HAYALİ FİLM ELEŞTİRİLERİ…
ANTONİONI SİNEMASINDAN
Ustadan sinemayı şaşırtan film
Dünya sinemasının çok büyük yönetmeni
Antonioni, “Western” filmiyle spagetti westerne saygı gönderiyor. Delon da
vahşi batıda kötülerin peşindeki eski şerif
Michelangelo Antonioni’den kelimenin tam
anlamıyla farklı bir film. Usta, sinemadaki estetik kaygılarını adeta bir yana
bırakmış. Antonioni, filmlerinde klasik anlatının dışında geçişsiz hikâye
kurgularıyla seyircileri bir boşluğun veya yabancılaşmanın içinde
kıvrandırıyordu. Onun filmlerinde “kararma-açılma”, “zincirleme”, “bindirme”
gibi geçişlere pek karşılaşılmıyordu. En azından bir döneme kadar. Mekândan
mekâna, sahneden sahneye aniden geçilirken, seyircinin de zihni kaosun içinde
kayboluyordu. Zamanın geçtiğini bir zaman sonra anlayabiliyordunuz. 1973 yapımı
“Western” filmi, Antonioni’nin “günah” olarak gördüğü her şeyi içine alıyor.
Antonioni bir günahın içine mi düşüyor? Onun birçok filmini perdede görmüş
sinemaseverler, “Western” filmini gördüklerinde tam anlamıyla boşluğa
düşecekler. Ama Antonioni bir tek şeyden vazgeçmemiş. O da mekân duygusu. Bu
filminde gerçekten mekânlar öne çıkmış. Elbette karakterler de. Antonioni
filmlerini bilenler, onun filmlerinde karakterlerin öne çıkmadığını bilirler. Antonioni,
“Western” filminde hem mekânları hem de karakterleri öne çıkarmış. Karakterler
ve mekânlar, gerçekten birbirlerini tamamlamışlar.
Antonioni, bu filminin senaryosuna
katkıda bulunmamış. Senaryoyu Sergio Leone yazmış ve geriye çekilmiş.
İlginçtir, Leone filmlerinin kameramanlarından Tonino deli Colli, Antonioni’nin
gözleri olmuş. Antonioni, Colli gibi spagetti western türünün ruhundan gelen
kameramanla çalışmakla iyi bir yol gösterici bulmuş. Tabii ki, müzikleri yazan
da Ennio Morricone. Yani tam anlamıyla Leone ruhuydu bu. Film, spagetti
westernlerinin yoğunlukla çekildiği İspanya’da yapılmış. Bir sektör oluşmuş
oralarda. Filmde James’i Alain Delon, Mary’yi Romy Schneider, genç Laura’yı
Isabelle Huppert, Kirli Harry’yi Charles Bronson, Bloody Charlie’yi Lee van
Cleef, Jimmy’yi James Coburn, Philip’i Harrison Ford canlandırmış.
1867, Teksas… İç savaş biteli iki yıl
olmuş. James, şeriflikten istifa etmiş ve doğudan Teksas’a gelmiş bir kovboy.
Buraları vahşi batının silah seslerinin susmadığı yerler. Şeriflikte tecrübe
kazanmış James, batıda iyi para kazanacağını düşünmüş. Doğudan batıya göç
olurken, doğunun kültürü de buralara gelmiş. Tren yolu, bankalar, posta
arabaları, yani para. Sığır güden ve kemerlerinde tabanca asılı kovboylar, bir
yılda kazanamayacakları paraları bir günde ceplerinde olacağını anlayınca, suç
çeteleri oluşmuş. Elbette doğudan batıya şeriflik de taşınmış. Suçlar artınca,
şerif nezarethaneleri de boş kalmıyor. Ama büyük çeteler rahatça tren ve posta
arabalarını soyuyorlar. En büyük çete de Kirli Hary’nin çetesi. James, tek
başına Kirli Harry ve çetesini peşine düşüyor. Sadece kötülerin peşinde değil
elbette. Mary’ye de zaman ayırabiliyor eski şerif. James, kasabanın şerifi
Jimmy’yle çalışıyor eski kanun adamı olarak. James, Kirli Harry ve çetesini,
ölü veya diri ele geçirip ödül kazanmak istiyor. Şerif de James’in arkasında.
Şerifin kızı Laura da James’e tutulmuş. Öğle vakti, bir yabancı atlı kasabaya
giriyor. Atını bağlıyor. Etrafı gözleriyle taradıktan sonra “saloon”a giriyor.
Amerikan barına geldiğinde viski istiyor. Orada biri onu tanıyor. Adam dışarı
çıkıp şerifin ofisine gidip Jimmy’ye Kirli Harry’nin ortağı Bloody Charlie’nin
kasabaya geldiğini söylüyor. Aslında bu filmi seyrederken, hem Hollywood’un
klasik westernlerinden hem de spagetti westernlerden etkileri hissediyorsunuz.
Antonioni filminde melodramı, şiddeti ve komediyi iç içe geçirmiş.
Elbette filmi baştan sona
anlatmayacağız. En azından Antonioni’nin gittiği yolu görmek için iyi olur diye
düşündük. Trendeki final bölümü gerçekten iyi çekilmiş. Bunu sinema perdesinde
sinemaskop görmek gerek. Hızla giden treni kamera yandan ve trenle aynı hızla
giderken çekimler de yapılmış. Öyle sahneler var ki, kamera hızla yol alan
trenin penceresinden dışarı çıkarak, trenin üzerindeki anları yakalıyor. Ama
final anları da klasik anlatımdan uzaklaşmıyor filmde. İyiler kazanıyor ve
huzur geliyor. James, iyi para kazanarak Mary’yle mutluluğun yolculuğuna
çıkıyor trenle Kaliforniya’ya doğru. Laura’nın kalbi kırılsa da cenaze
levazımatçısının oğlu Philip’in ilgisine fazla karşı koyamıyor. Elbette
müzikler. Morricone, Leone filmlerinin tadında besteler yapmış Antonioni’nin
filmine de. Bir başka büyük yönetmen François Truffaut, kendi filmlerini
küçümseyen Antonioni’yle dalga geçmiş. Truffaut, “Sinema salonundan çıktıktan
sonra insanın aklında pek bir şey kalmıyor. Berbat film” demiş alaycı
kelimelerle.
-mart 2013-
*****
TARKOVSKİ SİNEMASINDAN
Modern zamanlardaki insana bakmak
Sinemanın büyük ustalarından Rus Andrey
Tarkovski’nin Avrupalı sanatçılarla çektiği “Modern” filmi, günümüzün tuhaf
insanına bakıyor
Rus sinemasının en çileli
yönetmenlerinden Andrey Tarkovski usta, Fransa’da hiçbir baskı altında kalmadan
1978 yapımı “Moderne-Modern” filmini sinemaseverlere sunabildi. Tarkovski, bu
filmi Fransa’da yapsa da bir uluslararası bir yapıt bu. Kamera önünde ve
arkasında Fransızlar ve İtalyanlar var. Bu filmin yapımında Michelangelo
Antonioni ve Jean-Luc Godard gibi büyük yönetmenlerin de desteği olmuş.
Tarkovski, senaryoyu Godard ve Antonioni’yle ortak yazmış. Kamerayı da bir
başka usta Vittorio Starrarro kullanmış. Bu önemli kameramanı Bernardo
Bertolucci’nin filmlerindeki o muhteşem fotoğraflardan hatırlayabilirsiniz.
Oyuncular da birbirinden büyük. Michel’i Alain Delon, Bernard’ı Jean Paul
Belmondo, Giancarlo’yu Tomas Milian, Beth’i Julie Christie, Marie’yi Charlotte
Rampling, Paul’ü Gerard Depardieu oynuyor. Elise karakterinde Amerikalı genç
oyuncu Jodie Foster oynamış. Öyle genç ve güzeldi ki. Elbette müzikleri de
Michel Legrand bestelemiş. Fonda Mozart ve Schubert de duyuluyor. Paris ve Roma
şehirleri arasında gidip gelse de küçük anlarla Fransa’nın Atlantik kıyıları da
filme mekânlarını sunmuş.
Katil kimdi?..
Film, Fransız çizgi roman çizeri
Bernard’la Fransız roman yazarı Michel arasındaki dostluk üzerine. Sanat, hayat
ve felsefe üzerine tartışmaları filmin derinliğine doğru seyircileri yolculuğa
çıkartıyor. Ama bu yolculuk hayli zorlu ve insan labirentte yolunu
kaybedebilir. Bir de Giancarlo adında katil var. Çizgi romancıyla yazarın
konuşmalarındaki başkarakter o. Giancarlo, Roma’da üniversitede felsefe
dersleri veriyor. O, bir aşk cinayeti işlemiş biri. Ailesi var. Karısı İngiliz
Beth. İki kızları olmuş. Filmin girişindeki yazılar akıp gittikten
sonra görüntü Fransa’nın Atlantik kıyılarında açılıyor. Kamera, yavaşça geriye
doğru kayıyor, pencereden içeri giriyor, odada yazar Michel ayakta yatağın
üzerindeki gazeteye bakıyor, kamera yatağa doğru kayıyor ve gazetenin manşetini
gösteriyor. Manşette, “Hepsi aşk için oldu” yazıyor. Yazar, gri Citroen
arabasıyla Paris’e doğru yol alırken, Giancarlo hücresinde yatağa sırtüstü
uzanmış duygusuz gözlerle tavana bakıyor. Tarkovski, sıradan bir film gibi bu
girişin ardından, bu cinayetin köklerine iniyor. Michel, polisiye romanlar
yazıyor ve Romalı Giancarlo’nun bu aşk cinayetinin nedenleri üzerine derin
düşüncelere dalıyor. Giancarlo, iyi bir üniversitede profesör. Dışarıdan
bakınca mutlu bir evliliği var. İki de küçük kızı. Sistemin sunduğu tüm
nimetlerden faydalanıyor. Michel, dünyayı sol bakış açısıyla değerlendiren, ama
Marksist olmayan bir yazar. Her şeyde mutlaka diyalektik olduğunu savunuyor.
Hayattaki her şey neden-sonuç ilişkisinde, diyor. Ya çizgi romancı Bernard?
Michel ve Bernard, bu aşk cinayetini anlamaya, hatta eserleri için ilham almaya
çabalıyorlar. Bernard, bu olayı çizgi romana dönüştürmeyi teklif ediyor
Michel’e. Biri yazacak, diğeri de çizecek… Ama önce bilinmeyenleri, o derin
karanlıkta kalmış yerlere ışık düşürmeleri gerekiyor. Giancarlo, mutlu
görünmesine rağmen neden cinayeti işledi? Hem de Paris’te. Öldürdüğü Elise, bir
Fransız üniversite öğrencisi. Tarih okuyor. Yolları Roma’da kesişmiş. Yıldırım
aşkı. Paris-Roma arasında gidip gelmeler olurken, hikâyeye kızın annesi Marie
de giriyor. Marie, kızıyla Giancarlo’nun ilişkisini hemen öğrense de tepki
göstermemiş. Daha da ileri giderek Giancarlo’yu baştan çıkarmış. Fransız usulü
bir aşk üçgeni oluşmuş.
Tarkovski, klasik anlamda bir polisiye
yapmak istememiş. Merak duygusuyla da hiç ilgilenmemiş. Usta, başka
derinliklerin peşine düşüyor. Michel, Giancarlo’nun suçsuzluğuna inanıyor.
Marie’nin, Sherlock Holmes’un bile aklına gelemeyecek bir planla kızını ortadan
kaldırdığını, polisin de ilk şüpheli olarak Giancarlo’yu tutukladığını iddia
ediyor. Bernard, daha farklı bir açı getiriyor bu aşk cinayetine. Michel’le
polis merkezine gidiyorlar. Orada Bernard, cinayet masası dedektiflerinden
arkadaşı Paul’ü Michel’le tanıştırıyor. Onun da yöntemleri farklı. Bu üçünün,
Giancarlo ve Elise’in hayatlarını karşılaştırmaları, tesadüfler, gerçeğin
göreceliği ve birçok şey üzerine konuşmaları gerçekten heyecan verici.
Romanlar, filmler, Antik Yunan felsefesi, modern öncesinden modern sonrası
düşünceler, sanat akımları, kapitalizm, faşizm, komünizm, varoluş, insan ve
fikirler. Kamera, arada bir Roma’ya gidiyor. Beth, hiçbir şey olmamış gibi
hayatına devam ediyor. Kızlarıyla mutlu. Yönetmen, üç farklı konuşmaya kulak
verirken, her türlü kuşkunun ötesinde Beth’ten de kuşkulandırıyor seyirciyi. Beth
gerçekten suçlu muydu? Yoksa gerçek suçlu Marie miydi? Giancarlo, tahmin
edilemez bir plan mı yapmıştı? Yoksa bir dördüncü ihtimal mi vardı? Üç zeki
beynin karşılıklı fikir yürütmeleri, insanı gerçekten labirentte yolunu
kaybettiriyor.
Dingin anlatım…
Tarkovski, önceki filmlerindeki gibi
renkli ve siyah-beyaz çekmiş. Giancarlo ve ailesi siyah-beyaz yansıyor sürekli.
Sinemaskop bu filmde kamera dingin olmasına rağmen, yönetmen bazı anlarda
kamerayı öne ve geriye kaydırmış. Sahneler arasındaki geçişler de çarpıcı.
Paris’le Roma arasındaki geçişler, pencereden pencereye geçişle oluyor.
Tarkovski, klasik anlatımdaki “zincirleme” ve hatta “kararma-açılma”
tekniklerine de başvurmuş sıkça. Müzikler de filmin ruhuyla buluşmuş.
Tarkovski, klasik müzikleri Michel’in yalnız olduğu anlarda kullanmış. Michel
Legrand’ın besteleri de yer yer klasik müzik tadı veriyor. “Modern” filmi,
sadece Tarkovski sinemasına tutkun olanları değil, ustayla ilk defa
karşılaşanları da etkileyecek. Delon, ilk dönemlerindeki gibi sanat tarafı öne
çıkan bir filmde dingin oyunculuk sunmuş. Belmondo, Godard filmlerindeki
coşkuyu yeniden yaşıyor. Milian, fazla konuşmayan, donuk bakışlı, ama insanın
giderek ısındığı bir karakter yaratmış Giancarlo’yla. Depardieu, Paul’le çağdaş
bir Sherlock Holmes olmuş adeta. Evet, Tarkovski usta farklı film yapmış. Ama
yine derin ve entelektüel…
-mart 2013-
****
BERGMAN SİNEMASINDAN
Bergman’dan insan sıcaklığına övgü
İsveç sinemasının büyük yönetmenlerinden
Ingmar Bergman’ın “Kadın Şefkati”, büyük bir tutkuyla insan sevgisinin filmi
İsveç’in Upsala şehrinde 1918’de doğmuş
sinemanın büyük ustası Ingmar Bergman, Fransız sineması içinde bambaşka bir
film yapmış. Siyah-beyaz ve sinemaskop çekilmiş 1969 yapımı “Une Belle-Kadın
Şefkati”, 1960’larda Bergman sinemasında daha yoğun kendini gösteren, kadın
yüzlerinin yakın çekimle perdeye yansıması bu filmle de sürmüş. Orijinal
anlamı “Bir Güzel” olan “Kadın Şefkati”, tam anlamıyla Bergman’ın insan
sıcaklığına özlemi. Filmin senaryosunu da yönetmenle Woody Allen ortak
yazmışlar. Filmin kameramanı da Bergman sineması için gerçekten bir sürpriz.
Kameraman Raoul Coutard’ı, Godard filmlerine ruh katmış fotoğraflarından
hatırlayabilirsiniz. Bergman’ın yolu, daimi kameramanı Sven Nykvist’le bir
filmlik de olsa ayrılmış. Filmi perdede seyrederken bunu hissediyorsunuz.
Coutard’ın kullandığı kamera, Bergman filmlerindeki o dinginliğe az da olsa
coşkunluk getirmiş. Kameranın, öne ve geriye doğru kayışları, sanki ruhun içine
girip çıkıyormuşsunuz hissini veriyor. Gün ışığının içeriye yansımaları,
siyah-beyaz fotoğraflara estetik yoğunluk vermiş. Bergman, iç ve dış mekânları
neredeyse eşit kullanmış. Hatta geceler ve gündüzler de öyle. Fonda duyulan
melankolik piyano tınılarını da Francis Lai bestelemiş. Bergman, zaman zaman
Schumann bestelerini de kullanmış.
Schumann çalan adam…
Elke, Paris’e dinlenmeye gelmiş gibi.
Filmin derinliğinde kırık bir aşk hikâyesinden çıktığını anlıyorsunuz. Paris’te
bu kırıklığın sıkıntısından uzaklaşmaya da başlamış. Yeni bir aşka henüz hazır
değil. Ama genç ve güzel bu kadın nereye kadar soğuk yatakta uyanabilir ki?
Elke, aylak dolaşmalarının ardından kafeye uğruyor bazı akşamüzerleri.
Bir fincan kahvesini içiyor ve yalnızlığının tadını çıkartıyor sanki
Elke. St. Germain’de Café de Flore ona ilham veriyor. Bir süredir
dikkatini, sokağın karşısında kaldırımda klarnet çalan, evsiz insanları andıran
otuzlu yaşlarındaki bir adama gözü takılmış. Bugün onunla konuşmak da istiyor.
Adının Avy olduğunu öğrendiğimiz adam, hep Schumann’ın tınılarını çalıyor. Bu
tını, Elke’yi Stockholm’e, annesinin piyanona çaldığı yıllara götürüyor.
Elke’yi, Bergman’ı daima büyülemiş Liv
Ullmann oynuyor. Filmdeki en büyük sürprizse Woody Allen. Bu müthiş Amerikalı
sanatçı, sokakta klarnet çalan Avy’yi canlandırmış. Avy, Amerikalı bir Yahudi.
Yolu bir şekilde Paris’e düşmüş. Aslında o maceracı ve keşfedici bir ruha
sahip. Karşısında konuşmayı seven biri olduğunda Yahudi mizahıyla Amerika’yı,
müziği, Atlantik’i coşkulu kelimelerle anlatıyor Avy. O bir müzisyen. Küsmüş.
Çünkü müziğin kötü yönlere gittiğini düşünüyor. New York’a da gitmek
istemiyor bu yüzden. Filmde, Bergman filmlerinden aşina iki unutulmaz kadın
oyuncu da yönetmene destek vermiş. Bibi Anderson Bibi, Ingrid Thulin de Ingrid
olmuş filmde. Bibi ve Thulin, Elke’yi ziyarete geliyorlar Paris’e. Fransız
sinemasının büyük oyuncularından Jean Gabin, Bergman’ın filmine çok şey katmış
bir de. Gabin, klarnetçi Avy’ye evinde bir oda vermiş yüreği iyi Jean’ı
oynuyor.
Paris’te aşk var…
Babası papaz olan Bergman, dine ve
babaya iç acısıyla bakıyor bazen. Bergman, baba takıntısından Jean’ın
müşfik kalbiyle çıkmayı istiyor sanki. Jean, hayatı sadece dini bakış açısıyla
değil, felsefi bakışlarla da yorumluyor. Onun için, iyi olduktan sonra hangi
Tanrı’ya veya dine inanmanın önemi yok. Ona göre, dünyadaki kötülükleri
iyiliklerle aşmamız gerekiyor. Gençliğinde Katolik rahip bile olmuş Jean.
Önyargı, ırkçılık, düşmanlık onu kiliseden uzaklaştırmış, dünyanın denizlerinde
huzuru aramış. Kaptan bile olmuş Jean. Avy’yle Seine kıyılarında tanışmışlar.
Avy, dört yıl önce Paris’e gelmiş. Bir süre sonra parası tükenince orada burada
kalmaya başlamış. Sokakta çalması da müziği dolaysız olarak halka sunmak
içinmiş Avy’nin. Kafede, dışarıda masada tek başına oturmuş Elke, Avy’nin
klarnetiyle Schumann’ı dinledikten sonra ayağa kalkıyor ve öne doğru yürüyor.
Kamera, uzak açıdan yavaşça öne doğru kayarken, Elke de Avy’ye doğru
yaklaşıyor. Bu estetik sahne, sanki dostluğa ve aşka dokunmak gibiydi.
Hikâyeye, Bibi ve Ingrid de girince modern zamanlarda Paris’te masal yaşanıyor
sanki. Bergman sinemasının tutkunları biraz hayal kırıklığına uğrayacak,
ama yaratıcı yönetmenlerin de yoldan çıkmaya hakları var. Filmi
seyrederken, Bergman’ın sanattan uzaklaşmadığını da fark ediyorsunuz. Tek bir
fark var. O da, biraz coşku. Filmdeki oyunculuklar da ilham verici, belirtelim.
-nisan 2013-
****
LEAN SİNEMASINDAN
Lean’dan sarsıcı bir polisiye
Büyük yönetmenlerden David Lean’ın yazıp
yönettiği “Katil”, şaşırtıcı kurgusuyla zihinleri sürekli karıştıran bir film.
Robert de Niro’yu seyretmeye doyamıyorsunuz
İngiliz sinemasının önemli
yönetmenlerinden David Lean, “gösterişli” denilen yüksek bütçeli filmlerinin
dışına çıkıp, hayli düşük bütçeli 1977 yapımı “ Killer-Katil” filmini yapmış.
Kara film tadı da veren “Katil”, zekâ işi bir suç filmi. Her şey açıkça perdede
görünse de, film derinleştikçe zihinsel karışıklıkları yaşıyorsunuz. Filmin en
büyük sürprizi, senaryoyu da Lean’ın yazması. “Technicolor” renk tonları,
sinemaskop çekilmiş bu filme estetik anlamda zenginlik sunmuş. Kameramansa
Gordon Willis. Bu büyük kameramanı, Francis Ford Coppola’nın “The
Godfather-Baba” filmlerinden hatırlıyoruz. Elbette Robert de Niro. Bu muhteşem
oyuncu, Martin Scorsese’nin 1977 yapımı “New York New York” müzikal filminden
yorgun çıkmasına rağmen hiç dinlenmeden Londra’ya gelmiş ve Lean’ın bu
polisiyesinde John’u oynamış. Lean, bu filminde fon müziği kullanmamış. Duyulan
her şey doğal sesti. Müzikler de öyle.
Zihinleri karıştıran cinayetler…
John, dışarıdan bakınca sıradan bir
insandı. Ne iş yaptığını bile bilmiyorsunuz. Bir aylak gibiydi. Ama onun
dünyasına girdikçe hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlıyorsunuz.
Seyircinin zihni sürekli karışıyor. Lean, başlarda şüpheyi katil olarak John’un
üzerine çekiyor önce. Ama o vahşi kadın cinayetlerini onun işlediği hakkında da
emin olamıyorsunuz. Çünkü başka biri daha ortaya çıkıyor. Şüphenin John
üzerinde yoğunlaşması onun tedirginlik veren soğukkanlı halleri miydi? John,
bir temizlik hastasydıı. Diğer şüpheli David, hikâyeye birdenbire dahil oluyor.
John gibi ne iş yaptığı bilinmeyen David’i Harvey Keitel oynamış. David,
başkalarının dokunduğu şeylere dokunmaktan tiksiniyor ve ellerini sürekli
yıkıyor. David’le John’un ortak noktaları bu obsesiflikleri. Ayrıca ikisi de
Amerikalı. John’un İtalyan, David’in Alman kökenleri var. İkisinin de kaldığı
daireler alabildiğine temiz ve düzenli. Bu iki adamın neden aynı anda Londra’da
oldukları sürekli zihinleri karıştırıyor. Bu iki adam, birbirini tanıyorlar
mıydı? Vahşice öldürülen kadınlar, tip olarak da birbirini çağrıştırıyor. Ortak
özellikleri de çilli olmaları. Filmde polis dedektifi Annie’yi Julie Andrews
canlandırmış. Annie, bu vahşi cinayetleri bir seri katilin işlediğini
düşünüyor. Londra, yeni bir “Karındeşen Jack”le mi karşı karşıya? Öldürülen
kadınların kimisi evli, kimisi sevgilisiyle, kimi üniversitede, kimisi tek
başına…
Sürprizli final…
Lean’ın “Katil” filmine dokunurken,
merak duygusunu azaltmamak gerekiyor. Yönetmen, insanın kanını donduran
cinayetleri gösteriyor. Ama, katilin yüzünü göremiyorsunuz. Belki kimi
sinemaseverler, John ve David’in hareketleri üzerinden fikir geliştirecekler.
Yine de buna fazla güvenmemek gerek. Final bölümünün beklenmedik olduğunu
belirtmeliyiz. Lean, cinayet anlarını stilize bir kamera kullanımıyla
yansıtmış. Üniversite öğrencisi Kathy’nin Hyde Park’taki öldürülüşünü tedirgin
edici bir gerilimle perdeye yansıtmış. Bu anları seyrederken, kader de aklınıza
düşüyor. Kafeden çıkıp dairesine gitmeyen Kathy, Hyde Park’a giderek
trajedisini yaşıyor. Bu sekans, neredeyse on dakikayı buluyor. Kamera, katilin
arkasından takip ediyor. Kathy, sanki birinin kendisini takip ettiğini
biliyormuş gibi nefes alışverişi perdeyi kaplıyor. Londra’ya akşam çökerken,
Kathy de vahşice öldürülüyor. Kathy’yi genç oyunculardan Isabelle Huppert
oynamış.
Filmin oyuncuları gerçekten muhteşemdi.
Lean, Scorsese filmlerinin iki oyuncusu De Niro ve Keitel’i oynatmış bu
ürkütücü polisiyesinde. Elbette etkileyici ve zeki polis dedektifinde Andrews,
oyunculuğuyla ilham veriyor. Filmde, ünlü kameraman Willis’in fotoğrafları da
sinemaya armağan gibi. Londra’nın gri görüntüsünden renkleri ortaya çıkartışı
heyecan veriyor sanatseverlere. Lean’ın kendi filmlerinin dışında bambaşka
yollara girdiği “Katil”, bir ustadan sinemaya kalan özel bir film. “Katil”
filmi sinema perdesinde insanı gerçekten sarsıyor.
-nisan 2013-
****
KIESLOWSKI SİNEMASINDAN
Raskolnikof Paris sokaklarında
Ünlü Polonyalı yönetmen Krzysztof
Kieslowski, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanından ilham alarak Henriot’nun
suça sürüklenişini anlatıyor “Öfke” filminde
Sinemanın büyük ustalarından
Krzysztof Kieslowski’nin Fransa’da, Paris’te yaptığı 1992 yapımı “La
Colere-Öfke”, bir anlamda Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanına saygı sunuşu
gibi. Kieslowski, bu romandan ilham alsa da yine de özgün bir film çıkarmış
perdede. Raskolnikof ve Henriot’nun kaderlerinin buluştuğu yerler var. İkisi de
yoksul ve kaygılı. Kieslowski, Henriot’yu, öğrenci değil, bir işsiz yapmış.
Umutsuz ve bir şey için çaba gösterme gücünü kaybetmiş. Günümüzün Paris
atmosferi gerçekten insanı yabancılaştırıyor. Henriot, yalnız ve bu gri şehirde
sığınabileceği hiçbir yer yok. Kieslowski, insani taraflarını yitirmiş batılı
toplumlara da sert eleştiri getirmiş. Soğuk Savaş bitmiş. Duvarlar çökmüş.
Demirperde ülkelerinden insanlar batıya iş umuduyla gelmiş. Evet, Henriot her
şeyini kaybetmiş. Kalabileceği bir ev de yok. Seine kıyılarında, köprülerin
altında o soğukta bir günü daha yaşamaya çabalıyor. Aslında çabalamıyor. Çünkü
o umutsuz. Her yeni gelen bir öncekinden daha kötü onun için. Çöplüklerden
yiyecek bile arıyor. Sigara izmaritleri bulabilirse içiyor. Ağız mızıkasıyla
çaldığı melodilere para verirseler onunla da köpeköldüren kırmızı şarap alıp
içiyor. Paris’te ucuz şaraplar pet şişelerde satılıyor. Henriot, Dunkerque’ten
Paris’e göçmüş bir üniversiteli. Paris’te basın sektöründe üç yıldır iş aramış,
ama sistemin içine girmeyi başaramamış. Mesleği de olmayan Henriot, giderek
umudunu yitirmiş. Önce sevgilisini, sonra da ortak yaşadıkları evi kaybetmiş.
Paris’te pek kimseyi de tanımayan Henriot için Seine kıyıları mesken olmuş.
Çok soğuk havalarda metroya sığınan
evsiz Henriot, güneşli gün Seine Nehri’nin kıyısında bankta otururken, birisi
yakınına oturuyor. Henriot ondan sigara istedikten sonra aralarında sıcaklık
başlıyor. Jean, ona halde iş bulabileceğini söylüyor. Henriot, az da olsa para
kazanacağı için pansiyon odasında kalabilecek. Hepsi oluyor. Pansiyonun sahibi
de yaşlı bir kadın. Sokağın ucunda başka bir dairede kalıyor kadın. İşte bu
andan sonra film birden Dostoyevski ruhuna bürünüyor. Üzerindeki yılgınlık ve
vücudunun zayıflığı işe dört elle sarılmasına da engel oluyor. Henriot, ateş
içinde olduğu bir gece aklına lisedeyken okuduğu “Suç ve Ceza” romanı geliyor.
“Ben şimdi Raskolnikof mu oldum” diye sayıklamaya başlıyor. Kieslowski, yaşlı
kadının vahşi ölümü üzerine şaşırtıcı bir anlatım yaratmış. Henriot, cinayeti
gerçekten işledi mi, yoksa hepsi onun hezeyanları mıydı? Filmi perdede
seyrederken seyircinin zihni bulanıklaşıyor. Adeta, bulanık suda kaybolmuş
balıklar gibi hissediyorsunuz. Bu film doğrudan polisiye değil, ama işlenen
suçtan sonra bu yola giriyor. “Öfke”, gerçekten filmin ruhuyla buluşmuş. Cinayet,
belki de Henriot’nun sisteme öfkesiydi. Psikanalitik taraflara da gidiyor film.
Psikolojik olarak çürüyen Henriot, gerçeklikle hayali birbirine de karıştırıyor
giderek. Sanrılı uzun geceler onu bir felakete götürüyor. Kieslowski,
yalnızlık ve güven duygusunun azaldığı insanlar Henriot gibi çıkışsızlıklara
düşebilirler, diyor sanki. Kader yine başrolde Kieslowski’nin önceki
filmlerindeki gibi.
Zanaatçı bir ustadan…
Henriot’yu, gelecekte önde gelen
oyunculardan biri olma ihtimali yüksek Mathieu Amalric oynamış. Pansiyonun
sahibi cimri yaşlı kadını ünlü oyunculardan Jeanne Moreau oynamış. Bu muhteşem
oyuncunun canlandırdığı Madam Leroi, kader gibi filmin yönünü de değiştiriyor.
Kaderin ortağı gibi olan Jean, hem Henriot’nun hem de Madam Leroi’nın hayatlarını
değiştiriyor. Jean’ı Gerard Depardieu canlandırmış. Tanıkların ifadelerine uyan
Henriot, polis tarafından tutuklanıp sorguya alınıyor. Hiçbir şey hatırlamayan
Henriot, sorgulardan yıldığı için belki de suçu kabul ediyor. Bu sorgu anları,
insana o kadar uzun geliyor ki, Henriot’nun suçlu olup olmadığını tam açıklıkla
bilemese de seyircinin bir bölümü polisin bulgularıyla ikna olabilir. Ama yine
de her şey Henriot’nun zihni gibi karışık. Filmin kameramanı Slawomir
Idziak’ın kamerası gerçekten filme estetik katkı sağlamış. Cinayetin
işlendiği andaki mekânın kasveti gerçek anlamda seyirciyi donduruyor. Kamera,
Henriot’nun arkasından usulca takip ederek, dairenin içine giriyor ve Henriot,
Madam Leroi’yı bakışını sakince de izliyor. Seyirci, dikizci durumuna düşüyor
bir an filmde. Görüntü kararıyor ve zihinler bulanıklaşıyor birden. Madam Leroi
o an mı öldürülmüştü, yoksa bu bir yanılsama mıydı?
Usta kendini sanatçı değil, bir zanaatçı
olarak gördüğünü belirtmişti. Bu son filminde zanaatını iyice ortaya koymuş.
Kieslowski, müzik de kullanmamış. Adeta şehrin kasvet veren sesini
dinlemek istemiş sadece. Kimileri, “Öfke” filmi için, “Dekalog”ların uzantısı
diyecekler. Olabilir. Bu dekalog da “Öfkene hâkim olacaksın” olabilir. “Öfke”,
ustanın son başyapıtlarından…
-nisan 2013-
****
KUBRICK SİNEMASINDAN
Kubrick, polisiye sinemayı hatırladı
Amerikalı dahi yönetmen Stanley Kubrick,
“Katili Bul” filminde polisiye sinemaya sıkı bir dönüş yapıyor. Filmde, “katil
kim” sorusu finale kadar sürüyor
O büyük usta, bir dahi ve iyi ki
sinemada var. Amerikalı usta Stanley Kubrick’in İngiltere’de çektiği 1970
yapımı “The Dedective-Katili Bul” filmi, suç sinemasının doruklarında ve bir
başyapıt. Filmin senaryosunu da Kubrick yazmış. Siyah-beyaz ve sinemaskop
fotoğraflar da Burnett Gufley’den. Bu büyük kameraman, Arthur Penn’in
unutulmaz gangster filmi 1967 yapımı “Bonnie and Clyde-Bonnie ve Clyde”
filmiyle “En İyi Görüntü Yönetmeni” dalında Oscar kazanmıştı Akademi’den.
Filmin müziklerini de Georges Delerue bestelemiş. Fonda klasik müzik tadı veren
besteler duyulurken, özellikle insanın kafasının içinde dolaşan keman ve piyano
tınıları da gerilimin içinde bırakıyor. Filmde polis dedektifi Michael’ı,
Hollywood’un önemli oyuncularından Jack Nicholson oynuyor. Cinayet masasından
Michael, tek başına yaşıyor. Dairesi de bekâr evi gibi. Her yer dağınık.
Bulaşıklar yığılmış. Elbiseler etrafa atılmış. Michael adeta dairesinde
kaybolmuş gibi. Kadınlara yaklaşmayı pek beceremeyen Michael’ın hayatına birdenbire
Mary giriyor. Mary’yi İngiliz sinemasının öne çıkan oyuncularından Julie
Christie canlandırmış. Sherlock Holmes gibi zeki cinayet masasının şefi Jim de
Gene Hackman olmuş. Filmin hikâyesi Amerika’nın Şikago şehrinde geçiyor.
Şikago, cazın ve gangsterlerin şehri. Kubrick, bu şehre gotik bir kasvet
vermiş. Tümüyle Londra’daki Pinewood Stüdyoları’nda kurulmuş setlerde çekilen
filmde adeta Şikago yeniden yaratılmış.
Peş peşe cinayetler…
Film, dairesinde yalnız yaşayan yaşlı
kadının kanlı cesedi üzerine açılıyor. Sivil ve resmi giyimli polisler,
kanıtlar topluyor. Jim etrafa talimatlar verirken Michael da küçük defterine
notlar alıyor. Merkezdeki toplantıda Jim, bu yaşlı kadın cinayetlerini işleyen
katili zihninde yaratıyor sanki. Jim, katilin uzun boylu ve sakin yapıda
olduğunu söylüyor. En az polisler kadar zeki olduğunu da belirtiyor. Katil
geride kanıt anlamında pek bir şey bırakmıyor. Katilin yaşlı kadın takıntısı
nerden geliyor? Annesinden mi, yoksa geçmişinde kötü bir şeyler mi yaşamış?
Filmin derinliğinde dolaşırken, katilin her türlü kuşkunun ötesinde biri mi,
diye düşünmeye başlıyorsunuz. Kubrick, belli belirsiz küçük ayrıntıları aralara
kurgulamış. Bunları ancak filmi ikinci defa gördüğünüzde anlamlandırıyorsunuz.
Çünkü finalde katilin kim olduğunu biliyorsunuz. Kedi gibi sessizce yaşlı ve
yalnız kadınların dairesine giren katil, bu seri cinayetlerle ne anlatmak
istiyor? Jim, hep bu soruyu kendine sorup duruyor.
Michael, sanki hiç uyumuyor. Gündüzleri
uyurgezer gibi daima yorgun bir yüzle etrafta dolaşıp duruyor. Merkezdeki kendi
ofisinde ufak ufak da kestiriyor. Michael, geceleri Şikago’nun sokaklarında
dolaşıyor. Apartmanları ve evleri gözlüyor. Jim, beklenmedik bir şey yapıyor.
Az da olsa Michael’dan şüpheleniyor. Onun geçmişi hakkında dosyalarda olmayan
bilgilere ulaşmak için bir dedektifi görevlendiriyor. Ama Michael’ın peşine bir
dedektif takmıyor. Seyirci filmi, Jim’in algılamalarıyla yorumladığı için daima
bir kuşkunun içinde. Seyircinin merak duygusunu azaltmamak için filmin derinliklerine
fazla girmemek gerekiyor.
Sinemaya armağan gerilim…
Kubrick, Şikago sokaklarında hafif el
kamerası kullanmış. Kaotik bir görsellik perdeyi kuşatıyor bu anlarda. Kamera,
özellikle Michael’ın dairesinde alabildiğine sakindi. Michael, sakin görüntüsüyle
hızlı hareket etmeyen, yavaş adımlarla yürüyen, az uyuyan biri. Dairesinde,
annesiyle babaanesinin çerçeveli fotoğrafları komidinin üzerinde duruyor.
Kubrick, Jim gibi usul usul tüm kuşkuları Michael’ın üzerinde yoğunlaştırıyor.
Ya başka birisi de varsa? Bu da zihinlerde kuşku doğuruyor. Bardan çıkan,
Michael boylarında ve Michael sakinliğinde bir adam da birkaç defa kameraya
takılıyor. Adamı da John Cazale oynamış. Kubrick, Michael’ın yalnız olduğu
anlarda keman tınılarını öne çıkarmış. Adını bilmediğimiz adamın göründüğü
anlarda öfkeli piyano tınıları duyuluyor. Michael, gece dolaşmalarında gittiği
barda güzel Julie’yle iletişim kuruyor. Barda içiyorlar. Julie’nin dairesine
gidiyorlar. Michael, romantik bir anın ardından sevişebileceği Julie’ye tecavüz
ediyor. O sakin halleriyle. Sonra da ona âşık oluyor. Julie, Michael’ın polis
olduğunu da bilmiyor. Nicholson ve Hackman’ın yüksek oyunculuk sundukları bu
zeki polisiye sinemadan bir armağan. Final bölümü gerçekten şaşırtıyor. Sinema
tutkunları, sadece merak duygusuyla değil estetiğiyle de bu filmde haz
alacaklar. “Katili Bul”, Kubrick’in polisiyeye dönüş yaptığı unutulmaz bir
başyapıt.
-nisan 2013-
****
HITCHCOCK SİNEMASINDAN
Gerilim sinemasından dersler var
Büyük yönetmen Alfred Hitchcock,
günümüzde değerini bulamayan gerilim sinemasının böyle olmalı diyerek
“Telefondaki Ölüm” başyapıtını çekmiş
Kamera usulca öne doğru kayarak hafifçe
yukarı yöneliyor ve pencereden içeri giriyor. Lüks eşyalı içeride yatakta bir
adam sırtüstü uzanmış tavana bakarken sigarasını içiyor. Sigara dumanı birden
perdeyi kapatıyor ve ardından telefon zili çalıyor. Siyah fon üzerinde ön
jenerik yazıları okunuyor sonra. Fonda da Bernard Herrmann’ın gerilimli müziği
duyuluyor. İngiliz asıllı Amerikalı büyük yönetmen Alfred Hitchcock, 1975
yapımı “Call-Telefondaki Ölüm” filmine böylesi tedirgin edici bir girişle
başlıyor. Filmin senaryosunu Joseph Stefano yazmış. Stefano, Hitchcok’un 1960
yapımı siyah-beyaz korku-gerilimi “Psycho-Sapık” filminin senaryosunu da
yazmıştı. Kameramansa John l. Russell. Hitchcok, bu son filminde “Sapık”taki
ekibini bir araya getirmiş. Filmin geniş açılı 35mm renkli fotoğrafları
gerçekten çok çarpıcı. Keşke bu film siyah-beyaz olsa diyebilirsiniz.
Hitchcock, kasvetli ve gölgeyi öne çıkartan ışık düzenlemeleriyle bu hissi
veriyor. Filmde başrolüne Robert Redford var. Hitchcock bu oyuncuyu, James
Stewart hissi versin diye oynatmış olabilir. Onun adı Luke. Liza’yı Julie
Andrews oynamış. Julie Andrews, az da olsa “platin saçlı” Kim Novak’ı
çağrıştırıyor. James Stewart, Hitchcock sinemasının renkli döneminin
parçasıydı. Hitchcok, 1956 yapımı renkli “Vertigo-Ölüm Korkusu” filminde
Kim Novak’la sette gerilimli anlar yaşamış. “Ölüm Korkusu”nun mekânları San
Fransisko’ydu. “Telefondaki Ölüm” filminin de öyle. Filmde Martin’i Anthony
Perkins oynamış.
Bıktıran takip…
Luke ve Liza, evliler. Ama mutsuzlar.
Bir de bunun üzerine gelen rahatsız edici telefonlar. İlk önceleri gelen
telefonlarda ses duyulmuyormuş. Son zamanlarda tacizci telefonda konuşmaya
başlamış. Telefondaki sesin erkek olduğunu biliyor Martin. Sesi, çevresindeki
insanlar içinde aramaya başlamış. Bu öyle bir paranoyaya dönüşmüş ki, Luke
giderek daha da huysuzlaşmış. İyi gitmeyen evliliği de daha da içinden çıkılmaz
bir hal almış. Luke, gözde bir mimar. San Fransisko’da önemli binalarda imzası
var. Elbette serveti de çok. Gayrimenkullerin yanında bir yatı, birkaç tane
pahalı arabası, bankalarda da bir hayli doları var. Luke, her şeyiyle
kışkırtıcı biri. Üstelik de yakışıklı. Kadınların bakışları da daima
üzerindeydi. Arada bir çapkınlık yapıyor. Dışarıya karşı sadık ve güvenilir
görünürken. Ya Liza? Onun varlığı bu Hitchcock filmini birden kara filme
dönüştürüyor. Liza, okulda o kadar başarılı olamamış. Burslu okuduğu
üniversiteyi zorla bitirmiş. İçinde hep bir özlem olmuş bir kadın. Yolu, birkaç
yıl önce New York’ta Luke’la kesişmiş. Yoksa bu planlanmış bir şeydi? Liza’nın
Martin’le de ilişkisi var. Hitchcock, gecikmeden bunu seyircilere gösteriyor.
Luke ortadan kalkarsa Luke’un her şeyi Liza’nın olacak. Hitchcock, sistemin
insanları kazanmak için suça yönelttiğini söylüyor bu filminde. Kapitalizmde
kazanamazsan bir hiçsin çünkü. Liza, hayata mağlubiyetle başlamış ve o kolay
ulaşamayacağı servete şu an ulaşmak istiyor. Finalin beklenmedik olduğunu
belirtmeliyiz. Bu kedi-fare oyunu, seyirciyi tam anlamıyla gerimin içinde
kıvrandırıyor.
Robert Redford, mutsuz ve korku içindeki
kocada iyi bir oyunculuk göstermiş. Asıl unutulmazsa kışkırtıcı Martin olan
Anthony Perkins. İnsanı tedirgin eden kısık sesi, şeytani kelimeleri insanları
güvenli koltuklarında bile rahatsız ediyor. Bir melek olan Julie Andrews’un
“femme fatale”a dönüşmesi Hitchcock’a özel olmalı. Bu film görülmeli ve
nefesler kesilmeli. Korkuyu iliklerinizde hissediyorsunuz.
-nisan 2013-
FORD SİNEMASINDAN
Vahşi batının son kovboyları
Amerikalı büyük yönetmenlerden
John Ford’un son kovboyları anlattığı “Kasaba” filminde, yüzyıl sonuyla
yüzyıl başındaki Amerika’nın dönüşümü de sosyolojik açıdan yansıyor perdeye
John Ford… Amerikan sinemasının özel
yönetmenlerinden Ford, 1965 yapımı “The Town-Kasaba” filminde, vahşi batının
dönüşümünü ve günahlarını anlatıyor. Yüzlerce yıl kolonileşen ve yeni
yerleşimlerle beraber Kızılderilileri yok eden, iç savaşı yaşayıp köleliği
kaldıran bu toplumun karşısında şimdi yeni mücadeleler var. Belki iyi olacak,
belki de kötü. Sanayileşme ve modernleşmeyle beraber, şehirler büyüyor ve yeni
yasalar toplumun önüne konuyor. Atların yerini trenler ve arabalar almış.
Üretim el gücünden makinelere geçmiş. Vahşi batının kovboylarına ne olacaktı?
Bildikleri sığır gütmek olan, sonra da trenleri ve bankaları soyan kovboylar,
bu yeni düzene nasıl ayak uyduracaklardı?
Senaryosunu William Goldman’ın yazdığı
“Kasaba” filminde Amerika’nın dönüşümü yansıyor. Bir tarafta geleneksellik, öte
tarafta modernizm. “Technicolor” ve sinemaskop çekilmiş bu filmin kameranıysa
Paul Lohmann. Çok geniş açılı çerçevelerle yansıyan bu dünyayı perdede
gözlerinizi perdede gezdirerek keşfediyorsunuz. Müzikleriyse Richard Baskin
bestelemiş. “Country and Western” tarzının yanında modern tınılar da duyuluyor.
“Blues”dan evrilmiş bir rock ruhuna dokunabilirsiniz. Elektrogitar sesleri
duyuyorsunuz sanki. Elbette oyuncular. Son kovboylardan Billy James’i James
Coburn oynamış. Ford, Billy James karakteriyle, vahşi batının iki simge
kovboyuna selâm gönderiyor sanki. Onlar Billy the Kid’le Jesse James’ti.
Gelişen kasabanın şerifi Hal Waxman’ı Lee Marvin canlandırmış. Waxman’ın eşi
Eli’yi Audrey Hepburn, Billy’ye âşık olan yeğeni Beth’i Julie Christie oynamış.
Kapitalizmin simgesi yatırımcı Gary Wexler’ı Anthony Perkins canlandırmış.
Charles Bronson ve “kartal profilli” kovboy Lee van Cleef de kadroya dâhiller.
Bronson Tom’u, Cleef de Tim’i oynamış.
İyi adam olmak…
Büyük çiftlik sahibi Wexler, fotoğraf
makinesinin, sinemanın, trenlerin, otomobillerin her yeri kuşattığı Teksas’ta,
değişimin farkında. Sonsuz topraklardaki ekinler ve sığırlar, onu gerçek
anlamda bir derebeyi yapmış. Ama düzen değişiyor. Sanayide paralar oluk oluk
akıyor. Çiftlikte çalışan ve iyi adam olmaya uğraşan Billy James, şerifin güzel
yeğeniyle evlenmeyi hayal ediyor. Wexler’in çiftliğinde sırların sorumluluğu
onda. Billy, geçmişinde suçlar işlemiş bir serseri kovboy. Bankalar ve trenler
soymuş, hapiste yatmış ve değişen vahşi batıda kendine dürüst yol seçmeye
çabalayan bir kovboy. Şerif Waxman, Beth’le evlenmesine izin verecek miydi?
Beth, dingin ve sessiz bu kovboya gönlünü kaptırmış. Wexler, kapitalizmin
fırsatlarının farkına varmış ve topraklarının bir bölümüne fabrika kurmayı
planlıyor. Topraklarda fabrika için uygun yer ararken rastlantıyla çiftliğin en
uzak noktasında petrol bulunuyor. Fabrika kurmayı planlarken, petrol yatırımına
girmenin daha çok para kazandıracağını anlıyor. Çünkü onca araba var artık.
Kendisini de.
Filmin iki kötü adamı Tom ve Tim’e
çiftlikte sığır çobanlığı yetmiyor. Geçmişini bildikleri Billy’yi de kendi
taraflarına çekip patronları Wexler’ı soymayı planlıyorlar. Billy, onlara karşı
geliyor. Tom ve Tim, çiftliği soyarken Billy, tabancasını eline alıyor ve iki
kötü adamı takip ederek öldürüyor. Yanında şerif de var. Eski vahşi batı
ölürken yeni hayat bekliyor Teksaslıları. Billy için de. Değişen, dönüşen
dünyayı, dingin bir sinema diliyle anlatan Ford usta, John Wayne’le yaptığı
westernler gibi başyapıt ortaya koymuş. Görülmeyi hak ediyor.
-mayıs 2013-
****
KAZAN SİNEMASINDAN
Ustadan nefes kesen polisiye
Eski usul polisiyelerin son
örneklerinden biri olan “Şeytan Kız”, kara filmde unuttuklarımızı beyazperdeye yansıtıyor.
Kışkırtma, şeytani planlar ve mahvoluş
Elia Kazan… Kayserli bir Rum’du. 1909’da
doğdu. Ailesi Amerika’ya göç etti ve onun hayatının akışı da değişti. Amerikan
tiyatrosuna ve sinemasına, göçmen ruhuyla çok şey katan büyük yönetmen Kazan,
polisiye sinemada bir başyapıt ortaya koyuyor. 1970 yapımı “Femme Fatale-Şeytan
Kız”, kara filmlerin ruhundan da dolaşıyor. Senaryoyu da Paul Schrader yazmış.
Renkli ve siyah-beyaz bu sinemaskop filmin kameramanıysa Raoul Coutard usta.
Fransız sinemasındaki “Yeni Dalga”nın ve Godard filmlerinin gözleri olan bu
büyük usta, özellikle dış çekimlerde insanı o anın içinde dolaştırıyor.
Müziklerse yine bir Fransız olan Georges Delerue. Fonda zaman zaman duyulan
piyano ve keman tınıları insana koltuğunda rahat vermiyor. Elbette o muhteşem
oyuncuların hepsine selâm gönderiyoruz. Hollywood’un genç oyuncularından Cybill
Shepherd, sarışın “öldüren kadın” Dona’da tam anlamıyla nefes kesiyor. Masum o
melek yüzüyle mahvoluşlara ve trajedilere sürüklüyor. Dona’nın güzelliğinin
tuzağına düşen bir serseri Gene’yi Tom Skerritt oynamış. Dona’nın talihsiz üvey
babası Fred’i büyük oyunculardan Burt Lancaster canlandırmış. Dona’nın sessiz
ve mutsuz Fransız annesi Marie’yi Simone Signoret oynamış.
Dona, melek mi, şeytan mı?..
Amerika’nın doğu taraflarındaki
Michigan’da büyükçe bir kasabadan yansıyor her şey. Taylor ailesi, Amerikan
rüyasının mucizesi gibiydi. Elbette dışarıdan görünen buydu. Kazan, kamerasını
evin içinde dolaştırdığında, gizler ve fırtınalar da fark edilmeye başlıyor.
Dona, tam anlamıyla özgür bir kız. Kısa pantolon, mini etek giyiyor. Kolları
askılı ve dar elbiseler de var tabii ki. Üvey babası Fred’i de
kışkırtıyor böylece. Bu Dona’nın bir oyunu mu? Annesi Marie, içine kapanmış ve
sürekli içiyor. Fred’le bağları kopmuş. Aynı yatakta yatmıyorlar bile. Dona,
sıcak öğleden sonrası sevdiği kırmızı Ford Mustang arabasıyla benzinciye
yaklaşıyor. Orada Gene’yle göz göze geliyor. Onunla kışkırtıcı sesiyle
konuşuyor ve Gene’yi baştan çıkartıyor ilk anda. Evde de üvey babasını.
Dona’nın mini etekli rahat hareketleri Fred’i çıldırtıyor zihinsel anlamda.
Marie evde değil. Fred, bu cüretkâr göndermelere fazla karşı koyamıyor ve
Dona’ya sarılıyor ve dudaklarından öpmeye başlıyor. Dona karşı koyar gibi yapsa
da Fred’le oluyor. Bu da Dona’nın planlarının bir parçası mıydı? Gene bu planın
neresinde olacaktı? Dona, Gene hakkında bilgilere sahip. Ama nasıl? Gene,
oradan oraya savrulan, bir yerde fazla kalmayan mekânsız bir serseriydi. Onun
adı Dona. Küçük ve kışkırtıcı biriydi. Kara filmlerden fırlamış zeki “öldüren
kadın”lardan o. Gene’yi dişiliğiyle avucunun içine alan Dona, Gene’ye üvey
babasını öldürtüyor. Cesedi de kasabanın dışında göl taraflarına gömdürüyor.
Polis, başlarda aileden kuşkulanmasa da, soruşturmayı Gene üzerinden gerçekleştiriyorlar.
Kasaba atmosferinden tam anlamıyla nefes kesen kışkırtıcı bir polisiye filmdi
bu. Her şeyi gördüğünüz sandığınız bu filmin finali gerçekten sürpriz
yaşatıyor.
Görsellik de çarpıyor…
Filmin esteti de yaşanmaya değer.
Gene’nin Fred’i öldürüp gömdüğü sahneler siyah-beyaz yansıtılmış filmde. Bunun
anlamı neydi? İnsanın zihni karışıyordu. Acaba usta, geçmişin kara
filmlerindeki renklere mi dönmek istemişti? Büyük kameraman Coutard’ın, bazı
anlardaki, özellikle Dona’nın Gene’yle benzincide göründüğü ilk anları hafif el
kamerasıyla yansıyan fotoğrafları çarpıcıydı. Kazan, birçok filminde dingin
kamera kullansa da çarpıcı fotoğraflara izin veren bir yönetmen. Kurguya da
dikkat edilmeli. İnsanın zihnini karıştırıcı olmasa da çarpıcı diyebiliriz. Gitardan
düşen tınılar, Dona’nın ruhuyla buluşmuş. Piyanoysa Marie’nin hüznü gibi.
1940’lardan bu yana sinemaya ruh katan ustalardan Anadolulu Kazan’ın filmleri
sinemadan bir armağan.
-mayıs 2013-
****
FELLINI SİNEMASINDAN
Kadınlar, erkeklere derslerini verirken
Dünya sinemasının eşsiz yönetmeni
Fellini, “Kadınlar” filmiyle kadınlar ve erkekler arasındaki ilelebet sürecek
savaşı gerçeküstü dille beyazperdeye yansıtmış
Onun adı Federico Fellini… O bir
İtalyan. Filmlerinde rüyaların içinde dolaşıyormuşsunuz gibi. Ama o hakikatin
yönetmeni. Onun dünyası parçalardan oluşuyor adeta. O parçalar bir araya gelip
sonunda bütün fotoğraf ortaya çıkartıyor. Onun filmlerini herhangi bir yerden
takip etmeye başlarsanız hikâyeyi bütünleyememe ihtimaliniz hayli yüksek. 1969
yapımı “La Donna-Kadınlar” filminde Elke Sommer’in kışkırtıcı halleri gerçekten
baştan çıkartıyor. O Annabella. Gerçekten baş döndüren bir güzel o. Sadece o
yok, başka güzeller de var. Güzelliğiyle insanı titreten sarışın Catherine
Deneuve Isabelle’i, büyüleyen Romy Schneider Rosa’yı, İtalyan sinemasının
kışkırtıcı güzellikteki genç oyuncularından Gloria Guida Isabella’yı oynamış.
Bu güzel dört güzel kadın, bir erkeği mahvoluşa sürüklüyor. O erkek de Robert
olan Alain Delon. Senaryoyu Fellini yazmış. Müziklerse elbette Nino Rota’dan.
“Technicolor” ve sinemaskop görüntülerse Jean Decae’dan. Filmin hikâyesi Roma
ve çevresinde geçiyor. Filmde, İtalyanca ve Fransızca kelimeler duyuluyor.
Kadınların mahveden intikamı…
Roma’ya gelen Fransız Robert, Paris’te
çeşitli bölgelerde İtalyan dondurmaları da satan pastanelerin de sahibi.
Roma’yı da seviyor. Roma’nın dışındaki yazlığında zaman geçiriyor. Rosa’yla
evli, ama bu evlilik de çatırdamaya başlamış. Çift yazlığa geldiklerinde
kasabada Annabella’yla tanışıyor. Robert’i, Annabella’nın dişi halleri onu
etkiliyor ve bu onun hatası oluyor. Robert’i kışkırtan Annabella, onu tuzağına
düşürüyor. Annabella, Robert’i şatoya benzer bir malikâneye götürüyor. Başbaşa
mükellef bir akşam yemeğinin ardından harika bir gece geçireceğini hayal eden
Robert’i ölmekten de beter bir gece bekliyor. Yatak odasında birden
Annabella’nın kızı Isabella’yla karşılaşıyor Robert. Çok güzel ve çok genç
Isabella’yı etkileyip beraber olan ve sonra da onun genç kız kalbini kıran
Robert, hiçbir şey olmamış gibi Paris’e çekip gitmiş. Isabella’yı beklenmedik
anda karşısında bulan Robert, kızı yine yatağına alacağını düşünmeye başlarken,
yatağa yığılıyor ve gözünü açtığında karşısında karısı Rosa, Annabela’nın
Fransız yeğeni Isabelle ve Annabella’yı buluyor. Bir mahkeme gibi düzenlenmiş
her şey. Bu gece Robert için zorlu, belki de trajik bir gece. Kadınların
ittifakı.
Fellini, kadınları, özellikle Elke
Sommer gibi dolgun kadınların tutkunu. Bu filmi seyrederken, Fellini kendini mi
yargılıyor, diye de düşünüyorsunuz bir an. Alain Delon yakışıklı ve kadınlar,
bu yakışıklı ve acımasız yüze kinlerini kusuyorlar adeta. Bir korku filminin
içindeymiş gibi de hissediyorsunuz. Kadının öfkesi gururla birleşince önlenemez
şiddete dönüşebiliyor. Erkeği zavallılaştırıyor ve aşağılıyor. Fellini, sanki
kadınların ruhlarının karanlık dehlizlerinden acı çektirmekten haz alan
taraflarına kamerasını sokmuş. Orada kaybolabiliyorsunuz. Mekânların yansıyışı
da etkileyiciydi. Gotik mekânlar insana kasvetin içine çekiyor. Nino Rota’nın
müzikleri de şaşırtıcı. Korkutmuyor, hatta piyano tınıları romantik bile
diyebilirsiniz. Ama o tınılar bir yerden sonra kafanızın içinde dolaşıyor ve
ürperti doğal biçimde oluşuyor. Felli’den kadınlar ve korku. Sinemaseverler
“Kadınlar” filmini sinema perdesinden belleğine almalı.
-mayıs 2013-
****
VISCONTİ SİNEMASINDAN
İhtirasın savurduğu bir adam için
Sinemanın büyük ustalarından Luchino
Viscontini’nin küçük bir şehirde sıradan hayatlar içinde cehennemi araştırıyor
“Cehennem” filminde. Kıskançlık üzerine bir tragedya bu
Filmin hikâyesi, İtalya’nın güney
taraflarındaki Matera şehrinde geçiyor. Basilicata bölgesindeki şehir, dini
açıdan da öne çıkan ve “dünya mirası” olarak korunan şehir, sarı tonların hüküm
sürdüğü kayalıklar üstüne ve etrafına oturtulmuş. Ortaçağ’da keşişlerin kurduğu
Matera’da kayalar oyulmuş, kiliseler, şapeller yapılmış, hatta evler bile o
kayalara oyulmuş. Gerçekten de bir dünya mirası burası. Filmdeki Montescaglioso
Tepesi’nde geçen anlarsa mekânların çarpıcılığıyla insanı hem etkiliyor hem de
ürkütüyor. Luchino Visconti usta, yer yer İtalyan yeni gerçekçiliği
kıyılarında dolaşan 1968 yapımı “Inforno-Cehennem” filminde, insanı tüm
çıplaklığıyla beyazperdeye yansıtıyor. Hem iç hem de dış dünyasını. Visconti,
senaryosunu da yazdığı bu filminde Freud’un ruhu da dolaşıyor. Filmde sosyoloji
ve psikanalitik de var. Filmin kameramanı da ustanın ruhuna girebilen Guiseppe
Rotunno. Renkli çekilmiş bu filmde Matera’nın sarı tonları da öne çıkmış.
Kayalıklar, mağaralar, dar yollar, ışık düzenlemeleriyle yansıyan kasvet filme
gerçek anlamda çok şey katmış. Müzikleri de Fransız usta Michel Legrand
bestelemiş. Çoğu anda çello tınıları öne çıkmış. Maurizo’nun ruhuyla da
buluşmuş bu tınılar. Maurizio’yu, Tomas Milian oynamış. Maurizio’nun genç
karısını Roberta’yı Maria Schneider canlandırmış. Maurizio’nun kıskandığı
Paolo’daysa Fabio Testi var. Rahip Filipo’da büyüklerden Burt Lancaster
muhteşem bir oyunculuk sunmuş.
Zihni kemiren soru…
Ruh sıkıntısı içindeki Maurizio, sıcağın
kavurduğu bugün işten erken çıkmış, sokaklarda aylak aylak dolaşıyor, masaları
dışarıda bir kafe-barda bira içiyor. Sokağın karşı kaldırımında birden karısı
Roberta’yı görüyor. Yanında da genç ve yakışıklı bir adam var. Birbirlerine
sarılmışlar ve gülerek konuşuyorlar. Onların peşine düşüyor. Hemen onlarla
konuşmak istese de içinden onları takip etmek geliyor Maurizo’nun. Ama
kalabalığın içine dalan karısı ve adamı gözden kaybediyor. Karısının yanındaki
o genç adam kimdi? Maurizio’nun zihnini bu soru kemirmeye başlıyor. Çok sevdiği
karısını gözlemlemeye, dikizlemeye de başlıyor. İnancı derin olmayan Maurizio,
kiliseye gidip rahip Flipo’ya günah çıkarma odasında içini döküyor. Elbette
karısının ihanetini anlatıyor kendi bakış açısıyla. Rahip, bir psikolog gibi
yaklaşıyor Maurizio’ya. Giderek bu buluşmalar artıyor, sonra da bir dostluğa
dönüşüyor. Hatta Filipo aile dostu oluyor. Filipo, Roberta’yla da iletişim
kuruyor ve Freud gibi derinlere iniyor. Hem Roberta’nın hem de Maurizio’nun.
Roberta’nın Maurizio’nun aşırı sevgisinden, hatta tutkusundan boğulduğunu fark
ediyor Filipo. Öyle ki bu tutku kıskançlığa, nefes alamamaya götürmüş. Ya
Maurizio’nun sorunu? Çocukluğundan bu yana gelen derin sorunlarını ortaya
çıkartıyor Filipo. Kıskanmak ve sahip olmak onun en derin çıkmazı. Çocukken
küçük kız kardeşini anne-babasından kıskanmış ve bu onu aşağılık kompleksine
düşürmüş. O zmandan beri sahip olma duygusu da tüm ruhunu sarmış. Her şeyi
sahiplenen ve aşırı tutkuyla boğan, kıskanan durumlara düşürmüş. Roberta,
gerçekten Maurizio’yu Paola’yla aldatıyor muydu? İki erkeğin kendi için
çatışmalarından boğulan Roberta birden ortadan kayboluyor. Matera’ya geri
döndüğünde, o kanlı bıçaklı erkeğin sıkı birer dost olduğunu görüyor. Kadın
yoksa çatışma da yok, diyor sanki usta. Vahşi doğada da erkekler arasındaki
ölümcül çatışmalar dişiler için çıkmıyor muydu?
.
Mekânların ruhu…
Filipo’nun görev yaptığı kilise,
taşlardan oyulmuş ve insana mistik bir hava veriyor. Özellikle
Montescaglioso Tepesi ve bu tepenin dar sokakları, Maurizio’nun ruh
haliyle buluşmuş. Filmi sarı tonların kuşattığını da belirtmeliyiz. Şehir sarı
ve yüzyıllar öncesinin ruhunu hâlâ yaşatıyor insana. İnsana huzur veren bu
mekânlar, Visconti ustanın anlatımıyla ruhu daraltan ruh hallerine de
sürüklüyor. Bu mekânlar Maurizio’nun ruhuyla buluşmuş adeta. Filmdeki
oyunculuklar da mükemmel. Burt Lancaster’ın Hollywood’u simgeleyen
oyunculuğuyla Avrupa sinemasının oyunculuklarının karşılaştırmasını da
yapabilirsiniz. Bize Avrupa oyunculuğu daha doğal ve hayata yakın geliyor.
Elbette Hollywood’da da oyunculuklar mükemmel. Hepsine saygı duyuyoruz.
Visconti’nin derin psikanalitik “Cehennem”i, sinemanın özel filmlerinden
olabilir. Belki de küçük bir başyapıt. Görülmeyi hak ediyor.
-haziran 2013-
****
WELLES SİNEMASINDAN
Masumiyete dair trajediler
Sinemanım dâhisi Orson Welles, 1970’ler
sinemasında unutulmaz bir başyapıt daha ortaya koydu. Bu film, kadın
iftiralarıyla felakete sürüklenen iki Yahya’nın trajedisi
Amerikalı büyük üsta, 1941’de “Citizen
Kane-Yurttaş Kane” filmiyle sinemayı anlatım, kurgu ve görsel olarak
değiştirdi. Hollywood onun dâhiliğini kavrayamadı. Aralarda bulduğu fırsatlarla
dehasını filmlere aktarabildi. 1973 yapımı “L’Homme Innocent-İftira”, kendi
halinde sıradan bir adamın mahvoluşunu sinemayı geliştiren bir anlatımla
yansıtıyor. “Yurttaş Kane” ruhunu yeniden yaşıyor adeta büyük usta. İki film
birbirine uzak olsa da görselliğin ve kurgunun yanında hikâyeyi yansıtışıyla
öncü bir film ortaya koymuş. Hem de Fransız sinemasının imkânlarıyla. Filmin
hikâyesi Bordeaux şehrinde geçiyor. Bordeaux şaraplarıyla biliniyor daha çok.
Eski binalar, dar sokaklar, içinden akıp giden alabildiğine geniş nehri olan
şehir Atlantik’in ruhunu ve rüzgârlarını da içine çekiyor.
Filmde Jean-Jacques’ı Jean Paul Belmondo
oynamış. Başmüfettiş Henri’de de Jean Gabin usta. Başmüfettişin yardımcısı
Bernard’ı Truffaut’nun bizzat kendisi oynamış. Öldürülen adam Juan ressam
Caravaggio’ya benziyor. Onu da Tomas Milian oynamış. Adını hiç
öğrenemeyeceğimiz katil patronu Anthony Quinn oynarken, genç kadın Marie’yi
Isabelle Huppert, yaşlı kadın Isolde’u Simone Signoret, cinayet anındaki diğer
adam Joseph’i Henry Silva canlandırmış. Müziklerse Hitchcock filmlerine ruh
katan Bernard Herrmann’a ait. Dipte duyulan müzikler, cinayete kurban giden adamın
acı çığlığı gibi.
Bir cinayet manzarası…
Senaryoyu usta, önemli yönetmenlerden
François Truffaut’yla beraber yazmış. Kameraman da önemli sanatçılardan.“Yeni
Dalga”nın ve Godard filmlerinin gözleri olmuş Raoul Coutard’ın renkli ve
sinemaskop görüntüleri filme çok şey katmış. Neredeyse Welles’le Coutard, her
şeyi denemişler. Özellikle ışık-gölge düzenlemeleriyle dışavurumcu bir estetik
yaratmışlar. Welles, büyük ressam Caravaggio’nun tablolarındaki ışık
düzenlemelerinden de yardım bulmuş. Jean-Jacques, gecenin bir vakti sokaktan
geçtiği anlarda fark ediliyor daha çok. Jean-Jacques, Caravaggio’nun “Vaftizci
Yahya” tablosuna benzer bir ana tanık oluyor. İki kadın ve üç adamı görüyor
Jean-Jacques. Adamın birinin elinde bir bıçak var ve yere yatırılmış bir adamın
boğazını kesmeye çabalıyor. Gizlenen Jean-Jacques, tüm olanları ayrıntılarıyla
görüyor. Öldürülen adamın çığlıkları zihnine yerleşiyor. Cinayeti işleyenler
cesedi sokakta kanlar içinde bırakıp gidiyorlar. Adamın boğazı kesilmiş.
Jean-Jacques, cesede yaklaşıyor. Yerdeki bıçağı eline alıyor. Evin bir
penceresinden bir çift kadın gözü de Jean-Jacques’ı dikizliyor. Biliyorsunuz,
Fransızcada Yahya’ya Jean, Yakup’a da Jacques diyorlar. Yani Jean-Jacques,
Yahya-Yakup anlamına geliyor. Cinayet anları aklınıza geliyor birden.
Caravaggio’nun “Vaftizci Yahya” tablosu ve Jean-Jacques… İspanyolca da Juan
adının Yahya anlamına geldiğini belirtelim. Biri canice öldürülürken, diğeri de
ölüm kadar yıkıcı bir trajediye sürükleniyor. Film de, bu cinayet sahnesiyle açılıyor.
Sonra sarmal kurguyla şimdiki ve gelecek zamanlar birbirinin içine geçerek,
cinayet ve trajedinin nedenleri yansıyor perdeye. Daha doğrusu anlamlanmaya
başlıyor. İnsanda suçluluk duyguları da yaşatıyor. Çünkü insan aynada kendini
görüyor adeta. Önyargı ve yanılsamalar, insanları ve her şeyi felakete
götürebilir. Welles usta, seyirciyi de filminin içine katarak vicdanlı olmayı
sürekli hissettiriyor.
Kadınların getirdiği felaketler…
Filmde başlarda savruk kurguyla her şey
kaotik yansıyor perdeye. Seyircinin de zihni karışıyor sürekli. Bir noktadan
sonra bu kaotik ortam yavaş yavaş sakinleşmeye başlıyor ve tam olmasa da bir
düzenin içine giriyor. Hikâye günümüzde geçiyor. Jean-Jacques’ı seyirci
arabasını satarken tanışıyor. Jean-Jacques’ın hayatı birdenbire tersyüz olmuş.
İşinden olmuş, karısıyla boşanmış. Karısını hep müşfik birisi olarak düşünmüş
Jean-Jacques, kendisiyle boşanmak isteyince onu tanımaya başlamış. Evini ve
çocuklarını almış, üstelik çocuklarının da velayetini üzerine geçirmiş. Jean-Jacques,
çocuklarını ancak ayda bir görme fırsatını vermiş mahkeme. Welles usta,
“İftira” filminde kadınların karanlık taraflarını da fark ettiriyor. Ayın
karanlık yüzü gibi sanki. Orada, psikolojik şiddet ve mahvoluşa sürükleyiş var.
Arabasını satıp Bordeaux’yu terk ederek Dunkerque şehrine, çocukluğunun
mekânlarına dönmek istiyor. Ama bu filmde başka hikâyeler de var ve kaderi
değiştiriyor. Trajedinin öteki tarafında bir de Juan var. Juan, adı
belirtilmeyen bir Latin Amerikalı göçmen. Yoksul Juan, Bordeaux’da da kaçak
çalışıyor. Büyük bir aile kesim şirketinin sahibi patronun yanında çalışıyor.
Patronun yetişme çağındaki kızı Marie, sık sık işyerine gelip gidiyor. Juan’ı
da baştan çıkartıyor. Juan, çok az Fransızca biliyor. Marie, kimsenin olmadığı
bir anda etlerin asılı olduğu yerde Juan’ın karşısında soyunuveriyor. Onuru
kırılmış Marie, kısa bir zaman sonra Juan’a iftira atıyor. Marie, babasına
kafasında kurduğu olayı anlatırken, Welles de seyircinin bilmediklerini
gösteriyor. Marie’nin babası öfkeli, üstelik de ırkçı. Aile meclisi karar
veriyor ve Juan tuzağa düşürülüp vahşice katlediliyor. Penceredeki bir çift
kadın gözü, yanlışlıkla orada bulunan Jean-Jacques’ı polise ihbar ediyor.
Tecrübeli başmüfettiş Henri ve yardımcısı Bernard, Jean-Jacques’ı kolayca buluyorlar
ve kısa bir mahkemenin ardından Jean-Jacques giyotinle idam ediliyor.
Welles, başmüfettiş ve yardımcısının
hayatından da anları yansıtmış perdeye. Ama filmin içinde dolaşırken,
kadınların getirdiği felaketler ve trajediler insanı gerçekten ürkütüyor.
Welles, burada adalet sistemine de önyargısı için sert eleştiri getiriyor.
Hatta sosyolojik açıdan da eleştiri var. Kadınların kelimeleri ve tanıklıkları,
araştırma yapmadan doğrudan doğru kabul görmesi, insanı güvenli bir toplumda
yaşadığına inancını sarsıyor. Önyargılar, sarsıcı ve mahvedici. İdama da
eleştiri var. Devlet kısasa kısas yapar mı diye soruyor yönetmen. Filmin
görselliği de gerçekten etkileyici. “Alan derinliği”, mekânlara bambaşka
hava vermiş. Welles, “Yurttaş Kane” filminde bu tekniği geliştirmişti. Filmdeki
tüm oyunculuklar ve diyaloglar muhteşem. Sinemaseverler, sinemanın bu büyük
ustasının filmini perdede görmeli.
-haziran 2013-
****
CAPRA SİNEMASINDAN
Bu rüya tümden yalan mıydı?
Filmleriyle Amerikan rüyasının yönetmeni
olarak ün salan Frank Capra, “Masumum” filmiyle bu rüyadan hayal kırıklığına
uğradığını anlatıyor. Hem de kadim oyuncusu James Stewart’ı oynatmış bu
filminde
Frank Capra, 1930’lardan başlayarak
özellikle 1940’larda Amerikan rüyasını anlatan filmlerle önemli yapıtlar ortaya
koydu. 1934’te Clark Gable ve Claudette Colbert ikilisiyle “It Happened One
Night-Bir Gecede Oldu” filmiyle yönetmen dalında Oscar kazanmıştı. “Bir Gecede
Oldu”, film, erkek oyuncu (Gable), kadın oyuncu (Colbert), senaryo Robert
Riskin) ödüllerini de aldı. Bu film, gerçekten yönetmenle beraber Gable’ın da
önünü açmıştı. 1897 doğumlu Capra sonraları James Stewart’la önemli filmler
yaptı bu rüya için. 1967 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop filmi “David
A-Masumum” filminde Stewart’la beraber Doris Day’i oynatmış. Filmi seyrederken
Kafka’nın “Dava” romanını hatırlıyorsunuz. Hatta Orwell’ın “1984” romanını da.
İhtiyar kurt Capra, birebir Kafka’nın romanına yaslanmamış. Sadece fikir olarak
Kafka’dan etkilenmiş. Yani ilham almış. Bu filmde, masum ve sıradan bir insanın
bürokrasiyle başının derde girmesi, hatta adını bile duymadığı tuhaf örgütlerle
bağlantısı olduğunu ortaya koyan kanıtlar karşısında kendini savunuşu bu film.
Amerika demokrasiden ve özgürlüklerden vazgeçerse nereye giderdi? Capra,
1950’lerin “cadı kazanı”na metafor yaparak şu anladığını sandığı Amerika’yı
anlamaya çabalıyor. Filmin senaryosunu David Newman yazmış. Etkiletici
siyah-beyaz fotoğraflarsa Harold E. Stine. Müzikleriyse Jerry Goldsmith yazmış.
Bu müzikler insanın ruhuna iyi gelirken, David’in sakin iç dünyasıyla da
buluşmuş.
O gün birdenbire…
Sigorta şirketinde çalışan David A
(Stewart), San Fransisko’da sigorta şirketinde çalışan emekliliği yaklaşmış bir
memur. Bugün de dünkü gibi sıradan bir gündü onun için. Birazdan mesaisi
bitecek, 1950 model Chevrolet arabasıyla evine gidecek, yirmi yıllık karısı
Jenny’nin (Day) yaptığı leziz yemeklerden yiyecek. Her şey dünkü gibi geçip
gidiyor. Belki bu yaz da Miami’ye tatile gidecekler ailece. İki çocukları da
New York’ta üniversite okuyor. Ama bir şey oluyor ve iki FBI ajanı mesai
bitimine yakın şirkete geliyorlar ve onu herkesin gözü önünde hiçbir açıklama
yapmadan alıyorlar ve dışarıda bekleyen arabaya bindiriyorlar. Gözünü de
bağlıyorlar. Bilmediği bir yerde gözünü açan David, kendisinin neden bu gizli
yere getirildiğini anlamaya çalışıyor. Ajanlar ona tuhaf suçlamalarda
bulunuyorlar. Ona bilmediği ve yaşamadığı bir geçmişi anlatıyorlar. Onu
casuslukla suçluyor FBI. Hatta David’e iyi rol kestiği de söyleniyor. Karısı
Jenny de bilinmeyen bu mekâna getiriliyor ve ona bilmediği zamanları ve anları
anlatıyor David’e. Giderek kendinden şüpheye düşüyor David. En tuhaf olanı
karısı da anlatılanları destekliyor. David’e yeni geçmiş mi yaratıyorlar, yoksa
o gerçekten belleğini mi kaybetti? Capra, sürekli seyircisinin zihnini
karıştırıyor. Bir yandan David’le özdeşleşirken, diğer taraftan
anlatılanların mantıklı olduğunu düşünmeye başlıyor. Hatta karısı Jenny’nin
karısı olmadığını, iki çocuğunun hiç olmadığına bile ikna olmaya başlıyor.
David’i sorgulayanlar psikiyatrist gibi. Bu bir şizofren hal mi? Yoksa David
bir deneyin kobayı mı? Capra, bu olgu üzerinden devletin bireyler üzerinde hak
iddia etmesini faşizm olarak gösteriyor. Özel hayat diye bir şey kalmamış ve her
şey devletin güvenliğine dönüşmüş. Film bittiğinde, George Orwell’ın “1984”le
Kafka’nın “Dava”sı arasında kalıyorsunuz. Ama Capra’nın bu filmi özgün.
Yönetmen, “Masumum” filminde her şeyi seyircisinin yorumuna bırakmış
diyebiliriz. Seyirci dünyaya nasıl bakıyorsa yorumu da öyle olacak diyor sanki
yönetmen. 1968’de tüm dünyada gençler ayaklandı ve yeni bir dünya ve özgürlük
var dediler. Capra, özgürlüklerimizin elimizden alındığını, hayatlarımızın
kuşatıldığını ve bize yeni bellekler sunulduğunu söylüyor. Filmde iç mekânların
yansıyışı dışavurumcu estetikteydi. David’in ve mekânın ruh halini yansıtıyor
sanki. Bu film bize iki yıl gecikmeyle geldi maalesef. Bu film Akademi’den beş
dalda adaylık aldı ve “En İyi Film” dalında ödülü kazandı. Oyunculara da selâm
gönderilmeli. Stewart’ın yüzündeki şaşkınlık ifadesi görülmeli.
-temmuz 2013-
****
CLOUZOT SİNEMASINDAN
Ustadan Fransız toplumuna eleştiri
Fransız sinemasın önemi yönetmenlerinden
Henri-Georges Clouzot, “Ben Bir Katilim” filminde bir polisin canililiğini
anlatıyor. Belmondo da müthiş oyunculuk sunuyor
Fransız sinemasının Hitchcock’la
karşılaştırılan ustası Henri-Georges Clouzot, 1971 yapımı renkli ve sinemaskop
“Daniel-Ben Bir Katilim” filminde, psikopat bir polis Daniel’in ahlakçı
cinayetlerini kan dondurucu bir anlatımla beyazperdeye yansıtmış. Narkotikten
Daniel’i Jean Paul Belmondo canlandırmış. Cinayet masasından başmüfettiş
René’yi Jean Gabin, David’in karısı Chléo’yu Catherine Deneuve, başmüfettişin
yardımcısı Pierre’i Gerard Depardiue oynamış. Senaryoyu da yönetmenin kendisi
bizzat yazmış. Müzikler Georges Delerue bestelemiş. Kameramansa vazgeçilmez
usta Raoul Coutard.
Kuşkunun ötesinde miydi?..
Paris’te, özellikle 10. Bölgede
pezevenkler ve uyuşturucu pazarlayıcıları öldürülmeye başlanmış. Emekliliği
çoktan gelip geçmiş koca başmüfettiş René’ye göre bu seri cinayet. Yardımcısı
Pierre, bu cinayetleri seri katil işi olmadığını iddia ediyor. İkisinin
muhteşem akıl yürütmeleri insana “Sherlock Holmes” tadı veriyor. Katil de
cinayetlerini işliyor. Clouzot usta, katili en başından gösteriyor. Gerilimi ve
tedirginliği başka yerlerden yaşıyor seyirciler. Cinayeti araştıran
başmüfettişle narkotikten Daniel, merkezde arada bir karşılaşıyorlar,
konuşuyorlar. Daniel, bazen başmüfettişi gözlüyor. Nereye kadar yaklaştığını
anlamak için. Daniel, güzel Chléo’yla mutlu. Onca işi arasında ona da zaman
ayırabiliyor. Chléo, polisiye romanlara ve filmlere tutkun. Georges Simonon’un
polisiyelerini okuyor. Seri katilin Simenon polisiyelerinden ilham aldığını
söylüyor. Hem de kocasına. Ama bir şey oluyor gecenin derinliklerinde. Caddede
tek başına yürüyen Daniel, elinde çanta olan bir adamı takip ediyor. Adam bir
gece kulübüne dalıyor. Daniel de peşinden giriyor. Müzik ve renkli ışık
atmosferinde adam bara gidiyor, barmenle göz göze geliyor ve oradan
uzaklaşıyor. Daniel adamın gittiği tarafa gidiyor, koridordan geçiyorlar. Adam,
bir kapıdan giriyor, merdivenlerden aşağı iniyor. Daniel bekliyor. Bir süre
sonra adam çıkıyor ve karşısında Daniel’i görüyor. Polis olduğunu anlıyor,
tabancasını çıkartmaya çalışırken, hamleyle adamın arkasına geçen Daniel,
keskin bıçağıyla adamın boğazını kesiyor, kanlar öne doğru fışkırıyor. Bir flaş
sesi duyuyor Daniel. Başını geriye çevirdiğinde yüzünü tam seçemediği siyahi
bir kadın görüyor. Cesedi bırakıp koridordan geçerek gece kulübünün içinde
bakınıyor. Barmene söylüyor. Daniel, cinayetlerine son verip bu siyahî kadını
aramaya başlıyor. Başmüfettiş de yardımcısıyla adım adım katile yaklaşıyorlar
“Sherlock Holmes” yöntemleriyle.
Filmde gerilim, filmin ikinci yarısıyla
beraber daha da çoğalıyor. Daniel, tüm köstebeklerinin yardımı olsa da siyahî
kadın ulaşmayı başaramıyor. Karısıyla katil bulma oyunlarıyla karısının
zekâsından da yararlanmaya bile çalışıyor Daniel. Başmüfettiş René, gece
kulübünde bulanık paraloid fotoğraf buluyor. Fotoğrafta vahşi cinayet yansıyor.
Fotoğraf temizlendikçe yüz seçilmeye başlıyor. Bu filmi seyrederken birçok anda
seyirciler koltuklarında rahat oturamıyor. Final bölümündeki psikanaliz
yaklaşım filmi Freudyen ruha da taşıyor. Daniel’in geçmişine iniyor René. Muhafazakâr
basın ve halk, Daniel’e toplumu koruduğu için destek oluyorlar. Toplumun
derinliğindeki faşizan ruh da ortaya çıkıyor. “Kötüler”, yargılanmadan yerinde
infaz yapılabilir. Bu gelecek için korkunç bir şey. Hiçbir yer güvende değil ve
birileri toplumun düzeni için katliamlar yapabilir. Clouzot, ikiyüzlü basına ve
halka sert eleştiri getiriyor. Batı, en büyük günahı faşizmi doğurmamış mıydı?
Ayrımcı, ırkçı ve dışlayıcı batı, en büyük trajedileri yaşattı dünyaya.
Mükemmel oyunculuklar…
Fonda duyulan tedirgin edici müziklerin
inişli çıkışlı bölümlerin anlamları daha ad anlaşılıyor film bittikten sonra.
Bu tınılar, Daniel’in iç dünyasından çıkıyor gibi. Clouzot, renkleri de
alabildiğine parlak koyu yansıtmış. Renk tonları, dışavurumcu ressamların fırçasından
sıçramış gibi. Oyunculuklar da mükemmel. Jean Paul Belmondo, Daniel’in insanı
çıldırtan sakinliğini, soğukkanlılığını yüzüne maskeleyebilmiş. Jean Gabin usta
da en az Daniel kadar sakin ve fikir yürütmeleri keşfedici. Genç oyuncu Gerard
Depardieu, Fransız sineması için umut veriyor. Catherine Deneuve, Fransızların
perdedeki en güzel kadınlarından. 1960’larda çoğu başyapıt filmlerde oynadı.
Perdeyi ışığıyla aydınlatıyor. Büyük bir ustayı perdede görmeli. Bu film
sinemayı sevenlere bir armağan gibiydi.
-temmuz 2013-
HAWKS SİNEMASINDAN
Derin sularda heyecan dolu macera
Hollywood’un yaratıcı yönetmenlerinden
Howard Hawks’un yer yer yeni gerçekçi üsluptaki “Kılıçbalığı Avcıları” filmi,
okyanuslarda balıkçılara bakıyor
Howard Hawks, sinemanın yaratıcı
yönetmenlerinden. Sinemada her şeyi ve her türü deniyor. Bunu yaparken o
filmlere ruhunu da katabiliyor. 1965 yapımı “technicolor” ve sinemaskop “The
Fisher-Kılıçbalığı Avcıları”, onun sinemasına gerçek anlamda zenginlik katıyor.
Bir ara kendinizi İtalyan “Yeni Gerçekçilik” içinde bulurken, zaman zaman da
Hollywood’un macera ruhuna da dokunuyorsunuz. Usta bu filmini, görselliği ve
kurgusuyla da öne çıkıyor. Elbette bu kurgu, hikâyenin klasik anlamda
yansıtıyor. Ama öğretici. Bunda en önemli katkı ses kurgusunun da yardım
etmesi. Hawks, senaryodaki gereksiz konuşmaları atmış ve doğal sesleri öne
çıkarmış. Filmi seyrederken, konuşmaların doğaçlama akıp gittiğini
düşünüyorsunuz. Kılıçbalığı avı sahneleri gerçekten de heyecan dolu. Hem teknede
hem de suyun altında.
Filmin senaryosunu yönetmenle beraber
Robert Towne yazmış. İnsanı hemen içine alan görüntülerse Michael Coulter’dan.
Filmin başrolünde Hollywood’un umut veren genç oyuncularından Robert Redford
var. Johnny karakterine derinlik katmış genç oyuncu. Kaptan Scott’ı Paul Newman
oynamış. Scott’ın karısı Jenny’de Julie Andrews filmde az görünse de ödüllük
bir oyunculuk ortaya koymuş. Filmde “Litvanyalı”yı Charles Branson,
“Bat”i, yani “Yarasa”yı Eli Wallach canlandırmış.
Herkesin hikâyesi var…
Film, balıkçı kasabasında açılıyor.
Büyük balıkçı teknesi olan Kaptan Scott, Jenny’yle evli. Küçük bir kızları var.
Scott, ekonomik anlamda zor durumda. Uzaklarda avlanmaya karar veriyor. Sadece
Pasifik’in derinliklerine gitmek istiyor. Tayfaları ona karşı çıkmış. Çünkü
uzakların anlamı aylarca evden uzak kalmak anlamına geliyor. Scott, limanda
birkaç tayfayla anlaşıyor. Litvanyalı ve Yarasa onunla bu maceraya atılmak için
Scott’ın teklifini kabul etmişler. Son anda genç ve tecrübesiz tayfa Johnny de
ekibe katılmış. Scott, bu tehlikeli yolculuğa karşı çıkan karısını da ikna
etmiş. Ön jenerik yazıları bittiğinde tekne yola çıkıyor kılıçbalığı avı için.
Mürettabat kaptanla beraber sadece dört kişi. Kılıçbalıkları ağlarla değil,
oltayla avlanıyor. Misinaya bir dolu olta ucu takılıyor. Bu filmi seyredeken
bunu da öğrenmiş olduk. Film, bazı anlarda belgesel tadı veriyor insana.
Atmosferin içine dahil ediyor seyircileri. Bu yüzden gerilim duygusu da artıyor
belki de.
Dalgalar, küçük fırtınalarla bir gündüz
ve bir gece yol alıyor tekne. Tecrübeli Scott, Litvanyalı ve Yarasa, genç tayfa
Johnny’yle şaka yapıyorlar hep. Zengin olacaksın, sevdiğin kızla evleneceksin
diye onu mutlu ediyorlar. Yarasa, mutfakta yemeklerle de ilgileniyor. Can
sıkıntısından kahve ve sigara içiyorlar bol bol. Kaptan, güneş tepeye gelmeden
demir atıyor. Hazırlanmış oltalar suya atılıyor ve gerilimli bekleyiş başlıyor.
Johnny’nin oltası sallanıyor. Balık geldiği için mutlu Johnny, tüm gücüyle
oltayı sararken, olta takılıyor, ayağı kayan Johnny, mavi sulara düşüyor. Kılıç
balığıyla mücadeleye ölümüne mücadeleye girerken, yönetmen Howard, kamerasını
suyun içine alarak Johnny’yle beraber seyircileri de o ürpertici anların içine
alıyor. Kocaman perdede korkuyu yaşıyorsunuz. Litvanyalı suya atlayıp genç
Johnny’yi kurtarıyor. Bu ilk tehlike teknedekiler için. Yaralanan Johnny’nin
küçük yaralarına pansuman yapıldıktan sonra Johnny dinleniyor ranzasında.
Aslında vücudundaki yaradan çok ruhundaki yara onu etkiliyor. Suyun altı üstüne
benzemiyor hiç. Yükselen dalgalar, kopan fırtınalar, sonu gelmeyecekmiş gibi
yağan yağmurlar. Gerçekten sinemaskop perdede seyretmeye doyulmaz fotoğraflar
yansıtıyor. Film trajik değil. Hawks, balıkçıları anlamamızı istiyor. Onların
iç dünyasına, korkularına, heyecanlarına katılmasını istiyor seyircilerin.
Kaptan Scott, beklediğinden daha fazla kılıçbalığı avlıyor. Hatta ton balıkları
bile oluyor arada. Fonda arada bir gitar tınıları duyuluyor. Hawks, daha çok
doğal seslerin müziklerini yansıtmak istemiş. Hatta insan bağırtı çağırtıları
bile insanda rock ruhu yaratıyor. Bir büyük ustanın filmine sinema perdesinde
dokunmak insana heyecan veriyor.
-ağustos 2013-
****
VISCONTI SİNEMASINDAN
Her şey gerçek gibi
Sinemanın en büyük ustalarından
Visconti, Fransız sinemasının içinde bambaşka bir deneyim yaşatıyor “Le
Fou-Çılgın Sevgililer” filmiyle. Fransa coğrafyası da başrolde
Luchino Visconti usta, sadece İtalyan
sinemasının değil, dünya sinemasının da büyük ustalarından. Sinemanın
gelişimine büyük katkıları olmuş ustanın, yeni üslup arayışındaki 1968 yapımı
renkli ve sinemaskop “Le Fou-Çılgın Sevgililer”, ustayı Alain Delon’la bir kere
daha buluşturmuş. Visconti bu buluşmada Romy Schneider’i de unutmamış. Gerçek
dünyada birbirleriyle aşkı tatmış Delon-Schneider, “Çılgın Sevgililer” filminde
de gerçek aşkı yaşatıyorlar Paul ve Julie’ye. Bu filmi seyrettikten sonra
önünüze çıkan ilk kadına âşık olabilirsiniz. Visconti usta, 1968’deki gençlik
hareketlerine de selâm göndermiş. Aşkı, tüketim toplumuna feda etmeyin diyor
çığlık atarak adeta. Filmin senaryosunu David Newman yazmış. Kameramansa Raoul
Coutard. Bu büyük kameraman, Fransız “Yeni Dalga”sını da ruhu, belirtelim.
Motosikletli özgür bir ruh…
Yakışıklı Paul, motosikletine ve
Julie’ye âşık bir serseri. Otuzlu yaşlarında. Gezgin olmak dışında hayatta hiç
planları olmamış. O, Avrupa’nın özgür ruhunun son temsilcisi gibi. Karnı
acıktığında veya benzine ihtiyacı olduğunda küçük soygunlar yapıyor. Aslında
zararsız. Julie, evcil olmasına, evliliğe inanmasına rağmen, bu serseri ve
özgür ruhun peşine takılmış güzel bir genç kadın. Paul ve Julie
motosikletleriyle, Fransa’nın topraklarında amaçsızca dolaşan iki sevgili.
Gençler de ayaklanmış ve isyan ediyorlar sisteme. Sokak eylemleri de gerçek.
Visconti usta, bir belgeselci gibi bu anları geleceğe bırakıyor. Bu dönem
ileriki yıllarda araştırıldığında bu görüntüler çok şey sunacak. Visconti usta,
bir konuşmasında, elinde çok materyal olduğunu, yakın zamanlarda bundan bir
belgesel çıkartacağını söylemiş. Gerçekten de heyecan verici. Bir film başka
bir şey doğuruyor. Böyle olursa herhalde sinemada bir ilk olacak bu. Büyük
yönetmen olmak böyle bir şey olmalı.
Unutulmaz anlar…
Lyon’da gençler caddelerde barikat
kurup, polisle çatışırken, Paul benzinciye motosikletiyle giriyor, pompayı alıp
motosikletinin deposunu dolduruyor. Elbette gerilimli bir sahne deyip üzerinde
durulmayabilir. Etrafta gerçek çatışmalar olurken, Paul soygunu
gerçekleştiriyor. İki sevgili kaostan uzaklaşınca kamera dönüyor, Visconti benzincinin
ofisine doğru yürüyor, hafif el kamerası da ustayı takip ediyor. Visconti
dışarı çıkan işçiye pompayı gösteriyor, pompaya bakılıyor, usta cebinden para
çıkartıyor ve Paul’le Julie’nin borcunu ödüyor. Sinemada şimdiye kadar
görmediğimiz bir an bu. Birkaç sahnede daha oluyor bu. Nantes şehrinde
lokantadaki sahne de unutulmaz. İki sevgili tıka basa karınlarını doyuruyorlar.
Kahvelerini içiyorlar. Sonra Julie dışarı çıkıyor. Paul kasaya gidiyor. Bir eli
de montunun cebinde. Diğer eliyle sus işareti yapıyor. Kız korkuyor. Kasadaki
paraları Paul’e veriyor. Paul dışarı çıktığında kasiyer kız çığlık atıyor.
Küçük bir kaos oluşuyor. Visconti usta yine devreye giriyor. Gizlenmiş kamera
sarsıntılı çekimle ustayı izliyor. Visconti, “Bu film sahnesi” diyor. Kız şokta
tabii ki. Visconti’nin asistanlarından bir kız ustaya parayı veriyor. Visconti
de “Bak hepsi burada. Ben Visconti. Korkma kızım” diyor. “Kamera şakası olarak
düşün” diye şoktaki kızı teskin ediyor. Gerçekten tarif edilemez bir film bu.
Hatta bir kurgu mu, yoksa Avrupa’da ortaya çıkmaya başlayan “sahte
belgesel”lerden mi? İnsanın zihni karışıp duruyor. Aslında bu film üzerine yazı
yazmak bir yerden sonra anlamsızlaşıyor. Sadece seyretmek gerekiyor. Bu filmin
ne başı ne de sonu var. Paul ve Julie, bir yerde kameraya takılıyorlar, bir
yerde de kameradan uzaklaşıp gidiyorlar. Bu gezginlerin gezileri sonsuzluğa
kadar sürecekmiş gibi. Filmin görselliği de ilham verici. Avrupa sineması,
gerçekten de yenilikçi, hatta deneysel. İki büyük oyuncuyu, neredeyse tehlikeye
atacak anların da olduğu tam anlamıyla tuhaf bir yolculuk. Bu filmi sinema
perdesinde yaşamalı.
-ağustos 2013-
****
ROSSELLINI
SİNEMASINDAN
Büyük ustadan sürpriz film
Yeni Gerçekçi sinemanın önemli
yönetmeninden Rossellini, şiirsel gerçekçi bakışla yeraltı dünyasına dalıyor.
“Yoldan Çıkan”, gerçekçi tarafıyla insanı gerçekten irkiltiyor
Roberto Rossellini… İtalya’da doğmuş
Yeni Gerçekçilik akımının da önemli ustalarından biri. Aynı zamanda o bir
Hıristiyan Demokrat… Ustanın, Fransa’da çektiği 1967 yapımı siyah-beyaz ve
renkli sinemaskop “Les Crimes-Yoldan Çıkan”, ahlakçı bakışıyla batıdaki
zihinsel ve duygusal çöküşe bir ağıt. Rossellini, Sicilyalı bir gencin
Paris’te batağa sürüklenişinin peşine düşüyor bu filmde. Sicilyalı
Gianluca’yı Amerikalı genç oyuncu Joe Dallessandro oynamış. Gianluca’nın babası
Pietro’yu Marcello Mastroianni, annesi Roberta’yı Sofia Loren canlandırmış. Bu
iki büyük oyuncu filmde az görünseler de damga vurmuşlar. Yeraltı dünyasıda
“Prens” olarak anılan Pierre’i Alain Delon, “Mama”yı Simone Signoret,
Müfettiş Fabio’yu Lino Ventura oynamış. Aslında bu önemli oyuncular
filmde tam anlamıyla öne çıkmıyorlar. En önde genç Dellassandro var.
Yoldan çıkan Sicilyalı…
Palermo’da üniversitede okuyan Çiftliği
olan babası Gianluca’nın hayali Paris’e gidip sanat okuluna girebilmek.
Fotoğrafla ilgileniyor Giannluca. Hayvan çiftliği olan babası Pietro, baskıyla
gönderdiği ziraat fakültesinden eğitimli çiftçi çıkmasını hayal etmiş. Çünkü,
dünyanın karnı doyması gerekiyor ve Gianluca okulda öğrendikleriyle verimliliği
de arttırabilir Pietro’ya göre. Gianluca’nın annesi Roberta, oğlunun içindeki
sanat ateşine destek veriyor. Oğlunun, Palermo’dan Paris’e, üniversiteye
geçişine destek vermiş. Şimdi de babadan habersiz oğlunu Paris’e uğurluyor.
Sicilya’dan Korsika’ya feribotla geçen Gianluca, Marsilya’dan trene binip
Paris’e doğru yola çıkıyor. Oraya vardığında başlarda her şey istediği gibi ve
romantik bir sıcaklıkta geçip gidiyor. Gianluca, güzel sanatlarda fotorafçılık
bölümüne kaydını yaptırıyor. Paris’te aylak aylak dolaşarak bol bol fotoğraf
çekiyor. Ama biraz içine kapanık Gianluca, fakültede kızlara yaklaşamıyor.
Cinsel yönden ateşleri artınca, Parisli arkadaşı Paul’le “Mama”nın yerine
gidiyor. “Mama”, okullu oldukları için onlara indirim bile yapıyor. Nedeni
sonra anlaşılıyor bunun. “Mama”, gecikmeden “Prens” diye anılan Pierre’e
Gianluca’dan söz ediyor ve bundan sonra her şey yoldan çıkıyor. Yakışıklı
pezevenk Pierre, Sicilyalı yakışıklı gence kendi yöntemlerini öğreterek genç
kızları tuzağa düşürüp Mama’nın randevuevlerinde fahişe olacaklar. Yakışıklı ve
zengin görünümlü gençlerin hemen tuzağına düşen genç kızlar, cazibeye
kapılıyorlar. Arabalar, güzel evler ve sonsuz para. Pierre, Gianluca’ya dersler
veriyor. Gösterişli yaşama meyilli bir kızın peşine takılıyor. Kızla çıkmaya
başlıyor. Paris’te dolaşıyorlar romantik halleriyle. Hatta sevişiyorlar bile.
Kıza sıcaklık hissetmeye başlıyor Gianluca. Bir sabah yolda yürürken, yanında
bir araba duruyor. Arabada polis müfettişi Fabio var. Gianluca, bu dünyanın ne
kadar pis olduğunu hemen anlıyor. Başkaları için final bölümü trajik olsa da
Gianluca, hayallerine doğru yol alıyor Paris’te.
Yeni Gerçekçi Rossellini, ahlaki açıdan
bu korkunç dünyanın tuzaklarını ayrıntılı olarak, neredeyse belgesel gibi, yeni
gerçekçilik gibi beyazperdeye yansıtıyor. Ama, şiirsel gerçekçilik tadı da var
filmde. 1930’ların Fransız polisiyelerine de saygı sunuşu var filmde. Görsel
anlamda, özellikle gece dış çekimlerde, çoğu zaman da iç mekânlardaki ışık
düzenlemelerinde bu hissediliyor. Sokaklarda vitrinlerden yansıyan ışıklar,
ıslak yollar şiirsellik katıyor görsel olarak filme. Raoul Coutard’ın kamerası
da muhteşem fotoğraflar yansıtmış perdeye. Rossellini, fonda müzik kullanmamış.
Daha çok dış sesleri öne çıkarmış. Müziklerse mekânlardan duyulanlar. Oyuncular
da muhteşem bir performans ortaya koymuşlar. Özellikle genç İtalyan oyuncu Joe
Dallesandro, umut vadediyor sinema için. Bir ustayı perdede görmek muhteşem bir
duyguydu. Bu başyapıt sınırlarında dolaşan film görülmeli.
-eylül 2013-
Yazan: Ali Erden