onun bir şeyler karıştırdığından şüpheleniyor. Saat satın aldığını söyleyen Cheong-hae, altın saati Hong-san’a hediye ediyordu.

Mafya patronu, Çin lokantasında olay çıkartan adamlarından hesap sorarken yansıyor özel mekânlarında. Biri de metresiyle olan adamıydı. Dayak yemişler. Hong-san ve Cheong-hae de oradalar her zamanki gibi. Mekânda eşek heykeli de vardı. Hong-san’a dayak yemiş adamlarına yumruk atmasını söylüyor patron. Kolay değildi. Patron nasıl vuracağını Hong-san üzerinde gösteriyor. Patron acımasız ve adamlarını disiplin altında tutmak istiyor hep. Patron, Hong-san’dan bir adamı öldürmesini istiyor. Hong-san iyi Fransızca konuşamıyor. Cheong-hae, patronun konuşmalarını çeviriyor hemen ona. Kimseyi öldürmek istemiyordu Hong-san. Ardından bir gazete yansıyor. Başlığında da “Paris mafyası tarafından öldürülen Emir” yazıyor. Teknede gazeteye bakan Hong-san, Emir’in öldürüldüğünü anlıyor. Cheong-hae ne yapmıştı? Ona hesap sorarken, Cheong-hae de “Pis iş. Olmak ya da olmamak” diyor Hong-san’a. Yaptıkları buydu. Hayat onları hiç hayal etmedikleri yerlere doğru sürüklüyordu çünkü. Artık dönüş yoktu. Hong-san, “Çok değiştin, başka insan oldun” diyor ona.

Diğer tarafta patronunun iki adamı Hong-san’ı öldürme planı yapıyorlar. Böylelikle patrona karşı zafer de kazanabilirlerdi. Patronun aşağılamalarından da usanmışlardı. Kendi yapılanmalarını bile kurabilirlerdi. İçlerinden kısa saçlı olanı patronun metresinin âşığıydı. Diğer tarafta teknenin sahibi de tekneyi kilitliyor. Cheong-hae ödeyeceğini söylese de dinlemiyordu adam. Kalacak yerleri de kalmamıştı. Ne yapacaklardı şimdi? Hong-san’ı öldürmek isteyen isyancı iki gangsterle buluşuyor Cheong-hae. Yüklü bir çek de veriyorlar ona. İçlerinden biri ona, “Zargana sever misin”, diyor. “Bıçak”ı nehre attıklarında görmüştü adam. Gangsterlerin yanından ayrılan Chrong-hae, Hong-san’la Seine kıyısında içerken yansıyor. Artık evsizdiler. Kim usta bu anda gerçeküstücü görüntü oluşturmuş. Suyun yansımaları üzerlerine düşüyordu ikisinin. Kelepçeyle biri suya atılırsa ne olurdu? Cheong-hae bunu soruyor ona. Hong-san anlamıyor. Kelepçeyi birbirlerinin bileklerine takıyor Cheong-hae. Birlikte yaşayıp, birlikte öleceklermiş. Neler düşünüyordu Cheong-hae? Onu öldürmeyi mi? Cheong-hae giderken kelepçenin anahtarını vermiyor. Ona güveniyormuş. Anahtarı nehre atıyor sonra. Zincire de bağlamış Hong-san’ı. Ardından onu nehre itiyor ve “Burası köylü gibi görüneceğin yer değil” diyor Cheong-hae. Her şeyi Corrine için yapıyormuş. Ona istediği heykelleri de alacakmış. Aşk içindi her şey. Eğer gerçekten ölmesini istiyorsa intihar edebileceğini, söylüyor Hong-san. Sonra da ona mutlu yaşam diliyor. “Vicdan azabı çekmen için neden yok” diyor ve suya dalıyor. Yüzüne endişe ve korku oturan Cheong-hae, zinciri çekiyor ve onu yukarı çıkartıyor. Hong-san, bu sert dünyada tek dostuydu onun.

Siyah deri montuyla mafya patronunun yanına gidiyor Hong-san ve işi kabul ediyor. Kâğıda istediği rakamı yazıyor. Patron da çeki yazıyor hemen. Çekte istediğinden daha fazlası vardı. Öldüreceği adam bir otelin 307 numaralı odasındaymış. Patron tabanca da veriyor ona. Sonra işe koyuluyor Hong-san. Otel odasına girerken ayakları yansıyordu sadece. Otel odasında Annie ve âşığı yatakta uyuyorlardı o geldiğinde. Bir an onları seyrediyordu Hong-san. İki âşığı. Mutluydular. Tabancayı çıkartıyor ve onlara doğrultuyor. Sonra sandalyeye oturuyor. Hong-san bir mekanizma kuruyor ve gidiyor. Kadın hareket ettiğinde tabancanın tetiği çekilecek ve adam vurulacaktı. Sonra Hong-san gidiyor. Kadın kıpırdayınca bir yanlışlık oluyor ve kadın başından vurulup ölüyor. Adam kurulan mekanizmayı görüyor. Oteldeki işini bitiren Hong-san gecenin içinde Camille Claudel heykelinin olduğu parka geliyor. İki polis de heykeli korumaya almışlar. Polisleri bayılttıktan sonra çekiçle heykelin başını çıkartıyor. Oradan kaçarken polisin biri ateş ediyor ardından. Yaralanmış mıydı? Ardından Hong-san, striptiz yapılan yere gidip keder yüklü gözlerle Laura’yı izliyor. Ağlıyordu Laura. Hong-san, onu izleyerek mastürbasyon yapıyor sonra. Fonda da Arap müziği duyuluyordu. Bu anları kamera çok çarpıcı açılarla yansıtıyordu. Sahnedeki Laura, sola yatmış kamerayla yansıyordu. Hong-san’ın cama vuran yansımasıyla Laura aynı karedeydi. Acı ve haz aynı anda yaşanıyordu. Sonra kamera sağa çevrinip Hong-san’ı gösteriyor. Kelepçe hâlâ bileğindeydi. Zincir de. Sigara yakıyor. Onun da yüzüne en başından beri keder oturmuştu. Kamera, yakın çekimle Hong-san’ın kanlı yüzünden aşağı “tilt” yaparak kolundaki saati gösteriyor. Laura saati fark ediyordu. Bu saat Emir’e hediye ettiği saat miydi? Laura doğrulurken, Hong-san’ın görüntüsü camdan yansıyordu. Kim usta, bu anı gerçekçi bir anlatımla perdeye yansıtabilmiş.

Mafya patronu Le Monde gazetesini okurken, içeri biri metresiyle olan, diğeri şişman iki adamı giriyor. Ateş edip patronu öldürüyorlar. Sonra nehir kıyısında gece içmiş Cheong-hae yansıyordu. Başucunda da Camille Claudel heykelinin başı vardı. Sabah olmuştu. Heykele kan da bulaşmıştı. Uyanıyor ve heykel başını görüyor. Fonda da Arapça şarkı duyuluyordu. Cheong-hae, Corrine’in dairesine gidiyor. Corrine yatakta uyuyordu. Başucuna bırakıyor. Corrine uyanıyor ve öpüşüyorlar. Yatağa uzandıklarında siyahlı kadın tablosu yansıyordu. Ardından da Camille Claudel’in kan bulaşmış heykel başıydı. Onlar sevişirken heykel başı da yatakta sarsılıyordu. Hong-san da nehir kıyısında içerken yansıyordu sonra. Yanına Cheong-hae geliyor. Şarap şişesini ona uzatıyor. Geçmişi hatırlatıyor Cheong-hae. “Seni durdurmaya çalıştığımda beni fena dövmüştün” diyor. O an, kendisine vurmasını istemiş. Hong-san, “Birine vurduğunda kalbi kırılır” diyor. Kendisine yumruk atmasını istiyor Hong-san’dan. Ama onu kışkırtmak için kendisi yumruk atıyor. Ayağa kalkan Hong-san, onu yumruklamaya başlıyor. Sonra birbirlerine sarılıyor iki dost. Cheong-hae dönüşüyor muydu? Bu dünyadaki iyilikleri de mi keşfediyordu? Her şey para değildi bu dünyada. Belki de ona Corrine’in aşkı ışık vermişti. Teknenin anahtarını Cheong-hae’ye veriyor Hong-san. Tekneyi satın almış. Onu resim çizmesi için de teşvik ediyor. Cheong-hae tuvale resim yapmaya başlarken bir tıkırtı duyuluyor. Cheong-hae dışarı çıktığında bir tabancayı görüyor. Arabayla bir yere götürülüyorlar. Arabanın içinden yol yansıyor. Kırsal kesime doğru gidiyorlardı. Derin uçurumun olduğu yere geliyorlar. Bunlar patronu öldüren adamlardı. Bileklerini birbirlerine kelepçelemişler. Çuvalın içine sokuyorlar ikisini de. Şişman olan çuvalın ağzını bağlıyor. Ateş ediyorlar. Sonra da uçurumdan aşağı denize atıyorlar onları çuvalın içinde. Suyun içinde Cheong-hae, bıçağıyla çuvalı kesiyor. Fonda da çello tınıları duyuluyordu. Cheong-hae elinden yaralanmış. Yukarı çıkmaya çabalarlarken, Corrine yansıyor Camille Claudel görüntüsüyle. Elinde de heykel başı vardı. Dar sokakta Hong-san ve Cheong-hae görünüyor sonra. Onlar da sokak gösterisi yapacaklardı. Hong-san tuğlaları parçalayacaktı. Karşılarında birden Laura’yı görüyorlar elinde tabancayla. İkisini de vuruyor. Kanlar, akan suya karışıyor. Hong-san, ailesinin siyah-beyaz fotoğrafını çıkartıyor ve son defa onlara bakıyor. Hong-san ve Cheong-hae’nin sonları trajik oluyordu Laura’nın elleriyle. Aşk her şeyi yaptırır mıydı? Corrine gösterisini sunarken yağmur başlıyordu. Onun gözyaşları gibiydi.  Laura hâlâ sokaktaydı. Onların ölüsü de görüntünün derinliğinde yansıyordu. Kanlanmış su da kanalizasyona doğru akıp gidiyordu. Son jenerik yazıları akarken de Arapça şarkı duyuluyordu sonda. Elbette Laura’nın bu sokağı nereden bildiği ve onların oradan geçeğini tahmin etmesi bir muamma olarak kalacaktı. Kim ustanın birçok filminde insana mantıksız gelen, insanı boşlukta bırakan anlar olabilir. Usta, genelin mantığının ötesinde gerçeküstücülüğün yolunda götürüyor filmlerini. Rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği bu filmlerin çoğunda karakterler kendi varoluşlarına uzanıyorlardı.

Kim usta, bu “Vahşi Hayvanlar” filminde, sanattaki klasizm ve romantizm arasında gidip geliyordu. Filmde her şeyin kaotik olması da bu iki akımın çatışmasından olabilirdi. Kim, klasizmdeki gibi olaylardan çok olayları yansıtış biçimini öne çıkartırken, romantizmdeki gibi duygular ve coşkular da dışarı çıkıveriyordu. Aslında Kim usta, bu filminde romantizm kıyılarında daha fazla dolaşıyordu. İyi-kötü çatışması, sadece mafya ve iki Koreli genç arasında değildi. İki gencin de ruhsal çatışmasıydı bir anlamda. Cheong-hae, kötü biri değildi. Hayallerini gerçekleştirebilmek için kapitalizmin kendinden ne istediğini biliyordu sadece. Onun kurallarıyla oynamak isteyince suç dünyasının içinde kayboluyordu. Daha masum olan ve bu kuralları bilmeyen Hong-san da Cheong-hae’yle yolları kesişince kaderi bambaşka yollara sapıyordu işte. Corrine ve Laura da filmin melodramını çoğaltıyordu bu içine sanat karışmış avantür filminin.

Kim usta, “Vahşi Hayvanlar” filminde Fransız sinemasının iki önemli aktörünü, Richard Bohringer ve Denis Lavant’ı da oynatmış. 1961 doğumlu Fransız oyuncu Denis Lavant’ın bu filmde oynamasının Kim usta için anlamı derindi. Leos Carax’nın “Köprüüstü Âşıkları”, Kim ustanın hayatında ilk defa sinema perdesinde gördüğü bir filmdi. Denis Lavant’nın Juliette Binoche’la başrolü paylaştığı bu filmi de Paris’te görmüştü usta. Bir anlamda Denis Lavant’a saygı sunmuş yönetmen. Elbette bir de Seine Nehri’ne. 

 

“Kuş Kafesi...”

Kim Ki-duk ustanın 1998 yapımı “Paran Daemun-Kuş Kafesi”, gerçeküstücü bir gerçekle kuşatılmış çok sert bir film. Kim ustanın bu hikâyesinde bir aile ve genç bir fahişe vardı. Evin üniversitede okuyan kızı Hye-mi (Hae-eun Lee), erkeksi görünümlü ve öfkeli bir insandı. Üstelik sevgilisi de vardı. Evlenmeden de sevgilisiyle sevişmek istemiyordu. Tüm öfkesini kendisinden güzel olan Jin-a’dan (Ji-eun Lee) çıkartıyordu bu arada. Ama daha sonra Hye-mi, iyi yürekli Jin-a’nın sıcaklığını alınca onunla dostluğu da derinleşecekti. Evin liseye giden oğlu Hyun-woo (Jae-mo Ahn) hem fotoğrafa hem de Jin-a’ya meraklıydı. Sahil kenarında “Kuş Kafesi Hanı” adını verdikleri birkaç barakadan oluşmuş randevuevinde yaşayan bu yoksul aile, “Jin-a’yı erkeklere satarak geçimlerini sağlıyordu. Anne (In-ok Lee) ve babanın (Jang Hang-sun) başında olduğu aile, Jin-a’ya oda ve yiyecek veriyordu bunun karşılığında. Jin-a’nın, hapisten yeni çıkmış ve lakabı Geko olan pezevengi de (Hyeong-gi Jeong) vardı. Geko, bir kertenkele türüydü. Geko’nun gelişiyle hikâye derinleşiyor ve şiddet de zaman zaman öne çıkıyordu filmde. Boogui Cinema’nın sunduğu filmin senaryosunu yönetmenle kameraman Jeong-min Seo beraber yazmışlar. Müzikleri Moon-Hui Lee bestelemiş. Bu filminde Kim usta, Egon Schiele’nin hüzün yüklü fahişelerini Jin-a’nın yüzünde yansıtabilmiş. Kim usta, hem “Kuş Kafesi” filmindeki Jin-a hem de 2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam” filmindeki Sun-hwa, tutku ötesi Schiele tutkunu ve bu tutkuları ikisini de fahişeliğe sürüklüyordu. Bu trajediler, gerçeküstücü bir kader miydi, yoksa bir varoluş muydu? 

Kederin sardığı bu karamsar filmde gerçeküstü bir estetik kuşatıyordu perdeyi. Filmin girişi ve finali gerçekten çarpıcıydı. Fahişeliği bırakan elinde valizi ve poşetin içinde Japon balığıyla sahilde melânkolik bir halde yürüyen bir kadına (Pang Eun-jin) çarpan Jin-a’nın dünyasının içine giriyordu yönetmen. Jin-a, resim de yapıyordu. Kadına çarptıktan sonra sahilde elindeki çıplak kadın tablosunu kumlara diken Jin-a, denizin içinde sandalyeye oturuveriyor. İşte bu görüntüler gerçeküstü bir dünyadan düşmüş gibiydi. Yirmili yaşlarının başındaki güzel Jin-a, Seul’de kaldığı bölge yıkılıp yeni binaların yapılacağı için çaresizlikle önceki fahişenin yerine Güney Kore’nin doğusundaki Pohang şehrindeki kıyı moteline geliyor. Yanlarına geldiği yoksul aile dışarıdan bakınca saygın gibi gözüküyor, ama içeriye girince her şey bambaşka oluveriyordu birden. Jin-a, etkileyici resimler yapan etkileyici bir sanatçı adayıydı. Kim usta onun geçmişine dair derinlikli bir şeyler sunmasa bile pezevenginin ortaya çıkışı geçmişine dair az da olsa bir şeyler sunuyor gibi. Ama insan yine de emin olamıyor. Jin-a gibi Hye-mi de filmin önemli bir karakteriydi. Erkeksi davranan bu üniversiteli genç kızın sevgilisi var ve yoksul ailesinin yaptıklarından dolayı onu ailesiyle tanıştırmaya utanıyordu. Ama sevgilisi Jin-ho (Min-seok Son) Jin-a’yla tanışınca ne olacaktı?

Kavanozun içinde can çekişen kırmızı Japon balığının yanında iki küçük kaplumbağadan biri özgürlüğe, dışarıya çıkıyor ve şehirde insan kalabalığına karışıyor. Yavru kaplumbağayı ezilmekten kurtaran Jin-a, küçük hayvanı suya bırakıyor. “Timsah” filminde de küçük kaplumbağa vardı ve o da yaşama dönüyordu suyla. Kamera, suyun içindeyken bu anı yansıtıyordu. Filmin derinliğinde anlamlaşacaktı kameranın sualtından yansıtışları. Fonda da etkileyici piyano tınıları duyuluyordu bu anda. Ardından Pohang kıyıları yansıyor ön jenerikle beraber. Fonda da etkileyici bir tını duyuluyor dalga sesleriyle beraber. Sürekli sağa doğru çevrinme (pan) yapan kamera kıyıdaki motelleri yansıtırken sokağa sarı bir taksi giriyor. Bu anda devasa heykel de çerçeveye giriyordu. Yanında resim tablosu ve mavi plastik sandalyesi olan Jin-a, taksiden inerken elinde valiz olan kadın da o tarafa doğru yürüyordu. İkisi yer değiştirecekti. Jin-a, elinde valiz olan kadına çarpınca kadının elindeki poşet yere düşüyor. Poşetin içinde de kırmızı Japon balığı vardı. Yanında taşıdığı, Schiele’nin 1910’da yaptığı figüratif resmi “Siyah Saçlı Kız” tablosunu yere bırakan Jin-a, poşete su koyuyor ve balığı hayata döndürüyor küçük kaplumbağa gibi. Öfkeli ve kederli kadın, Jin-a’nın geldiği taksiye binip oradan uzaklaşıyordu. Daha sonra Jin-a, tabloyu kumsala dikip sandalyesiyle hafif dalgaların içinde oturuyor. Duyulan müzik sanki onun zihninden dışarı çıkıyormuş gibi büyülenmiş Jin-a’yla, Schiele’nin tablosundaki kadın yan yana yansıyordu bir an. İkisinin de kaderi aynı mıydı? Kendinden geçen Jin-a suya düşüyor. Onu kurtaran da botları tamir eden genç Dong-hui’ydi (Jang Dong-jik). Bu anları gerçeküstü bir estetikle yansıtmış Kim usta.

Jin-a, Kuş Kafesi Hanı’na geldiğinde dolly kamera da kayma yaparak onun “cehenneme” girişini yansıtıyordu önce. Mavi demir kapıdan içeri giren Jin-a dışarıdaki muslukta saçlarını yıkarken, evin annesini geliyor ve yaşını soruyor ona. Kızıyla aynı yaştaymış Jin-a. Baba da içeride yansıyor. Kalacağı odaya giren Jin-a’yı odadaki akvaryum kendine çekiyor. Televizyon da olan oda dağınıktı. Yerde valizli kadının fotoğrafını görüyordu. Sonra da Schiele’nin tablosunu duvara asıyor Jin-a. Ardından evin kızı Hye-mi yansıyor. Çok kısa kesilmiş saçlarıyla Hye-mi’nin arabalı ve gözlüklü sevgilisi de vardı. Evin yakınında iniyor. Jin-ho onunla sevişmek istese de Hye-mi evlenmeden bunu istemiyor. Taksiyle eve dönen Hye-mi, alışveriş yapan Jin-a’yla karşılaşıyor. Birbirlerini tanımıyorlar, ama ikisi de aynı yere gidiyorlardı. Akşam yemeğinde fotoğrafa meraklı evin oğluyla da tanışılıyor. Gecenin içinde biri daha geliyor oraya. “Manita var mı” diyor evin annesine. Gelen adam Jin-a’yla yatıyor. Sabah olurken evin babası uyanıyor ve avluyu temizlerken, Jin-a’yla olan adam Jin-a’ya tecavüz ediyor. Sonra tüm aile uyanıyor. Çocuklar okula gidecekti. Kadın, “Her tarafını düzdü” diyor kocasına.

“Amca” dediği babadan resim kursu için izin alan Jin-a gündüzlerini bu “cehennem”den resim yapması kurtarabilecekti belki. Hye-mi de Jin-ho’yla buluşuyor kafelerde. Jin-ho’yu ailesiyle ne zaman tanıştıracaktı Hye-mi? Ailesi yoksul ve kadın satıcısıydı. Kim usta, bu anlarda Jin-a ve  Hye-mi’yi koşut kurguyla yansıtıyordu. Jin-a, duvara balık resimleri çizen evin babasını görüyor. Jin-a, evin annesine de “teyze” diyordu. Jin-a balık satın almış. Baba da balığa bakarak resmini tamamlıyordu. Babanın resme ilgisi olması Jin-a’yı az da olsa mutlu ediyor. Jin-a da fırçayla duvara sarı kelebek çiziyor. Jin-a odasına döndükten sonra baba onun odasına giriyor. Kamera aşağı doğru “tilt” yaparak yerdeki balığı gösteriyor. Evin babası Jin-a’ya tecavüz ediyor sonra. Ardından çocuklar yansıyor duvara yazı yazan. Sonra da tecavüze uğrayan Jin-a. Fonda da hüzünlü piyano tınısı duyuluyordu. Jin-a kırmızı Japon balığı almış. Baba rahatlarken, Jin-a da içinde Japon balığı olan poşeti patlatıyordu. Kimine göre kaba bir metafor olabilirdi bu. Jin-a’nın avucunun içindeki balık yaşama tutunmaya çabalıyor bu anda. Adam gittikten sonra avucundaki balığı akvaryuma bırakıyor Jin-a. Japon balığı hayata dönüyor. Bu anda Jin-a’nın görüntüsü ikiye bölünmüş gibi yansıyordu. Adam duvarda resim çizmeye devam ederken kızı Hye-mi de geliyor. Babasının pantolonunu açık fermuarına takılıyor gözleri. Anlıyor olanları. Hye-mi, insanı kendine bağlayıveren Jin-a’dan nefret ediyor. Hye-mi, Jin-a’yı kıskanıyordu belki de. Odasında Leonardo DiCaprio’nun posteri asılı Hye-mi, aynada dişi vücudunu izlerken kardeşi Hyun-woo içeri giriveriyor. İlk defa ablasını böyle gören Hyun-woo etkileniyor ondan. Fotoğraf çekmekten hoşlanan Hyun-woo’nun cinselliği de uyanmış. Sonra Jin-a’nın odasına giriyor ve uyuyan Jin-a’nın göğüslerine bakmak istiyor. Ablası kadar büyük müydü göğüsleri? Uyanan Jin-a’ya, Hye-mi’yle Jin-a’yı aynı çerçeve içinde çektiği siyah-beyaz fotoğrafı veriyor Hyun-woo. Ondan kendisine poz vermesini de istiyordu tabii ki.

Yağmurlu günde biri daha geliyor mekâna. Bu hapisten yeni çıkmış onun pezevengi Geko’ydu. Gece Jin-a’yla sevişiyor. Baba da Jin-a’nın iniltilerini dinliyordu keder içinde. Jin-a bir defa daha kaçarsa onu yabancı ülkelere satacağını söylüyor Geko. Baba dışarıda uyurken Geko ve Jin-a dışarı çıkıyorlar sabah. Geko, belalı biriydi. Geko, duvarda asılı Schiele’nin “Siyah Saçlı Kız” tablosundaki hüzünlü kızla Jin-a’yı birbirine benzetmişti. Günleri neredeyse birbirine benzer geçen Jin-a, avludaki musluk başında dişlerini fırçalarken midesi bulanıyordu birden. Jin-a hamile miydi? Resim kursuna gidiyor sonra Jin-a. Dönüşte de Hye-mi’yi görüyor. Yağmurlu günde onunla şemsiyesi altında yürümek istese de Hye-mi’nin ona karşı öfkesi hâlâ sürüyordu. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu bu anda. Hyun-woo da Jin-a’nın odasına mikrofon koyarken yansıyor bir an. Sonra gecenin içinde takım elbiseli biri daha geliyor oraya. Jin-a’yı daha önceden hatırladığını sanıyor. Adam çantasındaki elbiseyi giymesini istiyor Jin-a’dan. Bu lise kıyafetiydi. Adam sevişmek istiyor fantezileriyle. Hyun-woo konuşulanları dinliyordu kulaklığından. Tahrik de oluyordu genç Hyun-woo. Adam fantezilerini yaşayamadan baba, öldüresiye dövüyordu adamı sonra.

Gündüz kıyıda okyanusa bakarak resim çizerken yansıyor Jin-a.  Botu olan genç Dong-hui ona yaklaşıyor. Geko’yla onun botunda dolaşmıştı Jin-a. Onun botuna biniyor. Suyun içindeki sanat eserini çağrıştıran atlama platformuna çıkıyor sonra Jin-a. Ardından kumsal bırakılmış eski koltuğa oturuyor. Kuma gömülü televizyon da fark ediliyordu. Gerçeküstü anlardı bunlar. Yanına Hyun-woo geliyor fotoğraf makinesiyle. Gazeteye portföyünü yollayacakmış. “Abla” dediği Jin-a’dan yardım istiyor genç. Jin-a’nın çıplak fotoğraflarını çekiyor Hyun-woo. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Sonra da onunla sevişmek için yalvarıyor Hyun-woo. Okulda bir tek bakir kendisi kalmış. Kim usta seviştiklerini göstermiyor. Paralar rüzgârda uçuşuyordu sadece. Bakirlikten kurtulan Hyun-woo, tekneye çıkıyor mutluluk çığlığı atıyor dünyaya karşı. Artık o da bir kadınla olmuş biriydi.

Yine sabah. Hye-mi avludaki muslukta yüzünü yıkarken, Geko yine görünüyor. Jin-a’nın odasına gidiyor. Jin-a’nın çizdiği resimlere bakıyor. Geko ondan para istiyor sonra. Hyun-woo da onları dinliyordu kulaklığıyla. Daha sonra Geko mekândan ayrılırken, Hyun-woo ona taş atıyor. Daha sonra Hyun-woo, Jin-a’nın çektiği çıplak fotoğraflarını zarfa yerleştiriyor mutlulukla. Hyun-woo’nun odasında bilgisayarı da vardı. Gece Jin-a’nın odasına gidiyor Hyun-woo. Balığı merak etmiş. Çektiği fotoğrafları da gösteriyor Jin-a’ya. Fotoğraflar gazeteye gidecekmiş. Ödül kazanır mıydı? O sırada Hye-mi, Hyun-woo’nun odasına giriyor “walkman”i almak için. Sonra da Jin-a ve Hyun-woo’nun konuşmalarını dinliyor. Hyun-woo bir defa daha sevişmek istiyor Jin-a’yla. Hyun-woo odasına geldiğinde ablasını görüyor. Hye-mi, “Daha çocuksun” diyor ona.

Sabah ve akşamüstü olduğunda avludaki musluk bir “leit-motif” gibiydi bu filmde. Yine sabahtı. Yine avludaki musluk yansıyordu. Jin-a yüzünü yıkarken, Hyun-woo da geliyor oraya. Sonra da Hye-mi. Yine öfkeliydi. “Ayağını denk al” diyor Jin-a’ya. Okula giderken annesinden “walkman” için para da istiyordu Hye-mi. Odasında bu konuşmayı duyuyordu Jin-a. Akşam olduğunda yine sevgilisi Jin-ho’yla Hye-mi yansıyor. Sevgilisi onunla yatakta uzanmak istiyormuş. Otele gidiyorlar. Odada aynadan yansıyan görüntü, Hye-mi’nin ruhunun ikiye bölünmüşlüğüne metafor yapıyordu sanki. Vücudu istese de zihni savaşıyordu sevişmemek için. Yatakta sevgilisinin yanına uzanıyor sonra. Jin-ho, onunla sevişmek istese de evlenmeden olmazdı. “Erkekler hayvansınız” diyor Hye-mi öfkeyle. Ama erkeklerin hormonları, kadınlardan farklıydı ve hep sevişmek isterlerdi. Böyle diyor Jin-ho. Öfkeyle ayrılan Jin-ho dışarıdaki kulübeden telefon ediyor sonra. Arkadaşından Kuş Kafesi Hanı’nın adresini alan Jin-ho, soluğu Jin-a’nın odasında alıyor. Kamera pencereden Jin-a’nın odasını yansıtıyordu bu anda. Dikizler gibiydi. Sonra Hye-mi de geliyor. Odanın kapısında tanıdık botları görüyor. Hyun-woo’nun odasında “walkman”den de onları dinlemeye başlıyor Hye-mi. Sonra da bir çağrı gönderiyor Jin-ho’ya. Telefonla konuşuyorlar. Hye-mi, “Evlenince her gün yaparız” diyerek Jin-ho’ya suçluluk hissettiriyordu telefonda. 

Hye-mi, çok geçmeden Jin-ho’yu ailesiyle tanıştırıyor sonunda. Jin-a, Kuş Kafesi Hanı’ndan uzakta kıyıdayken, botlu genç Dong-hui onu görüyor. Jin-a’ya karşı ilgisi mi vardı bu gencin? Yoksa sadece sevişmek mi istiyordu? Jin-a’nın ne yaptığını biliyor muydu? Hyun-woo’yla seviştiklerini mi görmüştü? Jin-a’yı öpmeye çalışırken, Jin-a onu tokatlıyor. Erkekler hep aynı şeyi mi isterlerdi? Sonra dudaklarına ruj sürüyor Jin-a. Koşut kurguyla da Kuş Kafesi Hanı’nda olanlar yansıyor. Hye-mi, Jin-ho ve anne-baba tanışma yemeği yiyorlardı. Anne, Jin-ho’yu yakışıklı buluyor. Sevmiş onu. Ardından Jin-a geliyor yemeğin ortasına. Şimdi ne olacaktı? Jin-a sarhoştu. Jin-a, Jin-ho’ya bu mekânda ne iş yaptığını söyleyince, Hye-mi’nin hayalleri yıkılıveriyordu birden. Jin-ho’yla ilişkileri bitecek miydi? Anne, öfkeyle Jin-a’yı tokatlıyor. Onun da hayallerini mi yıkmıştı Jin-a? Akşam çökerken kıyıda, Jin-a’nın daha önce oturduğu koltukta Hye-mi sevgilisinden özür diliyordu. Her şey düzelecek miydi, yoksa bambaşka yerlere mi sürükleyecekti kader? Hye-mi döndüğünde avluda kederler içinde yalnız başına oturan Jin-a’yı görüyor. Jin-a’ya, “Yaşamak için kolaya kaçıyorsun” diyor Hye-mi. Herkes onunki gibi hayatı seçebilirdi. Hye-mi, onu suçluyordu. Ama Jin-a’yı anlayabiliyor muydu? Ona, “Filmdeymişiz gibi davranmayı bırak artık” diyor Hye-mi. Seyirci de bir an yabancılaşma yaşıyordu bu kelimelerle. Hyun-woo’nun odasına giden Hye-mi kederi yaşarken orada yeni bir “walkman” görüyor. Onu kim almıştı? Gündüz sahilde Jin-ho’yla buluşan Hye-mi, onu daha önce Kuş Kafesi Hanı’na gelip gelmediğini itirafa zorluyor. İtiraf ediyor Jin-ho. Ama bir şey olmamıştı. Hye-mi aşağılandığını düşünüyor ve öfkeleniyor ona. Birdenbire Jin-a da sahilde görünüyor ve Jin-a’ya bir şey olmadığını itiraf ettirmek istiyor Jin-ho. Sevişip sevişmemenin önemi var mıydı? Hye-mi gerçeği öğrenmek istemiyordu sanki. Ama Jin-a onunla yattığını söyleyiveriyor. Öfkeli Hye-mi, “walkman”i Jin-a’ya geri veriyor. Fahişelerden bir şey almazmış o. Hye-mi, Jin-a’yı tokatlıyor. Jin-a da hemen karşılığını veriyor ona. Fonda da hüzünlü piyano tınıları duyuluyordu bu anda.

Gece avludaki musluktan su alıp odasına giren Jin-a’yı gözetleyen Hye-mi, sonra telefon kulübesine gidiyor. Hye-mi odasından çıkarken gerçeküstücü görüntüyle üzerine demir parmaklıkları çağrıştıran gölgeler de düşüyordu. Jin-a biriyle yatarken Kuş Kafesi Hanı’nı polis basıyor sonra. İhbar almışlar. Baba ve Jin-a’yı nezarete atıyor polis karakolda. İkisi de demir parmaklıkların ardından yansıyordu. Baba, mavi montunu Jin-a’ya veriyor üşümemesi için. Mavi renk sinema psikolojisinde karmaşayı da simgeliyordu. Jin-a’nın zihninin karmaşıklığıydı sanki bu. Kamera onlara doğru usulca zum yaparken, Jin-a birdenbire ağlayıveriyor. İçindeki kötücüllüklerin suçluluğuyla mıydı? Hye-mi’yi kıskanmış mıydı? Yemekte kardeşi ve annesiyle yemek yiyen Hye-mi, Jin-a ve babasının tutuklanmasında etkilenmemiş gibi iştahla yemeğini yiyor. Burayı ihbar eden kimdi? Yoksa Hye-mi miydi? Çok geçmeden baba ve Jin-a mekâna dönerken, Hye-mi de içindeki acıları öfkeyle dışarı çıkartıyordu.

Hyun-woo, doktora gidiyor. Muayenenin kapısında da babasıyla karşılaşıveriyor. Sonra sahilde babasıyla içiyor Hyun-woo. Diğer tarafta Kuş kafesi Hanı’nda Jin-a da annenin karakalem portre remini yaparken yansıyordu. Hye-mi de geliyor o anda. Sonra annesine Hyun-woo’nun Jin-a’yla olduğunu söylüyor. Hye-mi, içindeki öfkeyi en başından nefret ettiği Jin-a’dan çıkartıyordu. Belki de onun bu nefreti bu filmdeki melodramı daha da yükseltiyordu. Baba ve oğul geldiğinde anne, Hyun-woo’dan Jin-a’yla yatıp yatmadığını öğrenmek istiyor. Sonra da oğlunu tokatlıyor. Anne Jin-a’yı kovuyor. Jin-a, valiziyle çıkıyor, ama anne bırakmıyor onu kovmasına rağmen. Yerine birini bulana kadar onlara bakmalıydı Jin-a. Valizi olmadan çıkıyordu Jin-a. Sonra Hye-mi, Kuş Kafesi Hanı’nda Jin-a’nın valizini odasına götürdüğünde Schiele’nin “Siyah Saçlı Kız” tablosuna bakıyor. Sonra da odayı keşfediyor. Kardeşinin onunla çektiği siyah-beyaz fotoğrafı çerçeveletmiş Jin-a. Sonra Hye-mi, Jin-a’nın fotoğraf albümüne bakıyor. Akvaryumdaki Japon balığı yansırken oyuncak ayıyı görüyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Jin-a’nın yaptığı karakalem ailesinin resimlerini de görüyor Hye-mi. Kendi portresini bile yapmış Jin-a. Sanki içindeki önyargı ve öfke azalıyordu Jin-a’nın dünyasına girdikçe. Piyano tınısından trompet tınısına dönüşen müzik, Hye-mi’nin ruhunun dönüşümüne metafor yapıyordu sanki. Hye-mi’nin yüzüne ilk defa bir gülümse düşüyordu bu an. Kederli Jin-a da sahilde tek başınayken, botlu genç Dong-hui onu yine dolaştırıyor. Yeşil elbiseli Jin-a da gülümsüyordu şimdi. Yeşil, huzuru ve yenilenmeyi çağrıştırırken, “cangıl”ı da simgeliyordu sinemada. Kamera etraflarında dairesel kaydırma yapıyordu bu mutluluk anında. Hye-mi de sahile geliyor. Kamera sola doğru kayarak aşağıdan Jin-a’yla Dong-hui’nin öpüşmesini yansıtıyordu. Kim usta, büyük bir aşk olmayacak bile olsa Dong-hui ve Jin-a’nın bu anını yüceltiyordu sanki.  Hye-mi, onların öpüştüklerini görüyordu uzaktan. Piyano tınıları da birden sertleşiyordu. Kamera öfkeyle öpüşen iki gence yaklaşıyor birden. Hye-mi’nin öfkesi yine mi dışarı çıkıyordu? Öpüşme sevişmeye dönerken, kamera da onların etrafında dairesel dönmeye başlıyordu. Ardından kamera suyun içindeyken kederli Hye-mi yansıyordu. Yanına Jin-a gelince piyano tınıları yavaşlıyordu. Gerçeküstücü bu görüntüde mavi tonlar öne çıkıyordu bu anda.

Kuş Kafesi Hanı’na gazeteci (Kim Gu-taek) geliyor. Hyun-woo gazeteye Jin-a’nın çektiği çıplak fotoğrafları yollamıştı. Gazeteci Hyun-woo’yla değil, elindeki negatiflerle ilgileniyordu. Gece yine Jin-a biriyle olurken, dışarıda Hye-mi de keder yaşıyordu. Kapının penceresinden pembe ışık da yansıyordu. Hye-mi, Hyun-woo’nun odasına girip kulaklıkla konuşmaları dinliyor sonra. Tahrik olan Hye-mi kendisini okşamaya başlıyordu sonra. Kim usta, Hye-mi’yi en çekici haliyle yansıtmıştı bu anda. Tüm dişiliği dışarı yansıyordu Hye-mi’nin. Ardından görüntü kararıyor.

Sevgilisi Jin-ho’yla buluşan Hye-mi, onunla sevişerek bakireliğine veda etmek istiyor. Sevişirlerken Jin-ho vazgeçiyor. Evlene kadar beklemek istiyor çünkü. Ona saygı duyduğunu söylüyor. Gecenin içinde dolly kamera kayarken Hye-mi geliyor. Posta kutusunda Jin-a’nın mektubunu görüyor. Schiele’nin dışavurumcu “İki Küçük Kız” grafik resmiydi bu. Schiele bu resmi 1911’de yapmıştı. Hye-mi, Jin-a’yı takip etmeye başlıyor sonra. Sanki onu daha yakından tanımak ister gibiydi. Geceleri erkeklerin olan Jin-a, gündüzleri ne yapıyordu? Dükkân aynada kendine bakarken, birden aynanın içindeki Hye-mi’yi görüyor Jin-a. Sonra da izini kaybettiriyordu Hye-mi. Bu defa da Jin-a takip etmeye başlıyor onu. Hye-mi de Jin-a’nın gittiği kitabevine girip kitapları inceliyor, yemek yediği yerlerde yemek yiyor. O da aynadan kendine bakarken, bu defa aynada Jin-a görünüyordu.

Geko yine kendini gösteriyor. Dergide Jin-a’nın çıplak fotoğraflarını görüyor Geko. Öte tarafta Hye-mi, Jin-a’yla çekilmiş buruşuk fotoğrafı buluyor odasında. Ardından Jin-a’nın odası yansıyor. Geko, böyle poz verirse işlerin azalacağını söylüyor Jin-a’ya. Sonra da parayı soruyor. Böyle pozlar verenler çok para alırdı. Geko, Jin-a’yı döverken, Hye-mi geliyor onu kurtarmak için. Artık etek de giyiyordu Hye-mi. Ona, “Sana bir ayar çekmek lazım” dediğinde Hye-mi Geko’ya tokat atıyor. Tüm aile oradaydı. Yağmur da yağıyordu. Hye-mi dergiyi yırtıyor Jin-a ağlarken. Jin-a, Japon balığını poşete koyup sahile götürüyor. Balığı suya bırakıp özgürlüğünü veriyor ona. Kamera suyun içinden yansıtıyordu bu anı. Hye-mi de geliyor oraya. Sonra sahilde dolaşırken toka görüyor. Tokayı alırken bir ceset görünüyor. Kumun içinde gömülü Jin-a’ydı bu. Sonra kâbusundan uyanıyordu Hye-mi. Ardından da odalara bakıyor tek tek. Jin-a yine bir erkekleydi. Hye-mi, birden Jin-a’nın bileğini kestiğini fark ediyor. Jin-a intihar etmiş. Baba Jin-a’yı hastaneye götürüyor.  Hye-mi kanı temizliyor onlar gittikten sonra. Gündüz baba eve dönerken peşinde de Jin-a vardı.

Önce küçük pencereden dışarı bakan Hye-mi yansıyor. Ardından da başka pencereden Jin-a. İki pencere de genel çekimle yansıyor sonra. Dong-hui botunu tamir ederken Hye-mi geliyor yanına. Bu önemliydi. Gece çöktüğünde Kuş Kafesi Hanı’na Geko geliyor para için. Jin-a’nın bileği sargılıydı. Baba odadan dışarı çıkıyor, siyah eldivenlerini takıyor ve “Gel benimle” diyor Geko’ya. Dışarıda dövüşüyorlar. Babayı döven Geko itiraf ettiriyor ona. “Fotoğrafları oğlum çekti” diyor baba. Geko parayı babadan istiyor. Geko babayı döverken, Dong-hui geliyor. Bu defa dayağı yiyen Geko oluyordu. Bu anda Dong-hui’nin sadece ayakları görünüyordu. Jin-a ve Hye-mi de kavgayı izliyorlardı sonra. Kayan kamera Geko’nun kanlı yüzüne doğru yaklaşıyor. Ardından sağa kayan dolly kamera, Jin-a’yı Geko’nun yanına gelirken gösteriyordu. Jin-a’nın kalbi büyüktü ve sevgi vardı orada. Jin-a’nın üzerinde kırmızı elbise ve mavi etek vardı. Kırmızı şiddeti, maviyse karmaşayı simgeliyordu. Geko, “Sen benimsin. Kimse alamaz” diyor Jin-a’ya. Bileğindeki sargıyı söken Jin-a, Geko’nun yüzündeki kanları temizlemeye başlıyor. Ona mandalina aldığında bunu isteyerek yapmış Geko. Birden ağlıyor. Sonra da ayağa kalkıp uzaklaşıyor oradan. Fonda da piyano tınıları duyulamaya başlıyordu. Kayıkta oturan Jin-a’nın yanına Hye-mi geliyor. Yiyeceğini paylaşıyor Hye-mi’yle. Hye-mi, saç tokası takıyor Jin-a’nın saçlarına. Gülümsüyorlar. Hye-mi, başını Jin-a’nın kucağına koyuyor. Mutluluk gelmiş miydi? Kar yağmaya başlıyor. Mevsimler geçiyor. Döndüklerinde Hye-mi’nin odasında Schiele’nin “İki Küçük Kız” resmini gören Jin-a mutlu oluyor. Sonra bir müşterinin sesi duyuluyor. Hye-mi kendi bakıyor müşteriye. Jin-a’ya haber verecek miydi, yoksa kendi mi yatacaktı? Kar yağarken zihin karışıklığı yaşayan Hye-mi, kartopu yapıp yuvarlıyor. Jin-a onu beklerken dışarı çıkıyor. Kendi odasında pembe ışık yansırken yerdeki kartopunu görüyor Jin-a. Kamera, ayak izlerini takip ederek erkekle kadın ayakkabılarını gösteriyor yan yana. Sonra da pencereden içeri bakıyor Jin-a.

Sabah olduğunda karlar erimiş ve her şey aynen devam ediyordu. Avludaki musluk başında yüzler yıkanıyor, dişler fırçalanıyordu. Baba mangalda ateş yakmıştı. Anne de sebze doğruyordu. Hayat devam ediyordu. Baba ateşte Jin-a’nın çıplak fotoğraflarını yakarken resimlerden de etkileniyordu hâlâ. Kim usta etkileyici bu anlarda oyuncularına kameraya baktırarak bir defa daha yabancılaşma yaşatıyordu, fonda piyano tınıları duyulurken. Merdivenli metal platformda Jin-a ve Hye-mi yansıyor sonra. Japon balığını görüyorlar. Kamera da suyun içindeydi bu anda. Fonda da trompet tınıları duyuluyordu. Ardından da piyano tınıları öne çıkıyordu. Son jenerik yazıları solda akarken, onların görüntüsü de sağ tarafta yansıyordu.

 

“Ada...”

Kim Ki-duk ustanın, “2000 yapımı “Seom-Ada” filmi, varoluşçu ve gerçeküstücü bir vahşet filmi. “Ada” filminin hikâyesi, bir gölde geçiyor. Her şey gerçeküstücü yansıyor bu filmde. Kulübeler, gölün içine oturtulmuş ve sanki her biri ada gibi. Belki de insanlar bir adaydı. Myung Film’in sunduğu filmin senaryosunu Kim usta yazmış. Müzikler Sang-yun Jeon’a, görüntülerse Seo-shik Hwang’a aitti. Bu film, 57. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için yarışmıştı. “Ada”, bu festivalden sonra Kim Ki-duk adını dünyaya duyurmuştu. Kim usta “Özel Mansiyon” kazanmıştı Venedik’ten.

Hiç konuşmayan Hee-jin (Jung Seo), pansiyon gibi yüzer kulübeleri işletiyordu. Gizemli bir kadın olan Hee-jin, film boyunca hiç konuşmuyordu. Onun su üzerindeki kulübe pansiyonuna kaçamak yapmak, balık tutmak veya kafa dinlenmek isteyen erkekler geliyordu. Hee-jin, kendisini isteyen erkeklerle de yatıyordu. Ama kendisini aşağılar gibi olurlarsa onlara hemen dersini veriyordu. Buraya gizemli bir genç adam Hyun-shik de (Kim Yu-seok) geliyor. Hyun-shik, vicdan azabı çekiyordu. Kadını (Lee So-hee) onu bir erkekle (Lee Seong-jin) aldatınca, kadınını ve âşığını vahşice öldürmüş. Ama şiddet, suçluluk ve keder onun peşini bırakmıyor bu gölde de. Film, bu iki insan arasındaki duygusal yakınlaşmayı, Hee-jin’in tutkusunu çarpıcı bir sinemayla yansıtsa da Hee-jin’in yalnız olması ve geçmişi de loş ışıkta kalıyordu. Final bölümü kadar gizemli ve gerçeküstücüydü bu. Hee-jin hiç konuşmaması da vardı tabii ki. Kim usta bu filminde, genelde “an”ları yansıtıyordu. Zamanın geçişi ve başka bir anda olunuşu bir an sonra fark ediliyordu bu anlatımla. Michelangelo Antonioni ustanın geçişsiz kurgu anlatımının kıyılarında dolaşıyordu yer yer Kim usta. Bu teknikte kararma/açılma (Fade-out/fade-in), zincirlemeli geçişler (dissolve shots) vb. noktalama işaretleri yoktu ve kamera bir sahneden diğerine “cutting shot/kesmeli kurgu” ile atlıyordu. Evet, ayrıca bu filmde hayvanlara yapılan vahşet de ürkütücüydü. Şiddet yüklü bu filmi seyredebilmek bazı anlarda insanı zorluyor. Usta bu filminde, depresyondaki Hyun-shik’le sahiplenici ve kıskanç Hee-jin’in dışarıdan bakınca tuhaf görünen tutkusunu görselleştiriyor. Aslında kadınla erkeğin arasında olan hiçbir duygusal bağ tuhaf değildi. Nasıl yaşanırsa yaşansındı. 

Uzakta gölün içindeki şamandıralar üzerine kondurulmuş yüzen kulübeler yansıyordu sisler içinde. Göle, Hyun-shik sırt çantası ve küçük valiziyle geliyor. Bir de kafeste kuşu vardı. “Dabang” gibiydi burası. “Dabang”, Kore tarihinde önemli yeri olan, çay ve kahve içilen yerlerdi. Küçük oteller, kahvehaneler bu işi yapıyorlardı. Şamandıralar üzerindeki kulübeleri pansiyon gibi kiralayan Hee-jin de “dabang” işletiyordu. Göl üstündeki bu kulübeler birer ada gibiydi. Filmin derinliğinde başka adalar da fark ediliyordu. Kendi kulübesi göl kıyısında olan ve köpeğiyle yalnız yaşayan Hee-jin hiçbir şey sormadan yeni gelen genç adamı teknesiyle gölün içindeki sarıya boyanmış bir kulübeye götürüyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Gölün içinde bir dolu kulübe vardı. Hee-jin sonra diğer kulübelerde kalan müşterileriyle ilgileniyor. Oltayla balık tutan müşterilerine yem bile veriyordu Hee-jin.

Ardından teknesinde uyurken yansıyan Hee-jin’in güzelliği de fark ediliyordu birden. Dolly kamera, teknenin etrafında sola doğru kayarak bu güzelliği kutsuyor gibiydi sanki. Daha sonra gecenin içinde Hee-jin, kulübesinde ayna karşısında giyinirken yansıyor. Ardından da külotunu çıkartıyordu. Kulübelere giderken külota ihtiyacı yoktu Hee-jin’in. Aynanın yanındaki masada siyah-beyaz karakalem bir kadın portre resmi de dikkati çekiyordu. Bu geçmişinden bir parça mıydı? Gece elinde sepetiyle dışarı çıkan Hee-jin kürekleri de olan teknesiyle kulübelerdeki müşterilerine kahve sunuyor. Aynı kulübedeki üç erkek misafir başka şeyler de istiyor ondan. Yani sevişmek. Aralarında kura çeken üç adamdan biri onunla sevişiyor. Öte tarafta Hyun-shik de kulübesinde tabancasına kurşun koyup tabancayı şakağına dayıyordu. Vicdan azabı ve suçluluk yaşayan Hyun-shik başaramıyor. Dışarı çıktığında diğer kulübedeki adamların sesini duyuyor. Hee-jin oradan ayrılırken adamlardan biri, “Hadi konuş. Konuştuğunu biliyorum” diyor sessiz Hee-jin’e. Parayı suya atıyor adam. Hee-jin öfkeyle onlara bakarken zihninden ne geçiyordu? Kamera suyun içindeyken Hee-jin kâğıt paraları topluyordu bu çarpıcı anda. Sonra teknesinde suyla bacak arasını temizliyordu Hee-jin. Ardından karadaki kulübesinde ıslak paraların üzerine gazete koyup kuruturken, fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Sonra tuhaf ve çarpıcı bir an yansıyor. Hee-jin’i aşağılayıp paraları suya atan adam kulübeden çıkıyor ve göle tuvaletini yapıyor. Adam telefonda kızıyla konuşurken, kamera da suyun içinden adamın dışkısının dışarı çıkışını da gösteriyordu. Sonra bir kadın eli adama uzanıyor ve adamı suyun içine çekiyordu. Ardından teknesinin yanında elinde bıçağıyla Hee-jin, sonra da kulübesinde uzanmış Hyun-shik yansıyordu peş peşe. Hee-jin, Hyun-shik’in kaldığı kulübeye geliyor teknesiyle. Elindeki feneri yüzüne yakın tutuyordu Hee-jin. 

Gündüz Hee-jin teknesine biniyor ve sonra da kulübelerde temizlik yapıyor. Sonra kulübenin birinde yere gazete serip uzanıyor Hee-jin. Sonra bir sevişme anı yansıyor. Ardından da çırılçıplak kadınla erkeğin cesetleri haç gibi üst üste görünüyordu. Hyun-shik’in kadınıyla âşığının cesetleriydi bunlar. Araya beyaz flaş giriyor ve Hyun-shik kâbusundan uyanıveriyor. Hyun-shik, diğer kulübede oltayla balık avlayan adama bakıyor. Hee-jin, teknesiyle Hyun-shik’in kaldığı kulübeye geldiğinde Hyun-shik’in ağladığını görüyor. Gece olduğunda Hyun-shik yine tabancasını şakağına dayıyor intihar etmek için kulübenin önünde. Vicdan azabı ve suçluluk duygusu onu tüketiyordu. Kamera, bir an onu suyun altından yansıtıyor. Bir ses duyduğunu sanıyor ve korkuyor Hyun-shik. Telaşla tabancası da suya düşüyor. Ardından Hee-jin, teknesiyle onun kulübesinden geçerken yansıyor birden.  Hee-jin’in görünmediği anlarda bile onun varlığı hep hissediliyordu filmde. Hep gizemliydi Hee-jin.

Gündüz Hyun-shik penceresinden merakla bir kulübeye bakıyordu. Hyun-shik, pencereden bakarken, gölün yansıması da cama vuruyordu. Gerçeküstü bir fotoğraftı bu. Sonra olta takımını çantasından çıkartıyor Hyun-shik. Teknesiyle gelen Hee-jin, misinanın ucuna olta kancası takıyordu. Hyun-shik kulübenin önüne çıktığında gizemli Hee-jin ortadan kayboluyordu. Kulübesine gelmiş Hee-jin salıncağında sallanırken uzaktaki Hyun-shik’i izliyordu. Hyun-shik de telden oyuncak salıncak yapıyordu. O da salıncakta sallanan Hee-jin’i görüyordu. “Vahşi Hayvanlar” filminde de Hong-san telle oyuncaklar yapıyordu. Yine gündüz. Hee-jin, ormanda sopayla bir kurbağayı vahşice öldürürken yansıyor birden. Ardından da kurbağanın derisini yüzüyordu. Kulübeye gelen Hee-jin, kurbağayı Hyun-shik’in kafesindeki kuşa yediriyordu. Yönetmen, aslında başından beri derinlere inmeden Hee-jin’in ruhunun karanlık dehlizlere sokuyordu kamerasını usul usul. Hyun-shik de pencereden onu izliyordu. Sonra telden yaptığı salıncağı ona hediye ediyordu Hyun-shik.

Hee-jin kulübesinde banyo yaparken, kamera da onu pencereden yansıtıyordu. Telden oyuncak salıncağı da pencereye koymuştu Hee-jin. Fonda duyulan müzik de Hee-jin’in mutluluğunu dışarı çıkartıyordu sanki. Ardından dışarı çıkan Hee-jin, kulübesinin önünden Hyun-shik’in üzerine aynayla günışığı tutuyordu. Kulübesinin dışında akvaryumu vardı Hee-jin’in bir de.

Sabah. Hee-jin teknesine binerken, “Scooter” kırmızı motosikletle iki genç fahişe geliyor oraya. Tekneye biniyorlar yeşil kulübeye gitmek için. Kulübede iki adam vardı. Onları bırakan Hee-jin, sarı kulübeye, Hyun-shik’in yanına gidiyor. Tuvaleti soruyor ona Hyun-shik. Tuvalet odanın içindeydi. Kapağı açınca her şey suyun içine gidiyordu. Yağmur başlıyor. Genç fahişelerle adamları motorlu kayığıyla kıyıya götürüyordu sonra Hee-jin. Zaman geçiyor. Hee-jin kulübesinde pikaba plak koyuyor ve ardından da sarı kulübeye bakıyordu. Yağmur da hâlâ yağıyordu. İçki içen Hee-jin, içki şişesini alıp teknesine binip sarı kulübeye gidiyor. Orada içerken Hyun-shik geliyor yanına. Beraber içiyorlar yağmur altında. Yakınlaşıyorlar. Dudakları birbirlerinin dudaklarına uzanıyordu. Sevişmeye başladıklarında bunalım içindeki Hyun-shik ona sert ve vahşice davranıyordu. Tecavüz eder gibiydi. Romantizmden uzaktı bu. Hyun-shik’i suya iten Hee-jin teknesine binip uzaklaşıyordu kulübeden. Kadını Hyun-shik’i neden aldatıyordu? Hep böyle romantizmden uzak mıydı o?

Kamera dışarıdan kulübesinin içerisindeki Hee-jin’i yansıtıyor. Sonra kamera içeriden dışarısını gösterirken kırmızı “Scooter” motosikletle güzel bir fahişe Eun-ah (Seo Won) geliyordu oraya. Hee-jin, Eun-ah’ı sarı kulübeye götürüyor teknesiyle. Eun-ah, kulübede soyunmaya başlarken, Hyun-shik elbiselerini giymesini istiyor ondan. Eun-ah gitmek isterken kayığı göremiyor. Hee-jin de ifadesiz yüzüyle sarı kulübeye bakıyordu kulübesinin penceresinden. Hyun-shik de telden bisiklet yaparken, Eun-ah’ın çişi geliveriyor. Nerede yapacaktı? Hyun-shik tuhaf tuvaleti gösteriyor ona. Yağmur da yağıyordu. Sonra Eun-ah telden bisikleti incelerken, “Bu güzel şeyi yaptığından beri iyi bir adam gibi görünüyorsun” diyor ona. Sessiz erkeklerden hoşlanan Eun-ah, sonra ona yaklaşıp dudaklarından öpüyordu. Eun-ah’ın “Çekiç” (Cho Jae-hyun) lakaplı pezevengi de geliyordu oraya. Hee-jin onu sarı kulübeye götürüyor. Adam öfkeliydi ve Eun-ah’ı götürüyor oradan. Çünkü para kazanamıyordu.

Hee-jin, köpeğini teknesine zorla bindirirken yansıyor. Yeşil kulübeye götürüyor köpeği. Hyun-shik de sarı kulübeden olanları izliyordu. Hee-jin, yeşil kulübeyi kıyıya çekmiş ilgilenirken biri, fötr şapkalı Dal-su (Son Min-suk) geliyor sessizce. Gecenin içinde kulübeler yansıyor sonra. Pusluydu. Dal-su uzun zaman kalacakmış. Sevişmek istiyor Hee-jin’le. Yatıyorlar. Dal-su, oltasıyla balık da avlıyordu sevişirken.

Gündüz. Orta yaşlı bir adam (Jang Hang-sun) geliyor. Yanında da genç bir fahişe (Choi Hae-kyeong) vardı. Hee-jin, yeşil kulübeye götürüyor onları. Sis de her yeri sarmıştı. Orta yaşlı adam oltayla balık avlamaya başlıyor hemen oltasıyla. Adam, genç kadını okşarken oltaya balık takılıyor. Oltanın ucundaki balığı çıkartan orta yaşlı adam bıçağıyla canlı canlı balığı yan taraflarını keserek çiğ eti genç kadına yediriyor. Yaralı balığı da suya atıyordu sonra. Kore’de geleneksel bir mutfak kültürüymüş “sashimi” dedikleri bu çiğ balıkları yemek. Kim usta, acı çektirdikleri tüm balıkları ekipçe yediklerini söylemişti sette. Sonra orta yaşlı adamla genç fahişe sevişmek için kulübeye giriyorlar. Ardından Hee-jin’in kulübesinin önünde köpeği yansırken, genç fahişe Eun-ah geliyor. Hee-jin onu görünce hayal kırıklığına uğrasa da sarı kulübeye götürüyor onu.  Hyun-shik de kulübesindeki tuvalet deliğinden oltasıyla balık avlıyordu. Dışarı çıkan Hyun-shik onları görüyor. Hee-jin, Eun-ah’a nefret ve öfkeyle bakıyordu. Sanki erkeğini başka bir kadınla paylaşmak istemeyen kadınların bakışları gibiydi. Eun-ah bu bakışların anlamını sezinliyordu sanki. Gece olunca, Hyun-shik ve Eun-ah sevişiyorlardı. Onlar zevkin içinde dolaşırken, kulübedeki tuvalet deliğinin kapağı açılıveriyordu birden.  Bu Hee-jin’di. Hyun-shik onu fark ediyor. Gündüz olunca kulübede Eun-ah, “Ben fahişe değilim” diyor Hyun-shik’e. Onu istediği için buraya gelmiş. Hyun-shik’in ona para vermesi duygularına dokunuyordu Eun-ah’ın. Giderken de Hyun-shik’e sarılıyor. Hee-jin de teknesindeydi. Eun-ah, belki de onu kıskandırmak istiyordu. Eun-ah, teknede parayı Hee-jin’e uzatıyor, “Arkadaşıma yardımı için teşekkür edersin” diyor. Hee-jin parayı alıp Eun-ah’ın suratına fırlatıyordu. Eun-ah’ı kıyıya çıkarttıktan sonra da Hyun-shik’in kulübesine geliyor Hee-jin. Yönetmen, Hee-jin’in Hyun-shik’in kulübesine gelmeden olanları bir an boşlukta bırakıyordu. Ama zihinlerde kuşkular da dolaşmaya da başlıyordu. Hee-jin, sahiplenici ve kıskançtı. Hemen Hyun-shik’in dudaklarından öpmeye başlıyor. Hyun-shik’in dudaklarından kan geliyordu öpüşme sonrasında.

Hee-jin kıyıdaki kulübesine geliyor. Pencereden sular içinde kalmış koyu renkteki motosiklet fark ediliyordu. Bu motosiklet de geçmişinden bir başka parça mıydı? Ağlıyordu Hee-jin. Anlar peş peşe yansıyor sonra. Kulübesinde uzanmış uyuklayan Hyun-shik, oltasıyla balık avlarken, Hee-jin’in köpeği de kıyıdaki kulübenin önünde uyurken yansıyor. Hee-jin de dışarıda sandalyede uyukluyordu. Bir ses duyuluyordu. Hyun-shik, gelenlerin polis olmasından şüphelenip korkuya kapılıyor birden. Gelenler polis dedektifleriydi. Kulübeleri dolaşıyorlar. Bir suçluyu arıyorlardı. Dedektiflerin teknesi Dal-su’nun kaldığı mor kulübeye yaklaşıyor sonra. Dal-su sakin davransa da telaşlıydı. Kaçmaya çalışıyor. Uzun saçlı dedektife (Woo Seung-jin) saldırıp suya atlıyor. Diğer dedektif de (Yang Young-jo) suya ateş ediyordu peşinden. Hyun-shik silah seslerini duyuyor. Dal-su’nun su yüzüne çıkan bedenini de balık oltasıyla kulübeye çekiyorlar dedektifler sonra. Hee-jin de teknesiyle Hyun-shik’in kaldığı sarı kulübeye yaklaşırken, Hyun-shik misinaya bağlı olta kancasına bakıyor, ardından ağzına sokuyordu intihar etmek için. Ağzından kanlar geliyor. Yönetmen bu anları çarpıcı ve yakın çekimlerle yansıtmış. Hee-jin kulübeye geldiğinde Hyun-shik’in acılar içinde kıvrandığını görüyor. Yerler de kanlar içindeydi. Dedektifler de tekneyle sarı kulübeye yaklaşıyorlardı. Dal-soo da yaralıydı. Dal-su’ya ateş eden dedektif kulübeye girdiğinde Hee-jin yerleri temizliyordu. Tabancasını çıkartmış dedektif kulübeye baktıktan sonra çıkıp tekneye biniyor. Hyun-shik de suyun içindeydi. Tekne uzaklaşınca Hee-jin de misinayı sarıp onu balık tutuyormuş gibi yukarı çekiyor tuvalet deliğinden. İçindeki suları çıkartmak için masaj yapıyor. Hayat öpücüğüyle dudaklarından öpüyor. Yuttuğu suları çıkartıyor Hyun-shik. Ardından ağzını açık bırakmak için destek yerleştiriyor ve Hyun-shik’in boğazındaki olta kancalarını penseyle tek tek çıkartıyor Hee-jin. Sonra da şehvetle Hyun-shik’i okşamaya başlıyor. Pantolonun kemerini çözüyor. Sonra da onun üzerine oturuyor. Hee-jin, kulübelere gittiğinde külot giymiyordu. Sevişiyorlardı. Vahşi bir an mıydı bu? Hyun-shik, acıyla hazzı aynı anda yaşıyordu. Sonra onu tedavi ediyor Hee-jin. Ağzını serinletiyor. Bir an kulübesine dönüp erkek kazağını alıp Hyun-shik’e götürüyor Hee-jin. Bu kazak da onun geçmişinden bir başka parçaydı onun. Sakladığı için de değerliydi. Sonra onu tekneyle dolaştırıyor. Sazlığa geliyorlar sonra. Bu sazlık, filmin derinliğinde anlamlaşacaktı.

Hee-jin, kulübesinin önündeki akvaryumu sularını çıkartırken Eun-ah geliyordu kırmızı motosikletiyle. Hee-jin hemen kulübesine giriyor. Hyun-shik’in yanına gitmek istiyordu. Tekneye biniyor sonra. Hee-jin öfkeliydi. Ardından akvaryumun içinde susuz kalan balıklar da can çekişiyordu. Teknenin motorunu çalıştıramayan Eun-ah kulübeye geldiğinde Hee-jin öfkesinin uç noktasındaydı. Onu tekneye bindiriyor ve mor kulübeye götürüyor. Eun-ah’ın ağzını bantlayıp ellerini de arkadan bağlayan Hee-jin, yüzen kulübenin zincirini çekiyor ve kulübeyi teknesiyle sürüklemeye başlıyordu. Gece olduğunda Eun-ah tek başınaydı. Hee-jin, Hyung-shik’in kulübesine geliyor elinde feneriyle. Hyun-shik uyuyordu. Sonra onun yanına uzanıyor. Mor kulübedeki Eun-ah da kurtulmak için çabalıyordu. Kamera onu suyun altından yansıtıyor bir an. Eun-ah, suyun içine düşüyor. Elleri arkadan bağlı olduğu için boğuluyor. Fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Kamera sualtından yansıtıyor bu trajediyi.

Sabah olduğunda köpek yansıyor kıyıdaki kulübenin önünden. Köpek huzursuzdu. Sisler içinde gölün içindeki kulübeler yansıyor. Ardından Hee-jin çıkıyor kulübesinden ve yerdeki ölü balığı atıyor. Sonra da teknesine biniyor. Yoğun sislerin içinde kulübeler ve tekne yansırken, fonda da etkileyici bir müzik kuşatıyordu her tarafı. Hüzünlü bir tınıydı bu. Hee-jin, mor kulübeye geliyor. Suyun üstündeki Eun-ah’ın cesedini görüyor. Hee-jin teknesinden dehşet içinde cesede bakarken, kamera da sola doğru kayarak onun bu endişeli ve boşluğa düşmüş ruh halini somutlaştırıyordu. Bir de başka yöne gidişti bu hem Hee-jin hem de Hyun-shik için. Kaderin yeni varoluşuna doğru bir gidiş. Hee-jin kulübesinin önünde otururken gözü kırmızı motosiklete kayıyor. Motosikleti tekneye koyuyor ve mor kulübenin olduğu yerde suyun içine bırakırken, Eun-ah’ın cesedi de suyun derinliğinde yansıyordu. Elleri çözülmüştü. Gerçeküstücü bir andı bu. Sanki suyun altında yüzen denizkızı gibiydi Eun-ah.

Gecenin içinde kıyıdaki kulübenin suya yansıyan görüntüsünden yukarı doğru “tilt” yapan kamera kulübesinin içinde kederli Hee-jin’i gösteriyordu. Suyun kulübenin dışına vuran gölgeleri de gerçeküstü fotoğraf oluşturuyordu bu anda. Ne olacaktı şimdi? Hee-ji kulübesinde kederli düşüncelerinin içinde dolaşırken, Eun-ah’ın pezevengi “Çekiç” geliyor motosikletle oraya. Eun-ah’ı aramaya gelmiş. Tekneye binip Hyun-shik’in kaldığı kulübeye gidiyor. Kulübeye gelir gelmez Hyun-shik’le kavga ediyor. Hyun-shik, onu suya düşürüyor. “Çekiç” çırpınarak batıyordu. Ardından suyun içinden Hee-jin çıkıyordu. Bir ölüleri daha olmuştu. Hyun-shik’in gözlerine korku ve endişe çöküyordu. Ama “Çekiç”in cesedini tekneyle mor kulübeye taşıyorlar. Eun-ah’ın ayakkabısı da kulübedeydi hâlâ. Hee-jin, “Çekiç”in üzerine ağırlık bağlarken, Hyun-shik de kadın ayakkabısına bakıyordu. Kimindi bu? Sonra “Çekiç”i suyun içine bırakıyorlardı. Hyun-shik bir an tereddüt etse de. Onların yansımaları da suya vuruyordu gerçeküstücü fotoğrafla. Kamera, “Çekiç”i suya bıraktıklarında onları suyun altından gösteriyordu görüntü dalgalanırken. Mor rengi uzlaşmayı temsil ediyordu. Hee-jin’le Hyun-shik’in sessiz uzlaşmasını. Hyun-shik’in kaldığı kulübenin rengi sarı da anlamlaşıyordu. Sinemada yoğunlukla aldatmanın, ihanetin ve hastalığın rengiydi sarı.

Gündüz. Hayat devam ediyordu. Uzaktan sarı kulübe görünürken, fonda da piyano tınıları duyuluyordu.  Sessizce ve keder içinde oturuyorlardı. Hee-jin, Hyun-shik’in yanına gelip oturuyor sonra. Başını onun omzuna koyuyor. Hyun-shik de başını onun başına dayıyordu. Kaderleri birdi şimdi. Kıyıdaki kulübe yansıyor. Müşteri geliyor yanında bir genç kadınla. Onlara sesleniyor adam, ama ikisi de tepkisizdi bu seslenişlerine.

Hyun-shik, telden bir adam yapıyor idam edilen. Hee-jin telden adamı suya atıyordu. Sonra Hyun-shik oltasıyla balık tutuyor. Suyun altında balık oltanın ucundaki yemi kaptığında Hyun-shik balığı yukarı çekiyordu. Hyun-shik, tuttuğu balıkları canlı canlı bıçağıyla parçalıyorken kanlar da yüzüne fışkırıyordu. Hee-jin de bunları endişeyle izliyordu. Yanları bıçakla kesilip eti yenmiş balık oltasına takıldığında bu balığa bıçakla vuramıyor Hyun-shik. Nefes alan balığı suya bırakıyor sonra. Yaralı balık suyun içinde kayboluyordu. Hee-jin, Hyun-shik’e sarılıyor. Onunla sevişmek istiyordu. Hyun-shik öfkeliydi. Kadınlık gururu incinen Hee-jin, kuş kafesini suya atıyor sonra. Kafes içindeki kuşla suyun dibine batıyor. Hyun-shik ayağa kalkıp çantasını alıyor. Gidecekti buradan. Hee-jin karşı koysa da.

Gece. Hee-jin tekneye binip uzaklaşıyor kulübeden. Hyun-shik nasıl gidecekti? Kulübesindeki akvaryumda yansıması görünüyordu Hee-jin’in. Bir balığı alıp yere koyarak onun can çekişini izliyordu. Sonra da kaynak makinesiyle ona elektrik veriyordu Hee-jin. Sadizmin üst noktaları mıydı tüm bunlar? Hee-jin, kulübesinde kederler içindeyken birden Eun-ah’ın cesedi yansıyor suyun içinde. Hee-jin ağlamaklı elini Hyun-shik’i hediyesi oyuncak salıncağa uzatıyor. Fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Hyun-shik de şamandıradan bir bidonu ayırıp karaya doğru gidiyordu. Ama bidonu kaçırınca yüzme bilmeyen Hyun-shik çırpınmaya başlıyor. Hee-jin de tekneyle oraya gelmiş. Elindeki feneri onun üzerine tutuyor. Oltayı uzatıyor balık avlar gibi Hyun-shik’e. Oyun oynuyordu Hee-jin. Misinayı kavrayan Hyun-shik’i tekneyle çekiyordu Hee-jin. Ardından da Hyun-shik’in kanlı avucundaki kancaları temizliyor sarı kulübede. Hyun-shik birden doğrularak Hee-jin’in üstüne çıkıyor.  Sonra da onun bacak arasını tekmeliyor. Hee-jin acılar içindeydi. Ardından Hyun-shik pantolonunu sıyırıp vahşice sevişiyordu Hee-jin’le. İkisi de hazza ulaşıyordu bu vahşi anda.

Gündüz sisler içindeki göl yansıyordu. Sarı kulübe de görünüyordu. Kulübede oturarak uyuyan Hee-jin’i uyandığında gören Hyun-shik, sessizce kalkıyor ve Hee-jin’in masum gibi görünen yüzünü okşuyordu. Dışarı çıkıp tekneye binip uzaklaşıyor oradan. Mor kulübe de fark ediliyordu. Hee-jin uyanıyor ve pencereden onun gidişini izliyor ıslak gözlerle. Misinanın ucundaki kancaları alan Hee-jin, bacaklarının arasına, vajinasına yerleştiriyordu. İpi gerginleştiren Hee-jin, Hyun-shik’e baktıktan sonra ipi çekiyor ve acı çığlık atıyor. İlk defa dişi sesi duyuluyordu. Çığlığı duyan Hyun-shik kulübeye dönüyor hemen. Hee-jin’in eteği kanlar içindeydi. Acılar içindeki Hee-jin suya düşünce Hyun-shik onu balık avlar gibi oltayla kulübeye çekiyor. Sonra da ona sarılarak ağlıyor Hyun-shik. Ardından da kulübenin içinde Hee-jin’in vajinasındaki kancaları penseyle çıkartıyor tek tek. Hyun-shik son çıkardığı kancayı diğer kancanın yanına bıraktığında kalp gibi oluyordu. Şimdi gerçek aşk mı doğuyordu? Hyun-shik, Hee-jin’e şefkatli davranmaya başlıyor. Sudan yukarı doğru “tilt” yapan kamera onları kulübenin önündeyken gösteriyor. Hyun-shik, yelpazeyle onun bacak arasını serinletiyordu. Onun saçlarını tarayıp saçına toka da takıyordu. Bu romantik anlarda fonda da piyano tınıları sarıyordu her yanı. Sonra sarı boyayla kulübeyi boyuyorlar beraberce. Fırçaları, iki sevgili gibi birbirine kavuşuyordu.

Orta yaşlı adam, başka genç bir fahişeyle (Jeon Seon-hwa) geliyor bu defa. Hee-jin onları tekneye bindirip mor kulübeye götürüyor. Bulutlar yansıyor. Sonra sarı kulübede yan yana uzanmış Hyun-shik ve Hee-jin yansıyor. Mor kulübede seviştikten sonra orta yaşlı adamla genç fahişe görünüyor. Orta yaşlı adam yine oltasıyla balık tutmak için dışarı çıkıyor. Bu defa altın kol saatini kolundan çıkartıyordu. Kancaya solucan takıyor ve oltayı suya bırakıyor orta yaşlı adam. Bir balık oltaya takılıyor. Balığı çıkartırken, genç kadın farkına varmadan kol saatini suya düşürüyor. Orta yaşlı adam ona tokat attıktan sonra telefonuyla dalgıçları arıyor. Uyanan Hee-jin, mor kulübeye doğru bir teknenin gittiğini görüyor. Hyun-shik de uyanıyor. Dalgıçlar kırmızı motosikleti çıkartıyorlar sudan. Hee-jin teknesine gidip oturuyor sonra. Ne yapacaklardı? Her şey düzelmişken ve romantizm gelmişken şimdi ne olacaktı? Bıçakla tekneyi delen Hee-jin, motoru da kulübeye takıyor. Motoru çalıştırıyor ve sarı kulübe yol alıyor gölde. Sonra görüntü beyazlaşıyor.

Göl yansıyor sonra. Suyun içinden Hyun-shik çıkıyor birden. Etrafına bakıyor, ama Hee-jin’i göremiyordu. Sazlığın içine giriyor. Sonra kamera geriye çekilmeye başlıyor ve sazlığın ada gibi olduğunu gösteriyor. Onların adasıydı bu. Zincirlemeli geçişle içi su dolmuş kayıkta çırılçıplak uzanmış Hee-jin yansıyordu. Kayık gölde yol alırken görüntü donup fotoğraflaşıyordu. Hee-jin intihar mı etmişti? Gerçeküstücü film, gerçeküstü bir anla bitiyordu. Bu filminde son an bir ekleme, bir sonsöz gibiydi. Rüya gibi. 2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam” filminde de benzerlik vardı bu rüya ile. Hyun-shik’in ismi de Korece “Bilge” anlamına geliyordu.

 

“Gerçek Roman...”

Kim Ki-duk ustanın 2000 yapımı “Shilje Sanghwang-Gerçek Roman”, sinema sanatı açısından da sıradışı bir film. Kamera kullanımı, kurgusu, gerçekliğin yansımaları ve karakterlerin aktarılışıyla çok özel bir filmdi bu. Bu film, Seul’da öğleden sonra yaklaşık üç buçuk saatte çekilmiş. Park sahneleri de gizli kameralarla yansıtılmış. Yönetmen bir haftadan uzun provalar yapmış. Bu da “Gerçek Roman” filmini sinema tarihinde özel bir yere yerleştiriyor. Bu filmdeki en belirgin şey de Quentin Tarantino’nun klasik olmuş 1994 yapımı sinemaskop “Pulp Fiction-Ucuz Roman” filmindeki gibi uzun sekansların kendini hissettirmesiydi. Bir ortak noktaları da filmlerinin isimlerinde saklı belki de. Tarantino’nun sarmal kurgusuyla başı ve sonu bilinmeyen filmine karşın, Kim ustanın filmi kronolojik bir çizgide ilerliyordu. Kim usta, birkaç an dışında koşut kurgu kullanmıştı.

Fonda duyulan müzikler de gerçekten etkileyiciydi. Bu filme “Gerçek Roman” adı verilmesi de ilginç gelebilir. Yönetmen, gerçeklikle kurguyu iç içe geçirerek yansıtıyor her şeyi bu filminde. Saerom-Shin Seung-soo’nun sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Sang-yun Jeon bestelerken, ana kamerayı da Cheol-hyeon Hwang kullanmış. Bu film 2001’de, 23. Moskova Uluslararası Film Festivali’nde büyük ödül olan “Altın St. George” için de yarışmıştı. Ressamın “Na” adı Korece “Ben” zamiri demekti. Samimi anlamdaydı. Resmi olarak “Ben” zamirine de “Co” diyordu Koreliler. Kameralı kız görünmezdi. Derinliklerde dolaşınca anlamlaşacaktı bu. Ahn Sang-hyeon, Heo Seong-wook, Hong Mi-sook, Jeong Joon-ho, Jo In-ho, Kang Cheol-woo, Ma Dae-yun, Mo Kyeong-hwa, Song Jeong-ok ve Yun. Yong-hoon, Kim ustanın bu filmine yardımcı yönetmenlik anlamında destek vermişler. İçlerinden bazı isimler kendi filmlerini de çekiyor.

Bir sokak ressamı olan Na (Joo Jin-mo), şehrin ortasındaki güvercinlerin de mesken tuttuğu parkta insanların karakalem portre resimlerini çiziyordu. Peşini hiç bırakmayan bir kameralı kız da (Shim Yi-young) onu çekiyordu sürekli. Şehrin çeteleri de vardı tabii ki. Ressamı aşağılayarak ondan işgaliye parası bile alıyorlar. Ön jenerik yazıları okunurken park da genel çekimle yansıyordu. Parkta satıcılar da vardı. İnsanlar dinlenmek için geliyorlar oraya. Ressam Na, bir çocuğun karakalem portre resmini yaparken kameralı kız da onu çekiyordu. Na’nın kulağında kulaklık da vardı. Yönetmen, kameralı kızın çektiği görüntüleri de aralara yerleştirmiş filminde. Bu yerleştirme sürekli oluyor. Resim yaparken yanına fotoğraf dükkânı sahibi (Jeon Jin-ki) geliyor. Resmi almaya gelmiş. Resme baktığında “Fotoğrafa benzemiyor” diyor. Anma töreni için yaptırmış bir müşterisi bu resmi. Na’ya yarı parasını veriyor fotoğraf dükkânı sahibi. Fazla karışık çizme deyip gidiyor. Sonra da telefon kulübesindeki telefon konuşmasında kadın sesi duyuluyordu. Kadın erkeği özlemiş. Özür de diliyor kadın. Kamera sağa çevrinme (pan) yaparak telefon kabinini gösteriyor. Kadın kabindeydi. Konuştuğu sevgilisinin kullandığı kelimeler aslında bu ilişkinin bittiğini hissettiriyor. Ama kadın âşıktı. Burası Jeonmun Daehag (Kolej) Caddesi’ndeydi. Eskiden bu parkta resim yaparlarmış kadınla sevgilisi. Şimdi birbirlerini incitmeden görüşemiyorlarmış. Adam, “Sen kötü görünen bir fahişesin” diyor kadına. Çeteciler geliyor. Birinci çeteci (Lee Je-rak) Na’nın kulaklığını alıp kulağına takıyor. Na, kabindeki telefon konuşmalarını dinliyordu. Birinci çeteci kulaklığı sonra yeniden Na’nın kulağına takıyor. Sonra da “Başkalarının konuşmalarını dinlemek çok mu eğlenceli” diye soruyor. Bu kişisel haklara tecavüz değil miydi? İkinci çeteci (Kim Jin-man) ondan işgaliye parası isterken “nesebi gayri sahih” diyor. Bu cümle, “gayri meşru çocuk” anlamına geliyordu. Parayı veriyordu Na. İlk çeteci de Na’ya yeni sevgilisinin fotoğrafını veriyor çizmesi için. Sonra da tezgâhında oyuncak satıcısının yanına gidiyor çeteciler haraç için. Na’ya resmini yaptıran çocuk da resmi beğenmiyor. Sinirle şövaleyi, yani resim çizdiği sehpayı iten Na, dağıttıklarını topluyordu sonra. Ardından kulaklığını takıp kurşunkalemini sivriltiyordu. Buruşturulup yere atılmış resmi alan kameralı kız, “Bu çok garip. Aynı ona benziyor” diyor. Sonra yine telefon kabininden ses duyulmaya başlıyor. Bu defa bir erkek sesiydi bu. Adam, “Benden nefret ediyorsun değil mi?” diyor. Bazı insanlar umutsuz bir avdı. Adam, “Ben senin için şarkı seslendireyim” deyip şarkı söylemeye başlıyor. İki çeteci de kabinin oradaydı. Telefonla konuşan adam çete lideriydi. Çete lideri, birinci çeteciye hastanedeki kardeşini soruyor. Sonra “sushi” yemek için gidiyorlar. Na da şövaledeki portre resmini kameralı kıza veriyor.  Kızın resmiydi bu. Kızın parası yoktu. Başka şekilde ödemek istiyormuş borcunu. Bunu sevecekti Na. Birden kız ona kızıyor, “Çok salaksın” diyerek. Soyulmuş ve dayak yemiş kız. Onu takip etmesini söylüyor sonra.

Kızın peşine takılıyordu Na. “Steadicam” kamerayla kızı çeken kamera, ardından takip eden Na’yı gösteriyor. Derinlikte 2002’de Güney Kore’yle Japonya’nın ortak düzenledikleri FİFA Dünya Kupası’nın tanıtımı da fark ediliyordu derinlikte. Kameralı kız, duvarlarında “Bir Başka Ben” afişleri asılı bir mekâna giriyor. Burası tiyatroydu. Mavi tondaki sahneye geliyor Na. Orada bir oyuncu (Son Min-suk) vardı. “Benimle içmek ister misin”, diyor Na’ya. Sonra da “Bir içki al ve karşımda oyna” diyor oyuncu. Yanına oturup içki alan Na’ya, “Ne kadar aptal olduğunu biliyor musun” diyor oyuncu. Çok fazla öfke ve nefret vardı Na’nın içinde. Ona özgürlüğünü verecekti oyuncu. Kameralı kız da onları çekiyordu. Kalkıp gitmek isteyen Na’yı tutup yere düşürüyor oyuncu. “Daha fazla özgürlük için daha fazla acı çekmelisin” diyor yerdeki Na’ya. Sonra da Na’yı tekmeliyor. Acı, vücuttaki değildi, başka acıydı. Acı, Na’yı hep izleyen bir şey miydi? “Sana acı verenler refah içinde yaşıyorlar” diyor oyuncu. İntikam almasını istiyor ondan. Önce kendisini, sonra da nefret ettiklerini öldürmesini istiyor Na’dan. Kameralı kızla da sevişmesini istiyor sonra. Sevişecek, ama dokunamayacaktı ona. Kendisini ifade etmesini bilmiyordu Na. Oyuncu onun pantolonunun iliklerini açarken, kameralı kız da Na’nın yüzündeki acıyı görselleştiriyordu. Oyuncu, “Ne kadar kötü durumda olduğunu düşün, bu hiçbir şey” diyor Na’ya. Onu, küçük düşürdüğü için mi öldürmek istiyordu oyuncuyu? Oyuncu tabancayı çıkartıp Na’ya uzatıyor. Sonra da tabancayı Na’ya doğrultuyor oyuncu. Tabancayı alan Na’ya, öldüreceği isimlerin listesini vereceğini söylüyor. Tabancayı başına nişan alacakmış. Her isim söylediğinde de ateş etmesini söylüyor Na’ya. Kameralı kızın çerçevesiyle yakından yüzü yansıyan oyuncu, “Sağlam bir uyku için çok acı çektim” diyor. Sevgilisinin yeni arkadaşı varmış. Çiçekçi dükkânında onunla dalga geçer gibi çiçekler üzerinde adamla sevişiyormuş sevgilisi. Tetiği çekmesini söylüyor. Çekiyor, ama kurşun yoktu. Bu bir Rus ruleti gibiydi. Sonra başka birisini anlatıyor. Rıhtımda askerlik yaparken tanımış onu. Kışlada nöbet tutarken sivil giyimli birisi ona saygı göstermediği için kendisini bir köpek gibi dövmüş. Boğazındaki yara izi de oradan kalmış. Kameralı kız da Na’nın boynundaki yara izini gösteriyordu yakın çekimle. Şimdi kasap dükkânı varmış adamın. Tabancayı oyuncuya doğrultup tetiğe basıyor Na. Yine kurşun yoktu. Oyuncu, “Bir kadını sevdim. Onunla evlenmek istedim” diyor otururken. Ama o, arkadaşına deliler gibi âşık olmuş. “Beni terk etmelerini asla affedemem” diyor oyuncu. Arkadaşı, sevgilisine tecavüz etmiş. Sonra tirat Na’ya geçiyor ve “Evlenmişler, ama bir süre sonra boşanmışlar. Beni öfkelendiren bu” diyor öfkeyle. Kameralı kız da yakın çekimle Na’nın öfkeli ve nefret yüklü yüzünü yansıtıyordu o konuşurken. Mutlu aile olsalardı bu kadar kızmazmış Na. Sonra oyuncu, geçimini çizgi roman satan dükkândan kazandığını söylüyor. Sonra Na, “Onu en son düğünde görmüştüm” diyor oyuncunun sözünü tamamlayarak. Şimdi onu çok özlüyormuş Na. Ardından oyuncu sözü alıyor ve “Eski kocasının yılan ithalatı yapan bir şirketi vardı” diyor. Oyuncu, “Onu vursana” dediğinde Na, tabancayı oyuncuya çeviriyor ve tetiğe basıyor. Yine kurşun yoktu. Oyuncu, “Bir sonraki” dediğinde, Na öfkeyle, “Hasta ruhlu ve pislik bir dedektif” diyor. Oyuncu, “Bana tecavüz ediyor ve her gece dövüyordu” dedikten sonra Na ayağa kalkıp, “Bana işkence ediyor, hatta başımı tuvalet deliğine sokuyordu” diyerek repliği tamamlıyordu. Onu çırılçıplak soyup tuvalete gitmesine de engel oluyormuş dedektif. Bu utancı nasıl unutabilirdi? Yüzü, kameralı kızın kamerasıyla yakından yansıyan Na, korkmuş ve ona söylediği her şeyi yazmış. Gerçek tecavüzcü polise teslim olmuş. Dedektif ona üzgün olduğunu söylemiş ve bir yemek parası vermiş Na’ya. Tabancayı oyuncuya doğrultup tetiğe basıyor. Yine kurşun yoktu. Sonra bağırarak, “Kötü insanlar her yerde” diyor Na. Sadece yaşamak için parası olan fakirlerin kanını emerek yaşıyorlardı. Yüzü yakın çekimle yansıyordu. Fonda gerilimli müzik duyulurken Na tabancayı oyuncuya doğrultup, “Onları öldür. Onlardan kurtul” diyerek ateş ediyor. Oyuncu acıyla yere yığılıyordu. Na’nın yüzüne de kanlar fışkırmıştı. Tabanca elinden yere düşüyor. Koşarak çıkıyor sahneden. Sahnede bir oyun mu sahnelenmişti? Bu bir Faust’la Mefisto muydu? Her şey derinlikte anlamlaşacaktı.

Tiyatrodan çıkan Na yolda yürürken “Steadicam” kamera da onun peşine takılıyordu. Yüzünde kanlar yoktu. Parka geliyor. Sandalyede bir kadın (Kim Jung-young) onu bekliyordu resmini yaptırmak için. Kadının üzerinde koyu tonda bir ceketle gri eteği vardı. Resmini yapmaya başlıyor Na. Kameralı kız da orada çekim yapıyordu yine. Çizdiği resmi kadına veriyor. Na, kadının uzattığı paraları alırken yere düşüyor. Sonra kadının resmi yırtıp çöpe attığını görüyor Na. Kadının tuvalete girdiğini gören Na, hemen peşine düşüyor onun. Elinde de kalemi vardı. Tuvalet kabinlerinde kadını arıyor Na. Bir kabinin kapısını açtığında kadın içerideydi. Kapıyı örttüğünde kadının çığlığı duyuluyordu. Na’nın kalemi tutan kanlı eli yansıyor tuvalet kabininden çıkarken. Kadının acılı inlemeleri duyulurken o da lavaboda temizleniyordu kameralı kızın yansıttığı görüntüyle.

Dışarı çıkınca sigara yakıyordu Na. Fonda da gerilimli müzik duyulmaya başlıyordu. Müzik Na’nın zihninden dışarı çıkıyormuş gibiydi. İçeri kadınlar giriyor. Bir kadının çığlığı duyuluyor çok geçmeden. Ardından da kameralı kızın sarsıntılı görüntüleriyle yaralı kadın yansıyordu. Na, yürümeye başladığında “steadicam” kamera da peşine takılıyordu. Fotoğraf dükkânı yansıyor. Fotoğrafçı, Na’nın yaptığı karakalem resmi düzeltmeye çabalasa da daha da kötü oluyordu her şey. İyi bir çerçeve durumu kurtarır, diyor. Ardından bir genç kadın geliyor dükkâna. Fotomodel genç kadın fotoğraf için stüdyoya girdiğinde önce ödeme yapmasını istiyor ondan. Sonra portre resmi almaya bir genç kadın geliyor. Portreyi annesine pek benzetemiyor. Ama ödemesini de yapıyor genç kadın. Fotoğrafçı parayı zarfa koyup stüdyoda çırılçıplak soyunmuş genç kadının yanına geliyor. Genç kadın sandalyeye oturduğunda fotoğraf dükkânının kapısının açıldığı duyuluyor. Fotoğrafçı Na’yı görüyor. Ardından Na, fotoğrafçıyı dövmeye başlıyor. Na gittikten sonra model genç kadın, fotoğrafçı dönmeyince stüdyodan çıkıyor ve divanda inlerken görüyor onu. Arka cebindeki zarfı alıyor hemen.

Na dışarıdayken yine gergin müzik duyulmaya başlıyor. Yine “steadicam” kamera onun peşindeydi. Çiçekçi dükkânı yansıyor. Bir kadınla bir erkek güller üzerinde çılgınca sevişiyorlardı. Çiçekçi dükkânının sahibi genç kadın Sung-hee (Myung Ji-yun) giyiniyor sevişmenin ardından. Adam da (Jang Hyun-sung) pantolonunu giyerken hazzın mutluluğunu yaşıyordu. Sonra sigara yakıyor. Genç kadının erkek arkadaşı onun kadar başarılı mıydı? Kibirli adam cep telefonunu unutarak gidiyor oradan. Adam gittikten sonra dükkâna Na geliyor. Kameralı kızın kamerası da oradaydı. Yerdeki çiçeklerin arasında cep telefonu çalıyor. Telefonu açınca adamın sesi duyuluyor. Na, “piç” anlamına gelen “Veledi zina” diye bağırıyor. Na, kadının külotunu da buluyor çiçeklerin içinden. Na çiçekleri makasla budarken, adamın kim olduğunu soruyor. Sung-hee, Na’nın sözlerinden bir şey anlamıyordu. Elinde makasla Sung-hee’ye yaklaşan Na, elini kadının saçlarına götürüyor sonra.

Na dükkândan çıkıyor. Yüzünde endişe vardı. Eline bakıyor ve sonra da yürüyor. “Steadicam” kamera peşine takılırken, görüntüye üniformalı polis giriyordu. Yılan ithal eden şirkete gidiyor kamera. Bir yılan kaçmış onu yakalamaya çalışıyorlardı. Patron da (Choi Jin-hong) geliyor oraya ve hepsi evcil yılanı yakalamaya çabalıyorlar. Na’nın eski arkadaşı Cho’ya (Lee Deok-jin) kızıyor patron. Satışları da iyi değilmiş. Hesabı da yanlış yapınca patron onu kovuyor. Özür dileyince patron onu affediyor. Burasının ismi “Beyaz Viagra”ydı. Telefon geliyor. Cho, beyaz yılan yok diyor telefondaki müşteriye. Patron durumu düzeltiyor hemen. Çin’den ithal yılan vardı ellerinde. Kore beyaz yılanları şeffaftı. Ama patron için beyaz olması yeterliydi. Dürüst çalışan Cho, müşterilerin aldatılmasına karşıydı. Ama bu kapitalizmdi. Na oraya geliyor. Patron, Cho’yu azarlıyor Na’yı görünce. Yılan torbasını da veriyor ona. Terasa çıkıyorlar. Cho sigara yakarken Na, “Ki-yeon’u neden terk ettin” diye soruyor. Ki-yeon, göründüğü gibi de değilmiş. Tüm derdi de paraymış. Cho, “Onunla evlendiğim için hâlâ benden nefret mi ediyorsun” diyor. Sonra da boşanmışlardı. Kameralı kızın kamerasından Na’nın yüzü yansıyor birden yakın çekimle. Cho, Ki-yeon’un ilk kendisine yaklaştığını söylüyor Na’ya. Sonra da yerdeki yılanlı torbayı alıyor. Yakın çekimle de Na’nın öfkesi yansıyordu. Cho, yılanlar zehirli değil diyordu. Na da Cho’nun başını yılanlı torbanın içine sokuyor birden. Nefret ettiği birinden daha intikamını almış oluyordu böylece Na. Yılanların ısırdığı Cho’yu terasta bırakan Na gidiyor oradan. Zihninin derinliğinden çıkıp geliyormuş hissi veren gerilimli müzik de duyulmaya başlıyordu fonda.

Sokağa çıkan Na yine yürüyor ve “steadicam” kamera da onu izliyordu. Ardından Ki-yeon’un (Kim Ki-yeon) çizgi roman satan dükkânı yansıyor. Öğleden sonra beşe on vardı. Ki-yeon ismi, edebi ve sanatsal olana yatkın anlamına geliyordu Korece. Ki-yeon masada uyuklarken kitap okuyan oğlan, “Bayan Kim” diye sesleniyor ona. Su damlıyordu. Ki-yeon, su damlayan yere kap koyuyor. Küçük oğlana evli olmadığını söylüyor Ki-yeon. Evli kadınlara “Bayan” denirdi çünkü. Sonra da dükkân sahibine telefon ediyor. Ki-yeon, kirasını geciktirdiği için dükkân sahibi boruyu tamir ettirmemiş. O telefonla konuşurken bir genç geliyor. “Mr. Wind, orada değil mi” diye soruyor. “Mr. Cloud, backhome” diyor genç heyecanla. Ki-yeon yerinden kalkıp çizgi romanı gence veriyor sinirlenerek.  Korece bilmiyor muydu? Ama genç, bir müşteriydi ve daima haklıydı. Ki-yeon, sinirliydi çünkü para kazanamıyordu. Satışlar azdı. Oğlan çocuğu gidince genç, Ki-yeon’a evlendiğine inanmadığını söylüyor birden. Gencin aklından ne geçiyordu? Hep burası gibi çizgi roman satan dükkâna sahip olmak istediğini söylüyor sonra. “Hakkımda bir şey bilmek ister misin” diyor genç. Ki-yeon’dan cevap gelmeyince öfkeli bir sesle, “Sesim insan sesine benzemiyor mu” diye bağırıyor. Ailesindeki herkes de onu hor görüyormuş. Neden onu merak etmiyordu Bayan Kim? Sonra ayağa kalkıyor ve beni görmezden mi geliyorsun, diyor. Onun için de değersiz miydi? Onun hakkında sorular sormasını istiyor genç. Neden bir üniversite diplomasıyla buralardaydı? Genç kapıyı kilitliyor sonra. Ki-yeon’la evlenip dükkânı beraber işletmekmiş amacı. Sonra da tecavüz etmeye çalışıyor, ama Ki-yeong ondan kurtulmayı başarıyor. Süpürgeyle ona vuruyor “piç kurusu” diyerek. Genç kaçıyor oradan. Ki-yeon, masasına oturuyor ve ağlıyor öfkeyle. Ardından iki kız ve bir oğlan geliyor dükkâna. Çizgi roman okuyorlar dükkânda. Küçük kız az para ödeyince kızıyor ona Ki-yeon. Az da olsa para paraydı. Ardından dükkâna Na geliyor. Ki-yeon onu görünce çocukları dışarı çıkartıyor hemen. Biraz şaşkındı. Kapıyı kapatıyor. Na’nın yanına oturuyor. Kamera da arkadan yansıtıyordu onları. “Uzun zamandır yoktun” diyor Ki-yeon. En son düğünde görmüş onu. Ki-yeon, çizgi romanları sevdiği için bu dükkânı açmış. “Eskiden sen de çizgi romanları severdin” diyor genç kadın. Na konuşmuyor. Yüzü de ifadesizdi. Ki-yeon sonra, “Mutluyum. Kocam nazik” diyor. Hâlâ ondan nefret ediyor muydu? Na, “Ne ya da kim seni bu kadar mutsuz yaptı” diyor. Ağlamaya başlayan Ki-yeon, ona sarılıyor. Na da şefkatle karşılık veriyordu eski sevgilisine. Fonda duyulan müzik yumuşak ve duygusal duyuluyordu bu anda. Öpüşüyorlar. Bu an kameralı kızın görüntüleriyle yansıyordu. Beraber ağlıyorlar. Ki-yeon için hayat zordu. “Beni rahatlatacak bir şey yap” diyor Na’ya. Ardından kafesteki papağan yansıyordu. İkisine de metafor yapıyordu sanki bu görüntü.

Na dışarı çıkıyor. Kahve makinesinden kahve alıyor. Öne doğru yürürken, “steadicam” kamera da geriye doğru kayıyordu. Oturan Na sigarasını yakıyor. Kameralı kız görüntüye giriyor ve onu kaydederken yansıyor. Kameralı kızın çektiği görüntüde kıza öfkeyle bakıyordu Na. Kahveyi ve sigarayı yere atan Na, hızlı adımlarla yürümeye başlıyor. Kameralı kız da peşindeydi. Ardından kasap dükkânı yansıyor. Şişmanlamış kasap (Son Jong-hwan), hamile karısına (Kwon Nam-hee) kur yaparken yansıyor. Mutluydular. Kasap karısını öpünce kocasının sigara içtiğini anlıyor kadın. Kocası derin donduruculu dolaba girince kapıyı kapatıyor kadın. Şaka yapıyordu ona. Gizli gizli sigara içiyordu kocası. Na da yolun karşısında dükkânı gözlüyordu. Kameralı kızın görüntüleriyle yansıyordu Na. Kadın müşteri gittikten sonra, kasabın karısı da başka siparişi götürmek için dışarı çıkıyor. Kasap tek başına kalmıştı. Na kasaba girerken kameralı kızın görüntüleriyle yansıyordu. Kasap onu tanıyor. “Daha önce acaba rıhtımda ikinci bölümde miydiniz” diye soruyor. Na, boğazındaki yara izini gösteriyor ona. Kameralı kızın görüntüleri de araya giriyordu. Kasap telaşa kapılıyor. Neden onu suçlu görüyordu ki? Gitmesini söylüyor ona. Na satırı aldığında kasap korkuyla derin donduruculu dolaba giriyor. Kapıyı kapatan Na, dereceyi düşürüyor. Dolap şimdi daha soğuktu.

Na dışarı çıktığında aynı gerilimli müzik duyulmaya başlıyor.  Na sokakta yürürken, kamera da onu geriye doğru kayarak izliyordu. Çiçekçi dükkânı yansıyor. Polis dedektifleri suç mahallindeydi. Sung-hee’nin ağzı külotla tıkalıydı ve çiçekler üzerinde çırılçıplaktı. Vahşice öldürülmüştü. Dedektif Bae (Bae Joong-shik), yardımcısı dedektif Yang’dan (Yang Seung-kyeong) tabanca istiyor. Kendi tabancasını nereye koyduğunu hatırlayamıyormuş. Yang, “Kendini ve içtiğin içkileri düşün” diyor. O sırada telefon çalıyor. Cep telefonunu bulan Bae, arayanla konuşuyor. Telefon numarasını alan Bae, kuşkulanıyor ve Yang’dan numarayı araştırmasını söylüyor. Sonra da tuvalete gitmek için merdivenlerden çıkıyor yukarı kata. Na da içeri giriyor ve o da yukarı kata çıkıyor. Merdivenlerde onu yakalıyor. Bae onu tanımıyor ve “Siz bu cinayetin şahidi misiniz” diyor. Na, “Üç yıl önce bana işkence etmiştin” diyor. Na’yı, boğazındaki yara izinden tanıyor dedektif. Aralara kameralı kızın görüntüleri de giriyordu. Na, onun üzerine atlıyor. Dedektif Bae, tabancayı çıkartıyor. Ama çok tuvaleti gelmişti, zamanı yoktu. Sonra tuvalete gidiyor rahatlamak için. Yangın söndürme tüpünü alan Na, tuvalete giriyor. İçeride dedektifin acı çığlığı duyuluyordu. Kamera dışarıdaydı. Kameralı kızın çekimiyle yakından öfkeli yüzü yansıyan Na dışarı çıkıyor. Yaralı polis yerde kanlar içindeydi.

Sonra lokanta yansıyor. Lokanta sahibi kadın (Yoon So-jung), parktaki üç çeteciyleydi. Kadın onları tanıyor önceden. Kilise gününü kaçırmış çete lideri. Kardeşinin hastanede olduğunu biliyor kadın. Kamera tek bir açıdan genel çekimde yansıtıyor bu anları. Öfke dolu Na, sokakta yürürken yansıyor birden. Fonda da gerilimli müzik duyuluyordu. Uzun saçlı ikici çeteci bağırarak kadından çorba istiyor. Çete lideri kızıyor ona. Birinci çeteci ayağa kalkıp özür diliyor kadından ve borçlarını da ödeyeceklermiş. Na geliyor oraya. Kadın onu da tanıyor. Kameralı kızın çekimiyle masada oturan Na’nın yüzü yakın çekimle yansıyor. Na, tabancayı çıkartıyor. Çete lideri, birinci çeteciye tabancayı almasını söylüyor. Na, tabancayı onlara doğrultuyor. Çete lideri kışkırtıyor onu. Na, ilk kurşunu ilk çeteye sıkıyordu. Sonra da kaçan ikinci çetecinin arkasından ateş ediyordu. Çete lideriyle karşı karşıydı şimdi. Çete lideri ateş etmemesi için yalvarıyordu. Kameralı kızın görüntüsüyle yansıyordu bu anlar. Vuruyor onu. Fonda duyulan müzik gerilimli değildi.

Na dışarıya çıkıyor. Kameralı kıza “Dur” diyor Na. Kamera kızın arkasında geriye kayarak onları izliyordu. Ara sokağa girdiklerinde kızın boğazını sıkıyor Na. Sonra da başına tuğlayla vuruyor. Kızın çığlığı duyuluyor sadece. Yönetmenin kamerası sadece Na’yı yansıtıyordu. Kameralı kızın yere düşmüş kamerasından Na’nın ayakları yansıyor sonra. Uzaklaşıyor oradan. Yönetmenin kamerası başından kanlar akmış kızı gösteriyor, sonra da sağa çevrinme yaparak yerdeki kamerasını. Çekim yapmayı sürdürüyordu kamera. Na sokakta bir an duruyor ve sonra binaya giriyor. Kadın ressam (Yang Hee-jeong), resim yaparken yansıyor. Na ressamın atölyesine sessizce giriyor. Yere oturuyor. Onu fark eden ressam, “Sen kimsin”, diyor ona. Onu arayan müşterisi sanıyor sanatçı. Na’nın karakalem resmini yapmaya başlıyor. Na uyuyakalıyor. Ressam onun üzerini örtüyor sonra. Ardından da pereyi kapatıyor. Fonda da yavaş müzik duyulmaya başlıyordu. O da sandalyede uyukluyor. Uyanan Na oradan çıkıyordu sonra.

Na, köprüde yansıyor önce. Ardından resim yaptığı parka geliyor. Park genel çekimle yansıyordu. Şövalesinin başına oturuyor ve kadının karakalem resmini yapmaya başlıyor. Bu, tuvalette yaraladığı kadındı. Kadının yanına genç bir adam geliyor. Ardından Na’nın yaraladığı ve öldürdüğü çeteciler yansıyor. Oyuncakçıyı ödeme yapmadığı için sıkıştırıyorlardı. Çete lideri oyuncakçıyı dövüyor. Oyuncakçı, çete liderine bıçak saplıyor birden. Görüntü de beyazlaşıyordu ardından. Görüntü açıldığındaysa “Kes” sesi duyuluyor. Ardından insanlar doluyor park meydanına. Görüntü üzerine son jenerik yazıları yansıyordu sonra. Kim Ki-duk beyzbol şapkasıyla, Na’yı canlandıran oyuncusu Joo Jin-mo’yla yansıyor kalabalıklar içinde. Gazeteciler de vardı. Sonra da görüntü kararıyordu. Her şey Na’nın zihninde yaşanmıştı gerçeküstü ve yer yer deneysel bu filmde. Tüm o insanlar, uzak ve yakın onunla ilişkiliydi. Her şeyi zihninde yaşayan Na, gerçeklikte hep suskundu. Ustanın bazı filmlerindeki başkarakterler gibi.

 

“Bilinmeyen Adres...”

Kim Ki-duk ustanın 2001 yapımı “Suchwiin Bulmyeong-Bilinmeyen Adres”, vahşi şiddetle yüklü trajik bir filmdi. Yalnızca insanlar için değil, köpekler için de. Filmde Chang-guk, Chang-guk’un annesi, Eun-ok, Ji-hum, Ji-hum’un babası, köpek kasabı, bir Amerikalı beyaz asker ve köpekler kendilerine göre trajedilerine sürükleniyorlardı filmde. Her trajedinin şiddeti farklıydı. Prime-LJ Film’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Ho-jun Park yaparken, çarpıcı fotoğrafları yansıtansa Jeong-min Seo. Bu film, 2001’de 58. Venedik Film Festivali’nde “Altın Aslan” için de yarışmıştı. Kim usta filminin girişinde, “Bu filmin yapımında hiçbir hayvan zarar görmemiştir” yazmış. Özellikle “Ada” filminde balıklara yapılan vahşi işkencelere gelen sert eleştirilerden sonra.

1970 yılı. Kore Savaşı biteli yıllar olmuş ve Amerikalılar hâlâ oradaydılar. Hikâyeler, Amerikan üssünün hemen yakınındaki gecekondulardaki yoksul hayatlardan yansıyor. Film, geçmişteki bir anla açılıyordu. Amerikalıların attığı çöplerden kendine silah yapan çocuk Chung-ho (Kim Joon-young), küçük kız kardeşi Eun-ok’un (Na Hye-mi) başının üzerindeki tenekeye ateş ediyor. “Giyom Tell” gibi. Kız kardeşinin sağ gözünden yaralıyordu. Ardından görüntü beyazlaşıyor ve filmin adı beliriyor. Kamera, ön jenerik yazıları sürerken, tarladan yukarı doğru “tilt” yaparak Amerikan üssünü yansıtıyor. Köpek sesleri de duyulurken, Amerikalı askerler çalan marş eşliğinde bayraklarını göndere çekişlerini görüntülüyor kamera. Amerikalı askerler talim yaparken, üssün üzerinde uçak yansıyor. Sonra üssün yakınındaki yoksul gecekondu evleri görünüyor. Burası Pyongtaek şehriydi. Güney Kore’nin kuzeyinde bir şehirdi. Genç Ji-hum (Kim Young-min) uyanıyor. Köpeği de vardı. Gazilik maaşı alan babası da (Myung Kye-nam) ateş yakıyordu avluda. Ji-hum, selam veriyor babasına. Ama babası “Selam verdiğin kişiye bak” diye azarlıyordu oğlunu. Kendisini adam mı sanıyordu ki oğlu? Sonra genç kız Eun-ok (Ban Min-juk) kucağında köpeğiyle odasından çıkıyor. Üzerinde okul kıyafeti de vardı Eun-ok’un. Annesi de (Lee In-ok) avluda oyuncak ayı yapıyordu. Annenin eli oyuncak ayının gözünü yerleştirirken Eun-ok oyuncağa tekme atıyor birden. Onun sağ gözü görmüyordu. İşsiz abisi Chung-ho da (Son Min-suk) uyanıyor ve annesinden para istiyordu. Evde kapılar da sürmeliydi. Ama annesi arkadaşıyla sinemaya gidecekmiş. Amerika’nın hava kuvvetlerinden kalma eski bir kırmızı otobüs yansıyor sonra. Melez genç Chang-guk (Yang Dong-geun) ve annesi (Bang Eun-jin) bu otobüste yaşıyorlardı. Onların eviydi bu otobüs. Chang-guk dışarıda yüzünü yıkarken, annesi otobüsün penceresinden onun polaroid fotoğrafını çekerken öfkeleniyor birden Chang-guk. Annesi korkudan otobüsün üzerine çıkıyor. Chang-guk, annesinin peşinden çıkacakken vazgeçiyor ve kabanını alıp gidiyor öfkeyle. Anne, savaş zamanlarında siyahî bir Amerikan askeriyle olmuş ve ondan Chang-guk’u dünyaya getirmiş. Anne, yıllarca adresi bilinemediği için hep iade edilen mektuplar gönderiyor Michael adlı siyahî eski askere. Chang-guk, koyu tenli, kıvırcık saçlı ve çekik gözlü bir melezdi. Çevrenin sakinleri tarafından da dışlanıyordu. Ayrımcılıkla karşılaşıyordu melez olduğu için. Chang-guk, hayatındaki boşluklardan olmalı annesini öfkeyle dövüp duruyordu hep. Üssün üzerinde uçan bir helikopter yansıyor sonra. Kırmızı otobüsün üzerinde sprey boyayla yazılmış “dream” ve “free” kelimeleri de fark ediliyordu.

Öğrencilerin tarlaların olduğu yerden okula giderken, sessiz Ji-hum’a bir serseri öğrenci itekliyor. Ji-hum yere düşünce de eğleniyor. Chang-guk onu yerden kaldırırken, Eun-ok da fark ediliyordu. Ji-hum, Eun-ok’a utangaç bakışla bakıyordu. Ona âşıktı. Sonra Ji-hum, “Homeboy” (Toprağım) yazan resim atölyesinin kapısını açarken yansıyor. Orada çalışıyordu. Resim yapma yeteneği de gelişiyordu burada. Biri gömlekli (Kim Sang-won), diğeri kot montlu (Cho Myeong-yeon) mahalleden iki serseri öğrenci, “Camp Eagles” (Kartallar Kampı) yazan üssün kapısında nöbetçi askerden erotik dergi satın alıyorlar. Ardından Chan-guk yansıyor. İşe geliyordu köpek mezbahasına. Burası, beyzbol şapkalı “Köpek Göz” (Cho Jae-hyun) lakaplı köpek kasabının yeriydi. Orada çalışıyordu Chang-guk. İçindeki öfkeyi dışarı mı atıyordu burada? Ama işsizdi ve bu işten başka işte yoktu onun için. Geciktiği için “Köpek Göz” kızıyor ona. Chang-guk, kafesteki köpeklere yiyecek veriyor önce. “Köpek Göz”ün, arkasında kafes olan siyah motosikleti de vardı. Sonra motosikletle gidiyorlar. Chang-guk, motosikletin arkasındaki kafesteydi. Chang-guk’un gözünden ok atış alanı da yansıyordu. Canlı köpek satın alıyorlar ucuza. Köpek sahipleri yoksulluktan köpeklerini kasaba satıyorlardı. Ardından mezbahaya geliyorlar. Kamera su birikintisinden yukarı doğru “tilt” yapıyor. “Köpek Göz” köpeğin boğazına ip geçirince, Chang-guk da yukarı çekiyordu köpeği. İdam gibiydi bu. “Köpek Göz”, elindeki sopayla beyzbol topuna vurur gibi köpeğe vuruyordu. Chang-guk buna bakmakta zorlanıyordu. “Köpek Göz” sopayı ona uzatıyor vurması için. Yapamayınca aşağılıyor onu. “Köpek Göz”ün köpeğe sopayla vuruşu su birikintisinden yansıyor bir an. Sonra da sıra kesmeye geliyordu köpeği. “Köpek Göz”, “Brülörü yak ve aydınlat” diyor içeri girerken. Brülörü yakıp ona veriyor. Yönetmen, köpeğe yapılanı göstermese de şiddet hissediliyordu. İçinde et olan torbayla çıkan “Köpek Göz”, motosikletle oradan gidiyordu. Chang-guk da temizlik yapıyor. Satırı ve kanlı kütüğü temizliyordu. “Köpek Göz”, torba içindeki köpek etini lokantaya getirip satıyor. Köpek eti yemek Kore geleneksel mutfağında önemli bir yerdeydi. Buna “Gaegoji” diyorlarmış. Köpeğin yenilebilir yerlerinden çorbasını, ızgarasını yapıyormuş Koreliler.

Anız dumanları tüten tarla yansıyor sonra. Chang-guk’un annesi tarladan pirinç topluyordu. Yoksulluk her an hissediliyor filmde. Amerikalı askerden dergi satın alan kot montlu ve gömlekli iki öğrenci açık kadın resimlerine bakıyorlardı tarlada. Sözlükten de kelimeleri çevirerek anlamaya çabalıyorlardı. Sonra da resim atölyesi yansıyor. Ji-hum’un ustası tabloya siyahî Amerikan askeriyle Koreli genç kadının resmini yapıyordu. Yıllar geçmiş hiçbir şey değişmemişti yoksulluktan dolayı buralarda. Dışarı da Eun-ok da fark ediliyordu birden. Ji-hum’un kıza baktığını gören ustası fırçayla onun yüzüne dokunurken, “Biraz daha sarı boya sık” diyordu ilgisini resme çekmek için.

Kamera, daha sonra otobüsün içinde Chang-guk’un annesini dikiz aynasından gösterirken, postacı da (Kim Hyeong-chan) oraya geliyordu bisikletiyle. Çarpıcı bir görsellikle yansıyordu bu an. Anne, umutla postacıya koşuyor cevap geldiğini sanarak. İade mektuptu bu. Postacı, “Yine döndü” diyor mektup için. Mektupları bırakmasını söylüyor postacı. Anne, adresi bilinmeyen damgalı iade zarftan mektubu ve Chang-guk’un fotoğrafını çıkartıp yeni zarfa koyuyor. Yeni zarfa adresi yazarken piyano tınıları duyuluyordu. Zarfı postacıya veren anne, sonra markete gidiyor. Anne, marketin sahibi kadına (Kwon Nam-hee) konserve uskumruyu soruyor. “Hiç yok. Satılık değil” diyor kadın ona. Korece bilmiyor muydu? İngilizce konuşarak, “Yakında ABD’de olacağım” diyor anne. Onu kovuyor kadın. Ona bir şey satmayacakmış. Ayrımcılık yapıyordu anneye. Chang-guk’un her zaman yaşadığı bir şeydi bu. Ji-hum ve Eun-ok, market önündeki kavgayı seyrederken, annesinin sesini duyan Chang-guk da geliyordu oraya. Chang-guk, annesini zorla da olsa götürüyor oradan.

Helikopter yansıdıktan sonra üssün yanında Ji-hum, platonik âşık olduğu Eun-ok’a bir kâğıt veriyor. Onun karakalem resmini yapmış Ji-hum. Kâğıdı yırtan kız, Ji-hum’a tokat atıp gidiyor. Ji-hum, parçalanmış resmi birleştiriyordu. Parçalanmış aşkını. Umutsuz bir platonik aşk mıydı onunki? Resimde kızın sağ gözü de görüyordu. Chang-guk, annesini otobüse getirip dövmeye başlıyor. Annesi, “Çocukken böyle piç değildin. İngilizceyi iyi öğrendin. Anneni dinlerdin” diyor ona. Askeri botuyla annesinin yüzüne vuracakken duruyor Chang-guk. Kendini melez olarak dünyaya getirip yalnızlığa iten annesine öfkeliydi Chang-guk. Sonra masanın üzerindeki boş zarfı görüyor. “Seni öldürmeden bu deliliği durdurmanı söyledim” diyor Chang-guk. Zarfı yırtıp atan Chang-guk, masanın üzerindeki çerçeveli fotoğrafı alınca annesi hemen ona müdahale ediyor “Ben hatalıydım” diyerek. O, önemli ve manevi değeri olan fotoğraftı. Fotoğrafı bırakan Chang-guk, öfkeyle gidiyor oradan. Dışarı çıkan kameraysa, sola çevrinme (pan) yaparak Ji-hum’u gösteriyor arkasından. Ardından da üsten havalan uçak yansıyordu.

Anne otobüsteki pencerelerin perdelerini kapatıp ağlıyordu içeride. Motosikletiyle “Köpek Göz” geliyor oraya. “Köpek Göz”, Chang-guk’un annesinin âşığıydı. Kadının zor durumundan faydalanıyordu. Kadın, onu görünce toparlanmaya çalışıyor. Yanına oturan “Köpek Göz”, elini onun yüzüne uzatıp, yüzündeki yaraları görünce Chang-guk’a “Çürümüş piç” deyince, anne öfkeleniyor, “Oğluma piç deme” diyor. Kim usta bu anları yakın çekimle yansıtırken, “açı-karşı açı” tekniğini kullanmış yoğunlukla. “Köpek Göz” kadına, “Muhtemelen tek çocuğu tarafından dövülen tek kadınsın” diyor. Kadın, “Oğluma dokunursan seni öldürürüm” diyor, sonra da ağlayarak sarılıyor ona. Yatağa uzandıklarında kamera dışarıya, Eun-ok’un yanına gidiyor. Rahatsızlık veren birkaç veletle uğraşıyordu kız. Onları kovalayan Eun-ok, seraya giren bir çocuğa kör gözünü gösterirken korkan çocuğa, “Sen de benim gibi olmak ister misin” diyordu acı içinde. Avlunun kapısı açılıyor sonra. Bir adam “Majesteleri” diyerek içeri giriyordu. Adam (Choi Jin-hong), Myeon çalışanıydı. Myeon, Güney Kore’deki şehirlerde gecekondu bölgelerini temsil eden bir birimdi. Eun-ok dışarıdaydı. Adam, sesi duyup dışarı çıkan Eun-ok’un annesine,“Aylık maaşınız. Bana damganı ver” diyor. Kadın içeri girince adam, Eun-ok’un yanına oturup, “Onurlu baban olduğu için şanslısın” diyor kıza. Eun-ok’un babası savaşta Baekmagoji Savaşı’nda mı ölmüştü? Güney Kore’nin Cheorwon şehrinde bulunan dağdaki 1952’deki muharebe, en sert ve en trajik olanıydı bu savaşta. Kuzey Kore’ye yardım eden Çin bile on binden fazla askerini kaybetmişti bu kanlı çarpışmada. Dağ, bu kanlı çarpışmada şeklini bile değiştirmiş. Bu dağa “Baekmagoji”, yani “Beyaz At Tepesi” deniliyor. Myeon çalışanı geçmişini, çocukken gözünün kör olmasını hatırlatıyor birden Eun-ok’a. Kızın gözüne bakarken, Eun-ok ayağa kalkıp adama vuracakken, Chung-ho çıkıyor odasından.  Görmediği köpeğe bastığındaysa Eun-ok, “Gözümü alman yeterli değil miydi, köpeğimi de sakatlamak mı zorundasın” diyor kırgınlıkla. Gözünün kör kalmasında hatasını kabul etmiyordu abisi. Oyun oynuyorlarmış sadece. Hata Eun-ok’taymış nedense. Chung-ho giderken anne geliyor avluya. Myeon çalışanı kadına, “Kocan nerede öldü”, diye soruyor önce. Kadın, “Nakdong Nehri mücadelesinde” diyordu. Orada birçok insan ölmüş. Birçok ölünün bedeni bulunamamış hâlâ 1970 yılına gelindiği halde. Haziran 1950’de Kore’nin kuzeyiyle güneyinin askerleri çatışmaya başlayınca Kore Savaşı da başlamıştı bu nehir çevresinde. Savaş, barış anlaşması yapılmadan 1953 yılında bitmişti. Teknik anlamda Kuzey ve Güney hâlâ savaştaydı. Ayrıca bu bölge, 1960’ların başından beri, Güney Kore’deki sağcı ve muhafazakâr politikaların da merkeziydi. Myeon çalışanı kadına, kızının gözü için ne yapacağını, soruyor sonra. Amerikan Askeri Hastanesi’ni hatırlatıyor. Eun-ok konuşulanları duyuyordu odasında. Adam gittikten sonra İngilizce kitabını alıp çalışmaya başlıyordu Eun-ok.

Tarladaki ok atış alanı yansıyor sonra. Hedefe ok atılıyordu. Hedef tahtasının arkasındaki çocuk da tahtadaki okları topluyordu. Ji-hum’un babası, “Ne zaman ok tutsam savaşı hatırlıyorum” diyor. Nakdong Nehri’nde, Kuzey’in filosuyla savaşmışlar. Yaşlı gazi, orada üç Kuzeyliyi öldürmüş. Arkadaşı neden madalya almadığını, soruyor gülerek. Hükümet hak edene vermiyormuş o şeyden. Sakat ayağını göstererek, her ay maaş aldığını söylüyor. Sakat ayağı yaşlı arkadaşını öfkelendiriyor. İğrenç buluyor. Ji-hum’un babası, “Bu bir madalya kadar iyidir” diyor yaşlı arkadaşına. Oraya “Köpek Göz” de geliyor ok atmak için. Ji-hum’un babasına, “Çavuş Kim” diye sesleniyor. “Üç adamı öldürdüğün için gurur mu duyuyorsun”, diye soruyor gaziye. Gazi, “Bu kutsal okçuluk alanında kim bahis yapıyor” diyordu ona. “Köpek Göz” sinirleniyor birden. Eskiden onun gibi kasaplara burada ok attırmazlarmış.

Gece. Ji-hum, Eun-ok’un odasının penceresine geliyor gizlice. Onu dikizlemeye başlıyor Ji-hum. Kız soyunup beyaz geceliğini giyiniyor. Sonra da köpeğini sevmeye başlıyor. Sesini duyan abisi kızıyor ona. Abisinin aşağılayıcı sözlerine kırılan Eun-ok ışığı kapatıyor ardından. Gündüz. Köpek avluda yemeğini yerken, biri kot montlu, diğeri gömlekli iki serseri öğrenci genç geliyor ve köpeği alıp götürüyorlar kutu içinde. Bir zaman sonra Eun-ok okuldan dönünce köpeğini göremiyor. Köpek onun her şeyiydi. İçeride oyuncakları yerleştiren annesine köpeğini soruyor. Telaşla dışarı koştuğunda kamera tarla kenarındaki yolda yürüyen Ji-hum’u gösteriyor. Kanalet başında oturmuş Eun-ok’u görüyor Ji-hum.  Çekinerek ona baktığında, Eun-ok ona sesleniyor beklenmedik bir anda. Köpeğinin resmini çizdiriyor sonra Ji-hum’a. O sırada abisi Chun-ho geliyor oraya. “Küçük aşağılıklar” diyor onlara. Sonra köpeği çalan serseri öğrenci gençler yansıyor. Evlerin duvarlarına asılmış köpeğin resimlerini yırtıyorlar. Ardından kutu içindeki köpeği lokantaya götürüyorlar. Onları Ji-hum görüyordu. Yavru köpek almıyormuş lokantacı kadın. Kamera dışarıdan, yolun karşısından lokantayı gösteriyordu uzun çekimle. Sonra içeri giriyor kamera ve kadın onları kovuyor lokantadan. Ardından gece tarlaya gelen gençler, köpeği satamadıkları için öfkeliydiler. Yavru olsa bile hâlâ köpek etiydi. Neden satın almıyordu ki kadın? Köpeği kendileri öldürüp satacaklarmış. Kutuyu ateşe verdiklerinde Ji-hum gelip kutuyu alıp kaçıyor. Sonra da tarla kenarındaki akarsuda ateşi söndürüyor Ji-hum. Ardından da köpeği Eun-ok’a götürüyor. Köpeği verirken utangaç Ji-hum konuşamıyordu onunla. Sonra yine dikizliyor Eun-ok’u pencereden. Eun-ok köpeğini yıkıyordu. Ardından da köpeği bacağının arasına alan Eun-ok hazzı yaşıyordu. Ji-hum için sürprizdi tüm bu gördükleri.

Amerikan askerleri okulun bahçesinde basketbol oynarken yansıyordu. Eun-ok, sınıfın penceresinden onları izliyordu. Kız aşağıya iniyor. Kızı gören James (Mitch Mahlum) ıslık çalınca bir asker topu başına atarak, “Kızlara bakmanı kim söyledi” diyor. Onlar kavga edecekken, bir asker araya girip burada olma sebeplerini hatırlatıyor. Dünya barışı için buradaydılar. Bu kapışma da neydi? Kız da olanları izliyordu. James, Eun-ok’un yanına geliyor elinde kola kutusuyla.  Kız birden uzaklaşıyordu oradan. Eun-ok, tarla kenarında yolda giderken iki dişi köpek görüyor. Kızan olmuş dişi köpekler birbirlerine arkalarını dönmüş çiftleşiyorlardı. Erkek köpeklerin çoğu kasabın satırından geçmişti çünkü. Fonda da hüzünlü müzik duyuluyordu Eun-ok’un keder yüklü bakışlarıyla.

Ardından su birikintisi yansıyor. “Köpek Göz”, astığı bir köpeğe sopasıyla vuruyordu. Chang-guk da ipi tutuyordu yine. İçkisinden bir yudum aldıktan sonra sopayı Chang-guk’a uzatıyor. Chang-guk sopayı almayınca öfkeleniyor. Ardından, “Dün kız arkadaşıma neden vurdun” diyerek ona tokat atmaya başlıyor “Köpek Göz.”  Onu iten Chang-guk oradan kaçıyor hemen. Fabrika yansıyor sonra. Chang-guk oraya geliyor iş için. Onu gören şef (Yang Jiho), Chang-guk’u kovuyor fabrikadan. Ardından mezbaha yansıyor. “Köpek Göz” yüzünü yıkarken, Chang-guk yine oraya geliyor. Ona bundan başka iş yoktu. Dışlanıyordu hep. “Köpek Göz” hâlâ öfkeliydi ona. Kovsa da gitmiyor Chang-guk ve bir köpeği alıyor ağaca asıyor. Su birikintisi yansıyor. Ardından da Chang-guk, ipte asılı köpeğe sopayla vuruyordu. Sandalyede oturmuş içen “Köpek Göz”, köpeğe sert vuran Chang-guk’a uyarıyor hemen. Eti ezmemek gerekiyordu. Yanına çağırdığı Chang-guk’a içki veriyor ve sonra da “Bir köpek satıcısı olmak için onları dışlamalısın” diyor. Onunla konuşma vaktiydi şimdi. Chang-guk’a, “Bir köpek sana düzgün baktığı zaman, ürkütücüdür” diyor.  En korkunç gözbebeği insan gözüydü, köpeklerin değildi. Köpekler neden “Köpek Göz”den uzak duruyordu? Çünkü onun gözlerinde ateşi görüyorlardı. “Köpek Göz”, “Babanın toprağına gitmek istiyorsun değil mi” diye soruyor ona. İngilizce konuşmasını istiyor Chang-guk’tan. “Köpek Göz”, “Annen seni döverek İngilizce öğretti değil mi” diyor. Chang-guk’un annesine öfkesi çocukluğundan mı geliyordu? “Yankilere her şeyi anlatmasını söylüyor sonra. Annesini bir daha dövmemesi için de uyarıyor. Onun annesiyse, kendinin de sevgiliydi. Chang-guk doğmadan önce tanıyordu annesini. “Köpek Göz” gibi bakmasını istiyor kendisine Chang-guk’tan. O da bakıyor. Sonra da “Köpek Göz”, “Bana bakmayı kes, gözlerim patlayacak” diyor ürkerek.

Evlerinin avlusunda köpeğini seven Ji-hum yansıyor sonra. Dış kapıyı açıp dışarı çıktığında yere vurmaya başlıyor Ji-hum. Yeri dinliyor. Ardından evden çıkıyor Ji-hum. Kot montlu ve gömlekli iki serseri öğrenci onu bekliyordu. Çantalı ve şapkalıydılar. Onu tarlanın içindeki küçük binanın önüne çekip, onu aşağılıyorlar. Ji-hum okula gitseymiş onların iki sınıf önünde olurmuş. Gömlekli öğrenci öyle diyordu. Onlardan fazla ne biliyordu ki? Kot montlu öğrenci İngilizce konuşuyor ve Ji-hum’a, “Okula gitmek istiyor musun”, diye soruyor.  Cevap vermiyor Ji-hum. İngilizce konuşan, “Hayalin nedir”, diyor.  Ne olmak istiyordu Ji-hum? Ressam mı? Sonra “Saygıyla” deyip parasını alıyorlar. Onun parasını çalmıyorlarmış İngilizce kitabını ona satıyormuş iki öğrenci. İngilizce teksini gömleğinin ön cebine koyup ondan uzaklaşıyorlar. Ama Chang-guk vardı. Montlu olan “Çapraz cins” diyor Chang-guk’u gördüğünde. Chang-guk, “Bir daha söyle” diyerek onun yakasından tutuyor. Onları bırakıyor sonra ve Ji-hum’un yanına gidiyor.  “Bir daha yaparlarsa bana söyle” diyor Ji-hum’a. Gömleğin cebindeki teksi alıp bakıyor Chang-guk. Erotik dergiymiş. Öğrenci gençler bu dergileri Amerikalı askerlerden satın alıyorlardı.

Gece. “Kaşlı” görüntüyle Eun-ok’un odası yansıyor birden. Ji-hum, Chang-guk’u oraya getirmiş. Dikizleyen Chang-guk, “Bu sıkıcı” diyor.  Çünkü Eun-ok daha soyunmamış. Ji-hum delikten baktığında Eun-ok geceliğini giyiyordu. Sonra da külotunu çıkartıyordu kız. Heyecan başlayacaktı. Köpeğini bacaklarının arasına alıyordu Eun-ok. Yine oraya gelen Chang-guk seyretmek isteyince gürültü yapıyorlar ve kız dikizlendiğini fark ediyor. Aralarında parmaklarla oyun oynayıp kazanan ilk bakacaktı.  Chang-guk bakarken, kız kalemiyle onun sağ gözünü yaralıyor. Seraya gidiyorlar. Gözünde küçük bir kesik varmış Chang-guk’un. Chang-guk gittikten sonra Eun-ok geliyor seraya. Ji-hum erotik dergiye bakarken, sessizce ona yaklaşıyor ve “Eğlenceli mi”, diyor Eun-ok. Sonra kendisi de bakıyor dergiye. Eun-ok, “Sanıyorum bu resimlerdeki gibi çıplak görünüyordum” diyor. Köpekle yaşadığı hissi de anlatıyor. Tuhaf bir hismiş. “Aynen köpekler gibi” diyor Eun-ok. Aklına çiftleşmeye çabalayan dişi köpekler mi gelmişti? Birbirlerine bakarlarken fonda da hüzünlü tınılar duyuluyordu. Seraya, kot montlu ve gömlekli iki öğrenci de geliyor. Onları fark ediyorlar. Öğrenciler seranın içine girdiğinde kız oradan kaçamadan yakalanıyor. Ji-hum onlarla başa çıkamayınca, iki öğrenci kıza tecavüz ediyordu. Yönetmen, bu tecavüzü uzaktan ve kısa bir anda yansıtmış. Baygınlıktan uyanan Ji-hum, Eun-ok’un güçlükle yürüdüğünü görüyordu. Filmdeki en kötücül insanlar olarak bu iki genç öğrenci önde gibiydi filmde. İyilik ve kötülük göreceli miydi, yoksa kültürel normlarla ele alınıp değerlendirilmeli miydi? Filmin yolculuğunda ve derinliğinde kötücül olma insanın karşısına çıkıp duruyordu sürekli. “Köpek Göz”, Chang-guk, Ji-hum’un babası, Chung-ho, Myeon çalışanı veya fabrikadaki şef de kötücül müydü? Kim usta, yoksulluğun dibindeki bu insanlara bakarken, toplumdaki önyargıların ve ayrımcılığın en derin kötücül durum olduğunu hissettiriyordu filminde. Bir de sistem vardı tabii ki.

Gündüz olduğunda testereyle tahtayı kesip Amerikan çöpünden silah yapan Ji-hum, onlardan, iki öğrenciden intikam mı alacaktı? Kendisini kıstırdıkları yerde onları beklemeye başlıyor sonra Ji-hum. Bilye kurşunları yerleştirirken onlar görünüyordu. Kamera sola kayarak iki kibirli öğrenciyi yansıtıyor. Silahı onlara doğrultsa da kot montlu olan korkusuzdu. “Ateş et” diyor Ji-hum’a. “Cesaretin yok. Hadi vur onu” diyor sonra. Ji-hum tetiğe basınca bilye kurşun geriye tepiyor ve kendi sağ gözünü yaralıyordu.

Kırmızı otobüs, ardından da puslu tarlalar yansıyor. Çerçeveye önce okula giden Eun-ok, sonra Ji-hum ve ardından da Chang-guk giriyor. Chang-guk ve Ji-hum’un sağ gözleri bantlıydı. Tarla kenarındaki yolda peş peşe yürüyorlardı.  Eun-ok üssün önünden geçerken, Chang-guk ve Ji-hum yanında yoktular. Amerikalı asker James onu görünce takip ediyor. Sonra da iletişim kurmaya çalışıyor Eun-ok’la. Ona dondurma veriyor. James, Eun-ok’un saçının buklesinin bir gözünü kapattığını fark edince saçını çekmesini istiyor. Eun-ok’un bir gözü kördü. Aklından onun gözünü tedavi ettirmek geçiyordu James’in. O sırada James inzibatları görünce Eun-ok’u ara sokağa götürüp üstündeki uyuşturucuyu kızın çantasına koyuyor. Gelen inzibatlar üzerinde uyuşturucu arıyorlar James’in. İnzibatlardan biri kıza yaşını soruyor. Eun-ok on sekiz yaşındaydı. Onu bırakıyorlar. Kore’de on sekiz yaşındaki bir kız reşit değilmiş. Dünyanın en büyük ordusunun onurunu düşünmeden reşit olmayan bir kızla olunur muydu? James, ruh acısından uzaklaşmak için LSD kullanıyordu buralarda. Eun-ok, ağaçlıklı yerde uyuşturucuyu saklamadan önce bir tane hapı yutuyordu.  Ardından gökyüzünde Amerikan savaş uçağı görünüyordu. LSD’yi saklayan Eun-ok, kırmızı otobüsün oradan geçerken, her şey dalgalı görünüyordu gözüne. Kim usta görüntüyü mercekle biçimbozumuna uğratarak gerçeküstücü fotoğraflar oluşturmuş bu anlarda. Karşısında birden Chang-guk’un annesini görüyor Eun-ok. Kadın, “Eun-ok düz yürü” diyor. Başı dönen kız sonra yere düşüyor. Kızın içtiğini sanıyor kadın. Oradan zorla eve gelebiliyordu Eun-ok. Annesi de evdeydi. Kızını öyle gören anne, neyi olduğunu merak ediyor. Hemen köpeğini kucağına alan Eun-ok odasına gidiyor. Fonda da çello tınıları duyuluyordu. Eun-ok, bulanık ve dalgalı görüntüyle zihninde Ji-hum’u görüyor sonra.

“Köpek Göz”ün, Ji-hum’un babasından köpeği alışı yansıyor sonra. “Köpek Göz”, yine ucuza kapatmaya çalışıyor bu alışverişi de. Chang-guk da oradaydı. Baba parayı alırken Ji-hum geliyor. Sevgili köpeği midelere gidecekti. Ama Ji-hum tepki gösteremiyor. Ardından su birikintisinde yansımalar görünüyor. Köpeğin boynuna kemendi geçiriyor Chang-guk önce. “Tepe Göz”, ilmik atmasını söylüyor ona. Chang-guk, “Bunun yaşamasına izin verebilir miyiz” diyor. Arkadaşının köpeğiydi o. “Acele et çük” diyor Chang-guk’a içerken. Chang-guk köpeği serbest bırakıyor. Öfkelenen “Köpek Göz”, yayını alıp koşan köpeğe ok atıyor. Köpeği vuruyor. Sonra da Chang-guk’u dövmeye başlıyor. “Köpek Göz”, ardından da onu motosikletin ön tekerleğine kelepçeledikten sonra içip sızıyor. Chang-guk tornacı anahtarıyla tekerleği söküyor. Uyanan “Köpek Göz”, onu göremiyor. Üstelik motosikletinin ön tekerleği de yoktu.  Chang-guk, tekerlekle beraber ağaçlıklı yere geliyor. Sonra Amerikan üssü yansıyor birden. Ardından Ji-hum’un evi. Babası yaralı köpeği görüyor. “Köpek Göz”ü telefonla arıyor hemen. Konuşmayı duyan Ji-hum, babası oradan gidince ölmüş köpeğine saplanmış oku çıkartıp onu kucaklayıp kırmızı otobüsün yakınında gömüyor. Babası da onu izlemiş. “Köpek Göz” de yanındaydı. “Neden gömüyorsun” diye oğluna tokat atıyor. “Köpek Göz”e ödeme yapmak için parası yokmuş. Sonra “Köpek Göz” gidiyordu.

Havada helikopter yansıyor. Ağaçlıklı yerde Amerikan askerleri tatbikat yapıyorlardı. Eun-ok her zamanki gibi oradan geçerken, James onu görüyor, ona sesleniyor. Kızın elinde de İngilizce kitabı vardı. Konuşamıyorlar. Ardından fabrika yansıyor. Chang-guk çalışmak için yine oraya geliyor. O da bir çuval alıp kamyonete koyuyor. Bir işçi alay ediyor onunla. Sonra işçilere ücretini ödeyen şef, Chang-guk’a parasını vermiyordu. Chang-guk, otobüs evlerine dönüyor kederler içinde. Buruşmuş siyah-beyaz fotoğrafı masanın üzerinde görüyor. Siyahî babası, annesi ve çocuk kendisi vardı fotoğrafta. Fotoğrafa bakarken ağlamaya başlıyor Chang-guk. O ağlarken annesi geliyor. Piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Dolabın üzerinde kadın resmi de fark ediliyordu. Annesi gelince dışarı çıkıyor Chang-guk. Yine fabrikada. Bir işçi (Kim Jin-man) torbayı taşımakta zorlanınca şef kızıyor. İşçi de,“Seni Tanrı mı şef yaptı” diyor şefe. Chang-guk da yine çuval taşıyor kamyonete. Şef ödeme yaparken, azarladığı işçi şefin elindeki paraları alıp gidiyor diğer işçilerle. Şef, Chang-guk’a para verirken, “Sorun yok” diyor.

Okuldan dönen Eun-ok ağaçlıklı yerden geçerken, James’in sesini duyuyor. Bisikletle kızın yanına gelen James’e ağaç dibine sakladığı uyuşturucuları veriyor Eun-ok. Bir tane hapın eksik olduğunu fark ediyor James. “Beğendin mi” diyor. Kızı bisikletin arkasına bindiriyor. Üssün oradan geçerlerken “Köpek Göz” motosikletiyle onlara yaklaşıyor. “Köpek Göz”, “Bebekle nereye gidiyorsun çürümüş o… çocuğu”, diyor öfkeyle. “Köpek Göz”, “Chang-guk’un annesi gibi mi olmak istiyorsun”, diyor Eun-ok’a. Sonra da gidiyor.

Evin avlusu yansıyor. Kamera öne doğru kayarken, annesinin “Emekliği bana veremez misin”, diyen sesi duyuluyor. Öznel kamera Eun-ok’un bakışlarıyla yansıtıyordu onları. Kocası Won-il Jang’ın Kuzey Kore’de yaşadığı ve savaşta olmadığı söylenmiş.  Chung-ho da oradaydı. Maaşı ödeyen Myeon çalışanı söylüyordu bunu.  Kocasının gönüllü olarak Kuzey’e gittiği de doğrulanmış. Chung-ho, “Gönüllü Kuzey’e mi gitti”, diye soruyordu şaşkınlıkla. Eun-ok bir yere oturarak konuşmaları dinliyor. Madalyayı alıyorlar. Şehitlik maaşı da kesiliyor. Hayat zordu, şimdi daha da zorlaşmıştı. Anne ne yapacaktı? Oğlu da çalışmıyordu. Yere çöküp ağlayan annesine Chung-ho, “Ağlama, baba yaşıyor diyorlar” diyor annesine. Annesi, şimdi nasıl yaşayacaklarını düşünüyordu. Birden Eun-ok’un midesi bulanıyor. Annesi anlıyor. Abisi Ji-hum’dan şüpheleniyor ve onu tarlaya götürüp dövüyor sonra. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Anne, Eun-ok’u hastaneye götürüyor ve kürtaj yaptırıyor kızına. Hastaneden çıktıklarında gücü tükenmişti Eun-ok’un. Eve döndüklerinde Eun-ok avluda otururken, anne de oyuncak ayılarla ilgileniyordu. Chung-ho odasından çıkıp annesine, Amerikalı askerlere iç çamaşırı yapmak için fabrikanın kadınları işe aldığını söylüyor. Kız kardeşi için düşünmüş bu işi. Annesi kızıyor ve “Defol seni değersiz” diyor oğluna.

Evlerinin avlu kapısını açan Ji-hum yansıyor. Yine yere ayağıyla vuruyor. Bir şey mi vardı orada? Sonra yer çöküyor ve çukura giriyor bir ayağı. Kazıyorlar. İnsan iskeletiyle Kuzey Kore askeri üniforması, ardından da bir tabanca çıkıyor çukurdan. Görevliler tabanca dışında her şeyi götürüyorlar. Bu tabanca bir kader gibiydi ve birçok insana etki edecekti derinlikte. Yalnız kalan Ji-hum, toprağın içinde bir cüzdan buluyor. İçinde siyah-beyaz fotoğraf da vardı. Kuzey Koreli askerin ailesinin fotoğrafıydı bu. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Babası da tabancayı temizliyordu heyecanla. Sonra kurşunları yerleştiriyor. Şimdi denemeye gelmişti sıra. Tavuğu yakalayıp içeri giren baba tavuğa ateş ediyordu. Kamera dışarıdaydı bu anda. Baba bundan iyi para kazanabilirdi. Savaştan beri bu sesi duymamış baba. Sonra oğluna, “Baban kaç komünist öldürdü” diyor. Üç komünist asker öldürmüş. Ama madalyası yoktu. Tabanca hakkında da konuşmamasını tembihliyor oğluna.

Eun-ok da odasında İngilizce çalışırken yansıyor. Sonra James’le buluşuyor. Seraların olduğu yerde kıza bisiklete binmesini öğretiyordu James.  Sonra kızın gözüne bakıyor. Dergiden bir kadın gözü kesip Eun-ok’un gözüne koyuyor. Şimdi “Miss America” gibi olmuştu. Amerikan Askeri Hastanesi’nden söz ediyor ona James. Ameliyat olabilirdi orada. James, “Yardımcı olursam benim sevgilim olur musun” diyor. Gözünün düzeleceğinden emin olmak istiyor kız. Sonra küçük akarsuyun kenarına geliyor Eun-ok. Suda yansıması görünüyor. James’in yapıştırdığı gözle kendine bakıyor. Görüntüsü baş aşağı yansıyordu suda. Piyano tınıları da duyulmaya başlıyordu. Gece olduğunda Ji-hum’u uyandıran Eun-ok onu seraların olduğu yere götürüyor. Ona, “Bugün göz ameliyatı oluyorum” diyor. Amerikalı askerin yardımıyla olduğunu anlayan Ji-hum, ameliyat olmamasını söylüyor. Onu kaybedebilirdi. Ji-hum, hayatının geri kalanını böyle geçirmesini mi istiyordu? Ji-hum’a yaklaşan Eun-ok ona sarılıyor ve “Tut beni” diyor. Sabah olduğunda arabayla eve geliyor James.  Eun-ok’u hastaneye götürmek için gelmiş. Ji-hum da bunlara tanık oluyordu. Kız arabaya binerken engellemeye bile çabalıyor. Aşkını kaybedecekti. Onu olduğu gibi sevmişti. Eun-ok, kör gözünü göstererek, “Bu sana iyi görünüyor mu” diyor Ji-hum’a. Gerçeği de öğrenmek istiyor Ji-hum’dan. Hayatın geri kalanında ona güvenle gülümseyebilir miydi Ji-hum? Onu itekleyen Eun-ok arabaya biniyor sonra.

Hastanede ameliyat oluyor Eun-ok. Zaman geçiyor ve ameliyat sonrası James’in arabasıyla tarlaların olduğu yere geliyorlar. Eun-ok’un gözü bantlıydı. James arabanın arkasına, kızın olduğu yere geliyor. Seviştiklerini göstermeyen yönetmen, evde Eun-ok’un annesinin göz bandını çıkartışını yansıtıyor. Gözü düzelmiş ve görüyordu şimdi. Annesi minnettardı James’e. Sonra tarla yolunda tek başına yürüyen Eun-ok, Ji-hum’la karşılaşıyor. Ji-hum, onun iyileşmesinden mutlu olmuyor. Ji-hum belki ona sıcak yaklaşsa kendine doğru gelen aşkın farkına varabilirdi. Kıskançlık, gurur ve kaybetme korkusu yaşıyordu o. Ardından helikopter yansıyor. Eun-ok’tan kaçan Ji-hum yine öğrenci gençlerle karşılaşıyor. Kot montlu öğrenci, “Bugün ödeme yaptın değil mi”, diyor. Ona kolay sorular soracakmış. Neden arkadaş olamıyorlardı? Üstelik Ji-hum eğitimsizdi. Oraya Chang-guk geliyor. Onun da soracağı sorular vardı. İngilizce konuşuyorlar. Kot montlu öğrenci, “Annen kendini Amerikan askerlerine satan bir batı prensesiydi değil mi”, diyor. Chang-guk onun yakasına yapışıyor birden. Annesi bir batı prensesiydi. Gömlekli öğrenci her zaman yaptığı gibi kayboluyor oradan. Chang-guk dövüyor kot montluyu. Ji-hum’a da vurmasını söylüyor Chang-guk. O da vuruyor. Öfkesini kontrol edemeyen Ji-hum öldürmek istiyordu kot montlu öğrenciyi. Chang-guk onu omzuna alıp gidiyor oradan.

James ve Eun-ok beraber iki sevgili gibi şehirde dolaşırlarken yansıyor sonra. James sivil giyinmişti. Sonra kıza yüzük alıyor. Kadınların kalbine giden yoldu bu. Ardından bara gidiyorlar. İçiyorlar. Sonra James LSD’nin nasıl keşfedildiğini anlatıyor. Ağrı kesici üzerinde çalışılırken bunu keşfetmişler. Kıza uyuşturucu vermek istiyor. Kız direnince onu tokatlıyor James. Sonra kıza, “İstemiyorsan alma” diyor. Sadece nasıl hissettiğini bilmesini istemiş. Amerika’daki evinin olduğu yerde dağlardan dolayı alabildiğine düzlükler yokmuş. James, “Sen olmasaydın awol (asker kaçağı) olurdum” diyor. Kız hapı alıp içiyor sonra. James, “Benimle Amerika’ya gitmek ister misin” diyor. Sonra pistte dans ediyorlar beraber.

Ji-hum’un babası tabancayla “Köpek Göz”ün yerine geliyor. Tabancayı ona satıyor. Artık “Köpek Göz”ün işi rahatlıyor muydu? Tabancayla köpeklerin işini görebilirdi. Dışarı çıkan “Köpek Göz” eline bakarak, “Ellerim yine kanlı” diyor. Chang-guk’un annesi otobüsün üstünde çamaşır asarken yansıyor sonra. Kadın çamaşırları asarken, postacı bisikletiyle gelirken derinlikte görünüyordu. Postacıyı gören kadın mutluluk yaşıyor. Postacı zarfı uzatırken zarf yere düşüyordu. Zarfı aldığında yine o işareti görüyor. Mektup geri gelmişti. Yönetmen bu anları otobüs üstünden çarpıcı bir görsellikle yansıtmış. Ardından piyano tınıları duyuluyordu. Kadın, üsse gidiyor. Onu içeri almıyorlar. Kadın, “Bir sorum var” diyor. Amerikalı siyahî kocasının adı Michael’dı. Adresini öğrenmek istiyordu sadece. Ji-hum da resim atölyesinden bu olanları izliyordu. Diğer tarafta Chang-guk da yine fabrikadaydı. Pirinçler torbalara konuyordu. Daha önce torbayı taşımakta zorlanan işçi, “Tüm cüzdanlar gitti” diyor. Birisi elbiseleri götürmüş. Chang-guk’a bakarak içeri girip su aldığını söylüyor işçi. İçeri girip su içmiş Chang-guk. İşçi onu suçluyordu. Chang-guk parayı kendini suçlayanın çaldığını söylüyor ve sonra da onunla kavga ediyor. Ardından şef geliyor. İşçi cüzdanlarını çaldığını söylüyor Chang-guk’un. “Ben yapmadım” diyor Chang-guk. Şef de Chang-guk’u suçlayan işçiyi içeri girerken görmüş. Aklanan Chang-guk oradan gidiyordu. Chang-guk’un annesi seraların oradan geçerken biraz sebze alırken sera sahipleri görüyor onu. Anne, kendini aşağılayan kadınla kavga ederken Chang-guk geliyor ve annesini omzuna alarak otobüse götürüyordu sonra. Ji-hum da otobüse doğru yaklaşıyordu. Annesini, tüm öfkesi ve ruhundaki acıyla dövüyor Chang-guk. Annesinin üstünü çıkardıktan sonra bıçağı alıyor onun göğüslerini kesmek için. Chang-guk’tan kurtulan anne otobüsün üstüne çıkıyor korkusundan. Chang-guk’u Ji-hum engelliyordu. Fonda da hüzün yüklü çello tınıları duyuluyordu bu anda. 

Otobüsün dışındaki yan dikiz aynasından “Köpek Göz”ün motosikletiyle gelişi yansıyordu sonra. Dikiz aynasında kendine bakan “Köpek Göz”, kadının ağlamalarını duyuyordu. Motosikletine binen “Köpek Göz”, Chang-guk’un peşine düşüyor. Chang-guk ve Ji-hum tarla kenarındaki yolda beraber yürürken, Chang-guk “Köpek Göz”ü görünce birden koşmaya başlıyor. Chang-guk’u yakalayan “Köpek Göz” onu dövmeye başlıyor.  Neden annesini sürekli dövüyordu? Chang-guk’ta vicdan denen şey yok muydu? “Köpek Göz” öfkeyle ona vururken, Ji-hum da oraya geliyor. Ama yapacağı bir şey yoktu. Fonda da çello tınıları duyuluyordu. “Köpek Göz” giderken, Ji-hum Chang-guk’a yaklaşıyor. Yüzü kanlar içindeki Chang-guk öfkeliydi. Annesi de otobüste ayna karşısında yüzünü temizliyordu. “Köpek Göz” motosikletiyle oraya geliyor. “Pisliği tekmeledim” diyor “Köpek Göz.” Chang-guk’u dövdüğünü anlayan anne birden “Köpek Göz”e saldırıyor annelik içgüdüsüyle. “Benim piç oğluma vuramazsın” diyor anne. O, zavallı bir çocuktu. Böyle tepki beklemeyen “Köpek Göz” motosikletine atlayıp gidiyor otobüsün oradan. Belki de trajedisine. Kendi yerine gidiyor önce. Beyaz köpeği motosikletin arkasındaki kafese koyarken, “Ne yapmam gerekiyor” diyor kendine. Tarlaya getirdiği köpeği salıyor ve arkasından tabancayla ateş ediyor peşinden. “Köpek Göz” yere uzandığında arkasında Chang-guk beliriyordu. Tabancayı ondan kapan Chang-guk, tabancayı ona doğrultuyor. “Köpek Göz”ü bacağından vuruyor. Sonra da motosikletin arkasındaki kafese koyuyor onu. Motosikletle “Köpek Göz”ün yerine geliyorlar. Chang-guk, ona köpeklere davrandığı gibi yapacaktı. Aynı acıyı yaşatmak gibiydi bu. Chang-guk, onun ellerini arkadan bağlamış. Su birikintisinde her zamanki gibi yansımaları görünüyor. İpi boynuna geçiriyor. Sonra kafeslerden köpekleri çıkartan Chang-guk, köpeklerle beraber “Köpek Göz”e yaşattığı acıları yaşatıyor. “Köpek Göz” asılı kalırken görüntü beyazlaşıyordu.

Chang-guk otobüse dönüyor sonra. Annesi yeni bir mektup yazıyordu. Chang-guk dışarıda ateş yakıp küvette su ısıtıyor. Annesi de polaroid fotoğrafını çekiyordu onun pencerenin gerisinden. Küveti otobüse getiren Chang-guk, annesini küvette yıkarken annesi, “Bugün neler oluyor Chang-guk” diyor. Chang-guk sonra bıçağı alıyor ve annesinin göğsünü keserken kanlar da küvete doluyordu annenin acı çığlıklarıyla. Pişmanlık duyan Chang-guk, “Anne, bu zamana kadar yanılmışım, beni affet” diyor ağlayarak. O da annesiyle mutlu yaşamak istiyormuş. Kanlı küvetten annesini çıkartan Chan-guk motosiklete binerken dikizleyen kamera da onu gözlüyordu uzaktan. Tarla kenarındaki yolda hızla giden Chang-guk, şarampole uçuyor ve çeltik tarlasındaki çamura baş aşağı saplanıyordu. Ardından da görüntü beyazlaşıyordu.

“Köpek Göz”ün mezbahasında polisler “Köpek Göz”ün ipte asılı cesedini buluyorlar. Orada Ji-hum ve babası da vardı. Komşulardan biri, “Köpekleri öldürdü ve bir köpek gibi öldürüldü” diyor. Ji-hum’un babası, “Ölülerin önünde söylenecek şey mi” diye kızıyor yaşlı komşusuna. Otobüse sivil polis geliyor sonra. Chang-guk’u soruyor ona. Oğlunun köpek kasabını öldürdüğünü söylüyor kadına. Polisi kovalayan anne tarlalara koşuyor oğlunu aramak için. Havada Amerikan uçağı yansıyor birden. Uçağa özlemle bakıyordu anne.

Sonra kamera Ji-hum’un evine gidiyor. Yatakta uzanmış babası radyodan haberleri dinliyordu. Haberde, “Millî Savunma Bakanlığı, şu anda savaşa katılan asker kahramanlarını arıyor” diyordu. Baba, hayalini kurduğu kahramanlık madalyasına kavuşacaktı. Sonra telefonla arıyor baba. İsmi de Kim Jung-ho’ydu babanın. Çavuş Kim Jung-ho. Kim usta, zamanı yoğunlaştırarak çavuşun otobüsten inişini gösteriyor şafakta. Eve dönüyordu madalyasıyla Çavuş Kim Jung-ho. Gündüz ok atış alanı yansıyor sonra. Çavuş gururla madalyasını gösteriyor yaşlı komşularına. Platinden mi yapılmıştı bu madalya? Bronzdan veya platinden kimin umurundaydı ki? Her şey onurla ilgiliydi. Böyle diyordu yaşlı komşusu.

Evde Chung-ho odasından çıkarken yansıyor. Eun-ok’un haz çığlıklarını duyuyor. James’in botları da dışarıdaydı. Sonra Eun-ok odasından çıkıyor. Mutfağa giderken abisi, “Bana biraz para ver” diyor Eun-ok’a. Sonra da “Amerikan askerlerini çok mu seviyorsun” diyor abisi. Kendisine cevap vermeyen kız kardeşine küfrediyor. Chung-ho, kız kardeşi mutfağa girdikten sonra kız kardeşinin odasına gizlice girip uyuyan James’in cüzdanından para alıyor. Onun odadan çıktığını gören Eun-ok, parayı almaya çabalarken James de dışarı çıkıyor. Parasız bu işler olur muydu? Gencecik kız kardeşiyle oynayıp dolar da vermiyordu cimri Amerikalı. Chung-ho bir pezevenk gibi olmuştu sanki. James, “Böyle bir erkek kardeş olmadan daha iyi” diyor ve Eun-ok’la odaya giriyorlar. Chung-ho da açgözlülükle yere saçılmış dolarları topluyordu sonra.

Otobüs yansıyor. Kar yağmış. Tarlada dolaşan Ji-hum yansıyor önce. Ardından da oğlunun ismini haykırıp duran çaresiz anne yansıyordu kameraya. İkisi de Chang-guk’u arıyorlardı. Ji-hum, resim atölyesini kapatırken görünüyor sonra. Kendisini sürekli rahatsız eden iki öğrenci yine karşısına çıkıyor. Artık koruyucusu yoktu. Kot montlu, ona vurduğunu unutmamıştı hiç. Parasını alıyorlar yine. Ji-hum sessizce oradan gidiyor. Otoriteye boyun eğmiş bir toplumu temsil ediyordu sanki. Paranın azını arkadaşına veren kot montlu öğrenci, arkadaşının tepkisiyle karşılaşıyor birden. Arkadaşı, “Sence ben senin adamın mıyım”, diye soruyor. Sonra kavga ediyorlar. Kot montlu arkadaşına acımasızca vururken polisler geliyor ara sokağa. Kot montluyu götürüyorlar. Ji-hum evden yayı alıp ok atılan alana gidiyor. Öfkeliydi. Hedefi ıskalıyor acemi Ji-hum. Babasının sesini duyuyor. Oklar öyle atılmazdı. Ona gösteriyor. Sonra Eun-ok’un evi yansıyor. Botlarını çıkartan James, Eun-ok’un odasına giriyor. Bisikletle gelmiş. James odaya girerken, Ji-hum da izliyordu evi. Eun-ok’u dikizlediği pencereden içeri ok atıyor Ji-hum. Kaçarken James onu görüyor. James, “Ameliyat olmanı istemeyen piçti” diyor Eun-ok’a. Öfkeli konuşmaya başlıyor James ve “Kahrolası fahişe, sana ihtiyacım yok” diyor. Ölüm korkusuydu belki onu tedirginliğe sürükleyen. Eun-ok avluya çıktığında, dikizci öznel kamera onu izliyordu. Ji-hum gitmemişti.  Ağlayan James’in sesini duyan Eun-ok odaya girip onu teskin ediyor sonra.

Tarlada anne, oğlu Chang-guk’u arıyordu hâlâ. Kar da yağıyordu. Motosikleti görüyor. Sonra da toprağa saplanmış oğlunu. Çığlıkları insanı sarsıyordu. Toprak donmuş. Otobüsün olduğu yere gelen Ji-hum, Chang-guk’un annesini el arabasıyla görüyor. Ji-hum, Chang-guk’un cesedini görünce ağlamaya başlıyor. Anne onu uzaklaştırıyor oradan. Cesedin etrafına samanları serpiştiren anne, gazyağını samanların üzerine döküyor. Çember gibi Chang-guk’u sarmış samanları yakıyor buzlar erisin diye. Cesedi el arabasına koyan anne onu otobüse taşıyordu.

Havada Amerikan savaş uçağı yansıyor. Amerikalı askerler kış tatbikatı yapıyorlardı. Yerde sürünürlerken James doğrulunca müfreze komutanı (Sean Hoskins) kızıyor ona. Savaşta olunsaydı vurulmuştu. James, “Düşman nerede” diyerek bağırıyor. Müfreze komutanı tabancayı ona doğrultuyor. James, “Ateş et, neden yapmıyorsun” diyor. Uyuşturucu, uzakta olmak ve son yaşananlar psikolojisini harap ediyordu James’in. Dinlenme anında James, müfreze komutanı tuvaletini yaparken onun tabancasını alıyor. Bu defa silahı doğrultan kendisiydi. James, miğferini atıp kaçıyor oradan. Ji-hum da otobüsün yanına gidiyor. Sonra viski şişesi ve tabancayla James yansıyor. Eun-ok’un odasındaydı. İçerken Eun-ok’a, “Artık asker değilim” diyor. “Gel bir yalan söyle” diyor sonra Eun-ok’a. Bıçağını çıkartıp ismini Eun-ok’un göğüslerine yazmak istiyor James. Çığlıkla James’i iten Eun-ok, şişeyle James’in başına vuruyor. Eun-ok’un annesi odaya giriyor. Başa çıkmak zordu James’le. Annesi odadan çıkınca Eun-ok bıçağı alıyor ve James’e doğrultuyor. James, “Öldür beni” diyor. Eun-ok, bıçağın ucunu gözlerine götürüyor. Bıçak yere düştüğünde James gidiyor. Eun-ok’un annesi de ok atılan meydana gidiyor. Ji-hum da oradaydı. Okçular evden çıkan James’i hedef alırlarken, pusuda olan Ji-hum ok fırlatıyor James’e. Askerin önüne oku saplıyor Ji-hum. James, acıyla rastgele ateş ederken, Eun-ok da trajedisinin içindeydi. James, otobüsün oradayken, Amerikalı askerler geliyor. Onlara, “Gel ve beni al” diyor James. Asker kaçağı ve uyuşturucu kullandığı için tutuklamak istiyorlar onu. Yaralı James tarlaya giriyor ama gücü yoktu. Tabancayı başına dayıyor. Onu Amerika’ya göndermelerini istiyor onlardan. Buralardan bıkmıştı. Tetiğe basıyor. Kurşun yoktu.

Ji-hum, tarlada kendini aşağılayıp paralarını alan öğrencilerden birini pusuya düşürüyor. Bu gömlekli öğrenciydi. Ona ok atıp sırtından yaralıyor. Sonra otobüsün olduğu yere gidip otobüsün üstüne çıkıyor Ji-hum. Chang-guk’un annesi de içeri de suskunca oturuyordu. Ji-hum, teli boynuna dolayıp intihar etmek istiyor, ama başaramıyor. Nefes değerliydi. Telle sardığı şeyi yutuyor sonra. Polis karakolu yansıyor sonra. Üç yaşlı arkadaşı polis sorguya çekiyordu. Polis, James’i yaralayanın onlar olduğunu sanarak buraya getirmiş. Dedektif (Go Yong-ha), “Gerçekten konuşmayacak mısınız”, diyor onlara. İçlerinden biri, “Aynı anda çektik” diyor. Dedektif, konuşmazlarsa üçünü de hapse atacağını söylüyor. Ji-hum’un babası geliyor karakola. Dedektife, okun kendisine ait olduğunu söylüyor. Onur madalyasını da masaya bırakıyor. Madalyalı kahraman olduğu için ona hoşgörülü olamazlar mıydı? Arkadaşları onu savunurken, dedektif vurulanın Amerikalı asker olduğunu hatırlatıyor. Ji-hum’un babasının bileklerine kelepçe takılıyor. Sonra Ji-hum geliyor ve itiraf ediyor Amerikalı askere ok attığını. Dedektif ona tokat atıyor sinirlenerek. Ji-hum, masanın üzerindeki madalyayı alıp babasına takıyor. Her şeyi aşkı için yapmıştı o. Kelepçe şimdi Ji-hum’un bileklerindeydi. Nezarete götürülüyor. Orada kot montlu öğrenci de vardı. Öğrenci, “Kızın gözü kör olabilir, ama vücudu başka bir şeydi” diyor alay ederek. Gece olduğunda diğer mahkûmlar uyurken, Ji-hum sarıp yuttuğu teli hücredeki tuvalette çıkartıyor ve öğrenciyi telle boğuyor. Gürültüyü duyan polisler içeri girip öğrenciyi kurtarıyorlar.

Otobüste anne, oğlunun elbiselerini kucağına almış ağlarken, postacı bir defa daha geliyor oraya. Postacı, “Senin için mektubum var” diyor dışarıda. Zarfı otobüsün kapısına asıp gidiyor postacı. Hapishaneye Eun-ok geliyor. Ji-hum, Eun-ok’un saçını düzelttiğinde gözünün kör olduğunu fark ediyor. Piyano tınıları duyulurken ikisi de ağlıyordu demir parmaklıkların arasında. Ardından otobüsteki zarfın rüzgârla uçup tarlaya sürüklenişi yansıyor. Chang-guk’un annesi otobüste çakmağı yakıp elbisenin üzerindeki Chang-guk’un fotoğrafını yaktığında otobüste yangın çıkıyor. Anne, ölü oğluyla yanıyordu otobüsün içinde. Ji-hum da ciple başka bir yere naklediliyordu. Cip, otobüsün oradan geçerken, Ji-hum dumanları görüyor. Polise dur diyor, ama durmuyordu polis. Ji-hum’un bilekleri kelepçeliydi. Polisi boğmaya çalışırken polis tabancasıyla onu dizinden vuruyor. Eun-ok ve babası gibi o da engelliydi şimdi.

Bulutlu gökyüzü yansıyor. Mektup zarfı da tarladaydı. Amerikan askerleri tatbikat yapıyorlardı. Bir asker zarfı görüyor. Mektupta, “Chang-guk’un değerli annesi nasılsınız? Benim adım Clinton. Kaliforniya’da küçük bir şarküterim var” diyor. Ses kesiliyor. Mektubu Chang-guk’un babası mı yazmış, yoksa başkası mı, anlaşılamıyordu. Filmde babalar önemliydi. Öfkeli ve serttiler. Kimilerinin babaları ölmüş müydü? Kimilerinin uzakta mıydı? Bilinmiyordu. Chang-guk ve Eun-ok’un babaları gibi. Asker mektubu okuduğunda bir anlık sessizlikten sonra görüntü kararıyor ve film de bitiyordu. Gerçekten bu filmin derinliğinde anlam yaratabilmek için Kore kültürünün içinde dolaşabilmek ve yüzyıllar öncesinden başlayarak, 2. Dünya Savaşı sonrasında parçalanıp savaşa sürüklenen yoksul Kore’yi anlayabilmek gerekiyor. Kore Savaşı’ndan sonra Güney’de yükselen askeri diktatörlük, baskıcılık, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yoksulluktu sadece. Ardından 1990’ların başında demokrasinin geldiği gelişmiş bir ülke oldu Güney Kore. Kim usta, bu demokrasinin geldiği gelişmiş ülkesini, neo-liberalizmi ve emperyalizmi eleştiren filmler yapmayı da sürdürüyordu. Ustanın anlamlanması gerçekten çaba isteyen “Bilinmeyen Adres” filmine psikanaliz ve sosyolojik açıyla bakış yetersiz kaldığında sadece bir film izleniyordu perdede. Güney Kore’de yaygın olan Budizm, Konfüçyüs öğretisi ve Hıristiyanlık açısını da buna dâhil etmek gerekiyordu. Öncelikle Konfüçyüs düşüncelerini, hukuk bakışlarını anlamak gerekiyordu.  Kore toplumunun otoriteye hep boyun eğişini de. Sadece yakın geçmişte değil, uzak geçmişte de. Metaforlar bu yüzden önemliydi. Öncelikle de babalık üzerinden. Bu derinlik dışında kalınınca, vahşet ve kötücül durumlar kalıyordu işte. Hatta bir tutam da melodramdı geriye kalan. Kim usta, Ji-hum ve Kore Savaşı gazisi babasını, kendinden ve babasından ilham alarak oluşturduğunu da söylüyordu bir röportajında. Chang-guk karakteri de sınıftan arkadaşıymış. O da Chang-guk gibi hem siyahî hem de Koreli gibiymiş. 

 

“Kötü Adam...”

2001 yapımı “Nabbeun Namja-Kötü Adam”, fahişelerin ve pezevenklerin ortasında bir şiddetin filmiydi. LJ Film’in sunduğu filmin senaryosunu Kim Ki-duk usta yazmış. Müzikler Ho-jun Park’a, görüntülerse Cheol-hyoen Hwang’a aitti. Kim usta bu filminde, sembolist ressam Gustav Klimt ve dışavurumcu ressam Egon Schiele’den ilhamlar almış. Filmde genelevlerin olduğu “Kırmızı Işık” sokağı da Schiele’nin “Kırmızı Fener” sokağını çağrıştırıyordu. Bu filmde Sun-hwa ismiyle ilk defa karşılaşılıyordu. Ustanın, 2004 yapımı “Bin-jip-Boş Ev” filminde de Sun-hwa vardı. İlkinde masum ve fahişeydi, ikincisindeyse masum ve sessizdi. 2005 yapımı “Shi gan-Zaman” filminde de “Boş Ev” filminden gelen Tae-suk ismi vardı. Bu “Kötü Adam” filminde de Dal-su ismi var. “Ada” filminde de Dal-su ismiyle ilk defa karşılaşılıyordu. Aynı isimleri kullanma, Michael Haneke ve Wong Kar-wai filmlerinde de vardı. Ayrıca Kim ustanın bu filmi, 2002’de 52. Berlin Film Festivali’nde “Altın Ayı” için de yarışmıştı.

Seul… Saçlarını üç numaraya vurdurmuş ve yapayalnız bir genç adam Han-ki (Cho Jae-hyun), kalabalıklar içinde fark ediliyor. Boğazındaki kesikten dolayı da konuşmuyordu. Bu yalnız genç adam kaderleri değiştirecek ve trajedilerin yolunu açacaktı. Han-ki, “Timsah” filminin genç anti-kahramanı gibi görünüyordu. Fonda da coşkulu müzik duyuluyor bu anlarda. Ön jenerik yazıları sürerken restoranda yemek yiyen Han-ki, alışveriş merkezinin olduğu meydanda yürürken, bankta tek başına oturmuş beyaz ceketli ve mavi-beyaz puantiyeli elbise giyinmiş saf ve güzel Sun-hwa’ya (Seo Won) gözü takılıyordu. Elinde cep telefonu, kucağında da kitaplar olan genç kızı baştan aşağı süzmeye başlıyor. Bu bakışta anlam vardı. Geçmişten gelen yüze mi bakıştı? Yoksa bir genç kızın kaderini başka taraflara sürükleyecek bir bakış mıydı? Bankta kızın yanına oturuyor Han-ki. Kız, sevgilisini arıyor telefonuyla. Sevgilisi gecikmişti. Kız birden Han-ki’yi fark edince ürküyor ve yanından kalkıyor. Çok geçmeden gözlüklü sevgilisi Hyun-su (Namgoong Min) geliyor yanına. Han-ki’den rahatsız olduğunu belli ediyor sevgilisine. Han-ki onların yanından geçip gidiyor önce. Sonra da birden gelip kızın dudaklarından öpüyor. Hyun-su, Han-ki’yi kızdan uzaklaştırmaya çabalasa da Han-ki’nin dudakları kızın dudaklarına mıknatıs gibi yapış gibiydi. Hyun-su, Han-ki’ye çöp kutusuyla vursa da dudakları birbirinden ayırmayı başaramıyordu. Han-ki giderken kız, “Benden özür dileyeceksin” diyor öfkeyle. Han-ki onu önemsemiyor. Üç asker karşısına çıkıyor kızdan özür dilemesi için. Han-ki askerlerle kavga ediyor, ama üçüyle başa çıkamayınca askerler, Han-ki’yi kızın karşısına getiriyorlar özür dilemesi için. Kız bir an onun gözlerine baktıktan sonra “Şerefsiz” diyerek yüzüne tükürüyor. Ön jenerik yazıları da devam ediyordu. Aşağılanmış Han-ki, nefretle bakıyordu o giderken. Ardından filmin adı yazınca görüntü donup kararıyordu. Final bölümünde de bir donma vardı. Bu filmde, simgesel anlamda zihinsel bulanıklar içinde bırakan gerçeküstü anlar insanın peşini hiç bırakmıyordu.

Yüzü kanlar içinde Han-ki sokaktaydı ve yine yalnızdı. “Kırmızı Fener” sokağındaki ikinci katta kaldığı yere geliyor. Batı’da genelev sokaklarına “Red Light”, yani “Kırmızı Fener” deniyordu, bu genelev, Han Nehri’ne de yakındı. Üç kişiydiler. Orada, Myung-su (Choi Duk-moon)) ve Jung-tae de (Kim Yun-tae) vardı. Üçü de pezevenkti ve ekipçe çalışıyorlardı. Onu kanlar içinde görünce şaşırıyor ikisi de. Öfkeyle pencerenin camına yumruk atıyor Han-ki. Ertesi gün alışveriş merkezinin olduğu meydana yeniden gidiyordu Han-ki. Onu arıyordu sanki. Zincirlemeli geçişlerle zaman geçiyordu. Han-ki, kutu içeceği parçaladığında öfkesinin ne kadar derin olduğu fark ediliyordu. Han-ki, bankta oturup sigara içerken kızın sevgilisini fark ediyor ilk. Bu defa pembe giyinmiş Sun-hwa geliyor. Önlerinde birbirlerine sarılıyor iki sevgili. Onlar sinemaya giderken, Han-ki de sigarasını yere atıyor. Han-ki tüm çöplerini yer atıyordu hep. Onları izliyor. Kafeteryaya gidiyor sevgililer. Sonra da mağazaya. Gece Hyun-su onu motele götürürken, Sun-hwa, sevgilisine tekme atıp gidiyor. Bu gidiş kaderini de değiştirecekti onun. Han-ki de uzaktan olanları izliyordu. Han-ki kaldığı yere dönüyor. Arkadaşları da oradaydı. Onlara bakıyor. Bir karar verilecekti. 

Ertesi gün, kız bu defa bir kitabevindeydi. Jung-tae, onun yanından geçerken, öznel kamera öne doğru kayıyordu. Kız, Egon Schiele’nin reprodüksiyonlarına bakarken, Jung-tae de kızın yakınına cüzdan bırakıyordu. Kız, “Kucaklaşmak” grafik resmini kitaptan yırtıp kot montuna koyarken, derinlikte de Han-ki fark ediliyordu. Kız giderken birden kitapların üzerindeki cüzdanı fark ediyor. Cüzdanı alınca kaderi de değişiyordu Sun-hwa’nın. Kız gittikten sonra, kızın baktığı Schiele’nin kitabına göz atıyordu Han-ki. Kız, tuvalet kabininde cüzdandaki paraları çıkartıyor. Kamera da bu anı, tepeden “high angle/yüksek açılı” çekimle yansıtırken “kübist” estetik kuşatıyordu perdeyi. Kız kabinden çıkıp takım elbiseli bir adamla (Lee Dae-yeon) karşılaşıyor. Adam, elindeki cüzdanla kızın peşine düşüyor sonra. Kızı yakalayan adam, “Seni yankesici” diyor. Kızın çantasını alıp paraları buluyor. “Çarpan adamla bir takımsınız değil mi”, diyor adam. Para eksikmiş. Kızı polise götürmek istiyor. Myung-su da izliyordu onları. Sokakta merdivenlerde otururlarken, kız ertesi gün görüşmek isteyince adam ona tokat atıyor. Ona nasıl güvenebilirdi? Kredi çek borcunu öde, diyor kıza. Onu tefecilere götürüyor adam. Burada teminatsız kredi veriliyormuş. Tek teminatsa yüzleri ve vücutlarıydı. Sun-hwa, imza atıp parmak basıyor verdikleri kâğıda. İyi yazılmış senaryoyla kız tuzağa düşürülmüştü.

Gece. Kamera arabanın içinden “Kırmızı Fener” sokağını gösteriyor. Yağmur da yağıyordu. Genelevlerden dışarı kırmızı ve yeşil ışıklar dışarı yansıyordu. Gerçeküstücü bir tablo gibiydi. Cipte Han-ki ve adamları vardı. Arabayı süren Jung-tae’ydi. Polis Cho (Kwon Hyuk-ho) ve adamları da buradaymış. Myung-su arabadan dışarı çıkıp Cho’nun yanına gidiyor. Cho kızarak, “Bu kızların dışarı çıkmasına kim izin verdi”, diyor Myung-su’ya. Burada kaçak birisinin olduğunu da duymuş Cho. Arabadaysa Jung-tae, “Kız bir haftada 15 bin doları nasıl bulacak” diyor Han-ki’ye. Birkaç güne kalmaz buraya düşermiş kız. Kıza acıyordu Jung-tae. O sırada Myung-su da arabaya geliyor. Ardından genelevin önünden bir kadın Myung-su’yu çağırıyor. Bir sorun vardı. Biri, Yoo-jin’i dövüyormuş. Han-ki ve Jung-tae arabanın içinden izliyorlardı. Myung-su, sarhoş adamı kovalıyor. Üstü çıplak adam, arabanın yanına gelip cama vuruyor sonra. Han-ki de adama sigara verip yakıyordu.

Gündüz. Sun-hwan, arabada bir adamla. Adam, imzaladığı kâğıdı okuyor ona. Kâğıdı ona imzalamıştı Sun-hwa. Parayı ödeyemezse vücudundan feragat edecekti. Hiçbir resmi mercilere de bildiremeyecekti durumunu. Sun-hwa arabadan çıkıp kaçarken, adam onu yakalıyor. Myung-su ve Jung-tae, adam kıza tecavüz edecekken geliyorlar. Adamı dövdükten sonra kızı, “Kırmızı Fener” sokağına getiriyorlar arabayla. Han-ki de kaldıkları yerden sokağa bakıyor. Araba, genelevin önünde duruyor. Dışarıda oyun oynayan çocuklar da göze çarpıyordu bu sert dünyadan. Sun-hwa, bu genelevde patronu olacak Eun-hye’yle (Kim Jung-young) göz göze geliyordu ilk. Bir odaya yerleşen Sun-hwa’ya önce şefkatli yaklaşan Eun-hye, ismini soruyor ona. Sun-hwa öfkeli konuşunca hemen tokadı da atıyor suratına. Sonra da ona birkaç defa ismini söyleten Eun-hye, “Bela çıkarmamayı başarabilir misin”, diye soruyor. Sonra Sun-hwa’ya askılı kırmızı bir elbise veriyor. Ama Sun-hwa beyazı seviyordu. Müşteri beklenen girişte yüksek tabureye oturtuluyor Sun-hwa. Utangaç ve yabancılaşmıştı. Sokağın diğer genelevlerinde de fahişeler sokaktan müşteri çekmek için onları davet ediyorlardı içeri. Sun-hwa suskundu. Han-ki de arabanın içinde genelevi izliyordu. Diğer fahişeler tüm müşterilerle odalara giderken, Eun-hye, sokağın karşı kaldırımında oturmuş sigara içerken, Sun-hwa’yı süzüyordu. Bir genç adam gelip yüksek tabureye oturmuş Sun-hwa’nın karşısında duruyor birden. İlk müşterisi olacaktı. Ne yapacaktı Sun-hwa? Adam, Sun-hwa’nın elinden tutup içeri girdiğinde, Han-ki de arabadan çıkıyor. Odada adam soyunurken Sun-hwa hiçbir şey yapmadan yatakta oturuyor. Adam soyunurken, “Yardım etmemi ister misin” diyor ona. Adam, Sun-hwa’yla sevişmeyi denerken, Han-ki de arkada özel odasından onları dikizliyordu. Böyle çift taraflı ayna genelde polisiye filmlerdeki sorgu odalarında sıkça görülüyor. Aynanın önünde ışık parlakken, ayna arkasında da daha düşük oluyordu. Böyle olunca öndeki aynayı görürken, arkadaki de odada olanları izliyordu. Tıpkı bu anda yaşananlar gibi. Ama Kim ustanın filmi olunca buna psikanaliz açıdan da yaklaşmak gerekebilir. Gerçeküstücü bu anlarda Han-ki’nin koruyan mı, yoksa dikizleyen mi, olduğu üzerine de felsefi bakış da geliştirilebilir. Filmin derinliğinde giderek anlamlaşacaktı bu dikizlemeler, tarif edilemez bir tutkuya, giderek tuhaf bir aşka dönüşecekti. Sun-hwa da bu tarif edilemez aşkta işkencesine tutulan kurban olacaktı belki de. Derinlikte anlamlaşacaktı birçok şey. Adam yatakta Sun-hwa’yı soyup bir an önce sevişmek istiyor. Sun-hwa, adama dirense de adam onu soyuyor. Sun-hwa bakireydi ve ilk defa bir erkekle aynı odadaydı. Görüntü tecavüz gibiydi. Sun-hwa’nın mücadelesi sürerken, Myung-su’yu telefonla arıyor Han-ki. Çünkü Sun-hwa’nın yardıma ihtiyacı vardı. Sonra Myung-su odaya girip, “Üzgünüm, daha eğitilmedi” diyor. Adam, Sun-hwa’dan hoşlanmış. Myung-su ona bağırınca adam hemen çıkıyor odadan. Eun-hye odaya gelip çırılçıplak yatakta yüzüstü uzanmış Sun-hwa’nı görünce Myung-su’ya, “Müşterilere böyle davranabileceğini kim söyledi sana” diyor. Han-ki perdeyi kapattıktan donra Sun-hwa, Eun-hye’ye sevgilisinden söz ediyor. Bekâretini ona vermek istiyormuş.

Gecenin içinde Han Nehri kıyısındaydılar şimdi. Arabanın içinde de Sun-hwa ve sevgilisi vardı. Han-ki ve iki ortağı da oturmuş arabanın yakınında bekliyorlardı. Kızın sevgilisi Hyun-su şaşırıyor bu arabada oldukları için. Han-ki, Jung-tae’ye bakıyor. Buraya kadardı. Jung-tae ve Myung-su, Hyun-su’yu arabadan çıkartıyorlar. Jung-tae de genç adama unutamayacağı birkaç yumruk da atıyordu. Sonra da arabayla “Kırmızı Fener” sokağına dönüyorlar. Kamera, öne kayarak genelevdeki kadınların müşterileri çağırışlarını gösterdikten sonra yine Han-ki’nin özel odasına gidiyor. Sun-hwa yine bir müşteriyle beraberdi yatakta. Müşteri, “Geri kalanları da çıkartmayacak mısın”, diyor ona. Derinlikte duvarda asılı kadın portresi de fark ediliyordu. Adam onun sutyenini çıkartıyor ve sakinleştirici sözlerle sevişmeye ikna etmeye çabalıyor. Bu da tecavüz gibi olacaktı. Sun-hwa çığlık attığında Han-ki gidiyor oradan. Genelevin kapısında sigara içen Eun-hye’nin yanına Han-ki ve iki ortağı geliyor. Myung-su içeri girecekken ona tokat atıyor Eun-hye. Sonra Han-ki’ye bakan Eun-hye, “Yüksek para ettiğini bilmeli” diyor. Han-ki özel odasına gidip Sun-hwa’nın acısını izliyor ardından. Artık bakire değildi o. İşten sonra hüzünlü tınılar duyulurken Sun-hwa ağlıyordu. Han-ki’nin bakışlarıyla yansıyordu bu hüzünlü an. Sonra Han-ki demir parmaklıklar içinde beyzbol sopasıyla topa vururken, Sun-hwa’ya yatan müşteriyi görüyor. Han-ki, adamı içeri çekip döverken kamera da dışarıda kalıyordu. Yönetmen izlenimde şiddeti yaratmak istemiş bu anda. Sun-hwa’nın yaşadığı şiddet daha sertti belki de.

Kendi kaldıkları ikinci katın balkonunda Han-ki, Jung-tae ve Myung-su içki içerken yansıyor. Myung-su, “Sun-hwa gittikçe daha sevimli oluyor” diyor. Ona karşı bir şeyler mi hissediyordu? Üniversiteli bir hatunla çıkmak hayaliymiş. Sun-hwa, genelevin girişinde oturmuş müşteri bekliyordu. Han-ki, çekmeceden Schiele’nin reprodüksiyonlarının olduğu kitabı alıp Sun-hwa’ya götürüyor. Kamera, ikinci kattan yansıtıyordu sokağı. “Kuş Kafesi” filminde Schiele tutkunu Jin-a da fahişeydi. Sonra odasında resimlere bakıyor sayfaları çevirerek Sun-hwa. Önce “Çıplak Uzanmış Kadın” grafik resmi görünüyordu. Sonra da Schiele’nin 1915’te yaptığı “Sanatçı Karısının Portresi” yansıyor. Schiele’nin karısı Edith ayakta ve çizgili elbiseliydi. Ardından da “Alman Aile” resmi görünüyor. Bu resimden önce yırtıp cebine koyduğu sayfanın yerini görüyor Sun-hwa. Başka bir derginin içinde sakladığı sayfayı yerine koyuyor. Han-ki de özel odasından onu izliyordu. Kapı çalıyor ve Myung-su içeri giriyor. Parayı masaya bırakıyor. Myung-su, “Bu iş için para ödemek istemezdim” diyor. Ama ödemezse yapamazmış. İkisi de soyunmaya başlıyor. Han-ki acıyla onları izlerken zincirlemeli geçişle ikisini sevişme sonrası giyinirken gösteriyordu kamera. Myung-su, “Üniversiteli bir kızla yapmak insana farklı hissettiriyor” diyor. Sonra da itirafta bulunuyor. Bu hale gelmesinde kendini sorumlu hissediyormuş Myung-su. Erkeklere de haksızlık yapmamalıydı. Ama onu gördüğünde kendini suçlu da hissediyormuş Myung-su. Bir ay önce Han-ki’nin yüzüne tükürdüğü anı hatırlatıyor ona. Sonra Schiele kitabını alıp kapağındaki Schiele resmine bakarak, “Güzel resim” diyor Myung-su. Odadan çıkıp gittiğinde Han-ki’nin yüzünden telaş yansıyordu. Han-ki geriye çekilerek karanlıkta kayboluyordu. Schiele’nin kitabını eline alan Sun-hwa bir şeyler hatırlıyor ve dışarı çıkıyor. Han-ki merdivenlerden çıkarken onu gören Sun-hwa ikinci kata gidiyor. Öfkeyle ona tokat atıyor. Jung-tae onu tutuyor. Han-ki tepki göstermiyor ona. Myung-su da geliyor oraya. Sonra öfkeyle bir tokat daha atıp gidiyor Sun-hwa. Kaderini değiştirmişti o. Fuhuş içine sürüklemişti kendisini. Han-ki elindeki beyzbol sopasını masaya vuruyor Myung-su’ya bakarak. Sopayla Myung-su’ya vuracak gibi yapan Han-ki, öfkesini pencerenin camından alıyordu. Han-ki gittikten sonra Myung-su, “Ben söyledim, ondan gerçekten hoşlanıyorum” diyor Jung-tae’ye. Sun-hwa gitmek için odasında toplanırken, odaya Eun-hye giriyor. Ne yapıyordu? Sun-hwa, “Neden bir başka kadına bunu yapıyorsun” diyor ona. Eun-hye soyunup vücudunu göstererek, “Benim gibi hamama bile gidemeyen biri olmak ister misin” diyor. Yönetmen, Eun-hye’nin mahvedilmiş vücudunu göstermiyor, sadece Sun-hwa’nın endişe ve korkulu yüzüyle hissettiriyordu.

Genelevlerde fahişeler müşteri çağırıyorlar yine. Kamera, Sun-hwa’nın odasına gidiyor. Eun-hye ona, yemek ve içki getiriyor. İçiyorlar. Han-ki de onları izliyordu. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Eun-hye gittikten sonra da içiyordu Sun-hwa. Sonra duvardaki aynaya bakarak ağlıyor. Sanki Han-ki’ye ağlıyordu. Öfkeli ve umutsuzdu. Tepsiyi yataktan aşağı itiyor sonra öfkeyle birden. Han-ki bir sosyopat mıydı? Onu anlayabilir miydi? Ona karşı yavaş yavaş gelişen tutkusu, onu anlamaya götürebilir miydi? Sun-hwa yatakta uyurken yansıyor sonra. Ardından da yere düşmüş içki şişesinden akan damlalar. “Fallik” gibiydi bu görüntü. Kaba bir metafor olarak da görünebilirdi belki bu an. Sonra odaya Han-ki giriyor. Onun saçlarını düzeltiyor. Sun-hwa uyanıyor ve üstüne kusuyor onun. Sonra yine uykuya dalıyor. Piyano tınıları duyuluyordu. Han-ki onun elbisesinin önünü açıp vücuduna bakıyor. Aniden bir sevişme anı yansıyor. Han-ki, başka bir fahişeyle hayvanlar gibi sevişiyordu. Kadın, onun bu sertliğine dayanamayarak acı çekiyordu.

Gündüz Han Nehri kıyısında Han-ki, Jung-tae ve Myung-su yansıyor genel çekimlerle. Hna-ki, yatakta oturmuş hüzünlü Sun-hwa’yı izliyordu sonra. Sun-hwa soyunup seksi bir elbise giyiniyor. Başına da pembe bir peruk takıyor. Aynaya bakarak dudaklarına ruj sürdükten sonra rujla aynaya şekiller çizmeye başlıyor hüzün yüklü Sun-hwa. Han-ki camın arkasında dudaklarını, aynaya yüzünü yaslamış Sun-hwa’nın yüzüne götürüyor öpecekmiş gibi. Sanki hissediyordu bunu Sun-hwa. Gecenin içinde sokak yansıyor. Genelevin kapısında diğer fahişelerle müşteri bekliyordu pembeli Sun-hwa. Müşteri onu seçince diğer fahişeler kıskanıyordu. Yolun karşı tarafında da Jung-tae ve Myung-su içiyorlardı kaldırımdaki masada. Han-ki genelevin kapısına geldiğinde fahişelerden biri onu içeri alıyor, “Bir tuhaflık var” diyerek. Myung-su da Jung-tae’ye, “Başımız belada” diyor. Kadın, Han-ki’yi odasına götürüyor. “Sanki biri izliyor” diyor. Öznel ve sarsıntılı kamera, gizli kamerayı gösterirken, Han-ki’nin elleri kameraya uzanıyordu. Ardından kameradan sevişme kayıtları yansıyor. Han-ki, ortaklarına bu görüntüleri gösteriyordu ikinci katta. Sonra da Jung-tae’ye vuruyor. Ardından da Myung-su’ya. Eun-hye de orada ve Myung-su’yla Jung-tae’ye birer tokat atıyor o da. Sonra da onlara, “Ne zaman bir katilin yüzünü televizyonda gördünüz” diyor. Neden görüntüleri bulandırıyorlardı? “Bu kızlar katillerden daha mı kötüler” diyor bağırarak. Han-ki, ardından Jung-tae’ye bir yumruk atıyor. Ağlamaklı Jung-tae gittikten sonra Myung-su, Jung-tae’nin babası akciğer kanserine yakalandığını söylüyor. Masraflar için bunu yapmışlar. Han-ki, spor yapılan yere, Jung-tae’nin yanına gidiyor. Üzgündü. Sigara yakıyor ve Jung-tae’ye uzatıyor.

Genelevin kapısında fahişeler müşteri çağırıyorlar her gece olduğu gibi. Sun-hwa da bu defa mavi ve kısa peruk takmıştı. Elbisesi de maviydi. Gelen müşteri Sun-hwa’nın elinden tutup odaya götürürken, sarı peruklu fahişe onu hole getirip, “Başka kimsenin paraya ihtiyacı yok mu” diyor Sun-hwa’ya. Müttefiki peruksuz diğer fahişeden sigarayı alan kadın, sigarayı Sun-hwa’nın yüzüne bastıracakken Eun-hye geliyor. Peruksuz fahişe de tehdit ediyordu sonra Sun-hwa’yı. Arabanın içinde Myung-su, “Han-ki’ye Sun-hwa’yla çıkmak istediğimi söyleyeceğim” diyor Jung-tae’ye. Arabadan çıkıp ikinci kata gelen Myung-su Han-ki’ye, “Sun-hwa’dan hoşlanıyorum” diyor. Her şey yoluna girerse belki onunla evlenebilirdi de. Han-ki’ye de onu bu yola düşürdüğü için de kızmayacaktı. Kamera dışarıdan yansıtıyordu bu anı. Aşağı inen Myung-su, geneleve gidip Sun-hwa’nın elinden tutup odasına götürüyordu. Han-ki de yukarıdan izliyordu onları. Sonra Han-ki kendi özel yerine giderken, arabanın içindeki Jung-tae onu fark ediyor. Gizli yeri açığa çıkıyordu Han-ki’nin. Perdeyi açan Han-ki onları izlemeye başlıyor. Myung-su, “Senin böyle olmanın sorumlusu benim” diyor Sun-hwa’ya. Tüm sorumluluğu da alıyormuş. Myung-su, “Mesele suçluluk duygusu değil, senden hoşlanıyorum” diyor genç kadına. Sun-hwa, ondan hoşlanmıyordu. Myung-su’nun kendinden hoşlandığını anlayan Sun-hwa’nın da planları vardı. Gitmesine izin vermesini istiyor ondan. Sun-hwa, “Beni sevseydin, buna müsaade ederdin” diyor ona. Ya Sun-hwa’yı bir daha göremezse? Birbirlerine sarılıyorlar sonra. Han-ki de şaşkınlıkla izliyordu bu manzarayı.

Gündüz olduğunda Myung-su pencerenin demir korumalığını söküyor. Sun-hwa’yı pencereden indiriyor. Arka sokaktı burası. Jung-tae geliyor. Onlar kapışırken Sun-hwa da kaçıyor oradan. Gece olduğunda maviler içindeki Sun-hwa caddede tek başına yürürken görünüyor. Bir kadın ona beyaz ceketini verirken, arabanın içinden kamera Sun-hwa’yı izliyordu sonra. Dikiz aynasından Han-ki’nin gözleri fark ediliyordu. Sun-hwa, evine gediğinde Han-ki onu yakalayıp arabaya bindiriyor zorla. Ardından genelevler sokağında Myung-su ve Jung-tae masada içerken yansıyor birden. Myung-su, “Hoşlandığın kadının böyle yaşamasına izin verir miydin” diyor. İki genç fahişe geliyor yanlarına içmek için. İş vakti içilmezdi. Sonra Jung-tae, “Yanlış bir şey yapmadın” diyor. Neden engel olmaya çalışmıştı? Jung-tae sadece üzgündü. Myung-su, “Nasıl olsa Han-ki onu bulup getirir” diyor. Geri dönmesini de istiyordu Myung-su. Bir daha onu göremeyeceğini düşünmüş. Onlar konuşurken, kamera da yavaş yavaş öne doğru kayıyordu bu anda. Sonra Jun-tae, Han-ki’nin özel odasına gidiyor. Eun-hye, Sun-hwa’nın eşyalarını karıştırıyordu. Schiele kitabını da görüyor Eun-hye. Ardından yine sokak yansıyor. Genelevlerin kapılarında fahişeler müşteri çağırıyorlardı her zamanki gibi.

Sabah. Han-ki ve Sun-hwa yolculuk yapıyorlarken yansıyor. Seul dışındaydılar. Kıyı şehrine geliyorlar. Burası plajdı. Kamera arabanın içindeyken, Etto Scollo’nun söylediği “I Tuoi Fiori/Senin Çiçeklerin” şarkısı duyulmaya başlıyor. Bu unutulmaz İtalyanca şarkıda, “Ecco qui i tuoi fiori (İşte senin çiçeklerin) / Belli e misteriosi (Güzel ve gizemli) / Con un non so che di strano (Bu tuhaf mı bilemiyorum) / E per questo oi (Ve bunun için ben) / Li ho messi in un vaso (Onları vazoya koydum)” diyordu. Han-ki arabadan çıkıp Sun-hwa’nın da kapısını açıyor çıkması için. Arabadan çıkan Sun-hwa, Han-ki’nin yanına geliyor. Han-ki sonsuz okyanusa bakıyordu. Sun-hwa’nın üzerinde Han-ki’nin onu ilk defa gördüğü elbiselere benzer elbiseler vardı. Beyaz ceket ve mavi elbiseliydi. Mavi puantiyeli değildi, çiçek desenliydi bu defa. Pembe elbiseli kadın kalkıp gittiğinde, Sun-hwa onun oturduğu yere oturuyordu. Han-ki de yanına çöktüğünde yüzü görünmeyen pembeli kadın suya girip kayboluyordu. Bu an, “şimdiki zaman” ile “gelecek zaman” iç içe geçmişti sanki bu gerçeküstücü anda. Sinemada bu anlatıma “flash-farward/ileri sarmak” deniliyordu. Buna “prolepsi/erken kullanma” ifadesi de kullanılıyordu. Bu aynı an içinde Sun-hwa’nın sonu mu yansıyordu? Usta, bu anla zihinsel bulanıklar yaratırken, filmin derinliğinde zihinleri daha da bulandıracaktı. Andrey Tarkovski ustanın 1983 yapımı “Nostalghia-Nostalji” filmindeki gibi zihinsel dehlizlerde ışıksız kalıyordu insan. Bu iki usta da hiçbir açık kapı bırakmıyor ve boşluğun içinde anlamı aramaya sürüklüyorlardı insanı. Gizemin de ötesinde bir şeydi bu. Kamera, yakın çekimle Han-ki’nin bakışlarından sola çevrinme yaparak Sun-hwa’nın şaşkın bakışlarını yansıtıyor. Kesme yapmadan aşağıya doğru inen kamera, Sun-hwa’nın kum içinde yırtılmış bir fotoğraf bulduğunu gösteriyordu. Pembeli kadının parçalayıp gömdüğü fotoğrafları cebine koyuyor sonra Sun-hwa, “Bırak gideyim” diyor Han-ki’ye. Kumun içinde keskin taşı alan Sun-hwa ayağa kalkıp gittiğinde Han-ki onu yakalayıp arabaya bindiriyor. Sun-hwa dirense de. Bu sahildeki sekans önemliydi. Hem gerçek hem de gerçeküstücüydü. Derinlikte anlam kazanacaktı. Ama bir yere kadar.

Eun-hye, genelevin camlarını temizlerken araba geliyor. Sun-hwa arabadan çıkınca onu içeri götürüyor Eun-hye öfkeyle. Myung-su da kaldıkları ikinci katın balkonundan onları görüyordu. Jung-tae de balkondaydı. Sun-hwa da odasında yırtık fotoğrafları bir araya getirmeye çabalarken yansıyor sonra. Sun-hwa, fotoğrafların parçalarını, duvara astığı kadın resmi üzerinde bir araya getiriyordu. Sun-hwa’nın bir araya getirdiği fotoğraflarda yüzler yoktu. Sun-hwa fotoğrafları aynaya yapıştırıyor sonra. 

Gece olmuştu Yağmur yağarken genelevlerin sokağında fahişe saksı içindeki çiçeği kaldırıma bırakırken yansıyor. Burası Sun-hwa’nın olduğu genelevin önüydü. Kaldırım kenarında arabasıyla satıcı da fark ediliyor. Maviler içindeki Sun-hwa da dışarı çıktığı görülüyordu derinlikte. Sokağın karşısında da Han-ki ve ortakları masada içiyorlardı. Jung-tae kadehi ağzına götürürken Myung-su kızıyordu ona. Babası gibi mi olmak istiyordu Jung-tae? Babası iyileşmiş Jung-tae’nin. Han-ki’ye teşekkür ediyor. Sonra Myung-su da özür diliyor Han-ki’den. Ama Sun-hwa’dan hoşlanıyordu. Onu getirmesine de sevinmiş. Jung-tae, “Dal-su yakında hapisten çıkar” diyor. Dal-su dönerse eski günlere dönebilirlermiş. Myung-su, “Müşterilere şantaj yapıp fahişelerle filmlerini çeker” diyor Jung-tae’ye. Bu sayede çok para kazanabilirlerdi. Ortakları masadan kalkınca Han-ki masada tek başına kalıyor. Yönetmen bu masadaki anı, uzun ve tek çekimle yansıtmış. Sarhoş Han-ki, holde yüksek taburede oturan Sun-hwa’nın yanına gidiyor. Kaldıkları ikinci kattan öznel kamera onarlı dikizliyordu. Myung-su muydu? Han-ki, Sun-hwa’yı odaya götürüyor. Odaya girdiklerinde Han-ki’nin özel odasında perde açılıyor ve Jung-tae’nin yüzü görülüyor. Çarpıcı görüntüyle Han-ki ve Sun-hwa yatakta otururken, cama Jung-tae’nin yansıması vuruyordu. Gerçeküstü bir görüntüydü bu. Kadın portre resmi yine duvarda asılıydı. Han-ki, sarhoş ve kederliydi. Sun-hwa’ya sarılmak istiyor. Gerçek anlamda bir dişi şefkatini mi arıyordu Han-ki? Yatağa uzandıklarında Han-ki onun elinden tutuyordu büyülenmiş gibi. Jung-tae’nin bakışıyla fotoğrafın boşluk yerinden Sun-hwa’nın yüzü yansıyordu. Metafor muydu bu gerçeküstü görüntü? Fonda da etkileyici bir müzik duyuluyordu. Uyuklayan Han-ki âşık mı olmuştu? O sevebilir miydi? Sun-hwa yatakta doğrulduğunda çift taraflı ayna da tam olarak görülüyordu. Yere oturuyor Sun-hwa. Zincirlemeli geçişle (dissolve) zamanın geçtiği fark ediliyordu. Sun-hwa da uyukluyordu. Sonra Han-ki uyanıyor.

Gündüz genelevin önünde kaldırımda fahişelerle sebze hazırlarken Eun-hye de örgü örüyordu. Myung-su geliyor oraya. Sonra gece oluyor. Genelevin önündeki satıcı yansıyor.  Ardından kamera onların kaldığı ikinci kata gidiyor. Myung-su ve Jung-tae geneleve bakıyorlardı. Bir araba geliyor. Gelen Dal-su’ydu. Han-ki ortaklarının yanına gelince onlar gidiyorlar. Sarı gömlekli Dal-su (Lee Han-wi) genelevin holüne girip Sun-hwa’nın elinden tutup odaya götürürken, fahişelerden biri sıranın kendinde olduğunu söylüyor. Odaya Jung-tae giriyor. Dal-su, “Jung-tae kabalaştın” diyor. Dal-su onu dışarı atarken, holde Han-ki de Dal-su’yu kollarını arkadan tutarak dışarı çıkarttığında Dal-su’nun adamı tuğlayla Han-ki’nin başına vuruyor. Yüzü kanlar içinde olan yerdeki Han-ki, ağlayarak kendine bakan Sun-hwa’yla göz göze geliyor bir an. Yerdeki posteri alan Han-ki, posteri bıçak gibi sert yapıp, başına tuğlayla vuran adamın boğazına saplıyor sonra. Dal-su Han-ki’ye, “Önümüzdeki haftaya kadar burayı boşaltın” diyor. Dal-su gittikten sonra Sun-hwa’ya bakıyor. Sun-hwa, o bakınca perdenin arkasına saklıyordu yüzünü. İkinci katta ortaklarıyla Han-ki yansıyor ardından. Hava sıcaktı. Yine gece genelevler sokağında fahişelerin müşterileri çağırışı yansıyor sonra. Artık Sun-hwa da diğerleri gibi yapıyordu. Bir genç adamla odaya gidiyor. Sun-hwa müşteriyle yatakta görünürken, cama Han-ki’nin yansıması vuruyordu. Sun-hwa hiç tepki vermiyordu genç adam hazzı yaşarken. Genç adam giyinirken Sun-hwa’ya, “Gerçekten hoşuna gitti gibi” diyor. Genelde böyle miydi Sun-hwa? Onun gediklisi olmak istiyor genç adam. Sonra da Sun-hwa’nın dudaklarına eğilerek öpüyordu.

Gündüz genelevin önünde oturmuş Eun-hye, Sun-hwa için yün şapka örerken yansıyor. Maviler içindeki mavi peruklu Sun-hwa da oradaydı. Gece çökerken Han-ki’nin boğazından yaraladığı adam masadan cam keserken görünüyor. Adam genelevlerin sokağına çıkıyor. Han-ki de karşısından geliyordu o sokağa çıktığında. Han-ki, mor peruklu ve pembe elbiseli Sun-hwa’ya bakınca adam camı Han-ki’ye saplıyordu. Arabanın içinde oturan Myung-su ve Jung-tae, Han-ki yere düşerken fark ediyorlar onu. Jung-tae, Han-ki’yi sırtlayıp götürüyordu sonra. Mor renk uzlaşmaydı. Sun-hwa’nın uzlaşmasıydı. Pembe elbise de plajdaki kadını hatırlatıyordu. 

Gündüz. Kamera, kaldırım üzerinde giden karıncayı sağa çevrinme yaparak gösteriyor. Derinlikte anlamlaşacak bir metafordu bu. Sun-hwa’nın bakışlarıyla. Genelevin holünden sokak yansıyor. Sokağa gelen arabada Han-ki vardı. Sun-hwa kameranın önüne geçiyordu. Yüzünde mutluluk ifadesi vardı. İkinci katta Han-ki ortakları yansıyor sonra. Jung-tae, “Yapabileceğimiz bir şey var mı”, diyor. Sonra Myung-su ve Jung-tae kalkıp gidiyorlar. Genelevin karşısındaki kaldırımda Myung-su, “Gerçekten bunu yapacak mısın” diyor Jung-tae’ye. Oraya Dal-su geliyor. Myung-su ona karşı saygılı davranıyor. Emrederek Myung-su’dan sigara istiyor Dal-su. Kendisine dik dik bakan Jung-tae’nin yüzünü hafifçe tokatlıyor sonra da küfrediyor. Myung-su öfkelenen Dal-su’yu oradan uzaklaştırıyor hemen. Ama Jung-tae bakışlarını kaçırmıyor Dal-su’dan. Onu çıldırtıyordu bu bakışlar. Ardından Sun-hwa yatakta uyurken yansıyor. Han-ki çakmağı yakıp Sun-hwa’nın güzel masum yüzüne bakıyor camın ardından. Han-ki’nin yüzü de camda yansıyordu. İlk anda görüntü kararıyormuş gibi hissedilse de kamera başka mekânda elinde bıçağıyla Jung-tae’yi gösteriyor. Mekân kasvetliydi. Çarpıcı kurguydu bu. Han-ki’nin karnına cam saplayan adamı bıçaklıyordu. Adam uyuyordu. Jung-tae oradan giderken kapıyı Han-ki açıyor. Jung-tae’yi engellemek için geç kalmıştı. Jung-tae, “Önceki mahkûmiyetlerinden dolayı idama mahkûm edilirsin” diyor Han-ki’ye. Onun ilk suçuydu. Onu kurtarmak için yapmış. Han-ki, eliyle boğazını sıktığı Jung-tae’yi bırakıyor. Jung-tae’nin yanından giderken, kamera kesmeyle Han-ki’nin ayaklarını gösteriyor. Gardiyan, Han-ki’yi hücreye bırakıyordu. Myung-su ve Jung-tae de hapishanenin avlusunda yansıyordu.

Jung-tae, kaldıkları ikinci katta Myung-su’ya, “Polise anlatmalıyım” diyor. Han-ki idam edilebilirdi. Myung-su, “Sen yapmasan, Han-ki onun bir yolunu bulup öldürürdü” diyor. Belki de Han-ki’nin hapiste olması Myung-su’yu rahatlatıyordu Sun-hwa için. Ardından Sun-hwa odasında yansıyor sonra. Yatakta oturmuş Sun-hwa, Schiele’nin kitabını açmış hüzünle bakıyordu. Kitaptan sayfasını yırttığı bölümdü bu. Bir fahişe gelip işe çıkmasını hatırlatıyor ona. Sun-hwa öfkeliydi. Kovduğu fahişeden sonra odaya Eun-hye geliyor. Onun için acı çektiğini anlayan Eun-hye, “Senin bu yola düşmene neden olan kişiydi o” diyor. Sun-hwa’nın ona söyleyecek lafı mı vardı? Hapishanede Jung-tae Han-ki’yi ziyarete gidiyor sonra. Aralarındaki camın küçük deliğinden ona sigara verip yakıyor Jung-tae. Sigaradan dumanı içine çekerken Sun-hwa da geliyor beyazlar içinde. Sun-hwa, “Bu şekilde ölemezsin; beni mahvettin ve böyle öleceksin, öyle mi” diyor. Dışarı çıkmasını söylüyor Han-ki’ye. Bağırıyor ve küfrediyor Han-ki’ye. Sun-hwa’ya donuk gözlerle bakan Han-ki sadece sigaranın dumanını içine çekiyordu. Sun-hwa kriz geçiriyor gibiydi. Jung-tae onu tutmasa camı delip Han-ki’yi götürecekti uzaklara sanki. Görüşmeden sonra Jung-tae arabayla, Sun-hwa’yı Han Nehri kıyısına bırakıyor gitmesi için. Ama Sun-hwa ona tokat atıp arabadan inmiyordu. Onlar arabayla giderken, köprüden tren geçiyordu.

Sun-hwa odasındaydı. Aynaya yapıştırdığı fotoğraftaki boşluktan Sun-hwa’nın yüzü yansıyordu. Piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Fotoğraflarda yüzler yoktu. Birden fotoğraftaki boşluktan erkek gözleri de yansıyor. Kimin gözleriydi bu?  Jung-tae’ydi bu. Fotoğraftaki kadının olduğu boşluğu Sun-hwa’nın yüzü dolduruyor ve görüntü kararıyor. Gerçeküstü ve metafor yüklü bir görüntüydü bu? Ardından gecenin içinde genelevler sokağı yansıyor. Dal-su yine görünüyor. Sun-hwa’nın çalıştığı genelevin önündeki satıcıya kızıyordu. Dal-su da insanların bakışlarına karşı bir takıntısı vardı. Obsesyondu bu. Dal-su’nun yanında da Myung-su da vardı. Arabadaki Jung-tae de onları izliyordu. Myung-su Dal-su’yu içeri alıyor. Ona göndermek istediği fahişe isteksizdi Dal-su’yla yatmaya. Arabanın dikiz aynasından Jung-tae’nin gözleri yansıyor. Arabadan inen Jung-tae, odaya giriyor ve Dal-su’ya öldüresiye yumruklar vuruyor. Odaya gelen Myung-su ayırmaya çabalıyordu onları. Ardından elleri kelepçeli ve mavi hapishane kıyafetli Jung-tae hapishanede yansıyor. Koridorda gardiyanla yürürlerken, hücre kapılarının gözlerinden içeri de bakıyordu Han-ki’yi görmek için. Öznel kamera hücre kapısının önünden geçerken kapı gözünden Han-ki görünüyor. Sonra Jung-tae hücreye götürüldüğünde orada başka mahkûmlar da vardı. Aşağılayıcı davranıyorlar ona. Sonra da saldırıyorlar. Diğer taraftaysa tek başına kalan Myung-su, Sun-hwa’nın odasına giriyor gizlice. Sun-hwa uyuyordu. Yatağın kenarına oturan Myung-su onun elini tutuyor. Kaygılanmamasını söylüyor ona. Kendisi hep buradaydı. Sun-hwa’yı okşamaya başlıyor. Sun-hwa ona tokat atıyor böyle yaptığı için. Myung-su, tecavüz etmek için onun üzerine çıkıyordu sonra. 

Gecenin içinde yağmur yağan genelevler sokağı yansıyor. Kamera hapishaneye gidiyor. Gardiyanlar hücre kapısını açıp yerde oturan Han-ki’ye, “565, çık dışarı” diyorlar. Bileklerine kelepçe vuruyorlardı. İdama götürüyorlardı onu. Jung-tae hücre kapısının gözünden görüyor Han-ki’yi ve “Yürümeye devam et” diyor. Sonra da hücrede mahkûmlarla kavga çıkartıyor. Han-ki’yi götüren gardiyanlardan biri hücre kapısını açıp içeri girdiğinde Jung-tae dışarı çıkıp kapıyı örtüyor. Sonra da copla Han-ki’ye vuruyor Jung-tae. Ardından da gardiyanlara savcıyı çağırmalarını söylüyor. İtiraf edecekti her şeyi.

Gece genelevler sokağı yansıyor. Fahişeler yine müşteri çağırıyorlardı. Sun-hwa da işe çıkıyor. Genelev kapısında otururken derinlikte Han-ki görünüyor. Gelen müşteri Sun-hwa’yı seçiyor. Odaya gittiklerinde adam ayda ne kadar kazandığını, soruyor Sun-hwa’ya. Camdan Han-ki’nin özel odaya geldiği fark ediliyor. Sun-hwa, adama tokat atıp odadan kovuyor. Eun-hye odaya gelip sorununu öğrenmek istiyor ağlayan Sun-hwa’dan. Han-ki’nin de serbest kaldığını öğreniyor Eun-hye’den. Kadın gittikten sonra aynaya yaklaşan Sun-hwa’nın yüzü Han-ki’nin yansıması üzerine düşüyordu. Yakın çekimle fotoğraftaki boşluktan yüzü görünüyor Sun-hwa’nın sonra. Ardından diğer boşluktan Han-ki’nin yüzü. Han-ki çakmağı yakınca onu görüyor Sun-hwa. Kül tablasını aynaya fırlatıyor Sun-hwa. Ayna kırılıyor. Sonra odaya gelen Han-ki’ye ağlayarak tokat atıyor Sun-hwa. Oda, Han-ki’nin özel odasından yansıyordu kırılmış yerden. Fonda da “I Tuoi Fiori” şarkısı duyuluyordu. Birdenbire Sun-hwa’ya sarılıyor Han-ki. Sonra yüzleri olmayan fotoğrafları aynadan alıyor Sun-hwa. Aynadaki kendi yansıması da parçalanmış görünüyordu. Her şeyiyle parçalanmıştı o.

Sabah bomboş “Kırmızı Fener” sokağı yansıyordu. Arabayla gelen Han-ki, kapıda bekleyen Sun-hwa’yı arabaya alıyor. Eun-hye de geliyor ve Sun-hwa’nın arabaya binişini sessizce izliyor. İkinci katta da Myung-su fark ediliyordu araba giderken. Alışveriş merkezinin olduğu meydanda bankta oturuyorlardı şimdi. Onu ilk defa bu bankta görmüştü Han-ki. Elini Han-ki’ye uzatıyor Sun-hwa, ama Han-ki elini çekip arabaya doğru gidiyor. Onu azat etmişti. Arabadan Sun-hwa’nın gidişini izliyordu sonra Han-ki.

Sonra Myung-su’yla Kore usulü meyhanede içiyor Han-ki. Kederler içindeki Myung-su öfkeliydi. “Neden yaptın bunu” diyor. Sun-hwa’dan hoşlanıyordu. “Jung-tae’yi katil yaptın” diyor Myung-su. Ne yapmıştı onlara böyle Han-ki? Öfke içinde meyhaneden çıkıyor Myung-su. Sonra gecenin içinde yapayalnız Sun-hwa yansıyor. Sarhoş Myung-su genelevin önündeki satıcıdan kahve alırken, öznel ve sarsıntılı kamera da ona doğru yaklaşıyordu. Satıcıya, “Han-ki hakkında ne düşünüyorsun” diye soruyor. Han-ki iyi biriydi onun için. Han-ki’yi görüyor. O da sarhoştu. Han-ki’yi gören Myung-su, “İşte kahramanımız da boy gösterdi” diyor alaycı sözlerle. Han-ki, Myung-su’yu öldüresiye dövüyor. Eun-hye onları ayırmaya çabalarken, ilk defa sesi duyuluyor Han-ki’nin. Kısık sesiyle, “Pislik herif” diyor Myung-su’ya. “Bir pisliğin aşkı ha” diyor sonra. Gözlerinden öfke ve nefret fışkırıyordu. Myung-su’nun da. Gece öznel ve sarsıntılı kamera, Han Nehri kıyısındaki Han-ki’ye yaklaşıyor sonra. Gelen Myung-su’ydu ve elinde de bıçak vardı. Han-kiyi bıçaklıyor. Fonda da hüzünlü bir müzik duyuluyordu. Kamera, Myung-su’nun bıçağı sapladığında “low angle/düşük açılı” çekimle gösteriyordu bu anı. Han-ki yere yığılırken, elinden bıçak düşen Myung-su paniğe kapılıp kaçıyor oradan. Han-ki de bıçağın üstüne kumla örtüyordu. Sun-hwa da anayolda yürürken yansıyor birden. Bir kamyonet duruyordu yanında. Sonra kamera, Han-ki’nin kanlı elinden yukarı doğru “tilt” yaparak Han-ki’nin yüzünü gösteriyor. Ayağa kalkan Han-ki sigarasını çıkartıp yakıyor. Sun-hwa da kamyonet sahibiyle yolculuk yapabilmek için yatıyordu. 

Han-ki de yaralı olarak elbise satılan bir yere giriyor. Sabah olunca da kareli bir gömlek giyip çıkıyor oradan. Sun-hwa, daha önce Han-ki’nin kendisini getirdiği plaja geliyor. İntiharı mı düşünüyordu? Yere çöken Sun-hwa kumu karıştırırken, kumun içinde fotoğraftaki eksik parçaları buluyor. Bir kadınla bir erkeğin yüzleriydi bu. Fotoğraftaki erkek Han-ki’ydi. Üzerinde kareli gömlek vardı. Kadın da pembe elbiseliydi. Kadın Sun-hwa’ya benziyordu. Yoksa gerçeküstücü bir an mıydı bu? Yoksa Han-ki’nin ona tutulması, Sun-hwa’nın geçmişteki kadınına benzemesi miydi? O kadın var mıydı? Hepsi muammaydı. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Sonra otobüsle yolculuk yapan Han-ki yansıyor. Ardından Sun-hwa şehirde dolaşırken görünüyor. Bir butiğin önünde pembe elbiseyi görünce elbiseye hayranlıkla bakıyor. Sonra Han-ki plaja geliyor. Yere çömeldiğinde görüntüye Sun-hwa da giriyordu pembe elbiseyle. Han-ki’nin yanına oturuyor. Han-ki onu görünce şaşırıyor. Elini omzuna attığında piyano tınıları kaplıyordu perdeyi. Tıpkı fotoğraftaki gibiydi görüntüleri. Sonra görüntü beyazlaşıyordu.

Okyanus kıyısında kamera kamyonetin içindeyken, Han-ki kamyonetin arkasına yatak yerleştiriyordu. Sun-hwa da onu izliyordu kamyonetin ön tarafında. Balıkçı teknelerinin olduğu kıyıya geliyorlar. Genel çekimle yansıyordu bu an. Han-ki balıkçılarla konuşuyor tek tek. Biriyle anlaşıyor ve adamı kamyonete götürüyor. Sun-hwa da kamyonetin arkasına gidiyor onları görünce. Kıyıdaki betonlar bloklar da sanat eseri gibi yansıyordu filmde. Kamera, betonların arkasına geçtiğinde Sun-hwa kamyonete biniyordu. Han-ki de parayı peşin alıyordu. Han-ki, adam kamyonetin arkasına geçtiğinde beton bloklara gelip sigarasını yakıyordu. O bir pezevenkti ve başka bir iş bilmiyordu. İş bittikten sonra Sun-hwa onun yanına geliyor. Fonda da İsveçli şarkıcı Carola Haggkvist’in babasına adadığı “Blott en Dag” şarkısı duyulmaya başlıyordu. Han-ki içtiği sigarayı Sun-hwa’ya veriyor. Sonra arkasındaki kasası kırmızı tenteli kamyonete binip gidiyorlar. Han-ki babası, âşığı ve pezevengiydi şimdi Sun-hwa’nın. Onlar yola çıktığında yavaşça siyah-beyaz olan görüntü ardından donarak fotoğraflaşıyordu. Görüntü kararınca kırmızının pembeye dönüştüğü tente sadece bir nokta gibi kalıyordu siyahlığın içinde. Kim usta, doğrudan bu filminde final anını göstermiyor. Final anı, Sun-hwa ve Han-ki’nin sahile ilk geldikleri zamanın içinde yaşanıyordu. Sun-hwa, pembeli kadının denize doğru yürüyüp intihar etmesiyle kendi sonunu yaşıyordu. Kim usta, bu anda şimdiki ve gelecek zamanları iç içe geçirmişti. Kamyonetin kırmızı tenteli kasası sonra pembeye dönüşüyordu. Kırmızı Han-ki’yi, pembeyse Sun-hwa’nı simgeliyordu bu trajedide. Aslında Sun-hwa, şizofren ruh halindeydi. Bir an gerçekliğinde ve ruhunda Schiele’yi yaşıyordu. Bazı anlar gerçeklikle buluşmasa da David Lynch ustanın belirttiği gibi, rüyaları yalnız bırakmak en iyisiydi. Kim ustanın filmdeki eklektik gibi duran ve yaşanmamış bu son bölümü de rahat bırakmalıydı.

 

“Sahil Koruma...”

Kim Ki-duk ustanın 2002 yapımı “Hae Anseon-Sahil Koruma” filmi, bir ülkeyi ve insanlarını tanımak için bir başucu filmi olabilir. Güney Kore, inanılmaz biçimde, hem de paranoyakça Kuzey Kore’den korkuyor. En azından bu gerçeküstücü filmi seyrederken bunu anlıyorsunuz. Prime-Korea Pictures’ın sunduğu filmin senaryosunu Kim usta yazmış. Müzikleri Yeong-gyu Jang ve Byung-hoon Lee bestelemiş. Kamerayı da Dong-hyeon Baek kullanmış. Bu film, 2003’te Çek Cumhuriyeti’ndeki Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde dört dalda ödüllere aday olmuş ve bunlardan üçünü kazanmıştı. 

Otoriteye, öncelikle orduya karşı muhalif olan Kim usta, bu filminde bir müfreze aracılığıyla Güney Kore ordusuna sert bir bakış gönderiyor. Orduyu biliyordu. Para için orduya katılan Kim usta, bu filminde askerlik deneyimlerini de yansıtabiliyor perdeye. Gerçeküstü anlatımla her şey gerçekçi yansıyordu filmde. Askerlik psikolojisine elle dokunabiliyordu insan. Emir-komuta zinciri altında işlerin yürüdüğü askerliğin, özelde Güney Kore’deki askerliğin ruhunun iç organlarına girebiliyordu kamerasıyla Kim usta. “Sahil Koruma” filminde kanları sanki bir ketçap şişesinden fışkırtır gibi neredeyse perdeyi kırmızıya boyuyordu bir de. Kim usta, bu askerlik aracılığıyla erkeklerdeki potansiyel şiddet duygusunu da dışarı çıkartmayı başarmış.

Ordu, Kuzey Koreli casusların gelebileceği endişesiyle bir balıkçı kasabasına bir müfreze konuşlandırmış. Burası Kuzey sınırındaydı. Gündüzleri talim yapan, geceleri de gece görüşlü dürbünleriyle hareket eden her şeye ateş eden askerler, sonunda büyük bir hata yapıyorlar ve bu hata birçok kişiyi etkiliyordu sonra. Sarhoş iki genç sevgili, Yeong-gil (Choi Hae-yeong) ve Mi-yeong (Park Ji-ah), gecenin bir yerinde kıyıda sevişirken, gece görüşlü dürbünüyle hareket eden bir şeyin farkına varan Kıdemli Onbaşı Kang (Dong-gun Jang), tüfeğindeki şarjörü hareket eden şeye boşaltıyor ve Yeong-gil’in korkunç ölümüne neden oluyor. Kang, el bombası da atınca Yeong-gil’in cesedi parçalara ayrılıyordu.  Bu ölüm, kasabada infial yaratıyor, çünkü ordu mahkemesi Kang’ı masum buluyordu. Ama, bu trajedi hem güzel Mi-yeong’a hem de Kang’a büyük travma yaşatacaktı delilik sınırlarında. Kang, bu cinayeti, bu kaza ölümünü gerçekleştirmeden önce yönetmen onun kişiliği üzerinde de duruyordu. Görevine sadakatle bağlı bir asker olan Kang, izinli bile olsa görevdeymiş gibi davranıyor. Kuzey Koreli casus ve asker yakalamak için takıntı bile yapıyor. Her şey vatan içindi. Ama Yeong-Gil’in ölümü, zihinsel anlamda başka taraflara götürüyordu onu. Dışlanma, yabancılaşma, vicdan azabı vardı orada. Hatta delilik. Bir grup asker de Mi-yeong’un acısından faydalanıyordu ona tecavüz ederek. Kim usta, ordu deneyimlerinden de yardım bularak bu sarsıcı filmi ortaya çıkartmış. İnsanın karanlık doğası da vardı bu sarsıcılıkta. Acımasız ve faydacı olabiliyordu insan. Bir sosyopat gibi. Mi-yeong’un deliliğe sürüklenişi de bu tecavüzün travmasıydı. Tecavüz anları gerçekten vahşiydi. Bakarken insanı zorluyordu.

Askeri mahkemece mahkûm edilmese de askerlikten atılan Kang, karargâhı terk edemiyor. Üstündeki kamuflajlı askeri üniformayı bile çıkartmıyor. Karargâhı terk etmeyen yüzü siyah boyalı Kang, tellerin öbür tarafında askerler talim yaparken Kıdemli Er Yoon’a (Park Yoon-jae) sesleniyor kapının ardından. Onbaşı Jang’a da (Kim Goo-taek) sesleniyor sonra. Zaman geçiyor. İki asker sahil kıyısında yürürken, tel kenarında oturmuş Kang’ı fark ediyorlar. Eskiden onların askeriydi, ama şimdi bir sivildi Kang. Ayağa kalkan Kang, askermiş gibi emir veriyor erlere. Birini de öldüresiye dövmeye başlarken diğeri de üslerine haber vermek için karargâha gidiyor. Kang, dövdüğü ere talim yaptırmaya başlıyor sonra. Kim usta, bu anda etkileyici bir disiplin eleştirisi yapıyordu. Bununla beraber, dışlanmış Kang’ın çöküntüye doğru sürüklenen psikolojisini de dışarı çıkartıyordu tabii ki. Ere acı çektiriyor Kang verdiği talimatlarla. Kang ona,”Hâlâ görevdeyim, anladın mı”, derken, karargâhtan diğer askerler de geliyor oraya. Kang, pısırıkları forma sokuyormuş talim yaptırırken. Çavuş, “Delirdin mi”, diyor ona. Kang askerlikten atılmıştı ve şimdi bir sivildi sadece. Kang, oradaki tüm erlere emir veriyor birden. Onlara talim yaptırmaya başlıyor suyun içinde. Onlara, “Hâlâ komutanınız Kıdemli Er Kang Han-chul” diyor. Kang erlere talim yaptırırken iki kıdemli asker geliyor oraya. Sivil birinden emir aldıkları için erlere kızıyor. Kang emrini sürdürürken kıdemli er ona yumruk atıyor hemen. Kıdemli er, askerlere karargâha dönmelerini söylüyor sonra. Onun emrine uyanlara da ceza verecekmiş. Kang da karargâha girecekken, buranın sivillere yasak olduğunu söylüyor kıdemli er. Askerler karargâha girdikten sonra Kang tüfeğiyle teli parçalıyordu hemen.

Bilardosu da olan kahvehanenin çekici garson kızı (Jeon Na-hyeon) yansıyor kahvehanede. Bu kahvehaneye sivillerle beraber izinli askerler de geliyordu. Kang da oraya geliyor sonra. O gelince ortam birden gerginleşiyor. Silah arkadaşları onu dışlayıp yalnızlığa itmişlerdi. Bu kahvehane de bile dışlanmışlığını hissediyor psikolojisi giderek bozulan Kang. Kasabalı gençler de onu üniformalı görünce şaşırıyorlar. Ordudan atılmış biri resmi kıyafet giyebilir miydi? Onu aşağılamaya başladıklarında onlarla kavga bile ediyor Kang. Gençler dövüyordu onu. Kahvehane sahibi kurtarıyor Kang’ı gençlerin ellerinden. Kahvehaneden karargâhın kıyısına geliyor sonra Kang. Suya girerek bağıran Kang’ın yanına gelen Mi-yeong ona, “Yeong-gil” diye sesleniyor. Mi-yeong da delilik sınırındaydı.

Karargâhta müfreze komutanı öfkeli sesle, kahvehanede olanların ayağa kalkmasını söylüyor erlere. Kang dayak yerken neden ona yardım etmemişlerdi? Kıdemli Er Cho karşı çıkıyor ona. “Neden bir sivile yardım edecekmişiz” diyor. Müfreze komutanını tehdit ediyor er, “Sivil hayatta karşıma çıkma” diyerek. Sonra nöbet yerinde Er Cho’nun arkası yara içinde yansıyor. Falakaya yatırılmış üslerine karşı geldiği için. “O çatlak o… çocuğu yüzünden” diyor pantolonunu çekerken. Nöbet arkadaşı da “Onun hissettiklerini anlıyorum” diyor birden. Onların arkadaşıydı. Cho, arkadaşına hafifçe vuruyor. Kang, karargâhı da ikiye bölüyordu sanki. Onlar tartışırken, öznel sarsıntılı kamera yaklaşıyordu onlara doğru. Kang’dı bu. Onu fark eden diğer er hemen selam veriyor Kang’a. Cho onu itekliyor ve yere düşen Kang’ın yüzüne postalıyla basacakken onun ayağını yakalıyor Kang. Diğer er ayırıyor onları. Ayağa kalkan Kang ona tokat atınca, Cho da yumrukluyor Kang’ı. Dayak yiyen Kang uzaklaşıyor hemen oradan.

Gece olunca askerler gece görüşlü dürbünlerle kıyıyı kontrol ediyorlar. Gece görüşlü dürbünle etraf yeşil görünüyordu. Çerçeve de kaşlıydı. Sadece kıyıda balıkçı teknesi görünüyor. Kang da geliyor sonra. Yüzü de yaralıydı. Er onu içeri alırken tüfeğini kapıyordu birden Kang. Yüzünde öfke vardı. Erlerden biri git hastaneye yat, diyor ona. Onları zor durumda bırakıyordu Kang. Kendisine tüfek doğrultan ere, “Birini vurabileceğini düşünüyor musun”, diyor Kang. Eri kışkırtıyordu. Sonra diğer askerler de geliyor. Kıdemli er onun sırtına dipçikle vuruyor. Ölmek mi istiyordu Kang? Vicdan azabı, suçluluk duygusu onu kemiriyor muydu? Sonra da tüfeğine sahip olmayan ere vuruyor kıdemli er. Askerler gittikten sonra tek başına kalıyor Kang. Gidecek bir yeri yoktu. Telin yanında oturuyor sisler kuşatırken etrafı. Yanına Mi-yeong geliyor ve “Yeong-gil” diyor ona. Fonda da piyano ve keman tınıları duyuluyordu. Kang’ın elinden tutan Mi-yeong, onu götürürken yere düşen Kang, sisler içinde kendine doğru uzanan eli tutunca kol kopuyordu birden. Gerçeküstü bu an, Kang’ın kâbusu muydu? Yoksa bu filmdeki her şey, Kang’ın zihinden düşen anlar mıydı sadece? Zihinsel bulanıklıklar bu andan başlayıp sonuna kadar sürecekti. Gece görüşlü dürbünle bir şeyin hareket ettiğini gören askerler ateş ediyorlar o tarafa. Orada Kang vardı. El bombaları da atıyorlardı. Tıpkı kendisinin Yeong-gil’i öldürdüğü gibi. Askerler onu buluyor. Gündüz de onu kelepçeleyip cipe bindiriyorlar hastaneye götürmek için. Kang’ın bakışları da tuhaflaşmaya başlamıştı. Mi-yeong da tel örgünün ardında onun gidişini izliyordu tuhaf gülümseyişiyle. Hastanenin önüne geldiklerinde onların ellerinden kaçmayı başarıyor Kang. Sonra demircinin (Song Jae-mook) atölyesine geliyor. Demirci dışarı çıktığında kelepçeyi kesmeyi başarıyordu. Yönetmen, Kang’ı burada bırakıp başka trajedileri de yansıtmaya başlıyordu sonra.

Gündüz sahilde Mi-yeong oltaya taktığı balıkla oyun oynarken yansıyor. Sonra abisi Cheol-gu (Yoo Hae-jin) geliyor motosikletiyle. Kız kardeşini içeri götürmek isterken karnındaki şişkinliği fark ediyor birden. Hamile miydi Mi-yeong?  Motosikletiyle kız kardeşini karargâha götürüyor Cheol-gu. Askerler talim yapıyorlardı. Elinde bıçağı olan Cheol-gu öfkeliydi ve karargâhın kapısına tekme de atıyor açmaları için. “Hanginiz kız kardeşimi kirlettiniz” diyor öfkeyle. Hepsini tehdit ediyor. Ceza almaları için. İş ciddiydi. Kapı açılıyor. Müfreze komutanı, “Kim yaptıysa öne çıksın” diyor sıralanmamış askerlere. Bir asker öne çıktığında, Cheol-gu saldırıyor ona. Cheol-gu, “Sen tek değilsin, diğerleri de çıksın” diyor. Mi-yeong, sonra yüzünü öptüğü askerler öne çıkmaya başlıyor. Yarım düzine asker ona tecavüz etmiş. Müfreze komutanını da öpmek istiyor sonra. O da mı tecavüz etmişti? Mi-yeong cipe binip oyun oynarken, abisi de tecavüzcü askerlere tokat atıyordu küfrederek. Müfreze komutanı onları okyanus kıyısında tüfekli ve ağır teçhizatlarıyla koşturmaya başlıyor sonra. Üstleri çıplaktı ve sadece donları vardı üzerlerinde. Bir de başlarında miğferleri. Cheol-gu da olanları izliyordu. Delirmiş Mi-yeong hiçbir şeyden haberi yoktu. O sadece eğleniyordu elinde kırmızı bayrağıyla. Müfreze komutanı, “Bu kadar yeter. Komutanlara da gitme sakın” diyor Cheol-gu’ya. Bebek ne olacaktı? Onun için de bir çözümleri vardı tabii ki. Canının yanmamasını da sağlayacaklarmış. Cheol-gu, müfreze komutanından da şüpheleniyor. Tecavüzcü askerlerin içinde o da var mıydı? Sonra müfreze komutanına yumruk atıyor Cheol-gu. Ardından da koşan askerler yansıyor. Bu turu Onbaşı Jang bitirecekken, bitkin bir er onu engellemeye çalışıyordu yine koşacağını sanarak.

Sonra karargâhta Doktor (Kim Young-jae), “Hiç jinekoloji ameliyatı yapmadım” derken yansıyor müfreze komutanına. Bu iş bu gece olmalıydı. Müfreze komutanının yanına gelen Kim, “Yapamazsınız” diyor ona. Çocuk, tecavüz eden herkesten olabilirdi. Müfreze komutanı ona kızıyor. Kim için kürtaj yanlış bir şeydi. Ama kürtaj olmazsa ceza alacaklardı hepsi. Onbaşı Jang’dan kızı getirmesini istiyor müfreze komutanı. Gündüz hastane yakınlarındaki ormanda tek başına Mi-yeong yansıyor ardından. Askerleri fark eden Mi-yeong kaçmaya başlıyor onlardan. Gece yağmur yağarken, Mi-yeong’u karargâhta bir yere getiriyorlar. Fonda da ağıtsal bir müzik duyuluyordu. Doktor, ameliyat için anestezyen yok, diyor. Mi-yeong acı çekecekti. Yoon orada ve ameliyatı engellemeye çabalıyordu. Mi-yeong da korku içindeydi. Sonunda kürtaj bitiyordu Mi-yeong’un acı çığlığıyla.

Gündüz. Kamera, satır ve bıçaklardan sola çevrinme (pan) yaparak yakın çekimle Mi-yeong’un ayaklarını gösteriyor. Mi-yeong kanlı eteğiyle eve gelmiş. İçinde balıklar olan akvaryumun içine giriyor. Yüzünde acı vardı. Fonda acı ağıt bir müzik de devam ediyordu. Önü kalp şeklindeki akvaryumun suyu kırmızılaşıyor sonra. Bir balığı yakalayan Mi-yeong, balığın başını ısırdığında abisi kapıyı açıyor. Mi-yeong, balıkların hepsini öldürüp akvaryumun dışına atmış. Cheol-gu öfkeyle bıçağı alıp karargâha gidiyor. İki askerle karşılaşıyor ve bıçağı bir askere saplıyordu. Diğer asker de onu tutmaya çabalıyordu. Sonra da polise teslim ediliyor Cheol-gu.

Bir otobüs yansıyor sonra uzaktan. Gece olduğunda tel örgü makasla kesiliyor. Ardından öznel ve sarsıntılı kamera askerlerin uyuduğu koğuşa giriyor. Elbiseler ve botlar yansıyor. Sonra koğuşa giren nöbetçi asker uyuyanları uyandırıyor. Görev zamanıydı şimdi. Üniforma ve bot eksikti. Ardından, öne doğru giden öznel ve sarsıntılı kameranın görüntüsü yansıyor sahilde. Nöbetçi iki asker de şaşkındı olanlardan. Eşyaları kim almıştı? Gizlice onlara yaklaşan biri, Er Kim’in tüfeğini alıyor birden. Bir süre unutulan Kang yine mi oralardaydı şimdi? Yakın çekimle botunun ipini bağlayan, üniformasının düğmelerini ilikleyen asker, tam teçhizat savaşa hazırdı. Kameraya döndüğünde görüntüsü dalgalanarak biçimbozumuyla yansıyordu Kang’ın. O, bir yanılsama mıydı, yoksa Kang’ın kendisi miydi? Müfreze komutanı silahı kaybeden iki nöbetçi ere talim yaptırarak cezalandırıyor sonra. Kang’dan şüpheleniyorlar. Tüfek bulunana kadar komutana haber verilmeyecekti. Nöbetteki başka iki er yansıyor. Kang onlara ateş eder miydi? İki er izleniyordu uzaktan. Erin biri gece görüşlü dürbünle baktığında Kang’ın onlara tüfekle nişan aldığını gördüğünü sanıyor. Ateş edilince, Er Yoon hafif yaralanıyor. Silah sesini duyan diğer askerler de geliyor oraya. Çatışma başlıyor. Yönetmen, Kang gibi algılanan askeri bulanık ve biçimbozumuyla yansıtıyordu hep. Gerçeküstücü bir görüntüydü bu.

Gündüz olduğunda karargâha ciple General (Kim Tae-jong) geliyor. General öfkeliydi ve müfreze komutanına da kızıyor. Kurşun pahalıydı çünkü. Görüntüsü dalgalı yansıyan Kang da onları izliyordu tel örgünün dışından. Sinsice gülümsüyordu. Aşağılanan müfreze komutanı erleri yine sahilde ağır teçhizatla koşturuyor. Okyanusun, gelgit olayıyla suları da çekilmiş. Onları çamurlu suda yuvarlatıp şınav da çektiriyor müfreze komutanı. Kang’ı yakalayana kadar da üniformalarını değiştiremeyecekti askerler. Koğuş yansıyor sonra. Bir asker uyandığında yatakta uzanmış Kang’la göz göze geliyor. Ama görüntü dalgalanınca yatakta başka asker görünüyordu. Yönetmen bu anla askerlerin bozulan ve çöken psikolojilerini de somut olarak yansıtıyordu. Kang, onların zihninden düşerek her yerde mi kendini gösteriyordu? Yönetmen, Kang’ı dalgalı bir görüntüyle yansıttığında zihinler tamamen bulanıklaşıyor. Çünkü yanılsama yaratıyordu askerlerle beraber seyircilerin bulanık zihinlerinde. Gündüz koğuşta askerler hazırlık yapıyorlardı görev için. Hafif el kamerası da giyinen ve yüzünü siyaha boyayan askerlerin arasında dolaşıyordu sonra. Dışarı çıkan askerler ayakla tenis oynarken yansıyor ardından. Askerler görev yerlerine gidiyorlar eğlenceden sonra.

Gece nöbet yerinde bir er, “Er Cho korkmuyor musun” diyor arkadaşına. Kang, Er Kim’in tüfeğini çalmıştı. Cho tuvalet yapmak için nöbet yerinden ayrılıyor sonra. Öznel kamera da Cho’ya yaklaşıyordu arkasından. Fener ışığı gözünü kamaştırıyor Cho’nun. Gelen kimdi? Sadece yerdeki Cho’nun acısı yansıyordu öznel kameradan. Sonra birdenbire ortadan kayboluyordu gelen. Nöbet yerine dönen Cho, nöbet yerinde bir başka askeri, Er Kim’i elinde fenerle görünce ondan şüpheleniyor. Birbirinden nefret eden iki er, gece görüşlü dürbünleri başlarına geçirip kıyıda boks yapmaya başlıyorlardı sonra. Ellerinde de boks eldiveni vardı. Telin ardında yüzü dalgalı yansıyan Kang da onları gülümseyerek izliyordu. Herkesin psikolojisini bozmuştu Kang. Ruhunda yaşadığı cehennemi hepsine mi yaşatmak istiyordu? Dövüşten sonra bir ateş sesi duyuluyor ve Cho vuruluyordu. Sıhhiye de geliyor. Ağır yaralanan Cho, sedyeyle götürülürken son nefesini veriyor. Gündüz karargâhta Cho’nun ölüsü başında karargâh komutanı,“Kariyerimi mahvetmek mi istiyorsun”, diyerek müfreze komutanına tabanca doğrultarak, onu hemen bulmasını söylüyor. Müfreze komutanı kıyıda topladığı askerlere, “Sıranın kimde olduğu bilinmiyor,” diyor. Artık Kang bir düşmandı. Buraya gelen herkesi öldüreceklerdi.

 Fonda keman tınıları duyulmaya başlıyor. Kang görevi başlamıştı. Gece sahilde gece görüşlü dürbünle kıyı yansıyor. Askerler mevzilerine konuşlanırken, kamera da onları sağa çevrinme yaparak gösteriyordu. Askerlerden biri, “Nasıl oldu da kalbine isabet ettirdi ki” diyor Er Kim’e. Hem de gece karanlığında. Bir şeylerden şüpheleniyordu asker. Kim’e, “Er Cho’dan sen de nefret ediyordun” diyor. Ondan mı şüpheleniyordu arkadaşı? Cho üslerine karşı gelmiş. Kim vurursa vursun herkes Kang’dan şüphelenirdi. Kim, kalkıp gidiyor ve nöbet yerinde kendinden şüphe eden ere nişan alıyor. Bu an gece görüşlü dürbünle yansıyordu. Tel örgü arkasında meçhul bir asker beliriyor. Ardından nöbet yerindeki er başından vuruluyor. Kim, gece görüşlü dürbünüyle arkasını döndüğünde karşısında sinsice gülümseyen Kang’ı görüyor. Yoksa zihni ona oyun mu oynuyordu? Kim, giden meçhul askerin peşine düşüyor sonra. Sedyeyle askerin cesedi taşınacakken ateş sesleri duyuluyor. Kim de meçhul askerin peşindeydi. Kumsalda onlar koşarken, Mi-yeong’un çıplak ayakları görünüyor birden. Meçhul asker ve Kim’in postal izlerine basıyordu Mi-yeong. Sonra meçhul asker ve Kim, birbirlerine nişan alıyorlar. Meçhul asker, Kim’i başından vuruyor. Başındaki miğfer önce kurşun isabet etmiş gibi görünen Kim, gece görüşlü dürbününden yansıyan zihnindeki Kang’ın görüntüsünden sonra miğferi sağlamdı. Gerçekle yanılsama iç içe geçmişti. Askerler her yerde Kang’ın görüntüsünü mü görüyorlardı? Kim usta, zihinleri bulanıklaştırıyor hep. Kim, siperlerdeki askerlere ateş etmeye başlıyor sonra. Çatışma sürerken bulutların arasından ay yansıyor sonra. Askerler, gün ağarırken ateş ettikleri kıyıya doğru gittiklerinde askeri üniformayla karşılaşıyorlar. Miğferin içi de boştu. Askerler hayali Kang’la çarpışmışlardı hep. Askerler yaralanmış ve ölmüşlerdi. Ardından Mi-yeong’un gülen sesi duyuluyor. Üzerinde geceliği olan Mi-yeong, gülerek onların yanından geçip suya doğru yürüyordu bu gerçeküstü anları tamamlayarak.

Zincirlemeli geçişle şehrin içinde askeri üniformalı ve tüfekli Kang yansıyor. Şarkı söylüyordu. O şarkı söylerken, kamera da ona usulca yaklaşıyordu. Önce ilgisiz insanlar sonra etrafında toplanıyorlardı. Şarkıda, “Keşke duygularımı anlatabilsem/ Anılarımdaki o soluk günü tekrar yaşayabilsem / Ne kadar pişman olsam da onlar geride kaldı” diyordu. Şarkıdan sonra talim yapmaya başlayan Kang, bir adam ona gülümseyince süngüyü genç adama batırıyordu birden. Polisler gelince de onlara nişan alıyordu Kang. Sonra fonda trompet tınısı yükselmeye başlıyor. Kamera, zumla Kang’ın yüzüne yaklaşırken silah sesi duyuluyordu. Görüntü beyazlaştıktan sonra da karargâhta topla ayak tenisi oynayan askerler yansıyor. Askerler mutluydular ve eğleniyorlardı. Orada, bu tanık olunanlar yaşanmamıştı sanki. Kim usta, ortadan kaybedip sonra birdenbire ortaya çıkardığı Kang’ın varlığıyla vicdanı hissettiriyordu hep. Kang göründüğü anlarda, biçimbozumuna uğramış görüntüsüyle yansıyordu; bir hayalet veya zihinde yansıyan biri gibiydi. Ustanın “Sahil Koruma” filmi de “Kötü Adam” ve “Boş Ev” gibi simgeselliğin kendini yoğun hissettirdiği kapalı yapıtlarından biriydi. Belki de bu yüzden ihtimaller insanları boşlukta bırakacaktı böyle gerçeküstücü yapıtlarında. Ardından Kang’ın söylediği şarkı trompet tınısı eşliğinde duyulmaya başlıyordu Hyeon-jin Baek’in yorumuyla. Şarkının ismi de “Gwageoneun Heulleogassda”, yani “Geçmiş Aktı” idi.

 

“İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar...”

Kim Ki-duk ustanın 2003 yapımı “Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom-İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filmine ilk görüşte âşık olabiliyor insan. Kim usta, bu filmini mevsimlere ayırmış ve her mevsim geçişinde yaşlı bilge ustanın öğrencisi biraz daha yaşlanıyordu. Yönetmenin bu filminde kullandığı müzikler ve estetik görüntüler de etkileyici. Yönetmenin, resim ve heykel tutkusu bu filminde de başköşede. Bu filme mevsimler üzerinden bakarken, yaşlı bilgenin insana dair hayat derslerinden de ilham almak gerek… LJ Film-Korea Pictures’ın sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Ji Bark bestelemiş. Görüntüleri de Dong-hyeon Baek çekmiş. Filmin kurgusunu da yönetmen yapmış. Ustanın bu filmi, 2003’te 56. Locarno Uluslararası Film Festivali’nde “Altın Leopar” dâhil beş dalda ödüllere aday oldu. Büyük ödül hariç diğer dört ödülü de kazanmıştı usta. Film, Güney Kore’nin kuzeyindeki Gyeongsang Eyaleti’nde bulunan Jusanji Göledi’nde çekilmiş. Kim usta, mevsim adlarını kâğıtların üzerinden grafiksel yansıtmış. Ara yazılar önemliydi. Gerçeküstücüydü. Mevsimler, insan ömrüne de metafor yapıyor bu bölümlü filmde. Derinlikte daha da anlamlaşıyordu bu.

İlkbahar… Ormanın içindeki göledin ortasına oturtulmuş barakadan bir evde yaşlı Budist bilgeyle usta (Yeong-su Oh), yedi yaşlarında bir erkek çocuk (Jong-ho Kim) Budizm ruhuna uygun yaşıyorlardı burada. Dünyevî zevklerden uzaktalar. Onlar keşiş. Şifalı otlar toplayıp ilâç yapıyorlar. Yaşlı kutsal bilge usta, öğrencisine Budizm öğretilerini öğretiyor. Karaya da kayıklarıyla çıkıyorlardı. Odası olmayan kulübede kapılar da vardı. Hatta karadaki iskelede bile bir kapı vardı. Derinlikli bu filmin simgeleri de çok güçlü ve öğreticiydi. Kapıları hiç kullanmanıza bile gerek yok, ama ritüel önemliydi.

Üzerinde resim olan kapı dışarıya açılıyor ve göledin içindeki tapınak kulübe yansıyor. Etkileyici müzik de duyulmaya başlıyor. Kamera, sudaki ağacın yansımasından yukarı doğru “tilt” yaparak daha yakından gösteriyor kulübeyi. Kulübenin içinde önce Buda’nın heykeli yansıyor. Heykel, küçük havuzun üstündeydi. İçinde de balıklar vardı. Göledin içinde de taşlarla örülmüş yerde çizgili balıklar yüzüyordu. Kamera, aşağıdan yukarıya doğru yine “tilt” yaparak Buda heykelini yansıtıyor. Yaşlı bilge heykelin önünde dua ediyordu. Çocuk da kendi yatağında uyuyordu. Onu uyandırıyor. Uyanan çocuk heykelin önünde dua ediyor önce. Yaşlı bilge heybesiyle üzerinde resim olan kayığa biniyor. Çocuk da onunla beraberdi. Yaşlı bilgeye “Usta” diyor küçük çocuk. Karaya çıkıyorlar. Çocuk resim olan kapıyı açıyor ve ormana gidiyorlar. Çocuk da ilaç için bitki toplamaya başlıyor. Otları biliyordu. Otu koparırken kendine doğru gelen yılanı fark edemiyor. Yaşlı bilge yılanlara dikkat etmesini söylemişti. Çocuk yılandan korkmuyor ve onu tutup fırlatıyor. Ormanda da Buda heykelleri ve Budist anıtlar vardı. Çocuk, büyük Buda heykelinden göledin içindeki kulübeye bakıyor sonra. Kapıyı örtüp kayıkla kulübeye gidiyorlar. Bir köpekle, iki de tavukları vardı. Sonra otları ayıklıyorlar kulübenin önünde. Çocuk bir otu sepete koyarken bilge o otu aldırıyor. Diğerleriyle aynı gözükse de öldürücü ottu o. Diğerleri hayat kurtarıyordu. Çocuk, “Aynı gözüküyor, nasıl ayırt edeceğim” diye soruyor. Yakından bakınca farkı görünüyormuş. Kulübe şamandıranın üzerinde duruyor. Kenarlarında da resimler çizilmişti. Kulübede hayvan heykelleri de vardı.

Oyun oynayan çocuk uykuya dalıyordu gündüz. Uyanan çocuk kayıkla tek başına karaya gidiyor. Büyük ağacın üzerinde sapanıyla taş atıyor. Doğayı tek başına keşfediyor. Muzırlık da yapıyor bu keşif sırasında. Önce suda bir balık yakalıyor. İpin bir ucunu taşa, diğer ucunu da balığa bağlıyor ve suya bırakıyordu balığı. Balık yüzmekte zorlanınca da eğleniyordu. Sonra aynı şeyleri bir kurbağa ve yılana yapıyor. Ustası da çocuğu sessizce takip ediyordu. Yaşlı bilge sonra birkaç taş alıyor yanına. Gece çocuk uyurken, çocuğun sırtına iple taş bağlıyor bilge. Ustası çocuğa ders veriyordu bununla. Bu dersin anlamını ancak yıllar sonraki bir mevsimde anlayacaktı çocuk. Eğer eziyet ettiği hayvanlardan biri ölmüşse, bu taşı hayat boyu kalbinde taşıyacaksın, diyor bilge usta. Sabah olunca yaşlı bilge kulübenin önünde çocuk Buda heykelini temizlerken çocuk uyanıyor. Zorla yataktan kalkan çocuk ustasına arkasında taşı çıkarmasını söylüyor. Bunun ders olduğunu nereden bilecekti ki? Sırtı acıyan çocuğa yaptıklarını hatırlatıyor ustası. Önce balığı. Sonra kurbağayı. Ardından da yılanı hatırlatıyor. Çocuğa yürümesini söylüyor, ama birkaç adım atan çocuk yere düşüyor. Karaya çıkıyorlar. Sırtında taşla yürümeye çalışan çocuk, eziyet ettiği balığı suda ölü buluyor ve balığı gömüyor. Bilge de uzaktan onu izliyor. Kurbağa yaşıyordu. Bağladığı ipi çözüyor ve suya bırakıyor kurbağayı çocuk. Ardından tepeye tırmanıyor güçlükle. Yılanı kanlar içinde görüyor. Ağlıyor. Ustası onu izliyor sessizce. Ardından nehir yansıyor. Duyulan müzik hüznü daha da çoğaltıyordu bu anlarda.

Yaz… Karadaki kapı gıcırtıyla açılıyor ve tapınak kulübe görünüyor. Kayıkta bir genç kürekleri çekerken yansıyor. “İlkbahar” bölümünün çocuğu şimdi bir delikanlıydı. Genç keşiş (Jae-keong Seo) karaya çıkıyor. Kapıdan ormana doğru yürüyor. Doğa gibi uyanıyordu genç keşiş de. Doğa keşiflerinde hayvanların aşklarına da tanıklık ediyor genç keşiş. Birbirine dolanmış iki yılanın çiftleşmesine tanıklık ediyor önce. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Muazzam bir keşifti bu onun için. Yüzüne mutluluk gülümsemesi yerleşiyordu şaşkınlıkla beraber. Devasa Buda heykelinden puslu dağlara bakıyor sonra. Birilerini görüyor. Güzeller güzeli bir genç kızla (Yeo-jin Ha) annesi (Jung-young Kim) geliyordu küçük dünyalarına. Onları karşılıyor genç keşiş. Konuşmasalar da anlıyordu genç keşiş. Kız hastaydı. Şifa bulmak için “kutsal efendi” denilen yaşlı bilgeden şifa bekleniyordu. Kayıkla onları kulübeye götürürken kökleri suların içinde olan yaşlı ağacı anlatıyor onlara. Ağaç üç yüz yaşındaymış. Kıza, “Sen ağaç gibi sağlıklı olacaksın” diyor genç keşiş. Kulübeye geliyorlar. Yaşlı bilge Budist selamıyla karşılıyor onları. Kulübeye giriyorlar. Dua ediyorlar Buda heykelinin önünde. Hasta kız Buda heykeline bakıyor. Kamera, aşağıdan yukarı “tilt” yaparak yansıtıyordu heykeli.

Geceydi. Kızın annesi dışında hepsi uyuyordu. Anne, Buda heykelinin karşısında kızı için dua ediyor. Genç keşiş uyanıyor ve uyuyan kıza bakıyor. Sabah oluyordu. Kamera, doğanın panoramik manzarasını yansıtıyor önce. Yaşlı ve sağlıklı ağacın derinliğinde yansıyor tapınak kulübe. Anne, kızı için endişeliydi. Yaşlı bilgeye “İyileşecek mi” diye soruyor. Kızın ruhu acı çekiyordu. Yaşlı bilge böyle diyor. Yaşlı bilge, “Ruhu huzuru bulunca sıhhate kavuşacak” diyor anneye. Genç keşiş, kızın annesini kayıkla karaya götürüyor. Kız orada kalacaktı şifa bulmak için.

Yağmur yağarken kız da kayığın yakınında oturuyordu. Genç keşiş de onun başı üzerinde sepeti tutuyordu ıslanmasın diye. Piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Aşkın ilk kıvılcımlarını haber veriyordu sanki bu tınılar. Sonra kız içeride elbiselerini değiştirirken, onu yarı çıplak görüyor genç keşiş. Hayatında ilk defaydı bu. Sonra kız kulübenin önünde oturuyor. Yağmur hâlâ yağıyordu. Beyaz elbise giyinmiş kız, kutsal heykelin üzerine oturmuştu. Yaşlı bilge kızardı. Genç keşiş mahcubiyetle kızı uyarıyordu. Kız, içeride Buda heykelinin önünde dua ediyor, sonra da uyuyakalıyor. Sanki Buda heykeli kızı seyrediyordu bu anda. Ruhani bir hisle yansıyordu bu anlar. Ruhunu iyileştiriyordu genç kızın. Fondaki müzik de bu ruh haline dokunuyordu adeta. Ardından kırmızı-beyaz çizgili balıklar yansıyor küçük taş havuzdan. Genç keşiş kapıyı açıyor. Kızı uyurken görüyor. İçeri giriyor ve üstünü örtüyor. Sonra da kıza dokunuyor genç keşiş. Kız uyanınca ona tokat atıyor birden. Aslında genç keşiş onu keşfetmek istiyordu. Hemen hemen aynı yaştaydılar. Ama onda farklılıklar vardı. Kendisinde olmayan şeyleri keşfetmek istiyordu genç keşiş. Suç işlediğini düşünüyor ve Buda heykelinin önünde dua etmeye başlıyor sonra genç keşiş. O dua ederken kız elini onun omzuna koyuyor. Yaşlı bilge geliyor içeriye. Kız ayağa kalkıp yaşlı bilgeye selam verip dışarı çıkıyor. Yaşlı bilge, “Neden durduk yere dua ediyorsun” diyor genç keşişe. Bunun cevabı yoktu. 

Sonra genç keşiş kayıkta yansıyor. Kıza gelmesini söylüyor. Belki bu ona iyi gelirdi. Kız gülümseyince fonda piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Kız kayığa biniyor. Yaşlı ağacın yanından karaya çıkıyorlar. Kız kayıktan inip yürümeye başladığında kamera sağa doğru kayarak onu izliyordu. Kız kapıdan geçip doğanın içine dalıyor. Kız suyun içinde balıkları seyrederken, kamera da suyun içinden onu yansıtıyordu. “Kuş Kafesi” filmindeki gibiydi. Sanki genç keşiş, onu sessizce izliyordu. Tıpkı ustasının yaptığı gibiydi bu. Kayanın üzerinden de kayıp düşüyordu bu sessiz izlemelerinde. Kız balığı elleriyle tutmaya çabalıyor. Çocukluğundan beri elleriyle balık tutma uzmanı genç keşiş suya dalıp tutup kıza veriyor balığı. Balık kızın elinden suya atlıyor. Yaşama gücüydü bu. Genç keşiş, kıza yaklaşıyor ve elini yüzüne, sonra da göğsüne götürüyor. Kız onu itekliyor. Her şey bu kadar çabuk olamazdı. Romantizm yaşanmalıydı.

Bulutlu gökyüzünde ay yansıyordu. Kız uyurken, kamera sola doğru kayarak aynı yatakta uyuyan yaşlı bilge ve genç keşişi gösteriyor. Genç keşiş uyuyamıyordu. Vücudu yanıyordu. Doğa gibi uyanmıştı. İçgüdüleri tüm ruhunu kaplamıştı sanki. Sonra kıza bakıyor. Kız da uyumuyordu. Gözlerini açıyor ve göz göze geliyorlar. Gündüz olunca karada ilaç için ot topluyor genç keşiş. Onları ilaç yapıyorlar kulübede. Otları taş havanda döverken ustası da yanındaydı. Kız da oradaydı. Ustası, “Yavaş ol. Yüreğini koyarak hazırlamalısın” diyor ona. Hazırlanan ilacı kıza sunuyor genç keşiş. Sonra kayığa biniyor ve kayıkla etrafında daire çizer gibi dönmeye başlıyor genç keşiş. Vücudundaki yüksek enerjiyi atar gibiydi sanki. Kız onu seyrederken birden suya düşüyor genç keşiş heyecanlanarak. Bir an sudan çıkmıyor. Birden çıktığında kızı da suya çekiyordu. Kayığa çıkıyorlar. Farkında olmadan belki de genç keşiş kızın ruhundaki acıları azaltıyordu. Yine karaya çıkıyorlar. İkisi de sırılsıklamdı. Su yükselmiş ve kapının olduğu yerde bile sular vardı. Ördekler suda yansıyor sonra. Ardından akarsuyun yanında çırılçıplak sevişmeye başlıyorlar. Doğa uyanmıştı. Kız ve genç keşiş sevişmeyi bilmese de içgüdüleri onlara yol gösteriyordu. İkisi de bu ilk deneyimde bu içgüdüyü yaşıyorlardı sonuna kadar. Sevişme sonrasındaki huzurlu an yansıyordu. Gökyüzündeki bulutlar büyüleyici görünüyordu onlara. Kız yürüyemeyecek kadar yorgun düşünce, genç keşiş onu sırtında taşıyor kayığa kadar. Ustası, grafiksel yazı yazarken, onlar geliyordu kulübeye.

Uyuyorlardı. Ama genç keşiş kalkıyor ve usulca kızın yanına gidiyor. Kız da uyumuyordu. Kız yorganı kaldırıyor ve yatağına genç keşişi alıyor. Yorganın altında sevişiyorlardı. Doğa tam anlamıyla uyanmıştı artık. Sabah olunca genç keşiş, kutsal heykeli temizleyip kızı da üzerine oturtuyor. Aşkın en güzel hallerini yaşıyordu ikisi de. Her şey doğa gibi taptazeydi. Yağmur da yağıyordu. Dağlar da pusluydu. Bir böceği kızın omzuna koyuyor genç öğrenci. Kız korkuyor. Yaşlı bilge de oradaydı. Onların mutluluğunu gülümseyerek izliyor yaşlı bilge. Her an beraberlerdi. Sanki ikisi birbiri için yaratılmıştı. Aşklarına doğa da tanıklık ediyordu onların. Genç keşiş, “İyileştin mi”, diye soruyor. Tamamen iyileşmişti kız. Onu göremeyince deliriyormuş genç keşiş. Bu tuhaf duygu da neydi?

Gece olunca yine uyuyamıyor genç keşiş. Kız da. Kız kalkıyor ve dışarı çıkıyor. Ardından genç keşiş gidiyor. Kayıkla yaşlı ağacın oradaki iskeleye geliyorlar. Yönetmen, onların kayığın içinde sevişmelerini göstermiyor. Sadece sesleri duyuluyordu. Kulübede de yaşlı bilge uyanıyor. İkisi de ortalarda yoktu.  Kayık sürüklenerek kulübeye doğru gelmiş. İkisi de kayıkta çıplak uyuyorlardı. Yaşlı bilge bir süre onları seyrediyor. Artık kız iyileşmişti. Yaşlı bilge, tavuğun ayağına ip bağladıktan sonra tavuğu kayığa atıyor ve kayığı kulübeye çekiyor. Ardından da kayığın tıpasını çekince içine su dolmaya başlıyordu. Kayığı bırakıyor. Genç keşiş uyanıyor. Suyu boşaltmaya başlıyor. Kulübede ustasından özür diliyordu sonra. “Hata yaptım” diyor ustasına. Olan olmuştu. Kıza hasta mısın, diye soruyordu yaşlı bilge. İyileşmişti. İlaçlar doğruymuş. Gitmesine izin veriyor. Genç keşiş karşı çıkıyor bu karara. Yaşlı bilge, “Sahiplenme tutkun uyandı yalnızca. Bu da öldürme isteğini uyandırır” diyor öğrencisine. Kız için de gitmek zordu. Yaşlı bilge onu kayıkla karaya çıkartıyor. Hüzünlü bir tını duyulmaya başlıyor sonra fonda. Genç keşiş de Buda heykelinin önünde dua ediyor ağlayarak kız giderken. Koşarak dışarı çıkıyor. Kayık uzaklaşmıştı. Karaya çıktıklarında kız kapıyı açıyor son defa. Gece acılar içindeydi genç keşiş. Ustası da aynı yataktaydılar. Uyuyamıyor. Belki ilâçların da faydası vardı. Ama aşkın gücü de vardı. Kız iyileşmişti. Ama geride yeni bir hasta kalıyordu. Dünyevî zevkleri tadan genç keşiş, kulübede önünde dua ettikleri Buda heykelini heybesine koyuyor, uyuyan ustasına selam veriyor ve sonra da gidiyordu. O giderken gözlerini açıyor yaşlı bilge. Gün ağarırken kayığa tavuğu da alıp uzaklaşıyor oradan genç keşiş. Karaya çıkıyor. Kapıyı açıyor. Tavuğu serbest bırakan genç keşiş, başka dünyaları keşfetmek için yollara düşüyordu. Kamera, gökyüzündeki yoğun bulutlar üzerinde dolaşıyor sonra. Sadece deliği andıran küçük bir boşluk vardı yoğun bulutların ortasında. Günışığı oradan giriyordu. Bu metafor filmin derinliğinde anlamlaşacaktı. Çünkü umut daima vardı.

Sonbahar… Yaşlı ağacın oradaki kapı açılıyor. Yaşlı bilge sırtında heybesiyle kayığa biniyor. Yaşlı bilge, daha da yaşlanmıştı ve yalnızdı. Heybesinde bir kedinin başı fark ediliyor. Artık köpeğin yerine bir kedisi olacaktı. Köpek sadıktı, kedisiyse isyankârdı. Bu da bir metafordu filmde. Kulübeye geliyor. Beyaz kediyi heybeden çıkartıyor. Büyük taşları olan tespihi de vardı yaşlı bilgenin. Yiyecek sardığı gazete sayfasında öğrencisinin (Young-min Kim) fotoğrafını fark ediyor. Haberde, “Erkek, otuz yaşında. Karısını öldürdükten sonra kaçtı” yazıyor haberde. Ardından gerilimli müzik duyulurken rüzgâr esmeye başlıyor. Üzerinde balık biblosu olan çan da sallanıyordu. Yaşlı bilge, Budist kıyafetinin söküklerini dikiyor. Hazırlık yapıyordu sanki. Beyaz kedi balıkların olduğu küçük havuzun oralarda dolaşırken yansıyor. Ardından da öğrenci keşiş görünüyor. Yaşlı ağacın oradaki kapıyı açıyor. Yaşlı bilge kulübeden onu görüyor ve mutlu oluyor. Kayığıyla karaya kürek çekiyor sonra. Öğrenci keşişin gidecek başka yeri yoktu. Yaşlı bilge onu yakından görünce, “Kocaman olmuşsun” diyor. Çantasıyla kayığa biniyor öğrenci keşiş. Yüzünde mahcubiyet de vardı. Kulübeye geliyorlar. Kedi karşılıyor onları. Hiçbir şey değişmemişti. Her şey bıraktığı gibiydi. Sadece dua ettikleri Buda heykeli yoktu. Kediyi kucaklayan yaşlı bilge öğrencisine, “Mutlu bir hayat yaşadın mı bugüne kadar” diye soruyor. Yaşadıklarından ilginç olan bir şeyi anlatmasını istiyor ondan. “Erkeklerin dünyası sana acı vermeye başladı” diyor yaşlı bilge. Öğrenci keşiş öfkeliydi.  “Acı çektiğimi görmüyor musun” diyor yaşlı bilgeye. Tek günahı sevmekmiş. Bunun dışında bir şey istememiş. Sevdiği kadın başka adamla kaçmış. Oysa onu sevdiğini söylemiş kadın. Yaşlı bilge, “Erkekler dünyasının nasıl olduğunu daha önceden bilmiyor muydun”, diye soruyor. Bazen hoşlanılan şeyleri oluruna bırakmalıydı. Bizim sevdiğimiz şeyi başkası da sevebilirdi. “Sen ne beğenirsen diğerleri de onu beğenir” diyor yaşlı bilge. Onun aldatması onurunu incitmiş öğrenci keşişin. Bu, onun için çok mu dayanılmazdı? Kedi de küçük havuzda balık beklerken yansıyor ardından. Öğrenci keşiş çantasını açıyor ve götürdüğü Buda heykelini çıkartıyor ve yerine koyuyor. Sonra da çıkardığı bıçağı öfkeyle yere saplıyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi dingin olmayacaktı. Gerilimli piyano tınıları da duyulmaya başlıyor. Yaşlı bilge sessizce önünde olanları izliyordu sadece.

Gece yaşlı bilge uyurken yansıyor. Kamera sağa çevrinme (pan) yaparak yorganın altından ustasına bakan öğrenci keşişi gösteriyor. Sabah olunca öğrenci keşiş kayığa biniyor ve çocukken ve yeni yetmeyken çok gittiği dereye gidiyor. Her anlamıyla bu derenin onun için anlamı vardı. İlk önemli derslerini burada almıştı. İlk aşkını da burada yaşamıştı. Öfkeyle suya saldırıyor öğrenci keşiş. Yaşlı bilge onu sessizce izliyordu. Çocukluğundaki gibi.

Öğrenci keşiş, kulübede bitkin ve umutsuzca Buda heykeline bakarken yansıyor sonra. Beyaz kâğıda yazı yazıyor öğrenci keşiş. Dışarıda da yaşlı bilge kediyle beraberdi. Öğrenci keşiş, kâğıdı yüzüne maske gibi yapıştırıyor. Boğulur gibi oluyor. Suçluluk duygusundan intihar mı etmek istiyordu? Yaşlı bilge içeriden onun sesini duyunca kulübenin kapısını açıyor. Sonra “Aptal çocuk” diyerek sopayla ona vuruyor. Öğrenci keşişin vücudu acıyor. Ya ruhundaki acı? Sonra onu iple bağlayıp asıyor yaşlı bilge. Kamera, sola çevrinme yaparak hayvan heykellerini ve duvar resimlerini yansıtıyor. Mum, ipi yakarak kopardığında öğrenci keşiş yere düşecekti. Yaşlı bilge dışarıda sabırla bekliyor. Onun ruhunu iyileştirebilecek miydi? Sonra yaşlı bilge, kedinin kuyruğunu siyah boyaya batırarak Budist dualar yazıyor kulübenin önünde tahtaların üzerine. İp kopuyor ve öğrenci keşiş yere düşüyor içeride. Sonra bıçağıyla saçlarını kesiyor. Ardından kulübenin kapısını açıyor giydiği keşiş elbisesiyle. Yazı yazan yaşlı bilge, “Başkasını çok kolay öldürmene rağmen, kendi canına kolay kıyamazsın” diyor. Ona, “Bu insanların hepsinin adını kazı buraya” diyor. Her birinin adını kazırken, kalbinden öfkeyi çıkartıp atmasını söylüyor. Vicdan azabı ve suçluluk ruhtan kolayca çıkıp gider miydi? Kazımaya başlıyor ustasının yazdığı yazıları genç keşiş. Yaşlı ağacın oradaki kapı açılıyor. İki polis dedektifi geliyor oraya. Dedektif Ji (Dae-han Ji) ve Dedektif Choi’ydi (Min Choi) bunlar. “Kutsal Efendi” diye sesleniyorlar uzaktan. Yaşlı bilge kayıkla onların yanına gidiyor. Öğrenci keşiş ne yapacaktı şimdi? Kaçmıyor öğrenci keşiş.  Kulübeye geliyorlar. Tabancalarını ona doğrultuyorlar. Öğrenci keşişin elinde bıçak vardı. Yaşlı bilge, “Kazımaya devam et” diyor ona. Dedektif yazıyı okuyor. Yazıda, “Prajnaparamita Sutra: İç huzurunu onarmaya devam eder” yazıyor. Sabaha kadar sürermiş kazıma işi. Dedektifler, yaşlı bilgeye saygılarından sabaha kadar bekliyorlar. Dedektifler, suyun içindeki kutu içeceğe ateş ettiklerinde korkuyor öğrenci keşiş. Yaşlı bilge yazı yazmayı sürdürüyordu.

Geceydi. Mum ışığında kazımayı sürdürüyor öğrenci keşiş. Puslar göledin üzerinden geçip gidiyordu. Kuşlar yansıyor. Zaman geçiyordu. Gün ağarıyor. Yorgunluktan ve uykusuzluktan yere yığılıyor öğrenci keşiş. Uyanan Dedektif Ji montuyla öğrenci keşişin üzerini örtüyor. Elinden de bıçağı alıyor. Yaşlı bilge de uyanıyor. Öğrenci yazıları kazımış. Talaşları süpürüyor sonra. Yaşlı bilge mavi boya yapıp kazınan yazıları boyuyor. Mor ve yeşil boyalarla dedektifler de boyamaya başlıyorlardı yazıları. Mor uzlaşmaydı. Yeşilse zihinsel kaosu simgeliyordu. Yaşlı bilge de öğrenci keşişi uyandırıyor. Gitme vaktiydi. Öğrenci keşiş, ustasının önünde eğiliyor. Dedektif Choi, bileklerine kelepçe takarken, Dedektif Ji, “Böyle gidelim” diyor. Üçü kayığa binip gidiyor. Karada kapıdan çıktıklarında kapı örtülüyor. Kayık da kulübeye doğru sürükleniyor. Sanki görünmeyen biri getiriyormuş gibi. Kedi ağaçta yansıyor birden. Altta da piyano tınıları duyuluyordu. Yaşlı bilge beyaz kâğıda yazı yazıyor. Sonra kayığa odunlar koyuyor. Kayığın tıpasını çekiyor ve kayığa su dolmaya başlıyor. Kayığı saldıktan sonra tıpkı öğrenci keşişin yaptığı gibi yazıyı parçalara ayırıp yüzüne maske gibi yapıştırıyordu yaşlı bilge. Gözlerini, kulaklarını, ağzını ve burnunu kâğıtla kapatıyor. Sonra kayıkta yansıyor yaşlı bilge, odun yığının üzerinde oturmuştu. Mum odunları tutuşturuyor. Kendini yakıyordu yaşlı bilge. Suyılanı da göletten kulübeye çıkıyordu sonra. Pus çöküyordu gölede. Kış geliyordu.

Kış… Yaşlı ağacın yanındaki kapı açılıyor. Kar yağıyordu. Gölet donmuş. Sessizlik vardı. Yetişkin keşiş (Kim Ki-duk), kapıya geliyor ve Budist selamı sunuyor göledin içindeki kulübeye uzaktan. Karakışın hüküm sürdüğü göletteki kulübeye geliyor yürüyerek. Yaşlı bilge yoktu. Karakışta doğa içine çekilmişti. Onun da kendi içine çekilmesi gerekiyordu. Kayığı görüyor ve Budist selamı sunuyor ardından. Kulübenin kapısını açtığında ustasının elbisesinin üzerinde yılanı görüyor yetişkin keşiş. Sonra Buda heykelini kaldırıyor ve ardından mumu yakıyor kibritle. Buzun içindeki kayığı çıkartabilmek için heykeltıraş keskiyle buzu kırmaya çabalıyor. Sonra dağdaki derede donmuş şelaledeki buzda Buda heykeli yapıyor yetişkin keşiş. Kulübeyi meskeni yapmış yılana da dokunmuyordu. Anlar, sessizlik içinde geçip gidiyor peş peşe. Çekmeceden içinde Budist çizimler olan defteri alıyor. Spor da yapıyordu yetişkin keşiş. Uzakdoğu sporlarıydı bu. Vücudu çıplaktı. Sadece pantolonu vardı. Kamera, havadan buz tutmuş göledin üzerinde uçarken görüntü donup fotoğraflaşıyordu. Sinemada “nostalji”, yaşanmışlık anlamına geliyordu bu.

Bir anneyle (Ji-a Park) bebeği, yetişkin keşişin yanına geliyor. Annenin yüzü mor çarşafla örtülüydü. Burada da mor uzlaşmayı simgeliyordu. Kulübede, Buda heykelinin karşısında dua eden yetişkin keşiş bebeğin ağlayan sesini duyuyor. Kamera, Buda heykelinden aşağıya doğru “tilt” yapıyor ve mangalı gösteriyor. Sonra da annesinin kucağındaki bebeğin (Min-young Song) meraklı bakışlarını. Kadının yüzü neden tamamen kapalıydı? Hastalıktan dolayı mıydı? Kadın, Buda heykelinin önünde dua ediyor. Ardından ağlıyor. Gece anne ve bebeği uyurken, yetişkin keşiş merakını yenemiyor ve kadının yüzündeki çarşafı alacakken kadının eli yetişkin keşişin elini tutuyor uykusundayken. Ardından yılan yansıyor. Kadın uyanıyor. Bebek de uyanmış. Kamera kadının arkasındayken, kadın yüzündeki çarşafı çıkartıyor. Kamera önüne geçtiğinde yüzüne tekrar takıyordu çarşafı. Kadın, yetişkin keşişin yattığı yere bakıyor ve kulübeden dışarı çıkıyor. Fonda da çığlığı andırır tınılar duyuluyordu. Kulübe uzaktan yansıyor kadın dışarı çıktıktan sonra. Buzda yürürken, yetişkin keşişin suyu kullanmak için deldiği deliğe düşüp kayboluyor kadın. Ardından gökyüzünde yarımay görünüyordu.

Sabah olmuştu. Yaşlı ağacın yanındaki kapıdan kulübe yansıyor. Buzlar erimeye başlıyor. Mangalda köz sönmüştü. Bebek, emekleyerek kulübenin kapısını açıyor. Ağlayarak, kulübenin önünde yazılmış yazıların üzerinden donmuş buzda annesinin düştüğü deliğe doğru emekliyor bebek. Buzlar incelmiş. Uyanan yetişkin keşiş bebeği kurtarıyor. Delikte kadının ayakkabısını fark ediyordu. Kadının cesedini çıkartıyor. Yüzündeki çarşafı açarken, kamera kadının yüzünü göstermiyor. Buda heykelini kadının çarşafıyla deliğe asıyor yetişkin keşiş. Saygı içindi. Başka bir Buda heykeli çıkartıyor sonra. Taşı ipe bağlıyor ve Buda heykelini kucağına alıyor. İpe bağlanmış taşı da sürüklüyordu. Donmuş gölette dağa doğru yürüyor. Üzerinde gömlek yoktu yetişkin keşişin. Tüm günahlarından arınabilecek miydi? Fonda da Kim Young Im’den “Jeongseon Arirang” duyuluyordu. Donmuş dereden de geçiyor. Çocukken hayvanlara eziyet ettiği taş bağlı hayvanlar yansıyordu tek tek bu yolculukta. Kurbağa yansıyor suyun içinde. Yetişkin keşiş dağa tırmanırken heykel elinden kayıyor ve aşağıya yuvarlanıyor. Kayalarda tırmanırken, birden ip bağladığı yılan da yansıyor. Sonra tepeye ulaşıyor ve yukarıdan gölet içindeki kulübeye bakıp dua ediyor yetişkin keşiş. Kamera, tepeden gölet içindeki kulübeye zum yaparken görüntü donuyordu. Bu bölümde hiç konuşma yoktu.

…ve İlkbahar… Bu en kısa bölümdü. Yaşlı ağacı yanındaki kapı yine açılıyor. Çiçekler açmış. Yetişkin keşiş, kendi ilkbaharındaki yaşlarda olan öğrencisinin resmini yapıyor. Sonra çocuk küçük bir kaplumbağa görüyor kulübenin önünde. Onunla oynuyor. Mutlu. Ağacın yakınındaki kapıdan kayık ve çocuk yansıyor. Çocuk tek başına dağa geliyor. Dereye gelip suya taş atıyor. Balık yakalıyor ve taşı balığın ağzına tıkıyor. Acı çeken balık yüzemeyince çocuk daha da eğleniyor. Bu sefer kurbağayı yakalıyor. Onun da ağzına taş tıkıyor. Suda yüzemeyince yine eğleniyor çocuk. Şimdi sıra yılandaydı. Onun da ağzına taş tıkıyor. Her şey kısırdöngü gibiydi. Tepeden Buda heykeli gölet içindeki kulübeye bakarken görüntü kararıyordu.

 

“Fedakâr Kız...”

Kim Kiduk ustanın 2004 yapımı “Samaria-Fedakâr Kız", insanı derinden etkileyen filmlerden. 15 yaşlarında iki kız arkadaş, hiç de tahmin edilemeyecek bir şey yapıyorlar. Kendine, Hintli fahişeler gibi “Vasumitra” adını veren Jae-yeong (Yeo-rum Han), erkeklerle yatarken, arkadaşı Yeo-jin de (Ji-min Kwak) paraları biriktiriyor. Paraları çoğalınca ikisinin de düşü Avrupa’ya gitmek. Çünkü Yeo-jin'in polis dedektifi babası Yeong-ki Kang (Eol Lee) kızını, her sabah okula arabayla bırakırken hep Avrupa’yı ve kültürünü anlatıyordu. İki genç kız için de doğal olarak Avrupa fenomen gibiydi. Her şey yolunda giderken, hayatın tahmin edilemeyen ayrıntıları da ortaya çıkıveriyor kızlar için. Kendi adını taşıyan şirketi KKD Film’in sunduğu bu filmin senaryosunu da kendi yazmış yönetmen. Müzikleri Ji-woong Park yapmış. Görüntülerse Sang-jae Seon'dan.  Bu film, Haziran 2005’te ülkemizde gösterime çıkmıştı. Bu film, 54. Berlin Film Festivali’nde “Gümüş Ayı” ödülünü almıştı.

Otel odalarında para karşılığı erkeklerle beraber olan küçük fahişe Jae-yeong, polis baskını sırasında kendini pencereden aşağı atıyordu. Bu iki kız da sonuna kadar masum ve melek olarak yansıtılıyor yönetmen tarafından. Erkeklerin çoğunluğu, kızları yaşındaki masum Jae-yeong 'la kaygısızca yatabiliyorlardı. Çoğu erkek, neden çok küçük kızlara ilgi duyuyordu? Yönetmen, sosyopsikolojik olarak bu olgunun derinine inmese de alt metinde erkeklerin çoğunluğunun duygularının bastırıldığı fark ediliyor. Bu film Güney Kore'den geliyor ve orada on yıllarca süren otoriter rejimler hayatın birçok şeyini bastırmışlar. Bu olguyu, evrensel boyuta taşıyınca, aslında erkeklerin çoğunluğunun "bastırılmış" olduğuna ulaşıyorsunuz. Özellikle geride bıraktırılmış ülkelerde. Hayatın kendi doğal akışında bazı duyguları (aşkı ve cinselliği) yaşayamayanlar, ekonomik açıdan belli bir yere geldikten sonra içlerinde kalmış duyguları parayla satın alıyorlardı. Böyle durumlar, bastırılmış veya içekapanık toplumlarda daha yoğundu.

Film, bilgisayar ekranı üzerine açılıyor. “Facebook” öncesi bir zamanların gözdesi “chat”leşmesi, “sohbet odaları”ydı bu. Jae-yeong ve Yeo-jin, “internet cafe”de “chat” yapıyorlardı. Fonda duyulan müzik de etkileyiciydi bu anda. Kadın sesi enstrüman gibi geliyordu kulağa. Liseli kızların bu sohbeti farklı taraflara, müşteri bulmaya kadar gidiyordu sonra. Burası Seul’du.

Ara yazıyla “Vasumitra” yazıyor... Kısa saçlı Jae-yeong, “Vasumitra”yı açıklıyor, uzun saçlı Yeo-jin yüzünü fırçayla temizlerken. Hindistan’da Vasumitra adında bir fahişe varmış. Onunla yatan her erkek, daha sonra inancı sağlam Budist oluyormuş.  Seks sırasında erkekleri kendinden geçiriyormuş Hintli fahişe. Yeo-jin, seksle Budizm arasında bağlantı kuramıyor. Jae-yeong’un buna da cevabı vardı. “Belki de insanın derinliklerindeki anaç sevgiyi uyandırıyordur” diyor arkadaşına. Erkekler seks yaparken bebek gibilermiş. Öyle diyor Jae-yeong. Bundan sonra ona Vasumitra demesini istiyor Yeo-jin’den. Çantalarını okula bırakan iki genç kız, dondurmalarını yerlerken gözlerine birini kestiriyorlar. Jae-yeong, yolda bekleyen erkeğin yanına gidiyor. Yeo-jin’in çikolatalı dondurması da “fallik” gibiydi. Sonra çantasından defterini çıkartıp ilk işi not ediyordu. Yeo-jin, Jae-yeong’un pezevengi gibi bir şey oluyordu. Jae-yeong pencereden ona bir şey attıktan sonra el sallıyor. Motel odasında erkekle oluyor Jae-yeong. Bir fahişeydi şimdi. Vasumitra’ydı. Polis motele baskın yapıyor. Moteli gözetleyen Yeo-jin de cep telefonuyla arıyor arkadaşını. Yangın merdiveninden inen Jae-yeong’la koşarak uzaklaşıyorlar oradan. Sonra domuz paçası yiyorlar beraber. Jae-yeong kazandığı parayı arkadaşına veriyor sonra. İlk yattığı adam (Kwan Hyun-min) sensör işinde çalışıyormuş. Ardından hamama gidiyorlar. Arınma gibi bir şeydi bu. İkisi de çırılçıplak yansıyordu bu anda. Yeo-jin, Jae-yeon’u sabunlarken, onu bu işe bulaştırmaktan pişmanlık duyduğunu söylüyor. Avrupa’ya iki uçak bileti içindi tüm bunlar. Yönetmen, dikizleyen kamerasıyla onları çıplak gösterirken insanı da paradoksun ortasında bırakıyordu.

Sonra dışarıdaki kadın ve erkek heykellerinin arkasından çıkıyor ikisi de. Heykellerin ortasında haç da vardı. Altta da piyano tınıları duyulamaya başlıyordu hemen. Dolaşıyorlar. Usta, bu dolaşmaları estetik fotoğraflarla yansıtmış. Eğleniyorlardı. Hâlâ çocuklardı. Sonra duvarın üzerinde oturuyormuş insan heykellerinin yanında yansıyor iki genç kız. Kamera yakın çekimle onların üzerinden sağa çevrinme (pan) yaparak heykelleri gösteriyor. Yaşlı adam, genç kadın ve oğlan çocuğunu yansıtıyordu kamera. Üç kuşağı. Bu duvar üzerindeki bu heykeller ne Seul’de ne de Güney Kore’nin herhangi bir yerinde yoktu. Kim usta filmlerinde kendi yaptığı heykellerini ve resim tablolarını da sergiliyordu sıkça. İlk filminden beri bunu sanatsever seyircilerine sunuyordu usta.

Yeo-jin evde kendi odasındaki masasında çekmeceyi açıp içinde paralar olan kutuya bugün kazandıkları parayı da koyuyor gece. Sabah olunca polis babası Hyeong-gi de mutfakta yumurta pişirirken yansıyor. Yeo-jin’in annesi ölmüş. Babası onu sevgiyle uyandırıyor sevdiği müziği çalarak. Kulaklığı da kızının kulaklarına takıyor. Yeo-jin oyuncak ayıyla uyuyor hâlâ. Sınava girmek istemese de kalkıyor. Babasıyla kahvaltı yapıyor. Bugün annesinin ölüm yıldönümüydü. Sonra babası arabada Fransa’yı anlatıyor. Avignon’daki Notre-Dame Katedrali’ni. Usta, 2011 yapımı “Amen” filminde bu katedrali göstermişti Avignon şehrinden. Bu katedralde İsa’nın ağaçtan yapılmış heykeli varmış. Ağaç çok eskiymiş. Kollardan biri kopmuş. Bir gün ağaç filizlenmiş. Ama kökü yokmuş. Çok gizemliydi bu. Okuldan sonra Yeo-jin yeni iş ayarlıyor Misari’de. Adamla olan Jae-yeon, adamın arabasıyla onları bekleyen Yeo-jin’in yanına geliyorlar. Onları bırakacakmış şehre. Arabadan inmesini söylüyor Jae-yeon’a. Tam bir patron gibiydi o. Adam (Oh Yong), müzisyendi. Yeo-jin, adama karşı çok öfkeli davranıyor. Müzisyen, sana kabalık mı yaptım”, diye soruyor. Jae-yeon’a göre o iyi biriydi. Ona şarkı bile söylemiş. Seks dışında şeyler de vardı. Özür dileyen Jae-yeon ona sarılıyor. Sonra hamama gidiyorlar. Yeo-jin, Jae-yeon’u keselerken ona, “Böyle bir güzelliğe sıradan insanların dokunabilmesi beni iğrendiriyor” diyor. Birbirlerini okşarlarken Yeo-jin, müzisyenden hoşlanıp hoşlanmadığını soruyor Jae-yeon’a. Aşkta zamanın önemi yoktu. Âşık olmuştu Jae-yeon müzisyene. Yeo-jin’in gözlerinden yaşlar iniyor. Kıskanıyor muydu Jae-yeon’u? Jae-yeon, “Onu unutacağım” diyor ve ardından da onu dudaklarından öpüyor. Hamamdan sonra fotoğraf çektirme odasında Hintli kadınların giysileriyle fotoğraf çekiyorlar beraber. Eve gelen Yeo-jin, odasında fotoğraflara bakarken, “Vasumitra” diye mırıldanıyor birden.

Ertesi gün, Yeo-jin beraber fotoğraflarını cep telefonuyla çekerken, yeni müşteri arabasıyla sokağa giriyor. Jae-yeon arabaya doğru yürüyor ve adamla motele gidiyor. Yeo-jin yerdeki kartlara bakarken yanına bir genç adam geliyor. Onun fahişe olduğunu sanıyor. Adamı kovduktan sonra motelin yangın merdivenlerinde polisleri görüyor. Jae-yeon pencereye yöneliyor polisler odaya girince. Polisler ve aşağıdaki Yeo-jin onu ikna etmeye çabalasa da kız aşağıya atlıyor. Kızın başından kanlar geliyor. Yaralanmıştı. Yeo-jin, Jae-yeon’u sırtına alıp götürüyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Hastanede tedavi altına alınıyor Jae-yeon. Ailesinin telefon numarasını bilmiyor Yeo-jin. Yönetmen, Jae-yeon’un ailesini ve nerede yaşadığını hiç göstermemişti. Sonra hamama gidip duşun altında ıslanırken ağlıyor Yeo-jin. Yüzünde de Jae-yeon’un kanları vardı. Ertesi gün hastaneye gidiyor Yeo-jin. Kız, gözleri açıyor ve gülümsüyor. Jae-yeong, neşeli ve gülen bir kızdı hep. Yeo-jin, asık suratlı ve hep sinirliydi. Ajandayı istiyor Jae-yeong. Müzisyeni getirmesini istiyor ondan. “Onu bana getir” diyor mırıldanarak Jae-yeong. Doktor (Park Joong-hyeon) odaya giriyor. Umutsuzdu. Ölebilirdi. Sonra Yeo-jin müzisyene telefon ediyor hastaneye hemen gelmesi için. Ardından taksiye binip müzisyeni almaya gidiyor. Piyano tuşları yansıyor. Müzisyen çalışırken Yeo-jin geliyor. Onu, Jae-yeong’a götürmek istiyor. Müzisyen kayıtsız gibi davranıyor ona. Elindeki besteyi bitirmeye çalışıyormuş. Jae-yeong ölmek üzereydi. Son isteği müzisyeni görmekti. Müzisyen, parmaklarıyla tuşlara basıyor. Yeo-jin, onun elini tutup Jae-yeong’a götürmek istiyor. Müzisyen öfkeleniyor ve ayağa kalktığında Yeo-jin’e sarılıyor birden. Müzisyen onunla sevişmek istiyordu. Hastanede Jae-yeong yansıyor ardından. Ağlıyordu. Yeo-jin müzisyenle yatmış. Giyindikten sonra onun arabasıyla hastaneye gidiyorlar. Hastaneye gittiklerinde artık çok geçti. Jae-yeong ölmüştü. Yüzünde de mutlu bir tebessüm vardı kızın. Sanki bir melek gibiydi.

Ara yazıyla “Samaria” yazıyor… Yeo-jin, kapalı bilgisayar ekranında kendine bakarken yansıyordu. Bilgisayara, Jae-yeong’la Hintli oldukları fotoğrafı yapıştırıyor sonra. Şuh gülüş gönderiyor Jae-yeong’a. Bir şey mi düşünüyordu? Ajandayı alıyor, ardından da kutudaki paraları. Sonra ajandayı ve paraları lavaboya koyuyor. Onları yakıp yok etmek istiyordu. Yakarken bir anda vazgeçiyor. Aklına bir şey geliyor yaşadığı vicdan azabı ve suçluluk duygusundan kurtulabilmek için. Yeo-jin, Jae-yeong'un para karşılığında yattığı erkeklere tek tek paralarını geriye veriyor. Bir ironi gibiydi belki de ilk bakışta. Paraları hep erkeler öderdi çünkü. Jae-yeong'un yattığı erkeklerle yatan Yeo-jin, hem paralarını geri ödüyor, hem de suçluluk duygusundan kurtuluyordu böylece. Motel odasına giriyor ve telefon ediyor müşteriye. İşe başlıyordu şimdi. Dudaklarına ruj sürüyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu bu anda. Pencereden aşağı baktığında Jae-Yeong’un hayalini görüyor kendine el sallarken. Veda gibi. İlk iş başlıyordu gözlüklü orta yaşlı adam odaya girdiğinde. Adam onunla seviştikten sonra gençleştiğini hissetmiş. Ahlak kuralları da kimin umurundaydı ki? Ja-yeong’un bu odadaki pencereden atlayıp öldüğünü söylüyor Yeo-jin. Sonra şaşırmış adama ödeme yapıyor. Adama teşekkür edip gidiyor. Adamın görüntüsü de aynadan yansıyordu. İkiye bölünmüş ruh gibiydi. Adam sonra telefonuyla Yeo-jin yaşlarındaki kızını arıyor. Ardından Yeo-jin motel odasında başka bir adamlaydı. Adam düzen hastasıydı. Yeo-jin’in elbiselerini katlamaya başlıyor birden. Seviştikten sonra adam sigarasını tüttürürken, “Âşıklar gibiyiz” diyor Yeo-jin’e. Adam ona yaşattığı mutluluk için de teşekkür ediyordu. Yeo-jin de mutluymuş. Yattığı ve paralarını geri ödediği isimleri ajandasından siliyor sonra Yeo-jin. Yine motelde. Genç adama (Seo-Seung-won) gülünce genç adam rahatsız oluyor onun bu gülüşünden. Babasını sünger gibi emen bir kadın da böyle gülermiş ona. Adam kızsa da gülmekten kendini alamıyor Yeo-jin. Sonra yorganın altına giriyorlar. Kim usta bu filminde hiçbir sevişmeyi doğrudan göstermiyordu.

Yatakta kanlar içindeki bir kadın (Baek Seo-ah) cesedi yansıyor. Yeo-jin’in babası da oradaydı. Babası Hyeong-gi sigara yakıp pencereye doğru gidiyor. Pencereden bakarken, başka bir motelin penceresinden kızına benzer bir genç kızı görüyor. Genç adam ona sarılmış ve öpüyordu. Kızı ve genç adam motelden çıkıp lüks beyaz cipe biniyorlar. Fonda gerilimli müzik duyuluyordu. Cipi takip ediyor dedektif baba. Cipten kızı indikten sonra takibi sürdürüyor baba. Sonra cipin önünü kesiyor. Ardından genç adamın yanına geliyor ve “Her yalan için bir tokada ne dersin” diyor ona. Biraz önce neredeydi? Bir kızla olduğunu söylüyor. Bu soruları soran adam da kimdi? Baba onu tokatlamaya başlıyor. “Seni öldürmeden defol” diyor. Genç adam anlıyor. Üzerine solmuş sonbahar yapraklarının düştüğü arabasının içinde kederle yüklü baba yansıyor sonra. Sabaha karşı yatağında oyuncak ayısıyla uyuyan kızının odasına geliyor. Ona keder yüklü gözlerle bakıyordu baba.

Her zaman yaptığı gibi kızını okula arabayla götürüyor. Yeo-jin, “Neden yabancı ülkelerden hikâyeler anlatmıyorsun” diye soruyor babasına. Sonra Portekiz’den bir mucize olayı anlatıyor babası. Portekiz’deki bir şehirde üç kız oynamak için ormana gitmişler. Aniden gökyüzünde göz kamaştırıcı bir şekilde Meryem Ana ortaya çıkmış. Hepsi donakalmış. Kendilerinden geçmiş haldeyken, dünyanın korkunç ve acı sonu çocuklara görünmüş. Bu kehaneti, Portekiz’in Fatima şehrinde kardeş olan üç çoban çocuk yaşamıştı 1917 yılında. Yeo-jin babasına, “Mucizelere inanır mısın”, diye soruyor. Keşke bir mucize olabilseydi. Babası ne yapacaktı şimdi?  Yeo-jin okuldan çıkınca babası onu takip etmeye başlıyor. Yeo-jin bir yerde üstünü değiştiriyor sonra da bir motele gidiyor. Babası da dışarıda bekliyor. Bir adam geliyor. Ona, “Bir genç kızla randevunuz mu vardı”, diye soruyor. O değildi. Sonra başka bir adama aynı soruyu soruyor. Sonra da adama bir şeyler içme teklifi yapıyor. Baba şarap almış dışarıda içiyorlar. Adama telefon geliyor. Sonra adam giderken baba şarap şişesini kırıyor. Adamı bırakıyor sonra baba. Adamın cep telefonunu da alıyordu. Cep telefonu çaldığında açan baba, kızının sesini duyuyordu. Sonra arkadaşı Gi-soo’yla (Jung In-gi) içiyor bardaki bir masada. Yan masada da liseli kızlar vardı. Arkadaşı kızlarla konuşuyor. Kızlar da Yeo-jin gibi miydi? Sonra kızların erkek arkadaşları geliyor. Gi-soo’yu oradan götürmek istiyor baba. Gi-soo’ya gençlerin hakaretleri ağır gelmiş. Baba, Gi-soo’ya tokat atıyor birden.

Şehir dışında bir araba tarlaya girerken yansıyor. Yeo-jin bir adamla (Shin Taek-gi) beraberdi. Baba arabaya taş atıyor görünmeden. Adam korkuyla arabayla kaçıp giderken, kız da tarlada kalıyor tek başına. Sonra aynı adamı takibe alıyor baba. Ondan ateşini isteyip sigarasını yakıyor arabanın içindeyken. Baba, kendini izlerken adam anlıyor onun kim olduğunu ve özür diliyor. Adam evine giderken arabada babanın elindeki taş fark ediliyordu. Adam dairenin balkonundan ona bakıyor sonra. Adam ailesiyle yemek yerken yansıyor dairede. Görünüşte mutlu aileydi. Dairenin kapısının zili çalıyor. Adamın, Yeo-jin yaşındaki kızı (Seol Han-sol) kapıyı açıyor. Gelen Yeo-jin’in babasıydı. Adamın karısı (Hong Hye-ryeong) kim olduğunu soruyor ona. Adamın kızına yaşını soruyor. Kız lise ikiye gidiyormuş. Baba adama dönüp, “Kendinden utanmıyor musun”, diyor. Onu tokatlıyor. Kendi kızından daha küçük bir kızla yatmıştı. Oradan gidiyor baba. Adam masadan kalkıyor ve balkona gidiyor. Baba gittikten sonra aşağıya atlayıp intihar ediyor. Yönetmen sadece bu anda adamın fırlayan saatini göstermiş akan kanlarla beraber. Bu sekanstaki taş atmayla, Hıristiyanlık söylemindeki İsa’nın “İlk taşı siz atın” sözlerini çağrıştırıyordu yönetmen.

Evlerinde. Baba mutfakta yemek yaparken, düdüklü tencerenin buharında elini yakıyor. Yeo-jin babasının elini tutuyor. Babası ne yapıyordu? Gündüz baba yine bir arabayı takip ediyor. Dar yolda önüne bir araba çıkıyor. Yol vermeyince adamı dışarı çıkartan baba arabaya biniyor. Arabada aile de vardı. Arabayı geriye çeken baba arabasına binip takibe devam ediyordu. Bu anı kamera arabanın içinden yansıtıyordu. Onları arabada giyinirken görüyor baba. Bu anlarda hafif ve sarsıntılı kamera kullanılmış yönetmen. Altta da gerilimli müzik duyuluyordu. Adam (Park Jeong-gi) tuvalete gittiğinde peşine düşüyor baba. Kelepçesini de çıkartıyor. Adamı tuvalette öldüresiye dövüyor baba. Kelepçeyi eline geçiren baba sertçe adama vuruyor. Adamın yüzü kanlar içindeydi. Birden babaya saldırıyor adam. Adamdan kurtulan baba, dışarıdan yere döşenmiş taşlardan birini alıyor ve adamı vahşice öldürüyor. Yüzüne kanlar fışkırmış baba gidiyor. Yeo-jin de arabadaydı. İki sevgili tuvalete girince cesetle karşılaşıp korkuyla dışarı çıkıyorlar. Sonra kız cesedi görüyor tuvalette. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Ajandasını çıkartıp bir ismi daha siliyor ve ardında da ajandayı atıyor Yeo-jin. Ajandayı yerden alan baba, sonra da evde duşun altında elbiseleriyle oturmuş yansıyordu.

Ara yazıyla “Sonata” yazıyor… Bu bölümün adı müzik teriminden çok, araba modeliydi. Sonda anlamlaşıyor bu. Evde baba özel yemek hazırlıyor. Yolculuğa çıkacaklardı kızıyla. Yeo-jin geliyor okul kıyafetleriyle. Kızıyla tatile çıkacaktı. Karısının mezarına uğrayacaklardı. Gece uzun yolculuk başlıyor. Annenin mezarını ziyaret ediyorlar önce dağ başında. Baba bir bardak içkiyi mezara döküyor. Hazırladığı yemeğin birazını mezarın üstüne atıyor. Geri kalanı da kendileri yiyorlar. Yine yolculuk başlıyor. Araba dağda çamura saplanıyor sonra. Yeo-jin arabadan çıkıp tekerleğin önündeki taşları temizlerken gözlerinden yaşlar akıyordu. Bu an önemliydi. Derinlikte anlamlaşacaktı. Sonra gidiyorlar. Dinlenmek ve geceyi geçirmek için dağdaki bir eve geliyorlar. Yaşlı bir adam vardı orada. Baba-kız doğayı seyrederken, baba kızına her şeyi unutmasını söylüyor. Sonra yaşlı adam onlara haşlanmış patates ikram ediyor. Gece kızı yataktayken Rahibe Teresa’yı anlatıyor baba. Vatikan’da o kadın, bir ermiş olarak çalışırmış. Rahibe hayattayken birçok hastayı elleriyle iyileştirip onlara dua edermiş. Sonra yatıyorlar. Baba uyandığında kızının dışarıda ağladığını görüyor. Sabah yaşlı adama teşekkür edip oradan ayrılıyorlar. Buralar insana hem “Ada” hem de “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış …ve İlkbahar” filmlerini hatırlatıyordu. Orada kayık da vardı. Baba yol üzerindeki marketten sigara aldıktan sonra kızının direksiyonla oynadığını görüyor. Ona araba sürmesini öğretecekti. Gölet kıyısına geliyorlar. Araba suyun içindeydi. Baba arabadan çıkıp polis arkadaşı Dedektif Kim’i arıyor. Sonra Yeo-jin uyanıyor ve babasını göremiyor. Aniden babası çıkıyor ve boğazına yapışıyor elleriyle kızının. Onu öldürebilir miydi? Sonra ölü kızını kazdığı çukurun içine yatırıyor. Üzerine toprak atıyor. Kulağına da kulaklık takıyordu müzik dinlemesi için. Yüzüne de kum koyuyor. Erik Satie’nin “Gymnopédies-1ere, Lent et Douloureux” piyano tınıları duyuluyordu. Her şey yavaş ve ağrılıydı çünkü. Kâbus görmüş Yeo-jin birdenbire uyanıyor. Babasının kendisini öldüreceğini mi aklından geçiyordu hep? Babası taşları sarıya boyayarak yol yapmış. Kızına araba sürmesini öğretiyor baba. Sonra polisler geliyor. Yeo-jin de araba sürmesini beceriyor. Babası polislerle giderken, Yeo-jin’in arabası çamura saplanıyor. Yeo-jin, arabanın tekerleklerini çamurdan kurtarabilecek miydi? Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Artık tek başınaydı. Sonra görüntü kararıyor.

 

“Boş Ev...”

2004 yapımı “Bin-jip-Boş Ev” filminde, iki öne çıkan karakter var ve ikisi de pek konuşmuyordu. Genç kadının ağzından ancak birkaç kelime düşüyordu finale yakın zamanlarda. Bu bir aşk filmiydi. Bununla beraber kadına, gerçek değerini ve anlamını sunan bir filmdi ayrıca. Yönetmen Kim Ki-duk, sinemada çok az görülen bir içtenlikle karakterlerini perdeden yansıtırken, birçok karakterine yapabildiği kadar önyargısız yaklaşmaya çalışmış. Happinet Pictures’ın sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikler Slvian bestelemiş. Kameramansa Seong-back Jang’dı. Bu film, ülkemizde Mayıs 2005’te vizyona girmişti. Ayrıca bu film, 61. Venedik Film Festivali’nden “Gümüş Aslan”, “Küçük Altın Aslan” ve “FIBRESCI” gibi anmaya değer üç önemli ödül kazanmıştı. Filmin İngilizce ismi “3-Iron”, golf sporunda bir sopa türüymüş. Ama bu filmde üç erkek de golf sopasını kullanıyordu. En başta Tae-suk, sonra Min-gyu ve ardından da fotoğraf sanatçısı Oak Gin-go. Bir de Tae-suk’u canlandıran oyuncu Jae Hee’nin gerçek adı da Lee Hyun-kyoon’du. Bu filmde sert bir kapitalizm eleştirisi de vardı. Motosikleti dışında sahip olduğu hiçbir şeyi olmayan gencin peşine taktığı kamerasıyla sahip olmamanın da güzel oluğunu göstererek kapitalizme cevabını veriyordu bu filminde Kim usta. Aşkta da sahip olma yoktu. Tae-suk ve Sun-hwa birbirlerini tamamlıyorlardı.

Film, piyano tınılarıyla kadın heykeli üzerine açılıyor. Golf sopasıyla heykele doğru toplar da geliyordu öfkeyle. Sonra Scooter motosikletiyle broşürler dağıtan bir genç Tae-suk (Jae Hee) yansıyor. Broşürleri evlerin kapılarına bırakıyor. Fonda piyano tınıları duyuluyordu. Motosikletini bir evin garajına park ediyor Tae-suk. Burası, sonradan gireceği ve aşka düşeceği evdi. Garajdan arabasıyla çıkan adamla, Ming-gyu’yla (Kwon Hyuk-ho) göz göze geliyorlardı. Sessiz Tae-suk, kapısına broşür astığı hangi evde kapıda broşür duruyorsa o eve giriyordu. Bir apartmana giriyor ve kapılara bakıyor. Bir kapıda broşür duruyor. Çantasından ekipmanını çıkartıp kapıyı açıyor hemen. İçeri girdiğinde telefonun telesekreterine basıp dinliyor. Aile bu gece evde olmayacaktı. Odaları dolaşıyor. Ardından da banyoya girip duşunu alıyor. Temiz giysi giydikten mutfakta karnını doyuruyor sonra. Evin küçük oğlunun çalışmayan oyuncak tabancasını yağlayıp balonlara ateş ediyor ardından. Bu gece ödünç girdiği bu ev onundu. Sonra duvarda çerçeveli aile fotoğrafının önünde özçekim (selfie) bile yapıyor Tae-suk. Televizyon izliyor. Divanda uyuyakalıyor. Sabah olunca da temizlik yapıyor. Evi nasıl bulduysa öyle bırakıyor genç. Çamaşırlarını yıkadıktan sonra aile albümündeki fotoğraflara da bakıyor sonra. Evin ailesi arabalarıyla tatilden dönüyorlar. Tae-suk hâlâ evdeydi. Onları pencereden görüyor. Evin hanımı (Lee Ui-soo) tatilden pek memnun kalmamış ve sinirliydi. Kocası da (Lee Jong-seop) kayıtsızdı karısına. Evin küçük oğlu (Ryoo Jong-hwa) oyuncak tabancasıyla geliyor ve annesine ateş ediyor ardından.

Tae-suk çoktan evden ayrılmış ve motosikletiyle yine her zamanki işini yapmaya koyulmuş. Bahçeli bir eve geliyor Tae-suk. Bahçede ön jenerikte yansıyan kadın heykeli de vardı. İçeri kolayca giriyor. Duvarda çerçeveli asılı evin hanımının siyah-beyaz fotoğrafı da yansıyor. Evde kimse var mıydı? Tae-suk, sehpanın üzerinde evin hanımı Sun-hwa’nın (Lee Seung-yun) çıplak siyah-beyaz fotoğrafları olan kitabı görüyor. O, etkileyici fotoğraflara bakarken telefon çalıyordu. Telefonundan kocası Min-gyu’nun sesi duyuluyordu. Adamın sesi sakindi ve karısından özür diliyordu. Kocası onu için her şeyi yapmış. Karısını mutsuz ve tatmin etmeyen neydi? Adamın sesi öfkeli gelmeye başlıyordu sonra. Güzel Sun-hwa görünüyor ve sessizce Tae-suk’u izliyordu kocasının sesi duyulurken. Adam “Lanet olsun” dedikten sonra Tae-suk, cep telefonunu alıyor ve duvarda asılı Sun-hwa’nın siyah-beyaz fotoğrafı önünde özçekim yapıyordu. Tae-suk sonra mutfakta kendine bir şeyler hazırlarken, Sun-hwa da onu gözlüyordu. Sun-hwa’nın yüzünde yara izleri de fark ediliyordu. Kocasından şiddet görmüştü. Yemeğini yiyen Tae-suk, banyoda da çamaşırlarını ve spor ayakkabısını yıkıyor. Sonra da onları bahçede asıyor. Bahçede kadın ve hayvan heykelleri de vardı. Golf çantasından sopa çıkartıyor. Derinlikte filmin girişindeki kadın heykeli de yansıyordu. Golf sopasıyla hedefe atış yaparken içeride Sun-hwa bu genci izlemeyi sürdürüyordu. Tae-suk’un görüntüsü cama yansıyordu bu anda. Sonra küvetteyken Tae-suk, siyah-beyaz çıplak kadın fotoğrafına bakarken yansıyor. Banyodan sonra çırılçıplak baskülün üstüne çıktığında ibre kilosunu 110 kilo gösteriyordu. Baskülü tamir ederken, salonda Sun-hwa da onu izliyordu yine. Tamir ettikten sonra yine tartılıyor. Şimdi altmış beşti kilosu. Tae-suk gittikten sonra kamera baskülü yansıtırken, Sun-hwa geliyor ve tartılıyor. İbre kırk beşteydi. 110, ikisinin toplam kilosu oluyordu. Tae-suk, banyoda ıslattığı kitabın sayfalarını ütüyle kurutmaya başlıyor. Sun-hwa’nın çıplak fotoğrafları yine yansıyor. Etkileniyor Tae-suk ve yatakta onu hayal ederek kendinden geçiyor. Sun-hwa da onu izliyor. Tae-suk birden onu fark ediyor. Ev telefonu yine çalıyor. Telesekreterden kocasının sesi duyuluyor. Min-gyu’nun, “Beni yine çıldırmış görmek mi istiyorsun” diyen öfkeli sesiydi bu. Telefona cevap vermezse hemen eve gelecekmiş. Sun-hwa ahizeyi alınca Tae-suk da giyiniyor hemen. Tae-suk giderken Sun-hwa çığlık atıp telefonu kapatıyor. Tae-suk, mutsuz bir evliliğe tanıklık ediyordu istemeden. Sun-hwa, geçmişte fotomodellik yapmış.

Tae-suk gecenin içinde motosikletinin yanında yansıyor. Yol kenarındaydı. Aklına bir şey geliyor ve motosikletine binip kaskını takan Tae-suk, tünele giriyor. Bu güçlü bir andı. Tünel hem dehlize hem de aşka metafor yapıyordu. Tekdüze hayatı bambaşka yerlere sürüklenecekti Tae-suk’un. Eve döndüğünde ağlayan Sun-hwa’nın hıçkırıklarını duyuyor Tae-suk. Genç kadın banyodaydı. Aynadan yansıması fark ediliyor Tae-suk’un. İkiye bölünmüş ruh gibiydi. Onun etrafa atılmış giysilerini topluyor hemen. Gardıroptan bir elbise seçiyor, sonra da müzik çalara CD koyuyor Tae-suk. Natacha Atlas’tan “Gafsa” duyuluyordu şimdi. Arapça şarkıydı bu. Şarkının ikinci bölümünde, “Erjaz ya hobb. (Geri dön aşkım.) / Mali fi dounya nasip. (Bu dünyada nasbim yok.) / İnta hobi lâkin, (Sen benim aşkımsın ama,) / Mish moumkun tkouni halali. (Benim helalim olman imkânsız.) / Ah lel (Ah gece) / Ya zayni, ya. (Ah gözlerim, ah.) / Khalas. (Bitti artık)” diyordu. Banyodan çıkan Sun-hwa, yerde serili duran pembe elbiseyi görüyor. “Kötü Adam” filmindeki Sun-hwa da pembe elbise giyiyordu sahilde. Tae-suk’un da aynadan yansıması görünüyor. Onun da ruhu ikiye bölünmüş gibiydi. Sun-hwa giyinirken onu izliyordu Tae-suk. Genç kadın giyindikten sonra ona golf topu yolluyor Tae-suk. Topla oyun oynarlarken kocası geliyor arabayla. Ne olacaktı şimdi? Park edilmiş motosikleti fark ediyordu Min-gyu. İçeride de Arapça şarkı duyuluyordu. Sun-hwa topu gönderirken kocası salona giriyor. Tüm kapılar açıkken ne yapıyordu böyle karısı? Kocası, “Beni niye görmezden geliyorsun”, diye soruyor. “Senin kölen miyim ben”, diyor sonra. Min-gyu, karısının üzerindeki elbiseden de nefret ediyormuş. Neden nefret ettiği şeyleri yapıyordu karısı? Kocası onunla sevişmek istiyor. Ama karşı koyuyor Sun-hwa. Onu tokatlıyor ve “Seni tüketiyor muyum, böcek miyim ben”, diyor. Camın ardından onları izleyen Tae-suk, golf sopasını alıp atış yapıyor. Sesi duyan Min-gyu pencereye yönelirken karısıyla ikisinin yansıması camdan görünüyordu. Bahçesinde golf oynayan kimdi? Min-gyu polisi ararken, sertçe bir vuruşla topu ona atıyor Tae-suk. Golf sopası “fallik” ve bir silahtı. Sürekli Min-gyu’ya top atan Tae-suk, Sun-hwa’yla göz göze geliyor. Genç kadının gözlerinden korku ve endişe yansıyordu bir an. Min-gyu yerde acı çekerken, Tae-suk motosikletine biniyor ve Sun-hwa’yı bekliyordu. Sun-hwa, dışarı çıkıp acı çeken kocasının yanında geçip motosiklete biniyordu.

Gündüz uzakta bir su kenarında yansıyorlar ikisi de. Tae-suk motosikletini temizliyor ve sonra yine yollara düşüyorlar. Seul’de giderlerken, kamera birden sola çevrinme (pan) yaparak yüksek apartmanları yansıtıyor bir an. Yüksek bir binanın önüne geldiklerinde kameraya kaide üzerinde kanatlı bir kız heykeli yansıyordu. Melekti. Sun-hwa gibi. Binanın içinde kapılara broşür asıyorlar sonra. Gün geçerken Tae-suk parkta golf topunu delip kabloyla ağaca bağlayıp topa vurmaya başlıyor. Hüzünlü Sun-hwa ne yapacaktı şimdi? Bu tanımadığı gençle hangi bilinmezliğe sürüklenecekti? Ya kocasına ne olmuştu? Kapılarına broşür bıraktıkları yere geliyorlar sonra. Kapının birinde hâlâ broşür vardı. Kapının zilini çalan Tae-suk sonra kapıyı açıyor kendi yöntemleriyle. İçeri girer girmez dairenin kapısındaki çıplak kadın resmi fark ediliyor hemen. Burası bir fotoğraf sanatçısının stüdyo eviydi. Tae-suk her girdiği yerde ilk yaptığı şeyi yapıyor ve telesekreteri dinliyor önce. Fotoğraf sanatçısı Oak Gin-go çekimler için yurtdışındaymış. İçeride duvarda asılı fotoğraflara bakan Sun-hwa, kendi fotoğrafını da görüyor. Tae-suk da müzik çalara CD koyunca “Gafsa” şarkısı kaplıyordu mekânı. Sun-hwa’nın yanına gelip onun çıplak siyah-beyaz fotoğrafını görüyor Tae-suk da. Sun-hwa heykelleşmiş gibi kendi fotoğrafının önünde duruyordu. Yüzünde hüzün vardı.  Fotoğraftaki gibi. Tae-suk, duvar saatini tamir ediyor. Kamera, fotoğraflar üzerinden sola çevrinme yaparak saati duvara asan Tae-suk-u yansıtıyordu sonra.  Gecenin derinliğinde Tae-suk divanda uyurken, kamera yukarı doğru “tilt” yaparak duvarda asılı Sun-hwa’nın siyah-beyaz fotoğrafını gösteriyor birden. Fotoğraf bulanık yansıyordu. Sonra Sun-hwa, kendi fotoğrafını katlıyordu. Sabah Tae-suk uyandığında parçalara ayrılıp yapıştırılmış Sun-hwa’nın fotoğrafını görüyordu. Sun-hwa, kendi fotoğrafıyla kolaj yapmıştı. Tam anlamıyla bir postmodern sanattı bu. Tae-suk banyonun kapısını açıp baktığında Sun-hwa da tıpkı kendi gibi çamaşır yıkıyordu. Sonra yemek yiyorlar. İlk yemekleriydi baş başa yedikleri. Sonra fotoğraf stüdyosunun kapı zili çalıyor. Gelen genç bir kadındı. Tae-suk, Sun-hwa’nın yeni postmodern fotoğrafı önünde özçekim yapıyor kapıdaki kadın gidince. Sonra stüdyoda temizlik yapıyorlar. Zincirlemeli geçişle tertemiz stüdyo yansıyor ardından.

Yeniden broşürler asmaya başlıyorlar evlerin kapılarına. İşlerini yaptıktan sonra parka geliyorlar motosikletle. Her şey aynıydı. Tae-suk yine golf sopasıyla topa vuruyordu parkta. Topu yine bağlıyordu. Sun-hwa, o topa vuracakken önüne geçmek istiyor hep. Gece başka bir eve giriyorlar. Evin sahibinin boks yaparken fotoğrafı yansıyor. Orada boks eldivenleri de vardı. Tae-suk hemen telefonun telesekreterini açıyor. Telesekreterdeki kadın sesi, “Ji-eun ve Hyun-su’nun evini aradınız” diyor. Evliliklerinin üçüncü yıldönümlerinde Havai’de tatil yapıyorlarmış. Tae-suk bozuk müzik çaları tamir ederken, Sun-hwa da makası alıyor ve Tae-suk’a uzatıyor saçlarını kesmesi için. Sonra da boksör fotoğrafı önünde özçekim yapıyorlar. Televizyondan boks maçı bile izliyorlar beraberce. Sun-hwa viskiyi bardaklara doldururken müzik çalardan “Gafsa” şarkısı duyulmaya başlıyor. İçerlerken Sun-hwa ağlıyor birden. Tae-suk kolunu ona doluyor ve Sun-hwa başını ona yaslarken, onun sıcaklığını da hissediyordu. Sonra beraber uyuyorlar. Gecenin derinliğinde ev sahipleri arabayla geliyorlar sonra. Ji-eun (Lee Dah-hae) ve Hyun-su (Jang Jae-yong) Hawaii’den dönmüşler. Hyun-su, “Kötü Adam” filminde Sun-hwa’nın sevgilisinin ismiydi. Boksör Hyun-su evde bir gariplik fark ediyor hemen. Kırmızı boks eldivenlerini takıyor ve yatak odasına giriyor. Evde birilerinin olduğunu fark ediyorlar. Hyun-su, yatakta uyanan Tae-suk’a yumruk atarken kamera da sola çevrinme yaparak Hyun-su’nun boksör fotoğrafını yansıtıyor ardından. Karısı Ji-eun kurtarıyor Tae-suk’u. Bunların evlerinde ne işi vardı? Üstelik pijamalarını da giymişlerdi. Evde çalınan bir şey de yoktu. Bunlar hırsız değilse neydiler?

Gecenin içinde evsiz kalmışlardı. Sun-hwa marketten pişmiş makarna alıyor ve beraber yiyorlar. Tae-suk yine golf sopasıyla topa vururken, Sun-hwa da banktan kalkıp yine topun önüne geçiyordu. Sun-hwa, neden hep topun önüne geçiyordu? Ölmek mi istiyordu? Muammaydı. Tae-suk topu başka yöne gönderdiğinde, top kablodan fırlayıp caddede bir arabayı isabet alıyordu. Arabayı süren genç adam (Kang Sung-hong), “Mi-yeong, aç gözlerini” diyordu sevgilisine. Mi-yeong ismi, “Sahil Koruma” filmindeki Mi-yeong’u hatırlatıyor birden. Kamera yakına geldiğinde arabanın ön camı delik olduğu fark ediliyor. Genç kadın kazada başından ağır yaralanmıştı. Tae-suk ve Sun-hwa dehşet içinde bakıyorlar bu trajediye. Ne olacaktı şimdi? Fonda da insanı etkileyen piyano tınıları duyuluyor genç adamın sevgilisine seslenen çığlıklarıyla. Motosikletinin yanında acı çeken Tae-suk’un yanına oturuyor Sun-hwa. Gözlerindeki hüzünle ona bakıyor. Ağlayan Tae-suk’un başını omzuna koyuyor sonra Sun-hwa. Genç kadına ne olduğu hiç bilinemeyecekti filmin derinliğinde de.

Gündüzdü. Dolly kamera coşkuyla geleneksel evlerin üzerinden sokağı yansıtıyordu. Bu coşkulu kamera aşkın patlamasına metafor yapıyordu sanki. Daha çok da Sun-hwa için. Burası Seul’a yakın Buckchon köyüydü. Tae-suk ve Sun-hwa yine broşür asıyorlar evlerin kapılarına. Her şey kaldığı yerden davam mı ediyordu? Gece yaşanan trajedi ne olacaktı? Muamma olarak mı kalacaktı? Gece motosikletle aynı sokaktan geçiyorlar ve bir evin kapısında broşür duruyordu. Yine aynı şeyler tekrarlanıyor ve eve giriyorlar. Bahçeli geleneksel evin içi de geleneksel döşenmişti. Derinlikte çerçeveli bir kadınla erkeğin fotoğrafı da yansıyor. Piyano tınıları duyulurken geleneksel yöntemle çay bile içiyorlar. Müzik de geleneksel tınılara dönüşüyordu sonra. Ardından ikisinin dudakları birbirine uzanıyor ve öpüşüyorlar Tae-suk ve Sun-hwa. Piyano tınıları duyulunca görüntü kararıyordu.

Gündüz şehir dışındaki banliyöye gidiyorlar. Eski apartmanların olduğu yerlerdi buralar. Yoksulluk fark ediliyordu. Buralardaki dairelerin kapılarına da broşür asıyorlardı. Her zamanki gibi akşamüzeri geliyorlar. Kapının birinde broşür duruyordu. Tae-suk kendi yöntemiyle kapıyı açıyor. Odanın birine baktığında geri çıkmak istiyor Tae-suk. Ama Sun-hwa da odaya bakınca şaşkınlık yüzüne oturuyordu. Yerde yatan ağzı kanlanmış yaşlı bir adamla köpeği vardı. Tae-suk telefonun telesekreterini dinliyor. Kadın sesi, “Jeju Adası’nda tatildeyiz” diyordu. Sun-hwa, adamın kanlarını temizliyor. Yaşlı adamı cenaze törenine hazırlıyorlar Korelilere özgü kefenle. Fonda da geleneksel tınılar duyuluyordu. Sun-hwa kanları temizlerken telefon çalıyor. Arayan, yaşlı adamın oğluydu. Tae-suk telefonu kapatıyor hemen. Sonra da uyuyorlar beraber. Uyandıklarında yemeklerini de yiyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi. Yemeklerini yerlerken kapı çalıyor. Ne yapacaklardı şimdi? Yaşlı adamın oğlu (Lee Ju-seok) ve gelini (Lee Mi-suk) geliyorlar. İçeri girdiklerinde onlarla karşılaşıyor oğul ve gelini. Kimdi bunlar? Karısıyla tatile çıkan oğul, babasını yoksulluklar içinde yaşatırken, “Babamın evinde ne işiniz var”, diye soruyor. Karısı odanın kapısını açtığında kayınbabasını göremiyor. İkisi de dışarı çıkıp cep telefonuyla polisi arıyorlardı.

Polis onları Merkez’e götürüyor. Dedektif onları sorgu odasında sorgulamaya çalışsa da ikisi de dilsiz insanlar gibi cevap vermiyorlardı sorulara. Dedektif çantayı kontrol ederken, “Onu öldürdünüz değil mi”, diyor. Çantada dijital fotoğraf makinesini buluyor dedektif. Başka evlere de girmişlerdi. Fotoğraf makinesini Dedektif Lee’ye veriyor araştırma yapması için. Evlerden ne çaldıklarını, soruyor onlara. Sessiz Tae-suk ve Sun-hwa’dan yine cevap yoktu. Serseri olarak gördüğü ikisine de ders vermeliydi dedektif. Sun-hwa’nı dışarı çıkartıyor dedektif. İkisi de kelepçeliydi. Dedektif Lee, Sun-hwa’yı sorgu odasından çıkardıktan sonra camdan Tae-suk’un görüntüsü yansıyor bir an. Dedektif onun sandalyesini çekip yere düşürüyordu Tae-suk’u. Sonra da sandalyeye oturtuyor. Ardından da ona peş peşe tokat atıyordu. Sun-hwa, pencerenin önünden geçerken dedektifin şiddetini görüyor. Görüntüsü de cama yansıyordu Sun-hwa’nın. Bu yansıma bir ruhun değil, Sun-hwa’yla Tae-suk’un bütün olmuş ruhlarının ikiye bölünmesini simgeliyordu. Sorgu odasından çıkan dedektif, yaşlı adamın oğluyla konuşuyor sonra. Tae-suk itiraf etmiş. Yaşlı adamın cesedini gizlice apartmanın yakınına gömmüşler. Dedektif, CIS ekibini apartmana göndertiyor. Ağaçların altında kazı yapılıyor. Cenaze tabutun içindeydi. Gizlice gömülmüşe benzemiyordu. Polis Merkezi’nde “Kayıp İnsan Raporu” yansıyordu. Sun-hwa’nın fotoğrafı da vardı. Dedektif Sun-hwa’ya fotoğrafını gösteriyor. Sun-hwa yine sessizdi. Evin bahçesinde golf oynayan Min-gyu’nun cep telefonu çalıyor. Sorgu odasında da dedektif, Tae-suk’u suçluyor. Yaşlı adamın ölümünü cinayet olarak değerlendiriyor dedektif. Cinayet. Cesedi ortadan kaldırma. Adam kaçırma. Birçok suç yüklüyor Tae-suk’a. Dedektife göre Sun-hwa’yı kaçırmıştı Tae-suk. Odanın bir köşesinde Sun-hwa da oturmuş bekliyordu. Dedektif Lee, Tae-suk’un temiz olduğunu söylüyor. Kimse şikâyetçi olmamış. Dedektif Tae-suk’a, “Üniversitede derecen bile var. Neden evlere giriyorsun”, diye soruyor. Cevap yoktu. Min-gyu da sorgu odasına geliyor. Dedektif karısını götürmesine izin veriyor. Min-gyu, cebinden çıkardığı golf toplarını Tae-suk’a fırlatıyor öfkeyle. Sun-hwa giderken, özlem gözlerinden dışarı yansıyordu. Kalbinin yarısı orada kalmıştı sanki. Bir zaman sonra yaşlı adamın otopsi raporu da geliyor adli tıptan. Yaşlı adam cinayetten değil, akciğer kanserinden ölmüş. Tae-suk, cenazeye saygı gösterip kefenle gömmüş. Dedektif Lee, “Bir oğuldan daha iyi gömmüş” diyor. Lee’yi odadan çıkartan dedektif, yerdeki golf topunu aldıktan sonra, “Ya kadın” diyor. Onu mutlaka hapse atmak istiyor dedektif. Tae-suk’un hafifçe gülümsemesi dedektifi rahatsız ediyor.

Min-gyu, çiçeklerle ilgilenirken, derinde de Sun-hwa yansıyordu. Sonra karısının yanına oturuyor. Karısının en sevdiği çiçeklere iyi bakmış. Döneceğini biliyormuş Sun-hwa’nın. Artık ona karşı iyi olacakmış. O yokken ailesine para bile yollamış Min-gyu. Genç kadın ona karşı ilgisiz ve salondan çıkıp gidiyor. Min-gyu’nun yüzündeki öfke fark ediliyordu. Sonra cep telefonuyla birini arıyor. Aradığı dedektifti. Ona rüşvet veriyor Min-gyu. Artık mutluydu. Polis arabası Han Nehri kıyısında Tae-suk’u kelepçeli bırakıyor. Bu an, Min-gyu’nun arabasından yansıyordu. Golf sopası da vardı. Arabadan çıkan Min-gyu’nun görüntüsü yederdeki su birikintisinden yansıyor bir an. Aşağılanmış onurunu kurtaracaktı intikamını alarak. Yere golf toplarını koyan Min-gyu, sopayla topları sertçe Tae-suk’a atmaya başlıyor. Her vuruş ona tarif edilemez haz veriyordu sanki. Dedektifler de polis arabasından onları izliyorlar.  Dedektif Lee, Min-gyu’nun sert vurduğunu söylüyor. Sonra araba geriye doğru geliyor. Dedektif, Tae-Suk’un yanına gidip “Gülsene yine” diyor. Tae-suk çektiği acı, onun da aşağılanmış onuruna haz veriyordu belki. Tae-suk, dedektifi altına alıp kelepçeyle boğacakken Dedektif Lee kurtarıyor onu. Görüntü, köprünün ayakları üzerinde kararıyordu.

Hapishanedeki hücrede. Tüm mahkûmlar tek tip mavi elbise giyinmişler. Diğer mahkûmlar da vardı. Tae-suk, hayali golf topuna hayali golf sopasıyla vuruyordu. Ama topa vuruşun sesi duyuluyordu. Michelangelo Antonioni’nin 1966 yapımı “Blow up-Cinayeti Gördüm” filmindeki final anını hatırlatıyordu bu. Final bölümünde iki genç hayali raket ve topla hayali maç yapıyorlardı. Antonioni usta bununla gerçeğin yanılsamasını yaratmıştı. Tae-suk, hayali topu yine yere bırakıyor. Mahkûmlardan biri hayali topu alınca Tae-suk hayali topunu ondan almaya çabalarken ona saldırıyor. Gardiyanlar gelip Tae-suk’u başka hücreye götürüyorlardı.

Kamera, ayaklarından yukarı doğru “tilt” yaparak Tae-suk’u gösteriyor. Şimdi hücrede tek başınaydı. Sonra gözleriyle koğuşu inceliyor. Ne düşünüyordu? Ayakkabılarını çıkartarak duvara sürtünerek yana doğru kayıyor Tae-suk. Bir balet gibiydi. Evde yatak odasında Min-gyu, Sun-hwa’yla sevişmek isterken yansıyor birden. Tae-suk bunu hissetmiş miydi? Sonra koridorda bir gardiyan (Choi Jeong-ho) görünüyor. Tae-suk’un hücre kapısına geldiğinde onu göremeyince, “Mahkûm 2904” diye sesleniyordu. İçeri girdiğinde onu gören gardiyan rahatlıyor. Kaçtığını düşünmüş. Ona tokat atıp gidiyor. Tae-suk’un cezası da yemek yememek oluyordu. Gardiyan gittikten sonra duvarı inceliyor Tae-suk. Ne düşünüyordu? O düz duvara tırmanırken, evde de ve mutsuzluk yansıyordu. Min-gyu kederinden içiyor. Evliydi ve karısı ona uzaktı. Sevişemiyordu bile onunla. İçki şişesiyle yatak odasına giren Min-gyu, yataktaki karısına, “Uyuyarak kaçma” diyor. O kadar kötü müydü kendisi? Sun-hwa’yı okşamaya başlıyor Tae-suk’u hatırlatarak. Sonra karısını tokatlıyor. Sun-hwa da ona takat atıyor hemen. Sonra aynı gardiyan bir daha hücreye bakıyor. Kapıyı açıp içeri girdiğinde hücrede Tae-suk yoktu. Ama Tae-suk yukarı tırmanmıştı. Hemen onu copluyordu gardiyan. “Dünyadan tamamen kaybolmak mı istiyorsun” diye bağırıyor öfkeyle gardiyan. Tae-suk, meditasyon yapmaya başlıyor Budist rahipler gibi hücresinde. Kollarını yana açıyor sonra. Kolları kanatlarıydı sanki.

Sun-hwa baskülde tartılıyor ve kilosu kırk beşti. Baskülü oradan alıyor sonra. Ardından giyinip geleneksel evlerin olduğu yere gidiyor. Sokakta yürüyen Sun-hwa, Tae-suk’la kaldıkları eve geliyor. Kapı açıktı. İçeri giren Sun-hwa, ev sahibi adamın sorularına cevap vermiyor ve Tae-suk’la çay içip öpüştükleri salona gidiyor. Divana uzanıyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Adamın karısı geliyor ve Sun-hwa’yı görüyor. Kimdi bu kadın? Uyanan Sun-hwa, başıyla onları selamlayıp gidiyordu oradan. Min-gyu da evde hedefe golf topu fırlatarak öfkesini dışarı atmakla meşguldü. Sun-hwa geliyor. Sonra hapishanede gardiyan yansıyor koridorda. Gardiyan hücreye giriyor ve sadece mavi elbise vardı yerde. Tae-suk neredeydi? Çok geçmeden Tae-suk gardiyanın arkasına geçerek oyunu sürdürüyordu. Sanki bir bale gibiydi. Tae-suk’un gölgesini fark ediyor birden. Gardiyan, “İnsan gözü 180 dereceyi görür” diyor. Copunu çıkartıyor ve onu coplamaya başlıyor gardiyan. Avucunun içine Sun-hwa’nın kaşını ve gözünü çizmiş Tae-suk. Meditasyon-bale yapmaya başlayan Tae-suk’u izleyen kamera sanki kanatlanmış gibi uçmaya başlıyor ve Tae-suk’u aramaya başlıyordu hücrede. Gerçeküstücülüğün üst noktalarından biriydi bu.

Sun-hwa’ya kocası, “Hadi buradan taşınalım, bugün ilk iş olarak” diyor. Hüzünlü gözlerle bahçeye bakan Sun-hwa yine sessizdi. Onu beklediğini anlıyordu kocası. Hapishanede gardiyan yemeğini getirdiğinde Tae-suk göremiyor. Hücreye giriyor. “Arkamdasın” dediğinde kamera gardiyanı arkadan takip ediyor. Tıpkı Tae-suk gibi. Tae-suk görünmüyordu. Hayalet miydi? Daha sonra hücrenin kapısına üç gardiyan geliyor. Tae-suk’u çıkartıyorlar. Kamera bu anı “high angle/yüksek açı” ile yansıtıyordu. Dolly kamera hiç kesme yapmadan onların koridorda gidişini de gösteriyordu. Evin banyosunda Sun-hwa tıpkı Tae-suk gibi çamaşır yıkarken Min-gyu anlayamıyor bunu. Çamaşır makinesi varken elle yıkanır mıydı? Tae-suk da kendine acı çektiren dedektiften intikamını alıyordu hapisten çıktıktan sonra. Acılar içinde kıvranan dedektif topu kimin attığını göremiyordu apartmanın garajında. Evde Min-gyu’ya polisten telefon geliyor Tae-suk’un serbest kaldığını bildiren. Min-gyu da karısını kendinden uzaklaştıran Tae-suk’la hesaplaşmak istiyor. Kamera boksörün evine gidiyor. Karısı Ji-eun, Hyun-su’ya hesap sorarken kamera da hayalet gibi ortalarda dolaşmaya başlıyordu. Ji-eun, kocasının kendini aldattığını hissediyor ve onu tokatlıyor. Hyun-su bir ses duyuyor. Evin içinde biri vardı. Boksör fotoğrafının gözleri kapalıydı. Sonra kamera geleneksel evlerin olduğu yere gidiyor. Kadın vardı orada. Hayalet-kamera kadının arkasında duruyordu bir an. Kadın bir şeyler hissediyor. Hayalet-kamera salona giriyor ve Sun-hwa’yla Tae-suk’un öpüştükleri kırmızı divanı gösteriyor. Tae-suk divana yaslı yastığı Sun-hwa yatacakmış divanın başucuna koyuyor. Kamera bu anlarda Tae-suk’u göstermiyordu. Sonra hayalet-kamera, fotoğraf sanatçısının stüdyo evine gidiyor. Oak Gin-go (Han Kim) cep telefonuyla konuşurken, orada birisinin olduğunu hissediyor. Duvarda da Sun-hwa’nın çıplak siyah-beyaz fotoğrafı da asılıydı. Onun da golf sopası vardı. Topa vuruyor. Ardından kapının zili çalıyor. Gelen kadın (Park Se-jin), telefonla konuştuğu sevgilisiydi. İki sevgili sevişirlerken biri onları izliyormuş gibi hissediyorlar. Ama kimseyi göremiyorlar. Genç kadın birden ürküyor ve “Neden boş çerçeve astın”, diye soruyor. Birden elektrikler kesiliyor.

Hayalet-kamera eve gidiyor. Sun-hwa ve Min-gyu uyuklarken yansıyor. Min-gyu bir ses işitince salona gelip golf sopasını alıyor. Sun-hwa, onun geldiğini hissediyordu. Birden onun bulanık yansımasını görüyor Sun-hwa. Kocası uyuduktan sonra Sun-hwa kalkıyor ve salona geliyor. Sun-hwa aynanın karşısındayken Tae-suk ortaya çıkıyor. Fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu bu anda. Onun yüzüne dokunduğunda kocası giriyor salona golf sopasıyla. Aynadan yansıyan şimdi Min-gyu’ydu. Sun-hwa’nın dişi sesi ilk defa duyuluyordu kocasına “Seni seviyorum” derken. Min-gyu etrafına baktıktan sonra Sun-hwa’ya sarılıyor sonra. Sun-hwa elini Tae-suk’a uzatıyor ve piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Aralarında Min-gyu olsa da dudakları birbirlerine uzanıyor ikisinin. Belki de aşkın en heyecanlı ve şiirsel anıydı bu. Derindeki fark edilen aynada Tae-suk’un görüntüsü yoktu. Sabah mutlulukla kahvaltı bile hazırlıyor Sun-hwa. Mutlulukla yiyorlar. Tae-suk da oradaydı. Min-gyu göremiyor onu. Bir hayalet gibiydi. Min-gyu, gece evde birinin olduğunu hissetmiş. Min-gyu’nun arkasındaki Tae-suk da yiyor onlarla. Min-gyu işe gittikten sonra Tae-suk, müzik çalara CD koyuyor ve “Gafsa” şarkısı duyulmaya başlıyordu. Kamera, hayalet gibi Sun-hwa’nın arkasından takip ediyor salonda. Tae-suk onun arkasındaydı. Sun-hwa kollarını açıyor ve gülümseyerek geri geri adımlıyor. Tae-suk, duvarda asılı Sun-hwa’nın fotoğrafının olduğu yere doğru gidiyor. Elleri birbirlerine kavuşurken, Tae-suk’un eli gölge gibi yansıyordu. Öpüşüyorlar. Baskülün üzerineydiler ve ibre sıfırı gösteriyordu şimdi. Görüntü bulanıklaşıyor. Sonra, “Yaşadığımız dünya hayal mi, gerçek mi, zor” yazısı beliriyor görüntüde. Ardından son jenerik yazıları yansıyor. Hayalle gerçek birbirine karışarak bitiyordu bu gerçeküstücü ve varoluşçu filmde.

“Yay.…”

Kim Ki-duk ustanın 2005 yapımı “Hwal-Yay” filmi, okyanusun ortasında her şeyden soyutlanmış bir mekânda geçiyor. Yaşlı bir adamla (Jeon Seong-hwang) bir genç kız (Han Yeo-reum), büyükçe bir teknede beraber yaşıyorlar. Tekne, Uzakdoğu'nun resim sanatıyla süslenmiş. Yaşlı adam iyi de ok atıyordu. Küçük tekneyle büyük tekneye müşterileri getiren yaşlı adam, insanlara oltayla balık avlatırken, arada bir onların falına da bakıyordu. KKD Film-Happinet’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Eun-il Kang bestelemiş. Estetik görüntülerse Seong-back Jang'a aitti. Bu film, Aralık 2005’te ülkemizde gösterilmişti. Ayrıca bu film, 2005’teki 58. Cannes Film Festivali’nde “Belirli Bir Bakış” bölümünde ödüle de aday olmuştu. Filmi izlerken, “Ada” ve “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filmleri akla geliveriyor hemen. O filmlerde kulübeler suyun içindeydi ve adalara metafor yapıyorlardı. “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filminde Budist ruhaniliği ve bilgeliği vardı. “Yay” filminde de tekne bir ada gibi. Budizm ruhaniliği de alttan alta hissediliyordu. “Yay” filmindeki ada metaforu yoğun olarak genç kız içindi. Filmde kara hiç görünmüyordu. Bir de başkarakterler bu filmde de konuşmuyorlardı.

Film, geleneksel figürlü kadın resmi üzerine açılıyor. Görüntü bulanıklaşıyor ve yaşlı adamın büyük bir yayı, müzik aletine dönüştürmesi yansıyor görüntüye. Ardından fonda kadın sesiyle geleneksel ağıtı andıran bir şarkı duyulmaya başlıyor. Yayı gerginleştiren yaşlı adam, darbukayı yaya yerleştiriyor. Ardından da kemanın arşesi, yani yaylı sopası gibi bir yayla çalmaya başlıyordu. Müzik sürerken yaşlı adam, genç kızın göz kenarlarına siyah, kırmızı ve sarı nokta yapıyordu renkli kalemlerle. Müzik sürerken yakın çekimle genç kızın gözleri yansıtıyordu kamera. Masumiyetin yerleştiği gözleriyle kameraya gülümserken, insanı yabancılaştırıyordu genç kız. Sinemada bu efekte “breaking fourth wall/dördüncü duvarı yıkmak” deniliyordu. Ardından da okyanus yansıyor ön jenerikle beraber. Okyanus açıklarında bir tekne görünüyordu uzaktan. Kamera yavaşça tekneye yaklaşmaya başlıyor. Teknenin dış tarafı resimlerle süslüydü. Geleneksel motiflerdi bunlar. Salıncak da fark ediliyordu bu teknede. Görüntü beyazlaşıyor ve filmin adı yansıyor sonra. Bu müzik filmin tema müziğine dönüşecekti.

Yaşlı adamla genç kızın hem evi hem de işi olan büyük teknede insanlar oltayla balık avlarken yansıyorlar. Tekne su üstünde demirliydi. İnsanları karadan bu tekneye getiren küçük tekneleri de vardı. Genç adamlardan biri (Kim Ik-tae) oltasıyla balık tuttuğu için mutluluk yaşarken yansıyor önce. Sonra melek kadar güzel genç kız, biraları müşterilere verirken, ikinci adam (Jang Dae-seong) genç kızın elinden tutuveriyor birden. Kıza, kaç yaşında olduğunu soruyor sırıtarak. Adam, “Bu tekneye yedi yaşında gelmişsin” diyor. Gerçekten o günden beri bu teknede mi yaşamıştı kız? Üçüncü adam (Jo Suk-hyun), kızı kucağına oturtarak, “Dünyada neler döndüğünden haberin yok” diyor. Yaşlı adam da olanları izliyordu. Yaşlı adam büyükbabası değil miydi? Buraya gelenler hep böyle mi biliyordu? İkinci adam, “Geceleri uslu uslu uyuyor musunuz” diyor kahkaha atarak. Üçüncü adam kızı okşarken, yaşlı adam onların yakınına ok fırlatıyor yayıyla. İkinci adam, “On yedisini doldurduğunda kızla evleneceğini biliyor musun ihtiyarın” diyor. İkinci adam, yaşlı adamın yanına gidip geleceğini öğrenmek istiyor. Yaşlı adam buraya gelenlerin falına da bakıyordu. Adam, karısında bir şeyler sezse de çıkartamıyormuş. Karısı onu aldatıyor muydu? Yaşlı adam kızın kollarına renkli kurdeleler bağlıyor önce. Kız tekneden salıncağa doğru inerken, dikizleyen kamera da onun Antik Yunan’dan gelmiş heykel gibi büyüleyen bacaklarını yansıtıyordu. Yönetmen, dikizleyen kamerasıyla tıpkı “Fedakâr Kız” filmindeki gibi yine paradoksun içine düşürüyordu seyirciyi. Baştan çıkma veya çıkmama zihinsel çatışmasıyla. Yönetmen, bu filminde kızın bacaklarıyla çalgıya dönüşen yayı ritüel gibi yansıtmış. Banyo anları da böyleydi. Çok tekrarlandıkları için de “leit-motif”e dönüşüyorlardı. Kızın bacakları ve yay, filmin derinliğinde daha da anlamlaşacaktı. Kız, salıncakta sallanırken, yaşlı adam “Giyom Tell” gibi kıza doğru ok fırlatıyor. Oklar, teknedeki kadın figürüne saplanıyordu. Sonra da kız, yaşlı adamın kulağına olacakları söylüyordu. Bu hep böyleydi. Aynı ritüel bir daha yaşanıyordu şimdi. Yaşlı adam küçük tekneden yayını geriyor ve salıncaktaki kıza doğru fırlatıyordu oku. Yaşlı adam teknedeki kadın resmine okları gönderiyor. İkinci adam, “Hangi çılgın böyle kehanette bulunur ki” diyor. Yönetmen bu anlarda gerilim duygusunu da hayli yükseltmiş. Fonda da geleneksel tınılar duyuluyordu. Kız üç oku da çıkartıp yaşlı adamın yanına geliyor ve kulağına bir şeyler söylüyor. Yaşlı adam da ikinci adamın yanına gidip kulağına fısıldıyor kehaneti. Karısı onu aldatıyor muydu? Teknede balık avlayanları küçük tekneyle karaya götürüyordu sonra yaşlı adam.

Teknede yalnız başına kalan kız da hedefe ok fırlatıyordu. Çok geçmeden yaşlı adam dönüyor tekneye. Kız mutlu oluyor. Gece olunca yaşlı adam kızı yıkıyor küvetin içinde. Çıplak kızın güzelliği de daha bir gözler önüne seriliyordu bu anda. Yaşlı adamın eli kızın ipeksi teninde rahatça dolaşıyordu. Bu güzellik kendinin olacaktı. O güne az zaman kalmıştı. Banyodan sonra dışarı çıkan yaşlı adam yayla yaptığı müzik aletiyle çalmaya başlıyor gecenin derinliğinde. Yaşlı adam mutlulukla çalarken, kamera da aşağı “tilt” yaparak karanlıkta kalmış suya yöneliyordu. Sanki “kararma” gibiydi bu. Yaşlı adam içeri girdiğinde güzel kızın uyuduğunu görüyor. Kızın üzeri de açıktı. Bacakları da açıktaydı. Yaşlı adam kızın ranzasının önünde diz çöküp, bu güzelliğe baktığınca yüzüne mutluluk gülümsemesi oturuyor. Kız böyle sere serpe uzanmış yatarken, yaşlı adam da mezurayla kızın boyunu ölçüyor hemen. Kızın üzerini örttükten sonra duvarda asılı takvimi işaretliyor yaşlı adam. Şubat ayıydı. Düğün günü uzakta değildi, ama zaman yavaş ilerliyordu. Sonra kızın üzerindeki ranzasına uzanıyor. Ardından eli yavaşça aşağı doğru iniyor ve kızın kolunu okşamaya başlıyordu yaşlı adam. Uyuyan güzelin elini kavrıyor birden.

Sabah olunca uyanan yaşlı adam kendi ayakkabılarını yanına alıp küçük tekneyle karaya doğru giderken kız uyanıyor.  Sonra yaşlı adamın hazırladığı kahvaltıyı yiyor. Yönetmen, onun tüm güzelliğini yansıtıyordu bu anlarda kışkırtıcı bir görsellikle. Ardından kız yayla yapılmış müzik aletini alıp çalmaya başlıyor okyanusa doğru. O çalarken, kamera da teknenin etrafında dönüyordu. Kızın hayatına yeni anlamlar mı girecekti? Dönüşüme metafor muydu bu? Teknede tek başına zaman geçiren kız salıncakta bile sallanıyor sonra. Onun tek dünyası bu küçük ada gibi tekneydi. Ardından kamera onu sere serpe uzanmış yansıtıyor güzel bacaklarını fark ettirerek. Ses duyduğunda dürbünüyle bakınca müşterileri görüyor küçük teknede. Yaşlı adam kıza yeni ayakkabılar da almış. Düğün için. Ayakkabıları çeyizlik yaptığı dolaba koyuyor yaşlı adam. Yeni gelen iki arkadaşı (Kong Yoo-seok ve Yani Jae-ik) merakla izliyor kız. Onların fotoğraf makinesi de vardı. Adamlar onu fark ediyorlar. Sonra da kızı taciz ediyorlar balığı elbisesinin içine atarak. Göğsüne dokunan adamı tokatlıyor sonra kız. Yaşlı adam da onlara doğru ok atıyor bunları görünce. Adamlardan biri sonra yaşlı adamın yanına gelip kendilerine kaba davrandığını söylüyor. Sonra da yaşlı adama saldırıp onu iple bağlıyorlar. Sonra da kızın peşine düşüyorlar ona tecavüz etmek için. Kız teknenin içinde sürekli kaçıyor onlardan. Adamlar da peşindeydi. Nereye kaçabilirdi? Tüm dünyası bu tekneydi. Yayı alan kız adamın birinin bacağına ok atıyor. Diğerinin de bacağını yaralıyor okla.

Yine gündüzdü. Kız dürbünle uzağa, sesin olduğu tarafa bakıyor. Yeni gelenler vardı. Bu defa kalabalıktı balık tutmak için gelenler. İçlerinde bir genci fark ediyor kız. Üniversite öğrencisi (Seo Si-jeok) ve babası (Jeon Gook-hwan) bu tekneye gelince yaşlı adamla kızın hayatında kırılmalar da başlıyordu. Kız, öğrenci genci görür görmez gerçek aşkın içine de düşüyordu çünkü. Kalbi hızla çarpmaya başlıyor, o genci özlüyor ve onda hayatın gerçekliğini keşfediyor derinlikte. Öğrenciyle kız göz göze geldiğinde yaşlı adam bir şeyleri fark ediyor. Bir şeyler değişmeye mi başlıyordu? Yeni gelenler balık avlarken kar da atıştırmaya başlıyordu. Kız, gence bakmaktan kendini alamıyor. Gencin “walkman”i de vardı. Onun yanına yaklaşıyor ve kulaklığı alıp kendi kulaklarına takıyor kız. Öğrenci kıza yaşını soruyor. Seul’ü görmüş müydü? Yaşlı adam da olanları izliyor. Yaşlı adam her şeyin tersine döndüğünü mü hissediyordu ruhunda? Yaşlı adam öfkeyle gelip kızı alıp kamaraya götürüyor. Gece de ay yansıyordu gökyüzünde.

Kamera, karanlık gökyüzünden aşağı “tilt” yaparak gecenin derinliğindeki tekneyi yansıtıyordu. Yapayalnız bir tekneydi. Yaşlı adam kıza yine yıkıyordu. Balık avlamak için gelenler de teknede uyuyorlar. Genç yatağından çıkıp pencereden olanları izliyor sonra şaşkınlıkla. Kız, öğrenciyi fark ediyor birden. Ona, güzelliğini daha da çoğaltan gülümsemesini yolluyordu. Öğrenci de kızın sıcaklığını alıyordu bu gülümsemeyle. Sabah olduğunda yine balık tutuluyordu oltayla. Öğrenci babasına, “Baba, kız onun torunu mu”, diye soruyor. Babası da anlatıyor ona gerçeği. Kızı çocukken bulmuş ve on yıldır teknede tutuyormuş. Öğrenci yaşlı adam için, “O kötü biri” diyor. Sonra öğrencinin babası yaşlı adamın yanına gelerek işlerinin yolunda gitmediğini söylüyor. Geleceğini öğrenmek istiyor ondan. Yine aynı ritüel tekrarlanıyor. Öğrenci de şaşkın ve endişeli gözlerle olanları izliyordu. Kızın kulaklarına fısıldadıklarını babanın kulağına fısıldıyor sonra yaşlı adam. Öğrencinin babası mutlu oluyor onun söylediklerinden. Yaşlı adam teknenin direğinde yayıyla müzik çalarken yansıyor sonra. Müşteriler küçük tekneye binerlerken öğrenci “walkman”i kıza hediye ediyor. Yaşlı adam bunu görüyordu. Her şey değişmeye mi başlıyordu? Genç kız gibi. Küçük tekne gidiyor. Martı yansıyor sonra. Zaman geçiyordu. Yaşlı adam dönüyor, ama kulaklıkla “walkman” dinleyen kız geldiğinin farkında bile olmuyor onun.  Yepyeni dünyalar keşfediyordu genç kız. Yaşlı adam öfkeyle “walkman”i yere atıyor. O da farkındaydı bir şeylerin değişmeye başladığının. Kız, yaşlı adamın aldığı çeyizlikleri dolaba yerleştirirken pencereden onu izliyor sonra. Belki de kaderini izliyordu. Genç kız misinanın ucundaki iğneli oltayı ağzına alıyor ve misinayla çalmaya başlıyordu kız.

Gökyüzünde martılar ve batan güneşin kızıllığı yansıyor sonra. Gün bitiyordu. Yaşlı adam kızı yine yıkıyordu. Kız mutsuz ve yaşlı adama öfkeliydi. Yaşlı adam yayı ve darbukayı alıp dışarı çıkıyor hemen. Akşam çökerken yaylı çalgıyı çalmaya başlıyor hüzünle. Onun görüntüsü siluet olarak yansıyordu. İçeri geldiğinde kızın yattığını görüyor, sonra da takvimde bir günü daha işaretliyor. Yatağına uzandığında derin düşünceler zihnindeydi. Değişim başlamıştı. Eli aşağıya doğru, kızın eline doğru gidiyor yaşlı adamın. Kız elini ondan kaçırmaya çabalıyor, ama elini kavrıyor yaşlı adam. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Zaman geçiyor ve gün ağarmaya başlıyor. Kız uyandığında küçük tekneyle giden yaşlı adamın ardından hüzünle bakıyordu. Kalbine, öğrencinin aşk ateşi düşmüştü. Onu özlüyordu. Genç kız anahtarla çeyiz dolabını açıyor ve giyiniyor. Gelin gibi oluyordu. Sonra da teknenin güvertesinden dürbünle ufka bakıyordu kulaklıkla. Müzik onun zihninde çalıyordu “walkman” olmadan. Zaman geçiyor. Küçük tekne müşteriyle geliyor tekneye. Yaşlı adam geldiğinde, çeyizlikleri çıkartmış genç kızı odada hüzünlü buluyor. Yaşlı adamın yüzünde gülümseme vardı. Yaşlı adam aldığı kolyeyi kızın boynuna takıyor barışmak için. Kız kolyeyi kopartıp atıyor. Bu olanlar, bu isyan neydi? Kız, yaşlı adamı kışkırtmak için oltayla balık tutan bir müşterinin yanına gidip oturuyor. Yaşlı adam yayını alıyor. Onu öfkelendirdikçe yüzünden gülümseme yansıyordu kızın. Başını adamın omzuna koyan kız uykuya dalıyormuş gibi yapıyor. Öfkeyle kızı kucaklayıp odaya götüren yaşlı adam, kızı kendi yatağına yatırıyor. Yaşlı adam dışarı çıkınca gözlerini açan kız olanları izliyordu. Yaşlı adam, o müşteriyi bu tekneden götürüyordu. Sonra kamera, salıncaktan yukarı “tilt” yaparak teknenin direğinde oturan kızı yansıtıyor. Kız havada bir uçak görüyor. Bu onun için yeni bir şey miydi? Kuşlar gibi havada uçuyordu uçak.

Gün batıyor. Yaşlı adam takvimde bir günü daha işaretliyor kız yatağında uyurken. Kız gözlerini açtığında yaşlı adam mart ayında kalan günlerin birçoğuna işaret koyduğunu görüyor. Biraz daha beklerse hayalleri mahvolacaktı yaşlı adamın. Gece çöktüğünde kız yatağında yoktu. Sabah yaşlı adam uyandığında yatağı boş görüyor. Telaşla dışarı çıktığında kızı aramaya başlıyor teknede. Kız salıncaktaydı. Yüzünde de hüzün vardı. Sonra yaşlı adam bıçağını bilerken kız ona doğru ok atıyor. Sonraki oku da suya gönderiyor kız. Artık onunla aynı yerde değildi kız. Yatağını başka bir yere taşımış teknede. Kamera, onun bacaklarından yukarı doğru “tilt” yaparak mutsuzluğunu görselleştiriyordu. Gözlerinde öfke ve nefret vardı. Aşk acısı çekiyordu genç kız. Ay bulutların arasında kaybolurken zaman da geçiyordu. 

Yine sabahtı. Kız dürbünüyle ufka bakarken yansıyor. Umutla onun dönmesini bekliyordu. Gelen küçük teknede öğrenci de vardı. Yüzüne mutluluk gülümsemesi oturuyor genç kızın. Soluk yüzü canlanmaya başlıyor. Mutluluk dönmüştü. Yaşlı adam bir tavukla bir de horoz getiriyordu tekneye. Bu derinlikte anlamlaşacaktı. Sonra kız tuvaletini yapıyor. Tuvalet dışarıdaydı ve her tarafı açıktaydı. Her şey suya gidiyordu “Ada” filmindeki gibi. Öğrenci onu görüyor. Güzelliği daha da büyüleyiciydi kızın. Sonra darbukayla yalnız oturan öğrencinin yanına gidiyor kız. Öğrenci onun fotoğrafını çekerken, yaşlı adam onları izliyordu pencereden. Onlar eğlenirken, yaşlı adam onlara doğru ok fırlatıyor. Onu kaybettiğinin farkındaydı yaşlı adam. Oku alan kız, yaşlı adamın yanına gidip darbukayı atıp oku da kırıyordu. Kız gittikten sonra kamaralarındaki takvime işaretler koyan yaşlı adam, bir türlü bitmeyen sayfayı yırtıyor ve yeni aydaki günleri işaretlemeye başlıyor. Elini çabuk tutmalıydı. Yaşlı adamın geçmişine dair küçük de olsa hiçbir bilgi sunmayan yönetmen, insana fikir yürütüyor sadece. O, hayatında hiçbir kadınla olmamış mıydı? Torunu yaşındaki bu kız onun tek şansıydı belki de. 

Gece uyurlarken, yaşlı adam ritüele dönüştürdüğü elini ranzadan aşağı sarkıtıyor ve kızın elini tutmaya çabalıyor yine. Kız buna dirense de elini yakalıyor yaşlı adam uyurken bile. Misafirler de teknede uyuyorlar. Sağa doğru çevrinme yapan kamera, öğrenciyi cep telefonuna bakarken yansıtıyordu sonra. Kız ve kızın fotoğrafları ona mutluluk veriyordu. Kız da yatağından çıkıp diğerlerinin uyuduğu yere geliyor. Öğrencinin uyuduğu yatakta yorganın altına giren kız, öğrencinin güzelliğini seyrediyor bir an. Öğrenci uyandığında yaşlı adam da uyanıyor yatağında. Kız yoktu. Kızla öğrenci birbirlerinin güzel yüzlerine dokunuyorlardı keşif yapar gibi. Öğrenci, kızın dudaklarına uzandığında içeri yaşlı adam giriyor ve bu manzaraya tanık oluyor. Ne yapacaktı şimdi? Ok yaydan çıkmıştı ve kız âşık olmuştu kendi yaşına yakın bir gence. Yaşlı adam onu öfkeyle küçük tekneye bindirdiğinde öğrenci, “Hiç onun açısından düşündünüz mü” diye soruyor. Bir teknede on yıl yaşamak nasıldı? Kız da onları izliyordu. Yaşlı adamın, bencilliği ve açgözlülüğünden miydi tüm acılar? Belki de doğrudan trajediydi kız için bunlar. Öğrenci, kızın anne-babasını araştıracağını söylüyor yaşlı adama. Sabah yaşlı adam kamarada takvimdeki iki sayfayı da yırtıyordu. Artık zaman kalmamıştı ve çabuk davranmalıydı. Kız yatağında bu olanları görüyordu. Yayı alıp dışarı çıkan yaşlı adam, oltayla balık avlayan adamın oturduğu koltuğa fırlatıyor önce. Sonra da diğer misafirlere okları gönderiyor. Kimse yaralanmasa da onları korkutuyordu yaşlı adam. Onların tekneyi terk etmesini istiyor. Misafirler, korku ve telaşla küçük tekneye doluşurken, kız da kederli gözlerle olanları izliyordu.

Gün batarken ikisi de teknede yapayalnızdı? Yaşlı adam şimdi ne düşünüyordu? Kız birden küçük tekneye binip motorunu çalıştırıyor. Hareket eden tekneye binen yaşlı adam, onu engelliyor hemen. Kızın cehennemi sürecek miydi? Öğrenciyi görmeden önce bu küçük adası onun cennetiydi. Şimdiyse cehennemiydi. Yaşlı adam, kamaradaki ranzayı söküp daha geniş bir yatak yapıyor. Artık iki kişi olacaklardı tek yatakta. Sonra da takvimi yırtıp atıyor. Artık bunun hiçbir anlamı yoktu ve kız onundu. Soğuk gecede ay yansıyor gökyüzünde sonra. Fırtına çıkarken tekne de sarsılmaya başlıyor. Gündüz olduğunda okyanus sakinliğe dönüyordu. Kız tekneden dürbünüyle uzaklara bakıyor, ama ondan bir haber yoktu? Sevgilisi gelecek miydi? Birden küçük bir tekneyi fark ediyor genç kız. Gelen oydu. Yanında da biri vardı. Onu fark edince gözleri parlıyor ve soluk yüzü gülmeye başlıyordu yine kızın. Öğrenciyi getiren tekne dönerken, yaşlı adam geliyor yanlarına. Öğrenci bir kâğıt çıkartıp yaşlı adama veriyor. Kâğıtta kızın altı-yedi yaşındaki fotoğrafları vardı. Kızın, anne ve babası hâlâ kızlarını arıyorlarmış. Kızı, ailesine götürmeye gelmiş öğrenci. Yaşlı adam, kâğıdı buruşturup atıyor. Kâğıdı yerden alan kız, çocukluğunun fotoğraflarına bakıyor sonra. Onu götürmek istiyor, ama terk etmek kolay mıydı? Yaşlı adam da okların ucunu biliyordu içeride. Sonra okun birini öğrencinin olduğu yere fırlatıyor yaşlı adam. Hatta onu öldürmek için de ok atıyor. Kız da öğrenciyi korumak için kendi vücudunu siper yapıyor hemen.

Akşam çöktüğünde, yaşlı adam ve kız aynı yatağa uzanıyorlar. Kız dirense de yine kızın elinden tutuyor. Yıllarca bu anla yaşamıştı yaşlı adam. Kendisine sarılan yaşlı adama tokat da atıyor genç kız. Gündüz olduğunda yaşlı adam teknenin motorunu tamir etmeye çalışsa da motoru çalıştıramıyor. Öfkeyle de motoru parçalıyor sonra. Başını bile yaralıyor. Kız, onun yarasını temizlerken tepki gösteriyordu yaşlı adam. Umutsuzluğun verdiği bir öfkeydi bu. Onuru da kırılmıştı. Kızı tokatlıyor sonra. Ardından peş peşe kızın yüze tokat atıyor yaşlı adam. Acıyla ağlamaya başlayan kızın sesini duyan öğrenci kızı koruyor ondan. Öğrenci, “Sen bir çocuk hırsızısın” diyordu bağırarak. Ona vurmaya hakkı yoktu. Cinsel istekleri için mi kızı bunca yıldır esaret altında tutmuştu, yoksa evlilik duygusunu tatmak için miydi hepsi? Cinselliğin ötesine geçen bir şey miydi bu? Sonra öğrenci, yaşlı adama, “Bana da geleceğimi söyle” diyordu. Bu kızdan ayrılacak mıydı, yoksa onunla evlenip mutlu mu olacaktı? Yaşlı adam, kızın kollarına renkli kurdeleler bağlıyor. Aynı ritüel yaşanacaktı. Yaşlı adam, salıncakta sallanan kızı okla vurmak için okları gönderiyor. Ama başaramıyor. Son oku fırlatırken gerilim de yükseliyordu. Öğrenci, yaşlı adamın kıza tam nişan aldığını görünce salıncağın ipini tutarak kızı suya düşürüyor hemen. Kızı, belki de geleceklerini kurtarıyordu öğrenci. Kızı sudan çıkarttıktan sonra, kız da okları alıyor ve kehaneti yaşlı adamın kulağına fısıldıyordu. Yaşlı adam doğruyu söyleyebilecek miydi? Yaşlı adam, kızın kendisine söylediklerini öğrencinin kulağına fısıldıyor. Geleceği neydi? Sabah tekneden ayrılacak öğrenci kızı da götürmek için yaşlı adamdan izin istiyor sonra. Kızın bu okyanus dışındaki dünyayı da tanımasını istiyor. Yaşlı adam çeyiz dolabını açıyor ve öfkeyle hepsini dolaptan çıkartıp yere atıyor. Artık evlilik yoktu. Gece öğrenciyle bekleyen kız, kamaranın kapısını açınca kederler içindeki yaşlı adamı görüyor. Kederli gözlerle çeyizlere bakan yaşlı adam hayatındaki en büyük hayal kırıklarından birini yaşıyordu sanki.

Sabah olunca büyük tekne yansıyordu. Kız ve öğrenci küçük tekneye biniyorlar. Gece küçük teknenin ipini alan yaşlı adam, ipi küçük tekneye bağlamış boynuna geçirmek için. Küçük tekne uzaklaşırken, yaşlı adam ilmiği boynuna geçiriyor. İp gerginleşince ip boynunu sıkıyor ve yaşlı adam kurtulmak için çabalıyor sonra. Küçük tekne de duruyor. Öğrenci gaz verdikçe ip daha da gerginleşiyordu. Kamera, yaşlı adamı yakın çekimle yansıtıyor son nefesini acıyla verirken. Yaşlı adam, intiharıyla kıza suçluluk duygusunu mu yaşatmak istemişti? Yaşam ağır basıyor ve uzandığı bıçağı alan yaşlı adam ipi keserken, kız da ipi fark ediyor o anda. Yaşlı adamın intihar ettiğini anlıyor ve teknenin dümenine geçiyor birden. Sonra da ipi kopartmayı başarıyor. Yaşlı adam kurtuluyordu. Kız dümene geçip küçük tekneyi büyük tekneye doğru döndürüyor. Terk etmek kolay olmayacaktı. Ağlayarak yaşlı adamın yanına gelen kızın gözlerinde pişmanlık ve suçluluk vardı. Yaşlı adam bunu ona yaşatmıştı. Daha dünyayı, hayatı keşfetmemiş kız, küçük kalbinde bunları yaşıyordu şimdi. Çeyizler de toplanmış yatakta yansırken, bu defa kız yaşlı adama yıkıyordu küvette. Öğrenci olanlara bakıyordu sadece. Ardından geleneksel gelinlik elbisesini giyinmiş kız, yaşlı adamın eşi olmaya hazırdı. Düğün ritüeli de oluyor sonra. Canlı bir horozla bir tavuk da masanın üzerindeydi. Öğrenci de bu düğün ritüelini izliyordu sessizce. Ardından tavuğu beraberce serbest bırakıyorlar. Bir belgesel gibi yansıyordu tüm bunlar. Sonra küçük tekneye binip uzaklaşıyorlar. Öğrenci büyük teknede tek başına kalmıştı. Teknede kalan öğrenci tavuğun birini alıyor ve ayaklarındaki bağlı mavi kurdeleyi çözüyor. Sonra da diğer horozu tokatlamaya başlıyor öğrenci. Horozun da ayakları kırmızı kurdeleyle bağlanmıştı. Öğrenci dayanamıyor kurdelesini çözüyor ve onu da rahatlatıyordu.

Küçük tekne uzaklaşınca yaşlı adam duruyor ve kızın elinden tutup yerde serili yatağa götürüyor.  Kızın üstünü çıkartmaya başlıyor sonra. Giyinmek gibi bu da bir ritüeldi. Yaşlı adam da üstünü çıkarmaya başlıyor. Ardından kamera uzaktaki büyük tekneden aşağı doğru “tilt” yaparak kız ve yaşlı adamı gösteriyor. Yaşlı adam, kızın yanağından öptükten sonra ayağa kalkıyor ve çalgıya dönüştürdüğü yayla çalmaya başlıyor. Filmin ana tema müziği duyulmaya başlıyor. Ardından kız gülümsüyordu. Müziğin etkisiyle gözlerini kapayan kız yatağa uzanıyor sonra. Yaşlı adam yaydan darbukayı çıkartıp okla uyuklayan kıza nişan alıyor. Sonra oku gökyüzüne doğru fırlatıyor. Yaşlı adam, teknenin ucuna geliyor ve ardından suya atlıyordu. Mutluydu ve evlenmişti sonunda. Artık ölebilirdi. Küçük tekne suda sürüklenmeye başlıyor. Uyuyan güzel derin uykusundaydı. Sürüklenen tekne büyük tekneye doğru yaklaşıyordu. Teknede de öğrenci yapayalnızdı ve kızı bekliyordu sanki. Öğrenci tekneyi fark ediyordu. Küçük tekne yaklaşınca uyuyan kızı görüyor, ama yaşlı adam yoktu. Kamera, okyanusu gösterdikten sonra kızı yansıtıyor ardından. Kız, sevişiyor gibi hazzın içindeydi sanki. Gökyüzünden ok bacaklarının arasına düşünce kız uyanıyor. Yaydan çıkan ok “falliğe” dönüşüyordu şimdi. O anda sanki yeni varoluşuna gidiyor gibiydi kız. Yaşlı adamın görünmeyen hayaletiyle sevişiyor gibiydi. Acı ve haz yüzüne oturuyordu bu anda kızın. Ok sanki yaşlı adamdı. Bunları gören öğrenci kızın yanına gelip onu sakinleştirmeye çabalıyordu sonra. Kız hazzın son noktasındaydı. Sonra kız baygın düşüyor. Bacaklarının arası da kanlanmıştı kızın. Cinselliğin ötesinde bir şey miydi bu? Görünmeyen yaşlı adam, kızı bakirelikten kadınlığa, yeni varoluşa doğru yolculuk mu yaptırmıştı? Kızın kanı akarken yüzüne de bu yolculukta acı oturuyordu o an. Ruhani bir şey miydi bu gerçeküstücü an? Tavukla horozu alan öğrenci de küçük tekneye geçiyordu. Artık gidebilirlerdi buradan yeni hayata doğru. Büyük tekne yavaşça suya gömülürken, kız da tekneye, yaşlı adama el sallıyor sonra. Küçük tekne çerçeveden çıkınca görüntü beyazlaşıyordu. Ardından kız darbukayı kulağına götürüp dinliyordu. Kamera suyu yansıtırken, görüntüye yansıyan yazıda, “Yayın sertliği ve gerince çıkan o güzel ses gibi böyle yaşanmalı hayat, verilen son nefes gibi” diyordu. Hayalle gerçeği ayırmak zordu.

 

“Zaman…”

Kim Ki-duk ustanın, aşkın tutkulu iç dünyasında yolculuğa çıkartan 2006 yapımı filmi “Shi gan-Zaman”, insana soru sorduran önemli bir yapıt. Soru şuydu: Aşk mı eskir, yoksa insan mı? Zaman en çok neyi yıpratırdı? Sürekli aynı insanı görmek, hayatı da sıkıcı bir hale mi getiriyordu? Fiziksel değişim her şeyi kökten çözebilir miydi? Yoksa her şey tüketim malı mıydı?  KKD Film-Happinet’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müzikleri Hyung-woo Noh bestelemiş. Görüntülerse Jong-mo Sung'dan. Bu film, Ocak 2007’de ülkemizde gösterilmişti. Kim usta, bu filminde seyirciyi yabancılaştırarak “Boş Ev” ve “Vahşi Hayvanlar” filmlerine saygı sunuşu da yapmış bir anlamda. Kim usta, bu filminde melodramı da derinden hissettiriyordu. Trajik bir filmdi bu.

Film, seyirciyi şok edebilen gerçek bir estetik ameliyatla açılıyor. Filmin ana teması, güzellikten öte fiziksel değişim üzerine. Elbette güzellikten vazgeçilemiyor. Estetik merkezinden elinde eski yüzünün çerçeveli fotoğrafıyla çıkan bir kadına çarpan ve çerçeveyi düşüren Seh-hee (Park Ji-yeong), kendi hayatında bunalımlar yaşayan bir genç kadın. İki yıldır birlikte olduğu sevgilisi Ji-woo (Ha Jung-woo), kendinden (yani yüzünden) sıkıldığı kuruntusuna kapılıyor. İşte bu film, bir kadınla bir erkeğin trajedisini anlatıyor. Bu trajedi iki insanın acısından dolayıydı. Kim usta, tüketim toplumlarında her şeyin çabuk tüketildiğini, ama asıl tüketilenin insanın kendisi olduğunu söylüyor bu filmiyle. Güzelliği kutsayan kapitalizm, sürekli insanı yanılsamalar içinde bırakarak kendilerinden bile uzaklaştırıyordu. Elbette zaman birçok şeyi eskitir. Doğa, bir şeyleri sürekli eskitirken, yeni olanı da yerine koyuyor. Psikolojik yönü de olan bu filmde insan ruhunun derinliklerinin okyanuslardan daha derin olduğu hissediliyor. Karakterlerin iyi yansıtıldığı filmde, Seh-hee karakterinin psikolojik dönüşümleri insana varoluşçu açılımlar yaratıyor. Film, psikanaliz açıdan değerlendirme yapabilenler için modern toplumlar üzerine fikir de verebiliyor.

Film ön jeneriğin ardından ameliyathanede açılıyor. Kadın gözü yakın çekimle yansıyor önce. Yüz estetik ameliyatı olacaktı. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Görüntü kararıyor ve ardından estetik kliniğinden çıkan bir kadın yansıyor. Elinde de eski yüzünün çerçeveli fotoğrafı da vardı. Cep telefonuyla konuşurken aceleyle yürüyen bir kadın ona çarpıyor ve çerçeveli portre fotoğraf yere düşüyor. Kadına çarpan Seh-hee’ydi. Seh-he, kadından özür dileyip çerçeveyi tamir ettirmeye götürüyor. Yüzünden estetik ameliyat olan kadın gidiyor sonra. Ardından bir kafe yansıyor. Ji-woo oradaydı. Sevgilisi Seh-hee’yi beklerken güzel garson kıza da (Kiki Sugino) ilgi gösteriyor. Kafeye gelen Seh-hee, Ji-woo’nun garson kızı arzuyla izlediğini fark ediyor. Seh-hee, Ji-woo’nun yanına gelince tartışma da başlıyordu. Ji-woo sadece bakmıştı. Seh-hee, “İki yıldan sonra benden sıkıldın” diyor ona. Ji-woo, köpeğini bile arkadaşına hediye etmiş. Hayvanla insan bir miydi? Seh-hee, elinde kırık çerçeveyle kafeye gelmişti. Fotoğrafa bakan Ji-woo kadın için, “Akıl hastası gibi görünüyor” diyordu birden. Garson kız masaya geldiğinde de kıza sinirli davranıyordu Seh-hee. Onu kıskanmıştı. O sırada bir araba geri geri giderken arkadaki arabaya hafifçe çarpıyor. Sonra Ji-woo’nun telefonu çalıyor. Kafenin dışında bir genç kadın yansıyor. Ji-woo onunla konuşuyordu telefonda. Kadın, Ji-woo’nun arabasına çarpmıştı. Ji-woo, genç kadınlara yardımcı olduktan sonra Seh-hee’nin kıskançlık kelimeleriyle baş başa kalıyordu sonra. Seh-hee, her şeyden bir anlam çıkartıyor. Sesini yükseltiyor. Kriz geçiriyor gibiydi. Sonra kafede masada oturan genç kadınların yanına gidip öfkesini onlara da gösteriyor hakaret ederek Seh-hee. Sonra Ji-woo’nun “Bu utandırıcı” sözüne kırılan Seh-hee kafeyi terk ediyordu öfkeyle. Ji-woo, onun peşinden giderken, masalarındaki çerçeveli kadın fotoğrafı yansıyordu sonra.

Sevgili olsalar da ayrı dairelerde yaşıyordu Seh-hee ve Ji-woo. Dairesinde Seh-hee yatakta kederler içindeyken kapının zili çalıyor. Gelen Ji-woo’ydu. Şifreyi yazıp içeri giriyor. Sonra soyunup yatağa giriyor hemen. Seh-hee, “Ben deli miyim” diyor Ji-woo’ya. Ondan özür diliyor. Ji-woo’ya her gün sıkıcı bir yüz sunduğu içindi bu özür. Seh-hee, Ji-woo’yu kışkırtmaya çalışıyor kelimeleriyle. Baştan çıkartmaktan çok onu itirafa zorlamaktı sanki kıskançlık ruh haliyle. Belki de zihninden bir şeyler geçiyordu. Değişim olabilirdi bu. Ardından sevişiyorlar. Seh-hee’nin gözü heykel parkında çektirdikleri fotoğrafa takılıyor birden Ji-woo rahatlarken. Sevişmenin ardından, arabasına çarpan kadını hatırlatan Seh-hee, “Onunla seviştiğini mi hayal ettin” diyordu. Seh-hee paranoyak olmaya mı başlamıştı? Sonra heykel parkındaki fotoğraf yansıyor. Devasa el heykeliydi bu. Sonra görüntü kararıyor.

 Ji-woo kendi dairesinde, bilgisayarında, “Boş Ev” filmindeki hapishane sahnesine bakıyordu. Montaj mı yapıyordu Ji-woo? Gerçeklikte “Boş Ev” filminin kurgusunu Kim usta yapmıştı. Tae-suk, kollarını kanat gibi açıp hayalet olma deneyimini yaşıyordu sahnede. Bilgisayar ekranında Seh-hee’yle heykel parkında “el heykeli” üzerinde çektirdikleri fotoğraf yansıyor birden. Duvarında “Vahşi Hayvanlar” filminin afişi de asılıydı Ji-woo’nun. Kim usta, bu anlarla yabancılaştırıyordu herkesi. Sonra cep telefonuyla Seh-hee’yi arıyor, ama ona ulaşamıyor Ji-woo. Sonra onun dairesine gidiyor Ji-woo ve bomboş bir yerle karşılaşıyordu. Oradaki görevlilere soruyor, ama onlar da bilmiyordu Seh-hee’nin nereye gittiğini. Sonra işinden çıkan bir kadınla, Yoon-ah’la (Kim Bo-na) konuşuyor sokakta Ji-woo. Onun da soruyor. Sonra yine o kafeye gidiyor Ji-woo. Oradaki garson kızdan da özür diliyor. Seh-hee, kıskançlık hezeyanıyla kızı aşağılamıştı.

Yerde serili fotoğraflar üzerinde yürüyen kadın ayakları yansıyor. Seh-hee ve Ji-woo’nun heykel parkında çektirdikleri fotoğraflardı bunlar. Saçları yüzünü kaplayan Seh-hee, yeni dairesindeki masada dergideki portre kadın fotoğraflarını keserken yansıyor. Onun yeni yüzü olacaktı. Kestiği gözleri, burnu, dudağı bir araya getirerek sanki bir Picasso tablosu oluşturuyordu Seh-hee. Sonra estetik cerrahına (Kim Sung-min) gidiyor. Güzel olmak istemiyordu. Sadece farklı yeni bir yüzü olması yeterliydi. Cerrah, “Yüzünden sıkıldın mı” diye soruyor. Sonra da bir ameliyatı izliyor Seh-hee videodan. Ürkütücüydü. Seyretmesi mide bulandırıcı olsa da ameliyatı kabul ediyor Seh-hee. Ameliyat olduğunda eski yüzüne dönmesi imkânsız olabilirdi Seh-hee’nin. Şimdi kime benzemek istiyordu? Çantasından kesip yapıştırdığı tuhaf kadın yüzünü cerraha gösteriyor. Ameliyat sonrası acılı olacaktı. Altı ay bu acılara katlanabilir miydi Seh-hee? Sonra da farklı açılardan yüzünün fotoğrafları çekiliyor Seh-hee’nin. Dairesinde Seh-hee, aynada “eski yüzüne bakıyor ve ardından da Ji-woo’yla heykel parkında çektirdiği fotoğrafları yakıyor. Artık yeni yüzüne kavuşabilirdi. Ameliyathanede estetik cerrah aynada son defa yüzünü gösteriyor vazgeçmesi için. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Aynada yüzü yansıyan Seh-hee gözlerini kapayınca görüntü beyazlaşıyordu.

Gecenin içinde Ji-woo’nun dairesi yansıyordu dışarıdan. Kamera dışarıdan genel çekimle pencereden Ji-woo’yu gösteriyor sonra. Bilgisayarının başına oturan Ji-woo “Boş Ev” filminin montajıyla uğraşıyordu. Görüntüde iki an yansıyordu. Finalde, Sun-hwa’yla Tae-suk’un baskülde tartıldıkları anla evin bahçesindeki kadın heykeli vardı. Uyuyakalan Ji-woo telefonunun çalmasıyla uyanıyor birden. Masada filmin senaryosu da vardı. Ji-woo’yu arayan da Tae-suk’tu Tae-suk, “Boş Ev” filmininin sessiz kahramanıydı bu filmde ismi geçiyor sadece. Arkadaşlarının yanına gidiyor Ji-woo. Masada yemek yerlerken arkadaşı Tae-suk (Im Hyun-sung), “Bu şekilde kaybolduktan sonra neden onu bekliyorsun ki”, diyordu. Aynı vücuttan sıkılmadın mı, diye de soruyor sonra. Diğer arkadaşı (Choi Dang-seok), “İki yıl oldu başka kızlara bakarsın” diyor. Aşk olmadığından değil, heyecanın ve cinsel arzunun yok olmasındandı her şey. Arkadaşı böyle diyor. Ardından sarhoş olmuş Ji-woo, karaoke şarkı bile söylüyordu masada. Şarkıda, “Zaman asla durmadıkça unutamam seni kolayca/ Hasretinle yandım bu gece/ Sevdiceğim, sevdiceğim” diyordu. Tae-suk, sevgilisine dokunan arkadaşına çıkışıyordu şakayla Ji-woo’nun şarkısı sürerken. Tae-suk, gözü yaşlı bu şarkıdan da sıkılıyor. Ji-woo da masadaki Yeon-hee’ye (Kim Ji-heon) ilgi gösteriyordu teselli bulabilmek için. Yeon-hee, Kolombiyalı büyük yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Benim Hüzünlü Orospularım” romanını okuyup okumadığını soruyordu Ji-woo’ya. Sonra da konuşmak için motele gidiyorlar. Genç kadın onunla sevişmek istiyordu. Ama Ji-woo, Seh-hee’yi unutamamıştı. Sevgilisini kaybetmiş Ji-woo, ona saygısından dolayı başka bir kadınla olabilir miydi? Ama insandı ve baştan çıkabilirdi. Onlar öpüşürken taşla pencerenin camı kırılıyor o an.  Sesi duyan motel sahibi de (Yani Jae-ik) hemen odalarına geliyor ve cam kırıldığı için öfkeleniyor Ji-woo’ya. Sonra Ji-woo gecenin içinde sokaklarda aylak aylak dolaşırken, yaşlı bir ağacı görünce, tekmeliyordu ağacı. Fonda piyano tınıları duyulurken de görüntü kararıyordu.

Ji-woo’nın dairesinde Camille Claudel heykel başı yansıyor. Bu, “Vahşi Hayvanlar” filmindeki heykel başıydı. Yatağında uyuyan Ji-woo’nun telefonu çalıyor.  Arayan Yeon-hee’ydi. Sergi açıyormuş. Sonra Yeon-hee’nin fotoğraf sergisini ziyaret ediyor Ji-woo. Fotoğrafları beğeniyor. Yeon-hee’yi yansıtıyormuş çalışmaları. Ardından içerlerken, fotoğrafları nerede çektiğini merak ediyor Ji-woo. O da oraya gitmek istiyormuş. Yeon-hee, sevgilisi Chul-soo’dan ayrılmış mıydı? Chul-soo bir gün ortadan kayboluvermiş. Kendisinden bıkmış ve terk etmiş birini aramak istememiş Yeon-hee. Kendi sevgilisi de ortadan kayboluvermişti Ji-woo’nun. İkisi de aynıydı şimdi. Beraber olabilirler miydi? İki sevgili de ortadan kaybolmuşken. Yeon-hee, masadan kalkıp Ji-woo’nun yanına oturup başını onun omzuna yaslıyor. Bir aşk mı doğuyordu? Yeon-hee, Ji-woo’nun kendisinden hoşlandığını fark etmiş. Chul-soo yüzünden uzak durmuş Ji-woo. Sonra dudakları Ji-woo’nun dudaklarına uzanıyor Yeon-hee’nin. Artık birbirlerinin olmalıydılar. Bu gece sevişmekle başlayabilirlerdi. Sonra Yeon-hee, barın tuvaletine gidiyor. Onu orada bekleyen biri de vardı. Yeon-hee, tuvalette aynaya bakarken, dikizleyen kamera da onu izliyordu bu anda. Yeon-hee birini fark ettiğinde kamera, barın kapısında bekleyen Ji-woo’nun yanına gidiyordu. Cama yapıştırılmış afişte de “Her Zaman Erken Ayrıl” (Always Leave Early) yazıyordu. Çok geçmeden kapıya Yeon-hee geliyor. Yüzünde korku ve endişe vardı. Yeon-hee, bu ilişkinin yanlış olduğunu söylüyor Ji-woo’ya. Onunla sevişmek istese de artık bu imkânsızdı. Yeon-hee, “Kendine saygın kalmamış” diyor Ji-woo’ya. Sonra onu cipiyle götürüyor.  “Fedakâr Kız” filmindekine benzeyen beyaz bir cipti bu. Kapalı park yerine geldiklerinde, Yeon-hee’den verdiği sözü tutmasını istiyor Ji-woo. Çünkü onu baştan çıkartmıştı. Yalnızlık çeken Ji-woo birden Yeon-hee’nin dudaklarından öpüyor. Onunla sevişerek yalnızlığından çıkmayı umuyordu belki de.

Gündüz cipiyle feribota biniyordu Ji-woo. Seul’e yakın liman şehri Incheon’a gelmiş. Modo Adası’ndaki “Baemikkumi Heykel Parkı”na gidiyordu. Güney Koreliler bu parka “Baemikkumi Jogak Park” diyorlardı. Heykeller soyut gerçeküstücüydü. Buradaki heykeller, Güney Koreli modern gerçeküstücü heykeltıraş Lee Il-ho’ya aitti. Bu adadaki bazı heykellerde içi boş insan görüntüleri vardı. Modern insanın içine düştüğü boşluğa metafor yapıyorlardı. Ayrıca bu adada bir de gelgit olayları yaşandığını belirtelim. Arabasını bıraktıktan sonra diğer yolcuların olduğu yere geldiğinde orada yüzünde maske olan bir kadın dikkatini çekiyor birden. Kadın kırmızı elbiseli ve güneş gözlüklüydü. Bir çocuk topuyla oynarken, top kadın tarafına gidiyor. Kadın topu Ji-woo’ya doğru atıyor ayağıyla. Ji-woo da hemen karşılık veriyordu buna. Ji-woo, en son topu yuvarladığında kadını göremiyor. Birdenbire ortadan kayboluyordu kadın. Dikizleyen kamera camın arkasından Ji-woo’yu yansıtıyor bir an. Feribot adaya geldiğinde Ji-woo cipiyle giderken kırmızılı kadını görüyor. Kadın arabasına binmiyor. Ji-woo, heykel parkına geldiğinde içi boş devasa insan başı fark ediliyordu. Birden kırmızılı kadını fark ediyor Ji-woo. Kadın, sevişen kadın ve erkek heykelinin yanına gidiyor. Ji-woo onunla konuşmak için fotoğrafını çekmek istiyordu. Bu gizemli kadın kimdi? Fotoğrafını çekerken kadın birden Lee Il-ho’nun deniz kabuğu heykelinin içine giriyor. İçeride yerde yatan çıplak bir kadın heykeli de vardı. Kadının izini kaybeden Ji-woo, dairesinde bilgisayarında kadının çektiği fotoğraflarını inceliyor sonra. Maskeli yüzünü incelerken görüntü kararıyordu.

Ji-woo, yine arkadaşlarıyla takılıyor. Bu defa sauna benzeri bir yerde suda ayak banyosu yapıyorlardı. Tae-suk, diğer arkadaşı ve üç kadın vardı orada. Genç kadınlar, havuzun içine kâğıttan üç kayık bırakıyorlar. Altında da isimleri yazılıydı. Oyun oynamaya başlıyorlar. Ji-woo bir kayığı alıyor ve ismi okuyordu. Hyo-nim’di ismi. Genç kadınlardan birinin adıydı bu. Hyo-nim (Yoo Jung-i), “Tanıştığımıza memnun oldum” diyor. Tae-suk da Eun-hae’nin kayığını yakalıyordu. Eun-hae de (Na Soo-yoon), Tae-suk’a selam veriyor. Diğerine de Hyun-jung’un (Lee Sol) kayığı kalıyordu. Üç arkadaş da bu genç kadınları tanımıyorlardı. Birbirini tanımayan insanların ilk buluşmalarına Batı’da “blind date” diyorlardı. Sonra Hyo-nim’le baş başa kalıyor Ji-woo. Genç kadın mutluydu. İlk defa arzu ettiği biriyle olduğu için. Ji-woo’yu görür görmez seçmiş genç kadın. Sonra birbirlerini tanımak için konular birbirini açıyor. Uzun saçlı kızlardan mı hoşlanıyordu? Hobisi neydi? Fotoğraf çekmekti hobisi Ji-woo’nun. Genç kadın da kendi fotoğraflarını çekmesini istiyor bir gün. O bir gün olacak mıydı? Hyo-nim, Ji-woo’yu gerçek kurşunlarla atış yapmaya davet ediyor sonra. Kapalı poligonda atış yapıyorlar ardından. Hyo-nim tabancayı ustaca kullanıyordu. Gece poligondan çıkışta Hyo-nim, Ji-woo’nun kendinden hoşlanmadığı hissediyordu. Belki bir daha buluşmayacaklardı. Dikizci kamera da Ji-woo’yu gösteriyordu. Yapayalnızdı. Ji-woo dairesine geldiğinde cep telefonu çalıyor. Arayan Tae-suk’tu. Onunla olan kadın hep Ji-woo’yu sormuş. Tae-suk da Ji-woo’nun numarasını Eun-hae’ye vermiş. Zaman geçiyor. Salonda oturan Ji-woo, Tae-suk’u arıyor geç saatlerde. Kadın hâlâ aramamış. Belki de onunla sevişmek istiyordu Ji-woo. Çünkü o, terk edilmiş ve yalnız biriydi. Sonra görüntü kararıyordu.

Ji-woo aynı kafeye gidiyor. Her zamanki yerine, cam kenarındaki masaya oturuyor. Başka bir garson kız kahvesini getiriyor ona. Kahveyi masaya bıraktıktan sonra karşısına oturuveriyor. Ji-woo şaşırıyor başka bir garson kızı görünce. Yeni yüz ve adla Ji-woo'nun karşısına çıkıyordu Seh-hee. Yeni adı da See-hee’ydi (Sung Hyun-ah) şimdi. Kafenin patronunun (Hong Kyeong-yeon) masasında kâğıda kırmızı kalemle “seni seviyorum” yazıyor See-hee. Yazılar üst üste biniyordu. Karmaşa gibiydi. Kendi zihnindeki karmaşa mıydı, yoksa kendi yarattığı karmaşa mıydı bu? Sonra bilerek kahveyi üzerine döküyor Ji-woo’nun. Öfkeyle o gittikten sonra Se-hee’nin gülümseyişi fark ediliyordu.

Okyanusta uzaktaki feribot yansıyor.  Ji-woo yine o adaya gidiyordu. Feribotta See-hee’yi görüyor birden. See-hee martılara yem atıyordu. İlk defa tanışıyorlarmış gibi. Her şey yeni baştan başlayacaktı. Birbirini tanıma, arkadaşlık ve peşinden aşk. See-hee, onun için ne düşünüyordu? Seh-hee gibi miydi? İnsanın yüzü değişse de iç dünyası kolayca değişebilir miydi? Feribottan çıkarken, See-hee’yi arabasına alan Ji-woo, onunla adadaki heykel parkına gidiyor. Heykeller hakkında yorumlar yapıyorlar. See-hee, sevişen kadın ve erkek heykelinin olduğu yere gidiyor önce. Sonra da erkeğin penisini tutmuş köpek heykelini gösteriyor Ji-woo’ya. Heykeli beğeniyor Se-hee. Bir oyun oynuyordu. Ji-woo, erkeğin olduğu yere çıkıyor. Köpek onun penisini kapacaktı sanki. Ardından el heykeline gidiyorlar. Onlar derinlikte görünürken gerçeküstücü iki çıplak kadın heykeli de yansıyordu. Sonra el heykeline çıkıyorlar. Ji-wo ona deniz kabuğu heykeline girdin mi, diye soruyor. See-hee de hemen fotoğraf çektirmek istiyor onunla. Seh-hee olduğu zamanlardaki gibi. Fotoğraf çektirdikten sonra kız arkadaşı olup olmadığını soruyor See-hee. Birdenbire ortadan kaybolmuştu. Ji-woo, “Altı ay önce tek kelime etmeden beni terk etti” diyor. Onu özlüyor muydu? Ji-woo, “Bazen evet, bazen hayır” diyor ona. Aslında o da bilmiyordu. Feribotta arabanın içinde See-hee onun elini tutuyor. Ji-woo da karşılık veriyordu. Bu See-hee’nin sınavı mıydı? Ardından Ji-woo bir kadına özlemle onun dudaklarından öpüyor hemen. Sonra şehre dönünce vedalaşıyorlar. See-hee’nin indiği sokakta duvar resimleri de fark ediliyordu. See-hee mutluydu. Görüntü onun gülümsemesi üzerine kararıyordu sonra.

Gündüz Ji-woo kaldırımda yürürken yansıyordu. Beyazlar içinde kanatlı küçük kız (Park Ji-eon) ona zarf veriyordu. Ji-woo kafeye gidiyor sonra. Elbette See-hee de oradaydı. Pencere kenarındaki aynı masaya oturuyor Ji-woo. Mektuba bakıyor ama anlayamıyor. Üst üste yazılmış harfler vardı. Bu See-hee’nin kırmızı kalemle yazdığı “seni seviyorum” notuydu. Ji-woo, her zamanki gibi kahve istiyor. Ji-woo, ismini soruyor ona. See-hee’ydi. Şaşırıyor. Seh-hee ismini çağrıştırıyordu bu. İsmini mektuba yazmak isteyince Ji-woo öfkeleniyor buna. Altı ay önce ortadan kaybolmuş sevgilisinden gelen mektuba karalama yapılabilir miydi? Eğer unutmadıysa See-hee’yi neden arabada öpmüştü? Dairesine dönen Ji-woo, See-hee’nin karaladığı yerleri kazıyarak temizliyor sonra. Gündüz yine kafeye uğruyor. Burası onun sığınağıydı sanki. Şimdi de See-hee vardı. See-hee yine kahvesini getiriyor ona. See-hee ona küsmüş gibi yapıyor. Eski yüzünü özlediği için mi onu kırgın davranıyordu, yoksa bir oyun muydu? Ji-woo bilerek kahve fincanını yere düşürüyor. Onunla barışmak ve konuşmak içindi. Patronu temizlemesini söylese de See-hee önlüğünü çıkartıp işten istifa ediyor. Dışarı çıkıyor. Ji-woo, kafe sahibi kadından See-hee’nin telefon numarasını alırken, dikizci kamera da onları izliyordu dışarıdan. Dikizleyen kamera, aslında öznel kameraydı. Dikizleyen See-hee’ydi.

Ji-woo, dairesinde yine “Boş Ev” filmiyle uğraşıyordu. Bilgisayar ekranında Tae-suk ve Sun-hwa vardı. Fotoğraf stüdyosu sahnesiydi. Ji-woo da See-hee’nin telefonuna mesaj bırakıyordu. Harap olduğunu söylüyor.  See-hee de bilgisayarından el heykelinde çektirdikleri fotoğrafın çıkışını alıyordu. Sonra da Ji-woo’nun mesajını gülümseyerek dinliyor. Gündüz Ji-woo arabasıyla yolda giderken arabanın önüne birdenbire See-hee çıkıveriyor. See-hee daima onun için sürprizdi ve beklenmedik anlarda onun karşısına çıkıyordu. See-hee onu kendi oyununun içine çekiyordu. Sonra koşmaya başlıyor. Ji-woo da peşinden. Metroda tuvalet kabininde saklanan See-hee’yi buluyor Ji-woo. Kabine girip kapıyı örtüyor. Sonra da kendi dairesine götürüyor See-hee’yi. Ji-woo yemek hazırlarken, See-hee de sehpada balık biblosunun altındaki mektubu görüyor. Ji-woo’nun sildiği yere ismini yazıyor. Seh-hee olduğu zamandaki fotoğrafı da görüyor See-hee. Eski yüzüne şaşkınlıkla bakıyor. Sonra da mutfakta yemek hazırlayan Ji-woo’nun yanına gidiyor. Ardından beraber yemek yiyorlar. Bekâr evi bu kadar düzenli nasıl olabiliyordu? Kendi dairesi düzenli değilmiş See-hee’nin. Ji-woo, titizdi ve See-hee’nin evini bile temizleyebilirdi. Salondaki kanepede yan yana otururken sehpadaki mektubu görüyor Ji-woo ve sonra da onu dudaklarından öpüyor. See-hee sevişmek istemiyor. Giderken Ji-woo, “Lütfen kal Seh-hee” diyor ona. Ji-woo, yüzü değişse de onun ruhunu yakınında hissediyordu sanki. O gittikten sonra Seh-hee’yle el heykeli üzerinde çektirdikleri fotoğrafa bakıyor Ji-woo. Ertesi gün de See-hee’nin dairesini temizliyor. See-hee pek yardım etmiyordu ona. See-hee’ye çocukluk fotoğrafını soruyor Ji-woo. Kitaplığı temizlerken eline aldığı kitabın içinden bir fotoğraf yere düşünce See-hee fotoğrafı hemen alıyor. Seh-hee olduğu zamanlardaki fotoğrafıydı. See-hee, fotoğrafı göstermemek için dişiliğini kullanıyor ve onu öpüyor. Altı aydır kadınsız olan Ji-woo için bu an vazgeçilemezdi. Yönetmen sevişme sonrasını gösteriyor hemen. Ji-woo için yeniydi her şey. See-hee de teşekkür ediyor ona, geçen bütün zaman için. Ji-woo onu seviyor muydu? Aşk hemen doğmayabilirdi. Sadece mutlu hissediyordu Ji-woo.

Yine adadaki heykel parkında, yine el heykeli üzerindeydiler. See-hee hep gülümsüyor. Çünkü mutluydu. Nazik ve harika bir erkekleydi. El heykeli, gelgitten dolayı sular içindeydi. Sanki bir adaydı. Seh-hee’yi gerçekten sevmiş miydi Ji-woo? Ya şimdi? Cevabını beklemeden Ji-woo’nun dudaklarından öpüveriyor See-hee. Kamera onlar öpüşürken sağa doğru çevrinme (pan) yaparak basamağı çağrıştıran demir motifinden boşluğa doğru gidiyordu. Ardından Ji-woo’nun dairesinde sevişiyorlar. Yatakta öpüşürlerken See-hee, “Ya Seh-hee sana dönerse” diyor endişeyle. Ji-woo, susuz kalmış gibi sevişiyordu See-hee’yle. Yönetmen bu sevişmeyi gösteriyordu. Sevişmeden sonra See-hee, yatağın kenarına oturmuş uyuyan Ji-woo’ya bakıyor. Gözleri dolarken kameraya bakıp, “Tam istediğim gibi” diye mırıldanıyor See-hee. Mutlu görünüyordu, ama nedense hüzünlüydü. Ardından uyuyan Ji-woo’yu tokatlıyor. Ona sevdiğini söylemek için tokatlamış. See-hee, gecenin içinde kederlerle içinde el heykeli üzerinde hıçkırıklarla ağlarken yansıyor sonra. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. See-hee, “Sevgili Ji-woo” diye başlayan mektup yazıyordu Ji-woo yatakta uyurken. Seh-hee yazıyormuş gibi. Onu unutmaya çalışsa da unutamamış. Ona geri dönmek istiyormuş. Ayın yirmisinde kafede randevu veriyor ona. Sonra da görüntü kararıyordu.

Gündüz marketten çıkıp arabasına doğru gelen Ji-woo, arabanın ön camında zarf görüyor. See-hee’nin mektubuydu. Dikizci kamera da Ji-woo’yu izliyordu. Ji-woo hüznün içindeydi. Bir daha terk edilmişti. Dairesinde See-hee’yle el heykelinde çektirdikleri fotoğrafa bakarken bu keder yüzünde somutlaşıyordu. Her şey anlamsızlaşmıştı sanki. Görüntü kararıyor.

Kafedeydi. See-hee de oradaydı. See-hee, “Anlat bakalım” diyor ona hiçbir şey bilmiyormuş gibi. “Seh-hee geri dönüyor” diyor Ji-woo. O, terk ettikten sonra çok yalnızlık çekmişti Ji-woo. Ya See-hee ne olacaktı? Boşluğu dolduran bir şey miydi o? Seh-hee’yi hâlâ seviyordu. See-hee de Ji-woo’dan vazgeçemezdi. Aşk üçgeni gibiydi sanki. See-hee fahişe değildi. Sonra bağırmaya başlayan See-hee, belki de Seh-hee’yi kıskanıyordu. Ji-woo için estetik ameliyatla eskidiğini düşündüğü yüzünü değiştiren See-hee, hayal kırıklığı yaşıyordu yeni varoluşunda. Ji-woo hâlâ eski yüzüne âşıktı. Gece telefonla See-hee’yi arıyor, ama ona ulaşamıyordu Ji-woo. Kendi dairesinde See-hee de yatağın altına sakladığı siyah-beyaz geçmişindeki fotoğrafına bakıyordu hüzünle. Ji-woo, See-hee’nin dairesine gidiyor. Kapının şifresini de değiştirmiş See-hee. İçeride olmasına rağmen kapıyı açmıyor. İçeride eski fotoğrafını kesiyordu. Görüntü kararıyordu sonra.

Ji-woo devamlı uğradığı kafeye gidiyor. Gündüzdü ve ayın yirmisiydi. Bu kafenin adı da “Room and Rumour”, yani “Oda ve Söylenti”ydi. Ji-woo kafeye girdiğinde bir masada da tartışan iki sevgili yansıyor. Genç kadın (Oh Seo-won), erkek arkadaşı Min-soo’ya (Jang Joon-yeon), “Birbirimize göre değiliz” diyor. Ondan ayrılmak istiyordu genç kadın. Adam küfürbaz ve sinirliydi. Ji-woo, masaya geldiğinde See-hee’nin yüzünde Seh-hee maskesi vardı. Bu neydi? Onun See-hee olduğunu anlıyor Ji-woo. Zamandan korkmuş See-hee. Her şeyi değiştiren zamandandı korkusu. See-hee, “Yüzümü değiştirsem, beni daha uzun süre seveceğini inandım” diyor. Ama geçmişindeki kızı unutamamıştı Ji-woo. Kendisini, geçmişindeki Seh-hee’yi kıskanmaktan utanıyordu şimdi See-hee. Ama ikisi de kendisiydi. Şizofren gibi ruhunun ikiye bölündüğünü sanıyor See-hee. “Geçmişteki o kadın değilim. Ben yeni bir kadınım” diyor. Min-soo, “Buranın tiyatro sahnesi mi olduğunu sanıyorsunuz” diye çıkışıyor onlara. Bu maske de neydi ki? See-hee, Ji-woo’nun Seh-hee’nin yüzünden bıktığını ve yeni bir kadın bulacağını sanmış. See-hee’yi korkutucu buluyor Ji-woo. Onun maskesini açmayı reddediyor Ji-woo ve öfkeyle oradan ayrılıyor. Min-soo da peşinden çıkıyor onunla dövüşmek için. Kamera dışarı çıkmadan onların kavgasını gösteriyor sonra. Min-soo dövüyordu onu. Yalnız başına kalan See-hee, Seh-hee maskesiyle dışarı çıkıyor. Sonra da estetik ameliyatı olduğu kliniğe gidiyor keder içinde. Eski yüzünü mü almak istiyordu See-hee? Özel estetik kliniğinin girişinde “Do you want a New Life”, yani “Yeni bir hayat mı istiyorsunuz” yazıyordu. Doğrudan estetik cerrahının odasına gidiyor See-hee, yüzündeki Seh-hee maskesiyle. Doktor neden geldiğini anlıyor. Ama See-hee, yok anlamında başını salıyor ve çıkıyor. Doktor maskeyi yüzüne takıyor See-hee çıktıktan sonra. Doktor maskeyi odasına gelen hemşireye (Jeon Sae-byeol) veriyor takması için. O sırada See-hee geri geliyor odaya. Maskeyi alıp yırtıyor. Sonra da doktora selam verip gidiyor. Dikizci kamera bu defa See-hee’yi izliyordu. Ji-woo’ydu bu. Öznel kamera yerinde kalırken, Ji-woo kameranın önüne geçiyordu sonra. Çarpıcı bir andı bu. Ji-woo, doktorun yanına gidiyor. Hemşire yırtık maskeyi yerden toplarken, Ji-woo parçaları alıyor ondan. Sonra doktorla içki içmek istiyor konuşmak için. Çok içen Ji-woo, onun bunu nasıl yaptığını anlamadığını söylüyor doktora. Onu sevmiyor olabilirdi, ama ailesinin ona bağışladığı yüzü nasıl değiştirebilirdi? Kim usta bu anı tek çekimle yansıtıyordu bir süre. Kameranın önündeki akvaryumun içinde de yengeç vardı. Seh-hee güzel kadındı. Yüzü de doğaldı. Sonra da doktoru suçlamaya başlıyor Ji-woo. Onu vazgeçirmek için daha fazlasını yapmalıydı. Doktora, “Sendeki ne biçim bir vicdandır” diyor Ji-woo. Doktor öfkeleniyor ve ona yumrukla vuruyor. O, bu işi para için yapmıyordu. Doktor, “Senin yüzünü öyle bir değiştiririm ki kimse tanıyamaz” diyor. Doktoru öfkelendirense Ji-woo’nun insanların yüzlerini doğramak lafıydı. O bir sanatçıydı. Doktor giderken yerdeki Ji-woo ayağına sarılıyor. Ne yapabilirdi şimdi Ji-woo?

See-hee, Ji-woo’nun dairesine geliyor, ama Ji-woo’yu bulamıyor. Fonda piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Gece sokakta, daha önce Ji-woo’nun tekmelediği yaşlı ağacı tekmeliyor See-he öfkeyle. Dairesinde kederin içinde See-hee yansırken telefonu çalıyor. Arayan doktordu. Hastanede Ji-woo’nun ameliyatlı fotoğraflarını gösteriyor ona. Ji-woo da estetik ameliyat olmuştu. Ameliyat olalı bir ay olmuş. Şimdi o da kayıptı. See-hee bu trajediye ağlamaktan başka ne yapabilirdi? Doktor, “Ji-woo seni seviyor. Beş ay sonra farklı bir yüzle karşına çıkacak” diyor. See-hee, metroda yüzü maskeli bir adam görüyor ve onun peşine takılıyor. O da fotoğraf çekiyordu. Adamın yanına geliyor. Adam, “Benden korkmuyor musunuz”, diye soruyor. Eski yüzünün fotoğrafını göstermek istiyor ona. Omuz çantasında bulamıyor. Eski yüzüyle yakışıklı biriymiş. See-hee giderken adam, yeni yüzünü görmek istiyorsa beş ay sonra şimdiki yere gelmesini söylüyor. Ji-woo muydu o?

Gündüz. See-hee, heykel parkında yere uzanmış gerçeküstücü erkek heykelinin yanında dururken yansıyor. Penisini tutmuş erkek heykelini okşarken fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Kamera, See-hee’nin elini takip ediyordu. See-hee de erkek heykelinin yanına uzanmıştı. Filmin afişinde de bu an yansıtılmıştı. Sonra önde gerçeküstücü kadın heykelleri yansırken, derinlikteki See-hee de el heykeline çıkarken yansıyordu. Gelgit olayıyla el heykeli suyun ortasında kalıyor sonra. See-hee’nin adası gibiydi. Ardından görüntü kararıyordu. Fonda duyulan piyano tınıları birden Henry Mancini’nin “Days of Wine and Roses” melodisine dönüşüyordu. Bu müzik Oscar ödülü kazanmıştı. Mart 1965’te ülkemizde gösterime çıkan 1962 yapımı siyah-beyaz “Days of Wine and Roses-Şarap ve Gül” filmini Blake Edwards usta yönetmişti.

Zaman geçiyordu. Ama her şey yavaştı. Hüzünlü See-hee dairesinde banyo yapıyor. Sonra makyajını. Hayat devam ediyordu yine de. Aynada yüzüne bakarken aynadaki yansıması da biçimbozumuna uğruyordu. Bu yansıma filmin derinliğinde anlamlaşacaktı zihinlerde. Sonra Ji-woo’nun sıkça gittiği kafeye gidiyor See-hee. Orada gördüğü erkeklere dikkatlice bakıyordu Ji-woo olabilir diye. Tıpkı Ji-woo gibi omzunda çanta asılı genç bir adam kafeye geliyor. O da cam kenarına oturuyor. Genç adam (Seo Ji-suk), See-hee’nin dikkatli bakışlarına karşılık veriyordu. Genç adam, See-hee’nin masasına geliyor. Masaya oturan genç adam, “Beni merak etmiyor musunuz” diyor See-hee’ye. Merak ediyordu. Tahmin oyununda genç adamın elini tutan See-hee, ellerinin parmaklarını birbirine geçirerek gözlerini yumuyor. O, Ji-woo değildi. Elleri büyüktü. See-hee masadan kalkıp giderken genç adam onun kolundan tutunca See-hee çığlık atıyordu. Beklemek ve onsuzluk sinirlerini de harap etmişti onun. See-hee, dairesinde yatağındayken kapı zili çalıyor. Bir genç adam (Kong Jung-hwan) vardı kapı önünde. Yanlış kapıyı çalan biriydi. O gittikten sonra kapı zili yine çalıyor. Gelen yine o genç adamdı. Kahve içmek istiyormuş. Genç adamı içeri alıyor. Genç adam el heykelinde See-hee ve Ji-woo’nun çektirdikleri fotoğrafa bakıyor sonra. Kahve içiyorlar beraber. Onun da kız arkadaşıyla el heykelinde çektirdiği bir fotoğrafı varmış genç adamın. Eski anıları canlanmış bu fotoğrafla. Sonra ağlıyor. O da mı terk edilmişti? See-hee, el parmaklarını yine birbirine geçiriyor. Sonra genç adamın montundaki cüzdanından kimliğine bakıyor See-hee. Ardından odasına gidiyor. Genç adam odanın kapısını çalıyor ve ama See-hee açmıyor. Ardından da görüntü kararıyordu.

Yine aynı kafeye uğruyor See-hee. Cam kenarındaki masada bir genç adam (Jung Gyu-woon) vardı. See-hee, daha önce maskeli olduğu oturduğu masaya gidiyor. Ona iyice süzen genç adam onun masasına geliyor sonra. See-hee’ye, “En son ne zaman ağladın” diye soruyor. En son bu sabah ağlamıştı See-hee. Sonra da genç adama, “En son ne zaman güldün” diyor See-hee. Genç adam gülümsüyor birden. Yüksek sesle gülmesini istiyor ondan. Genç adam da kahkaha atarak gülüyor karşısında. Ardından da See-hee’nin elini tutuyor ve parmakları birbirine geçiriyor genç adam. Bu sürekli tekrarlandığı için filmde bir “leit-motif” dönüşüyordu. Sonra onun arabasıyla gidiyor See-hee. Park ettikleri yerde öpüşürlerken üzerlerine fener ışığı düşüyordu birden. Bu neydi? Genç adam bir defa daha See-hee’yi öperken yine ışık düşüyor üzerlerine. Sonra genç adamın evine gidiyorlar. Genç adam hemen sevişmek istiyordu onunla. Ama bu o kadar kolay değildi. Banyo yapmalıydı. Genç adam banyoya gittiğinde onun fotoğraflarına bakıyor See-hee. Bu da Ji-woo değildi. Giderken genç adam banyodan çıkıyor ve See-hee’yi zorla alıkoymaya çalışıyor. See-hee buraya sevişmeye gelmemiş miydi? O sırada kapı zili çalıyor. Genç adam dışarı çıktığında kamera See-hee’nin yanında kalıyordu. See-hee kapı önüne çıktığında genç adamın kanlar içinde inlerken buluyor. Bunu yapan kimdi? Koridorda da dikizleyen kamera onları izliyordu. Dikizleyen veya öznel kamera bu filmde “leit-motif”ti. Korkuyla oradan kaçan See-hee, kendini karlar içinde buluyor. Uykudan uyanıveriyor See-hee. Bütün bunlar bir rüya mıydı? Kim usta zihinsel bulanıklar yaratıyordu seyircinin zihninde. Gerçeküstücü bir bulanıklıktı bu. Sonra birden buluşma yerine gidiyor See-hee. Kar yağmıştı. Fotoğraf çeken genç adamın (Kang Shin-chul) yanına gidiyor. Onu bekliyormuş. O, yeni yüzüyle Ji-woo muydu? See-hee’yi fotoğraf stüdyosuna götürüyor genç adam. See-hee’nin fotoğraflarını çekmiş gizlice genç adam. Duvarda da Marilyn Monreo’nun illüstrasyon resmi de fark ediliyordu. Onunla tanıştığından beri fotoğraflarını çekiyormuş. See-hee, ona kim olduğunu sorduğunda ışıklar sönüyordu. Işıklar yanınca “Ji-woo” diyor See-hee. Sonra ışıklar yine sönüyor. Sevişme sonrasında genç adam isminin Jung-woo olduğunu söylüyor. Yine hayal kırıklığı yaşayan See-hee, duvarda asılı kendi fotoğraflarını topluyor öfkeyle. Genç adam da çarşafla yüzünü örtüyordu.

Kaldırımda yürürken fotoğrafları yırtan See-hee birden beyaz cipi fark ediyor. Cipin önüne atlıyor. Arabayı süren genç adam da (Kim Hyun-kyoon) o değildi. Psikolojisi bozulmaya başlayan See-hee yine kafeye gidiyor. Orada genç bir adamın (Kim Choong-il) yanına gidiyor ve “Beni tanıyorsun değil mi, ben See-hee” diyor. Ardından genç adamın sevgilisi (Jeon Se-hyun) geliyor oraya. Dışarı çıkarken kaldırımda bir adamı görüyor ve peşinden koşan See-hee, metroda onun izini kaybediyor. Gördüğü her genç adam Ji-woo olabilirdi onun için. “Jung Ji-woo” diye bağırıyor See-hee. “Beni izlediğini biliyorum” diyor See-hee. Ona ne yapıyordu Ji-woo? Fonda da keman tınıları duyuluyordu. Sonra koşan bir adamı görüyor. Dışarı çıktığında korkunç bir kaza oluyor. Kamyonetin altında kalan kanlar içinde bir insan vardı. Kaza yapan şoför de (Jo Suk-hyun) korku içindeydi. Çığlık atan See-hee ölen adamın Ji-woo olduğunu sanıyor. Polis de geliyordu olay mahalline. Kaza, estetik kliniğinin yakınlarında oluyordu. See-hee kliniğe giriyor sonra. Ameliyat odasına gidiyor See-hee. Cerrah estetik ameliyatı yapıyordu. Yüzü kanlar içindeydi See-hee’nin. See-hee yorgundu ve psikolojik çöküntü yaşıyordu. Doktorun odasında gülerken ağlamaya başlıyor See-hee. Baştan beri yanlıştı her şey. Doktor ona, “Hiç tanınmamak mı istiyorsun”, diye soruyor. See-hee gülümsüyor. Ardından fotoğrafları çekiliyor. Yeniden ameliyat masasındaydı See-hee. Ameliyathanedeki lambasının ışığı yanınca görüntü beyazlaşıyordu birden. Filmin başındaki gibiydi her şey. Seh-hee, klinikten çıkan kadına çarpınca kadının elindeki çerçeveli fotoğraf yere düşüyordu. See-hee kliniğin kapısından çıkarken zihninden bu an düşüyordu. O kadına çarpmasaydı bunlar olamayacaktı hiç. Kalabalıklar zincirlemeli çekimle peş peşe yansıyordu sonra. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Ardından sular içindeki el heykeli yansıyor. Görüntü kararıyordu ardından. Belki artık hiçbir zaman birbirlerini bulamayacaklardı. Bir aşk da böyle bitmiş oluyordu.

 

“Nefes...”

Kim Ki-duk usta, 2007 yapımı “Soom-Nefes” filmiyle hapishaneden bakıyor. Ama bu Kim Ki-duk’un hapishanesiydi. Gerçeküstücü ve özeldi. Bir kadınla bir erkeğin imkânsız aşkını sorun yapıyor kendine usta. İdam cezasına çarptırılmış mahkûm Jang-jin’le (Chen Chang), evliliğinde sorun yaşayan genç kadın Joo-yeon (Ji-a Park) arasında varoluşsal bir aşk yaşanıyor. Her filminin estetik anlamda atmosferini kuran Kim usta, neredeyse dünyanın hiçbir yerinde olmayacak bir hapishaneden bakıyor insanlara. Ama yine de hapishane, özellikle de Jang-jin’in kaldığı hücre insanı tedirgin eden biçimde yansıyor perdeye. Jang-jin'le hücredeki diğer üç kişi, yatak olmayan hücrede beraber kalıyorlar. Kim usta, içerisini ve dışarısını koşut bir anlatımla iç içe sunuyor filminde. KKD Film-Cineclick-Sponge’un sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Görüntüleriyse Jong-moo Sung gerçekleştirmiş. Bu film ülkemizde, Ekim 2007’de vizyona çıkmıştı. Jang-jin’e hayat veren 1976 doğumlu Tayvanlı oyuncu Chen Chang, Çinli yönetmen Wong Kar-wai ustanın filmleriyle belleklerde yer etmişti. Kim ustanın bu filmi, 2007’de 60. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” için de yarışmıştı.

Film hapishane hücresinde açılıyor. Mahkûmlar tek tip kıyafetliydi. Mahkûmlar uyurken, ressam mahkûm (Lee Joo-suk) hücrenin çatlak duvarına diş fırçasıyla resim yapmaya çalışırken, genç mahkûm (Kang In-hyun), “Anne” diyerek uykusundan korkuyla uyanıyor birden. Genç mahkûm, uyuyan Jang-jin’i okşamaya başlıyor, sonra da başını onun önüne koyuyor. Uykusunda baştan çıkan Jang-jin de uyanıyor uykusundan. Ressam mahkûma yaklaşıp diş fırçasını alıyor birden. Ressam mahkûm çığlık attığında kan yüzüne fışkırıyordu. Jang-jin intihar etmişti diş fırçasıyla. Genç mahkûm da korkuyla çığlık atıyor. Jang-jin neden intihar girişimlerinde bulunuyordu? Suçluluk duygusundan mıydı? Bu duygu insanın beynini kemiren bir canavardı belki de. Kamera koridoru yansıtırken görüntü kararıyor ve ardından hücre duvarında filmin adı yazıyor. Sonra da görüntü yine kararıyordu.

Televizyon ekranında Jang-jin’in intiharını sunan haber spikeri, “Jang-jin bu sabah yedide Hansung Hapishanesi’nde kendini öldürmeye çalıştı” diyor. Jang-jin idam sırasını bekliyordu. Televizyonun izlendiği evde küçük bir kız çocuğu resim yaparken yansıyor. Küçük kız Myung-hee (Kim Eun-seo), annesi Joo-yeon’la resim yapıyordu. Joo-yeon, kanatlı heykel yaparken yansıyor sonra. Gece olduğunda Jang-jin haberlerini izliyor. Bu izlemeler meraka ve ilgiye dönüşüyordu Joo-yeon’da. Kocası (Ha Jung-woo) bir müzisyendi. Dışarıdan bakınca mutlu görünmesi gereken bir aileydi. Ama Joo-yeon mutsuzdu. Kocası onu aldatmıştı. Bu yüzden evin içine mutsuzluk çökmüştü. Kocasıyla da iletişimi kopmuştu Joo-yeon’un.

Gece salondaki televizyondan, Jang-ji’nin ameliyatı başarılı geçse de bir süre konuşamayacakmış haberi duyuluyor. Joo-yeon haberleri izlerken kocası geliyor. Gözlüklü kocası uzaktan kumandayla televizyonu kapattıktan sonra “Bunların yerine pembe dizi seyret” diyor karısına. Sabah olunca küçük kızlarını okuluna bırakmak için evlerinden çıkıyorlar. Hong ailesinin beyaz cipi vardı. Baba-kız arabayla giderken kocası Joo-yeon’a, “Bütün gün heykel yapacağına dışarı çık ve yeni insanlarla tanış” diyor. Hep kanatlı heykeller yapan Joo-yeon, kocası ve kızı gittikten sonra yıkadığı çamaşırları asıyor balkona. Kocasının beyaz gömleği balkondan aşağı düşüyor. Gömleği almak için aşağı indiğinde bir araba gömleğin üzerinden geçiyor. O da gömleği çöpe atıyor sonra. Ardından da dışarıda dolaşıyor. Günleri hep aynı ve sıkıcıydı Joo-yeon’un. Eve geldiğinde yaptığı son kanatlı heykelin başına saç tokası koyuyor Joo-yeon. Gece olduğunda evde televizyonda yine Jang-jin’in intiharıyla ilgili haber yansıyor. Öznel kamera salona giriyor ve televizyonu gösteriyor. Kocası geliyor ve televizyonda haberleri izlerken içen karısına, “Burada ne yapıyorsun”, diye soruyor. Kocası, Joo-yeon’un başındaki saç tokasını çıkartmasını istiyor. Onun değildi saç tokası. Tokayı çıkartıp atıyor Joo-yeon. Bu toka kimindi? Kocası hâlâ onu aldatıyor muydu?

Kamera, gecenin içinde aylakça dolaşan Joon-yeon peşine takılıyor sokaklarda. Bir kafeye geldiğinde yorgunluktan bitkin düşmüş Joo-yeon, çöp kutusuna atılmış gazeteye gözü takılıyor. Gazetede, “İdam mahkûmu Jang-jin ikinci defa intihar etmeyi denedi” yazıyordu. Sabaha karşı yol kenarına gelen Joo-yeon, taksiyi durdurup biniyor. Taksi şoförüne (Shin Taek-gi), “Herhangi bir yere olabilir” diyor. O da bilmiyor nereye gideceğini. Belki de kaybolmak istiyordu. Joo-yeon ilk defa konuşuyordu. Sonra Hansung Hapishanesi’nin adını söylüyor. Oraya gitmek istiyordu. Araba yol aldığında fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Zincirlemeli geçişlerle arabanın içinde dışarısı yansırken, piyano tınılarına keman tınıları da karışıyordu. Sabah olurken hapishaneye geliyor Joo-yeon. Yürürken hapishanenin soğuk duvarları da fark ediliyor. Ne yapacağını da bilmiyordu. Kamera hücreye gittiğinde sağa doğru çevrinme (pan) yaparak önce oturmuş genç mahkûmu gösteriyor, ardından da boğazı sarılı Jang-jin’i. O da uyanmıştı. Genç mahkûm yanına geliyor ve eliyle Jang-jin’in yüzünü okşuyor. Genç mahkûm eşcinsel miydi? Jang-jin’e âşık mıydı? Sonra Jang-jin’in boynuna sarılıyordu genç mahkûm. Jang-jin tepkisizdi ve boşluğa bakıyor gibiydi. Dışarıda gün doğduğunda Joo-yeon, hapishane kapısına yürüyor.  Kapıdaki cezaevi memuruna (Park Cheol-geun) Jang-jin’i görmeye geldiğini söylüyor. Yakını olmayan ziyaret edebilir miydi? Eski erkek arkadaşı olduğunu söylüyor görevliye. Ama ilişkisini ispatlaması gerekiyordu. Joo-yeon öksürünce memur yumuşuyor ve hapishane güvenlik şefini (Kim Ki-duk) arıyor hemen. O da onları güvenlik kamerasından izliyordu. Kamera, güvenlik şefinin ekrana vuran yansımasını belli belirsiz gösteriyordu sadece. Ziyareti kabul etmese de güvenlik şefi Joo-yeon’un kamerayla inceliyor. Sonra memuru arıyor. Gitmek üzere olan Joo-yeon’un yansıması camda görünürken memur ona sesleniyor. Kamera hücreye gidiyor. Kıdemli mahkûm (Oh Soon-tae) yansıyor önce. Hücrede dört kişilerdi. Kamera sağa çevrinme yaparak Jang-jin ve genç mahkûmu görüntüye alıyor. Genç mahkûm yine Jang-jin’in yüzünü okşuyordu. Gardiyan numarasını söylese de Jang-jin duyarsızdı. Hücre kapısını açan gardiyan bir bayanın ziyarete geldiğini söylüyor ona.

İlk karşılaşmaları demir parmaklıklar ardında oluyordu ikisinin. Cam bölme de vardı. Joo-yeon yine öksürüyor. Joo-yeon, dokuz yaşındayken beş dakikalığına öldüğünü söylüyor Jang-jin’e. Sualtında nefesini tutmuş arkadaşlarıyla. Süre ilerleyince ölüyor gibi hissetmiş. Güvenlik şefi de güvenlik kamerasından onları izliyordu. Ölü gibi hissettiğinde kötü değilmiş Joo-yeon. Ona, Jang-jin’e yardım edebilir miydi? Kendi de bilemiyordu. Jang-jin, eliyle yaklaşmasını işaret ediyor ondan. Camdaki konuşma deliğinden saçının bir telini koparıyor Joo-yeon’un. Elleri kelepçeliydi. Ardından güvenlik şefi zile basarak ziyareti sonlandırıyordu. Joo-jin,” Kendine zarar verme” derken, dudağını da cama yaslıyordu onu öper gibi. Cam buğulaşıyordu onun nefesiyle. Kalbi kırık Joo-yeon’un bu ziyaretlerinde kim kimin ruhunu iyileştirecekti? Filmin derinliğinde anlamlaşacaktı bu.

 Jang-jin hücreye dönüyor. Diğer mahkûmlar da sohbet ediyorlardı o gelirken. Jang-jin bir köşeye çöküyor ve Joo-yeon’un saç teline bakıyor. Kadın saçı olduğunu anlayan genç mahkûm saç telini kapıyor birden. Ona tokat atan Jang-jin saç telini alıyor. Ona, hayattaki en değerli armağandı bu belki de. Saç telini ağzına atıyor saklamak için Jang-jin.

Evde, Joo-yeon’un kocası piyanonun başında beste yaparken yansıyor. Piyano yatak odasındaydı. Joo-yeon geldiğinde kocası, “Nerede uyudun”, diye soruyor ona. Joo-yeon hâlâ öksürüyordu. Kocasının cep telefonu çalıyor. Özel birinden miydi bu telefon? Hemen balkona çıkıyor. Joo-yeon da onu izliyordu umutsuz gözlerle. Bir zaman sonra evde kimse yokken Joo-yeon, bilgisayar ekranından manzara resimlerini incelemeye başlıyordu. Yine tek başına dışarıya çıkıyor Joo-yeon. Çiçekçi dükkânına giriyor. Evde aynanın karşısında çiçek desenli omzu açıkta bırakan elbisesini incelerken aynadaki görüntüye kocası da giriyordu. Ne yapıyordu karısı? Zaman geçiyor. Sabah saatin zili çalınca uyanan koca karısını yatakta bulamıyor. Evde de yoktu. Nereye gitmişti?

Joo-yeon yine takside hapishaneye doğru yol alıyordu. Taksi şoförü (Hwang In-joon), onun üzerindeki ince elbisesini fark edince “Üşümüyor musun”, diyor. Üşümüyordu hava ne kadar soğuk olursa olsun. Yine piyano tınıları duyulmaya başlıyor fonda. Evde de baba-kız kahvaltılarını ediyorlardı. Joo-yeon da bir hücreye gardiyanla giriyordu. Elinde de rulo kâğıtları vardı. Gardiyan malzemelere el koyarken, güvenlik şefi de izliyordu olanları. Sonra da telefonla gardiyanı arıyor. Ne istiyorsa yapabilecekti Joo-yeon. Birçok şey getirmiş buraya genç kadın. Gardiyan hücreye gelip “5796” numaralı mahkûm Jang-jin’e ziyaretçisi olduğunu söylüyor. Bu an kapı gözünden yansıyordu. İçeride Jang-jin ve genç mahkûm yan yana oturuyorlardı. Kapı açılınca kamera sağa çevrinme yaparak Jang-jin’i izliyordu. Gardiyan Jang-jin’e kelepçe takarken, genç mahkûm da âşık olduğu Jang-jin’e endişeli gözlerle bakıyordu.

Jang-jin özel hücreye getiriliyor. Joo-yeon buraya çiçekli duvar kâğıtları yapıştırmış. İkisinin özel yeriydi bu hücre. Kim usta, dünyada hiçbir hapishanede olmayacak özel bir hapishane yaratmıştı bu filminde. Gerçeküstücü ve varoluşsal. Daha çok da Joo-hyeon’un için. Duvarın birinde de manzara fotoğrafı vardı. Jang-jin özel hücreye girince Joo-yeon müzik çaları açıyor ve neşeli tınılar kaplıyordu hücreyi. Taze nefes gibiydi her şey. Ritmik müzikle dans etmeye başlıyordu Joo-yeon. Şarkıyı müziğin üzerine Joo-yeon söylüyordu. Şarkıda, “Bahar, bahar, bahar geldi. / Kalplerimiz bile / Bahar, bahar, bahar geldi. / Burada muazzam topraklarda. / O kadar yeşil ki. / Yeni bir bahar geldi” diye giden şarkı sürerken Jang-jin’in şaşkınlığı gözlerine oturuyordu bu anda. Güvenlik şefi de izliyordu bunları. Güvenlik şefinin cama yansıyan görüntüsünden müziğin ritmiyle Joo-hyeon gibi kollarını ritmik hareket ettiği de fark ediliyordu. Şarkıdan sonra karşılıklı masada oturuyorlar. Masanın üzerindeki vazoda çiçeği gösteren Joo-hyeon, “Bu, benim ülkemde tomurcuklanan bir açelya çiçeği” diyor. Babası, her cumartesi defterlerini ve kitaplarını kontrol edermiş. Kitaplarına resim çizmeyi seviyormuş çocukken Joo-hyeon. Babası onu dövmek için açelya ağacının sopasını kullanırmış. Yine de kitaplara resim çizmiş Joo-yeon. Açalya ağaçları ona babasının kızgın yüzünü hatırlatıyormuş. Sonra Jang-jin’in yüzüne bakıyor çekingen. Jang-jin’e, “Çok güzel gözlerin var” diyor. Sonra gülümsüyor Jang-jin, bir kadından gelen bu güzel sözlere. Jang-jin ona dokunmak isteyince gardiyan müdahale etse de Joo-yeon dokunmasını istiyor. Güvenlik şefinin uzanmış ayakları görünürken monitörden yansıyordu bu an. Jang-jin’in dudakları Joo-yeon’un dudaklarına uzanınca güvenlik şefi parmağını butona uzatınca zil çalıyor. Ziyaret bitmişti. Joo-yeon, Jang-jin’e zarf veriyor giderken. Jang-jin çıktıktan sonra manzara fotoğrafını yırtıyor önce Joo-yeon. Güvenlik şefi de monitörden izliyordu onu. Hücrede Jang-jin zarfı açıyor ve içinden Joo-yeon’un küçük kızı Myung-hee’nin mutlu fotoğrafı çıkıyordu. Jang-jin fotoğrafa bakarken kamera da sağa çevrinme yaparak genç mahkûma yöneliyor. Bu kadın, âşık olduğu erkeği elinden mi alacaktı? Joo-yeon da hapishanenin önünde duvar kâğıtlarını çöp kutusunda yakıyor. Jang-jin, diş fırçasıyla hücre duvarına şekiller çizerken, genç mahkûm da onu dikkatlice izliyordu. Hapishanenin tel örgüleri dışında Joo-yeon yansıyor sonra. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu.

Evde küçük Myung-hee dans ederken, Joo-hyeon geliyor. Kocası, üzerindeki ince elbiseyi görünce, “Üzerinde sadece bununla üşümüyor musun”, diyor. Kamera hücreye gidiyor. Uyuyorlar. Kamera sağa çevrinme yapıyordu. Uyuyan kıdemli mahkûmun kolu genç mahkûmun üzerindeydi. Uyanan genç mahkûm kolu kaldırıyor ve sonra uyuyan Jang-jin’e yaklaşıyor. Elini dudaklarına uzatıp çekiyor. Joo-hyeon’un saç teli Jang-jin’in ağzındaydı. Duvarda asılı Myung-hee’nin fotoğrafını söküyor ardından. Uyanan Jang-jin fotoğrafı duvarda göremiyor. Önce genç mahkûmun, sonra da diğer mahkûmların üzerlerini arıyor. Fotoğraf yoktu.

Ayna karşısında omuzları açıkta bırakan çiçekli elbisesini deniyor Joo-yeon evde. Ona güzel görünmek mi istiyordu? Jang-jin, karısını ve iki kızını vahşice öldürmüş bir katildi. Joo-yeon bunu bilmiyordu. İdama mahkûm olmuş Jang-jin'in intihar etmesi ilgisini çekiyordu belki de Joo-yeon'un. Çocukluğunda ölümle yaşam arasında kalması mıydı ona çeken Joo-yeon’u? Nefessiz kalmayı tecrübe etmişti. Kocası yine oradaydı. Yaz mevsimini mi getirmişti karısı? Yeni duvar kâğıtları ve bir vantilatörle çıkıyor Joo-yeon.

Yeni duvar kâğıtlarla kaplı hücrede Jang-jin’in karşısında ritmik şarkıyla yine dans ediyor Joo-yeon. Gözlerinde de güneş gözlüğü vardı. Bu defaki manzara fotoğrafı deniz kıyısıydı. “Yıldızların çılgınca parladıkları yere. / Haydi kumsala gidelim” diye sürüp giden şarkısında Joo-yeon. Onun karşısında dayanılmaz bir çekicilikle görünüyordu genç kadın. Güvenlik şefi bile şarkının ritmine kendini kaptırıyor. Joo-yeon şarkısını söylerken yüzme simidini onun boynuna geçirirken, güneş gözlüğünü de takıyordu gözlerine. Ardından kumsal fotoğrafı görünüyor. Joo-yeon masaya oturuyor, karşısına da Jang-jin. Genç kadın nefesini tutuyor ve çocukluğunda yaşadıklarını yaşıyor bir an. Ölümü tasvir ediyordu sanki. İnsanın vücudu şişer, her yer sarı olurdu. Gözleri kapalı Joo-yeon, “Ben burada değilim” diyor. Gözlerinden yaş gelen Joo-yeon, kuş olduğunu söylüyor. Gözlerini açtığında ne dediklerini hatırlamıyor. Bazen bunu yapıyormuş tekrar suya girebilmek için. Ama korkuyordu. Bu sadece başka ihtimal kalmadığında mümkündü. Jang-jin’in elleri Joo-yeon’un yüzüne uzanıyor. Sonra onun dudaklarından öpüyor Jang-jin. Ama yine zil çalıyor. Ziyaret sona ermişti. Ama tutkulu öpüşmeleri sürüyordu. Güvenlik şefi de monitörden izlerken gardiyan (Jo Suk-hyun) onları ayırıyordu. Jang-jin onu öpmeye doyamamıştı, nefes nefese kalıyorlardı ikisi de. Jang-jin giderken yine ona zarf veriyor Joo-yeon. Duvar kâğıtları da yaz manzaralı fotoğraflardı. Joo-yeon, duvar kâğıtlarını yırtarken güvenlik şefi de onu izliyordu yine. Jang-jin hücrede zarfı açıyor içinden Joo-yeon’un fotoğrafı çıkıyor. Kıdemli mahkûm fotoğrafı kapıyor birden. Jang-jin ona vurmak istiyor, ama vazgeçiyor. Fotoğrafı alıp güzel Joo-yeon’a bakıyor sonra.

Joo-yeon evine dönüyor. Köprüden geçiyor. Kamera dışarıdan evin içini yansıtıyor. Kocası evde ve Joo-yeon geldiğinde nerede olduğunu soruyor. “Başka biriyle görüşerek beni terk mi ediyorsun”, diyor kocası. Karısının başka biriyle olması önemli değildi. Ev işlerini ve kızlarıyla ilgilenmemesi kızdırıyordu onu. Kocası onu aldatmış. Aldatma konusunda üstüne düşeni de yapmış. Hücrede Jang-jin diş fırçasıyla duvarı kazıyarak sapın ucunu sivrileştiriyordu. Diş fırçasını ressam mahkûmun üzerine atıyor resmine devam etmesi için. O da şekil çizmeye başlıyor duvara. Ardından hücrelerin olduğu koridor yansıyor. Bomboştu koridor. Hücrede Jang-jin duvara astığı Joo-yeon’un fotoğrafına bakarken, ressam fotoğrafı alıp genç mahkûma veriyor. Onlar boğuşurken de genç mahkûm fotoğrafı yırttıktan sonra ağzına atıp çiğniyor. Jang-jin, onun ağzındaki fotoğraf parçalarını çıkartmaya çabalıyor ve ardından da genç mahkûmu tokatlıyor.

Sabah salonda kamera, sola doğru kayıyor. Kanatlı heykelin önünde fotoğraf makinesi vardı. Heykel sanki Joo-yeon’un fotoğrafını çekiyordu. Joo-yeon çıplaktı. Kocası uyurken mantosunu giyiyor yatak odasında. Kocası da uyanıktı. Taksiye biniyor. Kocası da arabayla onu takip ediyordu. Fonda yine piyano tınıları duyuluyordu. Hapishanenin kapısında taksiden inen Joo-yeon’un elinde yine duvar kâğıtları vardı. Bunlar olurken kocası da arabadan onu izliyordu. Joo-yeon içeri girdikten sonra kocası muhafızın yanına gidiyor. Güvenlik şefi de monitörden onu izliyordu. Koca, “Karım az önce içeri girdi” diyor. Kimi ziyaret ettiğini merak ediyordu koca. Kamera buluşma hücresine gittiğinde yeni duvar kâğıtları süslüyor odayı. Bu defa çiçekler açmıştı duvarlarda. Müzik çalarken Joo-yeon şarkı söylüyordu yine. Şarkı, “Kozmos çiçekleriyle tomurcuklanan yol, / Bu güzel kokulu sonbahar yolunda yürüyorum. / Endişeli bir şekilde bekliyorum. / Kalbimdeki sonbahar yapraklarının sesiyle şarkı söylüyorum” diye akıp gidiyordu. Kamera, hareketli ve sanki dairesel dönüyordu Joo-yeon ve Jang-jin görüntüye girerken. Joo-yeon’un içindeki coşkunluğu dışarı çıkartıyordu bu kamera. Güvenlik şefi de bu anları izliyordu. Yansıması monitörde fark ediliyordu. Joo-yeon şarkıyı bitirdikten sonra Jang-jin alkışlıyordu onu gülümseyerek. Gardiyan da vardı yanlarında. Joo-yeon, ağaçlardaki kırmızı yaprakları izlerken onun alevlere karışmasına sebep oluyormuş. Belirsiz bir rüyaydı bu. İkisi de ayaktaydı. Seorak Dağı’ndaki ağaçları izlemeyi de seviyormuş. Seoraksan Milli Parkı da bu dağdaydı. Orada birinin Seorak ağacını izlediğini söylüyor. Adama âşık olmuş. Joo-yeon, Jang-jin’e yaklaşıyor ve ellerini tutuyor ve Jang-jin’in kelepçeli ellerini başının üzerinden aşırıp ona daha yakın oluyordu. Monitörden de yansıyordu bu an. Ardından dudak dudağa öpüşüyorlar. Koca, güvenlik şefinin odasına geldiğinde bu öpüşme anına tanıklık ediyordu. Karısının, bir başka erkekle ateşli öpüşmesi nasıl bir şeydi? Ne yapacaktı şimdi? Güvenlik şefi zili çaldığında gardiyan onları ayırıyor. Ama öpüşmeleri sürüyordu. Birbirlerine susamışlardı sanki. Sonra gardiyan Jang-jin’i coplamaya başlıyordu. Gardiyan onu hücreden çıkartırken Joo-yeon zarfı veremiyor Jang-jin’e. Monitördeki görüntü zumla yaklaşıyordu ağlayan Joo-yeon’un yüzüne. Daha sonra hapishane önündeki çöp kutusunda duvar kâğıtlarını yakıyordu Joo-yeon. Yanına kocası geliyor ve zarfı alıyor birden. Yönetmen fotoğrafı göstermiyordu. Sadece kocanın şaşkın ifadesi yansıyordu. Sonra beraber dönüyorlar. Sarsıntılı kamera, arabanın önünden gösteriyordu onları. Bu sarsıntılı çekim kocanın içindeki fırtınayı dışarıya vurduruyordu sanki. Kocası sessiz Joo-yeon’a, “Bu ziyaretçi odası ilk buluştuğumuz yer olan Seorak Dağı’na benziyor” diyor. Joo-yeon, kendine âşık olduğu gibi şimdi bu tuhaf adama mı âşık oluyordu? Tanıştıklarından bu yana on yıl olmuş. Koca sonra direksiyonunu birden kırarken araba kaldırıma çıkıyordu. Kamera birden hücreye gidiyor Jang-jin başını duvara vuruşunu gösteriyor. Onu endişeyle izleyen genç mahkûm elini Jang-jin’in alnına koyuyor onu korumak için. Jang-jin’in anlından kanlar akıyordu. Ruhu acılar içindeydi Jang-jin’in. Belki de Joo-yeon’un acısını hissediyordu.

Eve döndüklerinde kocası Joo-yeon’a, “Onun yerine sadece öl” diyor. Joo-yeon kocasının yanında hep sessizdi. Takside veya hapishanede sesi duyuluyordu. Âşık olduğu kocasının kendisini aldatması kadınlık onurunu incitmişti belki de. Ama Jang-jin’e ilgisi intikam için değildi. Daha başka şeylerdi. Özdeşleşme vardı Jang-jin’in geçmişini bilmese de. Nefes ortak noktasıydı onun için belki de. Joo-yeon da ölümün kıyısının ne olduğunu biliyordu. Nefes, başka anlamlar da veriyordu. Hem Joo-yeon hem de Jang-jin için. Joo-yeon kocasının yanından gittikten sonra, kocanın telefonu çalıyor. Joo-yeon’un kolu kırılmıştı incinmişti ve askılıydı şimdi. Kocası metresiyle mi konuşuyordu? İlişkisini bitirmemiş miydi? Kocası telefonda tartışıyordu. Telefonu kapatsa da arıyordu o. İlişkisini bitirmiş. Karısına, “Artık onunla görüşmeyeceğim, o yüzden sen de öyle yap” diyor. Özür diler gibiydi. Hangi akla hizmet bir mahkûmla görüşüyordu karısı? Karısına, “Kendime özgüvenimi mi yıkmaya çalışıyorsun”, diyor. Kamera sola kayarak hapishanede gardiyanın ayaklarını takip ediyor sonra. Gardiyan kapıya geldiğinde Jang-jin’e ziyaretçisi olduğunu söylüyor. Heyecanla ayağa kalkan Jang-jin’e çelme takıp yere düşürüyor genç mahkûm. O kadını kıskanıyordu. Jang-jin’i elinden alıyordu Joo-yeon. Ziyaretçi Joo-yeon değildi. Görüşme odasına gelen onun kocasıydı. “Artık gelmeyecek” diyor koca. Onu beklememeliydi. Jang-jin, öfke ve nefretle bakıyor kocaya. Ona iyi davranacağını söylüyor sonra. Joo-yeon’un fotoğrafını camın deliğine bırakıp gidiyor koca. Bu, Joo-yeon’un çıplak fotoğrafıydı.

Evdeki kapı çalıyor. Koca kapıyı açtığında metresiyle yüz yüze geliyor. Yönetmen kadını (Kim Seung-yeon) göstermiyordu bu anda. Kadın ona tokat attığında Joo-yeon sesi duyuyor. Kadın bir tokat daha atıp gittiğinde Joo-yeon tepkisiz ve ifadesiz bakıyordu sadece kocasına. Hücrede de Jang-jin, Joo-yeon’un çıplak fotoğrafını duvara asmış bakarken, kıdemli mahkûm fotoğrafı alıp saklıyor. Hepsinin üzerlerini arıyor Jang-jin hemen. Gündüz evde Joo-yeon ayna karşısında koyu yeşil mantosunu giyerken kocası da çaresizce onu izliyordu. Dışarı çıkan Joo-yeon’u geri döndürmek isteyen kocası başaramıyordu. Karlar da yağmıştı. Soğuktu. Karısından özür diliyor koca. Çok kötü şey yapmıştı. Karısı onu deli mi etmek istiyordu yoksa? Bu manzaraya küçük kızları da tanık oluyordu. Kızını kucaklayan Joo-yeon eve dönüyor. Hücrede de kollarıyla başını arasına almış tedirgin Jang-jin yansıyor. Sonra genç mahkûmun üzerini aramaya başlıyor Jang-jin. Fotoğraf yoktu. Genç mahkûmu tokatlamaya başladığında kıdemli mahkûm müdahale ediyor hemen. Ardından da ona yumruk atmaya başlıyor kıdemli mahkûm. Ama buna dayanamayan genç mahkûm onun üzerine atlıyor ve âşık olduğu Jang-jin’i kurtarıyor onun elinden.

Joo-yeon’u yeni bitirdiği kanatlı heykeli fırına yerleştirirken gösteriyor kamera. Joo-yeon, fırının kapısını örtüşü simgeseldi. Hücre kapısına metafor gibiydi. Kendi hücresiydi. Daha derinlikte bu daha da anlamlaşacaktı. Joo-yeon, sonra çamaşırları balkonda asarken kocasının beyaz gömleğini bilerek aşağıya bırakıyordu bu defa. Aşağıya indiğinde bir araba yine gömleğin üzerinden geçiyordu. Gömleği yerden alan Joo-yeon, gömleği çöpe atıyor, ama sonra geri alıyor. Ne düşünüyordu? Kamera da hücrede sağa çevrinme yaparak kederler içindeki Jang-jin’i yansıtıyor. Joo-yeon’un çıplak fotoğrafı ressam mahkûmdaydı ve duvara Joo-yeon’un resmini diş fırçasıyla yapıyordu fotoğrafa bakarak. Usulca ressam mahkûma yaklaşan Jang-jin, Joo-yeon’a özlemle bakıyor. Ressam mahkûm fotoğrafı Jang-jin’e uzatırken, diş fırçasını aniden alıyor Jang-jin. Ardından da ressam mahkûmun yüzüne kanlar fışkırıyordu. Jang-jin bir defa daha intiharı deniyordu. Genç mahkûm korkuyla çığlık atıyor gördükleri karşısında.

Joo-yeon lavaboda kocasının gömleğini yıkarken, kocası da salonda televizyonda haberleri izlerken yansıyor. Yine Jang-jin’in intihar haberi vardı televizyonda. Joo-yeon ve kocası merakla haberi izliyorlar. Jang-jin ameliyata alınmış. Koca, televizyonu kapatmaya çalışırken Joo-yeon oun başına bardak fırlatıp yaralıyor. İntihar girişiminden dolayı Jang-jin’in infazı bir gün ertelenmiş. Haberde, Jang-jin’in karısını ve iki kızını vahşice öldürdüğü vurgulanıyor. Joo-yeon da ilk defa onun suçunu öğreniyordu. İdam cezasına çarptırılan Jang-jin’in suçu neden işlediği hâlâ çözülememişti. Jang-jin masum da olabilirdi. Ailesi vahşice öldürüldüğünde onların yanında uyuyormuş Jang-jin. Gecenin içinde ev dışarıdan yansıtan kamera, içeri girdiğinde sarsıntılı öne doğru gidiyordu piyano tınıları duyulurken. Joo-yeon’un bakışlarından öznel kamera kocayı piyano çalarken gösteriyor önce aynadan. Kamera yatak odasına girdiğinde Joo-yeon çerçeveye giriyor ve yatak ucuna oturuyor sonra. İçinde pişmanlık mı yaşıyordu? Ayağa kalkan Joo-yeon, hüzünlü tınılar çalan kocasının dudaklarından öpüyor. Bu masum öpüşme birden ihtiraslı öpüşmeye dönüşüyordu Joo-yeon için. Kocasını nefessiz bırakmak istiyordu sanki. Onu, ölümle yaşam arasındaki çizgiye mi sürüklemek istiyordu? Karısının bu öpücüğünden kurtulan koca nefes nefeseydi. Kocanın dudaklarında kanlar da vardı.

Jang-jin, hastaneden hücresine getirilirken yansıyor. Boğazı sargılı Jang-jin, yine aynı hücredeydi. Yere oturduktan sonra genç mahkûm elini ona uzatıyor çekinerek. Piyano tınıları duyulurken elini Jang-jin’in ağzına götürüyor. Jang-jin de ısırıyor onun elini. Evde Joo-yeon, heykeli koyduğu fırının kapısını açarken yansıyor. Hücresinin kapısı gibiydi. Sonra da heykeli çekiçle parçalayan Joo-yeon’da dönüşüm mü başlayacaktı? Ardından kamera kocanın, ardından da Joo-yeon’un aynadaki yansımasını gösteriyor. Ayna yansımaları, gerçeküstücü estetikte ikiye bölünmüş ruha metafor yapıyordu çoğunlukla. Joo-yeon yine giyinmiş ve gidiyordu. Birbirlerine ifadesiz gözlerle bakıyorlardı. Joo-yeon yine ona gidecekti. Koca, o gittikten sonra kızını alıyordu. Dışarısı karlıydı. Joo-yeon yine küçük köprüden geçiyor. Kocası arabayla onu alıyor sonra. Beklenmedik bir şeydi bu. Belki de kabullenişti. Hapishanenin kapısına geliyorlar yolculuktan sonra. Küçük kız da arabanın arkasında uyuyordu. Kızına bakan Joo-yeon bir an durakladıktan sonra arabadan inip hapishaneye gidiyor. Arabada kalan koca, küçük kızını uyandırıyordu uykusundan. Karın yağışını izlemesini istiyor kızından. Ardından hücre yansıyor. Ressam mahkûm, yüzünü duvara dönmüş Jang-jin’in gözlerini kapatıyor elleriyle. Ona bir şey göstermek istiyordu. Duvarda diş fırçasıyla yapılmış Joo-yeon’un yüz resmi vardı. Jang-jin, Joo-yeon’un resmine özlemle bakarken, genç mahkûm ayağa kalkıyor ve pencereye gidiyor. Yüzünde umutsuzluk ve hüzün vardı. Jang-jin elini duvardaki Joo-yeon’un yüzüne götürüyor özlemle. Jang-jin, pencere önündeki genç mahkûmu omzuna alıyor ardından. Fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Jang-jin’in omzundaki genç mahkûm onun gözlerini kapatıyor elleriyle. Hücre kapısını açan gardiyanın, Jang-jin’in numarasını söyleyen sesi duyuluyordu. Ziyaretçisi vardı. Genç mahkûmu üzerinden atan Jang-jin kapıya yöneldiğinde genç mahkûm onu önlemeye çalışsa da Jang-jin ona, Joo-yeon’a gidecekti. Yönetmen bu anlarda kamerayı özgür sinema ruhuyla kullanmış. Sarsılan ve hızlı hareket eden kamera, Jang-jin’in heyecanını mı, yoksa genç mahkûmun içindeki fırtınayı mı dışarı çıkartıyordu? İkisi de olabilirdi. Kapı kapandığında genç mahkûm, umutsuz ve öfkeli gözlerle bakıyordu hücre kapısının gözünden. Dışarıda da baba-kız kar altında kardan adam yapıyorlardı. Sonra kamera özel hücreye giren Joo-yeon’u yansıtıyor. Hücrenin duvarları bomboş ve soğuktu. Güvenlik kamerası da hareketleniyor birden. Monitördeki görüntüde Joo-yeon mantosunu çıkartırken, güvenlik şefinin de yansıması fark ediliyordu. Hücre kapısı açılıyor ve kelepçeli Jang-jin içeri giriyor. Gardiyan da oradaydı. Joo-yeon, Jang-jin’in yüzüne elini götürüyor önce. Sonra da Jang-jin’in kıyafetinin düğmelerini açıyordu. Dudak dudağa öpüşmeye başlıyorlar. Monitöre yansıması vuran güvenlik şefi bu defa müdahale etmiyordu öpüşmeye. Sigara da içiyordu güvenlik şefi. Nefes nefese ve özlemle öpüşüyordu ikisi de. Onlar yere uzandığında gardiyan da hücreden çıkıyor. Joo-yeon üstteydi. Joo-yeon’un aldığı hazzı duyuran nefesi hücreyi sarıyordu bu anda. Güvenlik şefi de dikizliyordu monitörden onların sevişmelerini. Güvenlik şefi başka monitörden dışarıdaki baba-kıza da bakıyordu arada bir. Karısı içeride hazzı yaşayan koca, belki de neler olduğunu biliyordu. Belki de suçluluğundan kurtuluyordu böylece. Her şey eşitlenmiş olacaktı. Belki de evliliği kurtulacaktı. Monitördeki görüntü hücreye döndüğünde hazzın sonuna gelinmişti. Ardından Joo-yeon, Jang-jin’in burnunu eliyle tutarak dudaklarından öpüyor. Nefessiz bırakıyor onu. Sınıra geliyor Jang-jin. Kurtulmak istiyor, ama Joo-yeon onu bırakmıyor. Güvenlik şefi monitörü kapatıyor birden. Güneş gözlüklü güvenlik şefinin yansıması vardı sadece monitörün camında. Ardından yine açıyor monitörü. Nefesi tüketen ölümle yaşam sınırındaki öpüşme sürüyordu. Joo-yeon’un saçlarını elleriyle kavrayıp kurtuluyordu bu ölüm öpücüğünden Jang-jin. Gardiyan da Joo-yeon’u ayırıyor Jang-jin’den. O, çocukluğunda suyun altında nefessiz kaldığı anı mı yaşatmak istiyordu? Önce kocasına, şimdi de Jang-jin’e. İkisi de nefes nefeseydi. Ardından dışarıda baba-kızın yaptığı üç kardan insan yansıyor birden. Kartopu oynuyor baba-kız. Joo-yeon da dışarı çıkmış onların mutluluğunu izliyordu. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Joo-yeon da bir avuç kar alıyor ve onların mutluluğuna katılıyordu. Kartopu oynuyorlar.  Aileye mutluluk yeniden gelmişti. Sonra kamera yan yana üç kardan insanı gösteriyor. Bu aileyi simgeliyordu.

Arabayla yola çıkıyorlar. Hepsi mutluydu. Joo-yeon’un sesi ilk defa kocasının yanında duyuluyordu Salvatore Adamo’nun “Tombe La Neige" (Her Yerde Kar Var) şarkısını Korece söylerken. Kocası da şarkıya katılıyordu. Joo-yeon’un söylediği bölümde, “Sen uzaklaşırken karlar düşüyor. / Karlar düşüyor. / Kalbim yalnızlığa gömülüyor. / Rüyamda çizmiştim, / Sıcak gülümsemeni” diyordu. Kocasının söylediği bölüm de “Beyaz karlarla kaplı. / Onu göremiyorum” diyordu. Ardından beraber, “Beyaz karlarla vurulurken senin gidişini görmek. / Ben bile kederle doluyorum” derken, şarkı hücrede uyuyan Jang-jin’in görüntüsü üzerinde sürüyordu. Bu anda, “Sadece beyaz karlar yağıyor” diyordu. Genç mahkûm, uyuyan Jang-jin’in boynuna kolu doluyor ve onun nefesini kesmek istiyordu yavaş yavaş. Ona ihanet etmişti âşık olduğu Jang-jin. O an Jang-jin son nefesi verirken, şarkının nakaratında, “Beyaz karlarla vurulurken senin gidişini görmek. / Ben bile kederle doluyorum. / Sadece beyaz karlar yağıyor” diyordu. Görüntü yoldaki araba üzerine kararıyordu sonra. Ardından kamera hücreye gittiğinde şarkı bitiyordu. Genç mahkûm kolunu gevşetiyor ve Jang-jin açıkgözleri de kapanıyordu. Bu trajediydi. Genç mahkûmun trajedisiydi belki de. Isınmak için yakın yatıyordu mahkûmlar. Kıdemli mahkûmla ressam mahkûm yuvarlanarak çerçeveden çıkıyorlardı Jang-jin son nefesini verirken. Ardından gerçeküstü tat veren bu görüntü beyazlaşıyor ve son jenerik yazıları akmaya başlıyordu ardından.

 

“Rüya...” 

Kim ustanın, 2008 yapımı “Bi-mong-Rüya”, bir anlamda modern toplumda iletişimsizlik ve yalnızlık üzerine bir film olabilir. Bu filmi izlerken rüya üzerine derinlikli de düşünebilir insan. Felsefi yorumlar, bakış açıları, edebiyat, sinemada rüya üzerine derinliklere de düşebiliyor insan. Ahlaki açıdan da yorum getirebilirdi. Ama filmin içinde usul usul dolaşmak ve önyargısız olmak da gerekiyordu. Kim usta, gerçekle rüya arasında insanların zihinlerini bulanıklaştırarak dehlizlerin içinde yollarını kaybettiriyor filmlerinde. Gerçeküstücü ve varoluşçu bir yönetmen olan usta, sadece karakterlerini değil, filmlerini izleyenleri de gerçeküstü dünyasında varoluşlara sürüklüyor. KKD Film-Sponge-Style Jam’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Müziklerse Park Ji’nin. Görüntüler de Kim Gi-tae'nin. Bu film, ülkemizde Ekim 2008’de gösterime çıkmıştı. Jin rolündeki Jô Odagiri, Japonların ünlü şarkıcı ve aktörlerinden biri. 1976 Okayama doğumlu Jô Odagiri, Japon yönetmen Masako Matsûra’nın 2001 yapımı ve gerçek hayat hikâyesinden uyarlanan “Puratonikku Sekusu-Platonik Seks” filmiyle sinemaya adım atmıştı. “Rüya” filminin en ilginç ve deneysel tarafıysa, Jin'in Japonca, Ran’ın Korece konuşmasıydı.

Gecenin içinde bulanık görüntü üzerine açılan film, insana uykudan uyanıyormuş hissi veriyordu. Ahşap oymacılığı yapan bir sanatçı olan Jin (Jô Odagiri), arabasının içindeki dikiz aynasında yüzü yansıyor önce. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Yan yoldan gelen arabaya çarpan Jin, yaralı adamın arabadan çıktığını gördüğünde hızla oradan uzaklaşıyordu. Sonra arabasının önüne bir adam çıkıyor ve uykusundan uyanıyor Jin. Bu kâbus bir rüyaydı. Zihninden kaza anının görüntüleri düşüyor birden. Cipine binen Jin, rüyasında kaza yaptığı yere gidiyor hemen. Jin yol alırken siren sesleri de duyuluyor. Rüyasında yaşadığı kaza gerçekten olmuştu. Orada cankurtaran (ambulans) ve polisler de vardı. Polis, omzundaki telsizle konuştuktan sonra Jin’i fark ediyor. Kaza yapan araç kayıplara karışmış. Polisler kamera görüntülerini inceleyeceklermiş. Kaza yapıp kaçan araba tespit edilebilecekti. Kaza yapan araç çok geçmeden tespit ediliyor. Adres de biliniyor. Polis artık tutuklayabilirdi onu. Sonra polisleri takip ediyor Jin arabasıyla. Polisler bir kadını tutuklayıp merkeze götürürlerken genç kadın, “Benim kazayla ilgim yok” diyor. Kaza yapan araba onundu ve arabanın önü yamulmuştu. Kadını tutuklayan polisleri yine takip ediyor Jin. Polis karakolu tarihi bir binadaydı. Kadın sorgusunda suçu kabul etmiyor. Kaza anında uyuyormuş. Araba onundu. Kaza anı kameralarla da tespit edilmiş. Kadının ifadesi alınırken Jin de olaya müdahil oluyor. Çekilen fotoğrafta genç kadın direksiyonda görülüyordu. Ama yine de kabul etmiyor suçu. Jin, ifadeyi alan komiserin (Lee Joo-suk) masasına yaklaşıyor ve genç kadının masum olduğunu söylüyor. Genç kadını ilk kez görüyormuş Jin. Kafa karıştırıcıydı tüm bunlar. Polisler için de. Kazanın sorumlusunun kendi olduğunu söylüyor Jin. Ama elinde kanıt yoktu. Sadece gördüğü bir rüya vardı. Rüyasında yaptığı kazayı anlatıyor polislere. Ayrıldığı sevgilisinin arabasını takip ediyormuş rüyasında. Bu kazayı rüyasında yapan Jin, polisleri ikna edemiyor. Gün de ağarıyordu. Komiser onu dışarı attırırken Jin bir arabanın modelini ve sarhoş adamı söylüyor. Polis memuru Lee de bunu doğruluyor. Sarhoş adam da kameralara takılmıştı. İşler daha da karışıyordu. Komiser, “Rüyasında gördüğü kazayı bu kadın mı gerçekleştirdi”, diye soruyordu. Zihin karıştırıcıydı tüm bunlar. Komiser genç kadına, “Uyurgezer misiniz küçük hanım”, diyor. Komiser rüyaya mı, fotoğrafa mı inanacaktı? Fotoğraf gerçekti çünkü. Genç kadın masaya sertçe vuruyor, sonra da ağlamaya başlıyor birden. Komiser, suçluluk duygusuna bağlıyor bu ağlamayı. Şimdi her şey gizemli bir polisiye filme dönüşüyordu.

Gündüz hastanede. Polis ve Jin doktora gidiyorlar. Doktor (Jang Mi-hee), “Bu kadın benim hastam” diyor fotoğrafa bakarken. Önceleri uykusunda sadece yürüyormuş. Doktor, cinayet işleyen ve hatırlamayan uyurgezerler olduğunu da söylüyor komisere. Bunca kanıt varken ne olacaktı? Doktor, kazaya uğrayanla anlaşma yoluna gitmelerini istiyor komiserden. Jin, onları ikna edebileceğini söylüyor. Kazadan kendisinin de sorumlu olduğunu söylüyor doktora Jin. Kazanın rüyasını görmüştü. Bu tür rüyaların bir hafta kadar önce başladığını söylüyor doktora. Ran’ın (Lee Na-young) hastalığı da aynı zamanlarda başlamış. Genç kadının adı Ran’dı. Geçmişte gördüğü rüyaları hatırlayamayan Jin, son zamanlarda gördüğü rüyaları tüm ayrıntısına kadar hatırlıyordu. Bu son gördüğü rüya gerçek gibi göründüğü için kazanın yapıldığı yere gitmişti Jin. Doktor rüyalar üzerine konuşmaya başlıyor. İnsanlar hiç tanımadığı atalarını bile rüyasında görebiliyormuş. Rüya bir de korkuları dışarı vuruyordu. Doktor elini Jin’in yüzüne götürüp parmaklarıyla gözlerini kapatıyor. Nelerden korktuğunu soruyor Jin’e. Acı çekmekten korkuyordu. Doktor, başparmaklarıyla onun gözüne bastırıyor. Önce hiçbir şey görmüyor Jin. Ama parmakların şiddeti artınca ışık görüyor, sonra da ışık dağılıyordu. Daha sonra doktor, Ran’ı getirmelerini söylüyor. Polis karakolundan çıkan Ran’ı bekleyen Jin, genç kadından özür diliyor. Jin, kazanın kendi suçu olduğunu düşünüyor. Ran, Jin’in gördüğü rüyaları gerçeklikte yaşıyordu. Buna ahlaki mi bakılmalıydı? İradenin dışında olan, denetim altında tutulamayan ahlaki olabilir miydi? Mobese ve güvenlik kameraları, “Büyük Birader” gibi her şeyi güvenlik adına insanları izlerken ahlaki miydi? 

Jin, evinin önünde düşünceler içinde yansıyor. Tarihsel evlerin olduğu yerdi burası. Evinde ahşaba “Kelebek Rüyası” yazısını yazıp onu bıçağıyla harfleri oymaya başlıyor Jin. Mühür yapıyordu. Mührü bastığında filmin ismi de beliriyordu.

Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak Ran’ı gösteriyor. Ran, kadın giysisi hazırlıyordu. O da sanatçıydı. Sonra Jin evinde tek başına içerken yansıyor. Telefonla aradığı insana ulaşamıyor. Kamera, evin içinde yukarıdan aşağı “tilt” yaptığında birden başka ana gidiyor. Arabanın içinde iki sevgili konuşurken, “objective point of view angle/nesnel bakış açılı” kamera da onları dikizliyordu. “Hand-held camera/el kamerası” da sarsıntılı çekimle arabaya yavaşça yanaşırken, genç adam kızı öpmeye başlıyordu. Birden kameranın önüne Jin geçiyor ve arabanın kapısını açarak genç kadını dışarı çıkartıyordu. Bu, Jin’in eski sevgilisi (Park Ji-ah) genç kadındı. Diğeri de Ran’ın eski sevgilisi (Jin Tae-hyun) genç adamdı. Genç adam ona yumruk attığında masada sızmış Jin birden uykusundan uyanıyor. Bir an sonra dışarı çıkıyor. Ran’ın evine geliyor. Ran’ın yüzünde yara izleri vardı. Onu yumruklayan insanı tanıdığını söylüyor Jin. Rüyasını gerçeklikte yine Ran yaşamıştı. Onu olayın geçtiği yere götürüyor. Oradaki evi gösteriyor. Uyurgezer Ran hiçbir şey hatırlamıyordu. Ama burayı tanıyordu Ran. Eski sevgilisinin eviydi burası.

Hastanede. Doktor yine parmaklarını Jin’in gözlerine bastırarak sorular soruyordu. Eski sevgilisine hâlâ âşıktı Jin. Sonra aynı şeyi Ran’a yapıyor. Ran eski sevgilisini terk etmiş ve ona âşık değilmiş. Doktor, Ran ve Jin’e iki zıt kutup olduklarını söylüyor. Biri eski sevgilisini rüyasında görmek isterken, diğeri eski sevgilisinden kurtulamıyordu. Doktor ikisinin aslında bir bütün olduğunu söylüyor. Birbirlerini severlerse Jin’in rüyaların ortadan kalkacağını söylüyor doktor. Ran’ın da uyurgezerliği sona erebilirdi. Ama Jin eski sevgilisine âşıktı. Birbirlerine âşık olmak istemiyor ikisi de. Doktor, “Siyahla beyaz aynı renktir, bütünlüğü bozmayın” diyor.

Ran kumaşları denerken düşüncelere de dalıyordu evinde. Ran’ın evi atölyeydi aynı zamanda. Düşüncesi yeni bir aşka hazır değildi sanki. Jin de evinde içiyordu. Yatağa uzanıp sızan Jin yine rüyanın içine düşüyordu. Rüyaya geçerken görüntü bulanıklaşıyordu. Kapı açılıyor ve Jin’le eski sevgilisi öpüşmeye başlıyorlar. Kamera sarsıntılıydı ve “step printing/kademeli baskı” efektli çarpıcı yavaş çekimdi bu. Çinli yönetmen Wong Kar-wai ustanın filmlerinde bu efekt tekniğiyle sıkça karşılaşılıyordu. Onlar yatağa uzandığında kapı çaldığında Jin birden uykusundan uyanıveriyordu. Görüntü bulanıklaşınca yine uykuya dalıyor Jin. Kapıyı açıyor ve içeri giriyor. Aynı yerdi. İçeri girdiğinde görüntü yine sarsıntılı ve kademeli baskı efektliydi. Jin çarşafı kaldırıyordu, ama yatak bomboştu. Yine uykusundan uyanıyor Jin. Gecenin derinliğinde arabasıyla Ran’ın evinin olduğu sokağa geliyor Jin. Uyurgezer Ran arabasından iniyordu o sırada. Ran kapı şifresini yazıp eve giriyordu. Jin de şifreyi yazıp içeri giriyor. Ran yatakta uyuyordu şimdi. Jin sonra Ran’ın eski sevgilisini takip ediyor. Sabah olduğunda uyanan Ran hemen aynanın karşısına geçip solgun yüzüne bakıyor. Mutsuzluk ve hüzün vardı bu yüzde. Eve Jin geliyor. Ran ona gece gördüğü rüyasını anlatmasını istiyor Jin’den. Eski sevgilisini öpmüş Ran. Ondan yardım istiyor Jin. Ama Jin’in rüyaları Ran’ı korkutuyordu. Ran, Jin’in uyumasını istemiyordu. Bu kolay mıydı? Ran, eski sevgilisinden tiksiniyordu. Jin’in rüyaları Ran’ı ona götürüyordu hep. 

Jin atölye evinde ahşap üzerinde çalışırken yansıyor. Ran’ı telefonla arıyor uyanık kalmasına yardım etmesi için. Uyumamak için Ran’ın evine taksiyle giderken şoföre (Seo Jin-woo), uyursa onu uyandırmasını söylüyor Jin. Gerekirse sert bir şeyle vurmasını da istiyor ondan. Uykuya karşı koyamayan Jin uykuya dalınca Ran yataktan kalkıyor. Uyanınca yeniden uyuyor Ran. Uykusuz Jin Ran’ın evine geliyor. Jin uykuya dirense de uyku ağır basıyordu. Sabah uyanan Jin, Ran’ın hiç uyamadığını görüyor. Uyuma sırası ondaydı. Uyandığında Jin’in evine misafir oluyor Ran. Uyku zamanlarını bölüşmek için. Jin’in ahşap oyma işlerine bakıyor. Bir ahşap heykelde kelebek kolyesi görünce onu hemen takıyor Ran. Sonra aynaya ikisinin yansıması düşüyordu. Kolyeyi ona hediye ediyor Jin. Gece de Ran’ın evinde uyuyor Jin. Genç kadın da başında bekliyor onun. Uyku zamanları farklı zamanlarda olunca bir süre rahatlama gelse de bu nereye kadar sürecekti? Yorgana su döken Ran arabayla gece bir yere gidiyordu. Yine uyurgezerdi. Islaklığı hisseden Jin uykusundan uyanıyor sonra. Ama Ran, eski sevgilisinin evine gelmişti. Jin ona yetişiyor ve “Ben bu gece rüya görmedim” diyor. Ran’ın burada ne işi vardı? Eve döndüklerinde Jin, neden o eve gittiğini soruyor. Jin’in evindeydiler şimdi. Ran, Jin’in eski sevgililerinin fotoğraflarını görüyor. Bu yüzden o rüyaları görüyordu Jin.

Zaman geçiyor. Gece oyma işi yapan Jin’in uykusu gelince Ran’ı arıyor telefonla. Ran da uyumuyordu. Ama telefonu açmıyordu Ran. O da uykuya direniyordu. Hitchcockyen gerilim müziği de yükseliyordu fonda. Uykuya direnmek de gerilimli anlardı. Uykusuzluk çıldırtan bir şeydi. Ran uyumamak için gözkapaklarına bant bile yapıştırıyor. Bir anlamda Kim usta, bir başka usta Stanley Kubrick’in 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” bilimkurgusuna selam gönderiyordu sanki. Jin, sabah olunca Ran’ın evine geliyor. İkisi de uyumamıştı. Jin, eski sevgililerinin fotoğrafları ve isimleri yazılı her şeyi yırtıyor. Uyku içindi hepsi. Yatakta oturan Ran uykusuzluğa dayanamıyor ve uykuya dalıyor hemen. Uykusuz Jin de uykusuzluğa nereye kadar direnebilecekti? Topluiğnenin ucunu başına bastırıyordu uykuya yenilmemek için. Gündüz oluyor. Kar yağıyordu dışarıda. Jin, Ran’ı uykusundan uyandırıp kendisi uyumak istiyordu. Ran kalkamıyor. Uyku tatlıydı. Uykusuzluğa dayanamayan Jin de aynı yatağa uzanıyor. Şimdi ne olacaktı? Jin uykuya dalınca görüntü bulanıklaşıyordu. Uyurgezer Ran gözlerini açıyor ve yataktan çıkıyordu. Jin ve eski sevgilisi çılgınca sevişiyorlardı. Görüntü yine sarsıntılı ve kademeli baskı efektliydi. Kapı çalınca Jin uykusundan uyanıyor öfkeyle. Birden Ran’ın orada olmadığını fark ediyor. Kapıya yöneldiğinde uyurgezer Ran eve geliyor. Sonra Jin arabasıyla Ran’ın eski sevgilisinin evine gidiyor. Genç adam mutluydu kelebek kolyeye bakarken. Kolyeyi asıp içeri giriyor genç adam. Jin kolyeye bakıyordu sadece. Zihninden neler geçiyordu? Ran, nefret ettiği eski sevgilisiyle bile seviştirmişti. Ran’ın evine dönüyor Jin. Yatakta uyuyan Ran’ın başucuna oturuyor sonra. Kolyeyi Ran’ın boynuna takıyor. Ran korkuyla uyanıyor. Ran, eski sevgilisinin evine gidiyor ve ne yaptıklarını öğrenmek istiyor. Zevk aldıkları şeyleri yapmışlardı orada. Evine döndüğünde Jin’i tokatlayıp kovuyor sonra.

Tek başına evde otururken yansıyan Ran, Jin’in yırttığı fotoğraflara gözü takılıyor. Sonra görüntü bulanıklaşıyordu. Ardından tarlada giden cip görünüyordu. Arabada Ran’la Jin’in eski sevgilileri vardı. Ran da onları izliyordu. Sonra Jin de görünüyordu. Genç adam, genç kadına çok özlediğini söylüyor. Ondan ayrı kalmak zordu. Arabanın içinde sevişmeye başlıyorlardı. Onu terk ederse öldürürmüş onu. Genç adam kıskançtı. Sonra tartışıyorlardı. Jin de Ran’la tartışıyordu. Sonra Ran ve eski sevgili tartışıyorlardı. Ardından Jin ve eski sevgilisi. Tam anlamıyla gerçeküstücü anlardı bunlar. Jin’in eski sevgilisi uzaklaşırken Ran da onun peşinden gidiyordu. Fonda da Anna Melato’nun söylediği “Amare Me” şarkısı duyuluyordu. Bu, ölümsüz Nino Rota’nın bestesiydi. Ran, ona ayakkabılarını giydiriyordu. Jin de Ran’ın eski sevgilisinin ayakkabılarını giydiriyordu. Bu rüya, kimin rüyasıydı?

Jin evinde ışığı yakıyor. Yine masasının başındaydı. Ran da oraya geliyordu. Ran, “Sırada nasıl bir rüya var” diyor. Cinayet mi planlıyordu Jin? Sonra Ran mühür basılı kâğıdı alıyor. “Siyah ve beyaz tek renk” yazıyordu kâğıtta. Sonra etkileyici bir geçişle kamera siyah üzerinden aşağı “tilt” yaparak yatakta oturmuş Ran ve Jin’i yansıtıyor. Ran uykuya dalıyor önce. Jin, ikisinin bileklerini de kelepçeliyor. Kelepçeli âşıklar gibi. Sonra o da uyuyor ve ardından kamera yine siyah üzerinden bu defa yukarı “tilt” yaparak uyuyan Ran’la Jin’i gösteriyor. Ran gözlerini açtığında Jin’in korku bürünmüş yüzünü görüyor. Kâbus mu görüyordu Jin? Ran da uykuya dalınca kamera kelepçeli bilekleri gösteriyor ve görüntü bulanıklaşıyor. Kamera yine sarsıntılı ve kademeli baskı efektliydi. Jin, Ran’ın eski sevgilisinin evindeydi şimdi. Uyurgezer Ran yataktan kalkınca Jin de dönüyordu rüyasından.

Ran ve Jin gündüz el ele Budist tapınağa geliyorlar. Buda heykelleri önünde dua ediyorlar sonra. Tapınakta iyi zaman geçiriyor ikisi de. Jin dua ederken, Ran ortadan kayboluyor birden. Gece olduğunda bile tapınakta bekliyor Jin. Arabasında otururken gözleri kapanıyor ve görüntü bulanıklaşıyordu ardından. Ran, devasa Buda heykelinin oradan çıkıyor ve basamaklardan inmeye başlıyor. Ran arabanın camına vurarak Jin’i uyandırıyor. Jin kelebeği takip etmiş. Dudak dudağa öpüşüyorlar sonra. Yönetmen sevişme sonrasını göstertiyor. Uyuyan Ran’ın saçlarını okşayan Jin mutluydu. Jin, kelepçeleri yine takıyor. Ardından uykuya dalınca sarsıntılı kamera ve kademeli baskı efektli görüntü yansıyordu hemen. Yine Ran’ın eski sevgilisinin evinin önündeydi Jin. Eve yöneldiğinde kelepçeyi görüyor. Ran da oradaydı. Sonra uyurgezer Ran uyanıyor ve anahtarla kelepçeyi açıp arabayı sürüyor. Rüyasında Ran’ın eski sevgilisinin evine giriyor Jin. Eski sevgilisiyle sevişiyordu Ran’ın eski sevgilisi. Genç adamı vahşice öldürüyor Jin. Birden uykudan uyanıyor Jin. Çığlıklarla ağlayan eski sevgilisinin sesini duyuyor sonra. İçeri giren Jin, vahşice öldürülmüş eski sevgiliyle uyuyan Ran’ı görüyor yatakta. Ran’ı uyandırıyor. Uyanan Ran, kanlar içindeki ölü eski sevgilisi görüyor birden. Polisler geliyor olay yerine. Jin polislere, “O masum, ben öldürdüm” derken, eski sevgilisi Ran’ı gösteriyordu.

Jin, polis merkezinde cinayet masası komiserine (Han Ki-joong) kendisinin öldürdüğünü söylüyor. Ran da kendisinin öldürdüğünü söylüyor. Rüyasında kendi öldürmüştü. Ya gerçeklikte? Komiser Ran’a, “Onu siz öldürdünüz değil mi”, diye sorduğunda Ran’ın kanlı yüzüne tuhaf bir gülümseme oturuyordu birden. Jin, her şeyin kendi rüyası yüzünden olduğunu söylüyor komisere hep. Ardından komiser Ran’ı psikiyatra gönderiyor. Ran akıl hastanesindeki odaya geldiğinde orada Jin’in eski sevgilisi de vardı. Genç kadın Ran’ın yanına geliyor ve kelebek kolyeye bakıyor. Ran’ın kulağına bir şeyler söylerken gülüyordu genç kadın. Delirmişti. Jin de evde uyumamak için direniyordu. Canını acıtacak kadar. Hastane odasında Jin’in eski sevgilisi Ran’ın başını kucağına aldıktan sonra “Amare Me” şarkısı duyuluyordu. Şarkıda, “Amare me, triste me (Acılıyım, hüzünlüyüm) / Tu sei morto e io che faccio (Sen ölüsün ve ben) / Ora mi sciolgo le trece in facia (Şimdi örgülerimi yüzümde eritiyorum) / Ora mi uccido sopra te (Şimdi kendimi senin üzerinde öldürüyorum)” diyordu. Jin uyumamak için ayağına çekiçle bile vuruyor. Sonra Jin, onu ziyarete geliyor bitkin halde. Ama Ran’la görüşemiyor. Ran da giderek daha da kötüleşiyor hastanede. Vücudu istemsiz hareketler etmeye de başlıyordu. Buna, “travma sonrası stres” deniyordu. Bu tanı ilk defa I. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkmıştı. Jin evinde çökmüş halde üretmeye de çabalıyor. Ama uykusuzluk onu çıldırtma noktasına sürüklüyordu. Vücuduna acı çektirince uykuyu yenebileceğini sanıyor sanki bıçağı bacağına saplarken. Jin yine hastaneye Ran için geliyor. Ran sonunda ziyarete çıkıyor. Uykusuzluğun perişan ettiği Jin’e, “Başka rüya kalmadı ki” diyor Ran. Artık uyuyabilirdi. Ran, “Gördüğün ne olursa olsun bunun suçlusu sensin” diyordu ona. Jin, kelebek kolyeyi görüyor onun boynunda. Eline alıyor. Ran’ın vücudu yine istemsiz hareket etmeye başlıyor. Rüyalar da bitmişti artık. Ölüm de uyku kadar kötü değildi. Ran, başparmaklarıyla Jin’in gözlerine bastırıyor tıpkı doktor gibi. “Amare Me” şarkısı duyulmaya başlıyordu. “Ne görüyorsun”, diyor ona. Jin de “Bir kelebek” diyor. Ran da “Seni seviyorum” diyor ona. Sonra da veda ediyor Ran. Ardından odasında kelebek kolyeyi yutuyordu Ran. Öte tarafta Jin de trajedisine sürükleniyordu. Ran da hastane odasında çarşafı ilmik yapıyor intihar etmek için. Ran’ın eski sevgilisi ona yardım ediyor. İlmik olan yere bir kelebek konuyor. Sonra uçup pencereden dışarı çıkıyor kelebek. Ran bir kelebekti. Kelebek, Jin’in alnına konuyordu. Sonra uçup eline konuyor kelebek. Donmuş Han Nehri üzerine ikisinin de elleri birbirine kavuşurken görüntü bu kararıyordu gerçeküstücü filmde. Son jenerikte yine “Amare Me” şarkısı duyuluyordu.  Bu filmdeki Ran’ın asılma sahnesi gerçek ölüme neden olacaktı. Kim usta farkına varıyor ve kurtarıyordu oyuncusunu. Ama bu vaka, onu derin bir depresyona sürükleyecekti ve sinemadan da birkaç yıl koparacaktı.

 

“Arirang…”

Kim Ki-duk ustanın iç yolculuğu olan, kendi zihinsel bunalımları ve travmaları üzerine belgeseli 2011 yapımı “Arirang”, sinemanın da özel eserlerinden biri. Kamerayı da kendi kullanmış. Elbette kurguyu da kendi yapmış. Her şey, Seul’un biraz dışındaki Arirang Tepeleri ile özdeşleşen bölgede geçiyor. Arirang için birçok açıklama var. Ama en önemlisiyse, Kore’nin 600 yıllık türkü geleneğiydi bu. Arirang, iki kelimeden oluşuyordu. “Güzel sevgili” anlamına geliyordu bu kelimeler. Bu belgesel, 2011’de 64. Cannes Film Festivali’nde “Un Certain Regard/Belirli Bir Bakış” ödülünü de kazanmıştı.

Kim Ki-duk, 2008’de çektiği “Rüya” filminden sonra kendini sinemadan uzaklaştırmış ve yaklaşık üç yılını Arirang’ın tepelerinde bir kulübede geçirmiş. Münzevi bu hayatında kendiyle ve sinema çevreleriyle de hesaplaşmış. Kulübesinin içinde odun sobası ve kışlık çadırı olan Kim usta, yemeğini de kendi yapıyordu. Kahve için de düzenek hazırlamış kendine. Soğuk ve karlı günlerin çok olduğu bu bölgede bir insan, insanlardan bu kadar uzak tek başına nasıl yaşayabilirdi? İki seçeneği olabilirdi. Ya bu depresyonundan çıkacaktı veya en dibe vuracaktı. En azından hayatı için ilki olmuş sanki. Son dönem filmlerinde ruhani yolculuklarla beraber, kapitalist ve gelişmiş Güney Kore’yle hesaplaşmaları daha da fark ediliyordu.

Kim usta, gerçekten üç yıl insanlardan uzak yaşamış ve bu üç yılı da kamerayla kaydetmiş. Çadırını sobanın yanına kurmuş Kim, uyurken duyduğu tıkırtılarla uyanıyor sürekli. Nasırlı ayakları yansıyor dışarı çıktığında. Ama hiç kimseyi göremiyor. Onun bu yalnızlığından kedisi kurtarıyor bir anlamda. Ama ikisi de kendi havasında gibiler. Kim usta, bazen biraz uzaktaki kasabayı da izliyor. Orada insanlar yaşıyordu. Sabah olduğunda ilk yaptığı dişlerini fırçalamaktı ustanın. Sonra da odun kesiyor baltayla. Sobayı yakıyor. Ardından kahvaltı yapıyor. Uzun saçlarını tarıyor. Günleri birbirinin aynısı gibi geçip gidiyor Kim ustanın.

Kamera, evin içini ve dışını yansıtıyor. Sonra kameraya bakıyor ve yemeyi sürdürüyor. Uzun saçlarını atkuyruğu yapıyor ve ardından da “Hazır. Aksiyon” diyor. Konuşuyor. “Ve aktörler farklı duygular ifade eden replikler söylemeye başlarlar falan filan” diyor. Öfke de vardı sanki bu sözlerde. Sonra da “İyi şeyler söyleyen iyi rol, kötü şeyler söyleyen kötü rol arasında farklar vardır” diyor. İyi ve kötü seçilebilir miydi? Ya aktörler, gerçekten suç işleyen ve tehlikeli rollerden hoşlanırlar mıydı? Sonra yine kameraya bakıyor ve yine aynı komutu söylüyor. Ardından “Ne dediniz? Ne dediniz”, diyor Kim usta. Kameraya bakıyor ve bir an sessizlik yaşanıyor. Kameranın ölçeği değişiyor ve yakın çekimle yüzü yansıyordu. “Kim Ki-duk ne yapıyorsun? Çünkü şimdi film yapamazsın. Senin derdin ne”, diyordu kendine usta. Ardından da açıklıyordu. “Şu anda film yapamam. Bu yüzden kendimi tutmalıyım. Kendime geldim” diye cevaplıyor. Bir yönetmen ve bir insan olarak hayatını anlatacağını da söylüyordu. Kendi hakkında bir film, bir belgesel, bir kurgu olabilirmiş. Mutlu olabilmek için bir şeyler çekmeye de ihtiyacı varmış. Bu yüzden kendini çekiyormuş. Bu anlarda yönetmen “Jump cut/sıçramalı kurgu” tekniğini kullanmış. Çekmek istediği bir film varmış. Kore Savaşı’nda savaşmış birini anlatmak. Ölümünden otuz yıl sonra öldürdüğü kişinin cesedini aramak için geri dönen Amerikalı bir hakkındaymış. Amerikalı asker, yaşlandığında Kore’ye döner ve bir köye gider. Bir kürek alır ve dağa çıkar. Etrafı kazmaya başlar. Bunu anlatmak istiyormuş. Sonra dizüstü bilgisayarıyla yazıyor usta. Kader, cesedi bulmasına yardımcı oluyormuş. Amerikalı asker, savaşta giydiği üniformasını giyinip tüfeğini alınca eski benliğine dönermiş. Cesedi bulmayı da başarırmış. Cesedi de mezardan çıkartınca ceset gitmesine izin verirmiş. Hasta olunca bir şamana gidecekmiş Amerikalı eski asker. Orada ölü kadının ruhuyla karşılaşıyormuş. Bu anlarda hem kameraya bakıp konuşuyor hem de bu hikâyeyi bilgisayar başında yazarken yansıyordu usta. Bu film için Willem Dafoe’yla konuşmuş. Bazı sebeplerden dolayı bu filmi yapamamış. Ardından “Arirang” türküsünü söylüyor. Türküde, “Ağlamak aşkı geri getirmez / Gözyaşları teselli ediyormuş gibi olsa da / … / Ne gidebilirsin ne de kalabilirsin artık / Kırmızı ışığın yansıması…” derken duruyor birden. Kahvesinden içiyor.

Kamera, genel çekimle sağa çevrinme (pan) yaparak derinlikteki kulübeyi yansıtıyor. Kar yağmış. Kasaba yansıyor. Kamera sola çevrinme yapıyor. Tişörtle dışarı çıkıyor ve karda yürüyor usta. Sonra kazmayla toprağı kazıyor. Gece yine yemek yiyor. Radyonun da sesi duyuluyordu. İçkisini de içiyor. Sonra Kim’le Kim karşılıklı konuşmaya başlıyorlar. İçinden çıkan yansıma Kim, yönetmen Kim’in iç dünyasında birikmişleri dışarı çıkartıyor kelimeleriyle. Yansıma Kim, “Soğuk havada çadırda yaşar mısın”, diyor ve ardından da, “Böyle içecek misin Kim Ki-duk? Söyle bana” diye onu eleştirmeye başlıyor. Yansıma Kim’in saçları toplanmış, yönetmen Kim’in saçları dağınıktı. Neden üç yıldır böyle yaşamada ısrar ediyordu? Kim Ki-duk film çekecek miydi? Yoksa her şeyden mi vazgeçmişti? Yönetmen Kim depresyonda mıydı? Yansıma Kim, “İnsanlar senin için üzülüyor” diyor. Kulübenin dışı yansıyordu bir an. Kar yoktu. Güneş çıkmıştı. İçeride yansıma Kim eleştirilerini ağırlaştırıyordu ona karşı. Film endüstrisiyle bağı kopmuş dünyaca ünlü yönetmen ihanetler yüzünden hayata mı küsmüştü? Doğru şey mi yapıyordu yönetmen Kim? Neden soğuk havalarda suların bile donduğu bu yerde yaşamayı sürdürüyordu yönetmen? Banyosu bile olmayan berbat bir yerdi burası. Yansıma Kim, “Köpek kâsesinde yemek yiyorsun” diyor. Kıyafetleri bile yıllarca yıkanmamış gibi görünüyormuş. Ona, 2008’den beri ne olmuştu? “Rüya” filminin çekimlerinde hastanedeki olaylar yüzünden miydi hepsi? Yansıma Kim “Ağlamak için hücrene kaçtın, öyle mi”, diyor. Sonra da “Eğer rol yapmazsan, filmlerde birilerini mi öldüreceğini sanıyorsun”, diye soruyor. Yönetmen Kim, “Rüya” filminin hastane sahnesinde travma yaşamış. Orada bir kaza yaşanmış. Kadın oyuncu bayılmış. Sonra ayılmış. Bu olanlar Kim ustayı şok etmiş. O ana, 2008’e kadar yönetmen Kim, 15 film çekmişti. Çoğunda da kazalar olmuş. Yansıma Kim, “Seni böyle görmek hoşuma gitmiyor” diyor. Sonra da “Herkes senin filmini bekliyor bebeğim” diyerek film çekmeyi hatırlatıyor yönetmen Kim’e. Yansıma Kim, onu bu dünyadan, depresyonlu bu ruh halinden, bu kulübeden, münzevilikten çıkartmak istiyor. “Kapitalizm girdabından çık ve bildiğin gibi yaşa” diyor yansıma Kim. Şimdi yönetmen Kim, filmlerinde yarattığı karakterler gibi kararlı ve azimli değildi. Eğer bu insanlar onu görseydi onun için üzülürlerdi. Yansıma Kim böyle diyordu. Yansıma Kim, “Filmlerinde vahşi hayvanlar gibi karakterlerin var. Çok toy musun”, diye soruyor. Yönetmen cevap vermeye başlıyor onun eleştirilerine karşı. Yönetmen Kim, “Kazalarda trajediler olsaydı, film için mi diyeceklerdi”, diyor. Yönetmen olarak, senarist ve yapımcı olarak da olacak her şeyden o sorumluydu. Yönetmen Kim, “Film dediğin nedir? Birileri benim hayallerim ve hikâyelerim yüzünden ölürse gerçekten korkunç olurdu” diyor. Ama söyleyeceği çok şey vardı daha. Yansıma Kim, bira şişesini alıyor ve içiyor. Yönetmen Kim de “Rüya” filminden bu yana hiçbir şey yazamadığını söylüyor. Ama söyleyeceği çok şeyi vardı. “Rüya” filmi üzerine de “Bu filmde ustalık gerektiren işler var. Ahlaki işler var. Böyle bir film yapma nedenimi düşünüyorum” diyor. Kim usta, geçmişte bir filmi bitirdiğinde bir robot gibi hemen bir sonraki için çalışmaya başlarmış. Her yıl film çekmiş ve sonunda buraya, bu münzevi yere gelmiş. Avrupa’nın önemli festivallerinde, Berlin ve Venedik gibi önemli film festivallerinde ödüller almış. Cannes Film Festivali’ne davet edilmiş. O an yansıma Kim, “Ne olmuş! Arkadaşım sen depresyondasın” diyordu. Yönetmen Kim, iyi bir yönetmen olduğunu düşünüyormuş depresyona girmeden önce. Her şey “Rüya” filmi gibiymiş. Bu filmdeki kazadan sonra onun için ölümün de anlamı değişmiş. “Gizemli bir dünyanın başlangıcıydı” diyor. Ölüm ve yalnızlık, ardından beyaz siyaha döner. Bu kadar basitti. Yönetmen Kim, “Ölüm hakkında film yapılabilir, kitap ve şiir yazabilirsin” diyor. Soyut konseptle doğum teması işlenebilirdi. Ama ölüm bir uçurum gibiydi. Kapalı bir kapı gibi ışık yoktu. Bir parçası film yapmaya geri dönmek istiyormuş. Kore filmlerinin ilerlediği de söyleniyormuş. Ama hiçbiri kendisine kadar büyük film festivallerinde önemli ödül kazanamamıştı.  “Fedakâr Kız” filmiyle Berlinale’de “Gümüş Ayı” kazanmıştı yönetmen. Filmlerin acele yapıldığını söyleyen yönetmen, bazı eleştirmenlerin filmlerinde sıkıldığını, bazılarınınsa değer biçtiğini söylüyor. Yansıma Kim kendine kahve yaparken görünüyor bir an. Kahve, fincana damla damla düşüyordu. “Tutkuyla film yaptım ve yaşadım. Yönetmen olmadan önce hiç adam gibi işim olmadı” diyor yönetmen Kim. Saygıdeğer bir yönetmen olduğu için de mutlu olduğunu söylüyor. Elektrik ürünleri üreten bir geri dönüşüm fabrikasında çalışmış gençken. Sokak ressamlığı yapmış. O zamanlar kendini hep yalnız ve üzgün hissedermiş.

Ardından kamera ve yönetmen Kim kasabaya bakıyorlar. Usta kahvesini de yudumluyordu. Sonra yine anlatıyor yansıma Kim’e. Filmleri Avrupa’nın birçok ülkesinde gösterilmiş. Hatta İsrail’de bile. Filmlerinin birçok ülkede gösterilmesi ona gurur ve mutluluk vermiş. Aldığı eleştirilerin çoğu da tozpembe değilmiş. Gerek Kore’de gerekse dünyada eleştirmenlerin çoğu filmlerinin çok kalabalık olduğunu yazıyorlarmış. Gerçekten de Kim ustanın filmleri hem çok yoğun hem de çok karakter vardı. Filmleri içinde insan kaybolabiliyordu. Filmde öne çıkmaya başlayan karakterlerin adını künyede bile bulamıyordunuz. “Rüya” filmine kadar filmlerinin kalbe dokunma sorunu yokmuş, ama çoğu da çiğmiş. Önceleri film çekmek onu mutlu ediyormuş. Sonra çekiç gibi vurmaya başlamış filmleri. Onunla çalışan herkes için en iyisini de diliyor yönetmen. İki yardımcı yönetmenine iş fırsatları da sağlamış yönetmen. Asistanları yönetmen olmuş ve övgüler almış. “Rough Cut-Kaba Kurgu” filmini asistanı Jang Hun yönetmiş. Senaryoyu da usta yazmış. Jang Hun, başka ustalardan filmleri için teklif alsa da sadakatini korumuş ve Kim ustayla iki film daha yapmış. Bu asistanına karşı müteşekkirmiş yönetmen. Ama bir de başka asistanı Juhn Jai-hong vardı. Ona kızıyor usta. “Poong Sam” filmini yaptırmış ona. Senaryoyu da usta yazmış. Jung Jai-hong, kendi hayallerini gerçekleştirmek için yönetmenden ayrılmış. Ayrılırken kendisiyle hiç konuşmamış asistanı. İnsanlar arasındaki ilişkilerde hep fırsatçılık öne çıkıyordu. Kendisi de böyle davranabilir miydi? Dışarısı yansırken, Kim ustanın “Bu şeyler kafamı karıştırıyor” diyen sesi düşüyor görüntünün üzerine. Karları temizleyen küçük aracı kullanırken yansıyor sonra usta. Aracı kullanırken sesi konuşması duyuluyor. Kim usta, “Bunu bana nasıl yapabildiklerini çok düşündüm”, diyor. Bu ihanetler haberlere konu olunca eski çalışanları özürlerini bildiren yazılar göndermişler ustaya. Merhametli ve affedici olduğu için hep üzülmüş.

Film yapmamasının nedeni, neden film yönetmediğinden emin değilmiş usta. Çünkü şoktaydı. Film çekimlerinde çoğu insan onu kırmış. Onlara kalbini vermiş. Birdenbire kalbinden vurulmuş yönetmen. Güvenini kaybetmiş. Sonra yansıma Kim’e, “Bana sorular soran sen, Kim Ki-duk, artık sadece Kim Ki-duk değilsin. Her an hayatımı izleyen Kim Ki-duksun” diyor. Bu konular için konuşma fırsatı verdiği için de yansıma Kim’e de teşekkür ediyor yönetmen Kim. Kendini bu kulübede rahat hissediyormuş. Farklı ülkelerde film çekmek ustanın hayaliymiş. “Bu kulübede hakkında konuştuğum kimseler nerede” diyor yönetmen. Hiç kimse onu dinlemiyormuş. Yaptığı kahve makinesini ve sandalyeleri gösteriyor. Onların, anlattığı hikâyeleri dinlediğini söylüyor yönetmen. “Bu dünya çok kötü” diyor. Sonra şişeyi mikrofon gibi kullanarak türküsünü söylemeye başlıyordu.  Türküde, “Benim kahrolası aşkım / Aşkın buradaydı / Yardım edemem, ama ağlarım / Arirang, Arirang/ Arariyo/ Arirang Tepeleri /Anla / Lütfen” diyordu. Türkü sürerken, kamera sağa çevrinme yaparak fotoğraf ve afişleri gösteriyor. Duvarda kendi çizimleri de yansıyordu. Kamera sonra sola çevrinme yaparak ustayı konuşurken gösteriyor. Kim usta, “Bu türküyü söylediğimde her şeyi anlayabiliyorum. Arirang, Arirang” diyor. Türküyü söylemeye devam ediyor. Türküde, “Arirang Tepeleri, bana gönder, lütfen / Arirang” diyor. Kulübenin içi derinlikli yansıyordu sonra. İki sandalye de karşılıklı duruyordu. Kamera sağa çevrinme yapıyor. Arirang Tepeleri onun için hayatın tepeleri demekmiş. Yine türküyü söylemeye başlıyor. Türküde, “Aşağı iniyorlar / Düş / Sonra yükselişe geç / Sonra aşağı devam ediyorlar / Sonra dönüyorlar, yükselişe geçiyorlar / ve devam ediyorlar / Bu hayattır / Budur / Bu gözyaşları neden çıldırmış” derken ağlamaya başlıyor usta. Yansıma Kim, “Ağlamayı kes, salak” diyerek ona yine kızıyordu.

“Bunalıma giriyorum” sözü bilgisayardan yansıyor. Yönetmen Kim gülümsüyor. Bilgisayarda yansıma Kim vardı. Yönetmen Kim, şu ana kadar hayatındaki o kelimeyi düşünüyordu. O da yalnızlıktı. Çok yalnız olduğunu söylüyor yönetmen. Hiç arkadaşı olmamış. Okuldaki tek arkadaşı bir melezmiş. İnsanlar onu küçümsüyormuş. Tek arkadaşı, kaybolmuş bir Amerikan askerinin oğluymuş. “Bilinmeyen Adres” filminde ondan bahsetmiş yönetmen. Filmin afişi yansıyordu ardından.

İletişim kuramadığı için insanları hep gözlemlemiş. Sürekli fabrikada çalışmış. Kim ustanın bilgisayar ekranından görüntüsü yansıyor. Hep az uyumuş. Hayatı da yalnız ve zormuş yönetmenin. Bu yaşadıkları eylemsizlik yasası mıydı? Yönetmen, “Bakış açını genişlet ve sürekli aynı şeylerin olduğunu gör” diyor. Kahvesini yapıyor. Sobası da yanıyordu. “Ulusu bir müessese olarak görüyoruz. Ülkene sadık ol ve ulusal prestiji arttır” diyor yönetmen. Sporcuların ve sanatçıların bunu temel aldıklarını söylüyor. Ev dışarıdan yansıyor. Kar yağmış. Nasırlı ayak topukları yansıyor ve yalınayak yürüyor yönetmen. Berlin ve Venedik’te ödüller kazandığında devlet başkanından tebrik mektubu almış. Yönetmen şimdi içerideydi ve kasabayı izliyordu. “Kültürel Değerler Madalyası” almıştı. Bundan ne kazanmıştı? Aynı kurumun birçok mükâfat ve ödülleri vardı. Onlar, ulusal bilincin gelişmesi için filmler yaptığını düşünüyorlarmış. Onun amacı bu olmasa da yurtdışından bir ödül kazanması, ülkesine bir mükâfat gibi algılanmış. Ama onun filmleri hayatın karmaşasını anlatıyordu. Eğer filmlerini izleselerdi ona madalya vermezlerdi. Bu sistemde çalışan sanatçılar vardı. Uzlaşmış sanatçılar. Ardından sobanın içi yansıyor. Ateş. Alev. Film ve insan neydi? Cevabı bilinmiyor. Film çekmek, insanlara iş vermekti. Hayaller ve sesler içindi. Günlük işlerini de yapıyor usta. Karları eritip içecek su bile elde ediyor. Filmler üzerine konuşurken pişirdiği balığı çıkartıyor kulübesinde. Bu belgeseli için dijital bir kamera almış. Kendi başına çekebilmek için. “Bir film çekemem, ama kendimi çekebilirim” diyor yönetmen. Bazıları bunu belgesel olarak adlandırıyormuş. Ama bu onun için bir oyundu. Bir film çekmek istediğini söylüyor. Hâlâ bir yönetmen olduğunu kanıtlamak için. Yönetmenlik hakkında tüm bildiklerini de unutmuş yönetmen. Bu yaptığı film değil miydi? “Kötü adamları biliyorum, onları yapmak kolaydır değil mi”, diyor yönetmen. Sonra “kötü adam”ı oynuyor ve kameraya bakarak, “Lanet piçler” diyor öfkeyle. Bu sadece onun kötü olduğunu gösterdiğini söylüyor. Günümüz filmlerinde kötü adam ve şiddetine yorum getiriyor yönetmen. Her şeyi basitleştiriyorlardı. Sonra kapıyı açıyor ve kediye yemeğini veriyor. Balık artıkları. Bu kulübe bir anlamda yönetmenin adasıydı. Ardından yönetmen, kendi gölgesiyle konuşuyor. Yönetmen Kim, hayatında sadizm, mazoşizm ve kendine işkence olduğunu söylüyor. İnsan hayatını basit görüyor yönetmen. Aşk, hor görme, nefret, kaybetmek ve anlayış… Kendi filmlerinde hayatı anlayan insanlar varmış.

Yönetmen tahtaya “Kim Ki-duk” yazıyor. Yönetmen, seralarda yetiştirilen gıdalardan da endişeliymiş. “Hormon verilen bitkiler ve hayvanları yiyoruz” diyor. Stresli yetiştirilen bu ürünler vücuda doğrudan stresi getiriyordu. Kamera, çok yakından soba deliğinden alevleri gösterirken geriye çekiliyor ardından. Dışarısı yansıyor. Kar yağmış. Yönetmen yerden kar topluyor. Sonra da eritiyor. Sobanın üzerinde yemek pişiriyor. Tavandaki ışığı açıyor. Ardından, “Tüm festivalleri özledim” diyor. Film festivallerinde fark edilmeseydi, muhtemelen birilerini bulurlardı. Ardından da yine türkü söylüyor. Türkü, “Bu berbat dünya / Benim kayıtsız aşkım / Senin aşkın burada kaldı / Ama artık ayrılıyorsun / Sana yardım edemem, ama senin için ağlarım / Arirang/ Arirang Tepeleri” diye sürüp gidiyordu. Türküden sonra usta bir film yapmak istediğini söylüyor. Filmlerini sıkıcı olarak görseler de. Ama film çekemeyecekmiş gibi de hissediyor. Şeytanların ona film çekme izni vermeyeceğini de söylüyor usta. Meyveyi yerken, “Bu meyveyi öldürdüm” diyordu kameraya bakarak. Ardından, “Yaşamak… Erkekler sayısız ölümlere yem oluyorlar. Ölü domuzlar, inekler, tavuklar… Bitki ve hayvan ürünleri bizi besler” diyor. Neden hayat her gün üzücü ve sıkıcıydı? Görüntü kararıyor.

Yönetmen kulübesinden çıkıyor ve uzaktaki kasaba yansıyor sonra. Kasabaya doğru yürüyor. Ardından da kulübenin içinden görüntüler yansıyor. Kim usta kulübenin içindeki kışlık çadırında yatarken kapı çalıyor. Sabah. Kapıyı açıyor, kimseyi göremiyor. Ama ayak izlerini fark ediyor. Kovasına küreğiyle kar dolduruyor. Sonra kulübenin içinde asılı afişler yansıyor. Sobanın başında dergisini okurken, raftaki içecek yansıyor. Sonra balık başını gösteriyor kamera. Balığın yanına gidiyor. Balık başıyla yüz yüzeydi şimdi. Balığın etinden yiyor. Ardından kamera, ustanın uzun saçlarını düzeltişini yakın çekimle gösteriyor. Kameraya bakarak, “Cevapları bilmeden soruları kendime nasıl çekebilirim”, diyor. Hayatının geri kalanını bu kulübede mi geçirecekti? Sonra “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar” filminden bir an yansıyor bilgisayar ekranından. Usta, kendisinin oynadığı “Kış” bölümünü izliyordu. Fonda da “Jeongseon Arirang” duyuluyordu. Usta bu anları izlerken ağlıyor.

Sonra gece arabanın içindeydi yönetmen. Tabancasına kurşun koyuyor. İntihar mı edecekti? Ardından “Ada”, “Kötü Adam”, “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar”, “Boş Ev”, “Nefes”, “Rüya” filmlerinin afişleri yansıyor. Duyulan türküden sonra “Yeter artık Kim Ki-duk” diyor kendine. Arabayı sürüyor. Direksiyon görünüyor. Sonra da yakın çekimle yüzü. Kendini aşağılıyor. Ardından, “Pezevenkler, sizleri öldürmeye geliyorum” diyor öfkeyle. Arabayı park ettikten sonra tabancasını alıyor yanına. Gökdelen yansırken tabanca sesi duyuluyor. Yönetmen arabaya biniyor, tünele giriyor sonra. Şehirde. Tabancasındaki kurşunlara bakıyor. Bir yere geliyor. Apartman yansırken silah sesi duyuluyor. Arabaya geliyor ve tabancayı bırakıyor. Yine yollarda. Sonra başka bir yerdeydi. Tabancasını alıyor ve arabadan çıkıyor. Silah sesi duyuluyor. Sonra yine arabasına geliyor. Yine yollarda. Kulübesindeydi şimdi. Tabancasına kurşun yerleştiriyor. İntiharı mı düşünüyordu? Çaydanlıktan su içiyor. Tabancayı kurmuş. Namlusu da kendine doğruydu. Birbirlerine bakıyorlardı sanki. Ardından, “Hazır. Aksiyon” diyor ve silah sesi duyuluyor. Yine yolda. Türkü de duyuluyordu. Nefret ettiklerini ve kendini sanal ölümle ortadan kaldıran yönetmen “Arirang” türküsünü mırıldanmaya başlıyor. Ardından Cap d’Agde’da 1990’da sokakta sergilenen gerçeküstücü resimler yansıyor. Burası, Fransa’nın güneyinde turistik bir şehirdi. Kim Ki-duk fotoğrafları yansıyordu sonra. “Timsah” ve “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… ve İlkbahar”, “Bilinmeyen Adres” filmlerinin fotoğrafları da. Film setlerinden fotoğraflar da vardı. Görüntü kararıyordu ardından.

Kim usta bu belgeselinde, bir başka büyük usta Andrey Tarkovski’ye dolaylı da olsa da saygı göndermiş. Tarkovski’nin “Nostalghia-Nostalji” filmi için senarist, yazar ve şair Tonino Guerra’yla yaptığı 1983 yapımı “Tempo di Viaggio-Zamanda Yolculuk” belgeseli vardı. Tarkovski usta orada yapamadığı bir filmin hikâyesini anlatıyordu. Kim usta da yapamadığı filmi anlatıyor kendi belgeselinde. Ama en önemlisi sandalyelerdi. “Zamanda Yolculuk” belgeselinde sandalyeler ikonik bir görüntüye dönüşüyordu. “Arirang” belgeselinde de öyleydi. “Zamanda Yolculuk” belgeselinde daktilo öne çıkıyordu. “Arirang” belgeselindeyse dizüstü bilgisayarı. Guerra, Tarkovski için yazdığı şiirleri okurken, Kim usta da türkülerini söylüyordu. Bu iki belgeselde de yönetmenler kendi iç dünyalarını az da olsa herkese açıyorlardı.

 

“Amen…”

Kim Ki-duk ustanın 2011 yapımı “Amen”, ruhani bir yolculuğun ve arayışın filmiydi. KKD Film’in sunduğu filmin senaryosunu yazmış, kamerayı kullanmış ve kurguyu da bizzat kendi üstlenmiş usta. Bu filmde gerçek anlamda keşifler vardı. Keşfettikçe filme daha da tutuluyordu insan. Paris, Venedik, Lyon, Avignon insanı kelimenin tam anlamıyla etkisi altına alıyordu. Paris’in ortasındaki Boulogne Ormanı (Bois de Boulogne) filmdeki yaşayan bir karakter gibiydi. Katedraller, kiliseler, şehir meydanları, hızlı trenler de büyüyü çoğaltıyordu. Başka hiçbir filmde yaşanamayacak yolculuklara çıkartmıştı Kim usta. Filmin hiçbir anında insan sıkılmıyor ve bir şeyi keşfettiğinde heyecan duyuyordu insan. Hatta bilgi anlamında çok şey veriyordu bu film. Kim ustanın bu filmi belgesel miydi, yoksa drama mıydı? Hem ikisi hem de değildi. Kim ustanın bu belgesel tadı veren filminin götürdüğü o mekânlardan yansıyanlar insana çok şey veriyor. Bu filmdeki yolculuğa çıkıldığında derinliklerde keşfediliyordu hepsi.

Bir de bu filmin adı vardı. “Amen” kelimesi Yahudilerden geliyordu. Eski Mısır’da İsrailoğulları yıllarca yaşamıştı. Yusuf kral bile olmuştu. “Amen” kelimesinin kökeni İÖ 1411’de doğan ve Mısır Firavunu olan “Amenofis”e kadar gidiyormuş. Birkaç yıl sonra da Musa doğmuştu. İkisi de İÖ 13. yüzyılda yaşadı. “Amen” kelimesi, Eski Mısır Tanrısı “Amon-Ra”yı da çağrıştırıyordu bir de. Sonuçta ilk Tevrat’ta da geçiyordu bu kelime. Sonra İncil’de de kullanılmıştı. Duaların sonunda söylenen “amen, yani “âmin” kelimesinin gerçekte çevirisi yoktu. Bu söz, öyle olmasını ummak anlamında kullanılıyordu daha çok.

Uçaktan bulutlar ve Fransa yansıyor. Bir genç kadın (Hye-na Kim) Paris havaalanında yansıyor sonra. Onunla ilk karşılaşma bu yolculuğun da başlangıcıydı. Genç kadın, sokak ressamı sevgilisi Hee Byung-soo’yu arıyor. Genç kadın telefonla konuşuyor havaalanında. Telefonda Fransızca duyulan telesekreterin sesi, “Aradığınız numaraya ulaşılamıyor. Lütfen yine deneyin” diyor. Genç kadının yüzünde tarif edilemez bir keder çökmüş. Yapayalnızdı. Kimseyle de iletişimi yoktu. Bu koca şehirde, Paris’te tek başına ne yapacaktı şimdi? Kamera, metroda tren raylarını gösteriyor. Bu önemliydi. Raylar ve tren bu filmdeki yolculuklara hazırlıyor herkesi. Metroda dolaba sırt çantasını bırakıyor, sonra da dışarı çıkıyor. Paris sokaklarında dolaşıyor. El kamerası, sarsıntılı görüntülerle yansıtıyor özgür sinemanın ruhuyla sokakları. Ardından bir sokağa giriyor ve bir apartmanda dairesinin zilini çalıyor. Megafondan Byun-soo’yu soruyor. Megafonda bir kadın sesi duyuluyor. Byung-soo Venedik’e gitmiş. Genç kadın apartmana bakarken bir kedi de yansıyordu.

Yine sokaklardaydı. Kamera, genç kadını geriye doğru kayarken önden yansıtıyor. Ardında genç kadının gözleriyle, yani öznel çekimle sokak ressamlarının tabloları görünüyor. Onu arıyor. Siyah kedi yansıyor apartmanın duvarından. Hayat da yansıyor Paris’in sokaklarından. Kedi bir metafor gibiydi. Takip etmeye gönderme yapan. Montmartre’daydı. “Hee Byun-soo” diye bağırıyor. Montmartre’da, sağ eliyle Haçlı kılıcı, sol eliyle tacı tutan St. Louis binicilik sembolü heykeli yansıyor. Burası, Sacré Coeur de Montmartre Basilikası’ydı. Zumlu çekimle genç kadın kilisenin merdivenlerinde otururken yansıyor. Sonra kamera siyah güvercinden sola çevrinme (pan) yaparak genç kadını gösteriyor. İkisi de yalnızdı. Hem kedinin hem de güvercinin siyah olması neyi simgeliyordu? Yası mı? Genç kadın Montmartre Mezarlığı’nı da ziyaret edecekti.

Sarsıntılı kamera sokaklarda genç kadını yansıtırken, genç kadın mezarlığa giriyor sonra. Mezarlarda heykeller vardı. Sırtüstü uzanmış Baudin’in heykelli mezarına bakıyor genç kadın. Mezar duvarında “Baudin La Loi”, yani “Baudin Yasası” yazıyor. Alphonse Baudin (1811-1851), Paris’te yoksulların doktoru olarak anılıyordu. Doktor ve siyasetçi Baudin, bağımsızlık ve basın özgürlüğü için mücadele etmişti. 1851’de suikasta kurban gitti. Napolyon devriydi. Ardından Oğul Alexandre Dumas’nın mezarı yansıyor. Sonra da “Bou-Saada” heykeli. Ressam Gustave Guillaumet’nin mezarı üzerindeydi bu heykel. Fransızlar bu mezara “türbe” diyorlardı. 1840-1887 yılları arasında yaşamış ressam Guillaumet’nin bu türbesi için, heykeltıraş Louis-Ernest Barrias 1890’da “Bou-Saada’nın Kızı” heykelini yapmış. Bu heykel yansıyor. Bu heykel, Cezayir’deki çalışan kızları simgeliyordu. Heykeltıraş da 1841-1905 yılları arasında yaşamıştı. Bir başka mezar yansıyor sonra. Albert Bartholomé’nin (1848-1928) yaptığı heykeldi bu. 1900’de yaptığı “La Douleur”, yani “Ağrı” eseriydi bu. Bu heykel, Fransız oyun yazarı Henri Meilhac’ın (1831-1897) mezarındaydı. Heykelde, kocası için yas tutan bir kadın yansıtılıyordu. Ardından çarmıha gerilmiş İsa figürü de yansıyor ayrıntılı çekimlerle. Kara kedi yine mezarlıkta görünüyor. Yorulan genç kadın, gördüğü heykeller gibi uzanıyor bankta sonra. Gözlerini kapatıyor.

Şimdi Seine Nehri’ndeydi genç kadın. Âşıkların asma kilit taktıkları köprü yansıyor. Bu köprü “Pont des Arts”, yani “Sanatlar Köprüsü” olarak biliyor. Gece yağmur yağarken genç kadın sokaklardaydı hâlâ. Kim usta, genç kadının yüzünü kesmeli yakın çekimle yansıtmış bu anlarda. Sonra tren garına gidiyordu. Gündüz olunca hızlı trene biniyor ve Venedik’e doğru yolculuğa çıkıyor genç kadın. Sırt çantasıyla kompartımanındaydı genç kadın şimdi. Tren yola çıkıyor. Kompartımanındaki yatağında gecenin derinliğinde genç kadın uyurken, gaz maskeli adam (Kim Ki-duk) kompartımana giriyor, genç kadının sırt çantasını alıyor. Sonra da genç kadının yüzünü okşuyor. Gündüz olunca genç kadın uyanıyor. Pantolonu sıyrılmış ve bacakları da açıktaydı. Maskeli adam ona tecavüz mü etmişti? Koridora çıkıyor. Tren durunca iniyor. Burası Venedik’ti. Dar sokaklar. Kanallar. Kanolar. Köprüler. Meydanlar. Büyüleyici bir atmosfer yaratıyor bir anda. Yine onu, Byun-soo’yu arıyor. İnsanlara soruyor. Bir ara ıslıkla “Portofino” şarkısının melodisi de duyuluyordu. Venedik sokakları hafif ve sarsıntılı kamerayla yansıyor. Sanki özgür sinema fışkırıyordu sokaklardan. Kim usta, kamerayla bir şeyler yazıyordu sanki. Genç kadın dar sokakta yürürken, kamera da onu önden ve arkadan yansıtıyor. Sonra genç kadın yine bir evin kapısına geliyor ve megafonda Byun-soo’yu soruyor hemen. Kadın sesi, Byun-soo’nun artık buraya gelmediğini söylüyor. Şimdi neredeydi? Bu sefer Fransa’nın Avignon şehrine gitmiş Byun-soo. Ardından sokağı andıran kanal yansıyor. Kanonun içindeki genç kadın, “Byun-soo” diye bağırıyor. Sonra San Marco Katedrali’ndeki fresk yansıyor. Ardından da girişteki mozaik resim de görünüyor. Genç kadın, kestiği pet şişeyle katedralin önünde dilenmeye başlıyor. Parası yoktu. Meydan kalabalıktı. Topladığı parayla önce karnını doyuruyor. Bir an dalda olgunlaşmamış incir yansıyor. Ardından kamera, gri renkteki incir ağacının gövdesi üzerinden yukarıya doğru “tilt” yapıyor. Bu an genç kadının bakışıyla yansıyordu. Öznel çekimdi. Sonra yine tren garına gidiyor. Trenin koridorunda yürürken yalınayaktı genç kadın. Kompartımanına giriyor. Gaz maskeli adam yine görünüyor. Gece olunca genç kadın uyurken ayakkabılarını kompartımanına bırakıyor. Ardından da gidiyor maskeli adam. Genç kadın uyandığında beyaz ayakkabılarını görünce şaşırıyor önce. Sonra da koridora çıkıyor. Tuvalette yüzünü yıkıyor. Trenden iniyor.

Gündüz ve artık Lyon şehrindeydi. Dolaşıyor. Bankta oturuyor. Kuş sesleri duyuluyor. Parkta baleyi andıran Uzakdoğu sporu yapıyor. “Hee Byun-soo” diye bağırıyor. Kamera onu dikizliyormuş gibi izliyordu. Ardından bankta uyuyakalıyor. Sonra bilet parası yetmediği için Venedik’teki gibi pet şişeyle dileniyor genç kadın Lyon Garı önünde. Para atıyorlar. Genç kadın umutsuzca başını dizlerine koyduktan sonra kamera yine ona doğru yaklaşıyor. Maskeli adam pet şişenin içine kâğıt paralar bırakıyor. Lyon Garı’nın duvarlarında ve çevresinde birçok heykel vardı. Gece parkta banka oturmuş karnını doyururken yansıyor genç kadın. Kamera yine onu dikizler gibi gösteriyor. Maskeli adam onu takip ediyordu hep. Genç kadın bir an onu fark eder gibi oluyor. Sonra da banka uzanıp uyuyor. Sabah olunca kamera onu yine dikizliyordu. Uyanıyor. Üzerine erkek montu örtülmüştü. Bunu kim yapmıştı? Sonra hızlı trene biniyor garda. Trende uyukluyor. Mont da üzerindeydi. 

Şimdi Avignon’da. Bu şehir tiyatronun yuvasıydı. Açıkhava müzesi gibi görünen bu şehir dünyaca ünlü tiyatro festivaliyle biliniyor. Genç kadın belediye otobüsüne biniyor. Caddelerde dolaşıyor. Sonra çan kulesi yansıyor. Meydandaydı. Notre-Dame Katedrali’nin (Cathédrale Notre-Dame des Doms d’Avignon) üstünde “Meryem Ana’nın Altın Heykeli” yansıyor. Ardından haçtaki İsa heykeli görülüyor. Bu meydana “Place du Palais”, yani “Saray Meydanı” deniliyor. Papalık sarayı bu meydanda olduğu içindi. Genç kadın, Meryem Ana heykeline hayranlıkla bakıyor. Sonra defterine bir şeyler yazıyor. Takvim gibiydi. Regl zamanını takip ediyordu belki de. Çan çalıyor. Meydanda yürümeye başladığında kamera da sarsıntılı görüntülerle onu takip ediyor. Genç kadın caddedeki eczaneye giriyor. Sonra yine meydana geliyor. Yürüyüşe çıkıyor. Onunla karşılaşma umuduyla. Bu şehirde de yine bir kapının zilini çalıyor. Byung-soo’yu soruyor. Byung-soo Fransa’dan gitmiş. Nerede olduğunu sormuyor bu defa. Genç kadın şehir dışındaki harabelere gidiyor. Kamera da onu dikizler gibi takip etmeye başlıyor. Buradaki harabelere Roma kalıntıları deniyor. Yine “Hee Byung-soo” diye bağırıyor genç kadın. Kamera evlere doğru zum yapıyor. Kale de fark ediliyordu. Bu kaleye, Villeneuve Avignon Kalesi deniliyor. 1292’de inşa edilmiş. Umutsuzca yine sevgilisinin adını haykırıyor genç kadın. Kırmızı yaban çiçeği yansıyor. Hamilelik testi yapıyor kendine. Sonra da o şeyleri atıyor. O gittikten sonra maskeli adam, attıklarını yerden alıyor ve genç kadının hamile olduğunu anlıyor. Genç kadın kürtaj mı yaptıracaktı? Trende “birinin” kendine tecavüz ettiğini biliyordu.

Genç kadın hızlı trenle Paris’e doğru yolculuğa çıkıyor. Paris’in tren garından çıkıyor, ardından metrodaydı. Akordeon tınıları duyuluyor. Maskeli adam da onu takip etmeyi sürdürüyordu. Genç kadın Boulogne Ormanı’ndaydı şimdi. Yerde sırt çantasını görüyor. Çantasının içinde beyaz bebek patilerini görünce onları çalılıklara doğru fırlatıp atıyor. Birinin olduğundan da şüpheleniyor. Ardından beyaz patiler yansıyor. Genç kadın gidip bir banka oturuyor. Çantanın içinde cüzdanını buluyor, ama pasaportu yoktu. Kamera da onu dikizleyerek yansıtıyordu. Askeri kamuflajlı ve gaz maskeli adam karşısındaki banka oturuyor sonra. Genç kadın koşmaya başlayınca maskeli adam da peşinden kovalıyor onu. Kovalamaca anlarını çarpıcı bir görsellikle yansıtmış usta. Demir parmaklıklar görünüyor. Genç kadın bu defa maskeli adamı yakalamak istiyor. Şehirde restorandan bıçak çalıyor genç kadın. Ardından ormana gidiyor. Beyaz iki bebek patiğini yine görüyor. Patilerde, “Dünyana al bu bebeği” yazıyor. Sudaki kuğu yansıyor. Kuğuyu izliyor genç kadın. Gündüz olmasına rağmen uyuyakalıyor genç kadın. O uyuklarken, bebek arabalı bir kadın geçiyor oradan. Öznel kamera uyuklayan genç kadına yaklaşıyor. Genç kadın gözlerini açınca maskeli adam gidiyor birden.

Notre-Dame Katedrali önünde genç kadın ayağına kâğıt bardak bağlıyor ve dans etmeye başlıyor. Yine paraya ihtiyacı vardı. Dans ederken gözlerini mavi bandanayla bağlıyordu genç kadın. Üzerinde sarı tişört vardı. Sinema psikolojisinde sarı sadakati, maviyse karmaşayı simgeliyordu. İkilem yaşıyordu. Notre-Dame Katedrali, Meryem Ana’ya ithaf edilmiş. 1163’te inşaatına başlanmış. Seine Nehri kıyısındaydı bu yer. Seine’in sağ yakasında dördüncü bölgedeydi bu katedral. Victor Hugo’nun “Notre-Dame’ın Kamburu” romanı da bu katedralde geçiyordu. Genç kadın oturuyor. Öznel kamera, başı dizlerinin arasındaki genç kadına yaklaşıyor. Az zaman sonra genç kadın mavi bandanayı çıkartıyor ve bardakta kâğıt paraları görüyor. Etrafına bakınsa da kimseyi göremiyor. Katedralin çanı çalıyor. Sonra Paris’in caddelerinde yürüyor genç kadın. Bir parkta banka oturuyor. Akşamdı. Banka uzanıyor. Öznel kamera ona yaklaşıyor. Maskeli adam kamuflaj elbisesiyle genç kadının üstünü örtüyor. Çok geçmeden genç kadın uyanıyor. Bıçağını çıkartıyor. Maskeli adamla ilk defa yüz yüze geliyordu genç kadın. Maskesini çıkartmaya çabalıyor. Ardından da kaçıyor genç kadın. Montun üzerinde, “Bu bebeği benim için memleketimizde dünyana al” yazıyor. Devam ederek, “Bu çocuk için sorumluluk alamam, benim için dünyana al” diyor yazı. Sonrasında da “Şu anda hapishaneye gidiyorum, bundan sonra böyle şeyler yapmayacağım. Seni seviyorum” yazıyor montun üzerinde. Montu orada bırakıp gidiyor genç kadın.

Sonra Paris’te dolaşıyor. Kamera da dikizleyerek arkasından izliyordu onu. Hopital National de Saint-Maurice’e, yani St. Maurice Ulusal Hastanesi’nin önüne geliyor genç kadın. Hastanenin dış kapısında maskeli adam eterle onu bayıltıyor. Genç kadın gözlerini ormanda, ağaç dibinde açıyor. Yine aynı mont, yine aynı yazı okunuyordu. Öznel kamera da onu dikizliyordu. Genç kadın kalkıp giderken, yerdeki kamuflajlı montu alıyor. Gözü, dedesiyle oynayan küçük çocuğa takılıyor. Etrafta çocuklara takılıyordu gözü hep.

Yine metroda. Sonra kiliseye gidiyor. İçeride org sesi duyuluyordu. Akşamüzeri dolaşırken, sonra bir parkta banka uzanıp uyuyor. Uyanıyor. Biraz yürüyor. Gecenin içinde yine parka geliyor. Yine uyuyor. Kamera, sağa çevrinme yaparak genç kadının ayaklarını gösteriyor. Gündüz. Uyandığında bir bebek patiğini görüyor. Eline alıyor, ama ne yapacağını da bilemiyor. Fırlatıyor sonra. Yine aynı hastanenin önüne geliyor. Orada da bir bebek patiği görüyor yine. Ne karar vereceğini bilemiyor. Kapıdan geri dönüyor sonra. Oradan metroya gidiyor. Şimdi yine ormandaydı. Orada bir şeyler arıyordu sanki. Aradığı şey bebek patiğiydi. Bebek patiğinde, “Bu bebeği benim için dünyana al” yazıyordu. Beyaz patiği çantasına koyuyor, sonra da gidiyor. Kilisede. Orada ayin de vardı. Ayini izliyor, sonra da pencerelerdeki vitraylara bakıyor. Sonra da Meryem ve bebek İsa heykeline gözü takılıyor. Bu heykel, “Eglise Saint Séverin”, yani “St. Séverin Kilisesi’nde bulunuyordu. Heykelin ismi de “Marie Mere et L’Enfant”, yani “Bakire ve Çocuğu” idi. Mumlar yanıyor. İlahi duyuluyor. Maskeli adam da oradaydı. Genç kadın onu görüyor. Org sesi de duyuluyor. Maskeli adam, genç kadının pasaportunu mumların yandığı yere bırakıp gidiyor. Genç kadın pasaportunu alıyor. Genç kadın da peşine takılıyor. Maskeli adam polis merkezine gidiyordu. Genç kadın, onun ardından “Byung-soo” diye sesleniyor. Maskeli adam duruyor, ona bakıyor. Genç kadın, “hoşçakal” der gibi el sallıyor ardından. Maskeli adam maskesini çıkartıp yere bırakıyor. Ama yüzü görünmüyor. Yağmur yağıyor. Genç kadın gaz maskesini yerden alırken, piyano tınısı duyulmaya başlıyor.

Genç kadın, kamuflaj montuyla yürüyor sonra. Maskenin üzerinde, “Bu adres seni Venedik’teki Sinema Sarayı’nın hemen arkasındaki küçük sanatsal seramik dükkânına götürecek” yazıyor. Genç kadın gaz maskesini takıyor. Sonra gara geliyor. Kompartımanında iki eliyle yönetmen çerçevesi yaptığında film de bitiyordu. Bu son an unutulmaz ve yaratıcıydı. Bir filmdi işte hepsi. Yönetmenin filmiydi. Bu kadardı.

 

 “Acı…”

Kim Ki-duk ustanın 2012 yapımı “Pieta-Acı”, bir kadınla bir genç adamın dramları üzerinden tüm acılı annelere adanmış bir film. Pieta, Meryem’in İsa’nın ölüsünü kucağında tutan resimlere ve heykellere deniyor. Meryem’in acısıydı bu. Genel olarak da tüm annelerin acısıydı. Kim usta, filminin afişi için de Rönesans sanatçısı Michelangelo’nun “Pieta” heykelinden ilham almıştı. Michelangelo bu heykelini 1499’da yapmıştı. Heykel, Vatikan’da San Pietro Basilikası’nda buluyor. KKD Film-Fine Cut-Good Film’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. İnsanı acının içinde dolaştıran ağıt müzikleri de Inyoung Park bestelemiş. Çarpıcı görüntüleri de Young-jik Jo yansıtmış. Filmin kurgusunu da Kim usta bizzat kendisi yapmış. Film ülkemizde, Şubat 2013’te gösterime çıkmıştı. 2012’de de bu film, 69. Venedik Film Festivali’nde de “Altın Aslan” kazanmıştı.

Ön jeneriğin ardından kamera bir torna atölyesine gidiyordu. Zincire takılı kanca aşağı doğru iniyor. Tekerlekli sandalyede oturan bir genç (Jing Yong-ok) zinciri boynuna doluyordu. Korkunç bir ölümle intihar ediyordu genç. Ardından filmin adı yazdığında bir kadın çığlığı duyuluyor. Kamera Kang-do’nun (Jung-jin Lee) yaşadığı daireye gidiyordu ardından. Önce balık yenmiş bulaşık tabak yansıyordu. Sonra da yer yatağında uyurken yastıkla sevişen Kang-do. Yalnız, kimsesiz ve sevgisiz biriydi o. Belki de hayat koşulları onu sosyopat bir kişiliğe sürüklemişti. O, başkasının acısını hissetmeyen, soğuk ve bir görev adamıydı. Cep telefonu çalıyor. Peçeteyle temizlenen Kang-do halsiz ve yorgundu. Dairesi tam bir bekâr eviydi. Her şey dağınık ve pisti. Banyosunda tavuk kesip kanlarını bile temizlemekten bile bıkkın biriydi. Her şey Seul’da geçiyordu. Seul’un kentsel dönüşüme kurban giden Cheonggyecheon’dı burası. Küçük işyerlerinin olduğu bu bölgede tahliye olurken, borç içindeki esnaf da tam anlamıyla iflas etmiş. Bu bölgeye gökdelenler dikildikten sonra eski kültür kovulmuş ve yeni gelen kültür her şeyiyle bu bölgeyi yutmuş. Orta sınıfın yerini yeni zenginler almış şimdi. Güney Kore’de, adaletsiz gelir dağılımı da vardı. Sistemde zenginle yoksul arasında makas epeyce açılmıştı. Yolsuzluk ve rüşvet de doğallaşmıştı. Vakti zamanında Kim usta da yirmi yaşına kadar dört yıl, bu filmin çekildiği bu sanayi bölgesinde işçi olarak çalışmış.

Dart tahtasına asılı çıplak illüstrasyon kadın resmine saplanmış bıçağını alan Kang-do dışarıya çıkıyor. Sabah işe çıkıyordu. Tahsilât içindi. Küçük iş yerlerinin olduğu bu bölgede yaşıyor Kang-do. Ardından kamera bir torna dükkânına gidiyor Kang-do gelmeden. Tornada karısı Myeong-ja’yla (Eun-jin Kang) beraber çalışan Hun-cheol (Ki-hong Woo), elini yaraladıktan sonra telefon çalıyordu. Hun-cheol, tefecilere binlerce dolar borçlanmış. İşleri de iyi gitmiyordu. Faiz, anaparadan daha yüksekti. Telefonda Wong-bong’dan borç para istiyor, ama zor dönemlerdi şimdi. Ödeme günüydü. Karısı, “Birazdan gelirler” diyor kocasına. Hun-cheol, üç bin dolar borçlanmış. Ama faizle beraber borç otuz bin dolara çıkmış. Myeong-ja kocasına kızıyor sigorta poliçesi karşılığı borç aldığı için. Hun-cheol, karısını bile satarmış borç para için. Hun-cheol, dükkânın kepenklerini kapatıyor. Karısıyla bir hayvan gibi sevişmeye başlıyor sonra. Korkusu azalır mıydı? Ama çok geçmeden tahsildar Kang-do geliyordu oraya. Kang-do kepenkleri kaldırıp içeri giriyor. Çırak da geliyor o anda. Myeong-ja onu gönderiyor. Ardından kadın kepengi kapatıyor ve soyunuyor onu etkilemek için. “Ne istersen yap” diyor. Bir hafta istiyorlar. Ama Kang-do, Hun-cheol’un sağ elini tornaya sokup yaralıyor hemen. Çünkü sigorta poliçesiyle borcunu kapatabilirdi Hun-cheol. Ama bundan sonra çalışması da imkânsızdı. Dışarı çıkmış kadın kepengi açınca trajediyle karşılaşıyor. Bundan sonra hayatları bambaşka olacaktı kocasıyla beraber.

Kang-do, elinde canlı tavukla yansıyor sonra. Kırmızı elbiseli bir kadın, Mi-soon da (Min-soo Jo) onu izliyordu. Kang-do sendeleyince tavuk özgürlüğüne kavuşuyor. Mi-soon tavuğu yakalayıp Kang-do’ya veriyor. Bu kadın da kimdi? Nereden çıkmıştı? Onun kaderi mi olacaktı? Sonra dairesinde. Kang-do, bıçağını hedef tahtasındaki çıplak illüstrasyon kadın resmine fırlatıyor. Tencerede de bütün tavuk pişiyordu. Tahsilât defterinde bazı yerleri işaretliyor. Sonra da yemeğini yiyor. Ardından kapı çalıyor. Bıçağını alan Kang-do kapıyı açıyor. Yine o kadındı. Mi-soo içeri giriyor ve birikmiş bulaşıkları yıkamaya başlıyor hemen. Şaşıran Kang-do, “Kimsin sen” diyor kadına. Banyodaki tavuk pisliklerini de temizliyordu kadın. Kang-do, Mi-soon’u dışarı atarken, “Deli karı” diyor ona. Kang-do bıçağını pencereye fırlatıp camı kırıyor. Mi-soon gitmiyor ve bıçağı ona veriyor. Gece yatağında uzanmış Kang-do sonra pencereden dışarı bakıyor ve Mi-soon’u görüyor sokakta. Sabah olduğunda bu bölgenin binalarını yansıtıyordu kamera. Kang-do merdivenlerden inerken apartman girişindeki Mi-soon’la karşılaşıyordu. Kadın, “Lee Kang-do” diye sesleniyor ona. “Seni terk ettiğim için özür dilerim” diyor sonra. Bu kadar geç geldiği için de affetmesini istiyor Kang-do’dan. Bu kadın, otuz yaşındaki Kang-do’nun annesi miydi? Kang-do tepkili ve kadına sert davranıyor. Annesiz ve babasız büyümüş ve gangsterler dünyasında yetişmiş, sevgiyle karşılaşmamış yapayalnız Kang-do’nun birdenbire annesi mi olmuştu? Fonda da insana boşlukta kalıyormuş hissi veren bir tını duyulmaya başlıyor. Mi-soon, onun peşini bırakmıyor.

Bir başka torna dükkânındaydı bu defa kamera. Oğlu Tae-seung’a (Cho Jae-ryong) yardım etmek isteyen kadın (Lee Myeong-ja) yansıyor. Oğlu ona karşı şefkatliydi. Çok geçmeden Kang-do oraya geliyor. Tae-seung, hazırladığı zarfı Kang-do’ya veriyor. İçindeki para azdı. Mi-soon dışarıda bu trajediyi, bir oğlun annesinin önünde aşağılanmasını izliyordu. Kang-do, Tae-seung’u başka bir binaya götürüyor. Filmin derinliğinde bu bina ve çevresi, başka trajedilerin ve varoluşların mekânı olacaktı. Duvarı yıkılmış binanın üst katındaydılar şimdi. Koltuk da vardı orada. Kang-do, Tae-seung’a kaç kilo olduğunu, soruyor. Tae-seung öldüğünde yaşlı annesine kim bakacaktı? Tae-seung ölürse sigorta işleri karışırmış. Sigortadan yüklü para alabilmesi için sakat kalması gerekiyor Tae-seung’un. Mi-soon’u görüyor. “Şu kadın kim”, derken, Kang-do onu aşağı itiyor. Mi-soon, “Hepsi benim suçum. Seni terk ettim” diyor Kang-do’ya. Sonra aşağıya ittiği Tae-seung’un yanına gidiyor Kang-do. Bacakları kırılmış. Kang-do, Tae-seung’un ayak bileklerini de kırıyor. Tae-seung acı içinde beddua söyleyince Mi-soon da ayak bileğine basıyordu. Ne cesaretle oğluna bu sözleri söyleyebilirdi? Tae-seung, “Cehennem ateşinde yanacaksın” diyordu. Mi-soon, yine Kang-do’nun peşindeydi. Kang-do bugün ne yiyecekti? Ona ne almalıydı?

Kang-do dairesindeyken kapısı çalıyor. Mi-soon, poşet içinde canlı yılanbalığını yere bırakıp gidiyor. Ardından akvaryum yansıyor. Kang-do, yılanbalığını poşetiyle akvaryuma koymuş. Orada “Jang Mi-soon” yazıyor. Bir de cep telefonu numarası. Sonra Kang-do pencereden sokağa bakıyor. Onu göremiyor. Gecenin içinde uzaktan Seul’ün ışıkları yansırken, derinlikte de kırmızı haç fark ediliyordu. Kang-do, akvaryumdaki yılanbalığını izliyor sonra.

Başka mekânda genç bir adamın (Jun-seok Heo) annesine yazdığı mektup yansıyor. “Sevgili anne” diye başlıyordu mektup. Masada haplar da görünüyor. Sonra telefonda konuşuyor. Yakında bu sanayi bölgesi yerle bir olacakmış. Yapacak başka işi de yokmuş. Genç adam haplara bakıyor. Gündüz Kang-do hapla intihar eden genç adamın dükkânına geliyor. Masada mektubu görüyor. Kang-do, intihar etmiş genç adama “Şerefsiz” deyip tokat atıyor. Sonra zarfı alıyor, ardından da genç adamın fotoğrafını çekiyor cep telefonuyla. Tepesi aşağıda duvar saati yansıyor birden. Bu güçlü metafor filmin derinliğinde anlamlaşacaktı. Kang-do’nun yavaş yavaş düşmesinin simgesi gibiydi. Kang-do, intihar eden genç adamın annesinin evine gidiyor. Orada para veya benzeri bir şeyler bulma umuduyla. Yoksul bir ev ve yaşlı bir kadınla karşılaşıyor sadece. Telefondaki fotoğrafı gösteriyor yaşlı kadına. Kang-do, orada beyaz bir tavşan da görüyor ve tavşanı alıyordu.

Kang-do, dairesinde içerken Mi-soon’la da telefonda konuşuyordu. “Gerçekten beni terk eden annem misin”, diyor ona. Annesi olmadan otuz sene yaşamıştı Kang-do. Şimdi bu anne de nereden çıkmıştı? Onu sarsmış. Min-soon cevap vermiyordu. Biraz zaman geçince, yerde oturmuş içen Kang-do, bir daha telefonla arıyor Mi-soon’u. Ona, “Doğar doğmaz beni terk eden sen değil misin”, diyor. Kadın telefonda şarkı söylemeye başlıyor. Bu cevaptı. Şarkıda, “Annem istiridye toplamaya adaya gittiğinde / Eve göz kulak olmak üzere / Bebek tek başına bırakılır / Medcezir dalgalarının çekilmesi ve akışı / Kulağına ninni gibi gelir / Dirseği olur yastık / bebek dalar uykuya” diyordu. Kag-do, dairenin kapısını açıyor. Mi-soon oradaydı ve gözleri de yaşlıydı. Kapıyı da açık bırakıyor gelsin diye. Mi-soon içeri giriyor. Kang-do’nun bıçağı sapladığı çıplak kadın resmine bakıyor. Sonra masada karşısına oturuyor. Kang-do, “Annem olduğunu kanıtla” diyor. Kang-do’nun doğum izi varmış. Mi-soon, çok genç olduğunu söylüyor. Onu doğurunca korkmuş ve kaçmış. Kang-do, ayağa kalkıp çıplak kadın üzerinde saplı duran bıçağı alıp dışarı çıkıyor, çok geçmeden geliyor. Bıçağın ucunda pislik vardı. “Eğer annemsen bunu ye” diyor. Mi-soon, yiyor. Ayağa kalkıp Kang-do’ya sarılsa da genç adam onu itiyor. Zihni karışıktı. Kang-do, Mi-soon’un bacaklarını okşamaya başlıyor birden. Elini bacaklarının arasına sokuyor ve “Oraya yeniden girebilirim herhalde” diyor. Mi-soon’a tecavüze yelteniyor Kang-do. Bu “Oidipus Kompleksi” olabilir miydi? Mi-soon ağlayınca, Kang-do pişmanlık ve suçluluk mu duyuyordu? O, başkalarının acısını hissedebilir miydi? Kim usta bu anlarda sarsıntılı kamera kullanmış. Derin sessizlik içinde sadece Mi-soon’un hıçkırıkları duyuluyordu. Kang-do yatağa uzanıyordu. Mi-soon ayağa kalkarken piyano tınıları da duyulmaya başlıyordu. Beyaz tavşan da evin içinde dolaşıyordu. Tavşan dışarı çıkıyor. Mi-soon pencereden dışarı bakarken tavşan eziliyordu. Mi-soon, yılanbalığını alıyor, başını bıçakla kesiyor. “Fallik” gibiydi bu. Yılanbalığını ızgara yapıyor. Kang-do, sabah uyandığında yılanbalığını akvaryumda göremiyor. Yüzündeki utanç fark ediliyordu. Bıçağını alıp dışarı çıkıyor. Mi-soon, pencereden sokaktaki Kang-do’ya bakıyor. Yine birilerine acı yaşatacaktı belki de.

Torna dükkânı yansıyor sonra. Telefonla konuşan genç adam (Kwon Se-in) telefonda karısının hamile olduğunu öğreniyor. O anda Kang-do geliyor dükkâna. Heyecanlı genç adam bebeğinin kendisi gibi olmasından da korkuyordu. Tahsilât için gelen Kang-do’yu fark ediyor birden. Ona bakarken sonuna bakıyormuş gibiydi genç adam. Kang-do’dan biraz daha borç isteyen genç adam, “Memnuniyetle sakat kalırım” diyor. Kang-do, genç adamın elini torna tezgâhına koyuyor, ama bebeği için fedakârlık yapmasından da etkileniyordu sanki Kang-do. Gitar da çalıyor genç adam. Son defa çalmak istiyordu. Müziğe devam etseymiş durumu daha da kötü olurmuş genç adamın. Gitarı çaldıktan sonra Kang-do’ya veriyor. Kang-do, genç adamın ağzına üstüpü tıkıyor sonra. Kang-do, cebinden kâğıt çıkartıyor, ardından da gitarı genç adama veriyor. “Çocuğun için çal” diyor genç adama. Sonra da gidiyor. Onun kalbini, Mi-soon mu yumuşatmaya başlamıştı? Başkalarını fark etmek ve acılarını hissetmek onu başka dünyalara mı götürecekti?

Kang-do, mağazanın vitrininde kadın elbiseleri görüyor. Dairesine döndüğünde Mi-soon örgü örüyordu. Mi-soon, elbiseyi görünce mutlu oluyor. Kang-do’ya yemek de hazırlamış. Kang-do ona sorular soruyor. Onu merak ediyor. Kendisiyle tanışmadan önce Mi-soon ne yapıyordu? Ailesi var mıydı?  Kardeşleri de. Mi-soon’a, “Öldürmek istediğin biri var mı” diye soruyor sonra da. Bugün son işini yapacakmış. Çıplak illüstrasyon kadın resmini alıp çıkıp gidiyordu Kang-do.

Başka bir mekânda düşünceli bir adam (Mun-su Song) sigara içerken yansıyor. Kang-do, dükkânın kapısını açıp içeri giriyor. Kimse yok muydu burada? Sonra sandalyeye oturuyor. Adam konuşuyor onunla. Ömrünü bu dükkâna vermiş. Şimdiyse hiçbir şeyi kalmamış. Mal sahipleri yeni yerlere geçiyorlarmış. “Para nedir ki”, diyor adam. Daha başından ödemeye niyeti yokmuş borcunu. Parayı harcayıp sonra da ölecekmiş. Adam, “Cheonggyecheon’a tepeden baktın mı hiç” diyor Kang-do’ya. Binanın yangın merdivenlerinden çıkıyorlar. “Steadicam” kamerayla yansıtmıştı bu anı usta. Sonra beraber Cheonggyecheon’a bakıyorlar. Burası tamamen yok olacakmış. “Buraya elli sene önce on altı yaşımda gelmiştim” diyor adam. Kamera, sanayi bölgesine hızla zum yapıyor birden, ardından da çalışan torna tezgâhını gösteriyor. Artık buralara gökdelenler kurulacaktı kentsel dönüşümle. Kültürü de değişecekti yeni gelen insanlarla. Adam merdivenlerden çıkarken, “Ölüm nedir ki”, diyor. Sonra da kendisini suçlu hissetmemesini söylüyor Kang-do’ya. Kamera, yangın merdivenlerini genel çekimle yansıtıyordu sonra.  Kang-do aşağı indikten sonra adam kendini aşağı bırakıyordu. Yere çöken Kang-do bir broşür görüyor. Broşürde, “Özel kredilerin keyfini çıkarın” yazıyordu.

Dairede. Mi-soon, örgü örerken, Kang-do’nun tahsilât defterini incelerken yansıyor. Çok geçmeden de Kang do da geliyor daireye. Mi-soon’un fotoğrafı vardı şimdi hedef tahtasında. Mi-soon, “Sana acıyorum” diyor Kang-do’ya. Bugünkü işini soran Mi-soon’a, adamın aşağı atladığını söylüyor. Kazak ören Mi-soon’un elinde pembe örgü çilesi vardı. “Para nedir ki” diyor Kang-do. Sevgi, onur, şiddet, öfke, nefret, kıskançlık, intikam, ölümdü. Mi-soon böyle cevap veriyor. Ölüm kelimesi Kang-do’ya birden korkuyu hissettiriyor ve kapıyı kimseye açmamasını söylüyor.

Şimdi dışarıda, bir anne ve oğul gibi el ele dolaşıyorlar caddelerde beraberce. Kang-do mutluydu. Yıllar sonra annesi olmuş ve yalnızlığından kurtulmuştu. Yemek yiyorlar. Kalabalığın içine karışıyorlar. Birbirlerine gözlük bile hediye ediyorlar. Mi-soon’un gözlüğü pembeydi. Kazak için kullandığı çile de pembeydi. Derinlikte anlamlaşacaktı bu. Caddede çocukları mutlu eden palyaçoyu da izliyorlar sonra. Balon taçlı Kang-do’yla, yanında sevgilisi olan bir genç alay ediyor. Mi-soon, Kang-do’ya gülen sevgililere tepki gösteriyor hemen. Çocuk gibi duran yetişkinler komikmiş. Kang-do, “Otuz sene sonra karşılaştığı oğluyla vakit geçiren bir anne” diyor ve genci tokatlıyor. O sırada koltuk değnekli bir adam da fark ediliyordu.

Mi-soon, apartmanın merdivenlerinden çıkarken yansıyor sonra. “Steadicam” kamera da onu izliyordu. Mi-soon dairenin kapısını çalıyor. Kang-do ve koltuk değnekli adam da oradaydı. Kang-do’ya bıçak çekmiş. Üç bin dolar için annesinin önünde onu küçük düşürmüştü. Koltuk değnekli adamı yüksek binadan aşağı itip ayaklarını sakatlamıştı Kang-do. O, Tae-seung’du. Şimdi dilencinin teki olmuş. “Seni cayır cayır yakacağımı söylemiştim” diyor Tae-seung öfke ve nefretle. Mi-soon, “Onu affet. Hepsi benim suçum” diye yalvarıyor. Onu terk ettiğini ve sevgisiz büyüdüğünü söylüyor Tae-seung’a. Ama Tae-seung, “İnsanları parayla sınayan şeytanın teki o” diyor. Kang-do, Tae-seung’a bıçak fırlatıp yaralıyor. Tae-seung çıktıktan sonra Mi-soon ve Kang-do birbirlerine sarılıyorlar şefkatle. Pencereden bakıyorlar beraber. Tae-seung caddede bir arabaya biniyordu. Bu anlar öznel kamerayla yansıyordu.

Gece. Kang-do yatağında uyurken, Mi-soon da pembe örgü örüyordu. Sonra Mi-soon, Kang-do’nun yanına uzanıyor. Kang-do, rüyasında sevişiyordu yine. Mi-soon o anda elini yorganın altına sokuyor ve Kang-do’yu rahatlatıyor. Mi-soon, avucundaki yapışkan şeyden iğreniyor ve hemen ellerini yıkıyor. Kurtulmak için. Yeni bir “Oidipus Kompleksi” olabilir miydi bu? Mi-soon aynada kendisine bakarken fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyor. Sonra dışarı bakıyor. Çatıdaki devasa haç yansıyor. Meryem’in ve annelerin acılarının simgesi gibiydi.

Sabah. Mi-soon örgü örerken, kahvaltı yapan Kang-do birden, “Korkuyorum” diyor. Onun birdenbire ortadan kaybolmasından, yeniden yapayalnız kalmaktan korkuyordu. Mi-soon, “Bugün doğum günün” diyor. Pasta almasını da istiyor. Sonra torna dükkânlarının olduğu yerde dar sokaklarda yürürken yansıyor Kang-do. Ardından dairesine dönüyor, Mi-soon’u bulamıyor. Cep telefonunu arıyor. Mi-soon’un telefonu dairedeydi. Apartmanın merdivenlerinde oturup dönmesini bekliyor. Mi-soon, başka bir yerde ve bir dükkânın kepengini açıyor ve içeri giriyor. Kucağında ördüğü pembeli kazak da vardı. Sonra da derin dondurucu buzdolabını açıyor. Mi-soon ağlıyor. Pembe ışık yansıyor. Fonda da piyano tınıları duyulmaya başlıyordu. Bu tını, onun içindeki büyük acıyı dışarı çıkartıyormuş gibiydi. Tekerlekli sandalye ve bir çift beyaz spor ayakkabısı yansıyor. Burası, filmin giriş bölümündeki ilk trajedinin mekânıydı. İntihar eden genç, Mi-soon’un oğluydu. Mi-soon, onun yasını ve acısını yaşıyordu.

Kang-do da patronun (Song Jong-hak) mekânına uğruyor. Ona, “Köpekbalığı Patronu” diyorlar. Yüksek faizle borç veren tefeciydi. Patron, Kang-do’ya karşı öfkeliydi. Onu tekmeliyor, tokatlıyor. Onu işten kovmuş. Çünkü yöntemlerinden hoşlanmamış. Kang-do’nun onca insana acı ve trajedi yaşatmasından rahatsız olmuş. İşi de başkasına vermiş. Kang-do, “Annemi geri verin” diye yalvarıyor patrona. Sonra dairesine dönüyor. Tahsilât defterinden birinin adını silerken, Mi-soon geliyor. Kang-do’nun doğum gününü kutlayabilirlerdi. Telefonu yanına almadığı için Mi-soon’a kızsa da Mi-soon ona sarılıyor. Ardından da mumları yakıyor kadın, Kang-do’nun otuzuncu yaş günü için. Kang-do, dolaylı olarak oğlunun katiliydi. Sonra da doğum günü şarkısını mırıldanıyor. Bir dileğini de söylüyor Kang-do’ya. Öldüğü zaman onun için bir ağaç dikmesini istiyor. Kang-do da kazağı soruyor ona.

Nehir kıyısındalar şimdi. Kang-do kürekle toprağı kazıyor ve ağaç fidanı dikiyor. Burası, Kang-do’nun Tae-seung’u yüksek binadan aşağı itip ayaklarını sakatladığı yerdi. Çam fidanı su kenarında hayata tutunur muydu? Mi-soon, “Yaşar” diyor Kang-do’ya. Öldüğünde kendisini buraya gömmesini istiyor Kang-do’dan.

Gece dairede Mi-soon yatakta uyurken, Kang-do onun yanına uzanıyor. Mi-soon onu tokatlıyor. Ağacı sulamasını istiyor Kang-do’dan. Gündüz. Kang-do nehir kenarında çam ağacını suluyor. Kang-do’nun telefonu çalıyor. Mi-soon, kapıda biri var diyor Kang-do’ya telefonda. Aslında kimse yoktu. Mi-soon, dairede eşyaları dağıtıyordu saldırıya uğramış gibi. Mi-soon, bıçağı hedef tahtasındaki fotoğrafına saplıyor. Kang-do daireye gelince Mi-soon’u bulamıyor. Tahsilât defterine bakıyor sonra.

Şimdi torna dükkânındaydı Kang-do. Yeni siparişi veren adam öfkeliydi. Kang-do’yu görünce yüzüne korku oturuyor. Altına bile işiyor. Mi-soon’u arıyordu. Kang-do gittikten sonra, “Seni öldüreceğim şerefsiz” diyor adam. Sonra başka bir dükkâna gidiyor Kang-do. Jong-do’nun komşusu (Kim Sun-mo), “Jong-do’ya mı baktınız” diyor. Jong-do başka şehre göçmüş. Sonra başka dükkâna gidiyor Kang-do. Kapıyı çalıyor. Yaşlı bir kadın açıyor kapıyı. Kadına, Jong-do’yu soruyor. Kadın onu ağaçlıklı bir yere götürüyor. Mezarın üzerinde Jong-do’nun fotoğrafı vardı. Kadın, “Sakın para yüzünden öleyim deme” diyor Kang-do’ya. Aslında orası boş mezardı. Kang-do başka bir yere gidiyor. Burada bir çocuğu (Seo Jae-gyeong) görüyor. Çocuğun babası (Yu Ha-bok) koltuk değnekleriyle tuvaletten çıkıyor sonra. Çocuk, Kang-do’ya kalemini saplamayıp yaralamak istiyor. Sonra başka bir mekâna gidiyor Kang-do. Kepengi kapalı yerdi burası. Mi-soon içerideydi ve “Annem istiridye toplamaya gitti” şarkısını mırıldanıyordu. Mi-soon tekerlekli sandalyeye oturmuştu. Kanca da vardı. Beyaz spor ayakkabıları da tekerlekli sandalyenin önündeydi. Kang-do gidiyor. Şimdi tapınaktaydı Kang-do. Orada sadece keşişi (Kim Jae-rok) görüyor. Kang-do, keşişin tekerlekli sandalyesini kaldırıyor nehir manzarasını görsün diye. Sonra gidiyor.

Caddede yüzünü tanıdığı bir kadını görüyor. Bu, Hun-cheol’un karısı Myeong-ja’ydı. Myeong-ja, caddede kamyonetle sebze-meyve satıyordu. Myeong-ja ve kocası Hun-cheol bir serada yaşıyorlardı. Sakat Hun-cheol çalışamıyordu ve sürekli içiyordu. Hayatları sefalet içinde sürüyordu ikisinin de. Karısıyla sevişmek istiyor Hun-cheol. İstemeyen karısına hakaret ediyor. Kang-do geliyor oraya ve annesini soruyor. Hun-cheol, Kang-do’dan bira parası istiyor. Myeong-ja paraları Kang-do’ya fırlatıyor sonra. Herkesin bir onuru vardı çünkü. Kang-do’yu tokatlıyor. Kanun yüzünden Kang-do ceza almamış. Myeong-ja buna öfkeliydi.

Başka bir dükkâna gidiyor Kang-do. Kepengi yarı yarıya açıktı dükkândan içeri giriyor. Oğlu ölmüş yaslı bir kadını görüyor. Daha sonra büyük makasla gelip kepengi kapalı diğer dükkânı açıyor Kang-do. İçeride derin dondurucuyu görüyor. Boş tekerlekli sandalye de oradaydı. Kamera, beyaz spor ayakkabılarından yukarı doğru “tilt” yaparak zincirin ucundaki kancayı gösteriyor. İntihar etmiş gencin fotoğrafı da vardı. Fotoğrafı alıyor. Sonra da defteri karıştırıyor. Defterde, “Para nedir ki? Yaşam? Ölüm? Özür dilerim anne” notunu okuyor Kang-do. Ardından makineyi çalıştırıyor. Suçluluk duygusu ve vicdan azabı kuşatıyordu her tarafını. Eldiveni silindire koyuyor. Sonra tekerlekli sandalyeye oturuyor. Yüzünün sağ tarafına da pembe ışık düşüyordu Kang-do’nun. Mi-soon geliyor. Kang-do’nun gözleri kapalıydı. Mi-soon, “Bunu neden yaptın”, diyor. Kang-do gözlerini açmıyor, ama gözlerinden yaşlar geliyordu. Mi-soon, “Seni affedemem” diyor. Çünkü o, insanları parayla sınayan şeytanın tekiydi. Onların yaşadığı acıyı yaşatmak istiyordu ona. Gözlerinin önünde ailesinin öldüğünü görmesini istiyordu. Mi-soon, ayağıyla zinciri sürüklüyor. Sonra da Kang-do’nun patronunun mekânına gidiyor. Mi-soon’un telefonu açıktı. Patronu tokatlıyor. Bir şey anlamayan patron da onu tokatlıyor. Kang-do telefonundan sesleri duyuyordu. Patron ofisine girdikten sonra, Mi-soon kapıyı çalıyor ve içeri giriyor. Patronun acı çığlığı duyuluyordu sadece. Mi-soon, binanın çektiği fotoğrafını cep telefonundan Kang-do’ya gönderiyor sonra. Burası, Kang-do’nun Tae-seung’u sakat bıraktığı yüksek binaydı. Nehir kıyısındaki çam fidanı da oradaydı.

Mi-soon, ayakları çıplak binanın merdivenlerinden çıkıyor. Tae-seung’un trajedisini yaşadığı yere geliyor. Aşağıdaki çam fidanına bakıyor. Oğlunun adı söylüyor. Oğlunun adı Sang-gu’ydu Mi-soon’un. “O budalanın ruhu şimdi ölecek” diyor kendi kendine Mi-soon. Ama Kang-do’ya da acıyor. Ağlıyor. Kang-do geliyor. Mi-soon, yanında biri varmış gibi davranıyor. Kang-do, annesini öldürmemesi için yalvarıyor o birisine. Farkında olmadan, Mi-soon’dan ve tüm acılı annelerden af diliyordu Kang-do. Bir yaşlı kadın geliyor. Mi-soon’un intiharını önlemek içindi belki de. Mi-soon kendini aşağı bırakıyor sonra.

Kang-do mezar kazıyor çam fidanının yanında. Pembeli kazaklı gencin ölüsünü görüyor. Üçü de uzanmış yansıyor ardından. Gerçeküstücü anlardı. Kazağı Kang-do giyinmiş. Kamera, yakın çekimle sağa çevrinme yaparak üçünün yüzlerini yansıtıyor. Sonra nehri gösteriyor kamera. Kang-do, çam fidanını suluyordu.

Sonra da Hun-cheol ve Myeong-ja’nın yaşadıkları yer yansıyor. Kang-do oraya geliyordu. Elinde de zincir vardı. Onları izliyor. Sabah erken saatlerde Myeong-ja, kamyonete biniyor. Kamyonetin altında da Kang-do kendini zincirlemişti. Kendi trajedisini yaşayacaktı şimdi. Başkalarına, annelere yaşattığı acıları anlamlandırabilecekti belki.

Son jenerik yazılarıyla beraber, Anna Lois Paddock-sung’un Latince söylediği “Pieta” şarkısı duyuluyordu. Şarkıda, “Dünyanın günahlarını Tanrı kuzusu (Agnus Dei, qui tollis peccata mundi) / Bize merhamet (Miserere nobis) /…/ Dünyanın günahlarını Tanrı kuzusu (Agnus Dei, qui tollis peccata mundi) / Bize barış verin (Dona nobis pacem)” diyordu.

 

 “Moebius…”

Kim Ki-duk ustanın 2013 yapımı “Moebiuseu-Moebius”u, sinemanın özel filmlerden biri. Bu gerçeküstü filmi izlerken birçok anda rüyanın içinde olunduğu hissediliyordu. Rüyaların absürtlüğü vardı filmde. Bu bir rüya filmdi. Bu rüya filmde bir tek gerçek an vardı sadece. Özel bir hastalıktan alıyor ismini bu film. “Moebius Sendromu” denilen hastalık dünyada nadir görülüyormuş. Hastalar gözlerini kapatamıyor, yanlara bakamıyor ve yüz mimiklerini oluşturamıyorlar. Bu filmdeki oğul da öyleydi.

KKD Film’in sunduğu bu filmde birçok şeyi Kim usta yapmış. Senaryoyu yazmış, kamerayı kullanmış ve kurguyu yapmış. Müzikleri de Inyoung Park bestelemiş. Bu rüya filmi özel yapan başka bir yönü de hiç konuşma olmamasıydı. Müzik ve doğal sesler vardı sadece. Filmi izlerken Freud ve psikanalizini de düşünmek gerekiyor. Bilinçaltı, rüya vb. Elbette “Oidipus Kompleksi” vardı. Rüya film veya zihinden yansıyanlarla ilgili sinema tarihinde çok özel filmler vardı. Fritz Lang ustanın 1944 yapımı kara filmi “The Woman in the Window-Penceredeki Kadın”, David Lynch’in 1986 yapımı sinemaskop “Blue Velvet-Mavi Kadife”, yazar Paul Auster’ın 1998 yapımı “Lulu on the Bridge-Köprüdeki Lulu”, Kim ustanın bu rüya filmiyle yakın akrabalardı. Kim ustanın bu filmi ülkemizde Ekim 2013’te gösterime çıkmıştı.

Ön jenerik sonrası dışarıdan bir ev yansıyor. Sonra içeri giren kamera, oğlun bilinçaltında yaşadıklarını yansıtmaya başlıyordu. Bu evde Baba (Jae-hyeon Cho), Anne (Eun-woo Lee) ve Oğul (Young-ju Seo) yaşıyordu. Evden önce kırmızı elbiseli Anne görünüyor. Kederli ve sürekli içiyor. Ardından da Baba yansıyor. Golf oynuyor. Golf sopası da “fallik” gibiydi. Sonra lise kıyafetli Oğul yansıyor. Kamera, yine kadını gösteriyor. Bu defa elbisesi yeşildi ve kırmızı şarap içiyordu. Köpek biblosu da vardı. Sinema psikolojisinde kırmızı cinselliği ve şiddeti, yeşilse cangıl ve kaosu simgeliyordu. Kahvaltı yaparlarken cep telefonu çalıyor. Anne ve Baba boğuşurlarken, Oğul da onları izliyordu. Mutsuzluk vardı evde. Derinlerde anlamlaşacaktı bu. Anne, Babaya tokat atıyor. Baba balkona çıktıktan sonra Anne Oğula şefkat gösteriyor. Ardından Baba, market işleten Metresini (Eun-woo Lee) alıyor restorana gidiyorlar. Anneyle Metres tıpatıp birbirlerinin benzeriydi. Oğul, Babayı Metresle arabanın içinde sevişirken görüyor park yerinde. Anne de oraya geliyor. Üzerinde kırmızı hırka olan Metres markete dönüyor. Mutluydu. Ama Anne, markete taş atıyor ve camı kırınca Metres korkuyordu.

Evde. Anne, Oğulun odasının kapısını açıyor. Oğul, Babayla Metresin sevişmesini hayal ederek mastürbasyon yaparken Anne de onu izliyor. Sonra Anne salondaki Buda biblosunu kaldırıyor. Bu biblo derinlikte daha da anlamlaşacaktı. Anne, biblonun altındaki bıçağı alıyor. İkinci “fallik” gibiydi. Duvarda da anne ve oğlunu tasvir eden resim fark ediliyordu. Kamera, sola çevrinme (pan) yapıyordu. Anne bu defa yatakta uyuyan kocasının yanına gidiyor. Elinde de bıçak vardı. Bıçağı çarşafın altına sokuyor, kocasının penisini tutuyor kesmek için. Kocası uyanınca boğuşuyorlar. Yerdeki bıçağı alan kadın, dooly kamera geriye doğru kayarken bu defa oğlunun odasına giriyordu. Oğlu uyurken yine elini çarşafın altına sokuyor oğlunun penisini doğramak için. Kadın ağlarken yüzüne kanlar fışkırıyordu. Baba gelse de artık geçti. Kadın, oğlunun penisini çiğneyip yutuyor sonra. Baba, Oğlu geceleyin hastaneye götürüyor. Anne, caddeye çıkıyor ve gecenin içinde dolaşıyor uyurgezer gibi. Sonra arkadan biri yansıyor. Elindeki fenerle vitrindeki Buda biblosunu seyrediyordu. Evdeki Buda biblosuydu bu. Dua ediyor.  Sonra gidiyor. Anne de onun peşine takılıyordu. Bu an önemliydi ve daha sonraları anlam bulacaktı. Fonda da çığlığı andıran müzik duyuluyordu.

Baba ve Oğul, hastaneden çıkıp eve dönüyorlar. Anne evde yoktu. Baba, Buda biblosunu kütüğün üstüne koyuyor. Sonra yatakta uzanmış oğlunu izliyor. Sabah olunca Baba, evdeki ofis gibi odasındaki masadan cep telefonunu alıyor. Tabancayı da görüyor. Tabancayı, penisinin olduğu yere doğru tutuyordu sonra. Ateş edemiyor. Oğul, evin tuvaletinde çiş yapmaya çabalıyordu. Penisi yoktu. Baba, hastanede Doktorla (Jae-rok Kim) konuşuyor. Penisini kestirmek istiyordu. Sonra evin dışında Baba ve Oğul arabaya doğru giderlerken, arabanın önünde duran Metresi fark ediyorlar. Arabaya binmek istiyordu Metres. Arabayı sürüyor Baba. Oğul okulun tuvaletinde de çiş yapamaya çabalıyordu. Düzgün çiş yapamayınca bunu fark eden öğrenciler onun pantolonunu indirmek istiyorlardı. Baba, Oğulu kurtarıyor onlardan. Kim usta bu anları kesmeli kurguyla peş peşe yansıtmış.

Her şey değişmeye başlıyor evde. Penisi olmayan Oğul okul da gitmek de istemiyor. Çizgi romanlar ona yetiyordu. Penissiz hayat cehennem gibiydi onun için. Kadınları tanıyamayacaktı hiç. O zaman hayatın anlamı olabilir miydi? Oğul, marketin oraya gidiyor. Metres de oradaydı. İçeri giriyor ve oturuyor. Metres, yeşil hırkasını çıkartıyor. Elbisesini de. Oğul ilk defa canlı ve çıplak bir kadını görüyordu. Oğul, Metresin göğüslerine dokunabiliyor cesaretle. Metres, elini Oğulun pantolonuna uzattığında Oğul kaçıyor oradan. Baba da evde internet üzerinden penis nakli yapılan yerleri araştırıyor Oğul için.

Metres markette içki şişesini başına dikerek içişi yansıyor sonra. Bu da güçlü metaforlardan biriydi. Üçüncü “fallik” idi. Oğul markete yine geliyor. Metresin etekleri sıyrılmış ve bacakları görünüyordu. Okulda öğrenciler yine onu taciz ediyorlar. Sonra da çeteciler Oğulu kurtarıyor öğrencilerden. Çete Lideri (Jae-hong Kim) ona iyi davranıyor. Çetecilerden biri markette Metresin kışkırtıcı halini fark ediyordu birden. Ardından bilgisayar ekranı yansıyor. Baba, “Penissiz orgazm” üzerine bir makaleyi okuyordu. Sonra da ilk insan penisi nakli yazısı yansıyor. Sonra kamera markete gidiyor. Çeteciler ve Oğul masada yansıyorlar. Ama diğerlerinin düşüncesi neydi? Güzel Metres miydi? Metresi izliyordu Çete Lideri. Kırmızı hırka giymiş Metresin bacakları yine açıktaydı. Çete Lideri içeri girip Metresi okşamaya başlıyor. Oğul, Çete Liderine karşı koymaya çabalasa da çete Metrese tek tek tecavüz ediyordu. Oğuldan da bunu istiyorlar. Onun penisi yoktu. Ne yapacaktı şimdi? Metres halsiz yerde yatarken, Oğul bacaklarının arasına giriyor. Zaman geçiyor. Eve polis geliyor ve Oğlu kelepçeleyip götürüyorlardı. Çeteciler de karakoldaydılar. Baba, komiserle konuşuyor. Sonra komiser Oğulun pantolonunu çıkartmak istese de Oğul direniyor. Oğul Babayı tekmeliyor, ama komiser pantolonun önünü açınca penisin olmadığını görüyor. Çeteciler de. Oğul aşağılanmıştı.

Evde. Baba, çekmecedeki tabancayı yine alıyor. Bu defa namluyu başına dayıyor. Ama tetiği çekemiyor. Oğul hapishanede çetecilerin hücresine bırakılıyor. Baba bilgisayar başındaydı yine. “Ne kadar acı çekersen, o kadar zevk duyarsın” yazısını okuyor. Hücrede de çeteciler Oğlu taciz ediyorlar penissiz diyerek. Pantolonu çıkartırlarken gardiyan görüyor onları. Oğlu başka hücreye koyuyorlar sonra. Baba da internetten acı duyarak zevk almak üzerine yazıları okuyordu. Sonra bir fotoğraf görüyor. Kendini yaralayan bir erkeğin hazzını gösteren fotoğraftı bu. Ardından da deniyor bütün bunları. Baba, taşı ayağına hızlıca sürüyor. Ayağı yaralanıyor, ama haz ve acıyı aynı anda yaşıyordu. Sürekli bunu deniyor Baba. Sonra Oğlu hücresinde ziyaret ediyor. Ona, acıyla zevk alan adamın fotoğrafını veriyor. Oğul tepki gösterse de sonra fotoğrafı inceliyor ve duvardan kopardığı bir parçayı koluna sürtmeye başlıyor. Ardından acıyla hazzı aynı anda yaşamaya başlıyordu. Sanki bir kadınla sevişiyormuş gibiydi. Ama acı çoğalınca ağlamaya başlıyor Oğul.

Oğul hapisten çıkıyor sonra. Baba karşılıyor onu. Cebinden taş çıkartıyor, Oğul vücuduna sürtsün diye. Sonra Oğul markete gidiyor. Ama içeri giremiyor. Sonra evde taşı ayağına sürtüyor Oğul. Baba da gizlice Oğlu izliyordu. Yine haz ve acıyı aynı anda yaşıyordu Oğul. Sonra Baba, onun yarasına merhem sürüyor iyileşmesi için. Ardından da yarayı bezle sarıyor. Baba yine internette bir şeyler araştırıyor. Almanya’da başarılı penis nakli olmuş. Baba ve Oğul sonra balkonda yemek yiyorlar. İkisi de internette araştırmayı sürdürüyorlar sonra. Yeni teknolojiyle ameliyatlar başarılı geçiyormuş.

Metres, marketin içinde bıçağı eline aldığında dışarıda Oğul görünüyor. Oğul içeri giriyor. Oğul diz çöküyor. Metres, bıçağı Oğulun omzuna saplıyor. Oğul hiç tepki vermiyor acıya. Oğul elini Metresin göğsüne uzatınca kadın onu tokatlıyor aniden. Sonra Metres, şefkatle Oğulun kulağını öpüyor. Metres düğmeleri açıp göğüslerini ona sunuyor. Oğul bıçağı omzundan çıkartmaya çabalıyor. Ardından da kadının göğüslerini okşuyor. Acı ve hazzı yaşıyordu. Kadın da. Metres bıçağı çıkartıyor. Bıçak, “fallik” gibi görünse de Kim usta bıçakla hep ironi yapmış. Hem “fallik” hem de gerçeğini yok eden bir canavardı.

Çete Lideri de hapisten çıkıyordu. Markete, Metresin yanına gidiyor. İçiyorlar. Çete Lideri Metresi öperken, Oğul da onları dikizliyordu. Çete Lideri sırt üzeri uzanınca, Metres de onun pantolonunu düğmelerini çözüyor, üzerine oturuyor. Metres, bıçağı Çete Liderinin önüne, penisine saplıyor sonra. Çete Lideri, bıçağı çıkartmak istese de Oğul onunla boğuşuyor, sonra da oradan kaçıyor. Çete Lideri de acılar içinde onun peşine düşüyor. Kim usta bu anlarda kamerasını sarsıntılı kullanmış. Oğulun zihinsel karmaşasıyla buluşuyordu bu çekimler. Çete Lideri, Oğlu yakalıyor. Oğul bıçağı trafiğin yoğun olduğu yere fırlatıyor. Çete Lideri sonra markete gidip Metresi döverken, Oğul geliyor ve bıçağı Çete Liderinin omzuna saplıyordu.

Baba evde internetten penis nakil ameliyatlarını araştırırken yansıyor. Sonra da Oğul yansıyor. Nakil yapıldıktan sonra sorun kalmıyormuş.  Şimdi ne olacaktı? Baba, cep telefonuyla konuşuyor, ardından hastanede ameliyathanede penis nakil işlemini gerçekleştiriyor Doktor. Baba’nın penisi Oğula naklediyordu. Ameliyattan bir zaman sonra Oğula haz alan kadın sesleri dinletiyor Doktor. Başarılı olmuyordu. Oğul bir süre sonra markete, Metresin yanına gidiyor. Pantolonunu çıkartıyor. Kadın, onun önünde diz çöküp Oğula mutluluk yaşatıyordu sonra.

Evde. Kapı çalıyor. Baba kapıyı açtığında Anneyi görünüyordu. Oğul da evdeydi. Anne yeşil hırka giymişti. Sonra yatağa uzanıp uyuyor. Şimdi ne yapacaklardı? Gece, Baba ve Oğul aynı yatakta uyurken yansıyor. Anne uyanıyor ve onların odasına gidiyor. Aralarına uzanıyor. Baba uyanıyor. Oğul da. Anne, Oğulun yüzünü şefkatle okşuyordu. Sonra öpüyor. Annesi onu okşarken önü de kabarıyor Oğulun. Baba da fark ediyor bunu. Anne şaşırıyor. Bu kimin penisiydi? Anne, Babanın önünü yokluyor. Penis yoktu. O zaman Baba şimdi neydi? Baba, yataktaki karısının önünde diz çöküyor, çıplak bacaklarına kapanıp ağlıyor. Sonra taşı eline alıp koluna sürtüyor Baba. Sonra Oğul odadan çıkarken Oğulun kabarık önüne elini uzatıyor Anne. Sonra Oğul, Metresin yanına gidiyor. Metresin yanında başarılı olamıyor Oğul. Ayağa kalkan Metres onu dudaklarından öpüyor. Oğul gittikten sonra ağlamaya başlıyor Metres. Oğul eve döndüğünde Anne onu bekliyordu. Annenin göğüsleri fark ediliyor. Oğulun önüyle oynamaya başlıyor. Baba karısını iterken Oğul’u da tokatlıyor. Anne, Oğulun odasına girmek istese de kocası engelliyor onu. Ama Anne içeri giriyor. Oğul da yataktaydı. Anne, elini yorganın altına sokuyor, onun önünü okşamaya başlıyor. Oğulun haz çığlıkları duyuluyor. Sonra da Anne, elindeki yapışkan sıvıya bakarak ağlıyor. Kocasının penisinden oğlunun sıvısı gelmişti. Anne dışarı çıkıyor. Oğul yorganın altından başını çıkartıyor. Utanç vardı hepsinin yüzünde. Bu yaşananlar “Oidipus Kompleksi” olarak adlandırılıyor psikanalizde. Baba bu olanlardan sonra öfkeliydi. Karısına tokat atıyor. Karısı da ona. Baba, Buda biblo başını itiyor ve bir “leit-motif”e dönüşen bıçağı alıyordu. Oğula verdiği penisi kesmek istiyor. Trajedi yaşanıyordu. Anne, kocasını engellemeye çalışıyor. Ardından da üçü ağlamaya başlıyordu trajedilerine.

Çete Lideri markete geliyor. Bıçağı Metrese uzatıyor. Metres, bıçağı alıyor. Metres bıçağı Çete Liderinin omzuna saplıyor. Sonra da Metres, Çete Liderini okşamaya başlıyor. Haz ve acı aynı anda yaşanıyordu. Bunları gören Oğul hayal kırıklığı yaşıyordu. Sonra bir başka “fallik” golf sopası yansıyor. Baba evde masasındaydı. Öfkeyle sopayı atıyor. Anne de odasında ışığı yakıp söndürüyor. Ruju dudağına sürüyor sonra. Anne, Oğulun odasına geliyor. Oğul şortla yatakta oturuyordu. Anne soyunuyor. Baba, karısını çıkartıyor odadan. Anne odasındaki yatakta sevişir gibi yapıyor. Sevişmek istiyordu. Eski günlerdeki gibi. Oğulun yanına gitmek istiyor. Oğul geliyor ve babasıyla annesinin itişmelerini izliyordu hüzünlü gözlerle.

Babanın odasında masanın çekmecesi açılıyor. Tabancanın altında Vermeer’in 1665’te yaptığı “İnci Küpeli Kız” reprodüksiyonu da fark ediliyordu. Tabancaya kurşun koyuyor Baba. Yeşil elbiseli Anne de oradaydı. Tabancayı karısına doğrultuyor. Anne oradan çıkıp gidiyor. Baba tabancayı başına dayıyor. Merdivenlerdeki Anne beyaz gecelikliydi bu defa. Kamera aşağı “tilt” yapıyordu. Görüntüler bulanıktı. Anne, Oğulun yanına geliyor. Soyunuyor. Oğulun yatağına giriyor. Görüntünün çerçevesinde “örtü” tekniğiyle yansıyordu bu anlar. Rüya içinde rüya gibiydi. Baba merdivenlerden iniyor ve elinde de tabancası vardı. Yatakta Anne, Oğlu öpüyor, okşuyor, onunla sevişmek istiyordu. Penis kocasınındı ve yabancının değildi. Baba tabancayı doğrultuyor. Tabanca sesi duyuluyor. Kamera, Babanın yüzüne yaklaşıyor. Oğul haz alırken birden gözlerini açıyor. Yataktan çıkıyor. Merdivenlerde anne ve babasının cesetleriyle karşılaşıyor. Tabanca da yerdeydi. Oğul tabancayı alıyor ve önüne dayıyor. Babasına ve annesine bakıyor. Müzik sesi yükseliyor. Sonra da tabanca sesi duyuluyor.

Gündüz dışarıdan ev yansıyordu. Sonra gece oluyor. Vitrin önünde Buda biblosunu arıyordu kamera. Sonra da Oğlu gösteriyordu. Feneri bibloya tutuyordu Oğul. Çığlığa benzer müzik duyuluyordu sonra fonda. Oğul kameraya bakıp sinsice gülümsüyordu. Sinemada çekime “breaking fourth wall/dördüncü duvarı yıkmak” deniliyordu. Fantezileri ürkütücü bir gençti bu Oğul.

 

“Birebir…”

Kim Ki-duk ustanın bir genç kızın öldürülmesi sonrası yaşanan dramları anlatan 2014 yapımı “Il-dae-il-Birebir”, trajedi yüklü bir filmdi.  KKD Film’in sunduğu filmin senaryosunu yazan Kim usta, kamerayı da kullanmış. Müzikleri de Park Young-min bestelemiş. Bu film ülkemizde Aralık 2014’te gösterime girmişti.

Film, akşamın çöktüğü Seul’da açılıyor. Liseli bir genç kız peşinde yüzleri siyah mendille örtülü birilerinin olduğunu fark ettiğinde koşuyor ve panikle izbe bir sokağa giriyor. Peşindeki iki adam onu vahşice boğarak öldürüyor. Sonra biri yaşlı bir adamı arıyor. Görev tamamdı. 9 Mayıs akşamı işlenen bu cinayet neden işlenmişti? Öldürülen kızın adı da Oh Min-ju’ydu (Park Bo-yeong). Bu trajedi yaşanırken acı bir çığlığa dönüşen müzik duyuluyordu o an fonda.

Kamera bir restorana gidiyor. Oh-hyun (Kim Young-min) ve sevgilisi Ji-hye (Im Hwa-yeong) restoranda yemek yiyip kırmızı şarap içiyorlar. Mutlulardı. Oh-hyun, bu trajedinin başlangıcıydı. “Gölge” adındaki şiddet timi ilk olarak onunla göreve başlıyordu. Polis, genç kızın trajedisine duyarsız kalmış ve yedi şüphelinin üzerine pek gitmemiş. Acaba derinlerde derin bir şeyler mi vardı? Bir genç kızın ölümü kimlere kadar uzanıyordu? Bu restoran önemliydi. Timden genç Gölge 1 (Lee Yi-kyeong) bu restoranda garsonluk yapıyordu. Gölge 1, şarabı doldururken Ji-hye’nin beyaz elbisesine döküyor. Oh-hyun öfkeleniyor buna. Sonra arabada öpüşüyorlar iki sevgili. Ji-hye evine gittikten sonra Oh-hyun sigara yakıyor, ardından da gölgeler yansıyordu. Gölgeler, askeri kamuflaj kıyafetliydi. Tam anlamıyla görünümleri askerler gibiydi. Oh-hyun, arabanın farlarını yakınca onların siluetini fark ediyor. Yakın çekimle yüzlerinin siyaha boyanmış olduğu da fark ediliyordu. Kontrol yapıyorlarmış gibi ona yaklaşıyorlar. Ardından Oh-hyun’u arabadan çıkartıp copluyorlar. Sonra karargâhlarına götürüyorlardı Oh-hyun’u. Terk edilmiş bu büyük binada gölgeler her şeyi düşünmüş. İşkencehane bile vardı bu ürkütücü kasvetli ve soğuk mekânda. Güney Kore bayrağı da fark ediliyordu işkencehanede. Copları da çiviliydi. Askeri disiplinli bu timin başında Gölge Lider (Ma Dong-seok) vardı. Bu tim, anti-komünist ve anti-kapitalist bir örgüttü. Lider dışındaki tüm gölgeler yoksuldu. Sisteme karşı olmasalar da ekonomik adaletsizlikler yaşıyorlardı. Geleceksiz ve yoksuldular. Gölge Lider, bu yoksul insanları bir araya getirip bir intikam timi oluşturmuş. Sorguladıkları zengin sınıfındaki insanlarla bu timin yaptıkları (ikisi de intikam içindi) anlamsız bir nefretti. Kim usta, iki tarafın işlediği şiddeti şiddetle eleştirirken, insanların kalplerini de öldürülen genç bir kıza doğru sürüklüyordu.

Oh-hyun’u kendi mekânlarına geldiklerinde her şey başlıyordu. Oh-hyun’u sandalyeye oturtuyorlar önce. Genç gölgelerden biri Oh-hyun’u coplarken diğer gölgeler onu engelliyor. Şiddet yüklü bir sorgulama bekliyordu Oh-hyun’u. Sonra işkencehaneye güneş gözlüklü Gölge Lider giriyor. Fener tutuyorlar Oh-hyun’a. İçlerinde kadın olan Gölge 4 de (Ahn Ji-hye) vardı. Oh-hyun, “Büyük bir hata yapıyorsunuz” diyor. Ne olduğunu da anlamak istiyor. Buradaki yetkiliyi sorarken, Gölge Lider onu tokatlıyor. İçeri de işkence aletleri de vardı. Gölge Lider, “9 Mayıs gününü hatırlıyor musun”, diye soruyor. Gölge Lider, Oh-hyun’a öldürülen genç kızın fotoğrafını gösteriyor. Belki bu yardımcı olurdu. Sonra da o gün yaptığı her şeyi yazmasını istiyor Gölge Lider. Şaşkın Oh-hyun, “Kimsiniz”, diyor endişe içinde. Yazmak istemiyor. Gölge Lider tabancasını çıkartıyor. Gölge Lider, onun saçlarından tutuyor. Ardından diğer gölgelerle beraber başını lavaboya sokuyorlar. Yukarıdan parlak bir ışık düşüyordu üzerlerine. Spot ışığı gibiydi. Sonra kâğıdı alıyor ve yazmaya başlıyor Oh-hyun. Gölge Lider, yazdıklarından hoşlanmıyor ve copla vuruyor ona. Başından kanlar akıyor Oh-hyun’un. Yeniden yazıyor. Ardından Gölge 4, Oh-hyun’un elini kanlı yüzüne götürüyor, sonra da kâğıda el bastırıyor. Parmakların izi kâğıtta kıpkırmızıydı. Gölge Lider, “Neden yaptın”, diyor. Oh-hyun, kendine verilen emri yerine getirmiş. Suçlu, o emri verendi. Gölge Lider, burada olanları unutmasını istiyor Oh-hyun’dan. Bu sır, mezara kadar gidecekti. Onu, aldıkları yere bırakıyorlar. Zorlukla arabasına biniyor Oh-hyun. Psikolojik çöküntü içindeydi şimdi. Elinde feneriyle dolaşan bir polisi görüyor, ama korkusundan onunla konuşamıyor. Cep telefonuyla birini arıyor. Bir iş gezisine çıkacağını söylüyor. Sonra da arabasında uyuyor Oh-hyun.

Yine restoranda. Bu defa sırada gözlüklü genç adam vardı. O da sevgilisiyle beraberdi. Genç adam, garson Gölge 1’e, “Gelecekten ne bekliyorsun” diye soruyor. Gölge 1 de aynısını ona soruyor. Genç adam, hayattan bir şey beklemiyormuş. Birinin kendisini kaçırıp öldüresiye dövmesini istiyormuş sadece. Gölge 1 yumruklarını sıkınca bunu fark ediyor. Genç adam, Gölge 1’e de sürekli “ufaklık” diyordu. Sonra Gölge 1’in kolundaki saat dikkatini çekiyor. Saati sahteymiş. Kendi kolundaki pahalı saati Gölge 1’in bileğine takıyor.  Öfkeli Gölge 1 sonra onlara peynirli tabağı götürürken tabağın içine tükürüyor. Restoran sahibi bunu görünce öfkeleniyor, ama onu işten çıkartmıyor. Yönetmen, gözlüklü bu genç adama, gölgeler tarafından yapılan işkenceyi göstermiyordu.

Sonra bir başka restorana gidiyor kamera. Bu sefer sırada Jung Yi-se (Joo Hee-joong) vardı. Eşiyle (Sin Min-joo) yemek yerlerken, eşi onun can sıkıntısını fark ediyor. Ona, “Sana istemediğin bir şey mi yaptırdılar”, diyor. Yi-se, sevgilisini orada bırakıp Budist tapınağa gidiyor. Budist biblolar ve heykeller yansıyordu. Yi-se, endişe ve korku içindeydi. Belki de pişmanlık ve suçluluk duyuyordu. Gecenin içinde gölgeler yine ortaya çıkıyorlar ve Yi-se’nin başını birden örtüyorlar ve onu da karargâhlarına götürüyorlar. Dövüyorlar ve ona da 9 Mayıs’ta ne yaptığını soruyorlar. Yazmasını istiyor Gölge Lider. Bunu kimin yaptırdığını, soruyor Yi-se’ye. Onu iki kolundan zincire bağlıyorlar ve yukarı kaldırıyorlar sonra. Tıpkı çarmıha gerilmiş gibi veya koyunun mezbahada asılı durması gibiydi görüntüsü. Gölge Lider onu sürekli “Adi pislik” diye aşağılıyor. Gölge 4, copla hafifçe ona vurunca, Gölge Lider öfkeleniyor ve copla daha sert vuruyor Yi-se’ye. Acıya dayanamayan Yi-se, dediklerini yapıyor. Gölge Lider bir köşede, Gölge 4’e neden yapamadığını soruyor. Çünkü o bir kadındı. Gölge Lider ona sevgilisi olup olmadığını soruyor. Gölge 4 için bunlar özeldi. Sevgilisi de varmış. Aslında burada sevgilisine işkence yapmak istiyormuş Gölge 4. Sevgilisi, sert ve insanı aşağılayan biriymiş. Gölge Lider, “Bazı alışkanlıklarımız var. Onlardan vazgeçemiyoruz. Bir çıkmazdayız” diyor. Şiddet çoğalınca Gölge 4 dayanamıyor ve timden ayrılmak istiyor. Burası mafya yapılanması gibiydi ve giren istediği gibi çıkamazdı. Sonu da işkence görenler gibi olabilirdi. Sonra Yi-se’yi serbest bırakılıyor. Yi-se arabasına biniyor ve evine telefon ediyor. “Olup bitenler için üzgünüm” diyor Yi-se. Çocuğu da vardı. Sonra tabancayı şakağına dayayıp tetiğe basıyordu.

Gecenin içinde Gölge 4 eve geliyor. İşinden döner gibiydi. Evde içen sevgilisi onu her zamanki gibi aşağılamaya başlıyor. Onu tokatlıyor. Cep telefonunu açmasını istiyor. Telefonu kendi parasıyla almış. Aldattığını düşünüyor. Onu, aşırı kıskanıyor. Gölge 4 güzel bir kadındı. Sevgilisi bıçağını çıkartıp Gölge 4’ün boğazına dayıyor. “Beni terk etmeye kalkarsan, seni öldürürüm” diyor. Ardından Gölge 4’ün külotunu sıyırıyor, sonra da bacaklarının arasına giriyor tecavüz eder gibi. Tecavüz, Gölge 4’ün karşılık vermesiyle gerçek sevişmeye dönüşüyordu birden. Gölge 4’ün dişi yüzünde, acı ve zevk aynı anda yansıyordu. Gerçek sevişmeydi sanki bu anda yaşananlar. Kim usta sevişme anını ayrıntılı yansıtmıştı.

Oh-hyun kafeteryada gazetede Yi-se’nin haberini okuyor. Yi-se intihar etmişti. Başka bir restoranda Oh Ji-ha (Choi Gwi-hwa), arkadaşına (Lee In-kyeong), işte nasıl başarılı olduğunu coşkuyla anlatırken yansıyor sonra. İstemediği bir iş olsa da yapıyor muydu? Onun için, görev görevdi. Gölgeler, çok geçmeden Ji-ha’yı da esir alıyorlar. Sorguluyorlar mekânlarında. Bu defa masayı mumlar aydınlatıyordu. Ona da 9 Mayıs gününü soruyor Gölge Lider. Bu defa polis kıyafetleri giyinmişti gölgeler. Ji-ha’ya işkence yapıyorlar. Gölge Lider, onun eline çekiçle vuruyor. Gölge 3 (Teo Yoo) müdahale ediyor Gölge Lider’e. Ji-ha, acıya dayanamıyor ve kâğıda 9 Mayıs’ta olanları yazıyor. Kanlı eliyle de imza atıyor kâğıda. Gölge 4 bu işkencelere dayanamıyor. Adaleti dağıtmak gayri resmi mümkün müydü? Yasalar ve kanunların yerini alabilirler miydi? Zihninden geçenler bunlardı. İş bittikten sonra Gölge Lider, neden müdahale ettiğini soruyor Gölge 3’e. Gölge 3, hafifçe çekiçle vuruyor ve insan doğası diyor. Hafifçe de olsa acı duyuyordu. Gölge 3, yurtdışında üniversite okumuş. Abisinin yanında takılıyormuş. Elbette işsizdi. Bu ekibe katılmasının nedeniyse, çocukluğunu boşa geçirmesindenmiş. Doğru düzgün Korece konuşamayan Gölge 3, buraya asıl takılmasının nedenini abisine öfkesinden olduğunu söylüyor. Ama öfkenin de bir şeyi çözemediği anlamış. Gölge Lider, açgözlülük üzerine de konuşuyor. Açgözlü insanlar her türlü kötülüğü yapabilirlerdi. Tıpkı bu sorguladıkları adamlar gibi. Onları affedemezmiş. Gölge 3, “Neden bu kadar acımasız oldun” diyor. Gölge 3, herkesi korkutsa da Gölge Lider’in hüzünlü yanını da keşfetmiş. Gölge Lider, kendisini acı bir sonun beklediğini söylüyor. Liderler uzun yaşamazmış. Yi-se’nin intiharını hatırlatıyor Gölge3. Suçluluk duygusundan intihar etmiş Yi-se. “Onu biz öldürdük” diyor öfkeyle Gölge 3. Sanki Gölge Lider’i tehdit ediyordu. Timi ihbar edebilir miydi? Timde çatlamalar mı başlamıştı? İkisinin aralarındaki çoğu konuşma İngilizceydi.

Ji-ha evine dönüyor. Korku ve endişe içindeydi. Terasta onu karşılayan karısı (Lee Eun-woo) sargılı elini görüyor. Oh-hyun da bu olanları izliyordu arabasından. Karısına açıklayamıyor ve gitmesi gerektiğini söylüyordu sadece. Ji-ha, karısının önünde diz çöküp ağlamaya başlıyordu sonra. Oh-hyun, onların seslerini de kaydediyordu arabasında.

Gölge 3, eve gidiyor. Abisi ve karısı da oradaydı. Mutsuzluk hemen fark ediliyor burada. Abisi ona karşı çok öfkeliydi. Fedakârlık yapıp kardeşini Amerika’da üniversitede bile okutmuştu. Geriye kalansa işsizlikti. Doğru düzgün Korece bile konuşamıyordu Gölge 3. Yengesinin (Jang Rin-ah) söyleyecekleri vardı ona. Gölge 3 artık yemeklerini kendisi pişirecekti. Çamaşırlarını da kendisi yıkayacaktı. Bütün işlere yetişemiyordu kadın. Abisinin karısı yine de şefkatli ve vicdanlı bir kadındı. Parası olmayan Gölge 3’e para da veriyor. Kocasına da söyleyecekleri vardı tabii ki. O, kardeşiydi ve yatırım aracı değildi. Kore’deki sistem, ailelerle beraber çocukları da boğuyordu. Bu nesillerden ne beklenebilirdi ki? Sıkboğaz edilen bu nesiller bu sistemde kaybolup gidiyorlar mıydı?

Oh-hyun, birinin daha, Oh Jung-taek’in (Hwang Gun) kaçırılışını fotoğraf makinesiyle tanıklık ediyordu gecenin içinde. Arabaya bindirilip karargâha götürülüyor Jeong-taek. Onları takip eden Oh-hyun, gölgelerin karargâhını da öğreniyordu.  Adam sandığın içinde getiriliyor oraya. Oh-hyun onları gizlice izliyor. Seyirci de. Gölge Lider sandığı açtırıyor. Oraya getirilen Jeong-taek şaşkındı. Gölge Lider, “Kim olduğumu biliyor musun”, diyordu adama. Ona da kâğıt veriyorlar 9 Mayıs’ta yaptıklarını yazması için. Işığı kapatıyorlar, sonra da üzerine spot ışığı yansıtıyorlar. Gölge Lider öfkeliydi ve Jung-taek’i dövüyor. Copla vurarak, “Şerefsiz” diyor ona. Jung-taek korkuyla yazsa da Gölge Lider yazdıklarını beğenmiyor. Gerçeği yazmasını istiyor ondan. Işık Jung-taek’e acı veriyordu. İyi amaçla yola çıkılmış. Yöntemi yanlış bulsa da amaçları iyiymiş. Sonra işler çığırından çıkmış. Gölge Liderin iki yakasında da “US Army” yazısı fark ediliyordu. Gölge Lider Jeong-taek’e, hizmet etmeye bağlı kalıp kalmadığını soruyor. Jung-taek, “Ülkenin sistemine bağlı kalmak ülke yararına değil mi” diye soruyor. Kızı kim öldürtmüştü? Çıkarı neydi? Gölge Lider bunu öğrenmek istiyordu ondan. Kanlı eliyle yazdıklarının üzerine beş parmağını imza gibi basıyor Jung-taek.  Tıpkı diğerlerinin yaptığı gibiydi. Gölge Lider, yazdıkları hakkında fikirlerini soruyor ona. Gölge Lider, Jung-taek’in ailesinin fotoğraflarını koyuyor önüne.  Jung-taek’in de kızı varmış. “Ailemi bu işe karıştırma” diyor Gölge Lidere. Bazı şeylerden korkması gerektiğini unutmamalıydı insan. Olanları ağlayarak izliyordu Oh-hyun. Sonra Gölge 2’yle (Cho Dong-in) konuşuyor Gölge Lider. Bu ekibe neden katıldığını öğrenmek istiyor. Gölge 2, eğlenceli olacağını düşünmüş. Tamirhanede çalışıyormuş. Yaptığı işten de gurur duymuyormuş. Gölge Lider, “Ne iş yaparsan yap, sakın kendini hafife alma” diyor. İşkence yaptıkları eğitimli züppelerin acıya dayanamadıkları için imzaladıklarını söyleyen Gölge 2, onlardan korkmadığını, ama Gölge Liderin kendisinden korktuğunu söylüyor. Emekçileri ezen onlardan korkmalıydı Gölge 2. Onlar, keyiflerine göre dünyayı sömürüyordu. Kapitalistler böyleydi. Soyunma odası yansıdığında Oh-hyun da onları izliyordu. Gölge 2, “Onların hepsine ders olsun diye birini öldürebiliriz” diyor. Sivil elbiselerini giyinip çıkıyorlar. Cipleri de vardı.

Oh-hyun da tek tek onların fotoğraflarını çekiyor. Sonra da Gölge 4’ü takip ediyor geceleyin. Eve girmek istemiyor Gölge 4, merdivenlere oturuyor. Sonra diğerlerini takip ediyor, adreslerini öğreniyor Oh-hyun. Ardından onların karargâhına gidip inceleme de yapıyor. Askeri üniformalar, miğferler, coplar, tüfekler ve birçok şey vardı. Bir kabloyu fark ediyor. Ardından duvardaki dolabı açıyor ve “Sahtekârlar” diyor. Bunların hepsi gösteriş miydi? Sonra Ji-ha’nın yanına gidiyor Oh-hyun. Onların rol yaptığını söylüyor Ji-ha’ya. “Tiyatro kostümü bunlar” diyor. Oh-hyun, sosyolojik açıdan onları çözümlemiş. İçlerindeki öfkeyi, yoksulluğu, yoksunluğu görmüş. Onları ihbar edelim, diyor Ji-ha’ya. Filmlerinin çekildiğinden korkuyor Ji-ha. Gerçekten çekilmiş miydi? Ya yazılar? Bu yüzden ihbar edemezlermiş. İntikam için artık Ji-ha yoktu. Çünkü o, yaptığı şey için pişmanmış. Vicdan azabı çekiyordu Ji-ha. Bu cezayı hak ettiğini düşünüyor. Oh-hyun, “Onlar yoksul ve güçsüzler. Bize hiçbir şey yapamazlar” diyor. Ji-ha, Yi-se’nin işkence gördüğü için değil, vicdan azabına dayanamadığı için intihar ettiğini düşünüyor. Oh-hyun, gölge timini terörist olarak görüyordu.

Oh-hyun, “Şef” dediği birinin yanına gidiyor. Oh-hyun’u gören adam ondan kaçıyor. Oh-hyun, “Onların hepsi sahtekâr” diye bağırıyor. Oh-hyun, onlardan intikam almak istiyordu. Savcı dostları da varmış.

Gölge 2, lüks arabaların bakımını yapan garajda çıraklık yapıyordu. Kıvırcık saçlı patronu çapkın biriydi. O uyuklarken dükkâna geliyor ve onu aşağılıyor. Sonra yeni sevgilisi geliyor. Gölge 2’ye de ilgi gösteriyordu kız. Asıl hoşlandığı oymuş.  Onlar çıktıktan sonra işyerine bir çakmakçı geliyor. Gölge 2’yi kandırıyor. Gölge 2 pahalı çakmak alıyor. Satıcı gittikten sonra çakmağı yakmak istiyor, ama yakamıyordu. Çakmak sahteymiş. Bu çakmak için pahalı bobinleri adama vermiş Gölge 2. Çok geçmeden patronu geliyor. Bir şeylerin düzgün gitmediğini anlıyor. Gölge 2’yi her zamanki gibi aşağılıyordu.

Ardından sivil kıyafetleriyle Gölge Lider yansıyor. Gölge 1’in çalıştığı restorandaydı. Gölge 1, onun geldiğine memnun değildi. Ailesini soruyor Gölge 1’e. Aldığı ücreti. Ailesi onunla ilgilenmiyor muydu? Bu koca şehirde yapayalnız ne yapıyordu Gölge1? Yorum yapmıyor Gölge 1. Diğerleri, ekibe öfke ve nefret için katılmıştı. Ya Gölge 1?

Gece karargâhta. Şefi, yani Jin Ho-seong’u (Yoo Yeon-soo) getirmişlerdi şimdi. O sorgulanacaktı. Onu sandalyeye bağlıyorlar. Gölge Lider içeri girince gölgelerden biri, “Kahrolsun komünizm” diye bağırıyor. Hepsinin üzerinde askeri üniforma vardı. Şef, kendine ismiyle hitap edilmesine kızıyor. “Komünizm yanlılarını topluyorsunuz değil mi”, diyor yaşlı şef. Ona da yazı yazdırmak istiyorlar. Şef, avukatıyla görüşmek istiyor. Elektrik veriyorlar. Oh-hyun da olanları izliyordu. Şef yazmayı kabul ediyor. Sonra yazıyor. Gölge Lider, “Sana işkence yapacağım. Yaptıkların için ne düşünüyorsun”, diye soruyor. Haklı bir eylemmiş ve herkesin iyiliğini düşünerek yapmış. Bunun yapılması emredilmiş ona. Asla yanlış değilmiş. Gölge Lider, “Aynı şeyi bir daha yapabilirsin” diyor. Şef, yaparmış. Gölge Lider ayağa kalkıp, “Hasta ruhlu adam” diyerek onu yumrukluyor. Şef, onların komünistlerden beter olduğunu söylüyor acı içinde. Başına siyah torba geçiriyorlar. Gölge 4 endişeliydi. Bu, liderin intikam oyunu muydu? Gölge Lider, herkesin iyiliği için yaptığını söylüyor öfkeyle. Gölge 6 (Kim Joong-ki), “Herkesin kendi bakış açısı var” diyor. Sonra soyunma odasında Gölge Lider, “Asıl oyuna geçiyoruz” diyor. Ona itiraf yaptırdıklarında asıl bir numaraya ulaşabileceklerdi. Gölge 4 çıkmak istediğin söylüyor. Gölge Lider kabul etmiyor. Sadece iki kişi kalmış. Sonra kimse kimseyi tanımayacaktı.

Gölge 5 (Jo Jae-ryong), enkaza dönmüş binaların olduğu yere geliyor. Kentsel dönüşümle bu binalar yıkılıp yerine yüksek yeni binalar yapılacaktı. Bu yoksul insanlar nereye gidecekti? Yaşlı annesi de (Choi Chan-sook) oradaydı. Çadırda yaşıyorlardı. İş makineleri onların oradan gitmesi için bekliyorlar. Gölge 6, birisinin yanına gidiyor, parasını istiyor. Adamın karısı her şeyi alıp gitmiş. Adam dolandırıcıydı. Adam, “Beni mahkemeye ver” diyor gülerek Gölge 6’ya.

Yine karargâhta. Sivil polislerdi şimdi. Mekân dekoru değişmiş. Şimdiki esirleri de bir generaldi. Ona da 9 Mayıs gününü soruyorlar. General (Kim Jong-goo) askeri üniformalıydı. Gölge Lider, kızın resmini gösteriyor generale. Otuz yılını bu ülkeye feda etmiş bir insanmış. Gölge Lider, “Sen yolsuzluk işlerine bulaşmış iğrenç bir adamsın” diyor ona. Kulağına kulaklık takıyorlar. Gölgeler de gaz maskelerini takıyorlar. General acı çekiyordu. General, itirafı yazıyor. Gölge 4 kâğıdı alırken Gölge Lidere, “Artık vazgeç. Bununla dünyayı değiştiremezsin” diyor. General, onları istihbarattan sanıyor. General, “Emri kimden aldın”, diyor Gölge Lidere. Silahlarının bile sahte olduğunu söylüyor. Gölge 2, tabancayı generalin şakağına dayıyor birden. General, “Devletle veya hükümetle bir derdiniz mi var” diyor. Pis komünistler gibilermiş. Bir baltaya sap olamayınca böyle işlere bulaşıyorlarmış. Polise teslim olmalarını söylüyor onlara. Savcılıkta, poliste, mecliste, hükümette, yargıda hep tanıdıkları varmış. General, Gölge 1 ve Gölge 2’ye tutun şunu, diye emir bile veriyor. Gölge 2, onun kendilerini kurtaracağına inanıyordu sanki. Gölge 1 silahını çıkartıp generale doğrultuyor. Ardından da Gölge Lider, kendi silahını çıkartıp, “Son sözlerin” diyor generale. Onun görevi, verilen emirleri yerine getirmekmiş. Gölge Lider tabancasını ateşliyor ve generali vuruyor. General ölünce tim tedirgin oluyor. Bir cinayet işlenmişti şimdi. Daha önce de Yi-se intihar etmişti. Gölge 4, “Sen gerçek bir şeytansın” diyor Gölge Lider’e. Soyunma odasında Gölge Lider, sadece bir kişinin kaldığını söylüyor.

Gece, ıssız bir yerde generalin cesedini gömüyorlardı. Hava soğuktu. Bidonda ateş yakıp ısınıyorlardı. Gölge Lider, Gölge 3’le konuşmak istiyor. Gölge 3 de timden ayrılmak istiyor. Sonra Gölge 3 ve Gölge 4 orayı terk ediyorlar. Gölge Lider, Gölge 4’ün ayrılmasını istemiyor. Gölge Lider ona bıçak çıkartıyor. Gölge Lider, kendisine kötü davranan sevgilisine nasıl katlanabildiğini soruyor Gölge 4’e. Sevgilisinin iyi yanları da varmış. Sonra Gölge 3’le konuşuyor Gölge Lider. Ona, son işten sonra intihar edeceğini söylüyordu.

Gölge 6’nın yaşadığı eve gidiyor kamera. Talih oyunları oynuyordu makûs kaderini yenebilmek için. Tefeciler alacağını almaya geliyor oraya. Gölge Lider kurtarıyor Gölge 6’yı onlardan. Sonra Gölge 6’yla konuşuyor. Ocaktaki yemek yansıyor. Gölge Lider, “Yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin oluyor” diyor. Gölge 6 tedirgindi. Adresini nereden bulmuştu? Tefecilerden borcu hasta karısı için almış. Erişte yiyebiliyordu sadece. Gölge Lider, eriştenin zenginler için atıştırmalık, fakirler içinse ana yemek olduğunu söylüyor. Gölge Lider, “Sistem çürümüş ve kokmuş” diyor. Ona, pes etmemesini ve sonuna kadar yanında kalmasını istiyor sonra.

Tapınakta Gölge Lider, akarsudan şişeye su dolduruyordu. Sonra elinde çantasıyla kaldığı yere gidiyordu. Dizüstü bilgisayarıyla internette dolaşırken, bir ayak yansıyordu dışarıda. Pencereden onunla konuşuyor. “Çok yoruldum ve susadım” diyor keşiş gibi giyinmiş adam. Tasla su veriyor ona. Adam, Buda’nın onu korumasını diliyor. Gölge Lider tanıyor adamı. Geçmişte denizci komutan olan Gölge Lider, bu adama askerdeyken çok kötü davranmış. Ondan özür diliyor Gölge Lider. Çok acımasız ve insanları kıran bir askermiş. Tüm nefretleri üzerinde toplamış.

Gölge Liderin geriye kalan üç gölgesi askeri cipe biniyor. Gölge 2 arabaya binmiyor, o da terk ediyor timi. Şimdi dört kişiydiler. Kaçırdıkları son kişi golf oynuyordu. Byeon Oh-go’yu (Son Jong-hak) da çöpçü kılığında kaçırıyorlar. İşkencehanede onu da koltuğa oturtuyorlar. Oh-go öfkeliydi. Ona bulaşan, ailesinin hayatını tehlikeye atarmış. Gölge Lider, kızın ölü fotoğrafını gösteriyor adama. Sonra da bir başka fotoğraf çıkartıyor. Gölge Lider, öldürülen kızla beraberdi. Bu kız, onun kızıydı. Oh-hyun yine gizlice onları izliyor. Kızı kendi öldürmediğini söylüyor adam. Kollarını zincire bağlayıp işkence yapıyorlar. Zinciri yukarı çekince kolları geriliyor adamın. Kopacakmış gibi. Diğer gölgeler dehşet içine düşüyor. Elektrik de veriyor Gölge Lider. Diğerleri Gölge Lideri engellemeye çalışsalar da intikam ateşi vardı. Gölge Lider, “Bu kötülükler gereksiz merhamet yüzünden başımıza geliyor” diyor. Onu da öldürmek istiyor. Gölge 5 ve Gölge 6 ona karşı koyuyorlar. Gölge Liderin kolunu kalorifer peteğine kelepçeliyorlar. Gölge Lider, “Piyango oynayıp zengin olunca onlar gibi olacaksınız” diyor. Onlarsa, “Biz umuda inanıyoruz” diyorlar. Gölge 5, durumlarının Kuzey Korelilerden iyi olduğunu söylüyor. Gölge Lider, “Akvaryuma tek bir cins balık koyarsan fazla yaşamaz” diyor. Yırtıcı balık olunca kendilerini korumasını da öğrenirlermiş. Kendi rolünün, öfkelenmek, kötülerden nefret etmek olduğunu söylüyor. Onlara bir oyun oynamış. Tıpkı tiyatro oyunu gibiymiş. Kostümüyle, sahnesiyle. Bu olanları dinleyen Oh-go, buradan kurtulma umuduyla, yaptıkları bu işte onların farklı düştüğünü anlıyor ve akvaryum teorisini hatırlatıyor. Akvaryumdaki tehlikeli balıkmış o. Gölge 5 ve Gölge 6 bir köşede durum değerlendirmesi yaparlarken, Gölge 1 ortaya çıkıyor ve ikisini de çivili copla öldürüyor. Sonra Gölge Lideri kurtarıyor. Gölge 1, adamı öldürmek istiyor. Gölge Lider, engelliyor ve ona ailesinin yanına dönmesini istiyor. Artık iş bitmişti. Gölge Lider Oh-go’ya, “Hayatın cehennem gibi olmalı” diyor. Çocuklarını güzel yaşat diyor adama. Orayı terk ediyor Gölge Lider. Ardından Oh-hyun çıkıyor ortaya. Oh-go korkuyor. “Emirleri uygulayan adamlardan biri” diyor ona. Kızın ölü fotoğrafını göstererek, “Bize neden böyle bir emir verdin”, diye soruyor Oh-hyun. Nedenini söylemek zorunda değilmiş. İşkence yapıyor Oh-hyun ona. Yaşamak için o kızı öldürtmüş adam. Aslında emri verenin kim olduğunu kimse bilmiyordu. Sadece emir-komuta zinciri içinde cinayet işlenmiş. Oh-hyun, “O zaman bu dünyadaki rolün bitmiş demektir” diyor ve ardından askeri kamuflaj üniformasını giyiniyor. Başına miğfer geçiriyor. Gaz maskesini de yüzüne takıyor.

Caddede bu kıyafetle tek başına yürüyen Oh-hyun’un elinde çivili cop da vardı. Tapınağa gidiyordu. Gölge Liderin arkasından yaklaşıyor. Gölge Lider tepki göstermiyor. Copla defalarca Gölge Lidere vurup onu öldürüyordu Oh-hyun. Şehir, puslar içinde yansıyordu. Sonsöz siyah fon üzerinde Oh-hyun’un sesiyle duyuluyor: “Kimim ben…” Bu intikam oyunu burada noktalanıyordu. Herkes kaybediyordu. Belki de en çok genç kız. 

 

“Stop…”

Kim Ki-ki ustanın 2015 yapımı “Seu-top-Stop” filmi, 2011 yılında Japonya’nın Tôhuko bölgesinde yaşanan deprem sonrasında Fukuşima Nükleer Santrali’nin zarar görmesiyle deprem kadar yok edici radyoaktif madde de atmosfere ulaşmıştı. Bu facia, Nisan 1986’da o zamanlar Sovyetler Birliği ülkesi olan Ukrayna’nın Priyat şehrinin yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali felaketinden sonraki en önemli nükleer trajediydi. Kim usta “Stop” filminde bu trajediyi anlatıyor. Japonca çekilen ve KKD Film’in sunduğu yapımın senaryosunu Kim usta yazmış. Filmin Japon yapımcısı da filmde de oynayan Allen Ai. Usta, filmin kameramanlığı yanında kurgusunu da üstlenmiş aynı zamanda. Ayrıca bu film birkaç festival dışında gösterim şansı da bulamadı. Kim usta bu filmini gerçekten neredeyse tek kişilik ekip olarak çekmiş. Elinde kamera ve arkasında kimse de yokmuş. Gerilla tarzı böyle çekilen filmler, bütçe yetersizliğinden dolayı bağımsızlığın da en üst noktasına çıkıyor. Ekolojik bu filminde Kim usta, radikal ve anarşist ruhunu da perdeden savuruyordu. Gösterime girme şansı düşük olsa da bu tarz filmler, öncelikle genç yönetmenlere sinema yolunu da açıyordu.  İzleyince neden bu filmin hiçbir yerde vizyona çıkmadığı da anlam kazanıyordu. Kim usta, 1960’lardan 1970’lerin ortalarına kadar Amerika’da varlığını sürdürmüş bağımsız ve devrimci “yeni sol” akımından az da olsa ilham almış sanki. Bu akım, öncelikle 1970’li yıllarda radikal film ve belgeselleriyle FBI’ın dikkatini çekmiş ve sonra da yok edilmişti. Ama geride bıraktıkları da ilham vermeyi sürdürüyordu sinemada.

Kısa ön jeneriğin ardından film sarsıntı üzerine açılıyor. Genç kadın Miki (Natsuko Hori) ve eşi Sabu (Tsubasa Nakae) evin içinde ürpertici sarsıntıdan korunmaya çabalarken yansıyorlardı önce. Richter ölçeğinde 8,9 büyüklüğündeki deprem öğleden sonra gerçekleşiyordu. Müstakil evin kapısından dışarıya baktıklarında beyaz dumanlar yükselen nükleer santrali görüyorlar. Bulut gibiydi. Sabu, bitkilerin başının belada olduğunu söylüyor Miki’ye. Nükleer santral depreme dayanıklı mıydı? Bu tehlikeli miydi? Sabu, fotoğraf çekeceğini söylüyor içeri girdiğinde. Sabu evlerinin yakınında bitkilerin ve ağaçların fotoğrafını çekerken, Miki de yaprak topluyordu. Evin içinde Miki yaprakları incelerken, çektiği fotoğrafları bilgisayara yükleyen Sabu da doğada hiçbir şeyin değişmediği için mutlu oluyordu genç kadına fotoğrafları gösterirken. O sırada radyasyondan koruyan kıyafetler giyinmiş iki görevli geliyor evlerine. “Bay Ando” diyerek kapılarını çalıyorlar. Onları tahliye etmek için gelmişler. Ama niçin olduğunu da söylemiyorlar. Sabu, nükleer santralden şüpheleniyor. Gelenler hiçbir şey bilmiyorlarmış. Kaldıkları ev santrale uzak değildi. Bu yüzden tahliye olmalıydılar. İkna olan çift valizlerini hazırlıyorlar hemen. Geri dönemeyebilirlerdi. Miki, Çernobil felaketini hatırlıyor. Yüz yıl sonra bile insanlar geri dönemeyebilirdi. Sabu ise iyimserdi, çünkü Japonya güvenliydi. Maskelerini yüzlerine takıp evlerinden ayrılıyordu çift.

Genç çift polis barikatını aşıp diğer yolcularla beraber trenle şehre doğru doğru yolculuğa çıkıyorlardı. Yüzüne anaç bir ifadenin indiği Miki’nin başı, şu anda en güvendiği insanın, Sabu’nun omzundaydı. Tokyo’ya geliyorlar. Nükleer enerjiye karşı protestolar da vardı şehirde. Kalacakları yerin fotoğrafını gördüklerinde Sabu, Miki’nin yanından uzaklaşınca genç kadın da dalgın dalgın bulundukları yerden uzaklaşıp bir mağazaya giriyor. Bebek reyonunda oyuncak bebeklere şefkatle bakıyordu genç kadın. Sabu geldiğinde de onu bulamayacaktı. Miki döndüğünde hiçbir şey söylemiyor Sabu’ya. Verilen adrese gidiyorlar. Geldikleri evde az eşya vardı. Sabu hazır ramen çorbası çıkartıyor karton bardağın içinde. “Ramen”, erişteli çorbaydı. Bu Çin yemeğine Japonya’da ramen diyorlarmış. Miki bunu sağlıklı bulmuyor, ama sağlıklı ramen için de imkân yoktu. Isıtmak gerekiyordu. Miki radyasyondan dolayı endişeli ve hassastı. Sabu, bardak içindeki çorbayı ısıtıcıyla kaynatıyordu. Ardından da dizüstü bilgisayarında felaket anlarını izliyordu Sabu. Evde masa da vardı. Yer yatağında da uyuyorlardı sonra. Gecenin derinliğinde Miki’nin cep telefonu çalıyor. Arayan erkek sesi, “Bayan Miki Ando” diyor. Fukuşima Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nden arıyorlardı. Miki, bir hafta önce klinikte muayene olmuş. Hamilelik testi yaptırmış mıydı? Miki tepki gösteriyor. Endişeliydi. Sabu’dan da gizliyordu bu muayeneyi. Telefon yine çalıyor. Telefonu Sabu açıyor bu defa. Telefonu kocasından alan Miki hiçbir şey bilmek istemiyordu. Santralin yakınında hamile kalmış olanlar için tehlike olabilirdi. Miki, tıbbi kayıtlarına neden bakıldığı için endişeliydi. Onu korumak için arıyorlardı. Hamile olup olmadığını da bilmek istiyorlardı. Miki her şeyi biliyordu. Hamileydi. Evlerine yakın yerde nükleer santralde patlama olmuştu. Miki, patlama olduktan sonra evden dışarı çıktığını söylüyor. Onu yine arayacaklardı. Ama Miki hamileliğinden emin değildi. Bebekleri olacaksa bu radyoaktif patlama sorun yaratabilir miydi?

Kapı çaldığında uyanıyordu çift. Miki kapıyı açtığında karşısında telefonda konuştuğu Nao (Daigo Tashiro) vardı. Miki’yi konuşmak için dışarıya çağırıyordu Nao. Onun sağlık durumu her şeyden önemliydi. Çernobil’deki araştırmaya göre gebeliğin yirminci haftası arasına kadar radyasyona maruz kalma fetüs için ölümcüldü. Miki de buna mı maruz kalmıştı? Doğum kusurlarına yol açabilirdi bu. Nao bebekten kurtulmasını söylüyor. Başka seçenek yoktu. İsteyenlere için yardım ediyorlardı. Onu zorlamayacaklardı. Sabu da geliyor. Öfkeyle Nao’yu kovuyor oradan. Nao, sadece bunun hakkında düşünmelerini istiyordu. Sabu ve Miki eve girerken, Nao arkalarından “Durun” diye seslenebiliyor sadece. Kim usta bu hareketli anlarda hafif el kamerasıyla özgür sinema tadı da veriyordu. Genç çift içeri girdiklerinde, Sabu eşinin karnına şefkatle dokunurken, kulağını da Miki’nin karnına dayıyordu içeriden ses duyabilmek için. Miki endişeliyken Sabu mutluydu. “Bebeğimiz iyi olacak” diyen Sabu, şefkatle Miki’ye sarılıyordu.

Gündüz berberce şehirde gezintiye de çıkıyorlar. Dışarıda hayat devam ediyordu. Sabu, bu devam eden hayatların fotoğraflarını da çekiyordu. Miki’nin de hüzünle gülümseyen fotoğrafını da çeken Sabu, daha iyimserdi. Kim usta bu dolaşma anlarında kamerayı doğaçlama kullanma hissi de vermiş. Fotoğraftaki gibi “o an”ı yakalıyor gibi. Yer yer belgesel tadı da veriyordu bu filmde bazı anlar. Köprüdeki bebek Sabu için mutluluk anıydı ve bu anı fotoğraf makinesiyle ölümsüzleştiriyordu. Senzokuike Gölü kıyısında bankta yemeklerini de yiyorlar sonra. Sabu, suda pembe büyük sazan görünce onu da fotoğrafla ölümsüzleştiriyordu. Kazlar da vardı.

Geceleyin evde yatakta uyurlarken Sabu uyanıyordu. Bilgisayarını açtığında Miki de uyanıyordu. Miki’ye, nükleer santralin yirmi kilometre yakınına yaklaşmaya izin verilmediğini söylüyordu. Bu sorun ciddi olmalıydı. Miki, eve gelen adamın ne demek istediğini de anlamıyormuş. Miki içinde büyüyen yaşam için endişeliydi. Onuncu haftadan sonra fetüs ölümcül mü oluyordu? Sabu, Miki’yi yatıştırmaya da çabalıyordu. On haftadan itibaren tehlike insanlar için değildi. Ona göre semptomlar oluşurdu. Bebek, Miki’nin bedeninin içindeydi. Miki, dikkatli olmaları gerektiğini söylüyor ve Sabu’dan wakame istiyordu. “Wakame”, bir tür deniz yosunuydu. Tadı tatlı olan bu yosun, salatalarda ve tatlılarda kullanıyormuş Japonya’da. Bu yosun istilacıydı ve okyanuslar için de felaketti.

Sabu, wakame almak için markete gidiyor sonra. Miki de bilgisayarda bebek fotoğraflarına bakıyordu. Fotoğraflar ürperticiydi. Etkilen Miki dışarı çıkıp dalgın dalgın dolaşmaya başlıyordu kalabalıklar içinde. Wakeme alan Sabu eve geldiğinde Miki’yi bulamıyordu. Bilgisayarın başına oturan Sabu, Miki’nin etkilendiği bebek fotoğrafını görüyordu. Dışarı çıkıp telefonla Miki’yi arasa da ulaşamıyordu. Miki uyurgezer gibi dolaşıyordu şehirde. Telefonunu da açmıyordu. Eve dönen Sabu, yine onu bulamıyordu. Miki, Nao’nun kendine verdiği numarayı arıyor aylak aylak dolaşırken. Kısa bir zaman sonra Nao yanına geliyor. “Doğru kararı verdin” diyor Miki’ye. Akşam olmuştu. Nao kendisini izlemesini söylüyor Miki’ye. Uzak mıydı gidecekleri yer? Bir yere geliyorlar. Gizemli bir yere benziyordu demir kapılı yer. Dikkat çekmemek içindi hepsi. Miki, kocasının rızasını almadığını söylüyor. Nao, “Bu senin kararın” diyor ona. Miki direniyor sonra, biraz daha düşünmek için. Sabu da vardı, kendi başına karar verebilir miydi? Nao, teskin etmeye çabalıyordu onu. Ama acelesi de var gibiydi. Miki çabuk karar vermezse kendi vücudu da zarar görebilirdi. Miki korkuyordu. Nao, doğumla ilgili sorun olursa bunun ömür boyu süreceğini hatırlatıyordu Miki’ye. Sadece sorun doğacak bu bebek için değildi. Miki, deforme olmuş çocukları soruyor Nao’ya. Sadece bakarak anlaşılamıyordu. Çocuk yavaş yavaş büyüdükçe kendini gösterebilirdi. Miki, düşünmek için zaman istiyordu. Miki, Nao’yla alay mı ediyordu? Miki’yi zorla içeri sokmaya çabalıyordu Nao. Bu sağlık sorunuydu. Nao, sadece kalbini takip etmesini söylüyordu Miki’ye. Kim usta, insanı ahlaki ikilemde bırakıyordu bu filminde. Bebek doğmalı mıydı? Ya engelli olursa? Çocuk yaşamı boyunca bu acıyla mı yaşayacaktı? Herkesin yaşama hakkı yok muydu? Engelliler, engel olmadan ana rahminde mi yok edilmeliydiler? Suç doğacak çocuğun muydu? Devlet, insanları korkutarak olası engelli nüfusun artmasını mı engellemeye çabalıyordu? Engelliler topluma yük mü oluyordu yoksa? Öjenik ruh nerede başlıyordu? Miki, Nao’nun yanından uzaklaşınca gözü “Doğum ve Jinekoloji” tabelasına takılıyordu.

Miki eve dönüyordu sonra. Sabu merakla onu bekliyordu. Kiminle buluştuğunu soruyor Miki’ye. Hüzünlü Miki’nin, “Nao’nun yanına gittiğini anlıyordu. Hatta Miki'nin ne hissettiğinin de. Sabu, o korkutucu resimlerin en kötü olanı gösterdiğini söylüyordu Miki’ye. Miki iyi olacaktı. Miki’nin karnında büyüyen bebekleri iyiydi. Sonra yatıyorlar. Uyanan Miki, dışarı çıkıyor. Sabu da uyanıp Miki’nin peşine düşüyordu. Ona ulaşınca nereye gittiğini de soruyor Miki’ye. Sabu, insanların o kadar kırılgan olmadığını anlatıyordu Miki’ye. Miki, bebekten kurtulmaya mı çalıyordu? Sabu’nun, onu kararından çabası boşuna mıydı? Hepsi Çernobil gibi değildi. Burası Japonya’ydı. Miki takıntılı mı olmuştu? Miki, Sabu’nun yanından uzaklaşınca, Sabu, bir defa daha düşünmesini söylüyordu Miki’ye. Kürtaj yapmasını istemiyordu. Bebek ikisinindi. Kendisinin de söz hakkı vardı. Miki çevresine baksa herkesin sağlıklı ve iyi olduğunu görebilirdi. Onu döndürmek için her şeyi yapıyordu Sabu. Yalvarıyordu. Ağlayarak, insanlar için kırılgan olmadığını yine söylüyordu. Duman bulutu yüzünden de bir şey olmayacaktı. Kendisine güvenmesini de istiyordu Miki’nin. Birbirlerine sarılıyorlar. Nao da yanlarına geliyordu o an. Miki’ye, “Bu sadece sizin sorununuz” diyordu Nao. Yapmak istedikleri ülkelerinin geleceği içindi. Sabu tepki gösteriyor Nao’ya. Hepsi yalandı. Nao, zamanın kalmadığını söylüyor Sabu’ya. Bu son uyarıydı. Bebekle ilgili bir sorun olduğunda hem ülke hem de kendileri mutsuz olacaklardı. Nao, Miki’ye Çernobil fotoğraflarını soruyor ardından. Vakit yoktu. Miki, Nao’ya güvenebilir miydi? Nao, bebeği aldırmazlarsa pişman olacağını söylüyor aileye. Sabu, Nao’ya şeytan olduğunu da haykırıyordu. Sabu ve Miki oradan giderken peşlerinden, kötü şeyler olmasını engellemeye çalıştığını söylüyordu Nao. Tüm bunları yapmaktan hoşlanmasa da göreviydi Nao’nun. Çift oradan uzaklaşıyordu geride Nao’nun kelimelerini bırakarak.

Yatakta uyurlarken, Miki yine uyanıyor. Keder yüklü ve kararsızdı. Sabu da uyanıyor. Sorun neydi? Miki korkuyordu. Sabu, sakinleştiriyor ve sabah olunca dua etmeye gideceklerdi. Sabah olunca tapınaktaydılar. Şinto tapınakta ibadet ritüellerini gerçekleştiriyorlardı beraberce. Japonya’da geçmişte Şintoizm ve şimdi Budizm hâkimdi. Şintoizm, iki bin yıldan fazla Japonya’nın inanışıydı. Bu inanış Japonya’yı daha öfkeli, istilacı, yayılmacı, ırkçı ve ayrımcı bir ulus yapmıştı. Harakiri geleneği de bu inanıştan geliyordu. II. Dünya savaşı sonrası, yenilgiyi kabul eden Japonya, halkı Şintoizm’den uzaklaştırıp Budizm’e yaklaştırdı. Günümüzde Şinto inanış üç milyonun altına indi. Budizm inanışını benimseyen Japonya’ya dinginlik, hoşgörü, barış ve bilgelik de geldi. Tapınaktan ayrılınca çocukları izliyor genç çift. Gece uyurlarken, Miki uyanmış ve ağlıyordu. Sabu da uyanınca, “Artık bunu yapma” diyordu kederli Miki’ye. Miki merkeze gitmek istiyordu. Sabu onu durdurmaya çabalasa da Miki’nin endişelerini azaltamıyordu. Sabu, kaçmasın diye ellerini ve ayaklarını bantla sarıyor. Bebekleri için yapıyordu bunları. Miki’nin ağzı bile bantlıydı. Bir rehine gibiydi sanki. Sabu, Fukuşima’ya gidecekti. Orada yavru hayvanların fotoğraflarını çekecekti. Emin olmak istiyordu. Sabu gittikten sonra Miki böyle mi kalacaktı? Kim ustanın gerçeküstücü ruhuyla böyle kalacaktı. Fukuşima, Tokyo’ya 250km uzaklıktaydı. Miki yapayalnız kalmıştı? Elleri ve ayakları da bağlıydı.

Sabu, hızlı trenle Fukuşima’ya gidiyordu. Fukuşima’ya geldiğinde polis engelliyle karşılaşıyor Sabu. Evinin burada olması söylese de polis izin vermiyor. Valizini alacağını söylüyor. Ama tehlikeliydi. İş için olduğunu söylüyor ve polis engelini aşıyordu Sabu. Sonra da hayvanların fotoğraflarını çekiyordu. Hayvanlarda değişim olmuş muydu? Her taraf bomboştu ve buraları hayvanlara kalmıştı. Kuş, domuz, eşek resimleri çekiyor Sabu. Tavuklar da vardı. Tokyo’daysa Miki acılar içindeydi. Fukuşima’daysa Sabu harabeye dönmüş bir eve giriyor. Burada da tavşanlar yuva yapmıştı. Orada onu izleyen bir kadın (Allen Ai) vardı. Yağmur da yağıyordu. Kadın kendini fark ettiriyor Sabu’ya. Genç kadın, “Seni öldüreceğim” diyerek onu ürkütüyordu. Kendinde de hiçbir sorunun olmadığını söylüyor kadın, Sabu’yu görevli sanarak.

Sabu, hızlı trenle Tokyo’ya, eve dönüyor. Kapıyı açtığında yerde yatan Miki’yi görüyor. Ona yemek yedirmeye çabalıyor sonra. Radyasyona iyi gelmesi gerekiyordu bunun. Miki, “İçimde büyüyen bir canavar var” diyor Sabu’ya. Acele etmeliydi. Sabu onu sakinleştirmeye çabalıyordu. Bunun bebekleri için sorun olmayacağını söylüyor Sabu. Ama bebek Miki’nin içindeydi. Sabu, bebeğin kıymetli çocukları olduğunu da söylüyor, ama Miki’nin endişesi çoktu. Sabu ona, endişeleniyorsa wakame yemesini söylüyor.  Tabakta wakame vardı. Sabu’nun da direnci zayıflıyordu ve neyin doğru olduğunu bilmiyordu. Miki inanmak zorundaydı. Bebeklerini normal olacağına da inanıyordu. Fukuşima’da çektiği fotoğrafları göstermek istiyordu Miki’ye. Dizüstü bilgisayarındaki fotoğrafları gösteriyor. Her şey normaldi. Hiçbir şey değişmemişti. İnsanların abarttığını da söylüyor Sabu. Doğa o kadar kırılgan değil diye söylüyor Sabu. Yerde oturan Miki onu duymuyordu sanki. Gözleri boşluğa bakar gibi ekrana bakıyordu. Sabu, her şeyin güzel ve sağlıklı olduğunu da söylese de Miki’nin içindeki korku azalmıyor.  Domuz fotoğrafını fark eden Miki, “Hamile mi”, diye soruyor. Domuzun karnı şişti. Sabu, domuzun şimdi doğurabileceğini söylüyor. Sabu, Miki’nin söz vermesini istiyor. Eğer domuz yavruları normal olursa doğacak çocuğu doğurabilirdi Miki. Birbirlerine sarılıyorlar.

Hızlı trendeydi. Sabu yine Fukuşima’ya gidiyordu. Kamera, orada bir genç adamı (Hiromitsu Takeda) daha gösteriyordu. Fukuşima’ya gelen Sabu, yine harabeye dönmüş evde domuzu arıyordu. Tavşanları görünce onların fotoğrafını çekiyordu önce. Yine aynı yerde gördüğü genç kadın çıkıyor karşısına. Öfkeli genç kadın gitmesini istiyordu ondan. Sabu, “Hamile misin”, diye soruyor. Genç kadın, “Benim çocuğum” diyordu Sabu’ya. Ne zaman doğuracaktı? Hamile genç kadın öfkeliydi ve gitmesini istiyordu. Kendisinde de yanlış bir şey olmadığını söylüyordu. Sabu, bebeği ne zaman doğuracağını öğrenmek istiyordu sadece. Hamile kadının yanından kaçan Sabu, ormanda polislerin sarı şeritle kapattığı yasak bölgeye giriyor. Bitkilerin fotoğrafını çekerken, bir ses duyuyor. Trendeki genç adam elindeki baltayla etleri parçalıyordu. Çöp şiş yapıyordu ardından. Sabu, onun da fotoğrafını çekiyordu. Yaptıklarını çantasına koyan genç adam gidiyor. Sabu da onu izliyordu. Şehre gelince genç adam omuz çantasıyla trenden çıkınca Sabu da takip ediyordu onu. Dar sokaklardan geçiyorlardı. Yönetmen, hafif el kamerasıyla yansıtıyordu bu anları. Genç adam, biriyle konuşurken, Sabu da onları gözlüyordu. Genç adam, hazırladıklarını lokantacıya veriyordu. Parasını da alıyordu. Sabu, genç adamın yanına geliyor öfkeyle. Neden kirli et sattığını soruyordu ona. Fukuşima’dan beri izlemişti genç adamı. Sabu’nun elinde etlerin kirli olduğuna dair kanıt var mıydı ki? Genç adam, eti yiyenlerin daha kirlenmiş olduğunu söylüyordu Sabu’ya. İnsanlar hem fiziksel hem de zihinsel daha kirliydiler. Et daha temizdi. Etler radyasyonlu olabilirdi. Genç adam uzaklaşıyor sonra. Ardından kamera, restoranda yemek yiyen insanları, gizlenerek yansıtıyordu.

Evde gelince de dizüstü bilgisayarından Miki’ye de çektiği fotoğrafları gösteriyor Sabu. Tehlike yoktu. Her şey sağlıklıydı. Miki’yi ikna etmeye çabalasa da Miki kararsızdı, korkuyordu. Her şey deprem öncesindeki gibiydi. Tuhaf bir şey de yoktu. Miki ağlarken, ekrandan tavşan fotoğrafları yansıyordu. Fotoğraf bulanıktı. Oradaki çılgın kadın yüzünden iyi çekememişti tavşanları. Kulaksız tavşanların internetteki fotoğraflarının sahte olduğunu söylüyordu Sabu. Manipüle ediyorlardı. Kendi çektiği fotoğraflarda tavşanlar sağlıklıydı. Geri dönüp daha çok fotoğraf çekecekti Sabu.

Sabu gündüz hızlı trenle yine Fukuşima’ya doğru gidiyordu. Harabe eve geldiğinde hamile kadının doğum çığlıklarını duyuyor Sabu. Onu gören kadın, Sabu’dan yardım istiyor. Sabu da doğuma yardımcı olacaktı. Bebek sağlıklı doğmuyor. Sabu korkuyor. Kadın boğazını kesip intihar ediyordu ardından. Sabu için dayanılması zor anlardı bunlar. Kim usta bu anları, korku filmlerindeki anlar gibi yansıtmıştı.

Sabu eve döndüğünde Miki uykudaydı. Miki’nin elleri ve ayakları yine bağlıydı. Miki uyanıyor. Sabu’nun yüzünde korku ve endişe vardı. Miki haklıydı. Sabu, yalnız başına çok acı verici olduğunu söylüyor Miki’ye. Kliniğe gitmeleri gerektiğini söylüyor Sabu. Çocuk doğmamalıydı. Sabu, o trajediden sonra ikna olmuştu. Miki, kendisi için de geç olabileceğini söylüyor kızgınlıkla. Sabu’ya öfkeliydi. Sabu neden şimdi böyle davranıyordu ki? Miki sakinleşince kliniğe gitmek için evden çıkıyorlardı. Ama öncesinde unuttukları bir şeyi yapıyorlar, öpüşüyorlardı.

Gecenin içinde caddeye çıkan Sabu ve Miki bir taksiye biniyorlar. Kliniğin kapısına geldiklerinde Miki içeri girmemek için direniyor. Sabu’dan kurtulan Miki oradan uzaklaşıyor. Sabu da Miki’nin bir tek ayakkabısını alıyordu yerden. Kim usta, Miki’yi takip ederken önden ve arkadan hafif el kamerasıyla izliyordu onu. Miki duvarda çizilmiş bebek resimleri görüyor. Kendisine tuhaf bakan insanların bakışları arasında duvarın dibine çöküyordu. Sabu da Miki’yi arıyordu kalabalıklar içinde. Acılar içinde yansıyan ve bir an yüzüne kararlılık ifadesi gelen Miki ayağa kalkıp geldiği yöne doğru yürüyor. Yağmur da yağıyordu.

Sabu evde tek başınaydı ve ağlıyordu. Kapı açılıyor. Gelen Miki’ydi. Sabu ondan özür diliyordu. Yaşananlar hep kendi hatasıydı. Miki’yi kliniğe götürmek istiyordu yine de. Doğum yapan kadının bebeğini görmüştü. Miki kliniğe gitmek istemiyordu. Karnında büyüyen çocuğu doğuracaktı. Sabu’ya, bebek nasıl doğarsa doğsun onu kabul edelim, diyordu Miki. Ama Sabu, Fukuşima’da ne olduğunu görmüştü. Miki, “Bu bebek neye benziyorsa bizim yansımamız” diyor Sabu’ya. Doğacak çocuk canavarsa kendileri de öyleydi. Miki kararlıydı. Eğer çocuk canavarsa onunla yüzleşmeliydi Sabu. Tüm bunlarsa, bu elektriği kullanmanın bedeliydi. Nükleer santralin elektriğinin bedeliydi. Miki karar vermişti. Bebeği doğuracaktı. Fukuşima’ya dönecekti. Sabu, oranın kirlenmiş bölge olduğunu söylüyor. Orada yetişen yiyecekleri yiyecekti Miki. Çılgınlık mıydı bu? Miki, ikisinin de çıldırmış olduğunu söylüyordu. Miki valizini alarak oradan çıkıp gidiyordu. Geride gözyaşı döken Sabu ne yapacaktı? Miki gittikten sonra, “Hepsi elektrik yüzünden” diyordu ağlayan Sabu. Miki gecenin içinde valiziyle kalabalığa karışıyor. Tren garına geldiğinde Sabu ona yetişiyordu. Miki, Fukuşima’ya geri dönmelerini istiyor. Sabu’yu orada bekleyecekti. Tokyo’da yapacak işi de yoktu. Sabu, tüm bu olanların hepsinin elektrikten olduğunu söylüyor bir daha. Miki yoluna devam ediyordu.

Gün ağarırken Fukuşima’ya yaklaşıyordu hızlı trenle. Evine geliyor. Evin önünde polis girilmez şeridi vardı. Ama eve giriyordu. Her şey ıssızlığın ortasında gibi görünüyordu. Karnı da epey büyümüştü Miki’nin. Ne yapacaktı şimdi?

Geceleyin Tokyo’da da Sabu, tek kişilik protesto yaparken yansıyor. İnsanlara ışıklarını kapatmasını söylüyordu. İnsanlar onun farkında bile olmadan, duymazdan gelerek geçip gidiyorlardı. Karanlık ve havasız kalınsa bile elektriklerini kapatmalarını istiyordu onlardan. Tüm bu yaşananların, Fukuşima felaketi olduğunu hatırlatıyordu. İnsanlık temiz enerjiye tamamen ne zaman dönecekti? Sabu protesto yaparken, o sırada restoranlara et satan genç adam, Sabu’yu görüyor. Sabu insanlara biraz daha dayanmalarını istiyordu. Nükleer enerjinin ürettiği elektriğe ihtiyaçları yoktu. Bir dükkâna girip çıkan Sabu, oradan geçen bir insana, yukarıda bir şeyi gösteriyor. Elektriği açmasına bile gerek yoktu. Adam, parasını verip elektriği kullananın kendisi olduğunu söylüyordu Sabu’ya. Sabu için, nükleer santralin yapılmasının nedeni, onun gibi insanlar yüzündendi. Fukuşima’nın depremden sonra radyasyonla kirlendiğini hatırlatıyordu Sabu. Adam, kullandığı elektrik hakkında konuştuğunu anladığında Sabu’ya Şibuya, Ginza ve Şinjuku’yu da hatırlatıyordu. Oradaki işaretler günışığı kadar parlaktı. Şibuya, Tokyo’nun en kalabalık semtiydi ve yoğun olarak gökdelenler vardı. Belediyenin de olduğu Şinjuku da gökdelen doluydu. Elektrik tüketme canavarı olan metro hattı Ginza da vardı. Adam Sabu’ya, “Bana ışıklarımı kapatmamı mı söylüyorsun”, diye serzenişte bulunuyordu. Adam, polisi aramadan önce saçmalamayı kesmesini istiyordu Sabu’dan. Sabu yanından gittikten sonra adam telefonla konuşuyordu. Hemen buraya gelmelerini istiyordu. Burada tuhaf bir adam vardı. Genç adam da Sabu’yu izliyordu şimdi. Sabu, büyük makasla elektrik kablolarını kesiyordu. Onu fark eden başka insanlar da vardı. Adamlar, kaçan Sabu’nun peşine düşüyorlardı. Genç adam da kovalamacaya katılıyordu. Sabu can havliyle koşuyordu. Sokağın bir köşesinde Sabu’yu yakalayan iki adam, Sabu’yu dövüyorlardı. Genç adam yetişerek Sabu’yu kurtarmaya çabalıyor. Onun da baltası vardı. Adamlardan kurtulunca, Sabu da neden yardım ettiğini soruyordu genç adama. Nedenini o da bilmiyordu. Belki kendisi gibi hepsinden bıkmış görünüyordu Sabu da. Sabu, genç adama, kirli et satmak da kötüdür, diyordu gülerek. Unutmasını söylerken, Sabu’ya ne oluyordu ki? Sabu, Fukushima’dan kaçtığını söylüyor genç adama. Eşi de hamileydi. Bebeğin engelli doğma ihtimali yüksekti. Hepsi elektrikten kaynaklanıyordu. Nükleer santralden dolayıydı tüm bu olanlar. Tüm elektrikleri kapatması gerekiyordu. Genç adam da aynısını düşünüyormuş. O da Fukuşima’dandı. Bu yüzden Fukuşima’nın tüm etlerini yemeleri gerekiyordu. Şehir tüm elektriği kullanıyordu. Neden sonuçlarına katlanmak zorunda kalan kendileriydi? Genç adam, neden güç kablosunu kestiğini de soruyor Sabu’ya. Sabu da yine aynı şeyi söylüyordu: Hepsi elektrikten kaynaklanıyordu. Sabu oyun salonu “pachinko”nun elektrik kablolarını kesmeye çabalamış. Genç adam gülümsüyordu. Bir oyun salonu sorunu çözer miydi? Sabu, parlak ışıkları görünce öfkelenmiş. Genç adam geçen treni gösteriyor. Elektriği yiyip bitiren canavardı o. Bütün insanlar onun içinden geçiyordu. Sokaklarda bile yürünebilirdi. Bu örümcek ağıydı ve insanlar da örümceklerdi. Fukuşima’ya trenle gidip gelen Sabu, bir treni kapatınca ne kadar elektrik tasarrufu sağlanacağını soruyor genç adama. Elektrik santraline ihtiyacın kalmaması için yeterli olur muydu? Genç adam, tamamen olmasa da biraz yardımı olabilir, diyor Sabu’ya. Sabu ayağa kalkıyordu birden. Kontrol kutusunun nerede olduğunu soruyor genç adama. Sabu çıldırmış mıydı? Sabu, “Hepimiz çıldırdık” diyordu koşarken.

Sonra ikisi de rayların olduğu yöne gidiyorlar. Büyük makas da vardı. Sabu kabloyu kesmeye hazırlanırken, genç adam da yakalandığında hapse gireceğini hatırlatıyor. Sabu korkmuyordu. Nereden hattı kapatacağını soruyordu sadece. Genç adam bunlardan da anlıyordu. Nereyi kapatacağını da gösteriyor Sabu'ya. Kablolar kutunun içindeydi. İşi çabucak yapıyordu Sabu. Sonra da beraber kaçıyorlardı oradan. Genç adam kabloları keseceğini sanmamış. Ama bu iş Sabu için ciddi bir işti. Daha fazlasını bile yapabilirdi. Görevliler sorunu hemen düzeltmişler ve trenler de çalışıyordu yine. Başaramamışlardı. Sabu, Tokyo Kulesini gösteriyor. Gecenin içinde ışıl ışıldı kule. Bütün ışıkları yakmak zorunda mıydılar? Paris’teki Eyfel Kulesi’ni andıran bu kule, Minato semtindeydi Tokyo’da. Genç adam, insanların umutlarını bu ışıklara koyduklarını söylüyordu. Sabu, kuleye çıkıldığında en çok elektrik tüketilen yerler görülür, diyordu genç adama. Sabu ve genç adam, kulenin asansörüyle çıkıyorlardı. Tüm şehir ayakları altındaydı. Tokyo’nun tüm ışıkları açıktı. Her şey parlaktı. En çok parlaklığın görüldüğü yer Şibuya semtine benziyordu. Şinjuku ve eğlence yerlerinin olduğu Roppongi de görülüyordu. Genç adam, “Suaygırları gibi elektrik tüketiyorlar” diyor. Fabrikalar da görülüyordu yukarıdan. Elektrik olmadan Japonya’da hiçbir gelişme olmaz, diyor genç adam. Tokyo Körfezi’ndeki birçok fabrika sudan ve elektrikten yapılmıştı. Elektrik ayrıca, önde gelen Japon şirketlerine de güç sağlıyordu. Japonya, burada üretilen makineleri ihraç ederek yaşıyordu. Bu fabrikalar, insan hayatı kadar önemli miydi? Genç adam, “O arabalar bile elektrik kullanılarak yapıldı” diyor Sabu’ya. Genç adam, “Sen de telefonunu kullan” diyordu ardından. Hepsi elektrik kullanılarak yapılmıştı. Genç adam, Sabu’nun da suç ortaklarından biri olabileceğini ima ediyordu ardından. Caddede ışıklar içinde akan trafiği gösteriyor genç adam. Herkes işin içindeydi. Kendisi, seyahat edip yazıyordu. Herkes suçluydu. Radyasyondan ölseler bile şikâyet edemezlerdi. Sabu şaşkınla genç adama, “Atom gücüne karşı mısınız”, diye soruyordu.  Karşıydı. Nükleer santral patlarsa hepsi canavar olurdu. Sabu, Tokyo’nun nasıl kapanacağını soruyor genç adama. Kaos mu yaratmak istiyordu? Sabu çılgın değildi, uyanıyordu. Fukuşima’da yaşadığı olay ona, neyin önemli olduğunu da göstermişti. Çocuğunun nükleer bir dünyada yaşamasını istemiyordu Sabu. Genç adam, sonun hapsolduğunu da hatırlatıyor. Sabu korkmuyordu. İnsanlar, onun eylemleriyle gerçeği anlayabilirler miydi? Bundan daha büyük bir şey var mıydı? Sabu’nun büyük düşünceleri vardı. Sabu, Tokyo’daki elektriği kesmek istiyordu öncelikle. Genç adam bunu biliyordu. Tokyo’ya gelen elektrik hattı kesilmeliydi. Ya nükleer santralden gelen hat? Bu mümkün değildi. Yüksek voltaj vardı orada. Sabu kabloları kesmeye çok istekliydi. Genç adam, o Tokyo’da elektrik olmadan her yer karanlık olacak, diyordu Sabu’ya. Ama yapamazlardı. Tokyo için her şey daha karmaşıktı. Yakalanırlarsa hayatlarının geri kalanı hapiste geçebilirdi. Sabu, “Kirlenmiş alanda ne gördüğümü biliyor musun”, diyordu. Hamile kadın çocuğunu doğurmuştu. Korkunçtu. Genç adam bebeği soruyordu. Kulakları, gözleri var mıydı? Bunları, genç adamın hayal gücüne bırakıyordu Sabu. Tokyo’nun enerji hattı neredeydi? Genç adam önce bunu bulacaktı. Tekrar edeceklerdi. Genç adam, üç gün sonra Şinkuju metrosunda buluşmak üzere gidiyordu. Sabu, gelecekleri için olduğunu söylüyordu genç adam giderken. Ardından da ışıklar içindeki şehre bakıyordu.

Gündüz Fukuşima’da, Miki yerlerdeki otları toplarken, elinde poşetle Sabu yanına geliyor. Tokyo’dan getirdiklerini yemesini istiyordu. Miki istemiyor. Topladıkları ona yeterdi. Karnı da epeyce şişmişti. Miki, masada kendi yaptıklarını yerken Sabu da “Neden böylesin”, diye soruyordu. Yabancılaşmış gibiydi Miki. Onu anlayamıyordu Sabu. Her şeyi kabul etmeye karar vermişti Miki. Özel bir sebebi de yoktu bunun. Bebekle ilgili hiçbir sorun olmasını istemiyordu Miki. Şefkatle karnını okşuyordu. Sabu kendi gözleriyle görmüştü. Fukuşima’da doğum yapan kadını ve bebeğini görmüştü. Ölü bebekle intihar etmiş anneyi gösterebilirdi ona. Miki ona durmasını söylüyor. Olumsuz hiçbir şey duymak istemiyordu. Sabu için bu felaketti. Miki ona gitmesini söylüyor. Sabu, hayatını baskı altına alıyordu yine onun. Sabu için hepsi elektrik yüzündendi. Tokyo’nun elektriğini tümden kesecekti Sabu. Anlamı yoktu Miki için. Bebek yakında doğacaktı. Sabu onu, hastaneye götürmek istiyor. Miki, burada tek başına doğum yapacaktı. Sabu burada olmak istemiyordu. Bir daha aynı şeyi yaşamaktan korkuyordu. Ağlayan Sabu, yanında olamayacaktı Miki’nin. Kim usta bu anlarda, kadının gücünü, erkeğinse zayıflığını görselleştiriyordu. Daha öncesinde de bunu hissettirmişti, tek başına doğum yapan kadını göstererek. Sabu, daha önemli bir şey olduğunu söyleyip oradan gidiyordu.

Hızlı trenin penceresinden devasa elektrik direkleri görünüyordu. Trenden, genç adamla beraber iniyor. Sabu’nun görevleri vardı. Tarlalarda yürüyorlardı. Her tarafı büyük elektrik direkleri kuşatmıştı sanki. Devasa bir direğin altında duruyorlar. Tüm malzemeleri de yanlarındaydı. Genç adam genişçe direği kesmeye çabalarken, Sabu da diğer direkle uğraşıyordu. Ayakları kesip devasa direği devireceklerdi. Genç adam, işlerinin çabuk bitmesini istiyordu. Hava da kararmak üzereydi. Ama zor bir işti bu. Biraz yiyip içmek için ara veriyorlar. Miki evde geceliğini giyinmiş kitap okurken, sancılanıyor. Acı çekiyordu. Karanlık çökerken, Sabu ve genç adam hâlâ direği devirmeye uğraşıyorlardı. Diğer tarafta Miki’yse doğum sancıları çekiyordu. Kim usta bu anları, koşut kurguyla yansıtıyordu. Direkler devrilmek üzereydi. Ikınan Miki’yse, acılar içinde doğum anı yaşıyordu. Direk devrilirken, Miki’nin çığlığı her yeri kaplıyordu. Tokyo da karanlıklar içinde kalıyordu o an.

Zaman geçiyor. Yedi yıl sonrasıydı şimdi. Gökyüzünden bulutlar içindeki dağlar yansıyordu. Miki Sabu evdeydiler. Miki yavaşça odaya giriyordu. Oğulları içeride uyuyordu. Oğlu uyanıyor. Kulak tıkaçlarını takacaktı. Büyük kulaklık da takıyordu. Sonra da kahvaltı yapıyorlardı beraberce. Miki çok mutluydu. İlk defa yüzü gülüyordu sanki. Çocuk, sesleri herkesten daha yüksek duyuyordu. Annesi bu yüzden kulaklarına tıkaç koymuştu. Kapının sesini bile gök gürültüsü gibi duyuyor olabilirdi çocuk. Miki, gelecek için endişeliydi. Oğlunun sesleri çok yüksek duymasındandı. Sabu, bu kadar olmasına da seviniyor. Daha kötüsü de olabilirdi. Çocuk okula gittikten sonra Sabu, bir haber okuyordu tabletinden. Nükleer santralin yeniden başlatılması onaylanmıştı. Miki bulaşıkları yıkarken bunun haberini veriyordu Sabu. Ne düşünüyordu onlar bunca felaketten sonra? Miki, “İnsanlar çok çabuk unutur” diyordu. Günışığının gözler için iyi olduğunu söylüyorlarmış. Yağmur da başlıyor. Oğulları Daiki şemsiyesini almamış. Miki telaşlanıyor. Oğluna şemsiye götürecekti. Sabu da gelmek istiyordu.

Sonra okula giden Daiki (Daiki Fujino) yansıyor. Ardından gelen çocuklar yüksek sesle konuşarak çocuğu rahatsız ediyorlardı. Zevk alıyorlardı bundan. Çok acımasızdılar. Daiki acı çekiyordu. Daiki’nin çığlığını duyan Sabu ve Miki, oğullarının yanına koşup onu sakinleştiriyorlardı. Görüntü, birbirine sarılan ailenin üzerine kararıyordu. Ardından son jenerik yazıları yansıyordu. Film 2015'te çekildi. 2011'de deprem oldu. Final yedi yıl sonrasına gidiyordu, yani 2018 yılına. Bu özelliğiyle “fütürist” film denebilirdi “Stop” filmine.  

 

 “Ağ…”

Kim Ki-duk ustanın 2016 yapımı “Geu-mul-Ağ” filmi, Kuzey ve Güney diye ikiye ayrılmış, iki farklı sistemle yönetilen bu iki ülkeye bir Kuzey Koreli balıkçının dramını öne çıkartarak bakıyor. Bu filmi izlerken, iki taraftaki ürpertici paranoyaya da dokunuyor insan. KKD Film’in sunduğu filmin senaryosunu Kim usta yazmış. İnsanın içinde dolaşan müzikleri de Park Young-min bestelemiş. Çarpıcı görüntüleri yansıtansa elbette yönetmenin kendisiydi. Bu film ülkemizde Ocak 2017’de gösterime çıkmıştı.

Filmin adı kütüğün üzerindeki kâğıda yazılmış halde yansıyordu önce. Sonra genel çekimle nehir yansıyor. Ardından dışarıdan bir ev görünüyor. Sabah. Kamera içeri girdiğinde duvarda yan yana asılı iki ayrı çerçeveli fotoğraf fark ediliyordu. Bu Kuzey Kore’yi kuran edebi lider Kim Il-sung ve onun oğlu Kim Jong-il fotoğraflarıydı bunlar. Oğlu Kim Jong-il, kekemeydi ve halka hiç hitap etmemişti. Kim Jong-il’in oğlu Kim Jong-un ise, karizmatik dedesini örnek alıyordu kendine. 

Balıkçı Nam Chul-woo (Ryoo Seung-bum) yer yatağında uyurken karısı (Lee Eun-woo) onu uyandırıyor. Ağları toplaması gerekiyordu Chul-woo’nun. Küçük kızları da vardı. Karısıyla sevişmek istiyordu Chul-woo, başına gelecekleri biliyormuş gibi. Onlar yorgan altında sevişirken küçük kız (Han yoo-jeon) uyanıyordu. Kahvaltı yaptıktan sonra kızının yırtılmış oyuncak ayısını tamir etmeye çabalayan Chul-woo, ardından bisikletine binip 26. Sınır Karakolu’na geliyor. Güney’e doğru da güçlü akıntı olduğunu söylüyor asker. Hava da sisliydi. Kimliğini gösteriyor. Kontrolden geçtikten sonra küçük motorlu teknesiyle önceden attığı ağı toplamaya başlıyor. Ama ağ motora dolanınca motoru arızalanıyor ve Güney’e doğru sürükleniyor Chul-woo. Karakoldan da onu izliyorlar dürbünle. Kendi isteğiyle mi, yoksa akıntıyla mı Güney’e gittiğini anlayamıyor Kuzeyli sınır muhafızları. Chul-woo, karakoldakilere işaret ediyor kurtarmaları için, ama anlayamıyorlar. Tekne Güney’e yaklaşırken ona doğru nişan alıyorlar. Asker, müfreze komutanına (Jo Jae-ryong), “Motoru bozuldu” diyor. Ailesi de buradaydı Chul-woo’nun. Sınırda kırmızı dubaları geçiyor ve şimdi Güney Kore’deydi Chul-woo. Sınırı geçince ateş edemiyorlar. Müfreze komutanı “Evine gidelim” diyor askerlere.

Öbür tarafta, Güney’de teknoloji hemen fark ediliyordu. Güvenlik kameraları da vardı her tarafta. Burası da 13. Sınır Karakolu idi. Sazlıklarda Chul-woo’nun teknesi fark edilmiş. Tüfekli askerler sazlığa gidiyorlar. Chul-woo, “Teknem bozuldu” diyor. Onu arabaya bindiriyorlar. Her taraf tel çitlerle kaplıydı. Fonda da etkileyici ve bir ağıda dönüşen tınılar duyuluyordu bu anlarda. Chul-woo’nun şaşkınlığı ve korkusu yüzünden yansıyordu. Onu Seul’a götürüyorlar. Hiçbir şeyi görmek istemiyor ve gözlerini kapatıyor. Chul-woo, “Ben Kuzey’e aitim” diyor. Arabadakiler, yüksek binayı gösteriyorlar. Dünyanın en uzun beşinci gökdeleniymiş. Sonra da onu KCIA’ye götürüyorlar. Burası, Amerika’daki CIA gibiydi. Sorgunun başında da gözlüklü Şef (Ji-il Park) vardı. Ceplerini boşaltıyorlar. Kimliği ve ailesinin fotoğrafı vardı sadece yoksul balıkçının. Chul-woo, “Ben ajan falan değilim” diyordu ısrarla. Soyunduruyorlar ve duşa sokuyorlardı onu. Ona yeni elbiseler veriyorlar. Genç ajan Oh Jin-woo (Lee Won-keun) onu korumakla görevliydi.

Chul-woo’nun kimliğini inceledikten sonra onun ajana benzediğini söylüyorlar. Ardından Chul-woo, kendine verilen eşofmanı ve spor ayakkabısını giyiyor. Sorgulama dedikleri şey de başlayabilirdi şimdi. Onu, Kuzey Korelilerden nefret eden Müfettiş (Kim Young-min) sorguluyor. Sorgu odasında masanın öbür tarafında oturan Chul-woo, “Lütfen beni geri gönderin” diyor Müfettişe. Yasal yolla gelmediği için sorgulanması gerekiyormuş. Müfettiş, “Ben, Kuzey Kore’ye gitsem serbest bırakırlar mı”, diye soruyor. Müfettiş ondan bütün geçmişini yazmasını istiyor. Sorguyu Şefle Güney Kore Enformasyon Bürosu Şefi Lee de (Choi Gwi-hwa) izliyor. Casusluk yapmadığından emin olmaları gerekiyormuş.

Chul-woo’ya bir oda veriyorlar yatması için. Güney Kore’yle ilgili hiçbir şey görmek istemiyordu. Kendini gözetleyen kamerayı da fark ediyor. Sonra televizyonu açan ve haberlerde Kuzey Kore Lideri Kim Jong-un’u görünce birden ayağa kalkıyor Chul-woo. Haberde liderleri Kim Jung-un’un şehit cenazesinde ağladığı vurgulanıyordu. Ailecek çektirdikleri fotoğrafa bakıp hüzünleniyordu Chul-woo. Ona verdikleri yatakta değil, yerde uyuyor sonra Chul-woo. Odaya Jin-woo geliyor. Ona yemek getirmiş. Chul-woo, kendini izlediklerini bildiğini söylüyor. Sonra menüden yemek seçiyor ve karnı aç Chul-woo iştahla yemeğini yiyor. Ardından da yine sorgu başlıyor. Onun ajan olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Çünkü askeri güvenlik bölgesine girmiş. Başka bir casus, Chul-woo gibi yapıp ellerinden kaçmış. Chul-woo askere gitmiş miydi? Özel Kuvvetlere mi aitti? Sonra tuvalete gidiyor Chul-woo. Yine onu izliyorlardı. Müfettiş ve iki ajan ona saldırıyorlar. Onlara karşı koyuyor Chul-woo. Çünkü o güçlüydü ve dövüş sanatlarını da biliyordu. Kelepçe takıyorlar ona. Özel Kuvvetler askeri miydi Chul-woo? Jin-woo, ona işkence yapmalarına karşı çıkıyor tuvalette. Jin-woo istifa edeceğini söylüyor öfkeyle Müfettişe. Sonra yine sorgu odasında Müfettiş, tüm geçmişini yazmasını istiyor ondan. Chul-woo, orduda 8. Bölük’te sıradan bir askermiş. Bu birlik hakkında her şeyi öğrenmek istiyor Müfettiş. Sonra yazıyor Chul-woo.

Jin-woo, eli yaralanmış Chul-woo’nun eline merhem sürüyor odada. En başından beri zararsız bir insan olduğuna inanıyor Jin-woo onun. Sonra gece uyurken Müfettiş geliyor odasına. Jin-woo da peşinden geliyor. Yazdıkları hakkında sorular soruyor yorgun ve uykusuz Chul-woo’ya. Sonra yine sorgu odasına götürüyorlar onu. Hep aynı şeyi söylüyor Chul-woo. Teknesi bozulmuştu. Gerçek olan, paranoya karşısında saçma gibi görünüyordu işte. Müfettiş Chul-woo’ya, “Bugün yazdıklarında Pyonyang’dan bahsettin, ama dün yazmamıştın”, diye soruyor. İnsan unutamaz mıydı? Chul-woo, “Ben casus değilim. Size acıyorum” diyor Müfettişe. Sürekli yazdırıyor Müfettiş, aklına yeni bir şey gelir diye. Onun hafızasına güvenmiyordu. Ama Chul-woo da uyumak istiyordu. Jin-woo, onları izlerken soruşturma odasını bölen camekânın ardında uyurken yansıyor. Müfettiş geliyor ve Jin-woo’nun üstünü örtüyor. Sorgu odasına döndüğünde yine başlıyor Müfettiş. Bu defa da babasının ölüm tarihini yanlış yazmış Chul-woo. Bunun altında bir şeyler olabilir miydi? Chul-woo isyan ediyor ve onlara “Şeytanlar” diye bağırıyordu. Ardından Müfettişin yakasına yapışıyor ve “Sekizinci bölüğün demir bileği benim” diyor. Uyanan Jin-woo, onları ayırıyor. Diğer ajanlar da geliyor. Ona kelepçe takılıyor. Ardından yine Müfettiş sorgulamaya başlıyor onu. Tokat atıyor Chul-woo’ya. Casusluk için onu seçtiklerini söylüyor. Chul-woo, “Casusa mı ihtiyacınız var”, diyor Müfettişe. Eğer itiraf ederse birkaç yıl hapiste yattıktan sonra burada eğitim verilirmiş Chul-woo’ya. “Diktatörlükte ne işin var”, diyor Müfettiş. Sorgulamalardan yorgun düşmüş Chul-woo Müfettiş’e sürekli “Şeytansın” diye söyleniyordu. Müfettiş de ona yumruk atarken kazanacağını söylüyordu.

Şefin ofisinde. Önce Güney Kore bayrağı yansıyor. Müfettiş Şefe soruşturma hakkında bilgi verirken, Şef ondan kanıt istiyor casus olduğuna dair. Potansiyel olarak kanıtı varmış Müfettişin. Şef, Chul-woo’nun casus olduğuna inanmıyor. Müfettişin sert yöntemlerinden de haberi vardı. Lee Sang-taek davasını hatırlatıyor ona. Müfettiş bütün bunları intikam için mi yapıyordu? Casus yakalamak Müfettişi mutlu ediyormuş. Şef kızıyor ve gerçek casusları yakalamasını söylüyor ona. Müfettişe son davayı hatırlatıyor. İşkencelerden dolayı halk ayaklanmak üzereymiş. Sonra da Vietnam’dan gelen Kuzey Koreliyi sorgulamasını istiyor Müfetti’ten.

Yine sorgu odasında Müfettiş ona yine yazdırmak istese de Chul-woo yazmak istemiyordu artık. Chul-woo, “Bekle gör. İntikamımı alacağım senden” diyor Müfettişe. Ardından Müfettiş sorgu odasından çıkıyor. Kapıda da Jin-woo ve iki ajan da vardı. İki ajan sorgu odasına giriyor. Chul-woo’nun işlemi bitmiş. Birkaç bürokratik işlemden sonra ülkesine gönderilecekmiş. Ama arızalı teknesi hazır değilmiş. “Ailem orada tehlikede” diyor Chul-woo. Odasında fotoğrafa bakıp ağlıyor sonra. Ardından odasına Takım Dönüştürme Sorumlusu bir kadın (Sung Hyun-ah) geliyor. Chul-woo’dan özür diliyor. İşleri, siste görünmeyen bir şeyi ayırmak gibi diyor kadın. Ona, “Gitmek zorunda mısın”, diye soruyor sonra. Onun iltica etmesini umuyorlar. Teknesinin bozulmasını Tanrı’nın verdiği fırsat olarak görebilecek miydi Chul-woo? Ona vatandaşlık teklif ediyorlar. İltica ederse bir evi ve bir işi olacakmış. Ya ailesi? Ailesini Güney’e nasıl getirecekti? Kadın, “Burada yeni bir aile kurarsın” diyor ona. “Hayvanlar bile sürüyü terk etmezler” diyor Chul-woo. İnsanlar neden bu kadar acımasızdı? Şef de onları izliyordu ekrandan. Kadın, “Diktatörlükte yaşadığınız için utanç duyuyorsunuz” diyor Chul-woo’ya. O da “Ülkemize geldiniz mi”, diye soruyor. Mutsuz olduğunu nereden biliyorlardı? Orada beyni mi yıkanmıştı? Kadına göre, Kuzeyliler özgürlüğün ne demek olduğunu bilemezlerdi. Chul-woo kameraya bakıp, “Oyun oynamayı kesin” diyor. Şef, Enformasyon Direktörü Lee’ye, onu diktatörlüğe geri gönderemeyeceklerini söylüyor. Direktör Lee, “Onu özgür bırakabilir miyiz”, diyor. Güney Kore’deki yaşam tarzlarını görür, imrenir ve belki de o zaman vatandaşlık isterdi. Sonra Jin-woo’yla konuşuyor Direktör Lee. Ajan Jin-woo karşı çıkıyor buna. Çünkü ailesi vardı geride. Planlarıysa, bir yere gidiyormuş gibi yapıp Chul-woo’yu Seul’ün caddelerinde serbest bırakmaktı.

İlticacı başka bir Kuzey Koreli, Chul-woo tuvaletteyken geliyor. “Nerelisin yoldaş”, diyor yeni gelen. Casus diye tutuklanmış Lee Du-chun (Lee Sol-gu), Chul-woo’dan bir mesaj iletmesini istiyor. Seul’da merkez istasyonunda meşhur çorbacı varmış. Kızı Azelya orada çalışıyormuş. Mesaj şiir gibiydi. Mesajında, “Mayıs’ta açan yedi açelya / Üçünü kırlangıca ver / İkisini geyiğe ver / Son ikisini de pisibalığına” diyordu Du-chun. Sonra Jin-woo odasında Chul-woo’ya içecek veriyor. Ama o içmiyor. “Yarın bir yere gitmek zorundayız” diyor Chul-woo’ya. Kendisi için yapılan planlardan haberi yoktu Chul-woo’nun. O, sorgudan korkuyordu. Seul’u gezdireceğini söylüyor Jin-woo ona. Chul-woo, bilmemek için etrafı öğrenmekten de korkuyor. Gittiği yerde de sorgu onu bekleyebilirdi. Kuzey Koreli ilticacı Du-chun ajanlardan kaçarken, merdivenlerde Chul-woo ve Jin-woo’yu görüyor. Yine mesajı okuyor, ardından da dilini kopartıp yutarak intihar ediyor. Şef de geliyor olay yerine. Müfettiş, “O bir casus” diyor. Şef, Çin’den delil toplayacakmış Du-chun için.

Jin-woo, üzerinde eşofman olan Chul-woo’ya palto veriyordu. Bir de bere. Artık dışarı çıkacaktı Chul-woo. Özgür adam olacaktı. Dışarı çıkınca arabada yine gözlerini kapatıyor Chul-woo. Ailesi tehlikeye girebilirdi. Jin-woo’yla konuşurken intihar eden Du-chun’un sahte casus olup olmadığını nereden bileceksiniz, diyor. Çünkü Çin’de para için her şeyi yapan insanlar vardı. Şef ve Lee, onları ekrandan takip ediyorlardı. Fonda da hüzünlü tınılar duyuluyordu. Jin-woo, Seul’un lüks mağazalarının olduğu caddede onu arabadan indiriyor. Caddede beraber yürüyorlar. Chul-woo, hiçbir şey görmemek için gözlerini hâlâ kapalı tutuyordu. Chul-woo, Jin-woo’ya hep “Yoldaş” diyor. Jin-woo, caddede tek başına bırakıyor onu. Chul-woo’nun üzerinde de mikrofon vardı. Caddenin ortasında gözleri kapalı Chul-woo’ya yardım etmek isteyen insanlar da vardı. Sonra gözünü açıyor Chul-woo ve gözleri ışıltılı lüks mağazalara takılıyor. Vitrinde oyuncak ayı da görüyor Chul-woo. Bu anlarda fonda etkileyici tınılar duyuluyordu. Çöpte atılmış bir dizüstü bilgisayar bile görüyor Chul-woo. Bilgisayarı inceliyor, ama ne olduğunu anlayamıyor. Jin-woo da uzaktan izliyor onu. Üzerinde mikrofon olduğunu anlayan Chul-woo, “İltica etmek istemiyorum. Yeter. Çık ortaya” diyor Jin-woo’ya. Mikrofonu çıkartıp atıyor. Onu kaybediyorlar. Şimdi yapayalnızdı Chul-woo. Şimdi sıra meşhur çorbacıyı bulmaya gelmişti. Bir sokakta fahişe Min-ja (Ahn Ji-hye), birilerinden kaçarken yansıyor. Min-ja’yı adamlardan kurtaran Chul-woo, onunla yemek yiyor sonra. “Özgür ülkede olmak bu kadar zor mu”, diyor Chul-woo. Ağlayan Min-ja, “Özgür mü? Sen öyle sanıyorsun” diyor. Parası yokmuş. Vücudunu satmak zorundaymış. Chul-woo’yla yaşarmış Min-ja. Yemek de yapıyormuş. Ona da meşhur çorbacıyı soruyor Chul-woo. Sonra meşhur çorbacıya geliyor ve Azelya’yı (Kim Soo-ah) buluyor. Kız, babasının ülkeye giriş yaptığını biliyormuş.  Ona hatırlayabildiği kadarıyla mesajı okuyor. Babasının öldüğünü anlayan kız montunu giyip oradan gidiyor.

Gecenin içinde bir bankta uyuyakalmış Jin-woo’yu buluyor Chul-woo. Ona, “Bana güvendiğin için teşekkürler” diyor Chul-woo. Uyanan Jin-woo merkezi arıyor. Tesadüfen tanıştığı Min-ja’dan söz ediyor Chul-woo. Çok güzel bir kızdı. Para için kendini satıyordu. Bu ülkede yapacağı başka bir işi yok muydu? Jin-woo, “Işık parlakken gölgen büyür” diyor Chul-woo’ya. Özgürlük, mutluluğu garanti edebilir miydi? Burada çok güzel yemekleri çöpe attıklarını görmüş Chul-woo. Güney Kore’nin çok bereketli ülke olduğunu düşünüyor Chul-woo. Herkesin cep telefonu vardı. Canları ne isterse yiyebiliyorlardı. Ama burada kalmak da istemiyordu. Ailesi buradaki yaşamdan önemliydi. Jin-woo, büyükbabasının da Kuzey Kore’den geldiğini söylüyor. Barış olduğunda Jin-woo’yu davet edecekmiş Chul-woo.

Merkeze getirilen Chul-woo yine sorgu odasında Lee tarafından sorgulanıyor bu defa. Gözden kaybolduğu anlarda ne yapmıştı Chul-woo? Müfettiş de sandalyede oturuyor, Chul-woo’nun arkasındaydı. Güzel bir kadınla tanıştığını söylüyor. Sonra Müfettiş sorguluyor onu. Cam bölmeden Lee ve Jin-woo da izliyor onları. Jin-woo, onun casus olmadığına inanıyor. Olsaydı dönmezdi. Müfettiş, kod adı Azelya olan kızın fotoğrafını gösteriyor. Yine işkence yapıyor Müfettiş. Mesajı söylüyor Chul-woo. Müfettiş kapıyı kilitliyor. Müfettiş, Chul-woo’ya yine yazdırmak istiyor. Chul-woo ağlıyor ve suçlu olmadığını söylüyor. Yazıp imzalarsa onu evine göndereceklermiş. Yazıyor ve imzasını atıyor. Müfettiş’in bir oyunu muydu bu? Yüzü de kanlar içindeydi Chul-woo’nun. Casusluk yaptığı için artık özgür değilsin, diyor Müfettiş ona. Müfettişin Chul-woo’ya işkence yaparak aldığı yazıyı almak istiyor Jin-woo.  Müfettişin ailesini Kore Savaşı’nda kaybettiğini biliyor Jin-woo. İmzalı itiraftan ikna olmayan Şef, vatandaşlık için Chul-woo’yu ikna etmelerini istiyor. Şef de Müfettişin Chul-woo üzerinden intikam peşinde olduğunu biliyordu. Lee, Chul-woo’nun odasında ona sigara veriyor. Artık casustu ve ceza alacaktı. Kurtulmak için tek çare iltica etmekti. Chul-woo, “Ülkeme ihanet edip ailemden ayrılacak mıyım” diye soruyor. Eğer iltica etmezse hayatına devam edebilecek miydi? İltica etmek istemiyor. Tek istediği ailesine geri dönmekti. Sonra Jin-woo’yla konuşuyor Chul-woo. Ona ülkesindeki nehri anlatıyor. Avladığı balıkları. Ama şimdi kendi ağına dolanmıştı Chul-woo. Avladığı balıklar gibiydi. Ağa giren balığın işi biterdi. Dışarı çıkan Jin-woo, bu konuşmaları veda konuşması olarak yorumluyor. Chul-woo intihar mı edecekti? Güvenlik kamerasını kapatan Chul-woo, tıpkı intihar eden Du-chun gibi dilini ısırıyor. Jin-woo ve iki ajan, Chul-woo’yu kurtarıyorlar. Müfettiş ve Lee de geliyor oraya. Şef odasında, Müfettiş’e ileri gittiğini söylüyor. Basının da Seul gezisinden haberi varmış. Görüntüleri istiyorlarmış. Jin-woo, görüntülerin basına verilmesine karşı çıkıyor. Kuzey Kore öğrenirse onu yaşatmazlardı. Şef, amaçlarının diktatörlükten daha fazla insanı kurtarmak olduğunu söylüyor. Güneylilere göre Kuzeylilerin beyni yıkanmış. Onlara saygı göstermek anlamsızdı. Chul-woo’nun istekleri de anlamsızdı Şef’e göre. Beyni yıkanmıştı Chul-woo’nun. Bu beyin yıkama söylemi, Soğuk Savaş döneminden beri Batı’nın propagandasıydı Doğu Bloğu için.

Görüntüler basına veriliyor. Jin-woo, Chul-woo’nun odasında televizyonu açıyor. Haberlerde, “Kuzey Koreli balıkçının Seul gezisi” vardı. Chul-woo korku içinde kalıyor. Ya Kuzey Kore’nin de bu görüntülerden haberi olursa? Jin-woo, “Geriye dönersen seni sorguya çekerler” diyor. Şef’e, Kuzey Kore’de de görüntülerin yayınlandığını söylüyor Lee. Kuzey Kore’de, Chul-woo’un ailesi televizyona çıkartılıyor. Karısı, “Chul-woo çok sadık bir kocaydı” diyor. Kızı da vardı yanında. Duvarda da ölen iki liderin çerçeveli fotoğrafları vardı. Karısı, Chul-woo eve dönünce suçlanmayacağını söylüyor. Chul-woo, devrimciydi ve vatanına dönmeliydi. Chul-woo’yu iade edeceklermiş. Lee için hâlâ o bir şüpheliydi. Onun hakkında pek bir şey bilmiyorlardı. Lee, “Diktatörlük için değil, ailen için döneceksin” diyor Chul-woo’ya. Kuzey Kore’nin nükleer testlerini de hatırlatıyor Lee. Kuzey’in geleceği tehlikedeymiş. Ona, casusluk teklifi yapıyor Lee. Görevi de gizli üsleri bildirmekmiş. Ama Chul-woo, barış adamıydı. Jin-woo, onun odasına hediyeler getiriyor. Güney Koreli yardım dernekleri bu hediyeleri sunmuşlar ona. Ama o istemiyor.

Odasında yeni elbiselerini giyinen Chul-woo, sonra yatağına uzanıyor. Kapısı çalıyor. Jin-woo, hediyeleri satıp ona yüklüce dolar veriyor. Kızına da oyuncak ayı almış. Sorgu odasına gidiyor Chul-woo. Müfettiş birini sorgularken, “Bana özür borçlusun” diyor. Jin-woo da geliyor. “Senin gibi aptallar yüzünden barış yapamıyorlar” diyen Chul-woo, ona insan olmadığını da söylüyor. Jin-woo’yu dışarı çıkartan Chul-woo, kapıyı kilitliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. Şef de geliyor. Şef öfkeli ve Müfettiş’e yanlış verilen raporu soruyor. Çin belgeleri sahteymiş. Müfettiş yüzünden Şef’i sorguya alacaklarmış. Müfettiş, milliyetçi marşı söylemeye başlıyor birden. Marşta, “Denizlerimiz ve Beaktu Dağı kuruyana kadar / Tanrı ulusumuzu korusun / Çiçekli dağların vatanı / Büyük Kore halkı / Her zaman dürüst olacak” diye gidiyordu. Müfettiş’in alnından kanlar akıyordu. Chul-woo ona vurmuştu.

Jin-woo, arabayla Chul-woo’yu getiriyor ve teknesine bindiriyor. Basın da oradaydı. Yolculuğa çıkarken üstündeki elbiseleri de çıkartıyordu Chul-woo. Kuzey Kore’ye dönünce orada da sorgu başlıyor. Kuzey Koreli Müfettiş (Sung Hyun-ah) sorguluyor bu defa. Chul-woo yüzme biliyor muydu? Tekneyi almak on yılını almış Chul-woo’nun. Burada da tüm ayrıntıları yazması isteniyor ondan. Gözlerinin kapalı olduğunu söylüyor. Güney Kore istihbaratında ajanları varmış. Öyle söylüyor Müfettiş. Güney’e gidince Chul-woo kendini imparator mu sanmıştı? Seul gezisini neden yarım bıraktığını da soruyor Müfettiş. Ailesi olmasaymış orada yaşamak ister miydi Chul-woo? Birden ayağa kalkan Chul-woo, “Çok yaşa” diye bağırıyor. Müfettiş, ülkesine ihanet ettiğini itiraf etmesini istiyor ondan. Oyuncak ayıyı da bulmuşlar teknede. Bu da şüpheli durumdu. Başka ne getirmişti? Ayağa kalkıyor Chul-woo. Sonra akşam haberleri için fotoğraflarını çekiyorlar. Ölen iki liderin çerçeveli fotoğrafları da asılıydı sorgu odasının duvarında. Yazmak da istemiyor artık Chul-woo. Zaten gözlerini kapatmıştı. Yazmazsa ailesini de göremeyecekmiş. Yazıyor. Karnı ağrıyor. Müfettiş, “Ülkeni savunmak için aç mı kaldın”, diyor alay ederek. Yemek söylüyor. Yemekten sonra tuvalete gidiyor Chul-woo. Müfettiş tuvaletin kapısını açıyor. Chul-woo’nun elindekileri deliğe atarken dolarları görüyorlar. Ne olacaktı şimdi? Müfettiş ve diğer ajanlar dolarları bölüşüp Chul-woo’yu serbest bırakıyorlar. Oyuncak ayıyı da ona veriyorlardı.

Evinin orada asılı dövizde “Hoşgeldin Nam Chul-woo yoldaş” yazıyordu. Yorgun ve hayal kırıklığıyla eve dönüyor Chul-woo. Fonda da hüzünlü tınılar duyuluyordu. Evde, karısı ve kızı onu bekliyorlardı. Karısını sorguya çekmemişler. Sabah teknesine gitmek için sınır karakoluna geliyor. Onu bırakmıyorlar. Balık tutması yasaklanmış. Balık tutmazsa ne iş yapacaktı? Teknesine gitmeyi başarıyor. Müfrezedeki asker tüfeğini ona doğrultuyor. Asker üstlerini arıyor. Vurma emri verilmiş. Tekneye biniyor ve nehre açılıyor Chul-woo. Fonda da etkileyici tınılar duyuluyordu bu anlarda. Motoru çalıştırıyor. Ateş ediliyor. Chul-woo vuruluyor.  Yönetmen, Chul-woo’ya ne olduğuna seyircinin hayal gücüne bırakmış motorlu tekne yavaşça Güney’e doğru sürüklenirken finalde.

 

“İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan...” 

Kim Ki-duk ustanın, 2018'deki 68. Berlin Film Festivali'nde “Panorama” bölümünde gösterilen ve “kadın düşmanı film” diye büyük tepki çeken metafizik bu kıyamet sonrası gerçeküstücü “İnkan, gongkan, sikan grigo inkan-İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan” filmi, hiçbir ülkede gösterime çıkamadı. Bu filmin metafizik önemi, varoluşçu yorumuyla değerleniyordu. Öncelikle de uzay ve zaman kavramlarıyla. Elbette Tanrı da vardı. Kim usta burada Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz’e (1646-1716) yaklaşıyordu. Leibniz’deki “iyimserlik” (optimizm), “kötümserlik” (pesimizm) karşıtı olan bir kavramdı. Leibniz’in iyimserliği, umutlu olma durumundan çok ötesinde bir düşünceyi ifade ediyordu. Kim usta, bu filminde Leibniz’in bu metafizik bakışından ilham almıştı. Yaşlı adamın varlığı, daha da ileri bebeğin dünyaya gelişi umut için bir an çelişki, paradoks yaşatsa da çok geçmeden Leibniz’e yeniden yaklaşıyordu film. Filmin sonlarında anlamlaşacaktı bu. Kim usta bu filminde, Leibniz’in “süreklilik yasası”na da yaklaşıyordu. Leibniz, doğada atlamalar olamayacağını öne sürüyordu. Kim usta ayrıca, Leibniz’in “çokluk” düşüncesi etrafında da dolaşıyordu. Tüm ihtimallerin en iyi olanının hayata geçeceği inancıydı bu.  

Bu filmin Hıristiyan inanışına getirdiği farklı yorumlar da vardı. Hıristiyanlığın inanışlarını tersyüz eden bakışı da fazla tepki çekmemişti. Ama kadınlara bakışı sert eleştiriler almıştı. Filmin kadınları aşağılayan ve saldırgan yanı olsa da genel anlamda erkek kötülüğünün tüm psikolojik ve sosyolojik yönlerini ayrıntılı biçimde perdeden yansıtıyordu. Filmin içinde dolaşırken, erkeklerin yarattığı tüm vahşetlere ve şiddete tanıklık ettiriyordu Kim usta. Bu erkek vahşetinin ve şiddetinin kökleri milyonlarca yıl önceye dayanıyordu ve insanlık tarihi boyunca yaşanan tüm trajedilerde bu köklerin izi vardı. Erkekler, milyonlarca yıldır bu dünyayı kana buladı ve bunu da hâlâ sürdürüyorlardı. Kim usta, işte bu erkekler vahşetini sunuyordu “İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan” filmiyle. Finecut'ın sunduğu 2018 yapımı “İnsan, Uzay, Zaman ve İnsan” filminin senaryosunu Kim usta kendisi yazmış. Filmin kurgusu da kendisine aitti. İnsanın ruhuna işleyen, zaman zaman tedirginlik veren, zaman zaman da huzurlu anların içinde dolaştıran etkileyici müzikleri de Park Ingyoung bestelemiş. Bu filmdeki piyano tınıları da etkileyiciydi ve insanın zihninde unutulmaz bir etki bırakıyordu. Bu önemli besteci, Kim ustanın “Acı” ve “Moebius” filmlerine de besteler yapmıştı. Dar mekânlarda yoğunlukla yakın plan çekimler yapan ve zaman zaman genel açılara da ulaşmayı başaran kameraman Lee Jeong-in’in fotoğrafları da etkileyiciydi. Bu kameraman daha çok televizyon dizlerinde çalışmış. Dar mekânlardaki yakın çekimlerde ustalığı fark ediliyordu. Kim usta bu filminde, sıkça yakın çekimlerle klasik anlatımlardaki “reverse angle shot/ters açılı çekim” tekniğini de kullanmış sıkça. Ülkemizde bu çekim türüne “açı-karşı açı” deniliyordu. Bu film tek mekânda, final bölümü hariç, gemide geçiyordu. Ustanın “Yay” filmi de bir teknede geçiyordu. Buna, “Ada” ve “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ...ve İlkbahar” filmleri de dahil edilebilirdi. Bu iki film de göl ve etrafında dolaştırıyordu insanları.  

Filmin Japon oyuncuları, Eve’i (Havva’yı) oynayan Mina Fujii ve Takashi'yi oynayan Joe Odagiri Japonca konuşuyorlardı. Joe Odagiri, daha önce de Kim ustanın “Rüya” filminde oynamış ve Japonca konuşmuştu. Koreli oyuncular da anadillerinde konuşuyorlardı filmde. Gemide hiç konuşmayan yaşlı adam da vardı ve gizemliydi. Tanrı’nın gemideki elçisi miydi o? Her şeyi gözlemliyordu ve ne olacağını biliyordu. O bir hermit miydi? Yani inzivaya çekilmiş bir münzevi miydi o? En başından beri her şeyi bulanıklaştıran yaşlı adamın denetiminde idi sanki bütün her şey. Yoksa o, “eski günah” mıydı?  Hıristiyan inanışına göre, “eski günah”, ilk insana, Âdem ile Havva zamanına kadar ulaşıyordu. İlk günah o zaman işlenmişti. Tanrı Âdem’i ve Havva’yı, bilgi ağacından meyve yemelerini yasaklamış. Yılana dönüşen şeytan meraklı Havva’yı kandırarak ağaçtan elmayı kopartıp yemesini sağlamış inanışa göre. Havva, Âdem’i de ikna etmiş bu günaha. Film derinleştikçe bazı şeyler de anlam kazanacaktı. İlk suç da Âdem ile Havva’nın oğulları Habil ile Kabil arasında yaşanmıştı. Ağabey Kabil, kardeşi Habil’i öldürmüştü. Kıskançlık yüzündendi. Tarihteki ilk kıskançlık olayı da ayrıca buydu. Kim usta, “Rüya” filminde yaşadığı büyük travmadan sonra Budistliği bırakıp Hıristiyan olmuştu. “Amen” ve “Acı” filmlerini düşününce Katolik olması muhtemeldi. Güney Korelilerin yüzde altmışı herhangi bir dine veya inanışa dâhil değildi. Geriye kalan yüzde kırkın yüzde yirmiye yakını Protestanlığa, yüzde sekize yakını Katolikliğe, yüzde on beş buçuğu Budizm’e, çok az da Kore'de yaygın olan Şamanizm’e inanıyordu. Kim ustanın bu filmi, ismindeki gibi dört bölümden oluşuyordu. Tıpkı “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ...ve İlkbahar” filminde olduğu gibi.  

Hıristiyan inanışının kutsal değerlerinde Âdem (Adam) ile Havva (Eve) vardı her şeyden önce. Kim ustanın filminde her şey farklıydı ve tersyüz oluyordu. Âdem ile Havva, inanılan Âdem ile Havva gibi değildi. Yolculuğa çıkılan gemiyle bir an Nuh'un Gemisi akla gelse de çok geçmeden bambaşka bir gemi olduğu fark ediliyordu. Hemen akla Darren Aronofsky’nin 2014 yapımı “Noah-Nuh” filmi geliyordu. Kim usta, Aronofsky’nin 2017 yapımı “Mother! / Anne!” filminden sonra “Nuh” filminin de iz sürücülüğünü yapıyordu. İnsanlık durumlarının yüklendiği ve gökyüzünde uçan bir mahşerdeki ve sonrasındaki gemiydi Kim ustanınki.  

Filmde, Dante'nin “İlahi Komedyası” ve “Yedi Ölümcül Günah”ı da her anda kendini hissettiriyordu. Kim ustanın filminde de “Cennet”, “Cehennem” ve “Araf” vardı. Ama “Araf” öyle bulanıktı ki. Belki de fark edilmeyecekti bebeğin doğumu olmasa. “Cennet” de öyleydi. “Yedi Ölümcül Günah”, İS 590-604 yılları arasında papalık yapmış I. Gregorius’un düzenlediği ve insanların sakınması gereken yedi günahtan geliyordu. Dante de “İlahi Komedya” eserinde bu günahlardan ilham almıştı. Bu ölümcül yedi günah şunlardı: “Öfke”, “Kibir”, “Kıskançlık”, “Açgözlülük”, “Oburluk”, “İhtiras” ve “Miskinlik...” Kim ustanın bu filminde hepsi vardı. Ayrıca Kim usta, Friedrich Nietzsche (1844-1900) ve Martin Heidegger (1889-1976) gibi iki önemli Alman filozofundan da ilhamlar almış filmi için. Ama gerçekte bu film, Aronofsky’nin “Anne!” filminin iz sürücülüğünü yapıyordu aslında. Bir anlamda da Aronofsky’nin filmindeki varoluşu da tersyüz ediyordu Kim usta. “Anne!” filminde; “Tabiat Ana”, “Tanrı”, “Âdem”, “Havva”, “Kabil”, “Habil”, kaos, kıyamet ve yeniden oluş vardı. Ev, dünyaya metafor yapıyordu. Her kıyametten sonra da her şey yeni baştan kuruluyordu. Kim ustanın filminde de bu gemi dünyaya metafor yapıyordu. Bu iki filmde de gerçeküstücü ve varoluşçu bir ruh vardı. Kim usta, kıyameti ve sonrasını vahşi bir görsellikle yansıtarak insandaki (genelde erkeklerdeki) kötü ve karanlık tarafları gerçeküstücü ve varoluşçu bir anlatımla perdeden yansıtmayı başarıyordu. Sadece bununla kalmayıp, Hıristiyan inancını da karakterler üzerinden sarsmayı sürdürüyordu film boyunca. Hem de zihinsel bulanıklıklar yaratarak. Bu film bir de ustanın en küfürlü filmlerinden biriydi ayrıca.   

“İnsan...” II. Dünya Savaşı’ndan kalma bir savaş gemisiyle insanlar neden bir yolculuğa çıkmak isterlerdi? Heyecan olsun diyedir belki de. Kamera, ön jenerikle beraber bulutların arasından denizde yol alan gemiyi yansıtıyordu önce. Gemi yanılsamayla uçuyormuş hissi de veriyordu. Yaylıları öne çıkartan, altta da org tınısının duyulduğu gergin müzik her yeri kuşatıyordu. Ardından yeni evli çift Eve (Mina Fujii) ve Takashi (Joe Odagiri) yansıyordu. Balaylarını bu savaş gemisinde geçirmek istemişlerdi. Hep örgülü beyaz elbise içindeki Eve (Havva) mutluydu bu eski savaş gemisinde. Temizliği ve masumiyeti simgeliyordu bu beyazlık. Meryem Ana da hep beyazlar içinde tasvir edilmişti. Gemide uçaksavar topu da vardı. Yeniyetme gençler eğleniyorlardı. Takashi, bu gemide çok fazla kan kokusu aldığını söylüyordu Eve'e. Eve de “Burada çok insan öldü değil mi”, diye soruyordu Takashi’ye. Başlarda anlamlandırılması zor olsa bile derinlikte bu konuşmalar anlamlaşacaktı. Takashi için bu gemi balayı için uygun değildi. Ama Eve, bu gemiyi sevmiş. Güvertede Eve’in gözü birine ilişiyordu birden. Ünlü politikacıydı o. Senatör (Lee Sung-jae) ve oğlu Adam da (Jang Keun-suk) bu yolculuğa çıkmışlardı. Adam (Âdem), okulu yeni bitirmiş ve işe girmek için babasının desteğini istemiyordu. Babası ünlü bir politikacı ve nüfuzlu biriydi. Politikacı olmak istediğini söylüyor babasına Adam. Oğlunun çalışmak istediği bir şirket hiç yok muydu? Şirket sahiplerin hepsi senatörün tanıdığıydı. Adam, babasının desteğiyle değil, her şeyi kendisi başarmak istiyormuş. Güney Kore, gelişmiş bir ülke olsa da yolsuzluk ve rüşvet olayları yaygın olduğu için “gelişmekte olan ülke” olarak değerlendiriliyor. 1950’li yıllardan 1990’ların başına kadar askeri diktatörlükle yönetilen Güney Kore'de yolsuzlukların kökü bu dönemlerde atıldı. Nepotizmin de. 1993’te demokrasiye geçen Güney Kore, yolsuzlukları yine de yenemedi. Milli hâsıla yüksek olsa da adil paylaşım tam yaşanamıyordu. Kuzey Kore’yle olan büyük sorun, milliyetçiliği ve muhafazakârlığı canlı tutuyordu bu toplumda. Elbette savunma bütçeleri de kabarıktı. Kim ustanın filmlerinde Güney Kore’nin sosyo-ekonomik durumları zaman zaman fark ediliyordu. Ayrıca Kore’de de tıpkı Çin'deki gibi Konfüçyüs düşüncesi egemendi yüzyıllar boyunca. Ama şimdi Güney Kore’de halkın yarıdan çoğunun dini yoktu. Hıristiyanlık Kore’de Budizm inanışının önüne geçmiş on yıllar sonra. Konfüçyüsçülük, inanış olarak en altlara düşse bile “itaat” ve “biat” anlamında toplumun genlerine de işlemiş. Baba-oğul konuşurken yanlarına gangsterler geliyordu. Çete reisi (Ryoo Seung-bum), gangsterlere senatörü göstererek “geleceğin başkanı” olarak tanıtıyordu. Senatör mahcup olmuş gibi yapsa da hoşuna gidiyordu bu yakıştırma. Senatör ve oğlu oradan uzaklaşınca gangsterler de peşlerinden gidiyordu. Çete reisi, tozları toplayan yaşlı adamın bardağını deviriyordu. Adam da bardağı düzeltiyordu özür diler gibi. Ardından fahişeler yansıyordu. Fahişelik de önemliydi. Hıristiyanlıkta Maria Magdalena’ya (Mecdelli Meryem’e) kadar uzanıyordu bu. Yahudiler, günahkâr olarak Maria Magdalena’yı taşlarken (recmederken), İsa da “Günahsız olan ilk taşı atsın” demişti Yahudilere.  

Kaldıkları süit kamarada Adam, bu adamları sevmediğini söylüyordu babasına. Senatör de onların gangster olduğunu biliyordu. Yeri geldiğinde onları kullanacağını da biliyordu senatör. Fahişeler, senatör ve oğlunun kaldığı süit yeri fark edince isyan ediyorlardı onların ayrıcalıklarına. Kısa kesimli küt saçlı fahişe (Ahn Ji-hye), “Senatörlerin iyi örnek olması gerekmiyor mu”, diye soruyordu. Banyosu da içindeydi üstelik. Haksızlık değil miydi bu? Fahişelerin yanına çete reisi ve adamları da geliyordu çok geçmeden. Çete reisine göre haksızlık değildi. Çünkü senatör başkan adayıydı. Gangsterlere göre bu kızlar, sadece kendilerini satan fahişelerdi. Kızlardan biri, “Siz onurlu mu yaşıyorsunuz”, diyordu gangsterlere öfkeyle. Takashi ve Eve de oraya geliyordu. Takashi kızları savunuyordu. Takashi ve Eve oradan gittiklerinde lüks kamaralarında baba-oğul yansıyordu sonra. Adam da kızlara hak veriyordu. Senatör de oğluna, “Onlar gibi köpek kafeslerinde uyuyacak değiliz” diyerek kibrini gösteriyordu. Sonra Adam, o gangsterlerin kim olduğunu soruyordu babasına. Babası mı tutmuştu onları? Adam, kargaşa çıkarmasını istemiyordu onların. Senatör için gangsterler ileride işine yarayabilir miydi? Senatör, herkesin bir statüsü olduğunu söylüyor oğluna. Bu yüzden senatöre saygı gösteriyormuş gangsterler. Gangsterler, senatörün politik gücüyle sağlam işlerin peşinde olabilirler miydi? Senatör için yetkinlik önemliydi.  

Ardından kaptanın anonsu duyuluyordu. Kaptan (Sung Ki-yoon), yolculara hoşgeldiniz diyordu önce. Bu anlamlı yolculuğa katıldıkları için de teşekkür ediyordu. Beraberce bir haftalık yolculuğa da yelken açıyorlarmış. Kaptan, güvenli yolculuk için yolcuların emirlere uymasını da istiyordu. Ardından topun bulunduğu yer yansıyordu. Gençler yine orada eğleniyorlardı. Bu yolculuğun herkes için güzel bir anı olmasını dileyen kaptanın sözlerinin ardından yaşlı adamı gösteriyordu kamera. Ardından da denizde yola alan gemi yukarıdan çekimle yansıyordu genel çekimle. Sonra da kamera, Eve ve Takashi’yi buluyordu. Mutluydular. Eve, savaş topunda fotoğraf çektirmek istiyordu. Sonra derinlikte yaşlı adam görünüyordu. Yaşlı adam biriken tozları bardağın içine topluyordu. Eve bunu merak ediyordu. Yaşlı adam bunu neden yapıyordu? Yaşlı adam konuşmuyor. Film boyunca da hiç konuşmuyordu. Sonra kamera, senatör ve oğlunun olduğu yemek masasına gidiyordu. Çete reisi de masaya geliyor onlara katılmak için. Kaptanın mekânındaydılar. Kaptan ve Adam da oraydılar. İyi yemekler ve içkiler vardı masada. Çete reisinin söyleyecekleri vardı. O, senatörün oğlunun ismini merak etmişti. Neden bilmek istiyordu? Çete reisi, senatörün rahat yolculuk yapması için her şeyi de yapacaktı? Bu mükemmel yemeklerin olduğu masanın ardından diğer yolcular yansıyordu. Onlar tabldot yemek yiyorlardı. Sınıf farkları vardı. Eve, senatörle yanındakilerin farklı yemek yediklerini fark ediyordu. Onların yanına gidip, “Hiç adil değil” diyordu. Onların süit odaları bile vardı. Masada senatör olduğu için farklı yemek yiyorlarmış masadakiler. Takashi de “Ne olursa olsun, neden her şey farklı”, diye soruyordu masadakilere. Çete reisi de senatörün memleket için güzel şeyler yapacağını söylüyordu Takashi’ye. Senatörün bu yüzden iyi beslenmesi gerekiyormuş. Takashi de yüksek statüde olanların paylaşmasını bilmesi gerektiğini vurguluyordu. Güney Kor’deki adaletsiz gelir dağılımına metafor yapıyordu sanki. İyi yemeği ve odayı aldıktan sonra senatörün diktatörden farkı kalır mıydı? Takashi, böyle şeylere göz yumdukça dünya daha berbat olduğunu da söylüyordu. Takashi, kaptandan aynı şartlarının diğer yolculara da uygulanmasını istiyordu. Çete reisi, Takashi’nin böyle konuşmasına öfkeleniyordu. Ne cüretle böyle konuşabilirdi? Güvertedeki yolcuların da sesleri yükselmeye başlıyordu. Onlar da bu ayrımcılığa karşıydılar. Kim usta, bu anla, tepki gösteren ve itaat etmeyen Korelileri hayal ediyordu sanki. Yolcuların tepkilerinin ardından senatör ayağa kalkıp özür dileyip yolcuların haklı olduğunu söylüyordu. Yolcularla aynı yemeği yiyeceğini de belirtiyordu. Ardından Takashi’ye dönerek, “Mutlu musunuz”, diye soruyordu senatör. Ya senatörün kaldığı süit oda ne olacaktı? Kaptandan normal bir oda istese de gemide hiç boş oda yoktu. Takashi ve Eve gittikten sonra senatör, Adam ve çete reisi odaya geçiyorlardı. Çete reisi Takashi için, “O kibirli piçten hesap soracağım” diyordu. Adam da “Meselelerimize karışmayı bırak” diyordu çete reisine. Babasının imajı zedelenir idi. İyi bir imaj politikacı için önemliydi. Çete reisi sadece yardım etmek istemiş. Adam da “Yaptığın hiçbir şey yardımcı olmuyor” diyordu çete reisine. Odadan çıkan güneş gözlüklü çete reisi, Eve ve Takashi’yle karşılaşıyordu. “Bir daha ortalığı karıştırırsan, ölürsün” diye tehdit ediyordu Takash’'yi. Eve, “Tehdit mi ediyorsun”, diye soruyor çete reisine. Sadece bir yanlışı düzeltiyordu kocası ve kendisi. Çete reisi, elini Eve’in saçlarına götürerek, “Çok da tatlıymış” diyordu sırıtarak. Araya giren Takashi, ona elini sürmemesini söylüyordu. Çete reisi, bir daha ona bulaşırsa Takashi’yi denize atacağını söylüyordu tehdit ederek. Takashi ve Eve, oradan uzaklaşıyordu hemen. 

Genel plan çekimle, günbatımında yol alan gemi yansıyordu sonra. Yaşlı adam mutfakta, sebze ve yumurta alıyordu. Mutfak kapısından geçerken Eve onu görüyordu. Takashi ve Eve, beraberce onu takip ediyorlar. Fonda da gerilimli müzik duyuluyordu. Yaşlı adam kaldığı yere gelince, parlak kırmızı ışığın aydınlattığı yerde yumurtaları yerleştiriyordu. Işık hem ısı hem de aydınlığı azaltıyordu. Ardından da sebzeleri içinde kum olan plastik bardaklara koyuyordu. Düzeneğiyle de bardaklara su da damlıyordu. Ardından kamera barbut oynayanların yanına gidiyordu. Orada iki genç çift, Gyu-ri (Park Se-in) ve Su-hyun da (Ahn Philip) vardı. Fahişeler de oraya geliyordu. Müşteri arıyorlardı. Güzel Gyu-ri, sevgilisinin oynamasını istemiyordu. Onların dolandırıcı olduğunu hissetmişti sanki. Her zaman olduğu gibi önce oynayan kazanıyor, ardından da kaybetmeye başlıyordu. Su-hyun da öyleydi. Çete reisi ve adamları da vardı. Uyuşturucu ve içki de vardı maslarında. Fahişeler para istiyorlardı önce onlardan. Parasız olmazdı. Para verilince saçı küt kesimli fahişe soyunmaya başlıyordu hemen. Bu anda renkli loş ışıklar düşüyordu mekâna. Çete reisi bunlar olurken oradan çıkıp gidiyordu. Gecenin içinde gençler de bira içip eğleniyorlardı. Kızlardan konuşuyorlardı. Gençlerden biri, “Mi-young beni severdi” diyor. Mi-young hepsini birden mi seviyormuş? İçlerinden birinin gözü Eve’e takılıyor. Yanında Takashi de vardı. Onu kim ele geçirirse, onu ilk “düzen” o olacaktı. Ardından fahişeler yansıyor. Fahişelerin zevk çığlıkları kuşatmıştı mekânı. Kamera, sağa doğru çevrinme (pan) yaparak bu anı görselleştiriyordu. Sonra kamera barbut oynayanları yansıtıyordu. Kazanan Su-hyun bu defa üst üste kaybediyordu. Gyu-ri, onların hile yaptıklarını anlıyor ve sevgilisini engellemeye çalışıyordu. Su-hyun da kumar oynatanla oradaki adamın bir olduklarını anlıyordu. Kısa süren kavganın ardından genç çift oradan uzaklaşıyordu sonra. Ardından kamera kaptan köşküne gidiyordu. Kaptan, mürettebatını uyarıyordu gangsterler konusunda. Bela çıkartabilirler idi. Ardından kapı açılıyor. Küt saçlı fahişe içeri giriyordu birden. İçkisi de vardı. Kaptan ekibinin çıkması için işaret veriyor. Kaptan da insandı ve ihtiyacı vardı buna.  

Gecenin içinde kamera, güvertede senatör ve çete reisini buluyordu. Çete reisi, senatöre kadınlardan birini getirmek istiyordu. Çete reisi için, “Büyük tutkulara sahip olmak, büyük arzulara sahip olmak” demekti. Çete reisi, isim vermeden onu, Eve’i senatöre getireceğini söylüyordu. Senatör buna gülümsüyordu. Çete reisi için, senatörün sözleri bu gemide kanun sayılırmış. Çete reisi, senatörden odasında içkisini hazır etmesini istiyor. Senatör de Eve ile olmayı arzuluyordu. Çete reisi oradan ayrıldıktan sonra Adam, gangsterlerden uzak durmasını hatırlatıyordu babasına. Senatör için onlar işe yarıyordu sadece. Kamera, Eve ile Takashi’nin sevişmesini gösteriyordu önce. Ardından gangsterler geliyordu. Gangsterler Takashi’yi de vahşice dövmeye başlıyorlardı. Çete reisi, yerde acıyla yatan Takashi’ye, “Yumruğumu bunun için mi kullanayım”, diyordu. Çete reisine göre eğitimliler pislik gibiydiler. Takashi ellerinden kaçmayı başarıyordu. Ama çete reisi Takashi’yi pusuya düşürerek bıçaklayıp öldürüyordu. Gemideki ilk cinayetti bu. Koridorda birden Adam yansıyordu. Adam, Eve’i gangsterlerden kurtarmak için kavgaya tutuşurken, Eve de kaçmayı başarıyordu. Peşine de çete reisi düşüyordu. Eve’i yakalayıp bir odanın içine sürükleyen çete reisi, Eve’e vahşice tecavüz ediyordu. Eve bayılıyor. Yaşlı adam da müdahale etmeden bu olanlara tanıklık ediyordu. Ardından iki genç sevgili Gyu-ri ve Su-hyun yansıyordu güvertede. Beraber yazı yazarlarken, yanlarına yeni yetme dört genç geliyordu. Diğerleri Su-hyun’u döverken, diğer genç de Gyu-ri’yi odaya sürüklüyordu. Hepsi odaya girip genç kadına tecavüz ediyorlardı. Çete reisi de omzuna attığı baygın Eve’e senatörün süit odasına taşıyordu. Senatör de odadaydı. Senatör, “Benden önce dokunmadın, değil mi”, diye soruyordu. Çete reisi sırıtarak odadan çıkıyordu. İçkisini yudumlayan senatör, Eve’in dudaklarına uzanıyordu. Senatör ve Eve çırılçıplak yansırken, senatörün, yüzüstü yatan Eve’e vahşice tecavüzü yansıyordu. Yaşlı adam yine tanıklık ediyordu bu tecavüze de. Ardından kaptan ve küt saçlı fahişenin sevişmesi yansıyordu yüzleri yansımasa da. Gangsterlerin de diğer iki fahişeyle sevişmeleri yansıyordu. Çete reisi de süit odanın kapısında bekliyordu. Yüzü yaralanmış Adam geliyordu yanına. Çete reisi, adamlarının onu hırpaladığını anlıyordu. Adam, kendi meselelerine de karışmamasını söylüyordu çete reisine. Odanın kapısı açıldığında dışarı çıkan senatör oğluyla göz göze geliyordu. İfadesiz bir yüzle oradan uzaklaşıyordu. Adam içeri girdiğinde sırıtan çete reisi kapıyı kapatıyordu hemen. Yatakta yüzüstü baygın yatan çırılçıplak Eve’e görüyordu Adam. Eve’in beyaz elbisesiyle üstünü örtse de güzelliğinden etkilenen Adam da tecavüz ediyordu çok geçmeden Eve’e. Önce eli, Eve’in çıplak bacaklarına uzanıyordu Adam’ın. Sonra da üstündeki beyaz elbiseyi kaldırıyordu. Eve’in tüm güzelliği karşısındaydı. Yaşlı adam, bu tecavüzlere de tanıklık etmişti sadece. Bu anlarda gerilimli bir müzik de duyuluyordu fonda. Kim usta, Eve’in bacaklarını yer yer fetiş derecesinde perdeye yansıtmış. Tıpkı “Yay” filmindeki genç kızın bacakları gibi.  

Eve’e tüm tecavüz anları hayvanların çiftleşmelerini çağrıştırıyordu. Fahişelerin sevişmeleri ise daha erotik ve farklıydı. Ama hepsi de kışkırtıcı idi. Zaman geçiyor. Gözlerini açan bitkin Eve odadan çıktığında tecavüze uğradığının farkındaydı. Aklına Takashi geliyor. Sonra da gemide onu arıyordu. Fahişeler de paraları bölüşüyorlardı. Öte tarafta savaş topuna meraklı yeni yetme gençler Gyu-ri’ye tecavüz etmişlerdi. Dışarı çıktıklarında Su-hyun’a teşekkür bile ediyorlardı. Gençler gittikten sonra Su-hyun, onu koruyamadığı için sevgilisinden özür diliyordu sarılarak. Eve, Takashi’yi ararken, güvertede senatör, çete reisi ve Adam yansıyordu gecenin derinliğinde. Çete reisi, "Kız hamile kalırsa hangimizden olacak", diyordu. Suç ortakları olarak onları içkiye davet ediyordu çete reisi. Takashi’yi arayan Eve, iskele tarafında Takashi’nin tek ayakkabısını görüyor. Yerde kanlar da vardı. Aşağısı denizdi. Denize bakarak ağlıyordu Eve. Onun denizde olduğunu anlıyordu. Yaşlı adam da ağlayan Eve’i izliyordu. Eve kendini denize atacakken yaşlı adam kurtarıyordu onu. Sonra Eve’i bayıltıyordu yaşlı adam. Ardından tecavüzcü gençler, gangsterler, yolcular uyurken yansıyordu peş peşe. Gyu-ri ve Su-hyun, Adam ve senatör de. Puslu görüntülerin içinde gemi yansıyordu sarsıntılar içinde. Görüntü kararıyordu ardından.  

“Uzay...” Gemi bulutların içinde havada uçuyordu şimdi. Yerde yatan Eve uyanıyor. Ayağa kalkıp baktığında geminin havada olduğunu görüyordu. Aşağıda bulutlar vardı. Yanına Adam geliyor. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Geminin dümen yerinde de mürettebat telaş içindeydi. Kaptan da geliyor. Kimse ne olduğunun farkında değildi. Yolcular da telaşla güverteye koşuyorlardı ne olduğunu anlayabilmek için. Altlarında hiçbir şey yoktu. Gangsterler de oraya geliyor. Gemi havada uçuyordu. Gemi bulutların içinden geçerken “Uzay” yazıyordu görüntü üzerinde. Yolcular, denizin nereye gittiğini sorarken yukarıda yaşlı adam da onlara bakıyordu. Eve, yaşlı adamı görüyor. Bir şeyler hissediyordu. Kaptan da telaşla anons yapıyordu yolculara. Sakin olmalarını istiyordu onlardan. Bu acil bir durumdu bu ve radar da çalışmıyordu üstelik. Kaptan ne olduğunu öğrenmeye çalışacaklarını da söylüyordu. Kamera, yaşlı adamın kaldığı yere gidiyordu sonra. Kapı açılıyor. Gelen Eve idi. Yaşlı adam kutuyu açıyor. İki civciv yumurtalarından çıkmıştı. Kutunun içine kırmızı ışıklar düşüyordu. Yaşlı adam pet şişeden yaptığı saksıya diktiği bitkiye bakıyordu. Müzik de gergin duyulmaya başlıyordu şimdi. Eve’in de gözleri raflardaki bitkiler üzerinde dolaşıyordu şaşkınlıkla. Sonra da “Beni neden durdun” diye soruyordu yaşlı adama. Neden ölmesine izin vermemişti? İçinde toprak ve büyüyen bitki olan plastik saksıyı Eve’e uzatıyordu yaşlı adam. Eve, “Nerede olduğumuzu biliyorsun değil mi”, diye soruyor. Yaşlı adam, içinde toprak olan başka bir pet saksıya tohumlar atıyordu. Bu anlar derinlikte anlamlaşacaktı. Eve’e de tohumlar atılmıştı.  

Kaptan köşkünde de telsizci “Alfa? Ben Bravo” diye bağlantı kurmaya çalışıyordu. Başka frekanslarla da bağlantı kurmaya çabalıyordu telsizci. Oraya senatör ve gangsterler de geliyor. Senatör kaptana, “Bu daha önce oldu mu”, diye soruyordu. Daha önce sadece siste kaybolmuşlardı. Ama denizin daha önce kaybolduğunu hiç görmemişlerdi. Senatör, ne kadar yemek kaldığını soruyor kaptana. Sadece bir hafta yetecek kadardı. Senatör, çete reisine kendisini takip etmesini istiyor sonra. Gangsterler, senatörün adamı gibiydiler şimdi. Kaptan yardımcısı (Hwang Gun), onların gıda stoğunu devralmaya çalıştıklarını söylüyordu kaptana. Bu gemi onlarındı ve gıda kontrolü de ellerindeydi kaptana göre. Yaşam savaşı da başlayacaktı şimdi. Hayatta kalma içgüdüsü idi bu. Gemide kaos da başlamıştı. Yolculardan bir kısmı kilerin kapısını kırmaya çalışırlarken, senatör ve gangsterler geliyordu oraya. Çete reisi, geri çekilmelerini söylüyordu onlara. Gangsterler üzerlerine yürüyordu yolcuların. Fahişeler ve yeni yetme gençler de vardı orada. Kaptan geliyor ve sakinleştirmeye çalışıyordu yolcuları. Yiyecek tedarikini gemi mürettebatı yönetecekti. Gangsterler mürettebata saldırırken, senatör araya girip gıda tedarikini üstüne alıyordu. Kaptan ne olacaktı? Kaptan, gıdanın eşit dağıtılacağını söylüyordu yolculara. Senatör, gangsterleri gösterip onlarla yöneteceklermiş her şeyi. Mafya-siyaset işbirliğiydi bu. Kaptan kabul etmiyordu bunu. “Bu acil bir durum” diyordu. Bu yüzden kendisinin yönetmesi gerektiğini söylüyordu senatör. Kaptana birlikte yönetmeyi teklif ediyor senatör. Çete reisi öfkeleniyordu buna. İktidar bölüşülemezdi. Çete reisi, erzaka dokunanı vurun, diyordu adamlarına. Küt saçlı fahişe, “Kaptanımız var, sizi patron yapan kim”, diye soruyordu. Yolcular da gangsterlere karşı çıkıyordu. Gıdayı gangsterler yönetirse hep beraber ölürlerdi. Birlikte gangsterleri alt edebilirlerdi. Saldırıya geçerlerken, çete reisi tabancasını çıkarıyordu. Beğenmeyen biri varsa şimdi öne çıkabilir miydi? Senatör, çete reisinin yanına gelip silahını indirmesini söylüyor. Yolculara, kendilerine güvenmelerini söylüyordu senatör. Odalarına çekilebilirlerdi. Ülkesi için çalışıyordu senatör. Yolcular ikna olup gittikten sonra senatör kaptana kahvaltı vermesini söylüyordu. Ama ikiye bölerek olacaktı. Sadece pirinç toplarını vermesini emrediyordu kaptana. Yolcu haklarını çiğnemek değil miydi bu? Kaptan itiraz edince araya çete reisi giriyordu. Bu bir sıkıyönetim idi. Senatörün, tüm tecrübeleriyle hepsini kurtarmaya çalıştığını da söylüyordu çete reisi. Kaptan, tüm mürettebatının acil durumlar için eğitildiğini söylese de çete reisinin tabancası vardı. Yemek az olduğu için birilerinin ölmesi de işine gelirdi çete reisinin. Hiçbir şey yolunda gitmezse sorumluluk senatör ve gangsterlerin idi. Kaptan böyle diyordu onlara. Çete reisi, eti bol yemek de istiyordu kaptandan.  

Ardından kamera kaptanın odasına gidiyordu. Kaptan yardımcısı, yemeği onların yönetmesine izin vermemeleri gerektiğini söylüyordu kaptana. Onların silahları vardı. Kaptan şimdilik böyle devam etmesini istiyordu. Mürettebatına gemide silah olup olmadığını araştırmalarını da söylüyordu. Bu savaş gemisiydi ve bir yerlerde silah olabilirdi. Yolcuları korumak için hazırlıklı olmalıydılar. Öte tarafta gangsterler askeri kamuflaj elbiselerini bulup giyiniyorlardı. Çete reisi de kamuflaj giyiniyordu. Mürettebat da silah arıyordu gemide. Mutfakçılar da yemek veriyordu yolculara az miktarda. İtiraz edenlerin karşısında ellerinde cop gibi kullandıkları sopalı gangsterler vardı. “Sopa”, İtalyan faşizminin simgesiydi. “Faşist” kelimesi Roma’da ucunda baltaya bağlanmış sopa anlamına gelen “fasces” kelimesinden geliyordu. Bu, yöneticilerin geniş yetkilerini simgeliyordu. “Birlikten güç doğar” düşüncesini de simgeliyordu. Fahişeler, yeni yetme gençler ve diğer yolcular kendilerine verilen az yemeği yiyorlardı koridorda yerde oturarak. Su-hyun, sevgilisi Gyu-ri’yle yiyeceğini paylaşmak isterken yansıyordu. Yaşlı adam ve Eve de oradaydı. Aralarında elleri sopalı gangsterler dolaşıyordu. Su isteyenler de oluyordu gangsterlerden. Ardından gangsterler senatör, Adam ve çete reisinin olduğu odaya geliyorlardı. Masada mükellef yemekler vardı. “Koca Adam” (Lee Yu-jun) isyan ediyor ve oraya geliyordu. Mükellef masayı da görüyordu. Gangsterler ona saldırırken diğer yolcular da geliyordu oraya. Onlar da masayı görüyorlardı. Çete reisi kendince açıklama yapıyordu onlara. Bu krizi aşmak için, becerikli bir adama ihtiyaçları varmış. Görevli olarak senatörü aday gösteriyormuş. Kendisi, bu emirlere Tanrı emri gibi de uyacakmış. Onların da uymasını söylüyordu. Orada, Eve ve yaşlı adam da vardı. Senatör konuşmaya başlıyordu sonra. Seçimlerdeki propaganda gibiydi konuşması. "Vatandaşlarım" diye başlıyordu konuşmasına senatör. Asla hayal edemeyecekleri bir yerdeymişler. Nefes alacakları hava ve dayanabilecekleri yakıtları ve ancak bir hafta yetecek yiyecekleri varmış. Ya bu süreden sonra? Açlıktan ölecekler miydi? Senatör, olağanüstü hâl ilan ediyor gemide. Yolcular bunu sıkıyönetim olarak yorumluyorlardı. Senatörün buna hakkı yoktu. Senatör, vatanları için birçok sorunu çözmüş. Zaman kazanmak için de yiyeceğin yarısını kısmış. İtiraz eden yolcular, onların neden farklı yemek yediklerini soruyorlardı. Çete reisi tabancasını çıkartıp, canlarını dişlerine taktıklarını söylüyordu yolculara. Senatör, hayatlarının tehlikede olduğu söylüyor yolculara. Bu yüzden de protestoları hoş görmeyeceğini de.  

Yemek artıklarını toplayan yaşlı adam yansıyordu sonra. Ardından da kamera, kaptan köşküne gidiyordu. Kaptan yardımcısı telsizle yardım çağrısı yapıyordu. Kaptan da oradaydı. Senatör ve çete reisi de oraya uğruyorlardı. Gelişme yok muydu? Senatör de kaptana emir veriyordu. Tüm enerjiyi korumalarını ve kalan yakıtı da rapor etmesini söylüyordu. Çete reisi, bu sözlere kısık sesle cevap veren kaptana gücünü gösteriyordu tekme atarak. Kaptan, böyle devam ederlerse isyan çıkacağını söylüyordu senatöre. Bütün yiyeceği onlar yiyordu, yolcuların yemeği kısılıyordu. Zor kullansalar da insanlar buna dayanabilirler miydi? Çete reisi bir defa daha kaptana tekme savuruyordu. Senatör de “Bütün yemekleri yeriz, bittiğinde de birbirimizi” diyordu. Yamyamlıktı bu. Derinlikte anlamlaşacaktı. Senatör de kaptana, “Cehennemi görmek istemiyorsan, dinle” deyip tokat atıyordu. Sonra da gangsterlere, yiyecek bittiğinde mürettebatı açlıktan ölenlere atmalarını da söylüyordu. Senatör, “Bizi mahvetmek için bu garip yere siz getirmediniz mi”, diye ima ediyordu kaptana. Kaptan ve mürettebatı daha önce bunu görmemişlerdi. Kaptan, “Belki Tanrı bizi sınıyor” diyordu senatöre. Senatör, “Tanrı mı, ne Tanrısı, sınamak mı”, diyor alaycı sözlerle. Kaptan, yemeğin ne zaman tükendiğini biliriz derken, senatör bir tokat daha atıyordu kaptana. Senatör, “Tanrı diye bir şey yok” diyordu öfkeyle. Senatör bunu derken, “Tanrı’yı öldüren” Nietzsche akla geliyordu. Nietzsche, “Tanrı öldü. Geriye bir ölü kaldı. Onu öldüren biziz” demişti. Ama hâlâ gölgesi de bekliyordu uzaklarda. Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” felsefe-romanıyla daha yaygınlaştı Tanrı’nın ölümü. Bu söz ilk defa “Şen Bilim” felsefe kitabında geçse de. Senatör, yiyeceği bir öğün vermesi için kaptana emir veriyordu. Yiyecek dörtte bire inecekti. Çete reisi, kaptanın ayağına bir tekme daha vuruyordu “Anladın mı”, diyerek.  

Yaşlı adam da yemek artıklarını yoğururken yansıyor ardından. Eve de oradaydı. Eve, raflara dizilmiş petten saksılara dikilmiş bitkilere bakarken, kamera da sola çevrinme yapıyordu onun bakışlarıyla. Eve, “Yemeğimiz bittiğinde bunları mı yiyeceğiz”, diye soruyordu yaşlı adama. Bunlar ne zaman büyüyeceklerdi? Bu kadar insana yeter miydi? Yaşlı adam sadece gülümsüyordu. Bitkileri ekmek için yeterli toprak da yoktu Eve için. Ardından parlak ışıklar üzerlerine düşen civcivler yansıyordu. Gerçeküstücü görsellikle kırmızı ışıklar patlıyordu üzerlerinde. Sonra da kaptan köşküne gidiyordu kamera. Yardımcısına silahları soruyordu kaptan. Her yeri arıyorlardı. Kaptan, “UDT”nin bodrumdaki depolarını kontrol etmelerini söylüyor. Mürettebattan elemanlar depoya gidiyorlardı. Mürettebattan biri kutu içinde el bombaları buluyordu. Trajedinin de başlangıcı mıydı bu? Bulduklarını kaptana götürüyorlar. Kaptan buna seviniyor. Bombalarla onları havaya uçurabilirler idi. Yardımcısı endişeliydi. Ya hepsi patlarsa, onlarla ölmezler miydi? Tek tek kullanacaklardı. Ardından koridorda yerde oturmuş nevalelerini yiyen yolcular yansıyordu. Aralarında fahişeler de vardı. Eve de oradaydı. Sonra ayağa kalkıyor, öfkeliydi. Ardından mükellef masa yansıyordu. Senatör, Adam ve çete reisi vardı masada. Gangsterler de oradaydı. Yemek yemeyen Adam, “İyi şeyleri sadece biz yersek ne olur”, diye soruyordu. Hepsi açlıktan ölecekti. Senatör de yaşadıkları sürece, statülerini ve haysiyetlerini koruyacaklarını söylüyordu oğluna. Eve, onların yemek yediği yere geliyor. Peşinde de diğer yolcular vardı. “Neden siz her istediğinizi yiyorsunuz”, diye soruyordu. Haksızlık değil miydi bu? Çete reisi de ayağa kalkıp üstüne yürüyordu genç kadının. Adam da Eve’i koruyordu. Çete reisi de “Suç ortağı değil miyiz”, diyordu imalı sözlerle Adam’a. 

Ardından Eve, yaşlı adamın kaldığı yere gidiyordu. Saksılara toprak koyuyordu yaşlı adam. Eve de yardım ediyordu. Oraya Adam da geliyor. Ev’in yanına geldiğinde Adam, “Onları, erzak bittiğinde yemek için mi yetiştiriyor”, diyordu Eve’e. Büyümeleri iki ayı bulurdu. Aç kaldıklarında yetişmezdi. Kendine bakan Eve’in öfkeli bakışlarını fark ediyordu Adam. “Gangster, suç ortağı diyerek neyi kastetti”, diye soruyordu Eve. Kendinde değilken biri ona dokunmuş. O, Adam mıydı? Adam özür diliyor tecavüzü için. Özür affeder miydi bu suçu? Eve öfkeyle ve tokatlıyordu Adam'ı. Adam açıklama yapmak istedikçe Eve ona tokat atıyordu hep. Yaşlı adam yansıyor sonra. Büyük su vanasını açıyordu. Kovaya su dolduruyordu. Eve de şaşkınlıkla onu izliyordu. Koku her tarafı sarmıştı. Biri tavuk, diğeri horoz yansıyor ardından. Büyümeye başlamıştı civcivler. Bu da metafordu. Âdem ile Havva’yı çağrıştırıyorlardı. Onlar da tavukların soyunu artıracaklar idi. Yaşlı adam, bez içinde insan dışkısı ve idrarını kovanın içine sıkıyordu. Eve, “Dışkı ve idrarı neden ayırıyorsun”, diye soruyordu merakla. Suyu saksılara döküyordu yaşlı adam. Eve, idrarın bitkilere iyi geldiğini de duymuş. Fonda gerilimli müzik duyulurken, yaşlı adam içinde toprak olan plastik bardaklara tohum ekiyordu. Meyve dikiyordu. Meyvenin büyümesi yıllar alırdı. Nasıl yiyeceklerdi onları?  

Yolculardan biri, sopayı alıp kapısı açık kilerden içeri giriyordu. İçeride bir gangster tıkınıyordu. Başka yolcular da vardı. Nöbetçi gangsteri sopayla bayıltıp ve konservelerden alıyorlardı. Çok geçmeden gangsterler, soygunu yapan yolcuları buluyorlardı. Çete reisi de oradaydı. Sopalarla onlara vahşice vuruyorlardı. Senatör ve Adam da oraya geliyordu hemen. Diğer yolcular da yansıyordu. Eve ve yaşlı adam da aralarındaydı. Erzaka dokunanların sonu böyle olacaktı. Çete reisi böyle söylüyordu. Hırsızlara da iki gün yiyecek verilmeyecekti. Ardından senatör ve çete reisi başka bir yere geçiyorlardı. Senatöre açıklama yapıyordu çete reisi. Erzakı çaldıkları için cezalandırmış onları. Senatör, çete reisinin omuzuna hafifçe dokunarak onu kutluyordu. Ama açıklamaları da vardı. Senatör konuşurken, kamera da senatörün ağzını yakın planla yansıtıyordu. Konuşması borudan dışarı doğru yankılanıyordu. Senatör, insanların açlıktan çıldıracaklarını söylüyordu. O zaman insanlar onlara saldıracaklardı. Konuşmaları kaptan ve mürettebatı dinliyordu. Silahlanmaları gerekiyordu. Ardından çete reisi tabancayı çıkartıp senatöre doğrultuyordu. Tabancanın şarjörüne kurşun koymaya başlayan çete reisi, tabancayı senatöre veriyordu. Senatörün güvenliği önce gelirdi. Tabancayı alan senatör, kaptanın da kendilerinden yana olması gerektiğini söylüyordu. Önce kaptan ve mürettebatını bastırmak gerekiyormuş. Konuşmaları dinleyen kaptan, onlara güvenilmeyeceğini ve el bombalarının kullanılması emrini veriyordu. Kapıdan dışarı çıkan Eve de güvertede Adam'la karşılaşıyordu. Adam yine ondan özür diliyordu. Bu suç affedilebilir miydi? Eve, öfkeyle onun yanından uzaklaşıyordu.  

Kapısında “Yasak Bölge” yazan odadan içeri gangsterler girerken yansıyordu. İçeride baltalar, satırlar vardı. Kapının penceresinden Eve onları izliyordu. Ardından açlıktan bitkin yolcular yansıyordu güvertede. Kendilerine verilen az yemeği yiyorlardı. Fahişeler de oradaydı. Güvertenin üst tarafında senatör, Adam ve çete reisi mükellef masadaydılar. Tavuk yiyorlardı. Senatör, tavuk parçasını aşağı atarken Adam engel olmak istese de senatör tavuk parçasını aşağı atıyordu. İnsanlar tavuk parçasına doğru koşturuyorlardı birbirlerini ezerek. İnsanlık için iç burkucu bir andı bu. Açlığın acıması yoktu. Eve ve yaşlı adam da bu trajediyi sessizce izliyorlardı. Kaptan ve mürettebatı da bunları izliyordu. Buna dayanamayan Eve, masanın yanına gidip senatöre, “Ne yapıyorsun sen”, diye soruyordu öfkeyle. Bütün yiyeceği onlar mı alacaktı? Silahlarını bile görmüştü Eve. Sonra da onlara, yiyecekleri adil olarak dağıtmalarını söylüyordu. Oyuncak asker gibi de davranmayın, diyordu Eve. Bu sözlere kızan çete reisi ayağa kalkıp, sen de mi ölmek istiyorsun, diyordu. Aklına Takashi gelen Eve, “İblis” diyerek çete reisine saldırıyordu. Adam, kurtarıyordu Eve’i. Çete reisi, Adam’a vuracakken, onları durduran senatörün sesi duyuluyordu. Çete reisine onları bırakmalarını söylüyordu. 

Bu kaos sürerken, Su-hyun kiler önünde beklerken, bir gangstere sesleniyordu. Su-hyun, gangstere (Tae Hang-ho) para verip yiyecek alıyordu. Yeni yetme gençler de buna tanık oluyordu. Su-hyun ve sevgilisi Gyu-ri yemeklerini yerlerken, gençler de rüşvet alan gangstere saldırıyorlardı. Ardından da iki sevgilinin yiyeceklerini alıyorlardı. Kavgayı gören diğer yolcular da oraya geliyorlardı. Her şey birkaç lokma yiyecek içindi. Kendisi de gençliğinde çok aç kalan Norveçli yazar Knut Hamsun’un (1859-1952) “Açlık” romanını akla getiriyordu. Ama tam tersindendi. “Açlık” romanı, kendine Andreas diyen ve yazar olmak için mücadele veren onurlu bir genç insanın açlıkla savaşını psikolojik ve yer yer de mizahi açıdan anlatan büyük bir romandı. Modern edebiyatın da öncüsüydü. Kim ustanın filminde açlık karşısında mağlup olan insanları eleştirmeli miydi? Açlık, insanı mağlubiyete sürükleyecek yenilmez bir güç idi. Kim ustanın filmindeki açlık çeken insanlar da onurluydu. Sistem, gemideki sistem, bu durumları ortaya çıkarıyordu. Eşitsizlik ve adaletsizlik vardı. İsyan edilse bile güç karşısında geri çekilme ve görünüşte insan onurunun ayaklar altına düşüşü vardı. Bu, o insanların kabahati değildi. Yazar Hamsun, Nazi hayranı oldu hayatının sonraki yıllarında. 1920’de aldığı Nobel’i de Goebbels’e göndermişti. Ülkesi Nazilerce işgal edilmesine rağmen Nazileri savunmuştu yazar. Yiyecek kavgası sürerken gangsterler de geliyordu oraya. Çete reisi de vardı aralarında. Bu yiyecekleri nereden aldıklarını soruyordu. Çete reisi yerde yatan gangsteri görüyordu. Elinde de paralar vardı. Fonda da etkileyici gerilimli müzik duyuluyordu. Çete reisi, kaçan elemanının peşine düşüyordu. Kaçan gangsterin karşısına senatör çıkıyordu. Çete reisi, adamını tokatlamaya başlıyordu. Adam da oraya geliyordu. Ardından senatörün karşısına geçen çete reisi, senatörden özür diliyordu. Senatör de çete reisine birkaç tokat atıyordu. Gangsterlerden biri senatöre öfkeleniyordu birden. “Biz olmasak çoktan ölürdünüz”, diyor sinirli gangster. Senatör ona silah doğrulttuğunda, çete reisi bir defa daha özür diliyordu senatörden. Senatör, onlara örnek olmalarını söylüyordu. Gangsterler yemeği parayla mı satıyorlardı? Çete reisi, bir daha karışıklık olmayacağını söylüyordu senatöre. Senatörde silah vardı. Senatör gittikten sonra sinirli gangster, biraz yemek çalındı diye bunun fazla olduğunu söylüyordu reisine. Çete reisi de neden kendisine vurmasına izin verdiği için rüşvet alan adamına tokat atıyordu öfkeyle. Sinirli gangster, neden senatöre boyun eğmek zorunda olduklarını soruyordu çete reisine. Burada en güçlü onlardı. Neden ona tabancayı vermişti? Tüm kurşunları da vermiş miydi? Onlara bir daha vurursa, senatör karşılığını alacağını da söylüyordu sinirli gangster. Kamera senatörün odasındaydı şimdi. Senatör, Adam ve çete reisi vardı. Senatör, çete reisinin kadehine içki dolduruyordu. İçkiyi içen çete reisine, “Acıyor mu”, diye soruyordu senatör. Kendileri örnek olmalıydılar. Çete reisi de “Benim de onurum ve sınırım var” diyordu senatöre. Senatörden saygı bekliyordu. Gülümseyen senatör, çete reisinin saçlarını okşuyordu.  

Ardından kamera, Eve’in olduğu yere gidiyordu. Tozları karton bardağa toplayan Eve’in yanına Adam geliyor. Yemek bitene kadar yetişecekler miydi sebze ve meyveler? Eve de “Herkesi değil, ama birini besleyecek” diyordu Adam'a. İhtiyarı mı besleyecek idi bu yetişen yiyecekler? Eve, “Bilmiyorum” diyordu. Onları yetiştirilmesinin bir sebebi olmalıydı Adam'a göre. Eve, yaşlı adamın nerede olduklarını bildiğini söylüyordu. İhtiyar, hiçbir şey söylemiyor, sadece gülüyormuş. Ardından Eve, yaşlı adamın yanına gidiyordu. Az toprak toplamış Eve’e gülümseyen yaşlı adam, açan çiçeği gösteriyordu Eve’e. Eve’in birden midesi bulanıyor. Yaşlı adam başını Eve’in karnına dayıyordu ardından. Ona içmesi için içinde idrar olan bardağı uzatıyordu yaşlı adam. Hamile olduğunu anlayan Eve, ağlamaya başlıyordu. Masanın üzerindeki bıçağı alan Eve, intihar etmek istiyordu. Yaşlı adam, Eve’in elindeki bıçağı yere düşürüyor. Hıçkırıklarla ağlayan Eve, “Bana olanlardan haberin va”, diyordu yaşlı adama ağlayarak. Bu bebeğin günahkâr olduğunu da söylüyordu Eve. Ardından büyümeye başlayan iki civciv yansıyordu. Kamera “high angle/yüksek açılı” çekimle, Eve ve yaşlı adamı gösteriyordu. Civcivler de vardı. Yakın çekimle yaşlı adamın eli Ev’'in karnına uzanıyordu. Kamera, yukarı doğru “tilt” yaparak Eve’in yüzünü gösteriyordu. Yaşlı adam onu ellerinden bağlamıştı. Fonda da gerilimli müzik duyuluyordu. Eve için bu iğrenç bir şeydi. Bu bebek, şeytanların tohumuydu. Bu pislikten kıymetli bir hayat mı doğacaktı? Bu bebeği doğurmak istemiyordu Eve. Yerdeki bitkiyi alıp içinde toprak olan pet şişeden saksıya dikiyor yaşlı adam. Ardında da ağlayan Eve’e uzatıyordu saksıyı.  

Kamera, fahişelerin kaldığı odaya gidiyordu sonra. İki gangster geliyordu odalarına. Sinirli gangster de vardı. Getirdikleri yiyecekleri fahişelere veriyorlardı. Fahişeler tüm açlıklarıyla yerlerken, gangsterler de onları okşuyorlardı. Adam oradan geçerken pencereden olanları görüyordu. Adam’ın yanına çete reisi de geliyordu. “Kız mı lazımdı”, diyordu ona. Adam oradan giderken, Adam’ın da farklı biri olmadığını söylüyordu çete reisi. Kendilerine benzediğini ima ediyordu. Hepsi bu yerde öleceklerdi. Hayat, ölene kadar her istediğini sağlamakla alakalıydı onun için. Adam, yüzleştiği bu kelimelerden kaçar gibi uzaklaşıyordu oradan. Ardından kamera, su sızdıran boruyu gösteriyordu. Kamera, yaşlı adamın kaldığı mekândaydı şimdi. Eve de oradaydı. “Bunu yapamam” diyordu Eve. Bebeği doğurmak istemiyordu. Belki de Takashi’dendi gelecek bu bebek. Bu yüzden zarar vermeyecek idi bebeğe. Yaşlı adam da Eve’in bağladığı yerden çözüyordu. Sonra da su damlayan yere petten bardağı koyan yaşlı adam, parmağını suya batırarak Eve’in önce alnına dokunuyor, sonra da burnuna ve ellerine. Sanki onu takdis ediyordu. Oraya gelen Adam da bu anı görüyordu. Ardından kamera güverteye çıkıyor. Açlıktan bitkin düşmüş yolcuları yansıtıyordu. Fahişelerden biri (Son Fe-ya) aralarından geçerken, kaptanın anonsu duyuluyordu. Kamera, bir an fahişenin gözleriyle yansıtıyordu yolcuları. Anonsta, bugün yemek verilmeyeceği söyleniyordu. Yemekler üç günde bir verilecekti. Diğer fahişeler de yansırken, kamera da yere yakın dururken, hafif sağa yatık kamera çerçevesiyle yansıtıyordu fahişeleri arkadan gösterirken. Sinemada bu çekim türüne “Dutch angle/Hollanda açısı” deniliyordu. Bu çekim tekniği Alman dışavurumcu sineması içinde doğmuş ve “Deutsch angle” olarak anılıyordu. Ama İngilizce konuşulan ülkelerde dil sürçmesiyle ismi değişmişti. BU teknik, Robert Wiene’nin 1920 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “Das Cabinet des Dr. Caligari-Dr. Caligari’nin Muayenehanesi” filminde fark edilmişti ilk. Anons sürerken, yolculardan biri de “Eminim kendi midelerini dolduruyorlar” diyordu. Yeni yetme gençler de onlara bakmaya gidiyorlardı. Ardından mükellef bir sofra yansıyordu masada. Adam, yemek koyuyordu peçeteye. Çete reisi, Eve’e götüreceğini tahmin ediyordu Adam’ın. Babası da Adam’a, saçmalığı kesip yemesini söylüyordu. Adam yiyeceklerle dışarı çıktığında, çete reisi de insanların sinirlendiğini söylüyordu. Silahtan da korkmayacaklar idi. Ardından kamera yakın çekimle, karnını okşayan Eve’i yansıtıyordu. Yaşlı adama da bebeği doğuracağını söylüyordu. Eve, “Bitkiler büyüdükçe daha fazla toprağa ihtiyacın olmayacak mı”, diye soruyordu. Adam geliyor. Yemek getirmişti. Eve’e uzatıyor yiyeceği. Yaşlı adam alıyordu yiyeceği. Yiyeceği Eve’e uzatırken, “Nefretimin üstesinden gelmemi mi istiyorsun”, diye soruyordu yaşlı adama. Bu mümkün müydü? Ama deneyecekti. Yemeği kabul ediyor Eve. Sonra senatör ve çete reisinin tıkındığı yere gidiyordu kamera. Gençler ve diğer yolcular da gelmişti. Gangsterler önlemeye çalışırken, senatör ağzını peçeteyle sildikten sonra dışarı çıkıp "Sizin için zor olduğunu biliyorum" diyordu. Bunun ne zaman biteceğini bilmiyorlarmış. Erzakı korumak için, yolculara üç günde bir yemek vereceklerini söylüyordu senatör. Yolcular da onların neden çok yediğini soruyordu. Onların yemeklerini alıyordu senatör ve adamları. Kilere gideceklerdi. İsyan başlamıştı. Yolcular kilerdeki yiyecekleri yağmalıyorlardı. Gangsterler geri çekilirken, senatör ve çete reisi de geliyordu kiler kapısına. Yolculardan “Koca Adam” (Lee Yoo-Joon), bir kucak dolusu yiyecekle dışarı çıktığında karşısında senatör ve çete reisini görüyordu birden. Senatör, tabancayı çıkarıp “Koca Adam”ı vuruyordu. Erzaka dokunanın sonu böyle olacaktı. Diğer yolcular da korkularından aldıkları yiyecekleri yere bırakıyorlardı. Yaşlı adam ve Eve de oraya gelmişlerdi. Kaptan da mürettebatıyla izliyordu bu manzarayı. Çete reisi de cesetten kurtulmaları emrini veriyordu adamlarına. Adam da oraya geliyordu silah sesini duyunca. Yaşlı adam, “Koca Adam”ı cesedini gangsterlerden alıyordu. Kollarını karnının üzerine koyarken gözlerini de kapatıyordu cesedin. Kaptan da isyan çıkmasından endişeliydi. Bu isyanda kendileri de tehlikede olabilirdi. Önce, onlardan kurulmaları gerekiyordu. El bombalarını kullanmalarını emrediyordu kaptan.  

“Koca Adam”ın cesedi yaşlı adamın kaldığı yerdeydi şimdi. Eve de oradaydı. Kamera bu anı, yüksek açılı çekimle yansıtıyordu. Yaşlı adam, Eve’ dışarı çıkarıp kapıyı örtüyordu. Ardından kamera, yine yüksek açılı çekimle yaşlı adamı ve cesedi yansıtıyordu. Yaşlı adam, cesedin gömleğini açarken, Eve de olanları pencereden izliyordu. Kurşun yarası fark ediliyor. Ardından da kasap satırıyla cesedi parçalıyordu yaşlı adam. Kanlar da fışkırıyordu satır cesedi parçalarken. Gördükleri karşısında şok olan Eve ağlıyordu. Yaşlı adam etleri parçalara ayırarak kovaya koyuyordu. Kemikleri de başka kovaya koyan yaşlı adam, alev tabancasıyla kemikleri yakıyordu. Eve, “Bu acımasızca” diyerek ağlıyordu. Yaşlı adam, yaktığı kemikleri, oradaki düzenekte toz haline getiriyordu. Kovanın içinde toprak ve kemik tozları vardı. Yaşlı adam bitki ekiyordu kovanın içine. Yaşlı adam bunları yaparken, Eve de “Şansımı zorluyorum” diyordu. Babasını bilmeden bebek sahibi olmak utanç vericiydi. Ama artık önemi de yoktu.  

Senatör sinirliydi diğer tarafta. Çete reisi sakin olmasını istiyordu. Senatör, insanların çıldırdığının farkındaydı. Bunda senatör suçlu değil miydi? Buna rağmen senatör, yolculara yemek verilmesini istemiyordu. Oraya kaptan da geliyor. Senatöre, “İsyan çıkarıp hepsini öldürecek misin”, diye soruyordu. Tüm yemekler yolcularındı. Kaptan el bombasını çıkarınca senatörün yüzünü korku sarıyordu. Senatör, politik kurnazlıkla kaptanı yanlarına çekmeye çalışıyordu ardından. Onlara katılırsa, yemeğin yarısını kaptan ve mürettebatına vereceğini de söylüyordu. Kaptan da aptal değildi. Onlar ölünce yemeğin hepsi mürettebatına ve yolculara kalacaktı. Kaptan, “Tanrı var mı, yok mu bak bakalım” diyor ve el bombasını içeri atıp kapıyı kapatıyordu. Ama el bombası hemen patlamıyordu. Senatör el bombasını kovanın içine atınca ölümden kurtuluyorlardı. Şimdi ne olacaktı? Kaptan kapıyı açıp içeri baktığında senatör tabancanın namlusunu kaptanın alnına dayıyordu. Ama mürettebat kaçıyordu oradan. El bombaları şimdi senatörün ve gangsterlerin elindeydi. Şimdi daha da güçlüydüler. Kaptan ellerinden kurtulmayı başarıyordu. Gangsterler kaptanın peşine düşerlerken, Adam da oraya geliyordu. Çete reisi, herkes tüm erzakı yerse üç günlük yiyecek var, diyordu. Sadece kendileri yerlerse bir aylık erzak kalıyordu geriye. Adam dehşete kapılıyor. Senatörün aklından kötü şeyler mi geçiyordu? Babasına vicdansız olduğunu diyen oğluna senatör de öyle olmasa öleceklerini söylüyordu. Ya diğer insanlar? Adam öfkeyle oradan gittikten sonra çete reisi, yakında isyan çıkacak, diyordu senatöre. Hepsi birden saldırırsa ne yapacaklardı? Senatör, yolcuları kilere yönlendirmesini söylüyor çete reisine. Erzakın da başka yere taşınmasını da söylüyordu. Kaptan da peşindeki gangsterlerden kurtulmayı başarıyordu.  

Güvertede, Adam ve Eve yansıyordu ardından. Yemek gerektiğinde kendisine söylemesini istiyordu Adam. Eve, “Senin bile değil” diyor Adam’a. Eve, Adam’ın babasını adil şekilde paylaşmaya ve Tanrı’nın iradesini beklemeye ikna etmesini istiyordu. Babası onu dinler miydi? Eve de isyan çıkmasından korkuyordu. O zaman herkes ölürdü. Eve’in midesi bulanıyor. “Sizden bir hediye” diyordu Adam'a. Ama Takashi’den de olabilirdi bu bebek. Artık kimin bebeği olduğu Eve için önemli değildi. Hepsi ölse de belki bebek yaşardı. Adam, “Benden de olabilir” diyordu Eve’e. Eve, bu bebeğin geleceklerini olduğunu söylüyor. İhtiyarın bitkileri bebek için yetiştirdiğini söylüyordu Adam’a. Bebeği sonuna kadar koruyacaktı Eve. Koruması için Adam’dan yardım da istiyordu.  

Sinirli gangster küt saçlı fahişeyi bir odaya sokuyordu. Fahişe, burada nefes alamayacağını söylüyordu gangstere. Diğer iki fahişe de oradaydı. Onları korumaya mı çalışıyordu gangster? Gangsterler erzağı çete reisinin olduğu yere taşıyorlardı ardından. Çete reisi içiyordu. Bir göz de onları pencereden izliyordu. Odada sıkılan iki fahişe çıkıp gidiyordu. Odada sadece küt saçlı fahişe kalıyordu. Çete reisi de erzakın taşındığı yerde bıçağına bakarken, adamları da cop gibi kullanacakları sopaları ellerine almışlardı. Ardından güvertede bitkin yolcular yansıyordu. Kamera, sağa çevrinme yaparak bu anı gösteriyordu. Açlık son noktasındaydı sanki. Ardından anons duyuluyor. Çete reisiydi bu. Bugünden itibaren yemeği düzenli alacaklarını söylüyordu ses. Onları kilere davet ediyordu. Yeni yetme gençler yansıyordu ardından. Ayağa kalkıp koşuyorlardı. Peşlerinden de diğer yolcular. Kaos vardı. Yukarıdan da senatör izliyordu onları. Eve ve yaşlı dam da görüyordu bu olanları. Bu anlar, çarpıcı bir görsellikle yansıyordu. Kamera, aşağıdan ve yukarıdan peş peşe açılarla görselleştiriyordu bu trajediyi. Eve de gitmek isterken yaşlı adam önlüyordu onu. Ardından kaptan ve mürettebatı yansıyor. Yolcular onların oradan geçerken, kaptan da adamlarını göndermiyordu onların peşinden. Kaptan, bir şey planladıklarını söylüyordu mürettebatına. Tuzağa düşmemeliydiler. Oraya kaptan yardımcısı geliyor. Erzakı başka yere taşıdıklarını söylüyordu. Pencereden görmüştü bunları. Açlıktan hiçbir şey düşünemeyen yolcular, itiş kakışla kilere girmeye çalışıyorlardı. Orada yemek olmadığını fark ediyorlardı. Dışarı çıkmak isterlerken kapıyı kapatıyordu bir gangster. Diğer çıkışı da sinirli gangster kapatmıştı. İçlerinde Gyu-ri ve Su-hyun da vardı. Gyu-ri, sevgilisini durduruyor ve içinde kötü bir his olduğunu söylüyordu. Saklanacak bir yer buluyorlardı. Yolcular, bir gangsteri (Han Sa-myung) ele geçirip linç ediyorlardı. Bunu gören çete reisi, adamını ölüme terk ederek kapıyı örtüyordu. Beyaz gömlekli senatör de yanındaydı. Bazı yolcular dışarı çıkmayı başarınca, senatör hemen onları öldürmeleri emrini veriyordu gangsterlere. Diğer yolcular da bir çıkış buluyorlardı. Kaos her yanı kuşatmıştı. Ölüm-kalım mücadelesi başlamıştı. Senatör ve çete reisi, kapıyı tutan sinirli gangsterin yanına geliyorlardı. Gangster, insanların içeride olduğunu söylüyordu. Çete reisi el bombasını senatöre veriyordu. Eve bunlara tanık olurken, Adam da babasını önlemeye çalışıyordu. Pimi çeken senatör, el bombasını içeri atıyordu. İçeride sıkışmış yolcular vardı. Bomba patlıyordu. Katliam başlamıştı. İçeride kalan yolcuları yok etmek için başka bir yere gidiyorlardı. Eve ve yaşlı adam da izliyordu bu katliamları. Çete reisinden el bombasını istiyordu senatör. El bombasını içeri atıyordu. İçeride, kadın-erkek insanlar vardı. Bomba patlıyordu. Senatör, hepsini öldürmeleri için emir veriyordu gangsterlere. Çete reisinin de kendisiyle gelmesini söylüyordu senatör. O anda Adam ve Eve göz göze geliyorlardı. Adam, Eve’in yanına gidip ona dokunmak istiyor. Eve tepkiliydi. Büyük katliam başlamıştı. Gangsterler hayatta kalan yolculara baltalarla saldırıyorlardı şimdi. Her tarafta kan vardı. Sinemada az görülür bu trajedide birçok insan ölüyordu. Geriye çok az insan kalacaktı. Geminin başka bir yerinde senatör, çete reisinden el bombası istiyordu. İçeride birileri vardı. İçeri bombayı atıyordu senatör. Çete reisi, sadece onun emirlerine uyduğunu söylüyordu. Senatör onu korkaklıkla suçlarken, aklına kaptan ve tayfası geliyordu. Onları bulması için emir veriyordu çete reisine. Çete reisi de isyan etmeye başlıyordu senatörün bu kibirli emirlerine. Çete reisi ona, bencil bir politikacıdan başka bir şey olmadığını söylüyordu. Sadece kendini kurtarmaya çalışan biriydi senatör. Ardından tabancasını çıkartıyordu senatör. Emrini tekrarlıyordu senatör. Kaptanı ve mürettebatını öldürmesini istiyordu hemen. Topun olduğu yerde de gangsterlerle gemi mürettebatı ölüm-kalım mücadelesi veriyorlardı. Gangsterlerin ellerinde baltalar vardı. Kaptan yardımcısı da ölüyordu. Ardından Gyu-ri ve Su-hyun yansıyordu. Onlar da saklanacak yer ararlarken, senatör içeri giriyordu. Muz yiyordu. Elinde de tabancası vardı. Onların saklandıkları yerde görüyor. Aç olduklarını da biliyordu. Cebinden çıkardığı muzu yanlarına doğru atıyordu senatör. Muz için iki sevgili mücadele etmeye başlıyorlardı. Gyu-ri'yi itip muzla kaçan Su-hyun’u arkadan ateş ederek vuruyordu senatör. Sevgilisinin öldüğünü anlayan Gyu-ri’nin gözleri yerdeki muza takılıyordu. Tüm açlığıyla muzu yiyordu. Gyu-ri’nin yanına gelen senatör, tabancayı genç kadının başına dayayıp ateş ediyordu. Bu olurken Adam da oraya gelip trajediye tanık oluyordu. Çete reisi de geliyordu oraya ve senatöre kızıyordu. “Delirdin mi”, diyordu ona. Senatör de “Delirdiysem bunları nasıl yapabilirdim”, diyordu ona. Çete reisi de ona, iki mermisi kaldığını hatırlatıyordu. Bu anlamlaşacaktı derinlikte. Senatör erzağı soruyordu çete reisine. Silahı vermeliydi önce. Senatör de erzakı görmeden silahı çete reisine vermeyeceğini söylüyordu. Kaptan almadan önce erzaka götürmesini söylüyordu senatör. Ardından kaptan yansıyordu. Benzin bidonu da vardı. Benzini erzakın üzerine döküyordu. O sırada çete reisi ve senatör geliyordu oraya. Kaptanın çakmağı da vardı elinde. Çakmağı çaktığında senatör tabancayı kaptana doğrultuyordu. Onların, açlıktan ve sefaletten öleceklerini söylüyordu kaptan. Senatör kaptana ateş etse de erzak yanıyordu. Artık yiyecek kalmamıştı. Ardından kamera, fonda ağıta dönüşen müzikle beraber kanlar içindeki cesetleri gösteriyordu.  

“Zaman...” Ağıtı andıran müzik sürerken, bulutlar içinde yol alan gemi yansıyordu. Görüntü üzerinde de “Zaman” yazıyordu. Gemide şimdi altı kişi kalmıştı.  

Ardından kamera, arkadan yaşlı adamı izlerken yansıyordu. Her yer cesetlerle doluydu. Yaşlı adamın elinde kasap satırı da vardı. Yaşlı adam merdivenlerden inip cesetler arasından yürürken, peşinden de Eve geliyordu. Sancı çekiyordu Eve. Fonu da gerilimli müzik kuşatıyordu bu anda. Yaşlı adam, bir cesedin yanına çöküp satırla cesedi parçalamaya başlıyordu. Eve dehşet içindeydi. Yaşlı adam, etleri birbirinden ayırıp kovalara koyuyordu. Eve, korku içindeki Eve’e satırı uzatıyordu sonra. Zorla eline veriyordu satırı. Satırdan kan damlıyordu. Eve, acı içinde etleri doğramaya başlıyordu. Yaşlı adam kendi yerinde düzeneği çalıştırıp kemikleri toz haline getiriyordu. Kamera yüksek açılı çekimle onları yansıtıyordu ardından. Kemik tozlarını toprakla karıştırıp bitki ekiyorlardı. Sonra da biraz daha büyümüş piliç olmuş iki civciv yansıyordu. Ardından yaşlı adam güvertede cesetlerin ağızlarına, kulaklarına tohum bırakıp üzerine de kemik tozları koyuyordu. Bazı cesetlerin de yaralarının üzerine. Eve de onu izliyordu. Yaşlı adam içeri geldiğinde elindekileri Eve’e veriyordu. Eve tohumu Gyu-ri’nin kurşun yaralı başına koyuyordu. Yüzüstü yatan Su-hyun’un cesedi üzerinde yüzüstü uzanmıştı Gyu-ri. Muz kabuğu da Su-hyun’un sırtındaydı. Su-hyun’un yarası üzerine de tohum ve kemik tozu bırakıyordu Eve.  

Senatör ve çete reisi, kaptanın yaktığı yiyeceklerin yanındaydı şimdi. Yiyecek hiçbir şey kalmamıştı. Küt saçlı fahişe de koşarak geliyordu oraya. Yiyecek yoktu. Kamera, “low angle/düşük açılı” çekimle senatörü yansıtıyordu ardından. Çete reisine, böyle berbat mı yaşamak istiyorsun, diyordu. Çete reisi öfkeleniyordu senatöre. Senatör “bok gibi” demişti. Şimdi ikisi de aynıydı. Yerdeki içki şişesini alıp başına diken senatör şişenin dibi olmadığını fark ediyordu. Şişeyi öfkeyle fırlatıyordu senatör. Şimdi ne yapacaklardı? Yiyecek hiçbir şey yoktu. Fahişe “Açlıktan ölüyorum” diyordu. Yemek yememek senatörü acıktırıyormuş. Çete reisini de. Fahişe ikisine de öfkeliydi. Bütün bunlar, ikisinin açgözlülüğü yüzünden olmuştu. Senatör, birbirimizi yiyeli mi, diye soruyordu onlara. Adam da geliyor oraya, ama içeri girmiyordu. Babası yanına geliyor ve “Galiba sonuna geldik” diyordu oğluna. Böyle berbat yaşadıktan sonra babası ne bekliyordu ki? Senatör için diğerleri önemli değildi. O, sadece oğlu için üzülüyordu. Adam için, ebeveyn ya da çocuk olmanın getirdiği sorumluluklar vardı sadece. Oğluna, “Aç mısın”, diye soruyordu senatör. Senatör bıçağı çıkartıp koluna götürürken Adam engelliyordu onu. Adam, kendisini yiyerek hayatta kalabilirdi. Kendisi de oğlunda yaşayacaktı. Soyu da devam edecekti. Senatör, hepsinin yamyam olacağını söylüyordu. Onlar seni yemeden, sen onları ye, diyordu oğluna. Mesele hayatta kalmaktı. Şu andan itibaren de babası yoktu. Burada filozof Heidegger'in ölüm sorunu akla geliyordu. Heidegger için, ölüm ve varlık düşüncesi insanları bilinçlendiriyordu. Nazi lideri Adolf Hitler'in danışmanlarından biri olan filozof Heidegger, Yahudilerin toplama kamplarındaki gaz odalarında ve fırınlarda öldüğünü biliyordu. Ölenler Yahudilerdi. Başkaları öldükten sonra ölüme kutsiyet yüklemek kolay bakış mıydı? Heidegger için ölüm kendini kaygıda buluyordu. Heidegger’e göre varlığın anlamı (dasein), ölümle iç içe olduğundan ölümün genel özü yoktu. Başkasına devredilemeyen ölüm, “dasein” tarafından yaratılıp hayata anlam kazandırıyormuş.  

Kamera, yaşlı adamın yerine gidiyordu ardından. Piliçleri okşayan eli yansıyordu yaşlı adamın. Eve de oradaydı. Yaşlı adam, piliçlere tuhaf bakan Eve’i odaya kapatıp kapıyı da örtüyordu. Pencereden yaşlı adamla konuşmaya başlıyordu karnı aç Eve. Yumurtlamadan onları yiyemezler miydi? O zaman tohum vermeden sebzeleri de mi yiyemeyeceklerdi? Gemide dinlenme yerinde çete reisi yansıyordu önce. Ardından da küt saçlı fahişe görünüyordu. Fahişe, çete reisinin tuhaf bakışından rahatsız olmuştu. Şimdi her şey yiyecek gibi görünüyordu. Senatör de oradaydı. Elinde bıçak olan senatör, “İkinizi de öldürebilirim” diyordu onlara. Ardından da ölüm son mudur, diyerek mırıldanıyordu. Kendisini yiyenlerin vücudunda yaşayacağını söylüyordu. Senatör çıldırıyor muydu? Fahişe gülüyordu bu sözlere. Ne saçmalıktı bu? Çete reisi açlığa dayanamıyordu ve fahişeyi yemek istiyordu. Çete reisi oradan gittikten sonra senatörün bakışları da fahişeyi rahatsız ediyordu. Senatöre de yiyecek olarak görünüyordu belki de. Tabancayı fahişeye doğrultan senatör, “Yaşamak istiyor musun”, dedikten sonra birden tabancayı başına dayıyordu. “Beni yemek ister misin”, diyordu senatör. Ardından tabancayı yeniden fahişeye doğrultuyordu. Yoksa o mu yemeliydi fahişeyi? Ölmek son değildir, diyor senatör. Onun içinde yaşayacaktı. Fahişe korku içindeydi. Tabancanın namlusunu fahişenin göğüslerinin arasına sokan senatör, “Tadın berbattır” diyordu fahişeye. Ardından kamera başka mekâna gidiyordu. Adam, bütün yiyeceklerin yandığını söylüyordu Eve’e. Eve için hepsi güvensizlik yüzündendi. Elinde bıçak olan çete reisi geliyor ve Eve’i yakalıyordu. Onu yemek istiyordu. Adam Eve’i kurtarıyordu. Çete reisi de ölmek istemiyorsa geri çekilmesini söylüyordu. Oraya senatörde geliyordu. Tabancasında bir kurşun olan senatör tabancayı çete reisine doğrultuyor. Senatör ateş ettiğinde çete reisi sol kolundan yaralanıyordu. Senatör tetiğe sürekli bassa da kurşunu yoktu. Çete reisi ona, kurşunu boşa harcama dediğini hatırlatıyordu. Yumrukla senatörü yere yıkan çete reisi, yere düşen tabancayı alıp kurşun koyuyordu şarjörüne. Şimdi tabanca doluydu. Yerde yatan senatörün ayağından vuruyordu önce. Ardından tabancayı Adam'a doğrultuyordu. Senatör oğluna, geride durmasını söylüyordu. Çete reisine de kendini vurmasını emrediyordu. "Şeytan oğlunu mu kurtarmak istiyor”, diyen çete reisi, daha önce öldürülen masum insanları hatırlatıyordu senatöre. Öfkeyle ateş eden çete reisi, senatörü kalbinden vuruyordu. Senatör can çekişiyordu. Çete reisini yanına çağırıp kulağına fısıldıyordu. Çete reisi, “Rol müydü”, diyordu. Böyle vicdansızca mı yaşıyorsun, diye de soruyordu senatöre. Ölürken bile lafı geveliyordu senatör ona göre. Ayağa kalkan çete reisi, bir defa daha ateş ediyordu senatöre. Başından vuruyordu. Yerde hareketsiz yatan senatör yansırken, çete reisi, “Benim hayatım insanlara işkence yapmak için bir rol mü”, diye söyleniyordu. Çete reisi sayıklarken, Adam ve Eve el ele kaçıyorlardı oradan. Onların kaçışını gören çete reisi onların peşine düşerken, rolüne de devam edecekti. Yerde yatan senatörün yanına fahişe geliyordu. Elinde de bıçak vardı. Senatörün kolunu kesecekken, kamera Adam’ı gösteriyordu. Yanında da Eve vardı. Peşlerinde de çete reisi. Ardından eti çiğ çiğ yiyen fahişeyi gösteriyordu kamera. Etin tadı iğrençti. Fahişe gittikten sonra oraya yaşlı adam geliyordu. Tohumları, senatörün yaralarının üstüne bırakıyordu kemik tozuyla beraber. Ardından çete reisi, fahişenin olduğu yere geliyordu. Fahişenin ağzı kanlıydı. Ne yediğini soruyordu çete reisi. Fahişenin elinde bıçak vardı. Bıçağı elinden düşürten çete reisi, tabancayı doğrultarak fahişenin soyunmasını istiyordu. Çete reisi açtı. Fahişe de soyunuyordu. Önce hangisi gelirdi? Yemek için iştah mı, seks için iştah mı? Fahişe, seks için iştah diyordu yaşama içgüdüsüyle. Tabancayı, sehpanın üstünde duran kanlı bıçağın yanına bırakan çete reisi, sırtüstü uzanan fahişenin üzerine uzanıyordu. Fahişe, hazza ulaşan çete reisinin kulağını ısırıyordu çok geçmeden. Çete reisi, sehpanın üstündeki tabancaya uzanıyordu canı yanarken. Tabancayı fahişenin başına dayıyor ve ateş ediyordu. Ardından kamera, sehpanın üstünde duran kanlı bıçağı gösteriyordu. Çete reisi, kılıfı içindeki bıçağı çıkartırken, kamera yaşlı adamı gösteriyordu. İçinde et olan kovayla kendi yerine gelen yaşlı adam, bitki ekecekti. Eve de pencereden onu izliyordu. Kamera, yine çete reisinin olduğu yere gidiyordu. Fahişenin cansız bedeni yansıyordu önce. Fahişenin eti de çok yumuşaktı. Tuzsuz da yenmiyordu. Bulundukları yerde mutfak da vardı. Öfkeyle tuz ararken, birden Eve görünüyordu. Çete reisini fark eden Eve, hemen kaçıyordu. Çete reisi ıslık çalarak Eve’in peşinden sakince yürüyordu. Onu bulunca da tabancayı Eve’e doğrultuyordu. Korkuya kapılan Eve, “Senin bebeğin olabilir” diyordu çete reisine. Ateş ederse bebek ölecekti. Çete reisi, hamile olduğuna şaşırıyordu. Eve, “Tanrı’dan acımasız bir hediye” diyordu. Çete reisi de “Eğer bendense aileyiz” diyerek Eve’e şefkatli davranıyordu. O anda Adam görünüyordu. “O, senin gibi pisliğin çocuğu olamaz” diyordu çete reisine. O zaman gelecek için umut olamazdı. Çete reisi de “Senden mi”, diye soruyordu. “Babanın genini aldıysan yine umut falan olamaz” diyordu Adam’a bıçağı doğrultarak. Sonra da Eve’e soruyordu. Bebek kimdendi? Ardından da “En çok benden zevk almıştın değil mi”, diyor Eve’e. Adam öfkeleniyordu bu sözlere. Eve, kimden olduğu önemli değil, diyordu ikisine de. Sadece bir döldü işte. Çete reisi, “Rolünü baban gibi iyi mi oynuyorsun”, diyerek 

Adam’a soruyordu. “Öyleyse senin gibi piçlerden kurtulma rolü de bende" diyor elinde bıçak olan çete reisi. Eve, çete reisinin üstündeki tabancayı birden alıp ona doğrultuyordu. Çete reisi de kendisini vurmasını söylüyordu Eve’e. Bıçağı da Adam'ın boğazına dayıyordu. Kendisi ölürse bebeği kim büyütecekti? Adam, onu vurmasını söylüyor Eve’e. Ama ne olursa olsun Adam, bebeği koruyacağına söz verebilir miydi? Ne kadar aç olursa olsun bebeğe dokunmayacağına da yemin edebilir miydi? Çete reisi de onu öldürüp kendisiyle yaşamasını söylüyor Eve’e. İyi davranacağına dair de söz veriyordu. Değişmesi için de iyi bir rolde oynamasına izin vermesini istiyordu Eve’den. “Rol” kelimesi, insanı yabancılaştırıyordu sürekli. Gerçek ve kurgu üzerinden daha yoğun olarak hissettiriyordu. Herkesin rolünü iyi oynadığı metafizik yüklü bu gerçeküstücü ve varoluşçu filmde, insanlık durumlarının yansıması da vardı işte. İki eliyle tabancayı tutan Eve, ateş ediyor ve çete reisini sağ gözünden vuruyordu. Bu ilk cinayetiydi Eve’in. İlk günahı. Eve tabancayı yere atıyor. Gülümseyerek ölüyordu çete reisi. Fonda da gerilimli müzik duyuluyordu. Sonra da Eve, çete reisinin kıyafetlerini çıkartıyordu. Ardından yaşlı adam yansıyordu, elinde de kovası vardı. Çete reisinin vücudunu parçalara ayıracaktı.  

Dışarıda da cesetler yansıyordu. Üstüne tohum ve kemik tozu konmuş yaraların içinden bitkiler filizlenmişti. Eve de bunu fark ediyordu. Sonra Eve, Gyu-ri ve Su-hyun'un cesetlerinin yanına geliyordu. Gyu-ri’nin başında, Su-hyun’un sırtında bitkiler de filizlenmişti. Yere eğilen Eve, Gyu-ri’nin başında açmış filizi okşuyordu. Ardından tavuk yansıyordu. Yaşlı adamın seraya çevirdiği bu yerde bitkiler büyümeye başlamıştı. Oraya gelen Eve ve Adam da yaşlı adamı izliyorlardı. Şimdi üçü kalmıştı koca gemide. Adam, “Açlıktan ölüyoruz, yiyemez miyiz”, diye soruyordu yaşlı adama. Eve de bebek için endişeleniyordu. İçinde çiğ et olan kabı Adam'a uzatıyordu yaşlı adam. Adam da buna tepki gösteriyordu hemen. Bunu nasıl yiyebilirlerdi? Bu etler babasının olabilir miydi? Eve de sadece bir yemek, diyordu Adam'a. Kabı alan Eve, mutfak tarafında eti doğrayıp bir parçasını Adam’a veriyordu. Bir parçasını da kendi yiyordu. Fonda da gerilimli müzik vardı. Ardından kanlı kesme tahtası ve bıçak yansıyordu. Etin hepsini yemişlerdi. Karnı doyan Adam, Eve’in açıkta kalan bacağına elini uzatıp okşamaya başlıyordu. Sevişmek istiyordu. Bu anlar, yer yer dikizleyen kamerayla yansıyordu. Adam, Eve’e yine tecavüz ediyordu. Yine hayvan çiftleşmesi gibiydi. Adam'ın haz sesleri duyulurken, çerçevenin bir bölümünde Eve’in çıplak bacakları görünürken, kesme tahtasının üzerinde duran kanlı bıçak da fark ediliyordu. Bıçak "falliğe" metafor yapsa da bu derinlikte anlamlaşacaktı. Ardından bitkileri sulayan yaşlı adam yansıyordu. Sevişmenin ardından Adam, “Bebeğin geleceği nasıl olacak”, diye soruyordu Eve’e. Muhtemelen kendileri gibi olacaktı. Aynı olacaksa neden yaşasındı ki? Eve de “Yaşamak zorunda, sebebe gerek yok”, diyordu. İçlerinden biri ölecek miydi? Eve’in kendisi ölürse gelecek de olmayacaktı. Bu olmadan tavuğun yumurtlamasını umut ediyordu Eve. Bebek için yiyecek Adam mı olacaktı? Adam da “Benim payıma düşen rol de feda edilmek mi”, diye soruyordu. Ardından Eve’in şişkin karnı yansıyordu. Adam öfkeyle Eve’in yanından gidiyordu. Eve de peşindeydi.  

Adam, babasının öldüğü yerdeydi. Adam'ın elinde et satırı vardı. Yere çöken Adam, “Seni yersem, bedenimde yaşayacağını söylemiştin” diyordu. Babasının başında bir filiz de açmıştı. Adam, babasından bir parça kesiyordu, benim içimdeyken ölümsüzsün, diyerek. Tuhaf gülümsüyordu. Eve’in eli de karnındaydı. Babasının etini yiyordu gülerek Adam. Sonra da yediklerini çıkartıyordu. Et çürümüştü. Aklına tavuk geliyordu Adam'ın. Eve de yumurtlayana kadar olmaz, diyordu Adam’a. Adam çok açtı. Delirecekti. Adam, yaşlı adamın olduğu yere geldiğinde kapıyı çalıyordu açması için. Yaşlı adam bitkileri suluyordu içeride. Çok aç olduğunu bağırıyordu Adam. Öfkeli Adam, yaşlı adamın kendileriyle oyun oynadığını bile düşünüyordu. Yiyecekleri kendi başına mı yiyecekti yaşlı adam? Eve öyle düşünmüyordu. Eve de aç olduğunu söylüyordu yaşlı adama. Bebek için yiyecek istiyordu. Yaşlı adam bıçağı alıyor. Pencereyi açıyor ve bir parça eti Adam'a uzatıyordu. Adam, başka et olmadığını sanıyormuş. Eve, yaşlı adamdan özür diliyordu ağlayarak. Yaşlı adam da gülümsüyordu ona. Sonra da pencereyi örtüyordu. Görüntüyü siyahlık kaplıyordu.  

Güvertede oturmuş Adam ve Eve yansıyordu ardından. Gündüzdü. Eve şimdi daha iyi anlamıştı, kendisiyle bebeği neden koruduğunu. Kendileri gitse bile zaman akmaya devam edecekti. Eve başını Adam'ın omzuna bırakıyordu. Kim usta, "zaman" düşüncesiyle zihin bulanıklığı yaşatıyordu. İÖ 384-322 yılları arasında yaşamış ilkçağ filozofu Aristoteles'in ve İS 354-430 yılları arasında yaşamış Ortaçağ Hıristiyan bilimcisi ve filozof Augustinus'un “zaman” kavramlarıyla. Hangisinin düşünceleri Eve’in zaman algısıyla buluşuyordu? Aristoteles'e, kısaca Aristo’ya göre zaman, şimdiki an içinde fark edilebiliyordu. Aristo için, zaman olmazsa hiçbir an da olmazdı. Aristo'da bütün zaman parçalarını birbirine bağlayan, şimdiki andı. Aristo, metafizik düşüncenin de öncülüydü. Augustinus’a göreyse zaman, parçalara bölünmüş zamanın (geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman) gerçekliği olmayan zihnin yarattığı tasarımlardı. Augustinus için geçmiş zaman artık yoktu. Gelecek zaman da ortada yoktu. Şimdiki zamanın da süresi, uzunluğu bilinmiyordu. Augustinus için zaman, geçişini algıladığımız zamandı. Sürüp gidiyordu.  

Ardından kanlar içindeki ayaklar yansıyordu. Merdivenlerden yukarı doğru çıkıyordu. Eve’in başı Adam'ın omzundaydı ve ikisinin de gözleri kapalıydı. Adam gözlerini açtığında, “Açlıktan uyandım” diyordu Eve’e. Eve de açtı. Eve içeri girdiğinde yerdeki ve basamaklardaki kanlı ayak izlerini görüyordu. İzleri takip ediyordu Eve. Öznel kamerayla da yansıyordu yer yer bu anlar. Adam da yaşlı adamın yerine geliyordu. Kovanın içinde etler ve bıçak vardı. Eve de güvertede kanlı ayak izleriyle yazılmış “sekiz” rakamını görüyordu. Hıristiyanlıkta “yeni başlangıç” anlamına geliyordu bu. “8” rakamı, DNA'nın kıvrımlarını da çağrıştırıyordu.  Derinlikte anlamlaşacaktı bu. Ayrıca kırmızı renk, İsa’nın yeryüzüne dönmesini simgeliyordu. Ardından kamera düşük açılı çekimle Eve’in sonsuzluğa, boşluğa bakışını yansıtıyordu. Boşlukta bulutlar ve mavilik vardı. Mavi, Hıristiyanlıkta Tanrı’yı, Meryem’i ve gökyüzünü simgeliyordu. Fonda da etkileyici piyano ve çello tınıları duyuluyordu bu anlarda. Elinde kovayla Adam da geliyordu oraya. Etlerden yiyen Adam, birkaç gün daha dayanabileceklerini söylüyor Eve’e. Eve’in yanına gelen Adam, yaşlı adamın nereye gittiğini soruyordu. O, Tanrı değil miydi? Sadece ikisi kalmıştı gemide. Gerilimli müzik de duyulmaya başlıyordu.  

İçerdeydiler ve kovadaki etleri de bitirmişlerdi. Adam, tavuğun birini yemek istiyordu. Yumurtlayana kadar olmazdı. İhtiyar gitmişti, kimin umurundaydı tavuklar. Adam yaşlı adamın yerine gidiyor. Eve de peşindeydi. Tavuklar yansıyor. Adam sadece birini yemek istiyordu. Eve önlemeye çalışıyordu onu. Adam'ı dışarı itip kapıyı kilitlemeyi başarıyordu Eve. Adam çıldırmış gibiydi. Kapıyı açmayı başarıyordu. Elinde balta vardı. Eve onu engellemeye çabalasa da Adam tavuk yemek istiyordu. Adam, “Ne yapalım o zaman”, diyordu Eve'e. Karnındakini mi çıkartıp yemeliydiler? Eve ona, sözünü hatırlatıyordu. Bebeği koruyacaktı Adam. Eve, tavuğu kurtarmak için kolundan bir parça kesip Adam’a veriyordu yemesi için. İnsan eti yemekten bıkmıştı Adam. Tavuğun birini yakalıyor. Adam, baltayı alıyor ve tavuğun başını kesecekken, dehşet içindeki Eve de başka baltayla Adam'ın sırtından yaralıyordu. Yere düşen Adam hemen ölüyordu. Bu Eve’in ikinci cinayeti, günahıydı. Yüzüstü yatan Adam'ın açıkgözlerini kapatıyordu sonra. Ardından da parçalara ayırıyordu cesedini. Bebek için yiyecek olacaktı şimdi. Tek başına kalan Eve, savaş topunun olduğu yerde Adam'ın etini yiyordu. Karnındaki bebekle de konuşuyordu, “Kimsin sen”, diyordu Eve. Neden ona gelmişti? Eve topun üzerinde ikonik bir görüntüyle yansıyordu.  

Ardından cennet bahçesine gidiyordu kamera. Eve oradaydı. Meyveler olmuştu. Karpuz bile vardı. Yeşilliklerin içinde bir yumurta da buluyordu Eve. Yumurtayı içiyordu. Uzun zamandır farklı bir tattı bu. Sonra patatesi kabuğuyla çiğ yiyordu. Peşinden sancısı başlıyordu. Tavuk da onu izliyordu. Acılar içinde ıkınıyordu Eve. Tavuk yansırken, bebeğin ağlayan sesi duyuluyordu. Eve mutluydu.  

"ve İnsan..." Havada, bulutlar içinde uçan gemi yansıyordu sonra. Görüntünün üzerin de “ve İnsan” yazısı düşüyordu. Fonda da orgu öne çıkartan tını duyuluyordu. Büyümekte olan tavuklar yansıyordu önce. Tavuklar da özgürce dolaşıyordu güvertede. Her yeri yeşil kuşatmıştı gemide. Savaş topu bile yeşilin kuşatması altındaydı. Bitkiler büyümüştü. Yeşil, Hıristiyanlıkta yaşamın canlılığını ve umudu simgeliyordu. Gemi tam anlamıyla cennet bahçesine dönüşmüştü. Sadece Eve ve oğlu vardı gemide. Eve, beş yaşlarındaki oğluyla gemide dolaşıyordu şimdi güvenle. Eve’in elbisesi de de değişmişti. Beyaz elbise düzdü. Eve’in kolları da omuzundan aşağısı çıplaktı. Savaş topunun üzerindeki civcivleri seviyorlardı anne-oğul. Oğluna doğayı sevdiriyordu sanki Eve. Güvertede insan iskeletleri de fark ediliyordu. Tavuğun peşine düşen çocuk oyun oynuyordu. Eve de yere çömelmiş bir kafatasını okşuyordu. Eve yürürken, yerdeki insan iskeletleri de öznel yansıyordu görüntüye. Kamera mutlu çocuğun yanına geldiğinde, Eve de geliyordu, çocuk yerdeki tabancayı görüyordu. Tabancayı eline alıyordu çocuk. 

Kamera, havada uçan gemiyi, gösteriyordu ardından. Yeşillikler içindeki tavuklar yansıyordu. Eve ve genç adam olmuş oğlu piknik yapıyorlardı. Eve saçlarını toplamış topuz da yapmıştı. Üzerindeki beyaz elbise de değişmişti. Hâlâ gençti. Sofrada meyveler de vardı. Tavuk eti yiyorlardı. Burası cennetti. Genç (Woo Wi-hoon), tavukları görünce tabancasını çıkartıyordu. Nişan alıp ateş ettiğinde Eve önlüyordu onu. Gözü, Eve’in açıkta kalan dizlerine takılıyordu ardından. Elini, Eve’in bacağına uzatıp okşamaya başlıyordu. Eve müdahale ediyordu hemen. Ama genç ısrarla bacaklarını okşuyordu. Eve kaçıyordu. Genç de peşindeydi. Genç, Eve’e tecavüz eden üç erkeğin de genini taşıyordu. Kim ustanın gerçeküstücü dünyasında bu mümkündü. Kim usta, bu anlarda Hıristiyan inanışını yine tersyüz etmeyi başarabiliyordu. Gencin, Eve’e cinsel istek duyması, “Oidipus Kompleksi”ni düşündürüyordu önce. Antik Yunan tragedya yazarı Sofokles’in (İÖ 495-406) eseri “Kral Oedipus”, Sigmund Freud’un psikanaliziyle günümüzde de önemini sürdürüyordu. Oedipus, annesiyle yatmıştı. Ensest ilişkiydi bu. Kim usta da gencin Eve’e cinsel istekle saldırmasıyla ilk anda bunu hissettiriyordu. Dinsel inanışların hepsi, insanların ilk çoğalmaya başladığı bu zamanları ensest olarak değerlendirmiyorlardı. Gençle Eve, Âdem ile Havva olacaklardı ve üremeye başlatacaklardı. Eski Ahit, Kitab-ı Mukaddes’in (İncil’in) ilk bölümünde olan 39 kitaba verilen bir isimdi bu. Tevrat ve Zebur’u da kapsıyordu. Eski Ahit’le Yeni Ahit'in toplamı da İncil’i oluşturuyordu. Aslında Yeni Ahit, İncil’di. Âdem ile Havva (Adam ile Eva), Eski Ahit’te de yer alıyordu. Yahudi ve Hıristiyan inanışına göre Havva, Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Kim usta farklı bir görüş sunuyordu bu filmiyle. Âdem'in, Havva’nın ana rahminden doğduğunu söylüyordu. Genç şimdi Âdem’di ve Havva’yla beraber olup insan soyunu sürdürecekti. Eve kaçarken, kamera da birdenbire bir ağacın yanında duruyor ve yukarı doğru “tilt” yapmaya başlıyordu. Dolaylı da olsa bu anda büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski’ye de saygı sunuşu yapmış oluyordu Kim usta. Zincirlemeli geçişlerle geriye çekilen kamera, fonda da org tınıları vardı, Dünya'nın dışına, uzaya çıkıyordu. Sadece bir kıta vardı ve orası da yemyeşil cennetti. Son jenerik yazıları akmaya başladığında da ağıta dönüşen bir şarkı duyulmaya başlıyordu. Şarkıyı söyleyen de Sheila Govindarajan’dı. Besteyi de Park Inyoung yapmıştı. Sheila Govindarajan, müziğini Güney Hindistan’dan Amerika’ya taşımış önemli bir şarkıcı ve besteciydi.  

 

(2018 / 2020 / 2021)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder