Filmler, filmler...
Yeni Zelandali yönetmen Niki Caro'nun 2017 yapımı sinemaskop "Zookeeper's Wife-Umut Bahçesi" filmi, ikinci savaşta geçiyor. Film, savaşın hemen öncesinde açılıyor. Çok geçmeden Almanlar, Varsova şehrini bombalamaya başlayınca savaş başlıyor. Varsova Hayvanat Bahçesini işleten aile, gettodaki Yahudilerden kurtarabildikleri kadarını kurtarıyorlar. Filmdeki en acılı anlardan biri, Varsova üzerine kar gibi yağan Yahudilerin külleriydi. Buna holokost deniyor. Bir an daha vardı yüreğe oturan. Gettodaki iki Alman askeri Yahudi bir genç kıza tecavüz ediyorlardı. Kızı hayata döndüren, büyük insanlardan Jan'in karısı Antonina'nin çocukluğunda yaşadığı travmasıydi belki de. Başka insanların da acıları vardı bu dünyada. Unutulmaz bir filmdi bu.
İngiliz yönetmen Rupert Sanders'in 2017 yapımı "Ghost in the Shell-Kabuktaki Hayalet" bilimkurgusu önemli bir filmdi. İMAX perdede üç boyutlu bu film, yeni varoluşcu tarafiyla öncü filmlerden. Beyni insana ait robot, robot-insan olarak dünyada çoğalınca ne olacaktı? Mira adı verilen robot-insana hatıralar da yükleniyor. Ama bu robot-insana virüs de bulaşabiliyor. Hatta "hack"lenebiliniyor. Bu robot-insan çok güzel bir beyaz kadın. Bu robot-insanlar sadece güvenlik için mi kullanılacak, yoksa hayatın her alanını mı kaplayacaklardi? Mira, bir andan sonra robot-insan olduğunu anlıyor ve geçmişini araştırıyor. Muhteşem filmdi.
Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park'in 2016 yapımı sinemaskop "Agassi-Hizmetçi"si, çok yaratıcı ve tahmin edilemez bir film. Galli yazar Sarah Waters'in "Fingersmith" romanından uyarlanmış. Roman, Victoria döneminde geçerken, film Japon istilası altındaki Kore'de 1930'lu yıllarda geçiyor. Roman ve filmde üç bölüm var. Yönetmen, yazara sadık kalmış sanki. Dolandırıcı, yankesici kızı zengin malikaneye hizmetçi olarak girmesini sağlıyor. Amacı evin güzel kızını etkileyip onunla evlenerek parasına konmak. İkinci bölümde geriye dönüşler var. İki genç kadın da anlatıcı. İlk bölümde hizmetçi, ikinci bölümde hanımefendi anlatıyor. Üçüncü bölüm belki de daha sarsıcı. İşkence sahnesi lezbiyen sevişme kadar sarsıyor. Filmdeki lezbiyen sevişmeleri sinema tarihine geçmiş olabilir. Bu film gerçek anlamda yaratıcı ve insana beklemediği yerlere sürüklüyor. Müzikleri de muhteşemdi. Görüntüler de öyle.
Cekoslavak yazar Karel Capek (1890-1938), 1933'te yazdığı "noetik üçleme" (gnosioloji) romanının ilki yayınlandı. "Hordubal", ardından 1934'te çıkan son iki cilt, "Povetron" (Göktasi) ve "Obycejny Zivot" (Sıradan Bir Hayat) romanını okuyunca gerçekliğin bakış açısına göre değiştiği fark ediliyor. Üçlemenin son bölümünde zihinler karmakarışık oluyor.
Büyük yazar Capek'in 1920'de yazdığı "R.U.R."(Rossom'un Evrensel Robotları) bilimkurgusunda "robot" kelimesini kullanan ilk yazar olmuş ve bu terim bilim çevrelerinde kabul görmüş. Bu roman ülkemizde 1927 yılında Osmanlıca yayınlandı. Devlet Matbaası tarafından basılan "Alemsumul Suni Adamlar Fabrikası" romanı Halid Fahri çevirmiş.
31 Mart 2017 Cuma
27 Mart 2017 Pazartesi
1970'lerden...
1983 baharında Alsancak İzmir Sinemasında, 1973 yapımı "The Sting-Belalilar" filmini gördüm. Bir film neden bu kadar, tam on yıl sonra perdelerimize gelmişti? Sadece yönetmen George Roy Hill'in bu filmi değil, Sidney Lumet'nin yine 1983 yapımı "Serpico" ve 1975 yapımı "Dog Day Afternoon-Kopeklerin Günü" filmleri de öyle.
Nedeni şuydu: 1974 yılında Kıbrıs çıkarması olunca, NATO ve Amerika yıllarca sürecek ambargo koydular ülkemize. 1970'li yıllar acılı geçmişti. Yokluk, karaborsa ve anarşi ülkeyi sarmıştı. Avrupa filmleri ağırlıklı olarak gösteriliyordu. Çocukluğumun kahramanı Alain Delon olmuştu. Ambargo olmasaydı belki Robert de Niro da kahraman olurdu. 1979 kışında Konak Çınar'da Michael Cimino'nun 1978 yapımı sinemaskop "The Deer Hunter-Avci" filmi gösterildi. De Niro'yu keşfettik. 1970'lerde sadece Alain Delon değil, İtalyan sinemasından Tomas Milan ve Giuliano Gemma da vardı. Elbette Franco Nero da. Fransız Jean Paul Belmondo unutulmaz.
1983 baharında Alsancak İzmir Sinemasında, 1973 yapımı "The Sting-Belalilar" filmini gördüm. Bir film neden bu kadar, tam on yıl sonra perdelerimize gelmişti? Sadece yönetmen George Roy Hill'in bu filmi değil, Sidney Lumet'nin yine 1983 yapımı "Serpico" ve 1975 yapımı "Dog Day Afternoon-Kopeklerin Günü" filmleri de öyle.
Nedeni şuydu: 1974 yılında Kıbrıs çıkarması olunca, NATO ve Amerika yıllarca sürecek ambargo koydular ülkemize. 1970'li yıllar acılı geçmişti. Yokluk, karaborsa ve anarşi ülkeyi sarmıştı. Avrupa filmleri ağırlıklı olarak gösteriliyordu. Çocukluğumun kahramanı Alain Delon olmuştu. Ambargo olmasaydı belki Robert de Niro da kahraman olurdu. 1979 kışında Konak Çınar'da Michael Cimino'nun 1978 yapımı sinemaskop "The Deer Hunter-Avci" filmi gösterildi. De Niro'yu keşfettik. 1970'lerde sadece Alain Delon değil, İtalyan sinemasından Tomas Milan ve Giuliano Gemma da vardı. Elbette Franco Nero da. Fransız Jean Paul Belmondo unutulmaz.
Tarkovski...
Büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski, "Hayat mükemmel olsaydı sanata ihtiyaç olmazdı" demiş. Ne muhteşem söz. Bu büyük ustanın beş filmini yazma onuruna yaşadım. Onur veren, "Solaris", "Ayna", "İz Sürücü", "Nostalji" ve "Kurban" filmleriydi.
Onun, 1968 yapımı sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli "Andrey Rubleyev" filmini yazmaya cesaret edemedim. Yoğun simgesel anlatım yüzünden. Önceki yazdığım filmlerde bile duvara toslamıştım. Simgelerin altından kalkılması zordu. Anlam yaratmak da. Ortodoks kültürünü ve dinini keşfetmek gerekti. Öncelikle de Rus olanını. Ama en azından yazdığım filmleri hatıralara karışmış oldu kendim için.
Tarkovski ustanın 1983 yapımı renkli ve siyah-beyaz "Nostalghia-Nostalji", insanın zihninde bulanıklık yaratan filmlerden biriydi. Bütün rüyaları ve hayalleri sadece şair mi görüyordu? Şair, 19. yüzyılda İtalya'ya sürülmüş Rus bestecinin sürgün zamanlarını araştırıyor. Onun bulunduğu yerlere gidiyor. Kasabada, dinci birini fark ediyor. Acaba o meczup da rüya veya hayal görüyor muydu? Şair, kır evini hayal ediyor hep. Bir büyükanne, bir eş ve bir kız çocuğu var. Hayal ettiği bu kır evi ve o insanlar, şairin ailesi miydi, yoksa bestecinin mi? Filmde bir yere tam anlamıyla oturtup anlam yaratmada zorluk çıkaran iki an da vardı. Şair, meczubun küçük oğlunu ve köpeğini de bu ailenin içinde hayal ediyordu. Sonrasında sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu, görüntüye girmeyen babasıyla İtalyanca konuşuyor. Derinlikteyse yolda bir otomobil kasabaya doğru geliyor. Acaba arabada şair mi vardı? Şair daha önceden kasabaya gelmişti.
Büyük Rus yönetmen Andrey Tarkovski, "Hayat mükemmel olsaydı sanata ihtiyaç olmazdı" demiş. Ne muhteşem söz. Bu büyük ustanın beş filmini yazma onuruna yaşadım. Onur veren, "Solaris", "Ayna", "İz Sürücü", "Nostalji" ve "Kurban" filmleriydi.
Onun, 1968 yapımı sinemaskop çekilmiş siyah-beyaz ve renkli "Andrey Rubleyev" filmini yazmaya cesaret edemedim. Yoğun simgesel anlatım yüzünden. Önceki yazdığım filmlerde bile duvara toslamıştım. Simgelerin altından kalkılması zordu. Anlam yaratmak da. Ortodoks kültürünü ve dinini keşfetmek gerekti. Öncelikle de Rus olanını. Ama en azından yazdığım filmleri hatıralara karışmış oldu kendim için.
Tarkovski ustanın 1983 yapımı renkli ve siyah-beyaz "Nostalghia-Nostalji", insanın zihninde bulanıklık yaratan filmlerden biriydi. Bütün rüyaları ve hayalleri sadece şair mi görüyordu? Şair, 19. yüzyılda İtalya'ya sürülmüş Rus bestecinin sürgün zamanlarını araştırıyor. Onun bulunduğu yerlere gidiyor. Kasabada, dinci birini fark ediyor. Acaba o meczup da rüya veya hayal görüyor muydu? Şair, kır evini hayal ediyor hep. Bir büyükanne, bir eş ve bir kız çocuğu var. Hayal ettiği bu kır evi ve o insanlar, şairin ailesi miydi, yoksa bestecinin mi? Filmde bir yere tam anlamıyla oturtup anlam yaratmada zorluk çıkaran iki an da vardı. Şair, meczubun küçük oğlunu ve köpeğini de bu ailenin içinde hayal ediyordu. Sonrasında sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu, görüntüye girmeyen babasıyla İtalyanca konuşuyor. Derinlikteyse yolda bir otomobil kasabaya doğru geliyor. Acaba arabada şair mi vardı? Şair daha önceden kasabaya gelmişti.
26 Mart 2017 Pazar
Belgesel ve biyografi...
Büyük yönetmen David Lynch'in sanat dünyasına giren üç yönetmenli belgesel 2016 yapımı "David Lynch: The Art Life-David Lynch: Yaşama Sanatı" muhteşemdi. Jon Nguyen, Rick Barnes ve Olivia Neergaard-Holm beraber yapmışlar.
Lynch'in ressam dünyasına girmişler. Aslında usta sanatçı yolculuğuna resimle çıkmış. Atölyesi var. Onu en çok etkileyen ressamsa Francis Bacon. Dışavurumcu bir ressam. Lynch resim okumak için Michigan eyaletiniln Philedelphia şehrine gittiğinde gerçek anlamda sinemayı ve aşkı da keşfediyor. Kız bebeği de dünyaya geliyor. Eşiyle beraber deneysel kısa filmler de yapıyor. Lynch, Phipledelphia şehrine geldiğinde ilk izlenimiyse buranın fakirlerin New York şehri olduğunu düşünüyor.
Mutlu bir çocukluk yaşıyor. Annesi İngilizce öğretmeni. Babası tarım bakanlığında. Dolaşıyorlar şehirden şehre. En son Virginia eyaletinin Alexandria şehrine taşınıyor ailesiyle. Başkent Washington da uzak değil. Biri erkek, diğeri kız iki kardeşi var. Anne ve babası da onların fotoğraflarını ve 8mm renkli görüntülerini çekiyor hep. Annesinin kendilerine boyama kitabı almamış hiç. Bunun yaratıcılığını artırdığını düşünüyor Lynch.
**
Susan Williams'in 2006'da yayınlanmış "Colour Bar: The Triumph of Severse Khama and His Nation" (Renkli Çubuk: Severse Khama'nin Zaferi ve Ulusu" kitabından uyarlanmış bu biyografik film. Hem siyahi hem de kadın olan İngiliz yönetmen Amma Asante'nin, muhteşem anlatımla bu aşkı ve Afrika dünyasını yansıtıyor. Batı emperyalizmini de görsel olarak perdeden gösteriyor. Caz ve aşkın buluşması bir de bu film. 2016 yapımı sinemaskop "A United Kingdom-Aşkın Krallığı" filmi belleğe alınmalıydı.
Büyük yönetmen David Lynch'in sanat dünyasına giren üç yönetmenli belgesel 2016 yapımı "David Lynch: The Art Life-David Lynch: Yaşama Sanatı" muhteşemdi. Jon Nguyen, Rick Barnes ve Olivia Neergaard-Holm beraber yapmışlar.
Lynch'in ressam dünyasına girmişler. Aslında usta sanatçı yolculuğuna resimle çıkmış. Atölyesi var. Onu en çok etkileyen ressamsa Francis Bacon. Dışavurumcu bir ressam. Lynch resim okumak için Michigan eyaletiniln Philedelphia şehrine gittiğinde gerçek anlamda sinemayı ve aşkı da keşfediyor. Kız bebeği de dünyaya geliyor. Eşiyle beraber deneysel kısa filmler de yapıyor. Lynch, Phipledelphia şehrine geldiğinde ilk izlenimiyse buranın fakirlerin New York şehri olduğunu düşünüyor.
Mutlu bir çocukluk yaşıyor. Annesi İngilizce öğretmeni. Babası tarım bakanlığında. Dolaşıyorlar şehirden şehre. En son Virginia eyaletinin Alexandria şehrine taşınıyor ailesiyle. Başkent Washington da uzak değil. Biri erkek, diğeri kız iki kardeşi var. Anne ve babası da onların fotoğraflarını ve 8mm renkli görüntülerini çekiyor hep. Annesinin kendilerine boyama kitabı almamış hiç. Bunun yaratıcılığını artırdığını düşünüyor Lynch.
**
Susan Williams'in 2006'da yayınlanmış "Colour Bar: The Triumph of Severse Khama and His Nation" (Renkli Çubuk: Severse Khama'nin Zaferi ve Ulusu" kitabından uyarlanmış bu biyografik film. Hem siyahi hem de kadın olan İngiliz yönetmen Amma Asante'nin, muhteşem anlatımla bu aşkı ve Afrika dünyasını yansıtıyor. Batı emperyalizmini de görsel olarak perdeden gösteriyor. Caz ve aşkın buluşması bir de bu film. 2016 yapımı sinemaskop "A United Kingdom-Aşkın Krallığı" filmi belleğe alınmalıydı.
23 Mart 2017 Perşembe
Çarpıcı filmler...
Verbinski’nin 2017 yapımı "The Cure for Wellness-Yaşam Kuru" filmi, yaratıcı ve merak duygusunu sonuna kadar koruyan önemli bir filmdi. İnsan ürperiyor. Tedirgin oluyor. Sırlar final anında ortaya çıkıyor. Taksi şoförünün anlattığı iki yüz yıl önce şatonun yaşadığı trajedi insanı tedirgin ediyor.
Filmi izlerken insan Kafka'nin "Şato" romanını düşünüyor. Michael Haneke bu tamamlanmamış romandan, 1997 yılında yine tamamlanmamış aynı adlı film çekmişti. Romanda/filmde şatoya girilmiyordu hiç. Verbinski filminde şatoya giriyordu. Dışarıdan bakınca kaplıca gibi bir sağlık merkeziydi burası. Köydeki bar da Haneke’nin filmindeki mekanı çağrıştırıyordu.
Filmin görselliği de çarpıcı. Filmin girişinde trenin tünele girişi metafor olarak güçlü bir andı. Şatonun girişindeki dolambaçlı yol da. Narkozsuz diş çekme sahnesinde adeta koltuk daralıyor sanıyorsunuz.
Bir diğer film de Şili kökenli İsveçli yönetmen Daniel Espinosa'nin 2017 yapımı sinemaskop "Life-Hayat" bilimkurgu filmi. Yine Marslilardan çekilecek var, diyor bu film. Aslında bu bilimkurgu değerli bir film. Uzay İstasyonu'nunda beşi astronot, biri kozmonot altı insan, Mars'tan gelen numune toprağı incelerken hayat formu keşfediyorlar. Deneylerle bu küçük plastige benzer şeyi uykudan uyandırmayı başarıyorlar. "Calvin" adı verilen yaratık dehşet saçıyor istasyonda. Onun da oksijene ve beslenmeye ihtiyacı var. Astronotlar iç organlarını ve kanlarını somurur gibi emen bu yaratık bir ahtapot görünümü alıyor. Bu yaratık dünyaya gelirse ne olurdu?
Hollywood neden Marslilarin (eğer varsalar) korkulacak şeyler olduğunu vurguluyor hep? İngiliz yazar DH. Wells'in "Dünyalar Savaşı" bilimkurgu romanından bu yana bu korku sürüyor sanki. Bunun üstüne büyük sinemacı Orson Welles (daha film çekmemişti), 1938 yılında kendi tiyatrosunun oyunculariyla radyo tiyatrosu yayınladı radyoda. Amerikalilar dehşet içinde kaldılar.
23 Mart 2017, Perşembe...
****
Verbinski’nin 2017 yapımı "The Cure for Wellness-Yaşam Kuru" filmi, yaratıcı ve merak duygusunu sonuna kadar koruyan önemli bir filmdi. İnsan ürperiyor. Tedirgin oluyor. Sırlar final anında ortaya çıkıyor. Taksi şoförünün anlattığı iki yüz yıl önce şatonun yaşadığı trajedi insanı tedirgin ediyor.
Filmi izlerken insan Kafka'nin "Şato" romanını düşünüyor. Michael Haneke bu tamamlanmamış romandan, 1997 yılında yine tamamlanmamış aynı adlı film çekmişti. Romanda/filmde şatoya girilmiyordu hiç. Verbinski filminde şatoya giriyordu. Dışarıdan bakınca kaplıca gibi bir sağlık merkeziydi burası. Köydeki bar da Haneke’nin filmindeki mekanı çağrıştırıyordu.
Filmin görselliği de çarpıcı. Filmin girişinde trenin tünele girişi metafor olarak güçlü bir andı. Şatonun girişindeki dolambaçlı yol da. Narkozsuz diş çekme sahnesinde adeta koltuk daralıyor sanıyorsunuz.
Bir diğer film de Şili kökenli İsveçli yönetmen Daniel Espinosa'nin 2017 yapımı sinemaskop "Life-Hayat" bilimkurgu filmi. Yine Marslilardan çekilecek var, diyor bu film. Aslında bu bilimkurgu değerli bir film. Uzay İstasyonu'nunda beşi astronot, biri kozmonot altı insan, Mars'tan gelen numune toprağı incelerken hayat formu keşfediyorlar. Deneylerle bu küçük plastige benzer şeyi uykudan uyandırmayı başarıyorlar. "Calvin" adı verilen yaratık dehşet saçıyor istasyonda. Onun da oksijene ve beslenmeye ihtiyacı var. Astronotlar iç organlarını ve kanlarını somurur gibi emen bu yaratık bir ahtapot görünümü alıyor. Bu yaratık dünyaya gelirse ne olurdu?
Hollywood neden Marslilarin (eğer varsalar) korkulacak şeyler olduğunu vurguluyor hep? İngiliz yazar DH. Wells'in "Dünyalar Savaşı" bilimkurgu romanından bu yana bu korku sürüyor sanki. Bunun üstüne büyük sinemacı Orson Welles (daha film çekmemişti), 1938 yılında kendi tiyatrosunun oyunculariyla radyo tiyatrosu yayınladı radyoda. Amerikalilar dehşet içinde kaldılar.
23 Mart 2017, Perşembe...
****
8 Mart 2017 Çarşamba
Şair ve şehir...
Jim Jarmusch sanatseveri büyüledi 2016 yapımı "Paterson" filmiyle. Otobüs şoförü Paterson, yaşadığı Paterson sehriyle ismi aynı. Şehirle adaş. İran asıllı Laura’yla evli. Günleri neredeyse hep aynı. Jarmusch bu durumu görsel olarak da yansıtıyor. Aynı anlar, "leit-motif"lerle yansıyor. Paterson, karısının Marvin isimli köpeği bulldogla hiç anlaşamıyor bir de. Aralarında gizli bir rekabet var. Paterson, bu şehrin şairi Williams tutkunu. Onun kıyılarında dolaşan şiirler yazıyor. O da şairdi.
Jarmusch, Griffith ve Pudovkin gibi sinemanın temel ustalarından iki büyük yönetmenin estetiklerinin etrafında dolaşıyor. Betimleme anlatım ve "kesme" kurgu hemen fark ediliyor. Yönetmen, gerçeküstü ruhtan da yararlanıyor filminde. Öncelikle zincirlemeli bindirme tekniğiyle.
Filmde final bölümü unutulmazdı. Şair Japon, tutkunu olduğu şair Williams için buralara gelmiş. Şairin yaşadığı şehri merak etmiş. Japon şair, bizim şaire defter hediye ediyor. Her boş sayfa yeni ihtimaller verir, diye. Unutulmaz bir filmdi.
8 Mart 2017, Çarşamba...
++++++
Jim Jarmusch sanatseveri büyüledi 2016 yapımı "Paterson" filmiyle. Otobüs şoförü Paterson, yaşadığı Paterson sehriyle ismi aynı. Şehirle adaş. İran asıllı Laura’yla evli. Günleri neredeyse hep aynı. Jarmusch bu durumu görsel olarak da yansıtıyor. Aynı anlar, "leit-motif"lerle yansıyor. Paterson, karısının Marvin isimli köpeği bulldogla hiç anlaşamıyor bir de. Aralarında gizli bir rekabet var. Paterson, bu şehrin şairi Williams tutkunu. Onun kıyılarında dolaşan şiirler yazıyor. O da şairdi.
Jarmusch, Griffith ve Pudovkin gibi sinemanın temel ustalarından iki büyük yönetmenin estetiklerinin etrafında dolaşıyor. Betimleme anlatım ve "kesme" kurgu hemen fark ediliyor. Yönetmen, gerçeküstü ruhtan da yararlanıyor filminde. Öncelikle zincirlemeli bindirme tekniğiyle.
Filmde final bölümü unutulmazdı. Şair Japon, tutkunu olduğu şair Williams için buralara gelmiş. Şairin yaşadığı şehri merak etmiş. Japon şair, bizim şaire defter hediye ediyor. Her boş sayfa yeni ihtimaller verir, diye. Unutulmaz bir filmdi.
8 Mart 2017, Çarşamba...
++++++
7 Mart 2017 Salı
"Neruda" filminin düşündürdükleri...
Şili sinemasından yönetmen Pablo Lorrain, Şili edebiyatının ve politikasının büyük insanı Pablo Neruda üzerine etkileyici ve şaşırtıcıydi 'Neruda" filmi. Bu şaşırtıcı ve etkileyicilik, yaratıcı sinema dilini her an hissettirmesindendi. Şair gerçeküstü şiirler de yazdı. Yönetmen filminde bu gerçeküstü ruhu her yerde hissettiriyor.
Film üzerine yazarken, polisiye sinema nazikliginde dokunmak gerekiyordu. Bir anlık dalgınlık gizemi dağıtabilirdi. Gerçeküstü anlatımı en çok kendini İspanya'da hissettirdi. Güney Amerika edebiyatı ve sineması da bu estetik anlatımla, faşizm yıllarında sanatlarını yansıtma fırsatı buldu. Biliyorsunuz, eleştiri sanatı da gerçeküstü ruhla kuşatılmış. Filmde, polis şefi ve eski eş çok önemliydi. Neruda'nin bir polisiye tutkunu olduğu da unutmamalı.
Ali Erden
Şili sinemasından yönetmen Pablo Lorrain, Şili edebiyatının ve politikasının büyük insanı Pablo Neruda üzerine etkileyici ve şaşırtıcıydi 'Neruda" filmi. Bu şaşırtıcı ve etkileyicilik, yaratıcı sinema dilini her an hissettirmesindendi. Şair gerçeküstü şiirler de yazdı. Yönetmen filminde bu gerçeküstü ruhu her yerde hissettiriyor.
Film üzerine yazarken, polisiye sinema nazikliginde dokunmak gerekiyordu. Bir anlık dalgınlık gizemi dağıtabilirdi. Gerçeküstü anlatımı en çok kendini İspanya'da hissettirdi. Güney Amerika edebiyatı ve sineması da bu estetik anlatımla, faşizm yıllarında sanatlarını yansıtma fırsatı buldu. Biliyorsunuz, eleştiri sanatı da gerçeküstü ruhla kuşatılmış. Filmde, polis şefi ve eski eş çok önemliydi. Neruda'nin bir polisiye tutkunu olduğu da unutmamalı.
Ali Erden
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)