Michael
Haneke: Ruhun karanlık dehlizleri
Yazan: Ali Erden
Haneke usta, Almanya'nın Münih şehrinde 1942’de doğmuş Avusturyalı yönetmen. Onun, birçok filmini sakinlikle seyredebilmek kolay değil. 1989'dan 1994'e kadar “Kent Üçlemesi” filmleriyle sinemada kendine sağlam yer edindi. Bu ve ardından gelen filmlerinden sonra ona “Buz soğukluğunda yönetmen” demeye başladılar onun filmlerine. Usta, filmleriyle insanları rahatsız etmeyi sürdürüyor. Özellikle onun filmlerini sinema perdesinde görme şansını bulabilmiş seyircileri. Usta, önce Viyana Üniversitesi’nde okudu. Film eleştirmenliği yaptı. Ardından televizyon için çalıştı. 1989’dan itibaren de sinema filmleri çekmeye başladı. Haneke, kapitalist Batı toplumlarındaki şiddete, tüketime, iletişimsizliğe, yükselen ırkçılığa baktı. Bununla beraber yoksulluğa ve göçmenliğe de kamerasını çevirdi. Onun filmlerinin içinde dolaşırken kendinizi görünen dünyanın ardındaki soğuk ve sarsıcı gerçekliklerle baş başa buluyorsunuz. Bunda sadece konunun ve karakterlerin yansıyışıyla değil, mekânların ve o mekânlara düşen ışık düzenlemeleriyle de yaşıyorsunuz. Gri mavisi bir atmosfer seyircileri titretirken, tedirgin de ediyor. Haneke rahatsız ederdi, daima…
Haneke’nin çoğu filminde
karakterlerin adları aynıdır. Avusturya’da Georg ve Anna, Fransa’da Georges ve
Anne, Amerika’da George ve Ann… Soyadları bazen Laurent, bazen de Schober’dir.
Anna, Georg ve Eva 1983 yapımı “Variation-Oder Dass es Utopien gibt, Weiss ich Selber!-
Varyasyon-Veya Ütopyalar Olduğunu Ben de Biliyorum!” televizyon filmiyle
girmişti. Bu karakterlerin bir bölümü trajedi yaşamıştı bu uzun yolculukta.
Haneke’nin televizyon için yaptığı çalışmalar da vardı. Sinemanın tam ortasında
dolaşan yapıtlar gibiydi bu filmler. İlk çalışması 1974 yapımı “After
Liverpool-Liverpool’dan Sonra” TV filmiydi. Haneke, İngiliz oyun yazarı James
Saunders’ın “Games: And, After Liverpool” kitabını uyarlamıştı. Bir kadınla bir
erkeğin arasında olabilecek her şeyin etrafında dolaşıyordu bu film. Haneke,
Avusturyalı şair ve yazarlarından Ingeborg Bachmann’ın kısa hikâyesinden
uyarladığı 1976 yapımı “Drei Wege zum See-Göle Giden Üç Yol” TV filmini çekti.
Film, kırk yaşına gelmiş bir kadının, çocukluğunu ve kendinde derin iz bırakmış
aşkını hatırlamasının peşine düşüyordu. Yine 1976’da “Süperrmüll-Çöp Yığını” TV
filmini yaptı. İki yaşlı insanı, eski evlerini ve eşyalarını anlattı. Eva adı
da ilk defa bu filminde kendini duyurdu. Ustanın 1983 yapımı “Variation-Oder
Dass es Utopien gibt, Weiss ich Selber! -Varyasyon-Veya Ütopyalar Olduğunu Ben
de Biliyorum!” TV filmini çekti. Bu film, aşkın bedelinin masalıydı sanki.
Haneke bu filminde aşkı sanrı gibi yansıtmıştı. Haneke, 1984 yılında “Wer war
Adgar Allan? -Edgar Allan Kimdi?” televizyon filmini çekti. Mekânlar
Venedik’tendi. Film, Avusturyalı yazar Peter Rosei’dan uyarlanmıştı. Filmin
müzikleri de büyük Ennio Morricone’dendi. Film, tıpta okumaktan sıkılıp kendini
sanat tarihine adayan nihilist bir öğrencinin peşinden Venedik’e gidiyordu. Genç,
kendine Edgar Allan diyen gizemli bir yaşlı adamla tanışıyor, ona hayran oluyor
ve bir paranoyanın içine düşüyordu. Haneke, 1986’da siyah-beyaz “Fräulein-Ein
Deutsches Melodram-Küçük Bayan: Bir Alman Melodramı” TV filmini yaptı.
1950’lerin ortalarında, bir Alman kadın, Fransız bir savaş esirine âşık
oluyordu. Evli ve iki de genç çocuğu vardı. Esir düşmüş kocası da Rusya’dan
dönüyordu ve Alman melodramı yansımaya başlıyordu. Haneke’nin 1991 yapımı
“Nachruf für Einen Mörder-Bir Cinayet Defteri”, 8 Eylül 1990'da Viyana'da bir
gençlik partisinin kan gölüne dönüşünün belgeseliydi. Haneke, 1993 yapımı “Die
Rebellion-İsyan” televizyon filmini, Joseph Roth’un dışavurumcu romanından
uyarlamıştı. Haneke, I. Dünya Savaşı’nda bacağını kaybetmiş madalyalı kahraman
askerin dramını anlatmıştı. Film, gerçekle yanılsama arasında dolaşarak
zihinsel bulanıklar yaratabilmişti.
“Yedinci Kıta…”
Haneke usta, 1989'dan 1994'e
kadar üç filmlik “Kent Üçlemesi” çekti. Buna “Buzullaşma Üçlemesi” de
deniliyor. Bu üç filmde tüketim toplumunun monotonlaşmış ve iletişimini
yitirmiş durumlarını, şiddet toplumuna dönüşünü, yalnızlığını, göçmenlik
olgusunu ve birçok şeyi buluyorsunuz. Bu üç filmde de oyunlar fark ediliyordu.
İkinci ve üçüncü filmlerdeki oyunlar hikâyelerin ruhlarıyla buluşuyordu. Bu üç
filmde de sert kararma tekniği kullanmış usta. “Kent Üçlemesi”nin ilk filmi…
Haneke, senaryosunu da yazdığı 1989 yapımı gerçek bir olaydan yola çıkan “Der
Siebente Kontinent-Yedinci Kıta” filmi, orta sınıf burjuva bir ailenin
trajedisini anlatıyor. Wega Film’in sunduğu filmin kameramanlığını Anton
Peschke yapmış. Film, kapitalist toplumda bir ailenin kendisini yok edişini,
ürpertici ve rahatsız edici bir anlatımla perdeye yansıtıyordu.
Birinci Bölüm 1987: Haneke, bir ailenin hayatını üç bölümde anlatıyor. Önce
yükseliş, ardından yukarıdaki anlamsızlık ve son olarak da depresyonla gelen
boşluktu. Aile topluca intihar ediyordu evlerinde. Film şöyle başlıyordu: Yıkanan bir araba.
Arabanın plakasını, farını, jantını, ön camını ayrıntılı çekimle gösteriyor
kamera. Arabanın içinde, ön jenerikle beraber silueti yansıyor karı-koca Anna
ve Goerg Schober’in. Araba oradan ayrılırken “Avustralya'ya Hoşgeldiniz” yazısı
okunuyor. Avustralya yedinci kıtaydı.
Daha önce yüzleri görünmeyen
karı-koca ve küçük kızları evlerindeydiler şimdi. Her şey mekanik yansıyordu bu
anlarda. Dijital saat sabah altıda çalar. Radyoda haberleri okuyan spikerinin
sesi duyulur. Gözlükçü Anna (Birgit Doll) kırmızı terliklerini giyer.
Pencerenin perdesini açar. Mutfakta kahvaltıyı hazırlar. İlkokulda okuyan
kızları Evi “Eva”yı (Leni Tanzer) uyandırır. Mühendis Georg (Dieter Berner)
küvetin üzerine ayakkabısının bağcığını bağlar. Evi’nin küçük eli akvaryumdaki
balıklara yem atar. Kahvaltı yaparlar. Haneke hiç yüzlerini göstermiyordu bu
küçük ailenin. Dışarıda. Anna gözlükçü dükkânına girdiğinde görüntü kararıyor.
Georg da arabadan iniyor. Georg iş yerindeyken, dış ses olarak Anna’nın sesi
duyuluyor mektubunu okurken. Görüntü kararıyor. Kırmızı kazaklı Evi de okulundaydı.
Hastalanmıştı. Görmüyormuş. Öğretmenine (Elisabeth Rath) kör olduğunu söylüyor.
Anna, işyerinde muayene yaparken yansıyor. Görüntü kararıyor.
Georg, akşamüzeri Anna’yı işten
alıyor ve markete gidiyorlar. Market arabası ve yiyecekleri gösteriyor kamera.
Kadın kasiyer alınanları yazarkasaya aktarıyor. Benzinciye gidiyorlar sonra.
Yine yazarkasaya ödeme yapıyor Georg. Arabayı evin garajına bırakıyor sonra
Georg. Evi, akvaryumun yanında ders çalışıyor. Evi, televizyon ekranında oyun
da oynuyordu. Georg duş alırken, Anna da yemek hazırlıyor mutfakta. Görüntü
kararıyor. Telefon geliyor. Öğretmenle konuşuyor Anna. Sonra da Evi’ye neden
böyle yaptığını soruyor. Görüntü kararıyor. Akşam, Anna’nın erkek kardeşi
Alexander de (Udo Samel) yemekteydi. Alexander, Anna’yla gözlükçü dükkânında
beraberlerdi. Mutlular. Haneke yemek yiyişlerini ayrıntılı yansıtıyor. Yemek
yerlerken Alexander birden ağlıyor. Ölmüş annesini hatırlıyordu. Görüntü
kararıyor. Televizyon izliyorlar. Annesinin söyledikleri de aklına geliyordu
Alexander’in. Görüntü kararıyor. Georg, kızının ders kitaplarına ve
defterlerine bakarken, gazeteyi görüyor. Gazetede, “Kör, ama asla yalnız
değilsin” (Blind, aber nie mehr einsam) başlığı dikkati çekiyor. Evi yatağına
gittiğinde Anna da yanına gidiyor. Kızına, “Kendini bazen yalnız hissediyor
musun”, diye soruyor. Sonra da anne-babasını sevip sevmediğini. Evi, sevgiyle
annesine sarılıyor. Uyumadan önce İsa’ya da dua ediyor. Yatakta Georg’un eli
ışığı yaktığında gazete fark ediliyor. Sonra da görüntü kararıyor.
İkinci Bölüm 1988: Georg ve Anna sabaha karşı sevişiyorlar. Sevişme
bitince sabah altı oluyor. Haber okuyan spikerin sesi duyuluyor. Anna yine
kırmızı terliklerini giyiyor. Her şey dünkü gibi yeniden başlıyor. Evi,
akvaryumdaki balıklara yem verdikten sonra görüntü kararıyor. Araba garajdan
çıkıyor. Görüntü kararıyor. Filmin ilk ve ikinci bölüm neredeyse birbirine
yakın anlatımla sürüp gidiyor neredeyse. Georg işinde iyi ve yükseliyor.
Şefleri de yemeğe gelecekmiş. Alexander de İskandinavya’ya geziye çıkmış.
Anna’nın mektubu, onun dış sesiyle yansıyor yine. Anna mektupları, Georg’un
annesine yazıyor. Georg, işte amiriyle anlaşamıyor. Emekliliği yaklaşan amir,
onun işini almasından korkuyormuş. Akşam yağmurda arabayla gelen Anna, Georg’u
işten alıyor. Görüntü kararıyor. Arabanın içindeydiler. Silecekler yağmur
sularını temizlerken yansıyor. Arabada Evi de vardı. Caddede kaza olmuştu.
Ölülerin üzeri de örtülmüştü. Görüntü kararıyor. Araba yine yıkamaya
götürülüyor. Aynı açılarla yansıyor. Bu defa aile ön camdan görülüyor. Georg ve
Anna birbirine sevgiyle bakıyorlar. Sonra Anna arkada oturan kızının elini
şefkatle tutuyor. Anna ağlıyor. Görüntü kararıyor. Bu defa Avustralya afişi
yansımıyor.
Üçüncü Bölüm 1989: Yavaş yavaş ailede değişim başlıyor bu bölümde. Aile,
Georg’un annesine ve babasına veda ediyorlar ziyaretleri sonrası. Görüntü
kararıyor. Uzun yolculuktan sonra eve dönüyorlar gece. Evi, içine süt katılmış
mısır gevreği yiyor. Evi yatağında yine İsa’ya, iyi kız olup cennete gitmek
için dua ediyor. Georg ve Anna yataktalar. Sadece komodinin üzerindeki abajur,
su dolu bardak ve Georg’un kol saati var. Georg gazeteyi komodinin üzerine
bıraktıktan sonra, “Artık gazete aboneliğini bırakmalıyız” diyor. Görüntü
kararıyor. Çoğu an, ilk bölümdeki gibi benzer yansıyor filmde. Her şey aynıydı
neredeyse. Bu sefer Georg’un anne-babasına yazdığı mektup, Georg’un sesiyle
duyuluyor. Georg işinden istifa etmiş. Georg’un sesi duyulurken, markette
salamlar, içkiler de yansıyor. Anna alışveriş yapıyor. Görüntü kararıyor. Evi
sınıftayken yansıyor sonra. Evi kaşınıyor. Georg, testere, balta, çekiç vb.
aletler satın alıyor. Görüntü kararıyor. Georg, Anna’yı işten alıyor. Bankadaki
tüm paralarını çekiyorlar. Anna sürekli doktora gittiği için reçeteyle alınmış
ilaçları da biriktirmişler. Onlar bu kararı, kendilerini yok etme kararını ne
zaman vermişlerdi? Hayat onlar için birden ne zaman anlamsızlaşmıştı? Her şeyin
aynı olduğu bu hayatta boşluğa mı düşmüşlerdi? Georg arabalarını da satıyor.
Yanında kızı da varken. Zaman zaman Avustralya plajlarından anlar da yansıyor
filmde. Evi, resim yaparken, Georg’un daha yollamadığı anne-babasına yazdığı
mektup Georg’un sesiyle duyuluyor. Verdikleri karar, Evi’nin kaderini de belirliyordu.
Evi ölümden korkmuyormuş. Giderken onu da yanlarında götüreceklermiş. Sonra
ailecek yemek yiyorlar. Masanın üstü yiyeceklerle dolu. Tıka basa yiyorlar.
Telefonun zili çalıyor onlar yemek yerlerken. Georg telefonu kapatıyor. Georg
mektubu bitiriyor sonunda. Görüntü kararıyor.
Evdeydiler. Anna sofrayı
kurarken, Georg da aldığı malzemeleri çıkartıyor. Sonra duvarda asılı tüm
çerçeveli fotoğraf ve resimleri topluyorlar. Elbise dolabındaki elbiseleri de
çıkartıyorlar. Georg, gömleklerini parçalıyor. Anna da makasla kesiyor kendi
giysilerini. Perdeleri bile söküyorlar. Evi de çizdiği resimlerini ve
kitaplarını yırtıyor. Plakları bile kırıyorlar. Kendileriyle beraber evde
birikmiş her şeyi de yok ediyor aile. Hatıra bırakmak istemiyorlardı belki
geride. Kendi fotoğraflarını bile bırakmıyorlar. Georg, akvaryumu bile
parçalıyor. Balıkların çırpınışı Evi’yi korkutuyor. Beklenmedik andaysa kapının
zili çalıyor. Telefon arızadan gelmişler. Telefon hattını kesmek yasakmış
Avusturya’da. Georg, telefonu devre dışı bırakıyor. Tüm paraları da klozete
atıyorlar. Bu anda kamera sadece klozeti gösteriyor. Televizyon izliyorlar.
Jennifer Rush’ın söylediği “The Power of Love” şarkısı duyuluyor. Şarkı
söyleyen Jennifer Rush’ın görüntüsü de yansıyor. Evi, İsa’ya yine dua ediyor.
Görüntü kararıyor.
Yine televizyon izliyorlar. Bu
defa Meat Loaf’tan “Piece of the Action” şarkısı duyuluyor. Görüntüleri de
yansıyor. Ardından Avustralya’dan yine aynı plaj görüntüsü beliriyor. Dıştan
görünüşte mutlu aile kapitalizmin kendilerine sunduklarına arkalarını dönüp
kendilerini yok ediyorlar. Anna, ilaçları hazırlıyor, sonra da içiyor. Ardından
içki de içiyor Anna. Önce Evi ölmüş. Sıra Anna’da. Georg içtiği ilacı geri
çıkartıyor. Yeniden deniyor. Georg ölürken, mutlu ve mutsuz anları da zihninden
düşüyor. Avustralya’daki plaj da zihninden düşüyor. Onlar intihar ettikten
sonra seyirci de (sadece ekranı karıncalı televizyon) onları dikizliyor.
Burjuva ahlakını, tüketim toplumunu yönlendiren medyaya eleştiri de getiriyor
Haneke. Bu intihar vakası Avusturya’da çözümsüz dosya olarak kapanmış. Onların
aileleri, geride kalan mektuplara rağmen bunun bir cinayet olduğuna
inanıyorlarmış.
“Benny’nin Videosu…”
“Kent Üçlemesi”nin ikinci filmi…
Wega ve Langfilm’in sunduğu 1992 yapımı “Benny's Video-Benny’nin Videosu”
filmi, 14 yaşındaki Benny’nin şiddetini anlatıyor. Benny (Arno Frisch),
kamerasıyla her şeyi çeken ve video görüntüleri hayatının tek gerçeği olan bir
genç çocuk. Film, domuz çiftliğinde şok tabancasıyla öldürülen domuzun
görüntüsüyle açılıyor. Şok tabancasıyla başından vurulan domuz kıpırdamadan
yere yığılıyor. Michael Haneke usta, bu anlardaki şiddeti ayrıntılı gösteriyor
seyirciye. Daha sonra gelecek şiddet anlarından mı, yoksa domuzun şok edici
ölümünden mi en çok ürkecekti seyirci? Görüntü karıncalanıyor ve ardından kırmızı
ön jenerik yazıları yansıyor. Bu kırmızı metafordu ve derinlikte
anlamlaşacaktı.
Filmde “Piramit Şeması” oyunu da
önemliydi. Bu oyundaki “sekiz top” bölümü filmin derinliğinde
anlamlaşabilecekti. Kumarı andıran bu uçak oyununda pilot, yardımcı pilot,
mürettebat ve yolcular vardı. Benny de arkadaşlarıyla bu piramit oyununu
oynuyor. Video dükkânının önünde çizgi roman tutkunu bir genç kızla (Ingrid
Strassner) tanışır ve kızı eve götürür Benny. Anne ve babası hafta sonu tatili
için evde yoktular. Öğleden sonraydı. Her şeyden önce yemek yiyorlar beraber.
Sonra da çektiği görüntüleri ona gösteriyordu Benny. Çiftlikte, domuzun şok
tabancasıyla öldürülüşünü gösteren Benny, aynı şok tabancasını kızın üzerinde
dener ve kız acı çekerek ölür. Benny, soğukkanlılıkla bu acıyı ve ölümü
kamerasıyla kaydediyordu. Bu anlar televizyon ekranından da yansıyordu. Belki
de filmdeki en ürpertici an, Benny’nin kızı öldürdükten sonraki sakin
halleriydi. Kızın çantasını inceliyor. Orada “Maruşka”yı andırır oyuncak
görüyor. Ardından da ders çalışıyordu Benny. Televizyonda görüntüler akarken,
pikaptan da sert müzik dinliyordu. Ardından bezi sabunluyor küvette. Bütün
bunlar normal bir şeymiş gibi kızın cesedinin olduğu yerdeki kanları temizliyor
bezle. Sonra çektiği görüntüleri izliyor. Kızın cesedini de dolaba saklıyor.
Benny, hiçbir rahatsızlık duymuyordu. Arkadaşlarıyla bile eğleniyordu
sonraları.
Benny bir sosyopattı. Saçlarını
üç numara kestirmiş Benny, çektiği videoyu babasına gösteriyor. Baba Georg
(Ulrich Mühe), cinayeti neden işlediğinden çok, cinayeti başkasının bilip
bilmediğinden endişeleniyormuş gibiydi. Georg, videokaseti saklıyor. Georg ve
Anna (Angela Winkler) ne yapacaktı şimdi? Polise haber vermeli miydiler, yoksa
olayı saklamalı mıydılar? Anna oğlunu Mısır’a tatile götürüyor. Hiçbir şey
olmamış gibi Benny, mutlu ve kaygısız. Denize giriyor. Video çekiyor. Mısır
televizyonundan Arapça şarkılar dinliyor. Annesiyse kederler içindeydi. Haneke,
bunları gösterirken, şok edici bir anı da yansıtıyordu. Evde kalmış Georg’un
kızın cesedini ortadan kaldırırken yaptıkları dayanılmaz ve şok ediciydi. Bir
hafta sonra tatilden döndüklerinde, Georg oğluna bunu neden yaptığını soruyor.
Yatağında uzanmış kaygısız Benny, nasıl olduğunu görmek için öldürmüş kızı.
Domuzun ölümü gibi miydi? Neye benzediğinin cevabını veremiyor Benny.
Sabahleyin annesiyle kahvaltı da yapıyor. Okula gidiyor her şey normalmiş gibiydi
onun için. Evde, yine televizyon açıkken sert müzik eşliğinde ders çalışıyordu
Benny. Hayat onun için devam ediyordu. Kaldığı yerden. Anne-babası da okul
korosunda hüzünle onu izliyorlardı. Benny, hiç beklenmeyecek bir şey yapıyor ve
polise itirafta bulunuyordu birden. Anne ve babası sanık durumuna düşüyordu.
Şimdi ne olacaktı?
Filmin soğuk görüntüleri
Christian Berger'’endi. Haneke, senaryosunu da yazdığı bu filminde Bach’ın
müziklerini kullanmıştı.
“Tesadüfî Bir
Kronolojinin 71 Parçası…"
“Kent Üçlemesi”nin son filmi…
1994 yapımı “71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls-Tesadüfî Bir
Kronolojinin 71 Parçası” filmiydi. Wega-ZDF-Arte Geie’nin sunduğu filmin
senaryosunu Michael Haneke ustanın kendisi yazmış. Filmin kameramanıysa
Christian Berger’di. Filmin hikâyesi, 1993 Ekim-Aralık ayları arasında geçen
anları anlatıyordu. Bu filmde, birbirleriyle hiç ilgisi olmayan hikâyeler
çapraz anlatımla takip ediliyordu. Haneke bu filminde yoğunlukla sert kararma
tekniği kullanmıştı. Filmin ismi de film yetmiş bir sahneden oluşmasından
geliyordu.
Film, televizyondaki haberler
üzerine açılıyor. Ekrana Bosna, Somali savaşları yansıyor. Sonra Rumen bir
çocuk Marian Radu (Gabriel Cosmin Urdes), gecenin içinde beyaz eşya taşıyan bir
kamyonete biniyor ve kaçak yollarla Viyana’ya geliyor. Bir çetenin elemanıymış.
Buraya gelmek için dilenmiş ve para çalmış. Şoför çok para istiyormuş. İşte
şimdi Viyana’daydı Marian. Karnı aç ve şaşkınlık içinde aylak aylak dolaşıp
duruyordu. Evsiz ve de dileniyordu.
Katolik bir bankada güvenlik
görevlisi olarak çalışan Hans (Branko Samarovski) her günü aynı yaşıyordu sanki.
Sabah uyanıyor. Elini yüzünü yıkıyor. Ayakkabılarının bağcığını bağlıyor.
Karısı Maria da (Claudia Martini) kahvaltıyı hazırlıyor. Bankaya gidiyor. Akşam
evine dönüyor. Her şey bir kısırdöngüydü. Karısı Maria’yla uzaktı sanki. Öfkeli
ve de yalnızdı. Ama bir bebekleri de vardı.
Marian da sabah çöplükte yiyecek
arıyordu. Max (Lukas Miko), akan trafikte arabanın içinden Marian’ı izliyordu.
Seyirci Max’la ilk defa karşılaşıyordu bu anla. Max, 19 yaşında öfkeli ve bu
öfkesi birçok insana trajedi yaşatan bir üniversite öğrencisi. Filmde Max, iki
oyun oynuyor. İkisi de tesadüfe dayalıydı. İlkinde parçaları bir araya getirip
haç oluşturuluyordu. Max, arkadaşıyla mikado zekâ oyunu da oynuyordu. Tesadüfe
dayalı bu zekâ oyunlarıyla Max’ın bankadaki katliamı arasında bağ olabilir
miydi?
Sonra Paul (Udo Samel) ve Inge
Brunner (Anne Bennent) çifti yansıyor. Evlatlık bir çocuk için uğraşmışlar hep.
Emekli Tomek de (Otto Grünmandl), maaşını almak için bankaya geliyor. Tomek,
yalnız yaşıyor. Evinde televizyondaki haberleri izliyor sürekli. Televizyon
ekranından savaş görüntüleri düşüyor. Türkiye’den de. Bosna’dan Noel’le ilgili
haberler de vardı. Bosnalı bir annenin çaresizce bebeğini hastaneye getirişi de
yansıyor. Ardından da Michael Jackson haberi yerini alıyor. Jackson, çocuk
istismarcılığıyla suçlanıyormuş. İşte, dolaylı veya dolaysız bu hikâyedeki
insanların kaderi finaldeki bir trajedide buluşacaktı. Final bölümü çok
sarsıcıydı. Dünyadaki şiddet haberlerinin yanına bankadaki şiddet de ekleniyor.
Haneke, psikoloji karşıtı bir film yaptığını söylüyordu.
Finalin bölümünün hemen
öncesinde Hans, evde karısı Maria’yla sessizce akşam yemeği yerken, birden “seni
seviyorum” diyor. Az bir zaman sonra da karısına beklenmedik bir anda tokat
atıyor. O ana kadar mekânın gri soğukluğunun farkında olmayan seyirci buzun
içine düşüyordu sanki. Sonra da sarsıcı final gelecekti.
Bulutlu gündü. Benzincide Max,
banka kartını kullanamıyor. Yakındaki Katolik bankasına gidiyor. Bankanın
kapısından içeri giriyor. Yöneldiği veznedar ona yardımcı olmuyor. Dışarı çıkan
Max, kontrol edilemez öfkesiyle bankaya tekrar giriyor, tabancasını çıkartıyor
ve rastgele ateş açıyordu etrafa. Görüntü kararıyor. Max dışarıda ve trafikte
de ateş sıkıyor tabancasıyla. Kamera onun öfkesini “high angle/yüksek açı”
çekimle izliyordu. Max, arabasına biniyor ve bir el ateş sesi duyuluyordu.
Görüntü yine kararıyor.
Hans, Inge ve emekli Tomek
vuruluyor. Kamera, Tanrı’ya daima dua eden Hans’ı yerde kanlar içinde
yansıtıyordu. Kan vücudundan yere akıyordu Hans’ın. Görüntü kararıyor. Kamera,
arabada intihar etmiş Max’ı gösteriyor ardından. Görüntü bir daha kararıyor.
Ardından arabanın içinde bekleyen Marian görünüyor. Arabanın ön camında binanın
görüntüsü yansıyor. Görüntü kararıyor ve ardından da bu katliamın haberi
televizyondan gösteriliyordu. Max ve üç kişi ölüyor. Max’in amacı bilinemiyor.
Soygun için değildi çünkü. Katliam, Noel öncesi yaşanıyordu.
Yönetmen, Max için ipuçlarını,
Max’ın tek başına tenis oynadığı bir sahnede hissettiriyordu. Topa raketle
vurdukça öfkesi daha da çoğalıyordu Max’ın. Haneke bu anı, uzun ve tek bir
çekimle yansıtmıştı.
“Şato…”
Michael Haneke ustanın 1997’de
Franz Kafka’dan uyarladığı “Das Schloss-Şato”, televizyon için yapıldı, ama
önce sinema perdesinde kendini gösterdi. Kafka'nın “Şato” romanı yarım
kalmıştı. Haneke de senaryosunu yazdığı kendi filmini de yarım bırakıyor. Film
bittiğinde bir boşluğa düşüyordu seyirci. Atmosferden dolayı buz soğukluğunu
hissettiren görüntüleri perdeye yansıtmayı başaransa kameraman Jiri Stibr idi.
Gri bir soğukluk baştan sona perdeyi kuşatmış “Şato” filminde. Haneke, Wega
Film’in sunduğu bu filminde daha yoğun “fade- in/kararma” tekniği kullanmış.
K.’nın dışarıdaki yürüyüşlerinde de kamera sürekli yana kayıp duruyordu bir de.
Haneke filmini bir anlatıcının
(Udo Samel) sesiyle sunmuş seyirciye. Şatonun köye bir kâbus gibi çöken
otoritesi, bürokrasisi ve hiçleştirmeleri yansıtılırken, Kafka’nın dışavurumcu
metinleriyle de buluşabilmiş Haneke’nin dili. Mekânlarla insanların
birbirleriyle buluşan durumları (her şey enkaza dönmüş), despot öğretmen,
karlar, soğuklar, bürokrasi, yalnızlığa itme, korkutma, otorite, yabancılaşma,
faşizmin yıpratıcılığı alttan alta kuşatıcı kâbusları gibi çöküyor karakterlerin
ve seyircilerin üzerine.
Köye, şatonun davetlisi olarak
gelen kadastrocu Josef K. (Ulrich Mühe), karın ve soğuğun, elbette görünmeyen
kontun esir aldığı bu köyde inanılmaz zorluklarla karşılaşıp duruyor. Hiç
görünmeyen şatonun ileri gelenlerinden Klamm’ın meyhanesinde çalışan Frieda’ya
(Susanne Lothar) ilk görüşte tutulan K.’nın hiçbir çabası varoluşuna yetmiyor.
Gecenin geç vakti köye gelen K.,
köyün bira içilen meyhanesine dalıyor. Kalacak yer bulamamış. Otelde kalmasına
izin verilmemiş. Köprü Oteli diye anılan otelde ancak şatonun ileri gelen
misafirleri kalabiliyormuş. Bu yüzden bu otele Beyler Oteli de deniliyor. K.,
bir dolu eşyasıyla gelmiş buraya. Sanki yerleşmeye gelmiş bir insan gibi. K.,
meyhanede bir köşeye kıvrılıp yatarken, lambalı eski radyodan da marşa benzer
müzik sesleri duyuluyor. Şatonun kâhyasının oğlu Barnabas (André Eisermann)
uyandırıyor onu. Meyhane de şatonun arazisi olduğu için hemen burayı terk
etmesi gerekiyormuş K.’nın. Şato, K.’dan şüpheleniyor. Şato birisine mesafe
koyduğunda tüm köy için de geçerli oluyordu bu. Şato tepede ve hiç yansımıyor.
Gizemli bir güç gibiydi. K., tanımadığı iki gencin yardımcısı olduğunu da
öğreniyor meyhanede. Askeri selam veren iki kardeş Jeremias (Felix Eitner) ve
Artur (Frank Giering) şakacılar. Barnabas da geliyor oraya ve elindeki Klamm
imzalı kâğıdı K.’ya veriyor. Notta, K.’nın istekleri karşılanacağı, ama şatoya
gidemeyeceği yazıyor. Barnabas, K.’ya yardımcı olacakmış. Ama K., Barnabas’ı
her zaman nerede bulacaktı?
Tipili gecede Barnabas’ı gören
K., onunla bu soğuk gecede nereye gittiğini bilmeden koluna giriyor. Barnabas,
K.’yı ailesinin evine götürüyor. K., burada mı kalacaktı? Aile ona iyi davransa
da K. oradan gidiyor. Ama gidecek, uyuyacak bir yeri de yoktu. Görüntü
kararıyor ve K. meyhanede, etkilendiği Frieda’yla iletişim kuruyor. Frieda,
Klamm’ın metresiydi. Meyhanenin bir köşesinde de Olga (Dörte Lyssewski), ahırda
kalan insanlarla dans yaparken yansıyor uzaktan.
K. ve Frieda çekimleriyle birbirlerini
etkiliyorlar. Frieda, barın altına uzanmış K.’nın yanına uzandığında aşktan
yorulmuş gibi kollarını açar ve K.’dan karşılık bekliyordu sanki sevişmek için.
İlk öpücüğü cesaretli Frieda yapıyor. Anlatıcı bu anlarda, sevişmeyi, aşkı,
sevgiliyle geçen anları etkileyici kelimelerle anlatıyor. Sevgiliyle beraber
olmak, oradan, o insanlardan uzaklara gitmek kadar uzakları yaşamaktı. K., otel
odasında uyanıyor. Frieda’yla otelde kalabiliyor K. Ama otelcinin karısı
(Ortrud Beginnen), Klamm’dan korkuyor. Şatodan da. Oradan da ayrılmak zorunda
kalıyor. K., sonra köyün muhtarına da (Nikolaus Paryla) uğruyor. Kadastroya
gerek olmadığını söylüyor muhtar hastalıkla mücadele ederken. Topraklar
bölünmüş. Yukarıya bir dolu yazı da yazmış. Evi evrak çöplüğüne dönmüş
bürokrasi yüzünden. Dosyaların birçoğunu da ahıra yerleştirmiş. K., uzun
yolculuktan sonra buraya gelmiş. Geldiği yerde işsizmiş. Onun için okulda
hademelikten başka iş yoktu burada. Görüntü birden kararıyor.
K., keman ve akordeon çalan
meyhaneye uğruyor. Yardımcıları da oradalar. Görüntü yine kararıyor. Frieda,
K.’yla her yere gitmek istiyor, ama şatonun kararını beklemek istiyor. Karar ne
olacaktı? Bir barınağı bile olmayan K. ne yapacaktı? İşi kabul etmeli miydi?
Meyhaneye uğrayan K., orada Frieda’nın yerine içki veren Pepi’yle (Brigit
Linauer) tanışıyor. Etine dolgun, güzel bir genç kadındı. Pepi, K.’yı ilk
gördüğü anda tutulmuş. Frieda gibi sıska ve çirkin kadında ne bulduğunu da
anlayamıyor K.’nın. Aşkı da hiç yaşayamamış Pepi. Köyde pek kimse yüz vermiyor
K’ya. Köyün kızaklı at arabacısı bile. Gece uzun ve soğuktu. Arabacının oraya
şatodan Momus (Paulus Manker) geliyor. Onu mektup getiren kadına götürüyor.
Şato, K.’nın Frieda’yla ilişkisinden şüpheleniyormuş.
Sabah okulda uyanıyor K. Yanında
Frieda ve yardımcıları da vardı. Kadın öğretmen (Monica Bleibtreu) öğrencilerle
sınıfa girdiğinde onlarla karşılaşıyor. Ardından erkek öğretmen (Johannes
Silberschneider) geliyor. Sert ve acımasız biriydi o. Şatoya tam sadakat
içerisinde biriydi. Belki de korkuydu onu bu sadakate götüren. Sonra K.,
yardımcılarını sabahın ayazında kovuyor. İşten kovulan K., Frieda’yla sevişiyor
sınıfta. K., yine gecenin ve soğuğun içinde yürüyor. Ayakları onu meyhaneye
götürüyor. Kalacak yerleri olmayan insanların kaldığı ahırı andırır mekân da
vardı meyhanede. İki kız kardeş Amalia (Inga Busch) ve Olga da orada
kalıyorlar. K., bu iki güzel genç kadının yanına gidiyor. Bu ziyaret Frieda’yla
aşkına nokta koyacaktı. Frieda, kendince K.’nın sadakatsizliğini hissediyordu
belki de.
Şatodan Gerstacker (Wolfram
Berger) onu buluyor. Şatonun ileri gelenlerinden sekreter Erlanger (Hans Diehl)
onu otelde bekliyormuş. Otele gittiğinde Erlanger uyuduğu için rahatsız etmemek
gerekiyordu. Çünkü otelde herkes sabah beşte kalkıyormuş. Koridorda Frieda’yı
görüyor K., açlık ve uykusuzluk çekiyor. Frieda onun için yatak ve yemek miydi
sadece? K.’nın, Frieda’yla konuşması onu biraz daha Frieda’dan
uzaklaştırıyordu. Koridorda Gerstacker’i bulamayan K., odaları karıştırıyor ve
bir başka sekreter Bürgel’in (Norbert Schwientek) odasına dalıyordu. Uykudan
uyandırılınca uyuyamayan Bürgel, onunla konuşmaya başlıyor. K., uykudan başka
bir şey düşünemiyor gözkapakları kapanırken. Belki de en değerli armağandı
uyku. Kapı çalındığında uyanan K., Erlanger’in odasına gidiyor. Erlanger de
onun şu durumuna yardım edecek bir şey söylemiyor. K., meyhaneye Pepi’nin
yanına gidiyor. Aşkı yaşamamış Pepi ondan aşk istese de K. duyarsız kalıyor
ona. Gerstacker geliyor ve K.’yı evine götürüyor. Tipili gecede beraber
yürürlerken, anlatıcı, K’nın Gerstacker’in annesiyle tanışmasını anlatıyor.
Görüntü burada birden kararıyordu.
Kafka, bu romanını buraya kadar
yazmıştı. K’ya ne olacaktı şimdi? Sonsuza kadar bu merak sürecek miydi?
Edebiyatta olduğu gibi.
“Ölümcül
Oyunlar…”
Michael Haneke ustanın 1997
yapımı “Funny Games-Ölümcül Oyunlar”, yine izlenmesi zorlu filmlerden. Sadece
görünen şiddet anlamında değil, zihinsel olarak da. Wega Film’in sunduğu filmin
senaryosunu da yönetmen yazmış. Mavi grimsi buz soğukluğundaki görüntüleri de
önemli kameramanlardan Jürgen Jürges yansıtmış. Bu Avusturya filmi, Aralık
1997’de ülkemizde vizyona girmişti.
Schober ailesi, göl kıyısındaki
sayfiyedeki yazlık evlerine birkaç haftalığına tatile çıkıyorlar. Kamera,
steyşın kurşuni renkteki arabayı yukarıdan takip ediyordu. Arabanın arkasında
da mavi tenteli tekne vardı. Arabanın CD çalarından Piotro Mascagni’nin “Tu Qui
Santuzza” operası duyuluyordu. Georg (Ulrich Mühe), eşi Anna (Susanne Lothar)
ve küçük oğulları Georgi (Stefan Clapczynski) beraber yolculuğa çıkmışlar.
Oğullarına, Schorschi de diyorlar. Rafi adında köpekleri de vardı. CD’den
dinledikleri operaları da tahmin oyunuyla eğlenceye çeviriyor aile aralarında.
Kamera, havadan çekim yaptığında otoyolda arkasında tekne olan bir araba
yansıyordu. Sinemada bu çekime “aerial shot/havadan çekim” deniliyor. “Bird’s
eye view/kuşbakışı” diye de anılıyordu. Pietro Mascagni’nin “Cavalleria
Rustica” (Tu Qui Santuzza)” opera şarkısı duyulmaya başlıyor. Şarkıyı opera
şarkıcıları Renata Tebaldi ve Jussi Björling söylüyorlardı. Anna, “Björling”
diyordu kocası Georg’a. Kadın şarkıcı da “Souliotis” olabilir miydi? Georg,
“Yaklaştın. Björling çok basit” diyor. Sonra da kadın şarkıcıya “Tebaldi “deyiveriyor
Anna. Kamera, arabanın içine girince mutluluklarına hemen dokunuluyordu. Anna da
CD’den kendi bulmacasını sunuyordu. Çalan opera neydi? Georg, söyleyen
şarkıcının Beniamino Gigli olduğunu bilse de şarkıyı bilemiyordu. Kaybetmişti.
Şarkı, Handel’in “Cara Selve, Ombre Beate”ydi. Ardından da kırmızı ön jenerik
yazılarıyla beraber, Naked City’den “Bonehead&Hellraiser” sert rock şarkısı
duyulmaya başlıyor fonda. Ardından oyuncular ve diğer yazılar yansımaya
başlıyor.
Bir cangılı andıran yeşillikler
içinden yazlık evlerine gelirken, komşuları Fred’in (Christoph Bantzer) yanında
yabancı iki genci görüyorlar. Bu sayfiyede evler birbirine yakın değildi.
Evlerine yerleşirken, Georg’un yanına Fred’le tanımadığı Paul (Arno Frisch)
geliyor. Fred, Eva’yla (Monica Zallinger) evliydi. Tekne suya indirilirken,
küçük Georgi, Fred’deki tuhaflığı seziyor, ama babası anlamıyor. Anna da
mutfaktaydı. O sırada mutfağa, beyaz golf giysili ve eldivenli tıp öğrencisi
Peter (Frank Giering) giriyor birden. Peter yumurta almaya gelmiş. Onu
komşuları Eva yollamış. Aldığı yumurtaları düşürüyor Peter. Anna, yerdeki
pisliği bezle temizlerken, yeniden yumurta istiyordu Peter. Mutfaktaysa kablosuz
ev telefonunu su içindeki lavaboya bilerek düşürüyordu Peter. Yeni yumurtalarla
gittikten sonra köpeğin havlaması duyuluyor. Peter bir defa daha yumurtaları
düşürmüş. Yenilerini istiyor Anna’dan. Orada Paul de vardı. Tedirginlik duygusu
usul usul çoğalmaya başlıyordu. Anna ikisini de evden kovsa da gitmiyorlar.
Georg, Paul’ü tokatlıyor, Paul de golf sopasıyla ona vuruyor. Paul, Peter’i
“şişman” diye aşağılarken, arada Tom da diyordu. İkisi “Tom ve Jerry” gibiydi.
Evin holünde sarı yağmurluklar ve golf sopaları da fark ediliyordu. Sarı renk
burada, Paul ve Peter’in hasta ruhunu, golf sopalarıysa ölüme götüren şiddeti
simgeliyordu.
Gerilim ve korku yükselirken,
tedirgin eden bilmeceler de başlıyor. Daha zeki olan Paul, olayları yönetiyor
evde. Önce soğuk-sıcak oyunu başlıyor. Anna, köpeği bulacakmış böylece. Arabada
bulduğunda gençlerin ilk katliamıyla göz göze geliyor Anna. Cehennem
başlıyordu. O sırada komşuları Gerda (Doris Kuntsman), kız kardeşi (Susanne
Meneghel) ve Robert (Wolfang Glück) tekneyle geziye çıkmışlar. Öğleden sonra.
Anna onları karşılarken, Paul da yanında. Gerda’nın evlerini de öğreniyordu
Paul. Sonra her şey kaldığı yerden devam ediyor bilmece oyunlarıyla. Evin
salonunda Georg, bunları neden yaptıklarını soruyor. Peter bilmiyor. Paul,
Peter’le ilgili hikâye anlatıyor kendi kelimeleriyle. Küçükken anne-babası
boşanmış. Baba alkolikmiş. Beş de kardeşi varmış. Böyle biri ancak katil
olabilirdi. Yaşamın boşluğunda ezilerek geçmiş hayatı Peter’in. Paul’un
kelimeleri, sonra olacakların kaygısını daha da hissettiriyor seyirciye. Paul,
iddia oyunundan söz etmeye başlayınca birden kameraya bakıyor, “Şansları var
mı? Onlardan yana mısınız”, diyor. Seyirci (dikizleyen), yabancılaşma yaşamaya
başlıyor tedirginliğin tam ortasında. Paul, “torbadaki kedicik” oyunu için
Kızılderili dediği Georgi’nin başına yastık kılıfı geçiriyor aniden. Paul,
Anna’ya soyun diyor birden. Paul, sürekli aşağıladığı kilolu Peter’e Anna’nın
bakımlı ve kilolu olmayan vücudunu göstermek istiyormuş.
Georgi, bir boşluk anında oradan
kaçıyor. Artık gece çökmüş. Peşine de Paul düşüyor. Georgi, yukarı kattan
iniyor ve karanlığın içinde koşmaya başlıyor. Gölün kıyısından geçerek bir evin
giriş kapısına geliyordu. Ama kimse yoktu. Saklanan Georgi, ıslak ayak izlerini
fark ediyor, pantolonunu ve ayakkabılarını çıkartıyor. Ama Paul daha zekiydi.
Paul, CD çalara Naked City’nin “Bonehead&Hellraiser” sert rock şarkısını
koyuyor. Tüfeği alan Georgi’ye de horozu kaldır, ateş et, diyor sonra. Georgi
tetiğe basıyor. Haneke, bu anlara kadar izlenimci parlak ışıklar kullandığı
mekânlarına, gölgeleri öne çıkaran parçalı dışavurumcu ışığı düşürüyor gece
boyunca. Salonda Peter, televizyonun kanalları arsında kumandayla gezinirken,
Paul ve Georgi de salondaydılar şimdi. Paul, mutfakta kendine bir şeyler
hazırlarken, bir el tüfek sesi duyuluyor. Paul, bir şey olmamış gibi sandviçini
yapmaya devam ediyordu. Kamera, salonda araba yarışlarını gösteren televizyonun
kanlar sıçramış ekranını gösteriyordu. Georgi kanlar içinde ve ölmüştü. Paul
Peter birden ortadan kayboluyorlar. Anna’nın elleri bantla arkadan bağlıydı.
Ayakları da. Bir süre sonra ayağa kalkan Anna, televizyonu kapatıyor. Sessizlik
çöküyor. Paul ve Peter yoklardı. Anna salondan çıkıyor. Salondaki anları tek bir
plan çekimle kesme yapmadan yansıtmış Haneke. Uzun bir sekanstı bu. Bağlarından
kurtulan Anna, Georg’u ayağa kaldırıyor ve hole götürüyor. Telefon hâlâ
ıslaktı. Gecenin içinde Anna, yardım için oradan oraya koşsa da Paul ve
Peter’den kurtulamıyor.
Kamera, salonda hole düşen golf
topunu gösteriyor. Paul salona giriyor. Anna’yı iple bağlamışlar ve ağzına da
bez tıkamışlar. Peter tüfeğe fişek koyuyor. Paul, Anna’yla “sevimli eş” oyununu
oynuyor. Paul, “Uzun metraj için yetmez” diyor. Sonra kameraya dönüp, “Mantıklı
bir gelişmeyle gerçek bir son istiyorsunuz değil mi”, diye soruyor dikizleyen
seyirciye. Sinemada bu çekime “braking fourth wall/dördüncü duvarı kırmak”
deniliyordu. Bu deneyim ilk defa 19. yüzyılda gerçekçi tiyatro içinde yaşandı.
Seyirciyle sahne arasında görünmez bir dördüncü duvar vardı. Oyuncu
seyircilerle doğrudan göz göze geldiğinde o görülmez duvar yıkılıyordu. Seyirci
de az da olsa yabancılaşma yaşayabiliyordu. Bunu sinemada ilk deneyen
yönetmenlerden Edwin S. Porter’ın 1903 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “The Great
Train Robbery-Büyük Tren Soygunu” filmiydi. Yakın çekimde kameraya tabancayla
ateş eden ve kameraya doğrudan bakan hayduttu. Bu rolü Justus D. Barnes
(1862-1946) canlandırmıştı. Georges Mélies gibi sinemanın mucitlerinden İngiliz
George Albert Smith’in 1903 yapımı kara komedi “Mary Jane’s Mishap-Mary Jane’in
Kazası” sessiz ve kısa filmindeki dördüncü duvarı yıkan ilk film olduğunu
düşünenler var. En azından Avrupa için. Haneke’nin, Smith’in filmindeki Mary
Jane’in (Laura Bayley) kameraya bakışından ilham aldığı fark ediliyor. Smith’in
bu ilham verici öncü filminde sadece dördüncü duvar değil başka teknikler de
vardı. Parafinle ocağı yakmaya çalışan hizmetçi Mary Jane havaya uçuyor ve
ardından mezarı yansıyordu. Mezar yansıdığında sinemanın ilk “wipe/silme”
efekti de kullanılıyordu filmde. Öndeki görüntü yukarıdan aşağı silinirken
alttaki görüntü perdeyi kaplıyordu. Smith bu filminde Mélies’in icadı “superimposition
effect/üst üste bindirme efekti” tekniğini de kullanıyordu Mary Jane melek
olarak mezardan çıktığında. Hayalet de Smith’in filminde bir ilkti belki de.
İngiliz Smith (1864-1959), “kinemacolor/sinema rengi” mucidiydi. Bu alet 1909
yılında icat edilmişti 1915 yılına kadar sinemada kullanılmıştı. Renkli
sinemanın da atasıydı ayrıca yönetmen. Fransız sinemasında Mélies ne ise,
İngiliz sinemasında da Smith o idi. Ama sinemada bunu fark ettiren ve geleneğe
dönüştüren film 1928 yapımı “The Cameraman-Melek Sinemacı” filmiydi. Buster
Keaton başrolünde olduğu siyah-beyaz ve sessiz bu filmi Edward Sedgwick’le
beraber ortak yönetmişlerdi. Buster Keaton, sinemada gerçek anlamda dördüncü
duvarı yıkan oyuncuydu.
Evet, iddia da devam ediyormuş. Paul,
“Beavis”ten söz ediyor birden. “Beavis”, 1993’ten itibaren yıllarca MTV’de
yayınlanmış çizgi film dizisiydi. Mike Judge yaratmıştı onu. Paul, duayı
kusursuz okursa seçme hakkının olacağını söylüyor Anna’ya. Georg’un ölümü bıçakla
veya tüfekle mi olacaktı? Kazanan kararı verecekti. Anna birden tüfeği alıyor
ve Peter’e sıkıyor. Peter kanlar içinde düşüyordu. Sinemada bu tekniğe
“imagined kill/hayali öldürme” deniliyordu. Alman dışavurumcu sinemanın
büyüklerinden FW Murnau’nun 1927 yılında Amerika’da çektiği “Sunrise-Şafak”
filminde bu teknik ilk defa kullanılmıştı.
Sabah olduğunda Paul, Peter ve elleri ve
ağzı bağlı Anna sarı yağmurluklarla tekneye biniyorlar. Peter, Anna’ın
ayaklarını da bağlıyor iple. Sonra suya açılıyorlar. Paul ve Peter
konuşurlarken Anna, teknede unutulmuş bıçağı alıyor. Peter, bütün tahminler
ters, diyor. Paniğe kapılmayı engellemek için bütün bu tahminler yanlıştı
Peter’e göre. Ardından, “Kelvin ne olduğunu biliyor” diyor birden Peter.
Zamanında karısını ve küçük kızını uyarmak istiyormuş. Kelvin kimdi? Paul’un
lakap taktığı birisi miydi? Sonra da “Sorun sadece anti-maddi dünyasından
gerçekliğe gelmek değil, iletişimi sağlamak” diyordu Peter. Birden ikisi de
bıçakla ipi kesmeye çabalayan Anna’ya bakıyorlar. Peter, “Sportif ruh buna
denir” dedikten sonra bıçağı Anna’dan alıp suya atıyor. Paul, “Dulu yanına al,
kendini yalnız hissediyor” diyor Paul. Aralarına alıyorlar Anna’yı. Sonra
kaldığı yerden anlatmasını sürdürüyor Peter, maddesel ve anti-maddesel dünyalar
arasındaki iletişim hakkında konuşmasını sürdürüyor. Bu dünyalar arasındaki
iletişim, karanlık bir çukurda olmak gibiydi. Yerçekimi o kadar güçlüydü ki,
hiçbir şey kurtulamazdı. Mutlak sessizlikti sadece. Paul saati soruyor ona.
Saat sekizi geçiyordu. Anna’nın yüzünden öpen Paul, Anna’yı suya itiyordu. Saat
dokuzda öldüreceklerdi Anna’yı. Paul, teknenin rahat yol alması için ağırlığı
atmış oluyordu. Bir de acıkmaya başlamıştı Paul. Tekne suda yol alırken Peter,
“Eğer Kelvin yerçekimine meydan okursa, evrenlerden birinin gerçek olduğu
ortaya çıkar” diyor. Diğerler kurguydu. Şimdi “Kelvin” Anna mıydı? Sanal âlemin
izdüşümü gibi bir şeydi. Sonra Paul, kahramanının nerede olduğunu soruyor.
Gerçek miydi, yoksa hayal dünyasında mıydı? Konuşma bu defa kurgu üzerineydi.
Peter’in kahramanının ailesi gerçek dünyadaymış. Kendisi de sanal âlemdeymiş.
Paul, “Fakat kurgu gerçektir” diyor buna karşı. “Onu filmde görüyor musun?
Peter görüyordu. Paul da başka yerde gördüğün gerçeklik kadar gerçek değil mi,
diye soruyordu Peter’e. Bu yaşadıkları neydi? Hayali miydi, gerçek miydi? Tekne
iskeleye yaklaşıyor ve Paul, Gerda’nın evine gidiyor yumurta istemek için.
Anna’nın yumurta için gönderdiğini söylüyordu. İçeri giren Paul’un, kameraya
bakıp sinsice gülümseyen görüntüsü donarken, fonda da Naked City’den
“Bonehead&Hellraiser” şarkısı yine duyuluyordu. Şiddetin kısırdöngüsü devam
edecekti.
“Bilinmeyen Kod…”
Avusturyalı büyük yönetmen
Michael Haneke’nin 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”, kapitalist
Fransa’da insanlık durumlarına bakıyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu
yönetmen yazmış. Filmin fonunda müzik kullanılmamış. Sadece bir sahnenin içinde
duyuluyor. Besteyi de Giba Gonçalves yapmış. Bir koreografiye dönüşen uzun
kaydırmalı çekimlerin ve çarpıcı görüntülerin olduğu filmin kameramanıysa Alman
Jürgen Jürges. Filmin uzun adı, "Code inconnu: Récit Incomplet de Divers
Voyages…” Anlamıysa, “Bilinmeyen Kod: Çeşitli Yolculukların Tamamlanmamış
Hikâyeleri…” Bu film, bir sekans filmiydi. Bazı sahnelerde hiç kesme yapmadan
kayan bir kamera vardı bu filmde. Ayrıca bazı sahnelerde kamera sabit açıda hiç
hareket etmeden yansıtıyordu her şeyi. Bu filmdeki kamera ve sahneler özeldi.
Kurgu da öyleydi. Bu film ülkemizde Kasım 2000’de vizyona girmişti.
Film, ön jenerikle beraber
sağır-dilsizler okulunda, sağır-dilsiz çocukların işaret diliyle tahmin oyunu
üzerine açılıyor. Jenerik yazılarından sonra kamera, Paris’in kalabalık bir
caddesine gidiyordu. “Steadicam” kamera, sağa kayarak genç Jean’ı (Alexandre
Hamidi) takip ediyor. Abisi Georges’u (Thierry Neuvic) aramaya gelmiş
çiftlikten. Savaştan savaşa sürüklenen foto muhabiri abisi Georges, sinema
oyuncusu olmak için çabalayan Anne Laurent’ın (Juliette Binoche) sevgilisiydi.
Anne, Jean’ı görünce şaşırıyor. Jean, çiftlikte yaşamaktan, sabahın köründe
uyanmaktan ve sakinlikten bıkmıştı. Anne, kahvaltılık almak için Jean’ın
yanından ayrılıyor. Jean, yavaş adımlarla yürümeyi sürdürüyordu. Anne,
kesekâğıdından poğaça veriyor ona. Anne, seçmelere yetişmek istiyor. Jean’a
dairesinin anahtarını verirken, apartmanın dış kapısının şifresini de söylüyor.
Kesekâğıdını da Jean’a veriyor ve gidiyor. Jean, geriye dönüyor. “Steadicam” kamera
da sola doğru kayıyordu bu defa. Jean, sokakta müzik çalanları dinliyor, sonra
da sokağın başında oturmuş dilenen Rumen kadın Maria’nın (Luminita Gheorghiu)
kucağına kesekâğıdını buruşturup atıyor. O an Malili siyahî genç Amadou (Ona Lu
Yenke) ortaya çıkıyor ve Jean’ın Maria’dan özür dilemesini istiyor. Amadou,
sağır-dilsizler okulunda öğretmendi. Sağır-dilsiz küçük kız kardeşi de bu
okulda okuyordu. Aralarında arbede çıkıyor. Olaya esnaf da katılıyor. Metroya
giderken, olayı gören Anne da geri geliyor. Çok geçmeden polis de. Bu andan
itibaren önyargı öne çıkıyordu. Siyahî bir genç ve Rumen dilenci bir kadın
olunca ırkçılık alttan alta dışarı çıkıyordu Paris’in bu sabahında. Üniformalı
polisler her yerde aynıydı sanki. Gözlerinde o nefret ve önyargı hep vardı.
İnsandan nefretti bu. Polis, bir suçlu gibi Amadou’yu kargatulumba karakola
götürmek istiyor. Ardından görüntü kararıyordu. Bu sekans, hiç kesme yapmadan
sekiz dakikadan uzun sürüyordu.
Georges’un birinci mektubundan:
Savaşta acı çeken halkın trajik fotoğrafları yansıyordu görüntüde. Fotoğraflar
renkliydi. Fotoğraflar yansırken, Georges’un dış sesi duyuluyordu. Georges,
Hırvatistan-Drasniçe’de esir düşüşlerini, sonra da kurtulmalarını anlatıyordu
mektubunda. Durum gerginmiş. Sonra da görüntü kararıyor.
Amadou’nun taksi şoförü babası
Yusuf’un (Djibril Kouyate) cep telefonu çalıyor. Amadou karakoldaymış. Baba,
taksideki müşteri anlamasın diye anadilinde konuşmaya başlıyordu. Sonra da
müşterisini başka taksiye aktarıyor. Ücret de almıyor. Görüntü kararıyor.
Video görüntüsüyle bir kasvetli
mekânda Anne, deneme çekiminde korkuyla yönetmeni anlamaya çabalarken
yansıyordu. Yönetmenin (Didier Flamand) sadece sesi duyuluyor. Deneme çekimiydi
bu. Yönetmen, kışkırtıcı kelimelerle Anne’ın yüzündeki gerçek ifadeyi yakalamak
istiyor. Yönetmen, “Gerçek yüzünü görmek istiyorum” diyor Anne’a. Görüntü,
Anne’ın korkusu üstüne kararıyordu birden.
Çiftlikte, Georges ve Jean’ın
babası (Josef Bierbichler) yapayalnız mutfakta pancar yemeği yerken yansıyordu.
Köy ekmeği ve kırmızı şarabı da var. Birden ortaya Jean çıkıyor. Baba, ona da
bir tabak yemek koyuyor. Konuşmuyorlar. Baba, yemeğini yedikten sonra tabağını
lavaboda temizliyor. Baba tuvalete giderken, dolly kamera da geriye doğru
kayıyordu ve ardından da görüntü kararıyordu.
Kesme çekimle kamera, havaalanına
gidiyordu. Yolcular uçağa biniyorlardı. Rumen Maria da iki polisle uçağa
geliyor. Yabancılar şubesi onu sınırdışı yapmıştı. Görüntü kararıyor.
Amadou’nun annesi Aminate
(Maimouna Heléne Diarra), Paris’teki Malilere yardımcı olan siyahî bir adama,
bir dolu polisin evi basıp her şeyi dağıttıklarını anlatıyor ağlayarak. Onur
kıran ve aşağılayan bu ırkçı polis, bir suçlu gibi davranmış onlara. Amadou o
sırada gözaltındaymış poliste. Adam, Amadou’nun Mali’ye dönmesini istiyor.
Beyazlarla çok yakınmış Amadou. Anadilleriyle konuşuyorlardı.
Kamera, Romanya’ya gidiyor.
Rüzgârlı ve tozlu günde Maria, erkek torunuyla neşeli sohbet yapıyordu. Torunu,
bir cep telefonuyla Roma’dan köyü arayıp burada koyunlara doğum bile
yaptırılabildiğini anlatıyordu coşkuyla. Anadillerinde konuşuyorlardı. Torun
gittikten sonra kocası Dragos (Bob Nicolescu) çıkıyor karşısına Maria’nın.
Özlemle sarılıyorlar birbirlerine. Görüntü kararıyor.
Anne, dairesinde televizyonda
haberleri izliyordu. O sırada elbiselerini de ütülüyordu Anne. Kırmızı şarabını
da içiyor. Görüntü kararıyor.
Maria, dilenerek yaptırdığı evi
ailesiyle geziyordu gururlanarak. Kaba inşaatı bitmiş eve bazı mobilyalar da
alınmış. Maria’nın küçük kızı evlenecekmiş. Ama damadın ailesi, kızının yaşını
küçük görüyormuş. Rumence konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.
Sağır-dilsizler okulunda küçük
öğrenciler trampetleriyle coşkuyla prova yaparken yansıyor bir an. Amadou’nun
küçük kız kardeşi de trampet çalıyordu. Görüntü kararıyor.
Georges Paris’e dönmüştü.
Anne’ın dairesindeydi şimdi. Georges telefon ediyor. Oğlu beş yaşına
giriyormuş. Çok geçmeden Anne geliyor. Georges’a değişmediğini söylüyor Anne ve
ardından “Çok özledim” diyerek sarılıyordu Georges’a. Görüntü kararıyor.
Çiftlikte baba, eski beyaz
minibüsün arkasından yepyeni bir motosikleti dışarı çıkartırken yansıyordu.
Motosikleti park ettikten sonra içeri girip Jean’ı çağırıyor hediyesini
göstermek için. Jean, mutlulukla motosiklete biniyor ve dolaşmaya çıkıyor.
Sabit açıdaki kamera, Jean’ın motosiklete bindiğini göstermiyor. Bir an
çerçeveye giren Jean, motosikletle uzaklaşıyordu oradan. Görüntü kararıyor.
Film setinde çekim yansıyordu. Anne,
emlakçıyla evi dolaşan kadını oynuyordu. “Steadicam” kamera da zaman zaman
görüntüye giriyordu bu anda. Kasvetli odanın kapı ve pencereleri de yoktu. Ama
evin salonu geniş ve pencerelerinden günışığı aydınlatıyordu içeriyi.
Pencereden muhteşem bahçe de fark ediliyordu. Haneke, bu anlarda sıkça açıları
değiştirerek kesmeli çekimler yapmış. Görüntü kararıyor.
Ardından bir an yansıyor
çiftlikten. Jean ve babası, ahırda ineklere yemliyorlardı. Görüntü kararıyordu
ardından.
Anne, arkadaşlarıyla mutluluğunu
paylaşıyordu restoranda. Georges da oradaydı. Anne’ın film çekimi kutlanırken,
Georges’un da “medeniyete” dönüşü bu kutlamaya dâhil olmuştu sanki. Georges’un
medeniyet üstüne düşünceleri derindi. Şehir medeniyet miydi? Masaya, Paris’e
birkaç saat önce gelmiş ortak dostları da gelirken, kameraya Amadou ve
sevgilisi (Florence Loiret Caille) takılıyor. Dolly kamera onları sola kayarak
takip ediyor. Amadou, sevgilisine babasının gemiyle Fransa’ya nasıl geldiğini
büyüleyici kelimelerle anlatmaya başlıyor. Amadou’nun babası, bizdeki medyanın
“kaçak göçmen” dediği göçmenlerdendi. Garson, ayırttıkları masaya oturtmuyor
onları. Garson, bu siyahî de nereden çıktı, der gibi davranıyordu. Irkçılığa bu anda da dokunuluyordu. Amadou,
beyaz sevgilisinin kolundaki saati tuhaf buluyor. Kız saati bileğinden çıkartıp
küllüğe atıyor. Amadou, sevgilisinin artık boş olan beyaz dişi bileğini
şefkatle öpüyor. Lavabodan çıkan Anne, Amadou’yu fark ediyor. Anne, masaya
giderken, dooly kamera da sağa doğru kaymaya başlıyor. Görüntü kararıyor.
Ardından kamera Romanya’ya
gidiyor. Kamera, arabanın içinde, arka tarafta sabit açıdan yansıtıyordu her
şeyi. Sinemada bu çekime “objective point of view/nesnel bakış açısı”
deniliyordu. Arabanın direksiyonu sağ taraftaydı. Araba, Maria’nın yanında
duruyor. Maria arabaya biniyor. Adam, karısının Dublin’de çocuk bakıcılığı
yaptığını söylüyor. Çok geçmeden Maria arabadan iniyor. Kamera arabada kalıyordu
bu anda. “Rap” müziği duyulmaya başlıyor arabanın teybinden. Rumence
konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.
Anne, dairesinin kapısını
açtığında bir not buluyor. Notu anlamaya çalışıyor. Sonra karşı dairedeki yaşlı
komşusunun zilini çalıyor. Kadın, bir şey bilmediğini söylüyor Anne’a. Görüntü
kararıyor. Amadou’nun annesi, yine aynı
adamla konuşuyordu evde. Bu defa migrenini anlatıyor. “Allah’ın izniyle
yeneceğini” söylüyordu anne. Malice konuşuyorlardı. Görüntü karıyor.
Çiftlikteki baba, Jean’ın
kendine bıraktığı notu okuyordu mutfakta. Baba, ifadesiz bir yüzle yerinden
kalkıyor, ocağın altını yakıyor, tencereye çeşmeden su dolduruyor ve ardından
da görüntü kararıyordu.
Georges ve Anne, markette alışveriş
arabasıyla raflar arasında dolaşırken, bir yandan da tartışıyorlardı.
Georges’un duyarsızlığına öfkeleniyordu Anne. Çünkü Georges notla ilgilenmiyordu.
Anne, hamile olabileceğini de söylüyor Georges’a. Kelimeleri gizemliydi. Sonra
da aniden onu öpüveriyordu Georges’u.
Kamera, Romanya’ya gidiyordu
yine. Maria, düğünde eğleniyor; halay bile çekiyordu neşeyle. Görüntü
kararıyor.
Amadou’nun babası, küçük oğlunun
sorunun anlamaya çabalarken yansıyordu evde. Okulda, kendinden büyük bir beyaz
oğlanla yaşadığı tuhaf bir olayı anlatıyor çocuk. Bu anda hem Fransızca hem de
anadilleriyle konuşuyorlardı. Beyaz oğlan, montunu almış ve ondan yüz frank
istemiş.
Kamera, kesme yaparak Anne’ın
dairesinde Georges’un fotoğraf makinesini hazırlarken yansıtıyordu. Sonra da arkadaki
boy aynasına dönüyor, kendine bakıyor. Ardından da görüntü kararıyordu.
Çiftlikte baba, inekleri öldürürken
yansıyor. Baba, sonra ahırın kapısını kapatıyor. Görüntü kararıyor.
Anne bu defa tiyatro seçmelerindeyken
yansıyordu. Anne, sahnede metnini sahneliyordu. Kamera, genel planda ve sabit
açıyla yansıtıyordu her şeyi. Görüntü kararıyor.
Amadou ve kardeşleri masada
yemek yerlerken, annesi, babasının Afrika’ya geri döneceğini söylüyor. Yusuf,
yaşlanmış ve bu ülkeden yorulmuştu. Belki de beyazların ırkçılığından
usanmıştı. Bu anda hem Fransızca hem anadilleriyle konuşuyorlardı. Amadou,
sağır-dilsiz küçük kız kardeşi Salimata’ya (Guessi Daikite-Goumdo)
konuşulanları işaret diliyle anlatıyordu. Görüntü kararıyor.
Georges metrodaydı. Ayakta duran
Georges, boşalan yere oturuyor. Karşısında oturan sarışın kadına rahatsızlık
vermeden baksa da kadın kalkıp gidiyor. Başka bir kadın geliyor. Ona da
bakıyor. Fotoğraf makinesiyle de oynamaya başlıyor. Sonra kalkıyor. Ardından görüntü
kararıyor.
Maria, evlerinin önünde bir
adamla konuşurken yansıyor. Maria’nın kızı da yanındaydı. Adam, yeni
yolculuktan bahsediyor. Maria, yorgun ve isteksizdi sanki. Görüntü kararıyor.
Georges ve Anne, babayı ziyarete
gelmişlerdi. Kayıp Jean’la ilgili konuşuyorlardı. Baba, oğlunu aramayacakmış.
Baba, Anne’a karşı sıcaktı. Böyle muhteşem bir kadını, oğluyla yan yana
getiremiyordu zihninde. Görüntü kararıyor. Romanya’da da yeni yolculuk başlıyordu.
Görüntü yine kararıyor.
Anne, François’nın cenaze
törenindeydi. Mezarlıkta insanlar, mezara toprak atıyorlar. Anne da atıyor.
Anne, oradan ayrılırken, dolly kamera sola kaymaya başlıyordu. Anne, yaşlı bir
kadınla yan yana yürümeye başlıyordu sonra. Derinlikte de Paris’in gökdelenleri
yansıyor. Görüntü kararıyor.
Georges’un çektiği siyah-beyaz
portre fotoğrafları yansıyordu ardından. Georges’un ikinci mektubu: Georges’un
dış sesi duyuluyor fotoğraflar yansırken. Genç ve yaşlı siyahî, beyaz kadın,
erkek fotoğraflarıydı bunlar. Georges mektubunda esaret anlarını anlatıyordu.
Gazetecileri, değirmene götürmüşler. Yeni gelen gardiyanla İngilizce iletişim
kurmaya çabalamış. Gardiyan, “what I can do you/sana ne yapabilirim”, diyormuş
hep. Bunu dedikçe de hep anlatıyormuş. Gardiyanın tek bildiği cümle buymuş.
CNN’den birisi kurtarmış onları. Sonra da Kabil’e dönmüşler. Görüntü kararıyor.
Çiftlikteyse baba, traktörle
tarlayı sürerken yansıyordu bir an. Traktör, çerçeveden çıkıyor, kamera sabit
açıda bir süre öylece kalıyordu. Görüntü kararıyor.
Romanya’da insanlar içip
eğlenirlerken, Maria mutsuzluk içinde yansıyordu. Kalabalıktan uzaklaşan Maria
bir köşede ağlarken, bir kadın onu teselli ediyor. Maria için bu yolculuk kolay
değildi.
Anne’ın oynadığı filmden havuz
sahnesi yansıyordu şimdi. Haneke, bu anlarda kameranın açılarını sürekli
değiştiriyordu; film içinde filmdi bu. Anne’ın filmde oynadığı kadınla kocası,
çatıdaki havuzunda eğlenirken, küçük oğullarının balkonun ucunda durduğunu fark
ediyorlar birden. Baba havuzdan çıkıp oğlunu son anda ölümden kurtarıyordu.
Kesme çekimle kamera, dublaj odasına gidiyor. Anne, havuz sahnesinin dublajında
“seni seviyorum” sözünü derken gülme krizine giriyordu. Bu söz günümüzde
gülünecek bir söz müydü artık? Görüntü kararıyor.
Amadou’nun babası, Afrika’da
arabasıyla feribottan çıkarken yansıyor, kamera da arabanın içindeydi bu an.
Anne metroda, vagonunun uç
taraflarında yolculuk yaparken, Kuzey Afrikalı gençler, umutsuzluklarını ve
geleceksizliklerini buradaki beyaz Fransızlara öfkelenerek gösteriyorlardı.
Yönetmen, ikileme düşürüyordu insanları bu anla. Banliyöden şehrin merkezine
inmiş bu geleceksiz gençler konformistlerin rahatını mı bozacaktı? Anne,
oturduğu yerden kalkarak sabit açıda duran kameranın olduğu yere geliyor.
Gençler, Anne’ın rahatsız olduğunu anlıyorlar ve öfkeli kelimelerini Anne üzerinden
savuruyorlardı. Gencin biri (Walid Afkir), Anne’ı rahatsız etmeyi sürdürürken,
yaşlı bir Arap da (Maurice Bénichou) rahatsızlık duyuyordu olanlardan. Gençler
durakta indikten sonra Anne ağlamaya başlıyor. Duygu boşalması gibiydi bu. Görüntü kararıyor.
Sağır-dilsiz çocuklar dışarıda
hep beraber trampet çalmaya başlıyorlardı. Amadou da oradaydı. Görüntü
kararıyor.
Filmin girişindeki caddede Rumen
Maria yürürken, “steadicam” kamera da onu takip ediyordu sağa-sola kayarak.
Maria sokağa geliyor, sokağın içine giriyor, sonra da sokağın başındaki köşeye
oturuyor. Dükkândan çıkan bir kadın Maria’ya bakıyor bir süre. Sonra bir kadın
ve bir adam Maria’nın yanına geliyorlar. Bu köşe kapatılmış başka dilenciler
için. Her şey mafya işiydi artık. Maria ayağa kalkıyor ve uzaklaşıyor oradan.
Trampet sesleri duyulmayı sürdürüyordu. Görüntü de kararıyordu.
Anne, metrodan çıkıyor. “Steadicam”
kamera, sola kayarak onu takip ediyordu. Anne, apartmanın önüne geldiğinde
kapının şifresini yazıyor, kapı açılıyor. Sonra da şifreyi değiştiriyor.
Trampet sesleri duyulmaya devam ediyordu. Görüntü kararıyor.
Georges geldiğinde yağmur
yağıyordu. Valizi olan Georges, bir dükkâna giriyor ve hediye alıyor. “Steadicam”
kamera sağa kayarak onu takip ediyor. Apartmanın kapısına geldiğinde şifreyi
yazıyor, ama kapı açılmıyor. Georges, caddenin karşısına geçiyor ve ankesörlü
telefondan Anne’ı arıyor. Cevap yoktu. Trampet sesleri hâlâ duyulmaya devam
ediyordu. Sonra da görüntü kararıyor.
Sağır-dilsizler okulunda bir
çocuk işaret diliyle tahmin oyunu oynuyor. Bu filmde, sağır-dilsiz çocuklardan
keşfedilecek çok şey vardı. Öncelikle iletişimdi bu. Çocuklarda din, dil, ırk,
mezhep vb. yetişkin takıntıları yoktu. Önemli olan birlikte olabilmekti.
Yabancılaşmalarla, iletişimsizliklerle, kopukluklarla, hoşgörüsüzlüklerle,
bencilliklerle nereye kadar gidilebilecekti ki?
“Piyanist...”
Michael Haneke ustanın 2001
yapımı “La Pianiste-Piyanist”, Avusturyalı Nobel ödüllü kadın yazar Eifriede
Jelinek’in 1983’te yayınlanmış “Die Klavierspielerin” romanından uyarlandı. Bu
roman ülkemizde 2002 ve 2004 yıllarında “Piyanist” adıyla yayınlanmıştı. Roman,
Muzır Kurulu tarafından 2002 yılında toplatılmıştı ayrıca. 1946 doğumlu yazar,
1991’e kadar da Avusturya Komünist Partisi üyesiydi. Jelinek’in bu romanı,
1930’ların sonunda geçerken, Haneke’nin filmi hikâyeyi günümüze taşımış.
MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Bu sarsıcı psikolojik
filmin kameramanıysa Christian Berger’di.
Bu buz soğukluğundaki filmde Schubert’in piyano tınıları başrolde
ayrıca. Bu film, Kasım 2001’de ülkemizde gösterilmişti.
Film, Viyana’da geçiyordu. Yaşlı
anne (Annie Girardot), kızı Erika Kohut (Isabelle Huppert) üzerinde baskı
kurmuş yıllarca. Anne, kendi hayallerinde, piyano profesörü kızını ünlü bir
piyanist olarak düşlüyor. Erika, kendi odası olmasına rağmen annesiyle aynı
yatakta uyuyor hep. Erika, hayatında her şeyi bastırmış. Hayatında erkek
olmamış. Filmi izlerken, Erika’ya karşı bir öfke ve tiksinti hissetmiyor insan.
O sadece her şeyi bastırmış yapayalnız bir insandı. Cinsellik baskı altında
tutulunca, diğer insanlarla doğal iletişim kurulamayınca, insan doğal olarak
sapkınlığa sürüklenmez miydi? Erika’yı yargılamak mı gerekiyordu?
Erika, Viyana’da müzik
konservatuvarında bir piyano profesörü. Ön jenerik sonrası dairenin kapısı
açılıyor. Gecenin içinde dolaşmış Erika eve dönmüştür. Sürekli televizyon
izleyen annesi öfkeli ve endişeliydi. Sonra kamera “high angle/yüksek açılı”
çekimle piyano tuşları üzerinde dolaşan kız öğrencinin ellerini yansıtıyor. Ardından
Erika, zengin bir doktor olan Georg Blonskij’in (Udo Samel) malikânesinde Bach
resitali veriyor piyanoyla. Bayan Schober (Susanne Lothar) ve kızı Anna da
(Anna Sigalevitch) malikânedeydi. Anna, konservatuvarda Erika’nın öğrencisiydi.
Orada davetliler arasında üniversite öğrencisi Walter Klemmer de (Benoït Magimel)
vardı. Erika’nın resitali Walter’i büyülüyordu. Ona göre günümüzde kimse
ustaların müzikleriyle ilgilenmiyordu. Pop müzik dinliyorlardı çoğunlukla.
Böyle genç birinin klasik müziğe ilgisi Erika’ya da alttan alta ilginç geliyor.
Walter, piyanonun başına geçip Schönberg çalıyor. Arnold Schönberg (1847-1951),
Yahudi bir besteciydi. Nazilerden kaçıp Amerika’ya sığınmış bir besteci ve
ressamdı.
Erika, bir evde yansıyor. Anna
piyano, orta yaşlı adam keman, kadınsa çello çalıyordu. Sonra kamera Erika’yı
Viyana’nın gecesinin içinde yansıtıyor. Erika’nın iç dünyası da dışarı çıkmaya
başlıyordu yavaş yavaş. Erika, soğuk gecenin içinde kalabalığa ortasındaydı.
Erika ilk göründüğü anda piyano tınıları öne çıkıyordu fonda. Seks dükkânına
girdiğinde çello da duyulmaya başlıyor. Porno odalarının birine giren Erika,
videodan sert porno görüntülerine bakıyor. Bu bakış, erkek fantezilerini
keşfediş bakışı gibiydi sanki. Orada atılmış bir peçeteyi de eline alıp
kokluyor. Sperm kokusunu içine çekiyor. Fonda, erkek öğrencinin söylediği
operanın sözleri duyuluyor: “Havlayın bana köpekler/ Gece uyumama izin
vermeyin…” Kamera sonra operayı söyleyen öğrenciyi gösteriyor. Sinemada bu
çekim tekniğine “J shot/J çekimi” deniliyordu. Şarkı, “Rüyaların sonuna
ulaştım/ Uyuyanların arasında ne yapacağım? / Rüyaların sonuna ulaştım” diye
devam ediyordu.
Erika, banyoda elinde jiletle
vajinasını kanatırken yansıyor. Regl de oluyor ardından. Jileti cüzdanına
saklayan Erika, annesiyle akşam yemeğine hazırlanırken, vajinasından kanlar
akmaya başlıyor. Erika, vajinasını aşağılıyor muydu? Ertesi gün sınıfında
öğrencisine kızdıktan sonra Walter geliyor. Walter, Erika’dan ders almak için
mühendislik eğitimini bırakmış. Erika, ona soğuk davranıyor. Walter, “Somuna
sıkışmış vida gibi aklımdasınız” diyor. Daha sonra Erika, Walter’i takip
ediyor. Walter, buz hokeyi oyuncusuydu. Erika sonra yine kendini gecenin içine
bırakıyor. Eşarp takmış Erika, arabalı sinemaya gidiyor ardından. Dolly kamera,
sola doğru kaymaya başlıyor. Arabaların içinde neler oluyordu? Erika, zevk
çığlıkları duyduğu bir arabaya yaklaşıyor, külotunu sıyırıyor ve sonra da
işiyordu. Adam onu fark edince de kaçıyordu Erika.
Konservatuvardaki konser
provasına Walter de geliyor ertesi gün. Piyano çalan Anna biraz rahatsızdı.
Erika, cam bardağı kırıp, cam kırıklarını Anna’nın mantosunun cebine bırakıyor.
Erika’nın öfkesi miydi bu, yoksa önüne çıkacak bir fırsat mıydı? Konserde
piyano çalabilirse fark edilebilir miydi? Annesinin de düşü kızının ünlü bir
piyanist olması değil miydi? Erika fayansları beyaz olan tuvalete gidiyor.
Peşinden de Walter. Varlığıyla baştan çıkartıyordu Walter’i. Dudaklarını
Erika’nın dudaklarına yerleştiren Walter’e Erika da karşılık veriyor. Walter,
pantolonunun düğmesini açıyor. Önce Erika, Walter’e mastürbasyon yapmaya
başlıyor, ardından da önünde diz çöküyor. Oral seksi yarım bırakan Erika,
Walter’e acı çektiriyordu. Erika fantezilerini mi yaşıyordu? Ya Walter? Tahrik
ettikten sonra çekilmek de neydi? Erkeklerle böyle oyun oynanır mıydı? Erika,
Walter’in mastürbasyon yapmasına izin vermiyor ve yine önünde diz çöküyor.
Rahatlayan Walter de artık mutluluk gösterisi yapabilirdi.
Kırmızı şapkalı Erika gece eve
geldiğinde Walter de peşinden geliyor. Annesi Walter’in gecenin bir vakti
evlerine gelişine öfkelense de Erika, Walter’i kendi odasına götürüyor. Ona
mektup yazmış, ama Walter daha okumamış. Walter mektubu okudukça kelimeler onu
korkutmaya başlıyor. Erika, sadomazoşist anlar yaşamak istiyormuş. Malzemeleri
de almış. Dövülmek arzusu da duyuyormuş. Walter öfkeyle oradan çıkıp gidiyor.
Walter gittikten sonra televizyondan kovboylarla ilgili belgesel yansıyor.
Erika yatağa uzanıyor. Annesi öfkeliydi. Erika, annesinin üstüne çıkıyor, sonra
da ağlıyor. Annesi delirdiğini düşünüyor. Erika’nın babası akıl hastanesinde
ölmüş zamanında.
Erika, hokey antrenmanına
gidiyor Walter’le konuşmak için. Başka soyunma odasında Walter’i yine tahrik
ediyordu. Önünde diz çöküyor. Walter odaya biri girer diye endişeleniyordu o an.
Erika, oral seksle Walter’i rahatlatsa da Walter yine de huzursuzdu. Onun deli
olduğuna inanıyor. Sonra da aşağılıyor onu koktuğu için. Erika gece, annesiyle
yatakta uyurken, dairenin zili çalıyor. Gelense öfkeli Walter’di. Onu yine
aşağılıyor, tokatlıyor. Acılar içindeki Erika’ya tecavüz ediyor. Erika tepkisiz
ve donuktu bu aşağılamaya.
Final bölümü gerçekten
çarpıcıydı. Soğuk ve donuk Erika, konser öncesi konservatuvarda Walter’i beklerken
yansıyordu. Konserde Schubert çalınacakttı. Erika, elini yaraladığı Anna’nın
yerine piyano çalacaktı okul konserinde. Annesi, bu konserin Erika için iyi
olabileceğini düşünüyor. Ama sadece onun aklında kendisini aşağılayan Walter
vardı. Beklediği Walter kalabalıklar içinde yanından geçip gidiyor. Nefret
içindeki Erika öfkeyle bıçağı kendi kendine saplıyordu. Hiçbir şey olmamış gibi
de binadan çıkıp Viyana’nın soğuğuna dalıyordu ardından. Şimdi ne olacaktı?
Boşluk ve bilinmezlik filmden geriye kalandı.
“Kurdun Günü…”
Michael Haneke ustanın 2002
yapımı “Le Temps du Loup-Kurdun Günü”, mahşer sonrasını anlatan bir yapıt.
Filmi anlamlandırabilmek için kuzey kültürlerinin içinde dolaşmak gerekli. Filmde bilinen kurtlar yok. Bir belirti de
yoktu. Bu daha çok böcek olan kurtlar mıydı? Ölülerin etlerini yiyenler miydi?
Filmde İncil’e de gönderme var. Öncelikle “Vahiy” bölümündeki ilk beş mührü
okuyunca az da olsa zihinde bir şeyler oluşuyordu.
Haneke sadece İncil’in
kıyılarında dolaşmıyor ama. Sözü edilen “36”lar, “36 Salih”e gönderme yapıyordu.
Yahudilikte “Dünyayı Koruyanlar” demekti bu. Yahudiler, onlara “Tzaddikim”
diyorlar. Onlar adaleti koruyorlarmış. Simgeler yüklü bu gizlenmiş anlamları
epey araştırmak gerekiyor. “Ateş Adamlar” efsanesi de genelde İskandinav,
özelde de Norveç efsanelerine dayanıyordu. Thor, Tyr, Freyr vb. üzerine
efsanelere bakmak gerekiyor. “Ragnarök”, Hıristiyanlık öncesi bir efsaneydi
İskandinavlarda. Final bölümünde çocuk Ben’in kendini yakmak istemesi, efsaneye
mi, yoksa çocuk İsa’ya mı göndermeydi? Umut muydu bu yoksa? Filmin içinde
dolaşırken, şu anki dünyadaki tüm felaketleri, iklim değişimlerini,
mültecileri, trajedileri düşünüyorsunuz. Bu, mahşer sonrası kaosun filmiydi.
ORF-Wega-Bavaria-Canal
Plus-Arte’nin ortak sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Buz mavisi
soğukluğundaki fotoğrafları da Jürgen Jürges yansıtmış. Filmde müzik yok.
Sadece radyodan bir an Beethoven duyuluyordu. Yönetmen, doğal sesler kullanmış.
Filmin kurgusu da insanı yabancılaştırıyor. Haneke, filminde Brechtyen anlatım
oluşturmuş. Bu da insanı yabancılaştırıyordu anlam yaratmaya çabalarken. Bazı
anlarda, ortadan veya sondan o sahneye dâhil olununca, ne olduğunu anlamakta
zorlanıyordu insan. Amerikalı yönetmen Joseph Losey’in Alain Delon’u oynattığı
1976 yapımı “M Klein-Kaderi Arayan Adam” filminde de Brechtyen yabancılaşma
yaratılmıştı. Ortasından veya sonundan sahnelere, Losey’in filminde de dâhil
olunuyordu. Haneke’nin bu filmi ülkemizde Ekim 2003’te vizyona çıkmıştı.
Film başlar başlamaz bir kâbusun
içine düşülüyordu. Bu gri soğuk mavisi atmosferin ortasında birden uykudan
uyandırılmış gibi hissediyor insan. Sürekli bir yabancılaşma yaşanıyor film
boyunca. Anne, baba ve iki çocuğuyla bir aile sayfiyedeki evlerine arabalarıyla
gelişiyle başlıyordu her şey. Yanlarında günlerce yetecek yiyecek ve içecek de
almışlardı. Evlerine girdiklerinde hiç beklenmedik bir şey oluyor. Karı-kocayla
bir çocukları olan bir aile tüfekle onları karşılıyorlar. Ne olacaktı şimdi?
Eve gelen ailenin babası Georges Laurent (Daniel Duval), kızları Eva’yla (Anaïs
Demoustier) küçük oğulları Ben’i (Lucas Biscombe) dışarı çıkartıyor. Evde
karısı Anne’la (Isabelle Huppert) kalıyordu. Tüfekli adam, karısı oğluna su
içirirken tüfeğiyle Georges’a ateş ediyor ve onu öldürüyor. Adamın karısı
“Öldürdün” diye çığlık atıyor korkuyla.
Uzaktan orman yansıyor. Anne ve
çocukları bisikletleriyle köye doğru yürürlerken görünüyor. Köyde bir eve
gidiyorlar. Kocasının öldürüldüğünü ve erzaklarının olmadığını söylüyor Anne.
Adam yardımcı olmuyor ve “Buradan gidin” diyor onlara. Gece sığınılacak bir
barakaya geliyorlar. Sabah dışarı çıktıklarında ahırda yakılan inekleri
görüyorlar. Köyde kapıları çalıyorlar ve kimse açmıyor. Gidiyorlar. Karanlık
çökerken barakaya sığınıyorlar. Anne, konserveyle çocukların karnını doyurmaya
çalışıyordu. Isınmak için de ateş yakmışlardı. Anne, biraz yiyecek bulabilmek
için dışarı çıkıyor. Bir eve gidiyor ve az da olsa yiyecek alabiliyor. Artık
yiyecek yetmiyormuş. Barakanın içinde Ben’in kuşu kurtulmuş uçarken, kuşu
yakalamaya çabalıyordu. Ben’in burnu kanıyor birden. O sırada ablası Eva kuşu
yakalıyor ve Ben’e veriyordu.
Gündüz oluyor. Dışarısı sisler
içinde yansıyordu. Aile sisler ortasında yollara düşüyordu yine. Bir kulübe
görüyorlar. Gece sığınılabilecek yeni bir yerdi burası. İçeriye saman yığılmıştı.
Ben’in de kuşu ölüyor. Ben, kuşu için küçük bir cenaze töreni yapıyor hüzünle.
Anne, pencereden uzaklara bakıyor. Ne yapabileceğini düşünüyordu belki de.
Karanlığın ortasında Anne çakmağı yakıyor ve her yer aydınlanıyordu birden.
Eva, Ben’in olmadığını söylüyor annesine. Ben’e sesleniyorlar. Yerde ateş
yakıyorlar. Eva ateşi beslerken, Anne da Ben’i aramaya çıkıyor. Bir süre sonra
kulübe yanmaya başlıyor. Eva, annesine özür diler gibi sarılıyor. Sabaha karşı,
yabancı bir genç kaçakla (Hâkim Taleb) Ben’le çıkageliyordu. Ben, gencin
tutsağı gibiydi sanki. Ama aile yine bir araya geliyor. Anne, gence
kendileriyle kalmalarını söylüyor. Gencin avucundaki yarayı görüyorlar. Anne,
gencin yarasını temizliyor yakınlık kurabilmek için. Eva da gence yakınlık
duyuyor. Genç, aileden alabileceklerine göz atıyor ve “Bisiklet fena değil” diyor.
Genç, tren istasyonundan bahsediyor onlara. Demiryolundan istasyona doğru
yürümeye başlıyorlar. Demiryolu kenarında genç, ölü bir koyun buluyor.
“Susuzluktan biri öldürmüş olabilir” diyor. Yerde yatan ölü bir adamı da fark
ediyorlardı. Genç, ölü adamın elbiselerini çıkartmaya başlıyor. Paltoyu da
Eva’ya veriyor. Bir tren geçiyor. Hep beraber trenin peşinden koşarken, Ben de
geride kalıyordu; sonra da yere çöküyordu.
Tren istasyonuna gelmeyi
başarıyorlardı. Bekleme salonunda treni bekleyen insanlar vardı. İçeride yaşlı
bir adamı görüyor Anne. Orada soba da vardı. İçerisi soğuktu. Anne, yaşlı adama
sigara paketini uzatıyor, sonra da treni soruyordu. Yaşlı adam, Anne’ı
anlamıyor pek. Yaşlı adamın, kendisi gibi yaşlı karısı, oğlu, gelini ve bir
bebek torunu vardı. Polonyalı göçmen bir aileydi bu. Su ve yiyecek çok önemliydi
bu zamanlarda. Bunları alabilecek şeyler de. İçeri başka insanlar da geliyor.
Buradaki her şeyi ayarlayan Koslowski (Olivier Gourmet), gence çantasını
boşaltmasını söylüyor. Kurallardan biriymiş. Genç dışarı kaçıyor. Eva,
Koslowski’den gençle konuşmak için izin istiyor. Bir şey mi çalınmıştı? Gencin
avucu nasıl yaralanmıştı? Eva, gençten gitmesini istemiyor. Genç, yalnızken
kendini daha iyi hissediyormuş. Kurallar yokmuş. Genç, içeride birinin
gözlüğünü çaldığını itiraf ediyor Eva’ya. Genç, “Tren belki burada durur.
Buralardayım” diyor Eva’ya. Trenler çok önemliydi. Godot’nun beklenişi gibi
bekleniyordu tren. Su ve yiyecek tren kadar önemliydi bir de bu kıtlık
mahşerinde. Bu kıyamette, binalara pek zarar gelmemiş. Daha çok su ve yiyecek
bulması zordu. Para da bir yere kadar önemliydi. Mafya organizasyonu oluşturmuş
bazı atlı adamlar, insanlara su vermek için onlardaki para dâhil her şeylerini
alıyorlardı.
Dışarıdaki insanlar treni iterek
makas değiştirmeye çabalıyorlar Thomas Brandt’ın (Patrice Chereau)
yönlendirmesiyle. Eğer tren gelirse bu istasyonda dursun diye. Thomas, Lise’in
(Beatrice Dalle) eşiydi. Brandt ailesinin bir de kızları vardı. İçeride Anne,
Béa’yla (Brigitte Rouan) iletişim kurmaya çalışıyordu ona sigara vererek. Bir
şeyi paylaşmak çok değerliydi bu kıyamet sonrasında. Béa da Anne’a bir konserve
veriyor. Bu istasyonda, susuz ve yiyeceksiz kalmamak için Koslowski’ye bedeller
ödemek zorunda kalıyordu kadınlar. Onunla, bir bardak su için vagonda yatmak
zorunda kalan kadınlar vardı. Béa, Anne’a 36 kişiden söz ediyor. Onların
biriyle tanışmış. Kolay ortaya çıkmıyorlarmış. Ama hayatın devamı için
savaşıyorlarmış. Béa, trenlerin kolay kolay bu istasyonda durmadığını da
söylüyor. Radyodan haber dinleme imkânı olan Thomas, ülkenin diğer yerlerindeki
olayları da haber veriyordu insanlara. Moral bozucu haberlerdi. Yiyecek, içecek
ve mazot kıtlığı çekiliyormuş ülkede. Güneyde zorluklar artmış. Her şeyin aynı
olduğu haberleri duyanlar öfkeleniyorlar. Gerginlik çıkıyor. Lise de çok
öfkeleniyor. Eva da başka bir mekânda bir şey arıyor gibiydi. Dışarıda bir
kadın çocuğu için su isterken yansıyor. Koslowski, “Hakkını aldın” diyordu
kadına. Gece herkes uyuyor. Sabah olunca Eva, ormanda gencin yanına gidiyor.
Gencin yarasına merhem de sürüyor. Genç, köpeklerle arkadaş olmak istemiş. Ama
köpekler ona saldırınca eli yaralanmış. Anne da bütün mücevherleri Koslowski’ye
vermiş. Eva giderken, genç de çaldığı gözlüğü Eva’ya veriyor.
Koslowski atlılarla su getiriyor
istasyona. Bir kadın, çocuğuna su için yalvarıyor Koslowski’ye. Thomas, atlı
sucunun, kadının çocuğuna su vermesi için saatini vermek istiyor. Eşkıya saati
alıp akıl da veriyor. Öte tarafta Eva da daha önce keşfettiği mekânda ölü
babasına mektup yazıyor. Mekânda fotoğraflar da yansıyor. Sonra ormanda çalı
çırpı topluyor insanlar yakmak için. Başka bir taraftaysa Polonyalı ailenin
ölen bebeği gömülürken yansıyor. Bebeğin babası, mezara haç yapıyor ve küçücük
mezarın üstüne koyuyor. Bebeğin annesi, yüreklere hüzün çöktürür gibi ağlıyordu.
Gece olunca dışarıda ateş yakılmış ve etrafında da insanlar toplanmıştı. Su
getiren atlılar da oradaydı. Bebeği ölen genç Polonyalı baba, yaşlı babasını
dışarı çıkartıyor. Keçileri olan kadından süt alıyorlar. O sırada birileri,
Polonyalı babaya ırkçı söylemlerle saldırıyorlardı. Yaşlı adam içeri gidiyor.
İçinde süt olan tabağı kendi gibi yaşlı eşine götürüyordu susuzluktan ölmesin
diye. Bu şefkatli an çok etkileyiciydi ve insan olmanın erdemini
hissettiriyordu. Aslında bu filmde insan denen tuhaf mahlûkatın ne olduğu
anlamlaşabilecekti belki de. İnsanın olduğu her yerde türlü çeşitli fikirler,
kültürler ve başka şeyler vardı işte. İnsanı tanımak, tanımlamak ve
anlamlandırmak içinden çıkılmaz bir şey miydi? Anne, yaşlı adamın karısına sütü
içirdiği anı şefkatli gözlerle izliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. İçeride Eva da
çantasında bir şeyler arayan adamı izliyor. Dışarı çıkan Anne, ağlıyordu.
Kamera gündüz, tarlaların
ortasında genel çekimle istasyonu yansıtıyor bir an. İçeride de uykudan kalkmış
insanlar, uyuyanlar, bir şeyler yapanlar, tıraş olanlar yansıyor. Eva, dışarıda
vagonun yanında genci görüyor. Keçilere su verilmesine kızıyor genç. Bencillik
miydi bu? Eva, annesini çağırıyor. Eva, orada, babasını vuran aileyi görüyor.
Anne, adama öfkeli sözler söylüyor. Adam anlamıyor. Koslowski kanıt istiyor. O
sırada bir atı vuruyorlar. Yere düşen ve hâlâ canlı atın boğazına bıçak
saplıyor atlı suculardan biri. Kan, atın boğazından oluk gibi fışkırıyordu. O
sırada gök gürüldüyor ve yağmur yağmaya başlıyor. Bu simgesel bir an mıydı?
Ben, yine kayboluyor. Eva, onu aramaya çıkıyor. Dolly kamera, içeriden sağa
kayarak Eva’yı takip ediyor. Ben’i vagonun altında buluyordu Eva.
İçeride adamın biri Béa’ya,
“36”lardan daha fedakâr “Ateş Adamları”nın hikâyesini anlatıyordu gece.
Delilerden söz ediyor. Ateşe çırılçıplak atlıyorlarmış. Bu çürümüş dünyayı
insanlara yaşanır kılmak için kendilerini yakıyorlarmış. Kendilerini kurban
ediyorlarmış. Adam, “Doğruların üyesi olmalılar” diyor kadına. Adam, “Dünyayı
kurtaran benim ateş kardeşlerim” diyor. Biri ateşe atlarsa, diğeri de
atlıyormuş. Onları dinleyen Eva, ayağa kalkıyor ve bir adamın yanına gidiyor.
Eva müziği soruyor. Adam, “walkman”e kaseti takıyor ve Eva’ya dinletiyor. Lüks
lambasının ışığı da loş bir aydınlık veriyordu mekâna. Gecenin derinliğinde
uyuyan Eva birden uyanıyordu. Etrafına bakınıyor. Ben de uyanıktı. Sabaha karşı
herkes uyurken, tüfekli insanlar içeri giriyorlar. Polonyalı aileyi hırsızlıkla
suçluyorlar. Suyla keçinin biri çalınmış. Sabah olduğunda Eva, gençle ormanda
buluşuyor. Keçiyi genç çalmış. Tüfekli adamlar hırsız ararlarken, Eva ve genç
saklanıyorlar. İstasyondaysa, Thomas’nın kızı ölüyor. Genç kıza temiz elbise
giydiriyorlar. Ormanda keçi ses çıkartıyor. Tüfekli adamlar da uzakta değildi.
Genç, bıçağı keçinin boğazına götürürken, istasyondaysa, Thomas kızını gömmek
için yardım istiyordu insanlardan.
İçeride gece insanlar uyuyorlarken
yansıyor. Dışarıda da ateş yanıyor. Burnu kanayan Ben de uyanmıştı. Dışarıda
iki adam nöbet tutuyordu. Adamlardan biri devriyeye çıkarken, “Ateş Adamlar”
mitolojik hikâyesini anlatan adam oturmayı sürdürüyor. Ben, dışarı çıkıyor ve
demiryolunda yürüyor. Ateşin yandığı yere geliyor. Ateş sönmesin diye odun
atıyor. Sonra da çırılçıplak soyunuyor. Ardından bir at kişniyor. Ateş
demiryolu üzerindeydi. Adam at sesini duyuyor. Adam, Ben’i görüyor. Ben’e
koşuyor. Adam, Ben’in “Şu atlara bak, ateşe doğru geliyorlar” diyerek dikkatini
dağıtıyor ve çocuğu ölümden kurtarıyor. Ben, adamın anlattığı “Ateş Adamlar”
hikâyesinin etkisinde kalmıştı. Adam bunu anlıyor. Ben, kendini ateşe atarak
dünyayı kurtaracaktı kahramanlar gibi. Adam, çocuğu teskin ederken, kamera da
yavaşça geriye doğru çekiliyordu bu anda.
Trenin kompartımanından doğa
yansıyordu sonda. Cennetin yansıması gibiydi. Ardından da her şey bitiveriyordu
birden. Bütün bunlar yaşanmış mıydı? Yoksa bir kâbus muydu her şey? Mahşer
sonrası bu filme distopik bilimkurgu denilebilir. Bu mahşer, uzak olmayan bir
gelecekte tüm canlıların kapısını çalabilirdi.
“Saklı...”
Michael Haneke ustanın 2005
yapımı “Caché-Saklı” filmine vicdandan yansıyanlar diyoruz. Les Films du
Losange ve Wega Film’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Filmin
kameramanıysa Christian Berger’di. “Saklı” filmi, 2005’teki Cannes Film Festivali’nde
“En İyi Yönetmen”, “FIBRESCI Ödülü” ve “Ekümenik Jüri Ödülü” kazanmıştı. Aday
olduğu “Altın Palmiye” ödülünü kazanamamıştı. Bu film, Mart 2006’da ülkemizde
gösterime çıkmıştı.
Haneke ustanın tüm filmlerinde
donuk, neredeyse buz soğukluğunda bir estetik vardı. Onun filmlerinde önce
içeri girmekte çekinebiliyordu insan. Ama içeri girildiğinde kendinize bile
itiraf edemediğiniz gerçekliklerle karşılaşabiliyordunuz. "Saklı"
filminde de bu böyleydi. Juliette Binoche, önceki filmlere göre bir adım geriye
çekilmesine rağmen yine de etkileyici bir performans sunuyordu. Filmin önünde
görünen Daniel Auteuil, Georges'un iç ve dış dünyasındaki değişimlere derinlik
katabilmişti. Diğer oyuncular da yönetmenin anlatımına katkıda bulunuyorlardı.
Haneke’nin bu filmini izlerken, David Lynch ustanın 1996 yapımı “Lost
Highway-Kayıp Otoban” filmi de akla geliyordu. Lynch ustanın
gerçeküstücü-dışavurumcu bu filmi metafizik sularda da dolaşıyordu. Haneke usta
da metafizik kıyıların yakına gelse de, bu gerçeküstücü filminde, vicdan
üzerine yoğunlaşıyordu. Videokasetlerden yansıyan görüntüler vicdanın
yansımalarıydı. Haneke usta, filmiyle daha somut, bu videokasetlerle Avrupa’nın
vicdan azabını yansıtıyordu. Videokasetler, sömürgeciliğin ve katliamların
geriden gelen ve ruhu kemiren acılarının yansımasıydı. Filmde, videokasetlerin
kimden geldiği açıklanmıyordu. Bir yerden sonra Avrupa’nın, özelde Fransa’nın
vicdanının içinden düşen görüntüler olduğu hissediliyordu. Gerçeküstücü bu
anlatım, gerçekliğin kendisinden daha çok travma yaşatıyordu. Yönetmen bu
filminde yabancılaştırmalar da yaşatıyordu insan. Elbette başta videokasetlerle
de. Ama gerçekten yazar olan insanları da göstererek bu yabancılaşmayı
çoğaltmış. Hatta televizyon ekranından Irak Savaşı görüntüleriyle bile. Haneke
filmlerinde, televizyon haberleri zaman zaman öne çıkıyordu.
Georges Laurent (Daniel
Auteuil), bir televizyonda edebiyat programının sunucusuydu. Karısı Anne
(Juliette Binoche), bir kitabevinde çalışıyordu. Ergenlik bunalımları yaşayan
on iki yaşında Pierrot (Lester Makedonsky) isminde bir de oğulları vardı. Entelektüel
bir burjuva aileydi. Paris'in iyi bir semtindeki güzel evlerinde huzur içinde
yaşıyorlardı. Ama onlara kimden geldiği belli olmayan videokasetler gelene
kadar. Georges'un hayatta kaybedeceği çok şey vardı. Ailesiyle, iyi kazandığı
işi ve toplumsal konumu vardı onun. Gerçekten o videokasetler nereden ve kimden
geliyordu? Aileyle özdeşleşen insan, aile gibi güven bunalımına düşüyor ve
huzursuz oluyordu. O korkuyu ve tedirginliği yaşıyordu beraber.
“Static camera/sabit kamera”, ön
jenerik yazıları sürerken ara sokaktan karşıdaki müstakil bir evi dikizliyordu
genel çekimle. Bu aslında “subjective point of view/öznel bakış açısı”
çekimiydi. Buraya, iyi geliri olan insanların yaşadığı “Cité Florale” deniyor.
Burası Paris 13’teki “Maison Blanche” bölgesiydi. Kamera, “Rue des Iris”
sokağının içindeydi. Yönetmen, Laurent ailesinin oturduğu sokağının levhasını
değiştirmiş ve “Rue Vulpian” yapmış. Paris’te bu isimde sokak vardı. Hem de
aynı bölgedeydi. Sokağın ismi Fransız nörolog Edmé Félix Alfred Vulpian’dan
geliyordu. 1826-1887 yılları arasında yaşamış nörolog Vulpian, kendi adıyla
anılan sendromda (belirti), beyindeki “kraniyal sinirleri” üzerine çalışmıştı.
Bu sinirler içinde, “görme” ve “göz oynatıcı” sinirler de vardı. “Kraniyal
sinirler”, beyinden çıkıp kafatasından geçerek başa ve boyna uzanan on iki
sinirden oluşuyordu. Bu, gözlerin travmanın olduğu tarafa irade dışı bakmasını
da incelemişti nörolog. Bu filmdeki gibiydi. Yönetmen, Georges’un bu sendromdaki
gibi gözün travmaya irade dışı bakmasına metafor yaparken, filmi izleyenleri de
bu sendromun içine sürüklüyordu. Haneke usta filminin, nörolojiyle, gözle ve
görmeyle ilgili olduğu için Vulpian’a saygı göndermiş. Yazılar, klavyeden
yazılıyormuş gibi yansıyordu. Sonra evin içinden Georges’la Anne’ın konuşmaları
duyuluyordu. Bir poşet gelmişti. Dışarı çıktıklarında ortada kimseyi
göremiyorlardı. Kamera, üç dakika kadar aynı açıdayken, onlar dışarı
çıktıklarında açısını da değiştiriyordu. Kamera, sağa doğru çevrinme (pan)
yaparak Georges’u izliyordu önce. Sokağın başına gelen Georges, “Burada
olmalıydı değil mi”, diye soruyor. Ama kimseler yoktu. Kamera, sola çevrinme
yaparak Georges’un eve gidişini gösteriyordu sonra. Bu olanlar neydi? İçinde
videokaset olan ve gizlice bırakılmış poşetleri kimseler görmemişti. Kamera,
ilk andaki açıya geliyor sonra. Bir an sonra görüntüler hızla ileri sarılmaya
başlıyordu, dikiz yapan kamera, öznel bakış açısıyla evi yansıtmayı
sürdürürken. Georges, arkadaşlarıyla telefonla konuşuyordu ardından. Konuşmalar
evin içinden şu ana kadar dış ses olarak duyuluyordu. Sinemada bu çekim
tekniğine “J çekimi” deniliyor. Bu görüntüleri izleyen Georges ve Anne’dı.
Televizyonun olduğu raf, kitaplarla doluydu. Görüntüleri, ileri-geri
sarıyorlardı şüpheliyi bulmak için. Yoldan geçen bir adam üzerine yoğunlaşan
Georges görüntüyü donduruyordu. Yoksa videokasetleri bırakan o muydu? Kamera
nereden çekim yapıyordu? Bir pencereden mi, yoksa sokaktan mıydı? Beş dakikayı
aşkın süredir dışarıda olan kamera, sonunda Laurent ailesinin evinin içine
giriyor. Georges ve Anne, televizyon ekranından görüntüleri izliyorlardı
salonda. Televizyonu kapatan Georges, “Delice. Ne diyeceğimi bilmiyorum”,
diyordu çaresizce. Yoksa birileri onlara şaka mı yapıyorlardı? Anne, “Tamamen
mahvolmadan yemek yemeliyiz” diyor kocasına. Georges, oğulları Pierrot’nun
arkadaşlarından bile şüpheleniyor. Dolly kamera, kayarak Georges’u takip
ediyordu. Mutfaktaydılar şimdi. Pierrot daha eve dönmemişti. Hiç kesme çekim yapmadan
kamera, onlarla salona çıkıyordu. Yemek yerlerken de şüphe Georges’un zihnini
kemiriyordu. Videokasetin olduğu market poşetinde bir not var mıydı? Anne
gözünden kaçırmış olabilir miydi? Anne’ı sinirlendirmeyi bile başarıyordu
Georges. Sonra Pierrot da geliyor eve. Pierrot sınıf arkadaşının yanından
geliyormuş. Haneke usta, evin içine girdikten sonra tek çekimle bu anları
yansıtıyordu.
Kamera, kapalı yüzme havuzuna
gidiyordu ardından. Pierrot’nun yüzme dersiydi diğer öğrencilerle beraber. Bu
an da tek çekimle yansıyordu. Sonra kamera, gecenin içinde yine sabit açıyla
aynı sokağın içinden evi yansıtıyordu öznel bakışla. Sessizlik vardı. Sadece
gelip geçen arabaların sesleri duyuluyordu. Sokağa, kameranın arka tarafına bir
araba yanaşıyor. Sadece farları yansıyordu. Gelen, üzerinde krem rengi pardösü
olan Georges’du. Sonra yürüyerek eve gidiyordu.
Ardından Georges, televizyon
ekranından yansıyor. Televizyonda, “Yuvarlak Masa” isminde kitap programını
sunuyordu. Seyircilerle veda ettiği andı bu. Konukları da vardı. Stüdyoda
yardımcısı genç kadın Manu (Julie Recoing) telefon olduğunu söylüyor ona.
Stüdyodan dışarı çıkan Georges, telefonu alıp konuşuyordu. Eve dönüyor hemen.
Yeni bir videokaset gelmişti. Videokaset bu defa resim çizilmiş bir kâğıda
sarılıydı. Elle çizilmiş resimde, ağzından kan gelen bir çocuk vardı. Video
görüntülerinde, Georges’un krem rengi pardösüyle gece eve dönüşü vardı.
Görüntü, ileri-geri sararak ne olduğunu anlamaya çabalıyordu Georges. Ardından,
ağzından kan gelen bir çocuk Majit/Macit (Malik Nait Gjoudji) yansıyor
pencerede birden. Cezayirli çocuktu bu. Bu an Georges’un zihninden mi düşmüştü?
Ardından yine gecenin içindeki sokak yansıyor. Georges, görüntüleri izlerken,
ağzından kan gelen çocuk resmi mi onu etkilemişti? Geçmişinden gelen bir an
mıydı bu? Anne, kocasının bir anlık psikolojik çöküntüsünü fark ediyordu. Sonra
da ne yapacaklarını soruyor Georges’a. Polisi arayacaklar mıydı? Haneke usta,
onların konuşmalarını dış ses olarak yansıtmıştı. Kamera, öznel bakışla evi
dikizliyordu. Televizyon ekranında da Georges’un krem rengi pardösüyle eve
gelişi vardı. Kamera, salona döndüğünde, ağzından kan gelen çocuğun resmi
yansıyordu. Georges resme bakarken, Anne yine polisi hatırlatıyor kocasına.
Georges sehpanın üzerindeki çizilmiş resme bakarak, “Bir çocuğun çizimine
benziyor” diyor. Pierrot’ya mı sormalıydı? Bir çocuk bütün gece onları
izleyebilir miydi? Kamera, onların televizyon karşısında video görüntüleri
izlerken yansıtıyor ardından. Georges, uzaktan kumandayla televizyondaki habere
geçiyordu birden. Georges artık bunun eşek şakası olduğuna inanmıyordu. Fikri
olmasa da bu daha ciddi bir şeydi.
Gündüz. Anne, masayı toparlarken
telefon çalıyordu. İşten kocasını arıyorlarmış. Georges çıkmış. Görüşmeden
sonra telefon yine çalıyor. Bu defa arayan, “Georges Laurent’la konuşmak
istiyorum” diyordu. İsmini de vermiyordu Anne’a. Sonra Anne öfkeyle telefonu kapattıktan
sonra, kamera kesme çekimle başka bir telefonu yansıtıyordu ardından. Asistanı
Manu, az önce eşiyle konuştuğunu söylüyor Georges’a. Georges, telefonla Anne’ı
arıyor. İşyeriydi burası. Masanın üzerinde yine elle çizilmiş ağzından kan
gelen çocuk resmi vardı. Bu defaki kartpostal gibiydi. Ardından Georges,
karakoldan çıkarken yansıyor Anne’la beraber. Birden siyahî bir genç (Diouc
Koma) bisikletiyle önünden geçiyor önünden. Gence küfredip hakaret ediyor
Georges. Genç onunla dövüşe hazırlanırken, Anne’ın uzlaştırıcı kelimeleri
ortamı yatıştırıyordu. Kadınlar daima diyalogla çözüyordu meseleleri. Dolly kamera
sola doğru kayarak onların arabaya binişini gösteriyordu sonra. Polisten,
herhangi bir yardım alamayacaklarını da öğrenmişlerdi. Evlerini kundaklamadığı
veya bomba yollamadığı sürece durumlarının iyi olduğunu söylüyor Georges.
Gündüz, Pierrot’nun okulunun
dışı yansıyor ardından. Öğrenciler dışarı çıkarken, Pierrot da fark ediliyordu.
Dolly kamera, sağa doğru kayarak Pierrot’yu izlerken, arabadaki Georges’un sesi
duyuluyordu. Baba-oğul arabayla eve doğru yola çıkıyorlar sonra. Georges her
zaman oğlunu okuldan almaya gelmiyordu. Ne olmuştu? Annesini işe bırakmış.
Pierrot’yla konuşacakları vardı Georges’un. Sonra Pierrot babasına, neden kart
yolladığını soruyor. Ağzından kan gelen çocuk resmiydi bu.
Geceydi. Kamera yine aynı
sokaktan evi dikizliyordu. Ama bu defa daha geriden ve yukarıdan yansıtıyordu
gecenin içindeki sokağı kamera. İçeri giren kamera, salonda öne doğru kayarak
geçmişten bir anı yansıtıyordu. Çocuk Macit pencerenin önündeydi ve ağzından
kan geliyordu. Georges’un zihninden düşen bir andı bu. Gündüz olunca sokağın
içindeki kamera, yine evi yansıtıyordu. Georges ve Pierrot, evden çıkıp sokağa
doğru yürüyorlardı. Kamera, arabanın yanındaydı. Georges, arabanın ön camında
broşüre benzer bir şeyi fark ediyor birden. “Arka pencerenin kenarında
oturuyordu, biliyorsun” diyen bir dış ses duyuluyor sonra.
Ardından kamera, gece evde
Georges ve Anne’ın dostlarıyla akşam yemeğini yansıtıyordu. Yvon (Denis
Podalydes) konuşuyordu. Bir bayanı asla bekletmemeli, diyordu sonra. Bir
kadınla tanışmasını anlatıyordu Yvon. Ama konuşmanın önünde çocuk Macit üzerine
konuşuyormuş hissini veriyordu. Haneke usta, insanın zihnini bulanıklaştırmıştı
bir an. Yvon, yetmiş yaşında bir kadınla buluşmuş. Kadın, onu birine benzetmiş.
Yvon duygusal bir insan olmamasına rağmen, kadının tutkusu onu etkilemiş.
Geçmişteki o adamı anlatmasını beklemiş. Kadını da bir yerlerden hatırlıyor
muydu Yvon? Kadın, kocasına mı, sevgilisine mi, yoksa oğluna benzetmişti onu?
Sadece köpeğini çağrıştırmış Yvon. Kadın, anlattıklarının kulağa saçma
geldiğini söylemiş. Yvon da hikâyenin devamını beklemiş ondan. Yvon’a göre
kadın umutsuz görünüyormuş. Kadının köpeği 1964 yılında trafik kazasında ölmüş.
Yvon da 1964’te doğmuş. Bir kamyon köpeği, karşıdan karşıya geçerken 17
Nisan’da ezmiş. 17 Nisan, Yvon’un doğum günüymüş. Köpeği ezen kamyona da bir
tır kamyonu çarpmış. Kamyon köpeğin boynunu ezmiş. Sonra Anne’ın elini alıyor
ve aynı yerde, boynundaki yara izini gösteriyor. Anne birden çığlık atıyor
gülerek. Hepsi gülüyordu. Tüm bunlar bir şaka mıydı? Yvon şakacının biriydi.
Siyahî genç kadın Chantal (Aissa Maiga), “Doğru mu, değil mi”, diye soruyordu.
Her şey gerçek gibiydi. Misafirlerin arasında Mathilde (Nathalie Richard) ve
Pierre de (Daniel Duval) vardı. Sonra Georges, “Bunu nereden duydun”, diye
soruyor Yvon’a. Kamera tek açıdan bu anı yansıtırken, birden kesme çekimle
Pierre’i gösteriyor. Simon isminde arkadaşları ameliyat olmuş. Frédéric
söylemiş. Mathilde de Simon’un daima mesafeli olduğundan söz ediyor. Anne da
Frédéric’i soruyor Mathilde’e. Georges, bir senaryo yazdığını söylüyor.
Frédéric’in Marianne adında bir kızla tanıştıktan sonra değiştiğini söylüyor
Mathilde. Daha sempatik olmuş. Sonra kapı zili çalıyor. Georges masadan kalkıp
kapıya gidiyor. Georges ve Anne tedirgindi. Kapıyı açan Georges dışarı
çıktığında kimseyi göremiyordu. Dolly kamera da öne doğru kayarak onu
izliyordu. Sessiz sokakta arabalardan başka bir şey yoktu gecenin içinde.
Sonra, “Kendini göster korkak” diye sesleniyor Georges. İçeri girdiğinde kapıyı
örterken yerdeki poşeti fark ediyor. Poşetin içinde videokasetle elle çizilmiş
ağzından kan gelen çocuk resmi vardı. Holdeki elbise askısındaki krem rengi
pardösünün cebine koyuyor poşeti Georges. Geri döndüğünde kimse olmadığını
söylüyor Georges misafirlerine. Anne, Georges’a neden dışarıda uzun kaldığını
soruyor. Sonra da kocasını kıskanan biri olmadığını söylüyor misafirlere.
Ardından da poşet içinde gelen videokasetlerle isimsiz aranan telefonları
anlatıyor. Artık bu yaşananlar psikolojik anlamda Anne’ı zorluyordu. Sonra hole
çıkan Georges gelen poşeti alırken, karısına serzenişte de bulunuyordu.
Sırlarını herkes öğrenmeli miydi? Sonra videokaseti izletiyor misafirlerine. Bu
defa görüntü farklıydı. Arabanın içindeydi kamera. Yağmur da yağıyordu. Öznel açılı
kamera bir yeri yansıtıyordu. Eski yapıların olduğu yerdi burası. Kamera, sola
çevrinme yaparak gösterdiği ev, Georges’un büyüdüğü malikâneydi.
Film ilerledikçe, bir gerilim
unsuru olan videokasetler bir noktadan sonra başka olgulara bırakıyordu yerini.
Göçmenlik, yoksulluk ve ırkçılık üzerine düşündürtmeye başlıyordu film. Bir
hiçlik gibi yetimhaneye yolladıkları çocuk Macit, hayatını ve geleceğini de
yitirmiştir. Macit'in, yabancılara, özellikle Cezayirlilere mesafeli duran
Fransız toplumunda varabileceği yer neresiydi? Tüm göçmenleri, toplumun ve
şehrin dışına iten bu sistem, tüm eğitim ve öğretimleriyle ırkçılığı da
çoğaltıyordu. Haneke, filmleriyle göçmenlerin ve yoksulların yanında bir
yönetmendi. Batı toplumlarının (özellikle Avrupalıların) ruhunun içinde dolaşan
Haneke, Batılı toplumların ırkçılıktan kolay kurtulamayacaklarını söylüyor.
Çünkü Batılılar, uygarlıkları ve zenginlikleri kendilerinin yarattıklarını
iddia ediyorlardı. Bu yüzden de tüm zenginliklerin kendilerine ait olduğunu
telkin ediyorlardı. Zenginlerin kaybedeceği çok şey vardı. Ya yoksulların?
Sonra kamera yatak odasını
yansıtıyor. Georges annesinin evindeydi. Annesi (Annie Girardot) yaşlıydı ve
bir bakıcısı Bayan Arnaud (Marie-Christine Orry) ilgileniyordu onunla. Geceydi.
Annesi yatağa girdikten sonra, yatağın kenarına oturan Georges’un gözlerinde
hüzün vardı. Annesinden özür diliyor. Nedenini bilmese de. Julie teyzesi
Marsilya’dan mektup yazmış anneye. Georges’un kitap programlarını hep
izliyormuş. Annesi, oğlunun bir sorunu olduğunu anlıyor. Annesi yalnız bir
insandı. Dışarıya da çıkmıyordu. Dışarısı bu yalnızlığını azaltacak mıydı?
Televizyon kumandası vardı. Tek özlediği piyano dinlemekti annesinin.
Georges’un babası öldüğünden beri özlüyormuş piyanoyu. Georges, Belçikalı yazar
François Weyergans için özel baskı dolayısıyla Marsilya’ya yakın
Aix-en-Provence şehrine gidecekmiş. Yazar François (Franz) Weyergans, 2005
yılında “Goncourt Ödülü” kazanmıştı “Annemde Üç Gün” romanıyla. 1941’de
Brüksel’de doğan yazar, “Cahiers du Cinema”da yazılar da yazdı. Robert Bresson
ve Jean-Luc Godard tutkunu olan Weyergans, 1961’den itibaren sanatçılar üzerine
belgesel ve kısa filmler de yaptı. 1967’den 1978’e kadar da uzun metrajlı
filmler çekmişti. Sonra Georges, çocukluğundan gelen rüyasını söylüyor
annesine. Çocuk Macit’i rüyasında görüyordu. Annesi Cezayirli çocuk Macit’i
hatırlayamıyordu önce. Evlatlık olarak istediği çocuktu annesiyle babasının.
Annesi için zihinden çıkması gereken acılı yıllardı o zamanlar. Onca yıl sonra
Macit’i rüyasında görmesini garip buluyordu Georges. Annesi garip değil, diyor
Georges’a. O da sık sık çocukluğunu rüyasında görüyormuş. Yaşlanınca böyle
oluyormuş. Georges kendini yaşlı görmese de annesi, tahmininden çabuk geliyor,
diyor oğluna. Rüyasında, aklından çıkmış ve unuttuğu şeyleri görüyordu. Annesi
Anne’ı soruyor. Herkes yoğundu. Birbirlerini az görüyorlardı. Zaman böyle geçip
gidiyordu. Annesi, Georges’dan endişe de duyuyordu. Oğlu tedirgindi. Annesi
fazla uyuyamıyormuş. Oğluna, “Yaşlılığın iyi getirilerinden biri” diyordu.
Georges, sabah erken çıkacağı için geceyi annesinin evinde geçirecekti.
Anne, kitabevinde telefonla
konuşurken yansıyor sonra. Kalabalık kitabevinde arkadaşıyla telefonla
konuşuyordu. Georges bebek değildi ve bazı günler ortada görünmemesi hoşuna
gidiyordu. Pierre’le Anne’ın patronu (Louis-Do de Lencquesaing) hemen yakınında
sohbet ediyorlardı.
Geçmişten bir an şok gibi araya
giriyordu ardından. Başı kütüğün üzerinde olan horozun boynuna balta iniyordu.
İrkiltici ve şiddet yüklüydü. Çocuk Macit, horozun başını kesiyordu. Yüzüne kan
fışkıran Macit’i, endişeli gözlerle izleyen çocuk Georges (Hugo Flamigni)
yansıyordu ardından. Yüzü kanlı Macit, elinde baltayla Georges’un üzerine
gelirken görüntü kararıyordu. Yataktaki Georges kâbus rüyasından uyanıyordu
sonra nefes nefese. Sabah elinde valizle merdivenlerden inen Georges, annesinin
odasının kapısına geldiğinde duruyordu bir an. Sonra salona gidiyor ve geçmişin
eşyalarını izliyordu bir süre. Sonra da annesinin kapısını çalıyordu.
Gündüz. Ardından kesme çekimle
öznel kamera, ilerleyen arabanın içinden şehrin sokağını yansıtıyordu. Sonra
kesme çekimle öznel kamera, birden bir apartmanın koridorunun içinde öne doğru
ilerlerken yansıyordu. “047” numaralı dairenin mavi kapısı önünde duruyor
kamera. Video görüntüsüydü bu. Her şey geriye sarılıyordu. Sonra yine aynı
görüntü yansımaya başlıyordu. Georges, buranın neresi olduğunu anlamaya
çalışıyordu. Anne’la beraber izliyorlardı. Sadece konuşmaları duyuluyordu
ikisinin. Anne, sokaktan caddeye dönülürken bir yön levhasını fark ediyor.
“Lenin Caddesi” yazdığını söylüyor Anne. Bu caddede Romainville’deydi. Sovyet
Devrimi’nin lideri Lenin, Paris 14’te “4 Rue Marie-Rose” sokağında Aralık
1908’den Temmuz 1909’a kadar küçük bir dairede yaşamıştı. Hâlâ bu bölgede Lenin
için saygı anıtı duruyordu. Sonra evin salonu yansıyor. Haritadan yeri
bulacaklardı. Filmde, bundan sonra haritalar bir” leit-motif”e dönüşecekti.
Dikkatli bakınca birçok mekân haritada fark edilecekti. Yoksa burası
Romainville miydi? “Mairie des Lilas Métro 11” yakınında mıydı burası? Bir
arkadaşlarının yakınındaymış bu bölge. Georges, videokasetleri gönderinin
karşısına çıkıp ne istediğini öğrenmek de istiyordu. Anne, adresi belli olan bu
insanı yakalatmak için polise haber vermek istiyordu. Bir suç işlenmeden kanun
çözebilirdi. Georges, bu videokasetleri yollayanın kendileriyle dalga geçtiğini
de düşünüyordu. Zihni karışıktı. Georges’a göre, bir cadde ve bir koridora
polis ne diyebilirdi ki? Anne, “Küçükken yaşadığın evi kim biliyor” diyor
kocasına. Anne, özel dedektif tutmayı bile öneriyor. Hiçbir önerisini
önemsemeyen kocasına sinirlenen Anne, onu çıkmazıyla baş başa bırakıyor. Dolly
kamera, sola kayarak Anne’ı izlerken, Georges bir şeyler söylemek istiyordu,
ama söyleyemiyordu. Sadece onunki bir histi. Emin olmak istiyordu. Ama Anne’ın
tedirginliği de vardı. Karısına seni ilgilendirmiyor, diyor Georges. Bu
karanlık çıkmazın içinde Anne da yok muydu? Georges, güvenin ne olduğunu
biliyor muydu? Tartışmaları uzarken Georges, “Bu adamanın tam istediği şeyi
yaptığının farkında mısın” diyor karısına. Hayatlarını altüst etmek istiyordu.
Güven üzerine tartışmalar çarpıcıydı. Sinir boşalımı yaşayan Anne, kocasını
anlıyor muydu?
Ardından öznel kamera yine sabitti ve
derinlikte apartmanları gösteriyordu. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa
şehirlerinde ortaya çıkan konut sorunu, şehrin dışında veya kıyısında alelacele
dikilen apartmanlara insanları yerleştirmişlerdi. Bunlara banliyö diyorlardı.
Ekonomi düzelmeye başlayınca bu konutlar terk edildi. Sonraları yoksulların ve
göçmenlerin sığınağı oldu bu konutlar. Market-kafede oturan Georges, dışarıya
bakıyordu. Sonra öznel kamera yine apartmanın koridoru yansıtıyordu. Georges
kameranın önüne geçerek dairenin kapısına geliyordu. Zili çalıyor. İçeriden bir
erkek sesi geliyordu. Kapıyı açan yetişkin Macit (Maurice Bénichou), karşısında
Georges’u görünce şaşırıyordu. Sonra da “Bakın kimler gelmiş” diyordu
Georges’a. Georges, Macit’in yoksul dairesine giriyor. Macit, kendinden ne
istediğini soruyor Georges’a. Georges ona, “Para mı istiyorsunuz”, diye
karşılık veriyor. Macit şaşırıyor. Onu nasıl bulmuştu? Georges, artık oyun
oynamak istemediğini söylüyor. Artık büyümüştü. Yaptıklarının amacını soruyor
Macit’e. Onun neden söz ettiğini anlamıyor muydu Macit? Sonra da “Neden burada
olduğunu anlatmak ister misin” diyor. En bilmek isteği şeyse, onu nasıl
bulmuştu? Georges, ağzından kan gelen çocuk resmini gösteriyor Macit’e. Ne
olduğunu anlayamıyor Macit. Sandalyeye oturan Macit geçmişten bir şey
hatırlıyordu sanki. Georges’a oturmasını söyledikten sonra, buraya gelmesini
bekliyormuş Georges’un. Ama böyle beklemiyordu. Georges onu, polise de ihbar
edebileceğini söylüyor. O, sakince ne olduğunu anlamak istiyordu. Ona, hiç
fikrin yok ve beni görünce şaşırıyorsun, diyor. Haftalardır ailesini kim
korkutuyordu? Macit bilmiyordu. Ona, neden yabancı gibi konuştuğunu da soruyor.
Çocuklukları beraber geçmişti. Georges, sokakta Macit’in hemen yanından geçmiş
tanıyamamış birkaç yıl önce. Onu televizyonda görmüş Macit. Sonra emin olmamış
programı izlerken. Ama içinde tiksinç bir şeyler hissetmiş. Sonra ismi geçince
anlamaya başlamış. Georges hâlâ başka yerlerdeydi. Videokasetleri Macit’in
gönderdiğini düşünüyordu. Macit hiçbir şey istemiyordu. Ondan ne isteyebilirdi
ki? Yitip gitmiş geleceğini verebilir miydi? Macit, “Evime gelip beni şantaj
yapmakla suçluyorsun” diyor. Georges hiç değişmemişti. Neyle ona şantaj
yapabilirdi? “Kasetleri kim gönderdi”, diyor Georges. Kasetleri bilmiyordu
Macit. Sonra Georges, büyüdüğünden beri hiçbir kavgaya bulaşmadım, diyor
Macit’e. Kendisini dövse bile Georges’un kaybedeceği çok şey vardı.
Kendisininse kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. O, daha önce geleceğini ve hayallerini
kaybetmişti. İnsanlar, sahip olduğu şeyleri kaybetmemek için neler yapmazdı!
Annesini soruyor Georges’a. Onun hanımefendi olduğunu söylüyordu. Macit intikam
mı istiyordu? Georges’un annesine çok minnettar olduğunu söylüyor Macit.
Elbette babasına da minnetini sunuyordu. Georges, bir daha tehdit ederse,
ailesini korkutursa yaptıklarına pişman edecekti Macit’in. Tehdit mi ediyordu
onu? Macit, onun yapacaklarına inanıyordu. Ama Georges ona inanmıyordu. Macit
ona hiçbir şey yollamamıştı. Macit’in uzattığı resmi alan Georges oradan çıkıp
gidiyordu. Yönetmen bu anlarda anlamı derin “açı-karşı açı” tekniği kullanmış.
Klasik çizginin kıyısında olsa bile sınıfsal farklılıkları alttan alta
hissettiriyordu bu çekimler. Georges ve Macit, sandalyelerde otururken kısmen
bir eşitlik hissediliyordu. Ama Georges ayağa kalktığında, kamera ikisinin
bakış açısı hizasında yüksek ve düşük açılarla bakıyordu. Dışarı çıkan Georges
market-kafeye gidiyor sonra. Bir şeyler içerken, yine aynı köşede duruyordu.
Ardından da telefonuyla Anne’ı arıyor. Anne’a kimse yoktu, diyor. Neden yalan
söylüyordu?
Ardından kamera yüzme havuzuna
gidiyor. Kamera, tıpkı yüzme yarışlarındaki gibi yana kayarak yarışan öğrenci
sporcuları yansıtıyordu. Televizyondaki gibi bir görsellikle karşılaşmak
insanda yabancılaşma yaşatıyordu. Tıpkı gerçeküstücü videokasetlerdeki gibiydi.
Tribünde yarışan yüzme öğrencilerin aileleri de oradaydı. Anne ve Geoorges
gibi. Pierrot yarışı kazanıyor. Anne ve Georges, birbirlerine sarılarak bu
mutluluğu yaşıyorlardı. Belki de uzun zamandır birbirlerine sarılmamışlardı.
Birden öznel kamera, Macit’in
evinde Georges’la Macit’in görüşmesini yansıtıyordu ardından. Georges
ayaktaydı. Kamera daha geride ve saklanmış gibiydi. Bu da yeni kayıttı. Macit,
Georges’un annesinin hanımefendi olduğunu söylüyordu. Sonra da diğer
konuşmalarla devam ediyordu. Georges, Macit’in uzattığı resmi aldıktan sonra
daireden çıkıyordu. Kamera, Macit’i yalnız ve keder içinde yansıtmayı
sürdürüyordu. Macit ağlıyordu. Sonra Anne’ın dış sesi duyuluyor. “J çekim” ile
yansıyordu bu an. Kamera, ailenin evine gittiğinde, salonda Anne, videonun daha
devam ettiğini söylüyor. Anne öfkeliydi. Çünkü Georges ona yalan söylemişti.
Georges birden Anne’dan özür diliyor. Anne, kocasının bakış açısını
anlayamıyordu. Tartışmaları çarpıcıydı. Çünkü güven önemliydi. Sorun sadece
Georges’un muydu? Georges, fazladan stres yaşamaması için yalan söylemiş
karısına. Sonra Georges, başlarda Macit’ten şüphelenmemiş. Ama kasette
annesinin evini görünce şüpheleri artmış. Sonra anlatmaya başlıyor geçmişi
Georges. Macit’in anne-babası yanlarında çalışıyormuş. Ekim 1961’de FLN, tüm
Cezayirlileri Paris’teki gösteriye çağırmış. “Jabhatu I-Tahrîu I-Watanî/Front
de Libération Nationale/Ulusal Kurtuluş Cephesi” olan FLN, Fransa’ya karşı
özgürlük ve bağımsızlık savaşı vermek için 1954’te kurulmuştu Mısır’da.
Kurucusu Ahmet Bin Bella olan örgütün başkanıysa Abdülaziz Buteflika’ydı.
Georges, 17 Ekim’de, o zamanlar çok şey olduğunu söylüyor. Papon ve polisinin
katliamı, iki yüz kadar Arap’ı Seine Nehri’nde boğmuştu. 1910’da doğan ve
2007’de ölen polisin başındaki Maurice Papon, karanlık bir insandı. II. Dünya
Savaşı’nda, Vichy Hükümeti yönetiminde Papon, bin 600’den fazla Yahudi’yi Darcy
toplama kampına sürmüştü. Fransa, Nazilerce işgal edildikten sonra, Fransa’nın
Vichy şehrinde Almanya’ya bağlı Fransız diktatörlüğü kurulmuştu. 3. Cumhuriyet
yıkıldıktan sonra Vichy Hükümeti’nin devlet başkanlığına Mareşal Philippe
Pétain getirilmişti. Papon, o zamanlar Bordeaux polisinin genel sekreteriydi.
İnsanlığa Karşı Suçlar kapsamında mahkûm edildi. Ama yıllar sonra, 1981’de. Bu
insanlık suçunu belgeleriyle ortaya çıkartan “Le Canard Anchaine” haftalık
gazetesi olmasaydı, şerefli polis ve siyasetçi olarak anılacaktı. 1950’lerin
sonunda Paris’te polis idaresinin başına geçen Papon, Cumhurbaşkanı Charles de
Gaulle’e sadıktı. Ekim 1961’deki katliamdan sonra De Gaulle tarafından da
“Legion d’Honneur” ödülüyle onurlandırılmıştı. Paris’teki katliamda ölenler
içinde Macit’in anne-babası da vardı muhtemelen. Çünkü bir daha geri
dönmediklerini söylüyor Georges. Babası onları aramış. Ona, iki zenciden
kurtulduğu için sevinmesi gerektiğini bile söylemişler. Georges’un anne-babası,
Macit’i evlat edinmeye karar vermiş. Belki de kendilerini sorumlu
hissediyorlardı. Georges bundan hoşlanmamış çocukken. Çünkü her şeyi onunla paylaşmak
zorunda kalmıştı. Daha altı yaşındaydı. Macit hakkında hep yalan söylemiş
anne-babasına. Georges rahatça yalan söyleyebiliyordu. Çocukken de şimdi de.
Anne, Macit’in yalan söylemediğine inanıyor. Ama videokasetleri kim yolluyordu?
Gerçeküstücü bir muammaydı. Ama Anne için önemli olansa yalanlardı. Georges
çocukça dese de bir çocuğun kaderini, hayatını değiştirmişti o yalanlar. Macit
evden yollanmış. Üstelik de hastaymış. Belki de yetimhaneye yollanmıştı. O evde
olmayınca, Georges da mutlu olmuş. Sonra da her şeyi unutmuş. Birkaç ay sonra
ailesi de unutmuş. “Ara dönemdi” diyor bencilce Macit’in trajedisine Georges.
Videokaseti oynatıcıdan çıkartan Anne, kaseti Georges’a veriyor sonra.
Ardından kamera, Georges’un
televizyon programının editörünün (Bernard Le Coq) ofisine gidiyor. Georges ona
uğruyordu. Editörü onu davet etmiş. Pereira’nın küreselleşme hakkındaki
kitabının tercümesinin daha yeni yayınlandığını söylüyor Georges. Yayın sorunlarından
konuştuktan sonra editör, kendini rahatsız eden şeyi söylüyor. Sekreteri
masasına bir kaset bırakmış. Doğrudan kendine yollanmış, ama adres yokmuş.
Kasette Georges’un özel bir konuşması varmış. Macit’le Georges’un dairesindeki
görüşmeydi bu. Gizlice çekilmiş hissi veriyormuş. Georges, editöründen özür
diliyor. Ardından anlatıyor her şeyi. Macit’in ailesi, Cezayirli bir ırgatmış.
Ailesi, geçmişte onlar için çalışmıştı. Ailesine karşı hastalıklı nefret
besleyen Macit, bu hastalıklı kasetleri yolluyordu Georges’a göre. Editör,
Macit’in kariyerine de zarar verebileceğini söylüyor sonra. Editör, Macit’in
kasette saldırgan gözükmediğini de fark etmiş. Onu ne kızdırmıştı? Acaba
kendisinin, Georges ve ailesi tarafından hırpalandığına mı inandırmıştı Macit?
Editörün kaygısı, bu olayın televizyona yansımasıydı. Georges, olayla
avukatının ilgileneceğini söylüyor. Georges oradan giderken kaseti soruyor.
Editör imha ettiğini söylüyor ona.
Georges, arabasını benzin
istasyonuna park ettikten sonra Macit’in apartmanına doğru yürüyor. Georges,
koridorda yürürken, kamera da arkadan onu izliyordu. Dairenin zilini çalsa da
içeriden ses gelmiyordu. Ardından bir kafe yansıyor. Anne, Pierre’le beraberdi
ve ağlıyordu. Bu kafe, Seine Nehri’nin sol yakasındaki Solférino Metrosu’na
yakın Saint-Germain Bulvarı’ndaki bir sokaktaydı. Burası Paris 7’deydi. Pierre,
“Sence ne yapması gerek” diye soruyordu. Mathilde’le bizim gibi kavga ediyor
musunuz, diyordu sonra Anne. İnsanlar birbirleriyle konuşurdu. Pierre, ağlayan
Anne’ın başını omzuna koyarak sakinleştirmeye çalışıyordu. Mendiliyle burnunu
temizleyen Anne’ın elinden öpüyordu sonra Pierre çapkınca.
Ardından bir haber kanalındaki
görüntüler yansıyor. Nasıriye (Nasiriyah) şehrinden görüntülerdi. Irak
Savaşı’ndandı. Haberde, “Nasıriye Bölgesi Hükümeti’ne Amerikalılar tarafından
bir İtalyan atandı” diyordu. İtalyanlar, İngiliz komutası altında işgal kuvveti
olarak gelmiş. Amerikalılar, koalisyon güçleriyle beraber 2003’te Irak’ı işgal
etmişti. Anne akşam eve döndüğünde, Georges salonda haberleri izliyordu. Eve
geç gelen Anne, Pierre’le olduğunu söylüyor. Anne, neden telefonunu kapatmıştı?
Anne’ın buna cevabı da hazırdı. Georges, yaptığı her şeyin hesabını veriyor
muydu? Pierrot da eve gelmemişti. Anne, Pierrot’nun yakın arkadaşının evini
arıyor telefonla. Orada yoktu. Pierrot, arkadaşının evinden ayrılırken,
“Yükseliş Günü” için sabah ayrılacaklarını söylemiş. “Yükseliş Günü” (Jour de
l’Ascencion en France) bayramı, Fransa’da tatil günüydü. İsa’nın çarmıha
gerilmesinden sonra dirilişi ve göğe, cennete yükselmesini kutlamak için
Hıristiyanların kutladığı önemli bayramlarındandı. Fransa’da mayıs ayı içinde
değişik tarihlerde kutlanıyordu bayram. Sonra Anne, oğlunun odasını kontrol
etmeye gidiyor. Pierrot’nun odası tam bir genç odasıydı. CD’leri, rap müzikçi
Eminem ve Fransa formasıyla büyük futbolcu Zinedine Zidane’ın posterleri de
fark ediliyordu. Anne ne aradığını bilmeden bir şeyler ararken, Georges da
geliyor odaya. Georges polisi aramak istiyordu. Başına bir şey gelmiş
olabilirdi.
Gece arabayla karakola
gidiyorlar beraber. Kamera onları, sağa doğru kayarak izliyordu. Georges
ardından iki üniformalı polisle Macit’in yaşadığı daireye gidiyor. Kamera,
onları öne doğru kayarak takip ediyordu. Kapı kapalıydı. Polisler kapıyı çalsa
da kapı açılmıyordu. Georges, Pierrot’yu Macit’in kaçırdığını düşünüyordu.
Kapıyı bir müddet sonra Macit’in oğlu (Walid Afkir) açıyor. Pierrot’yu
soruyorlar. Sonra Georges, dışarıda telefonla konuşurken yansıyor. Anne’la
konuşuyordu. Polislerle beraber karakola gidecekti. Videokasetlerini, Macit’in
oğlunun yaptığından şüpheleniyor Georges. Polisler, sadece Pierrot’yu
arıyorlarmış. Sonra polis minibüsüne biniyor Georges. Minibüste Macit ve oğlu
da vardı. Ardından ev yansıyor. Anne, salonda Pierre ve Mathilde’le beraberdi.
Anne yalnız kalmak istiyordu. Ardından da Pierre ve Mathilde gitmek için kapıya
yöneldiklerinde Georges da geliyordu eve. Hastanelerde Pierrot’nun kaydı
yokmuş. Polisler kaçırılma dışında kasetlerle ilgilenmiyorlarmış. Kanıtlara
ihtiyaçları varmış. Avukat tutmaları da gerekecekti. Polis, Macit ve oğlunu
gece karakolda tutacakmış. Pierre ve Mathilde de gitmekten vazgeçiyorlar. Karnı
acıkan Georges, yemek için mutfakta bir şeyler hazırlarken birden sinir
boşalmasıyla ağlamaya başlıyordu.
Gündüz. Sokağa bir araba
yanaşıyor. Arabadan Pierrot ve bir genç kadın çıkıyor. Genç kadın geceleri
hastanede çalışıyormuş. Odasına giden Pierrot, Erik L’Homme’un 2004’te
yayınlanan “Chien-de-la-lune” (Ay Köpeği) bilimkurgu kitabına bakıyordu.
Yazarın “Yıldızlar Kitabı” fantastik serisinin üç romanı ülkemizde de
yayınlanmıştı. Anne, oğlunun odasına giderek sorunu öğrenmek istiyor. Pierrot,
haber vermeden arkadaşının evlerinde kalmış. Pierrot, sorunu annesinin daha iyi
bileceğini söylüyor. Ardından da “Pierre’e sor” diyor. O, her şeyi biliyormuş.
Anne, bu gizemli kelimelerden bir şey anlayamıyordu. Pierre’le annesinin ilişki
yaşamasından mı şüpheleniyordu Pierrot? Onları, kafe taraflarında mı görmüştü?
Eğer böyleyse, François Truffaut ustanın 1959 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop
“Les Quatres Cents Coups-400 Darbe” filmine saygı göndermiş oluyordu Haneke
usta. Truffaut ustanın filminde çocuk Antoine, annesini bir erkekle görüyordu
caddede. Ama Haneke bunu göstermiyordu. Anne, oğluna sarılmak istiyor, ama Pierrot
birden kaçıp gidiyor yanından. Anne’ın bir sorunu daha olmuştu şimdi.
Ardından kamera Georges’u
yansıtıyor. Georges, oğlunun yüzdüğü havuza geliyordu. Ardından Anne da geliyor
peşinden. Sonra evin banyosunda Pierrot dişlerini fırçalarken Georges, “Yarın,
‘Akıllı Çete’nin yazarıyla röportaj yapacağım” diyor. Pierrot, o kitabı çok
sevmiş. Kitabı, yazarına imzalatacağını söylüyor Georges. Ama Pierrot
kayıtsızdı.
Georges kendi programında
konuklarıyla röportaj yaparken yansıyordu. Yazar Berrichon üzerine
konuşuyorlardı. Yazar, “Berrichon”u takma isim olarak kullanmış. Paterne
Berrichon’un asıl ismiyse Pierre-Eugene Duffour’du. Berrichon, şair Arthur
Rimbaud üzerine “La Vie de Jean-Arhur Rimbaud” kitabını 1897’de yayınlamıştı.
Şair Rimbaud üzerine de konuşuyorlardı. Rimbaud’nun eşi Isabelle, Rimbaud’nun
çalışmasını kontrol etmiş hep. Fransız yazar Jean Teulé, bunları söylüyordu
Georges’un programında. 1953 doğumlu yazar, yönetmen, senarist ve karikatürist
Teulé’, “Rainbow pour Rimbaud” romanını 1996 yılında kendisi sinemaya
uyarlamıştı. Siyah-beyaz-renkli bu filmini sinemaskop teknikle çekmişti
yazar-yönetmen. Rimbaud üzerine konuşmalarda Teulé, Isabelle üzerinde de
duruyordu. Rimbaud eserleri iyi kazanç kapısıymış. Dindar bir rahibe olan
Isabelle, bu ortamı yaratmaya başlamış ve bir bahçe inşaat işçisinin bahçe
duvarını yapması gibiymiş yaptıkları. Daha sonra da Rimbaud’nun çalışmasına
burnunu sokmuş Isabelle. Rimbaud’nun şiirleri Isabelle’i şoka soksa da
şiirlerin ateşini canlı tutmuş hep. Konuklar arasında yazar-gazeteci Mazarine
Pingeot da vardı. “İlk Roman” eseri bizde de yayınlamıştı yazarın 2000 yılında.
1974 doğumlu yazar Pingeot, Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından François
Mitterand’ın evlilik dışı kızı olarak da biliniyordu. Konuklar arasında, Ekim
2004’te vefat eden yazar Jean-Jacques Brochier de vardı. Yazarın, “Sigara
İçiyorum Ne Olmuş Yani” eseri 1993 yılında ülkemizde yayınlanmıştı. Konuklardan
biri de 1967 doğumlu yazar-oyun yazarı-senarist-edebiyat eleştirmeni Philippe
Besson’du. Teulé’nin Isabelle tespitlerine katılıyordu. Onun da ekleyecek
birkaç şeyi vardı. “Dur, burası çok kuramsal olmaya başladı” dediğinde görüntü
donup fotoğraflaşıyordu. Ardından Georges’un dış sesi duyuluyordu. “Ortak
olduğumuz nokta”da sözünden sonra kesmesini istiyordu. Kurgu yapılıyordu.
Georges, Teulé’nin eşcinsellikle ilgili konuşmasına gelmesini istiyordu.
Görüntü geriye sarılıyor ve yazar Pingeot’nun konuşması yansıyor birden.
Georges telefonla aranınca oradan ayrılıyordu.
Macit’in dairesinin olduğu
koridor yansıyor sonra. Kamera ilk defa farklı açıdaydı. Kameraya doğru gelen
krem renkli pardösülü Georges, Macit’in kapısına geldiğinde zili çalıyordu.
Macit kapıyı açıyor. Geldiği için Georges’a teşekkür ediyordu. İçeri girdiklerinde
kameranın açısı da öznel çekim gibiydi. Macit’in Georges’a hediyesi varmış.
Macit, cebinden çıkardığı bıçakla boğazını kesiyor birden. Kan fışkırıyordu bu
anda. Sert ve bakılması zordu. Macit kapının önüne yığılıp ölüyordu. Şok
geçiren Georges ne yapacaktı? Bu an, tek çekimle yansıyordu. Gecenin içinde
caddede sinema kompleksi dışarıdan yansıyor ardından. Burası Clichy
semtindeydi. Vitrinde Pedro Almodovar’ın 2004 yapımı “La Mala Educacion-Kötü
Eğitim”, Jean-Jacques Annaud’nun 2004 yapımı “Deux Freres-İki Kardeş”,
Christophe Barratier’nin 2004 yapımı “Les Choristes-Koro”, Jean-François
Poulliot’nun 2003 yapımı “La Grande Séduction-Aklımı Çelme”, Christophe
Honoré’nin “Ma Mere-Annem” gibi filmlerin afişleri fark ediliyordu. Georges
caddeye çıkıyor. Ama hangi filmi izlediği de bilinmiyordu.
Sonra eve gelen Georges merdivenlere
yöneliyor. Yüzünde endişe vardı. Dışavurumcu ışık düzenlemesiyle mekân kasvetli
yansıyordu. Yatak odasına geldikten sonra telefonla konuşuyor Georges.
Telefonda, “Benim. Lütfen onları defet” diyordu. Korkunç bir şey olduğunu da
söylüyordu. Şu anda da onlarla konuşamazmış. Ardında da acele etmesini
söylüyordu. Sonra yatağın kenarın oturuyor Georges. Ardından yatak odasına Anne
geliyor. Georges, Macit’in intihar ettiğini söylüyor Anne’a. Bu şaka değildi.
Trajediydi. Macit onu, kasetler için konuşmak için dairesine çağırmış. Ardından
da o trajedi yaşanmış. Evdeki misafirleri göndermesini istiyor Georges. Daha
sakin konuşmaları gerekiyordu. Anne odadan çıktıktan sonra Georges pencereden
sokağa bakıyor. Pierre vardı sokakta. Sonra Anne geliyor ve ışıkları yakıyor.
Georges ışıkları söndürmesini istiyor karısından. Ruhen çöküntüydü bu olaylar
onun için. Georges, Macit intihar ettikten sonra oradan kaçtığını söylüyor.
Anne, “Polise gitmelisin” diyor Georges’a. Biri görmüşse ondan şüphelenirlerdi.
Macit’in amacı onu mahvetmek miydi? Anne, geçmişte Macit’e ne yaptığını
soruyor. Georges, kelimeleriyle hep geçmişten kaçıyordu ve kendi açısından
bakıyordu her şeye. Sonra geçmişi anlatıyor. Annesine, Macit’in öksürüğünün
kanlı olduğunu söylemiş. Yaşlı aile doktorları, Macit’te hastalık bulamamış.
Sonra Macit’ten babasının horozunu kesmesini istemiş. Macit, horozun başını
koparmış. Horoz çırpınırken, Macit’in de üstü kan olmuş. Anne-babasına, kendini
korkutmak için Macit’in horozu öldürdüğünü söylemiş Georges. Boğazını bunun
için mi yarmıştı şimdi Macit? Yatağın kenarında oturan Anne, ayağa kalkıp
Georges’un omzuna elini koyuyor. Pierre ve Mathilde’in ne için geldiklerini,
soruyor sonra Georges. Beraber, Georges’un programını izleyeceklermiş.
Korsika’dan yeni dönmüşler.
Georges, çalıştığı televizyon
kanalın kapısından içeri girince, dolly kamera da onu sola doğru kayarak
izliyordu. Genç bir kadın Jeannette’le (Marie Kremer) karşılaşıyor. Kitabını
unutmadığını söylüyor Georges. Asansör önünde Jeannette’le konuşurken, oraya
Macit’in oğlu da geliyordu. Georges’la konuşmak istiyordu. İlgisiz Georges
asansöre yönelince, genç de asansöre biniyor. Georges onu tanımamış mıydı,
yoksa görmezden mi geliyordu? Asansörde kamera Macit’in oğlunu gösterirken,
Georges da aynadan yansıyordu. Asansörden çıktıklarında Georges, “Ne
istiyorsun”, diyordu gence. Onun burada ne işi vardı? Genç, “Evinize girmeme
izin verir miydiniz”, diye soruyor. Genç, konuşmak istiyordu ve ona zaman
ayırmazsa burada olay çıkartacaktı. İnsanlara, Georges’un duymak
istemediklerini söyleyebilirdi. Genç, babasını Georges’un mu öldürdüğünü
düşünüyordu? Georges, intihardı, diyor gence. Sonra da “O aptal kasetlerle bizi
korkutmamanı öneririm” diye tehdit ediyor genci. Georges işinin başına dönüyor
ardından. Macit intihar etmiş ve sorun da çözülmüştü onun için. Oradan
ayrılmayan genç, onunla konuşmak için diretiyordu. Georges ardından genci lavaboya
götürüyor konuşmak için. Georges öfkeliydi. Georges, kasetleri Macit ve oğlunun
gönderdiğini inanıyordu hâlâ. Genç, “Babamı iyi bir eğitim seçeneğinden mahrum
ettiniz” diyor Georges’a. Yetimhane kini öğretirdi, kibarlığı değildi. Ama tüm
kötü şartlara rağmen babası oğlunu iyi eğitmiş. Georges kaçıyor muydu, yoksa
anlamlandıramıyor muydu? “Babanın hayatı üzücü ve başarısızlıklarla dolu”
diyor. Bu yüzden vicdan azabı yaşatamazlardı kendisine. Tüm bu yaşananlardan
kendisi sorumlu değildi. Gencin, ailesine ve kendine zarar verebileceğini bile
düşünüyor Georges. Ama genç sakindi. Georges’un en iyi yaptığı şey tehditler
miydi? Genç, bir insanın vicdanının ne kadar değerli olduğunu merak etmiş
sadece. Bu yüzden gelmiş. Karşısında vicdanlı bir insan mı duruyordu?
Sonra öznel açılı kamera yine
aynı sokaktan evi gözetliyordu. Evin yakınına arabasını park eden Georges evine
gidiyordu. Tek başınaydı. Evde kimse yoktu. Mutfağa giden Georges, hap içiyordu
zorlu günün ardından. Sonra salonda telefonla Anne’la konuşuyor. Erken
yatacaktı. Yatak odasında perdeleri örten Georges, çırılçıplak yatağa giriyor.
Ardından, çocukluğunun evi yansıyor. Bir araba geliyor avluya. Yetimhanedendi
bu araba. Arabadan, görevli kadınla (Paule Daré) ve sürücü (Nicky Marbot)
çıkıyordu. Sonra, Georges’un genç annesi (Annette Faure) ve babası (Christian
Benedetti), çocuk Macit’i teslim ediyorlardı görevlilere. Çocuk Macit, evden
uzaklaştırıldığını anladığı için yetimhane görevlilerinden kaçıyordu önce.
Nereye kaçabilecekti ki? Genel ve tek açıdaki sabit kamera da ahırdan
yansıtıyordu avluyu. Kütük ve balta da fark ediliyordu. Georges’un rüyasıydı
bu.
Gündüz. Pierrot’nun okulunun önü
yansıyor sonra. Pierrot arkadaşlarıyla giderken, son jenerik yazıları da
yansımaya başlıyordu görüntünün üzerine. Her şey hayatın kendi doğal akışına
dönmüştü. Geriye kalansa vicdanın görüntüleriydi. Ardından da görüntü kararıyordu.
“Ölümcül Oyunlar...”
Buz mavisi soğukluğunda şiddetin
filmiydi bu. Büyük Michael Haneke, ilk defa Hollywood’da çalışmıştı bu filmle.
Usta, bizde 1997 yapımı “Funny Games-Ölümcül Oyunlar” filmiyle tanındı. İşte
Haneke usta, bu “Ölümcül Oyunlar” filmini 2007 yılında “Funny Games US-Ölümcül
Oyunlar” adıyla Hollywood’a da uyarlamıştı. Avusturya yapımı “Ölümcül Oyunlar”
filmiyle Hollywood yapımı “Ölümcül Oyunlar” filmi arasında çok az fark vardı.
Neredeyse aynısıydı. Oyuncularla konuştukları dil farklıydı sadece. Mekânlar,
az da olsa birbirine yakındı bu iki filmde de. Haneke ustanın filmini
seyrederken, kuzey ülkelerini de düşünmek gerekiyordu. Almanya, Avusturya,
Hollanda, Kanada, İngiltere ve ABD, Anglosakson çokkültürlülüğünü yaşıyorlar.
Bunların yanına İskandinav ülkeleriyle İzlanda'yı da katabilirsiniz. Haneke
ustanın, “Ölümcül Oyunlar” filmini bu ülkelerin herhangi birinde çekmesi sonucu
pek değiştirmezdi. Haneke’nin yapıtları, "buz mavisi soğukluğunda
filmler" olarak değerlendiriliyor hep. Soğuk, mesafeli, hemen içine girilemeyen
hem içsel hem de dışsal şiddeti barındıran bu filmler insanları gerçek anlamda
sarsıyordu. İnsanlar, belki de korkulması gereken en önemli varlıktı. Fransa'da
çektiği filmlerde genel olarak çokkültürlülüğü ve göçmenliği öne çıkardı usta.
Celluloid Dreams-Warner Independent’ın sunduğu “Ölümcül Oyunlar” filmi,
ülkemizde Mayıs 2008’de vizyona çıkmıştı. Senaryoya da yönetmene aitti. Darius
Khondji ustanın kamerası da filmin en değerli şeyiydi.
Film, New York eyaletinin farklı
mekânlarında çekilmiş. Haneke usta, bu filminde de yabancılaşma yaşatıyordu
karakterlerin kameraya bakmasıyla. İnsanı gerçek anlamda ürpertiyordu. İnsanı
dikizleyen konumuna sürükleyen usta, suça seyirciyi de mi dâhil ediyordu?
Filmin ön jeneriği sürerken bile tedirginlik yaşanmaya başlanıyordu. George
(Tim Roth), Ann (Naomi Watts) ve küçük oğulları Georgie (Devon Gearhart),
steyşın bir arabayla göl kıyısındaki yazlık evlerine doğru yol alırken hikâyeye
de giriş yapılıyordu. Farber ailesi trajedilerine doğru yol alıyorlardı.
İngiliz sanat eleştirmeni ve yazar John Berger (1926-2017), Batılılarda artık
trajedinin kalmadığını söylemişti bir söyleşisinde. Bu küçük yolculukta filme
dair bir ayrıntı da vardı. Tahmin oyunları anlamındaydı bu. Hikâye
derinleştikçe şiddet bir kısırdöngü gibi insanları kuşatmaya başlıyordu. Haneke
usta, bu filmiyle medya anlayışlarına da eleştiri getirdiğini belirtmişti. Her
şey öyle umutsuzdu ki. Bu seri cinayetler bitmeyecek gibiydi. Final, travma anlamında
psikolojik bir çöküntüydü bu yüzden. Kamera, havadan çekimle otoyolda arkasında
beyaz tenteli tekne olan siyah bir arabayı takip ediyordu kamera. Bu görüntü az
da olsa “kübist” estetiğini de duyuruyordu. Araba yol alırken, Pietro
Mascagni’nin “Cavalleria Rustica (Tu Qui Santuzza)” opera şarkısı duyuluyordu. Yorumlayanlarsa
Renata Tebaldi ve Jussi Björling idi. Ann, “Björling” diyordu. Bulmaca oyunu
oynuyorlardı klasik müzik eserleri üzerine. Kadın opera şarkıcısına “Elena
Souliotis” diyordu. Kocası George, yaklaştığını söylese de bulması zordu.
George, Björling için “zevklidir” diyor karısına. Sonunda “Tebaldi” diyerek
doğruyu buluyordu Ann. Sıra Ann’e gelince kamera arabanın içine giriyordu
ardından. Bu anı “objective point of view/nesnel bakış açısı” ile yansıtıyordu
kamera. Dikizleyen kameraydı bu. Seyircinin dikizlemesi sanki. Bir CD seçiyor
Ann. Ama hemen biliyordu George. Söyleyen Beniamino Gigli’ydi. Opera şarkıcısı,
Handel’den “Care Selve, Ombre Beate”yi söylüyordu. Ardından kamera, arabanın ön
camına geçince, filmin ismi kırmızı ve büyük harflerle yansıyordu. “Camera
mount/kamera vantuz” çekimle yansıyordu bu anlar. Aile mutluydu. Sonra da oyuncuların
isimleri düşüyordu. Fonda da, Naked City’den“Bonehead&Hellraiser” sert rock
şarkısı duyuluyordu bu anda. Filmin bu giriş bölümü özeldi. Stanley Kubrick’in
1980 yapımı “The Shining-Cinnet” filminde de giriş bölümünde de kamera
havadaydı. Dağlar, karlı ormanlar ve yeşiller cennette yolculuk gibiydi. Çok
geçmeden, yeşil ve beyaz “cehennemden cangıl” hissini alttan alta duyuruyordu.
Haneke de yeşil ve beyaz renk tonlarıyla cangıl cehennemi hissettirebiliyordu.
Kubrick’te araba sarıydı, Haneke’deyse siyah. Sarı hastalığı, siyahsa ölümü
simgeliyordu. 1997 yapımı ilk “Ölümcül Oyunlar” filminde de aynı his vardı.
Yazlığa gediklerinde kamera sağa
doğru uzun kaydırmayla yapıyordu. Komşuları Fred Thompson’ı (Boyd Gaines)
görüyorlardı. Yanında da beyaz golf giysili iki genç de vardı. İkisi de beyaz
eldivenliydi. Gençlerden birinin şortu siyahtı. Ann, yirmi dakika sonra tekneyi
suya indirmek için Fred’den yardım istiyordu. Gelecekti. Araba hareket ettikten
sonra kamera, George’un yanına geçerek kamera vantuz çekimiyle yansıtmaya
başlıyordu bu anı. Ann, Fred’deki tuhaflığı sezse de anlamlandıramıyordu.
George, golf maçı da düzenleyecekmiş komşularıyla. Buradaki yazlıklar arasında
mesafeler de vardı. Ann, golf giysili genç adamları da merak ediyordu. Kimdi onlar?
George’un tahmine göre Fred’in kardeşinin çocuklarıydı. Eve geliyorlar. Beyaz
dış kapı açılıyor. Sonra kamera evin içine giriyor. Salona ilk köpekleri
dalıyordu. Köpeğin ismi de Lucky’ydi. Golf sopaları da görülüyor ardından.
Şiddetin nesnesine dönüşecek golf sopaları, “fallik” gibiydi. Evlerine
yerleşiyordu aile. George, ayakkabılarını çıkartırken, Lucky de onun üzerine
çıkmaya çabalıyordu. George’u mu uyarıyordu? Yabancı birileri mi gelmişti?
George, Lucky’nin oyun oynamak istediğini sanıyordu. Ann de mutfaktaydı. Lucky
bu defa Ann’in yanına gidiyor. Ardından dış kapı yansıyor. Fred ve yanında golf
elbiseli Paul (Michael Pitt) vardı. Lucky, havlıyordu. Uyarı gibiydi sanki.
George, köpeğiyle onları karşılıyor sonra. Fred, Paul için “Babası iş
arkadaşım” diyordu George’a. Tekneyi göle indireceklerdi. Lucky, sürekli Paul’e
havlıyordu. Ann de geliyor yanlarına ve Fred’e eşi Eve’i (Linda Moran) soruyordu.
Sonra tekneyi suya indiriyorlar. Georgie de oradaydı. Ann de Lucky’yle beraber
onları izliyorlardı. Sonra baba-oğul tekneyi hazırlıyorlardı. Georgie, “Fred
amca neden tuhaf davranıyordu”, diye soruyordu babasına.
Ardından kamera içeri dönüyordu.
Lucky’nin karnını doyuran Ann, telefonla konuşurken mutfağa giriyordu sonra.
Mutfağa Georgie geliyor bıçak almak için. Bıçak da önemli bir nesneye
dönüşecekti derinlikte. Ann, arkadaşı Nancy’yi eve davet ediyordu. O sırada
Georgie yine geliyor. Yanında bir yabancı vardı. Beyaz eldivenli, golf giysili
ve siyah şortlu Peter (Brady Corbet), mutfağa geliyordu. Onu, Eve yollamış.
Yemek yapıyormuş. Yumurtaya ihtiyacı varmış. Dört yumurta alıyor. Peter buraya
nasıl gelmişti? Deniz tarafından dese de üstü kuruydu. Kıyıdaki çitten geçmiş.
Fred söylemiş ona. Peter mutfaktan çıktıktan sonra Ann bir ses duyuyor. Peter,
yumurtaları düşürmüştü holde. Ann mutfağa gittiğinde Peter gözleriyle mekânı
tarıyordu. Ann sonra yerde kırılmış yumurtaları temizledikten sonra yine
yumurta bekliyordu Peter. Geride daha yumurta vardı. Ann yumurtaları verirken,
Peter kaza süsü vererek cep telefonunu içinde su olan lavaboya düşürüyor. Artık
her şey tamamdı. Peter mutfaktan çıktıktan sonra Ann’in üzerine bir anlık
şaşkınlık çöküyordu. Radyoyu açan Ann, Sophie Delila ve Xavier Jamaux’nun “All
to Myself” şarkısı duyuluyordu. Lucky’nin de dışarıdan havlıyordu. Mutfaktan
çıkan Ann, holde Peter ve Paul’ü görüyordu birden. Bunların burada işi neydi?
Peter köpeklerden korkuyormuş. Sonra Paul golf sopalarını görüyor. Hayran olmuş
gibi davranıyor birden. Golf sopalarından birini eline aldığında bir ürperti
çöküyordu. Ann’den izin alarak golf sopası ve topla dışarı çıkıyordu Paul. Ama
diğeri içeride kalıyordu.
Kamera, dışarı çıkıp teknedeki
George’un yanına gidiyor sonra. Georgie de oradaydı. Lucky’nin havlama sesi
duyuluyor. Sonra sesi tuhaflaşmaya başlıyordu Lucky’nin. Ardından da sesi
kesiliyordu. George, Lucky’nin sesi kesilince ona bakmaya giderken, kamera
teknedeki bıçağı yansıtıyordu. Ann de Luck’ye bakmak için dışarıdaydı. Ann,
kameraya doğru yürüyordu. Kamera sonra sağa çevrinme (pan) yaparak onu
yansıtırken, Paul’ün sesi duyuluyordu. Golf sopasını Ann’e veriyor. Sopayı
sevmiş ve gecenin gündüzden farklı olduğu gibi farklı bulmuş golf sopasını. Ann
eve giderken Paul, “Ona yumurta verdiniz mi”, diye soruyor. Paul, Peter’e “Tom”
da diyordu. İkisi şimdi “Tom ve Jerry” gibi miydi?
Ardından hol yansıyor. Paul
içeri girdiğinde Peter de oradaydı hâlâ. İçeri gelen Ann, “Nasıl bir oyun
oynadığınızı bilmem, ama bu oyuna dâhil olmak istemiyorum” diyor onlara. Sonra
da onlara gitmelerini söylüyor. Ama yumurtalar vardı ve alınca gideceklerdi.
Ann onları öfkeyle dışarı çıkartmak isterken, Georges geliyor hole. Sonra Peter
kendi yorumuyla olanları anlatıyor Georges’a. Sadece yumurta istiyorlardı.
Geride daha yumurta vardı çünkü. Ann’in psikolojisini bozmuşlardı. Elindeki
yumurta kutusunu olan George da gitmelerini söylüyor onlara. Aslında neler
olduğunu anlamamıştı. Paul, yumurtaları Peter’a vermesini söylüyor George’a. Bu
emirdi. Daha önceki yumurtalar kırılmıştı ve bu yumurtaları vermek
zorundaydılar onlara. George, tehditkâr davranan Paul’e tokat atıyor birden.
Peter golf sopasını alıp George’un sağ dizine sertçe vuruyordu aniden. Orada
olan Georgie de ikisine de saldırıyor. Yapabileceği bir şey yoktu. Hole Ann de
geliyor. Onu da tehdit ediyorlar. Paul, George’un kendisine tokat attığını
söylüyor Ann’e. Ann’in George’a yardım etmesine de izin veriyorlardı.
Sandalyeye oturan George’un dizi yaralıydı ve canı çok yanıyordu. Peter tıp
öğrencisiymiş. Onlara yardım etmelerine engel olamazmış aile. Mecburlarmış.
Paul, gemideki kaptan George olduğunu söylüyor George’a. Karar vermeliydi
George. Birini mi çağıracaktı? Yoksa cankurtaran (ambulans) veya polis mi
çağıracaktı? Onları durdurmayacaklardı. Cep telefonu suya düşmüştü. Tek
iletişim aracı oydu. George, bunu neden yaptıklarını soruyor onlara. Paul, başka
oyun oynamayı söylüyor. Ölümcül oyunlar tam anlamıyla başlamıştı. Tahmin
oyunuydu bu. Golf topunu gösteriyor ve ne olduğunu soruyor Paul. Sonra da topu
yere bırakıyor. Top yuvarlanarak George’un ayaklarına doğru gidiyordu. Cevabı
söylüyor, ama neden cebine koyduğunun cevabını da Ann’in bildiğini söylüyor
Paul. Cevabı Peter söylüyor. Çünkü topa vurmamıştı. Topa vurmamasını ne
engellemişti? Golf sopasını başka bir yerde denemek zorunda kalmıştı Paul.
Ardından Ann, köpeğin nerde olduğunu soruyor Paul’e.
Ann dışarı çıktığında başka bir
oyun devam ediyordu “sıcak” ve “soğuk” anlamında. Ann, Lucky’yi arıyordu. Paul,
“soğuk” deyince köpeğin olduğu yerden uzaklaşan Ann, Paul “sıcak” deyince
yaklaşıyordu. Gerilim ve acı yüklüydü Paul’le Peter’ın tuhaf oyunları. Ann,
arabaya doğru yöneldiğinde görüntüye giren Paul, başını kameraya çevirip soğuk
bir gülüş yolluyordu izleyenlere. Sinemada dördüncü duvarı yıkmak deniliyordu
bu çekime. Ann, steyşın arabanın bagajını açınca “Lucky”nin ölüsü aşağı
düşüyordu. Holdeyse Peter, yaralı George ve oğlu Georgie’nin yanındaydı. Elinde
de golf sopası vardı. Peter, Georgie’den yiyecek bir şeyler getirmesini
söylüyor. Muz olabilirdi, ama bıçakla dönerse Georgie için iyi bir şey olmazdı
bu. Kamera sabit açıyla Peter ve sandalyede oturan George’u yansıtmayı
sürdürüyordu.
Kamera dışarıdan Farber
ailesinin evini gösterirken, “Merhaba” diyen bir kadın sesi duyuluyordu.
Derinlikte de Ann ve Paul fark ediliyordu. Onlara doğru yönelmeden önce Paul,
“Aynı şeyi düşünüyoruz değil mi”, diyordu Ann’e. Teknede Betsy (Siobhan Fallon
Hogan), görümcesi (Susi Haneke) ve Robert (Robert LuPont) vardı. Onlara
seslenen Betsy’ydi. Ann, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu onlara. George
için de yalan söylemek zorunda kalıyordu. Ailesinin hayatı vardı ortada. Betsy,
akşamki ızgara için davet ediyor Farber ailesini. Robert’ın oğlu da gelmiş.
Paul, Betsy’ye evlerinin nerede olduğunu soruyor. Yarımadanın oradaydı. Kırmızı
rıhtımlı yerdeydi. Yeni hedef de belirlenmiş mi oluyordu? Ann söyleyemiyor, ama
onlar tekneyle giderken gece uğrayabileceklerini söylüyor umutla. Gelmezlerse,
belki merak ederler diye. Susanne “Susi” Haneke, büyük ustanın eşiydi.
Ann ve Georgie, dizi yaralı
George’la salona giriyorlar. Akşam oluyordu. Birazdan gece çökecekti. Haneke
usta, salondaki bu anlarda daha hareketli kurgu kullanmıştı usta. Kesmeli ve
yakın çekimler daha yoğundu. Ann, iki saate kadar geleceklerini söylüyordu
tekneyle ziyaret edenlerin. Kanepeye oturuyorlar. Paul, evin neden telefon
hattı olmadığını da soruyor. Ya gelirlerse? Paul için kibar olunca her şey
yoluna giriyordu. “Lütfen” demek önemliydi. Sonra da George’dan özür diliyor.
Ama tokat atmak da uygun bir davranış değildi. George’la tokalaşmak istiyorlar.
Ann, George’a ilaç verirken, Paul birden hiddetleniveriyordu. Şiddet artmaya mı
başlayacaktı? Anne-babasını korumaya çabalayan Georgie’yi sakinleştiriyordu
Paul. Ama nazik olmak da Paul’ü strese sokuyordu. İkisi de ailenin karşısında
oturuyordu şimdi. Ne olacaktı? Paul, ilişkilerine medenice devam
edebileceklerini düşünmüş. George, “Bunu neden yapıyorsunuz” diye soruyor
Paul’e. Paul Peter’a “Tubby bunu neden yapıyoruz” diyor. “Tubby”, İngilizcede
“tıknaz” anlamına geliyordu. Peter bilmiyordu. Paul de George’a “Kaptan”
diyordu sürekli. Paul, sonra da Peter’a dair bir hikâye anlatmaya başlıyordu.
Peter küçükken, babası annesini başka bir kadın uğruna boşamış. Peter, yalan
olduğunu söylüyordu ağlayarak. Gerçekte annesi boşamış babasını. Ardından Paul,
“Küçük oyuncak ayısının tamamen kendisinin olmasını istiyordu” diyor Peter’a.
Suçlu ve eşcinsel olmasından dolayı mıydı hepsi? Paul, Peter için, beyaz bir
yoksul, diyor. Pis ve muhtaç bir aileden geliyormuş. Kardeşlerinin hepsi de
uyuşturucu kullanıyormuş. Babası da alkolikmiş. Annesini de siz düşünün, diyor.
Peter’ın annesiyle yattığını bile söyleyen Paul’ün, nerede yalan nerede doğru
söylediği zihinleri bulanıklaştırıyordu. Her şey bir oyuna mı dâhildi? Paul sonra
söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını söylüyor George’a. Ama beyaz ve
muhafazakâr bakışıyla, yoksullar toplumun asalaklarıydı ve toplumu
kirletiyorlardı bilinçaltında. Neo-faşist düşüncelerin ortasındaki Paul,
kibirli bakışlarıyla şiddeti çoğaltacaktı. Peter için, sadece bozulmuş küçük
çocuk, diyor. Hayatın boşluğundan bıkmış ve nefret etmiş. Peter, bu sözlere
gülümsüyor. Hoşuna gidiyordu böyle denmesi. Aşağılamadan da uzaktı sanki ona
göre bu sözler. George şimdi mutlu olmuş muydu, yoksa başka bir yorum mu
istiyordu? Her şey bir oyundu. Kelimeler de. Acıkan Peter mutfağa gidiyor
sonra. İkisinin de uyuşturucu bağımlısı olduklarını söylüyor Paul. Zengin
ailelerin tatilde evlerini soyuyorlarmış.
George öfkelenince, “anlamak”
üzerine bahis oyununu başlatıyordu Paul. Bahis oyunu başlıyordu şimdi. On iki
saat sonra üçünün de öleceğini söylüyor Paul. Sonra Ann’e bakan Paul, sabah
dokuza kadar hayatta kalacağı üzerine bahse gireceğini de söylüyor. Paul de,
Ann’in öleceği bahsine giriyormuş. Paul, yakınına gelen kameraya bakarak, “Ne
diyorsun, şansları olabilir mi sence”, diyor. “Onlardan yanasın değil mi, kime
oynuyorsun”, diye seyirciye de sorular yöneltiyordu dördüncü duvarı bir defa
daha yıkarak. Rahat koltuklarında bu anlara dikizleyen gözlerle bakan seyirci,
bu iç ve dış şiddet gösterilerinden nereye kadar haz alacaktı? Paul, “sen”
zamirini kullanarak, toplulukları bireye indiriyordu yabancılaştırarak. Bir
anlamda aralarında samimiyet kuruyordu. Peter, ne tür bahis olduğunu anlayamıyordu
önce. Kazansalar da kaybetseler de ölecekler miydi? Aile her yönden
kaybedecekti. George, bu saçmalığın bitmesini istiyordu, ama karşılarındaki
psikopatların nereye kadar gideceklerini de bilemiyordu. Yeterince korkutmamışlar
mıydı? İstedikleri para mıydı? İstediklerini alıp gitmelerini söylüyor George.
Bahis başlamıştı. Televizyonda dedikleri gibi, “anlaşalım” diyordu Paul. Salonu
abajur ışığı aydınlatıyordu şimdi. Karanlık çökmüştü.
Peter, Ann’den yiyecek bir
şeyler hazırlamasını söylüyor. Paul, Peter için endişeleniyordu yemek
konusunda. Kendisine “Tubby” denmesi de rahatsız ediyordu onu. Paul de, “Tom”
diyor. Peter da “Jerry…” Şimdi “Tom ve Jerry” olmuşlardı. Sonra Peter’in
vücudunu aşağılıyordu. Ann onu çekici bulabilir miydi? Ama Peter’ın hoşuna
gitmeye başlıyor Paul’ün bu aşağılayan kelimeleri. Sonra da aşağılayıcı
kelimelerini Ann’e yöneltiyordu. Sonra Ann mutfağa gidiyor. Georgie’yi
engelliyor Peter. Ona o an, “Kızılderili” lakabını takıyor Paul. Ann geri
dönüyor. Kameranın sol tarafındaydı Ann. Derinlikteyse Paul ve ayakta
Georgie’yle Peter görünüyordu. Paul, Georgie’ye ismini soruyor. “George” diyor.
Babasının ismini taşıyordu. Paul, şimdi de Georgie’yle bir oyun oynayacaktı.
Ann, kelimeleriyle müdahale etse de her şey onların elindeydi. “Çantadaki Kedi”
oyunuymuş bu. Babasını da oyuna dâhil edecekmiş. Yastık kılıfını Georgie’nin
başına geçiriyor birden Paul. Küçük Kızılderili ve annesi tüymek istiyordu,
diyor Paul. Sonra da Peter’a, “Neden gitmek istediğini kesinlikle biliyorsun”
diyor. Paul yağlarından konuşmaya başlayınca Ann gitmek istemiş Peter’a göre.
Ann’in mükemmelliğinde şüphe edenin Peter olduğunu söylüyor Paul. Annesi,
çocuğunun önünde utandığı için bu kedi oyununu oynuyorlarmış. Ahlaki
terbiyelerini de muhafaza etmeleri gerekiyordu. Paul, “Annesinin sarkık
memelerine bakabilir miyiz”, diyor ardından. Georgie’nin çığlıkları duyuluyor
ardından. Paul onun canını yakıyordu. Paul, George’u karısının elbiselerini
çıkartmasını söylemesini istiyor. George sustukça, Georgie’nin daha çok canını
yakıyordu Paul. Çaresizce karısına bakan George, ondan elbiselerini
çıkartmasını istiyordu. Ama Paul bu söyleme üslubundan memnun değildi. Daha
kibarca söylemeliydi. “Elbiselerini çıkart tatlım” demek zorunda kalıyordu
George. Bir babanın ailesini koruyamamanın acısını da yaşıyordu. Ann,
üzerindeki elbiseyi çıkartıyor gözlerinden yaş gelerek. Çırılçıplaktı.
Yönetmen, sadece yakın çekimle Ann’in yüzünü yansıtıyordu bu anda. Paul,
“Yağları yok” diyor. Sonra da Ann’e giyinmesini söylüyor. George’un da
gözlerinden yaşlar iniyordu, karısına bu anları yaşattığı için. Georgie de
korkusundan altına işiyordu. Peter Georgie’yi götürürken, George müdahale
ediyor aniden. Ama yaralıydı o. Salonda boğuşma yaşanırken, Georgie de yukarı
kata kaçıyordu.
Gecenin içinde ev dışarıdan
yansıyordu. Haneke usta, koşut kurgu kullandığı bu anlarda klasik anlatımın
kıyılarında dolaşarak gerilim ve merak duygusunu çoğaltıyordu. Kamera, her
salona döndüğünde insanın aklı Georgie’de kalıyordu. Usta bu anlarda müzik kullanmasa
da hayali gergin piyano tınıları insanın zihninde dolaşıyordu adeta. Georgie,
balkondan aşağı inerken, salonda da Paul, Ann’in el bileklerini ve ayaklarını
bantla bağlıyordu. Ann iç çamaşırlıydı. Peter da Ann’in vücuduna bakarak cinsel
haz yaşıyordu sanki. Ardından Paul yukarı kata çıkarken, Georgie de dış
kapıdaydı. Öbür tarafa geçmeyi başaramayan Georgie karanlık bahçenin içinde
başka çıkış ararken, salonda da Peter, yerdeki George’u koltuğa oturtuyordu.
Peter üniversite seçme sınavına girip işletme okuyacakmış. Dışarı çıkmayı
başaran Georgie, bir evin dış kapısına geliyordu. Işıkları yanmıyordu. Bahçede
eve koşarken, bahçenin ışıkları birden yanıyor. Peşindeki Paul’ü de görüyor
Georgie. Salonda da Peter, George’un bacağı için üzgün olduğunu söylüyordu.
Paul’e neden tokat atmıştı? Peter da yumurta isterken onuru kırılmış. Bütün bu
yaşananlar bir kutu yumurta için miydi? Peter öyle diyordu. Yumurtaları almak
için mutfağa gittiğinde, George da Ann’in arkadan bağlanmış bantları çıkartmaya
çabalıyordu. Zaman kısaydı ve Peter elinde yumurta kutusuyla gecikmeden salona
geliyor. Elbette bu yaptıkları iyi bir şey değildi. “Anlamıyorum, ne
düşünüyorsunuz”, diyor Peter. Sonra Ann’i kanepeye oturturken yine yumurtaları
yere düşürüyordu. Peter Paul’e karşı itaatkârdı. Hemen halıyı temizlemeye
başlıyor. Ann de kendilerini bırakmasını istiyordu Peter’dan. Peter gençti ve
önünde çok şey vardı. Georgie, eve girdiğinde ıslak ayakkabılarının iz
bıraktığını fark ediyordu. Paul de evdeydi. Ayakkabılarını ve pantolonunu
çıkartırken, Paul’ün sesini de duyuyordu Georgie. İçeride saklanırken bir tüfek
görüyor Georgie. Banyoda da kanlar içinde bir ceset vardı. Paul’ün sesi
yaklaşırken, dehşet içindeki Georgie tüfeği alıyor. Paul, salonda müzik çalara
CD yerleştiriyordu. “Bonehead&Hellraiser” müziği duyulurdu. Yukarı çıkan
Paul, elinde tüfeği olan Georgie’yle karşılaşıyor. Çocuğa, “Horozu kaldır”
diyor. Tüfeğin horozunu kaldırmadan ateş edilemezdi. Sonra da Georgie’ye doğru
yürümeye başlıyordu Paul. Tüfekte fişek var mıydı?
Salonda televizyon açıktı.
Peter, can sıkıntısıyla uzaktan kumandayla kanallar arasında geziniyordu.
Ekrandan haberler, eğlence programları, felaket görüntüleri akıyordu. Ardından
holden bir ses duyuluyor. Paul, Georgie’yi eve getirmişti. Annesine sarılan
Georgie, “Jenny’yi öldürmüşler” diyordu. Elinde tüfekle salona gelen Paul,
“Asayiş berkemal mi”, diyor. Georgie’nin bu tüfekle kendisini öldürmeye
çalıştığını da söylüyor Paul. Bu tüfek George’a tanıdık gelmiş miydi? Tüfeği
Peter’daydı. Saat gece on biri geçiyordu. Cebinden bir fişek çıkartan Paul,
“Bir tanesi Beavis’e” diyerek, fişeği Peter’a veriyor. Diğer fişekse
“Butt-Head”eydi. “Beavis and Butt-Head”, MTV müzik kanalında 1993-2011 yılları
arasında yayınlanmış bir animasyondu. Bu çizgi dizide güvensiz, ahlaki ve
empati yoksunu iki suçlu gencin maceraları anlatılıyordu. Paul sonra üçü
arasında tekerlemeli oyun oynuyor ve eli Ann üzerinde duruyordu. Paul yiyecek
için mutfağa gidiyor sonra. Kamera da onun yanındaydı. Ardından tüfek sesi
duyuluyor. Ama Paul, hiç tepki vermeden sakince sandviçini hazırlıyordu.
Ardından, ekranına kanlar fışkırmış televizyon ekranı yansıyor. Ekranda araba
yarışı vardı. Paul’ün “Sen salaksın Tubby” diyen sesi duyuluyor. Saydığını
değil, kalanını öldürüyordu Peter. Kaçmaya çalışıyormuş ve tetiği de mutlu
etmek için bir sebep yoktu. Gece on ikiye geliyordu. Paul, gidelim diyor
Peter’a. Kamera, bu anda sadece kanlı ekranı yansıtıyordu.
Kamera açı değiştirip genele
geçinde ekrana sırtı dönük Ann ve televizyonun yanında kanlar içinde ölü
Georgie yansıyordu. Ann ayağa kalkıp sekerek televizyonun yanına giderek
dizlerinin üzerine çöküp televizyonu kapatıyordu. Ardından da kocasına sesleniyor.
Gitmişlerdi. Televizyon sehpasıyla da elleri arkadan bağlı Ann, bandı kesmeye
çabalıyordu. Başaramayan Ann, ayağa kalkmakta da zorlanıyordu. Ayak bilekleri
de bantla bağlanmıştı. Ayağa kalkmayı başaran Ann, sekerek mutfağa gidiyordu.
Kamera, sola çevrinme yaparak Ann’i izlerken, yerde yatan George da görüntüye
giriyordu. O da kalkmaya çabalıyordu. Ardından Ann, bantlardan kurtulmuş salona
döndüğünde George’a sarılıyor. İkisi de ağlıyordu şimdi. Kocasına nefes
almasını da söylüyordu Ann. Onu ayağa kaldırmayı da başarıyor sonra Ann.
Öncesinde mutluluk yuvası olan, ama oğullarını kaybettikleri bu cehennemden
kurtulabilecekler miydi? Haneke usta bu sekansı tek plan-çekimle yansıtmıştı.
Ardından kamera, evi dikizleyen
bakışla izliyordu. Gecenin derinlikleriydi. Eve dönen kamera holde onları daha
da çaresizlik içinde buluyordu. Haneke usta bu anlarda kesmeli çekimlerle
kameranın açılarını değiştiriyordu sürekli. Holde sorun vardı, çünkü kapı
kilitliydi. Dizi sakatlanmış George pencereden nasıl çıkabilecekti? George
karısına tek başına gitmesini söylüyor. Evin kapısı kilitliyse, bahçe kapısı da
kilitliydi. Bahçe de çitlerle çevriliydi. Buradan çıkış kolay değildi. George
kerpeten almasını söylüyor Ann’e. Çantadaki elbiselerini çıkartıp giyinen Ann,
mutfağa gittiğinde çantasındaki telefonu alıyor. Çalışıyordu. George da mutfak
kapısına geliyordu. Holdeydi. Sinyal olmasına rağmen çekmiyordu telefon.
George’un telefonu arabadaydı. Ann, telefonu kurutmaya çalışıyordu umutla.
Çalışmıyordu. George sandalyeye oturuyor. Belki saç kurutma makinesi
kurutabilirdi. Saç kurutma makinesini getiren Ann, salonun kapısını kapatırken
kusuyordu birden. İçeride oğullarının kanlı cesedi vardı. Mutfağa giren Ann, George’un
bakışıyla yansıtıyordu. Ann, telefonu saç kurutma makinesinin ısısıyla
kurutmaya çabalarken, George’un gözlerinde umutsuzluk da fark ediliyordu.
Telefon yine çalışmıyordu. Ann, sandalyesiyle beraber George’u mutfağa doğru
çekiyor ardından. Kendisi dışarıda yardım ararken, belki George telefonu
kurutabilirdi. Zaman da kaybediyorlardı. Ann, mutfağın penceresinden çıkarken
George, “Lütfen beni affet” diyor karısına. Ann, şefkatle kocasının
dudaklarından öpüyordu ardından. George, kederliydi. Ailesini koruyamamıştı.
Kamera, dışarıdan evi yansıtıyor
ardından. Yönetmen, Ann ve George’u koşut kurguyla yansıtmış bu anlarda.
Çitleri kerpetenle kesen Ann, dışarı çıkmayı başarıyordu. George da mutfakta
telefonu kurutmaya çabalıyordu geride. Bir evin dış kapısına gelen Ann, bağırsa
da sesini duyuramıyordu. Evin ışıkları yanmıyordu. George sinyal gelen telefonla
“911”i arıyor, ama karşı tarafa sesini duyuramıyordu. Hole çıkan kamera,
mutfaktaki George’un tüm çıkışsızlığını etkileyici bir görsellikle veriyordu.
Ann de gecenin karanlığında yolda yansıyor sonra. Kameraya doğru yürüyen Ann,
karşıdan gelen bir araba görünce saklanıyor birden. Gelen araba yabancıların
olduğunu anladığında geç kalıyordu Ann. Yine yürümeye başlıyordu. Ardından yine
bir arabanın farları fark ediliyordu. Bu defa saklanmıyordu Ann.
Ardından kamera salona dönüyor.
George, ölmüş oğlunun üzerini çarşafla örtüyordu. Bir ses duyuyor. Golf topu
holde yuvarlanıyordu. George’un gözleri topa takılıyor. Bu tam anlamıyla
çöküntüydü. Paul’ün, “Birinci oyuncu, ikinci aşama” diyen sesi duyuluyordu.
Geri dönmüşlerdi. Holde önce Paul görünüyor. Yerdeki topu alıp George’a doğru
fırlatan Paul, yeni oyunlar oynayacaktı. Ardından Peter’la ağzı ve elleri bağlı
Ann görünüyor. Paul, telefonu alıyor ve tuşlara basıyor. Bataryası yetersizdi.
Kamera, kanepede yan yana oturan George ve Ann’i gösterirken, Paul de Ann’in
yaşının “35” olduğunu söylüyordu. Bu anda Paul ve Peter konuşurken, kamera da
sadece George ve Ann’i yansıyordu. “Arabada şarj aletin olması iyi bir şey”
diyordu Paul. Sonra sayı saymaya başlıyor. Eğer Ann bu yaştaysa, önce ondan
başlanacaktı. Peter’a böyle diyordu. Yeni bir şey düşünmenin de vakti gelmişti.
Ann bunu öğlen denemiş. Paul, Peter’a yine “Beavis” diyor. Peter da saymaya
başlıyordu. Rüzgâr istediği yerden estiği için gemicilik bu yüzden eğlenceliydi
Paul’e göre. Yeni oyun başlamıştı. Ardından Peter’ın tüfek tutan ellerini
gösteriyor kamera. Saydığı kişiyi değil, kalan kişiyi vuracaktı. Paul de,
tüfeğe fişeği yerleştiriyordu. Ardından kamera sehpanın üzerindeki bıçağı
gösteriyor. Bıçağı alan Paul, “Sanırım bu fikir kadına ait” diyor. Bıçak işleri
daha ilginç hale getirecekti ona göre. Paul, Ann’in bağını keserken, sessiz acı
çekildiği zaman sıkıcı olduğunu söylüyordu. Dinleyiciler (seyirciler) eğlenmek
isterlerdi. Bağlarından kurtuluyordu Ann. Yeni oyunun ismi de “Seven Eş” idi.
Diğer ismiyse, silahla ya da bıçaklaydı. Birinin canını almak bazen eğlenceli
olabilirdi. Böyle diyordu gülerek Paul. Eğer Ann oynamazsa ağzını yine
bağlayacaktı. Bu yeni oyunun kurallarında sıradaki George olacaktı. George,
cevap vermemesini söylüyor karısına. Kameraya dönen Paul, “Sence yeter mi”,
diyor bu filmi izleyenlere. Seyirci, etkili bir son isterdi. Hatta hikâyenin
akla uygun gelişmesini de. Bahis devam ediyordu. Ann karar verecekti George’un
hangi aletle öldürüleceğine. Kamera yakın çekimle Ann’i gösterirken, George’un
çığlığı duyuluyordu. Ann, oyunu onlarla oynarsa her şeyin düzeleceğini söylüyor
Paul. Ne yapması gerekiyordu Ann’in? Paul ondan dua etmesini istiyor. Hata
etmeden duayı okursa Tanrı Ann’den yana olacakmış. Sırada ne olacağını da
seçmeliydi. Ama Ann dua bilmiyordu. Bir insan nasıl dua bilmezdi? Paul,
“Neredeyiz biz”, diyor şaşırmış gibi. Peter’a “Tubby bir tane söyle” deyince
Peter kızıyordu Paul’e. Kendini aşağılanmış gibi mi hissediyordu “Tubby”
denince? Sonra bir dua söylüyor Peter: Tanrım seni her şeyimle seviyorum. Gece
boyunca beni koru… Paul duayı kısa buluyor. Ama Peter başka dua bilmiyordu.
Paul, Ann’den duayı tekrarlamasını istiyor ardından. Ann fısıltıyla söyleyince
memnun kalmıyordu bundan. Tanrı’dan bir şey isteyince kuralına göre okunmalıydı
dua. Önce diz çökmesi gerekiyordu. Paul, Ann’in dua etmesinden şimdi memnundu.
Sıra olimpiyat madalyası için duaya gelmişti. Duayı kusursuz okursa, önce kimin
nasıl öleceğine karar verebilecekti Ann! Tüfekle mi, bıçakla mıydı? Ann,
sehpanın üzerinde duran tüfeği alıyor ve Peter’e ateş ediyor birden. Kanlar
içinde duvara doğru uçuyor Peter. Hayali öldürme gerçekleşmişti. Ann ve seyirci
için yanılsamaydı bu an. Ardından gülen Paul, tüfeği alıp dipçikle vuruyordu
Ann’e. Şimdi ne yapacaktı? Hesapta olmayan bir şey mi yaşanmıştı bu oyunda?
Sonra Paul uzaktan kumandayı alıyor ve görüntü geriye sarmaya başlıyordu. Görüntünün
başa sarılması daha da derin bir yabancılaşmaydı seyirci için. Videokaset gibi geriye sarma anında görüntüler de donuyordu. Sinemada bu efekte donmuş kare deniliyordu. Sonra yine oyuna
dönülüyordu. Ann birden sehpanın üzerindeki tüfeği almaya çalışıyor, ama Paul
daha hızlıydı. Ann kuralları çiğnemişti. Ardından Paul tüfekle yerde yatan
George’a ateş ediyordu.
Paul, Peter ve Ann sabah olunca üçü
de sarı renkte yağmurlukla tekneye doğru yürürlerken yansıyorlar iskelede.
Gökyüzünü gri bulutlar kuşatmıştı. Ann’in elleri önden bağlıydı. Ağzı da
bantlıydı. Peter sonra Ann’in ayaklarını da bağlıyordu iple. Sonra suya
açılıyorlar. Peter, birbiriyle bağıntılı veya bağıntısız cümleler kurmaya
başlıyordu. “Her şeyin aynada görüntüsü vardır” diyor. Paniğe kapılmaktan
kaçınmak için bu tahminler yalan söyler, diyordu Peter. Şu anda Kelvin ne
olacağını biliyormuş, deyiveriyor birden. Kelvin kimdi? Karısını ve kızını
zamanında uyarmak istiyormuş Kelvin. Sorun, anti-materyal âleme nasıl
kaçılacağı değildi, iki âlem arasında nasıl iletişim kurulacağıydı! Ardından
Ann’in bıçakla ipi kesmeye çabalayışını görüyorlardı. Onlara göre bu olimpiyat
ruhuydu. Yüzmeyi bilmeyen Peter bıçağı suya atıyor. Sonra da Ann’i aralarına
alıyorlar. Peter yine anlatmaya başlıyor kaldığı yerden iki âlemin iletişimi
üzerine. “Kara bir deliğe girmiş gibi oluyorsun” diyordu. Peter için yerçekimi
harikaydı ki, hiçbir şey ondan kaçamıyordu. Peter için bu da iletişim olmadığı
anlamına geliyordu. Paul, “Ama Kelvin” deyince saati soruyor Paul. Sekizi
geçiyordu. Paul, Ann’i yüzünden öpüp suya yuvarlıyordu. Paul erken mi onu
öldürmüştü. Dokuza daha vardı. Paul acıkmaya başlamıştı. Teknenin yönü
değiştikten sonra Peter, “Yerçekimi kuvvetini atlatırsa, kâinat gerçek
diğeriyse hayal âlemi anlamına geliyor” diyor. Peter tam anlamıyla bilmese de
uzaya fırlatılan bir örnek gibi, diyor Paul’e. Ardından Paul, gerçek kahramanının
nerede olduğunu soruyor Peter’a. Gerçek hayatta mıydı, yoksa hayali miydi?
Ailesi gerçek hayattaymış, kendisi de hayaliydi kahramanının. Paul, “Ama hayali
gerçek, değil mi” diyor. Bu filmlerde de görünüyordu. Paul, “O halde gerçeklik
kadar gerçek” diyor. Çünkü her şey görülebiliyordu. Peter için bu saçmaydı. Ama
ya bu yaşadıkları? Hayali miydi, yoksa gerçek miydi? Sonra tekne iskeleye
yanaşıyor. Peter tekneden inip eve doğru yaklaşıyordu. Burası Betsy’nin eviydi.
Paul, kapıya gelince sesleniyordu. Betsy geliyor. Betsy’ye, kendisini Ann’in
yolladığını söylüyordu Paul. Yumurta alacaktı. İçeri giren Paul, etrafı
gözleriyle tararken kameraya doğru yaklaşıp kameraya bakınca görüntüsü donup
fotoğraflaşıyordu. Dördüncü yine yıkılıyordu. Fonda da
“Bonehead&Hellraiser” müziği duyulmaya başlıyordu. Tüm bunlara tanık
olanların üstüne de bir ağırlık çöküyordu bu an. Çünkü her şey kısırdöngüydü bu
cehennemde.
“Beyaz
Bant…”
Bu filmin hikâyesi, Temmuz 1913’ten Ağustos
1914’e kadar kuzeyde, Saksonya'da Almanya'nın bir Protestan köyünde geçiyor. I.
Dünya Savaşı’na kadardı her şey. Uzun adı “Das Weisse Band-Eine Deutsche
Kindergeschichte-Beyaz Bant-Bir Alman Çocuk Hikâyesi” olan 2009 yapımı
siyah-beyaz “Das Weisse Band-Beyaz Bant”, Protestan bir köy üzerinden Alman
toplumundaki adalet duygularını perdeye yansıtıyor. Şiddet, suç, gizem, ahlak
ve ikiyüzlü durumların peşine düşen büyük usta Michael Haneke, bu filmiyle
2009’da 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiyeé kazanmıştı. Cannes’dan,
“Fransız Ulusal Eğitim Sinema Ödülü”yle beraber “FIBRESCI” ve “Ekümenik Jüri
Ödülü-Özel Mansiyon” da almıştı. Bu film ayrıca 2010 yılında, “En İyi Yabancı
Film” ve “En İyi Görüntü” dallarında da Oscar’a aday olmuştu. Ama sadece “Altın
Küre”de “En İyi Yabancı Film” ödülünü kazanmayı başarmıştı. Les Films du
Losange ve Wega Film’in sunduğu filmin senaryosunu Haneke usta yazmış. Bu
filmde unutulmaz siyah-beyaz fotoğrafları perdeye yansıtansa Christian
Berger’di. Bu film, ülkemizde Nisan 2010’da vizyona çıkmıştı.
Sinemaseverleri, “buz
soğukluğunda” filmleriyle tedirgin eden Haneke usta, “Beyaz Bant” filmiyle de
aynı tedirgin duyguları yaşatıyor. Haneke usta, bu filminde, yaşlı okul
öğretmeninin yaşlı dış sesiyle hikâyesini sunuyordu seyircisine. Gençliğinde
kuzeydeki o köyde koro müziği öğretmeni olan yaşlı ses (Ernst Jacobi), o günü,
o kazayı hatırlıyor sisler çökmeye başlayan zihniyle. Olayları tam olarak
çözümleyemese de I. Dünya Savaşı öncesi bu köyde zihninde kalanları aktarıyor
sesiyle yaşlı öğretmen. Görünürde sessiz ve sakin bu köyün ruhunun içinde neler
dolaşıyordu? Yüzleri gülmeyen çocukların aralarındaki sırlar neydi? Masumiyet,
saflık ve sevgi bu kuzeyli köye uğramamış mıydı hiç? Muhafazakâr ahlakın
sinsiliğini ve ikiyüzlülüğünü yansıtan Haneke ustanın bu filmi, her şeyi yaşlı
sesin zihninde kalanlarla yansıtmaya çabalamış. Gerçekten perdede görünmeyen
bir sis vardı. Kamera, o görünmeyen sisin içinde dolaşarak gizemlerle
kuşatılmış ortak sırları aralamaya çalışıyordu. Yaşlı sesin anlattıkları bitse
bile seyircinin zihni yine de karışıyordu final bölümünde. Bu dingin anlatımlı
filmde görünmeyen sisin içinde bir kaos vardı. Filmdeki köy, Eichwald isminde
hayali bir köy. Usta bu filmini, Brandenburg ve Saksonya eyaletlerinde
çekmesine rağmen, gerçekte olan Eichwald köyünde hiç çekim yapmamış. Gerçekteki
Eichwald köyü, Almanya’nın kuzeydoğusundaki Brandenburg eyaletindeki
Schönborn’a bağlıydı.
Film, gizemin ve sırların
ortasında dolaşırken, Haneke usta az da olsa bir şeyleri hissettirse bile,
suçludan çok suçun köklerine sakin kamerasıyla usulca yaklaşıyor “Saklı”
filminde olduğu gibi. Yarıdan fazlası Protestan olan Almanya’nın melodram yüklü
karanlık dehlizlerinde dolaşan kamerasıyla o ruhun anlamının ne olduğunu
gösteriyordu usta. O ruh hiçbir zaman derin uykuda değildi. Mekânlar da ustanın
anlatımına metafor olarak anlam yüklüyordu bu filminde. Çürümüşlüğü. Elbette en
önemlisi otoriteydi. Baron ve Papazda simgeleşiyordu bunlar. Birçok şey tek
adam Barona aitti. Papazla simgeleşen dinin hayatı kuşatan, disipline ve itaate
sürükleyen kültürü de sosyolojik yönden filmin derinliklerinde anlam
yaratıyordu. Elbette çocuklar. Bu dinsel kültürün disiplini altında itaati
yolun başlarında idrak ederek bu karanlık dehlizlerin melodramında Nazi ruhunda
yeniden doğacaklardı. Nazi köklerinin ilk tohumları, otorite ve dinle toprağa
tohumlarını atıyordu. Özelde bu filmde Nazilere giden yolun bulanık yolları görülüyor.
Genel anlamdaysa, Alman ruhunun karanlıktaki gri melodramına dokunuyordu film.
Bu melodramda, karamsarlık ve ruhsal çöküntü vardı. Sisleri sinsiceydi ve
birdenbire kuşatıcıydı. Bu gri melodram, sinsice bu toplumu sarabilirdi.
Almanya özeldi. Özellikle 20. yüzyıldaki yaşanan birçok trajedinin esas
karakteriydi. Bu gri melodramın sisi hiçbir zaman oradan kalkmamış olabilirdi.
Siyah fon üzerinde beyaz ön
jenerik yazıları yansıdıktan sonra yaşlı öğretmenin dış sesi duyuluyordu. Dış
ses siyahlığın üzerine düşüyordu. Yaşlı öğretmen, “Size anlatmak istediğim
hikâyenin tam olarak doğru olup olmadığını bilmiyorum” diyordu. Hikâyenin bir
kısmı kulaktan dolma bilgilerdi. Ama üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen
birçok soru da cevapsız kalmıştı. Görüntü açıldığında yaşlı öğretmen, köyde
yaşanmış bu garip olaylar, bu ülkede olmuş bazı şeyleri açıklığa da
kavuşturabilirdi, diyordu. Her şey Doktorun geçirdiği kazayla başlamış. Güneşli
bir bahar gününde köyün Doktoru (Rainer Bock), toprak ağası Barondan (Ulrich
Tukur) ödünç aldığı atıyla hızla evine gelirken at, iki ağacın arasına
bağlanmış bir şeye takılıyor ve Doktor da hastanelik oluyordu. Kazayı, Doktorun
kızı Anna “Anni” (Roxane Duran) pencereden görmüş. Anni evden koşarak yerde
yatan babasının yanına geliyordu korkuyla. Acı çeken Doktorun kilometrelerce
uzaktaki hastaneye götürebilmesi için, komşusu o bölgenin idarecisini haberdar
etmiş. Komşuları, kırk yaşındaki köyün ebesiymiş. Dış ses anlatırken, Ebe de
öne doğru yürüyordu. Kamera da sağa doğru kayarak ebeyi izliyordu bu anda. Ebe
(Susanne Lothar)), Doktorun karısının doğum esnasındaki ölümünden beri, onun
için çok değerli ev idarecisi ve resepsiyoncusu olmuş. Doktorun iki çocuğuyla
da ilgilendikten sonra kendi “down sendromlu” oğlu Karli’yi (Eddy Grahl) almak
için okula gitmiş. O an yansıyordu. Klara’yla (Maria Dragus) konuşuyordu Ebe
okulun önünde. Kardeşi Martin’in (Leonard Proxauf) nasıl davranması gerektiğini
unuttuğu için Martin adına endişesini söylüyordu Klara. Sonra küçük oğlu
Karli’nin yanına gidiyordu Ebe. Korodaki Karli’nin yanında müzik öğretmeni de
(Christian Friedel) vardı. Hikâyeyi anlatan yaşlı müzik öğretmenin gençlik zamanlarıydı.
Sonra yaşlı müzik öğretmenin dış sesi yine duyuluyordu. Klara’nın etrafındaki
çocukların, okul sonrası evlerine dağılmak yerine köyün çıkışına doğru
gitmeleri öğretmene hep garip gelmiş. Neden hep köyün dışına gidiyordu
öğrenciler?
Gün sürüyordu. Kamera, evde
merdivenlerde Anni ve küçük kardeşi Rudolf “Rudi” (Miljan Chatelair) yansıyordu
ardından. Çocuk, hayvanların kesilmesini seyretmekten hoşlanıyordu. Anni,
isterse gene hayvanları kesebileceğini söylüyordu mutsuz kardeşine. Onu mutlu
etmek için çaba da gösteriyordu. Anni, yemek hazırlamak için oradan giderken
çocuk, “Ya hiç geri dönmezse”, diyor. Kaza geçiren babası için endişeleniyordu
çocuk. Anni çocuğu teselli etmeye uğraşsa da kendi de ağlıyordu. Anni bir ses
duyuyor. Pencereye doğru giderken, kamera da kayarak onu izliyordu. Bir çocuk
pencereye hafifçe taş atıyordu. Dışarıda öğrenciler vardı. Klara da oradaydı.
Anni’yi yardım etmek istiyorlardı.
Kaza olan yerde araştırma
yapılıyordu geceleyin. Atın ayaklarının takıldığı tel oraya nasıl gelmişti?
Doktorun köprücük kemiği boynuna saplanmış. Konuşamıyormuş. Anni de bir şey
bilmiyormuş teli kimin koyduğunu. Tel ince ve sağlamdı; fark edilemezdi. Atın
ölüsü de hâlâ oradaydı. Ellerinde meşaleler de vardı inceleme yapanların. Sonra
atı çekip götürüyorlar. Bu olanları bir oğlan çocuğu Sigmund “Sigi” (Fion
Mutert) pencereden izliyordu. Hızlı ve gerilimli bir müzik de duyuluyordu bu anda.
Müzik evden geliyordu. Sigi’nin annesi piyano çalan Barones Marie-Louise’in
(Ursina Lardi), özel öğretmen (Michael Krantz) flütüyle eşlik ediyordu.
Sigi’nin özel öğretmeydi o. Müzik duyulurken kamera, öne doğru yürüyen çocuğu izliyordu
salonda. Baronun malikânesiydi burası. Annesi, müzik hoşuna gidiyorsa sayfaları
çevirmesini istiyor oğlundan. Canı sıkılan çocuk, ortalarda boş dolaşınca
Barones telaş yapıyormuş. Barones, dadıyı soruyor öğretmene. Baronesin ikizleri
de vardı.
Ardından kamera, başka bir
mekâna gidiyordu. Bağnaz Papaz babasından (Burghart Klaussner) af dileyen
korkmuş Klara’nın yüzü yansıyordu önce. Ardından Martin de babasından af
diliyordu. Babaları, “Bu akşam, burada kimse yemek yemedi” diyordu çocukları af
dilerken. Sonra kamera çocuk Adolf “Adi” (Levin Henning) yüzünü gösteriyor.
Akşam olup Martin ve Klara geri dönmediklerinde, anneleri köyün her tarafında
onları aramış. Kamera, küçük Gustav “Gusti”yi (Thibault Sérié) gösteriyor.
Anne-babası, onlar yokken yemekten keyif alabilir miydi? Masada Margarete
(Johanna Busse) ve Annchen de (Yuma Amecke) vardı. Babaları, yokluklarının mı,
yoksa dönmelerinin mi daha beter olduğunu, soruyor çocuklarına. Masada anneleri
de vardı. Anneleri Anna (Steffi Kühnert), kederli ve suskundu. Papaz, bu gece
herkesin aç yatacağını söylüyor. Martin ve Klara masada değillerdi. Papaz,
karşılıklı saygı çerçevesinde devam etmek istiyorlarsa, işledikleri suç cezasız
kalmamalıydı. Martin ve Klara’ya, ertesi akşam kardeşlerinin önünde de sopayla
onar kere vuracaktı Papaz. O ana kadar suçlarını etraflıca düşünebilecekti
Martin ve Klara. Masadaki çocuklar anne ve babasının ellerini öpüp yataklarına
gidiyorlar sonra. Martin ve Klara babalarına yaklaştıklarında, babaları
azarlıyor onları. Çünkü disiplinin dışına çıkmışlar ve itaatsizlik yapmışlardı.
Kurallar her şeyden önemliydi. Karısıyla beraber bu gece çok rahat olmayan uyku
çekecekti Papaz. Onlara vurmak zorunda kalacağı sopalar aslında Papaza acı
verecekti karısıyla beraber. Martin ve Klara salondan çıkarken Papaz, onlar
çocukken annelerinin bazen saçlarına, bazen de kollarına bant bağladığını
söylüyor. Bandın beyaz rengi, masumiyeti ve saflığı hatırlatması içindi. O
hatırlatıcılar olmadan iyi huylu çocuklar olduğunu düşünmüş Papaz. Ama şimdi
yanılmış. Yarın, cezaları onları günahlarından arındırdıktan sonra anneleri o
bantları yeniden bağlayacaktı. Yeniden güvenilecek duruma gelinceye kadar o
bantları takacaklardı. Bu, Alman toplumunun derinliklerinden gelen ruhunu
ortaya çıkartıyordu. I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında kurulmuş Weimar
Cumhuriyeti’ni 1930’ların başında yıkarak tüm Almanya’yı kuşatan Nazilerin ilk
yaptığı şeylerden biri de Yahudilerin kollarına Davudî yıldızlı bant takmak
olmuştu.
Gündüz. Ağacı tutan bir el
yansıyor. Tel kaybolmuştu. Ağacın yanında jandarmayla (Christian Klischat)
beraber Anni ve Ebe vardı. Jandarma, telin kimin çıkarttığını soruyor onlara.
Bilmiyorlardı. Anni okuldaydı. Kontrol etmemişti. Ebe de öğlen vakti dönmüş.
Doktorun çocuklarına öğle yemeği yapıyormuş. Doktorun karısı öldükten sonra
onlara yardımcı oluyormuş Ebe. Rudi doğduktan sonra beş yıldır devam ediyormuş
bu. Teli kimin bağladığını da gören olmamıştı. Şimdi de tel ortadan
kaybolmuştu. Bu gizem nasıl çözülecekti? Yanlarına Rudi geliyor. Ebe ve Anni’yi
tarlaya doğru götürürken, yaşlı anlatıcı müzik öğretmenin dış sesi duyulmaya
başlıyordu. Doktorun başına gelen kazanın bir gün sonrası da bu gizeme çözüm
getirmediğini söylüyordu. Sonrasındaysa yine bir trajik kaza olmuş. Jandarma da
Ebe, Anni ve Rudi’nin peşinden gidiyordu. Doktorun kazasını unutturmuş bu
trajedi. Arazi sahibi bir çiftçinin (Branko Samarovski) karısı iş kazasında
ölmüş. Yaşlı öğretmenin sesi duyulurken, çiftçinin evinde karısının cenazesi
defnedilmeden önce temizleniyordu. Haneke usta bu anı, odanın dışından tek
açıyla yansıtıyordu. Bir kolu yaralanmış kadını, Kâhya Georg (Josef
Bierbichler) günlük işleri yapmaktan azat etmiş ve kereste fabrikasında daha
hafif bir işe yollamış. Çiftçi, yatağın başucuna gelip karısının ölü bedenine
bakıyor, ardından da yatağın kenarına oturuyordu. Çiftçi ağlıyordu sadece.
Sonra kamera göl kenarına
gidiyor. Öğretmeni yansırken yaşlı ses, “Aynı gün garip bir durumla karşı
karşıya gelmiştim” diyordu. Elinde balık oltası vardı. Hava güzel ve sıcakmış o
gün. Kendi başına piknik yapmaya gitmiş. Zayıf menüsünü gölde bolca bulunan
denizalası ile zenginleştirmek istemiş. “Denizalası”, alabalıkların atası
olarak biliniyor. Baron balık tutmasına izin vermiş. Bu köydeki birçok şey
Barona aitti. Balığı tuttuktan sonra Martin’i görüyor birden. Ahşaptan köprünün
korkulukları üzerinde yürüyordu Martin. Yanına koşarak giden Öğretmen, ona
kızıyordu. Martin düşüp sakatlanabilirdi. Martin, Tanrı’ya kendisini öldürmesi
için şans vermiş. Tanrı böyle bir şey yapmadığı için de ondan memnunmuş. Tanrı
ölmesini istememiş. Öğretmen, “Kim senin ölmeni istemedi”, diye soruyor
Martin’e. Tanrı’ydı. Öğretmen şaşırıyordu. Tanrı, Martin’in ölmesini neden
isterdi ki? Piyano dersinden sonra rahip babasıyla konuşacaktı Öğretmen.
Martin, babasına söylemesini istemiyordu bu yaşananları.
Ardından kamera, çürümeye
başlamış ahşaptan kereste fabrikasına gidiyor. Çiftçinin karısının öldüğü yere
bakan çiftçi Max (Sebastian Hülk), kadını buraya kimin gönderdiğini soruyordu
yanındaki gence. Bilmiyordu. Gevşek tahtaları toplamaları gerekiyormuş. Kadın
oradan düşmüş. Ustabaşılar, güçsüz hasatçıları buraya yolluyormuş. Sistem böyle
işliyordu. Annesini buraya gönderenin kim olduğunu öğrenmek istiyordu Max.
Ardından kamera köyü
yansıtırken, bisikletli bir genç kadın da görüntüye giriyordu. Yaşlı anlatıcı,
Martin’le garip karşılaşmasının ardından evine dönerken, Eva’yla ilk defa
tanıştığını anlatıyordu. Eva (Leonie Benesch), Baronun ikizlerinin dadısıydı.
Tanışıyorlar. Eva’nın Treglitz’den olduğu söylenmiş. Treglitz’den olunca ne
olacaktı? Öğretmen de bilmiyordu. Onunla konuşmak, tanışmak istiyordu sadece.
Ona, öğretmen olduğunu da söylüyor. Vasendorf’tan bir terzinin oğluymuş. Eva
bunu biliyormuş. Barones söylemiş, komşu köylerden oldukları için. Köyün
içinden geçerken tuttuğu balıkları babasına vermesini rica ediyor Eva’dan.
Nasıl götüreceğini bilemiyordu Eva. Bisikleti soruyor sonra Öğretmen. Buradaki
birçok şey gibi o da malikânenindi. Eva bu ilk izin günü eve döndüğü için de
mutluymuş. Eva giderken ilk defa bisiklete bindiğini de söylüyordu Öğretmene.
Ardından kamera Doktorun evine
gidiyor. Anni ve kardeşi Rudi yemek yiyorlardı masada. Rudi, bugün gördükleri
kadının nesi olduğunu soruyor ablasına. Ölmüştü. Bu soru Rudi’nin aklına neden
gelmişti? Ölü nasıl bir şeydi? Ölü bir insanın nasıl olduğunu anlatıyor Rudi’ye
Anni. Hayatın sona ermesiydi. Rudi, birinin hayatının ne zaman sona ereceğini
de soruyor ablasına. Bir insan çok yaşlandığında veya çok hastalandığında
ölürdü. Peki ya o kadın? Kadın kaza geçirerek ölmüştü. Ya kaza ne demekti?
Ablasını zorluyordu Rudi sorularıyla, ama Anni sakindi. Babaları da kaza
geçirmişti. Herkes ölür müydü? Anni, herkesin ölmek zorunda olduğunu söylüyor
kardeşine. Anni de mi ölecekti? Babası da mı? Ya kendisi? Ama buna uzun zaman
vardı. Ölüme karşı konulamaz mıydı? Ya annesi? Rudi’ye annesinin yolculuğa
gittiğini söylemişler. Annesi de ölmüştü? Gerçeği öğrenen Rudi, hayal
kırıklığının ve öfkenin içine düşüyordu birden.
Gece. Kamera, Papazın evine
gidiyor. Papazın karısı Anna beyaz bantları hazırlıyordu. Yukarı kattaki
Klara’yı çağıran anneleri sonra da Martin’in kaldığı odanın kapısını açıyor.
Onlara bantları verecekti. Sonra salona gidiyorlar ve kapı örtülüyor. Sabit kamera,
genel çekimle salonun kapısını gösteriyordu bir süre. Sabit kamera, salondan
çıkan Martin’i sağa çevrinme (pan) yaparak onu izliyordu odasına giderken.
Martin odaya girdikten sonra hemen çıkıyordu. Kamera yine onu sağa çevrinme
yaparak izliyordu salona giderken. Elinde de beyaz bant vardı. Kamera yine aynı
açıda kalarak salon kapısını yansıtıyordu. İçeride Klara’nın çığlığı
duyuluyordu.
Sonra da Martin’in acılı sesi
geliyordu. Sonra da kamera çiftçinin evine gidiyor. Çiftçinin oğlu Kurti (Aaron
Denkel), yataktaki annesinin ölüsüne yaklaşıyordu usulca. Odada mumlar
yanıyordu sadece. Annesinin yüzündeki küçük tülbendi kaldırıp ölü yüzüne bakıyordu
Karli. Orada karanlıkta oturan ağabeyi Max da vardı.
Ardından Ebe odadan çıkarken
yansıyor. Bir erkek bebek doğmuştu. Burası Kâhyanın eviydi. Kâhyanın oğulları
erkek bebeğin doğumundan mutlu olmamışlardı. Sonra kamera gündüz tarlaya
gidiyor. Max, Barona dava açmak istiyordu. Anneleri için tehlikeli olduğunu
biliyorlardı. Yine de kadını kereste fabrikasına yollamışlardı. Yanındaki yaşlı
babası, hiçbir şeyin ölen annesini geri getirmeyeceğini söylüyor oğluna.
Kamera, öne doğru yürüyen onları, geriye doğru kayarak yansıtıyordu sonra.
Ardından Max, annesini çok sevdiğini söylüyor babasına. Ardından tarla
yansıyor. Çiftçiler tarlada hasat yaparken yansıyordu. Yaşlı öğretmenin sesi
duyuluyordu bu görüntü üzerinde. Bu temmuzda yaşanan bu iki günün sonrasında
köyde hayat normale dönmüştü. Günlük hasat işinin herkesi yorduğunu söylüyordu
yaşlı öğretmen. Çocukların birçoğu da ailelerine yardım için tarlalarda
çalışıyorlardı. Sonra kamera hasat edilen ürünlerin geldiği ambarı dışarıdan
gösterirken yaşlı öğretmenin sesi, “Hasat zamanı, Kâhyadan onun sekreteri olma
önerisini o genç kızı tekrar görme umuduma imkân sağlayacağı için kabul ettim”
diyordu. Aklından çıkmıyordu genç kız ve ona âşık olmuştu. Ama malikâneden de
nadiren çıkıyormuş Eva.
Sonra kamera Ebenin evine
gidiyor. Akşam olmuştu ve Ebe gaz lambasını yakıyordu. Mumlar da yanıyordu.
Yanına oğlu Karli geliyor. Ardından da Rudi. Yaşlı öğretmenin, Doktorun hâlâ
hastanede olduğunu söyleyen dış sesi duyuluyordu. Doktorun iki çocuğu Anni ve
Rudi’yse, Ebe tarafından bakılıyordu. Tüm köylünün katıldığı çiftinin karısının
cenazesinden sonraysa yaşanan iki kaza da unutulmuştu.
Ardından kamera hasat sonu
festivalini yansıtırken yaşlı öğretmenin anlatmayı sürdürüyordu. Yazın
sonundaki hasat festivalinin önce tüm köye neşeyi, sonrasındaysa korkuyu
getirmiş. Baron da görünüyordu festivalde. Barones ve oğlu Sigi de yanındaydı.
Baron, köylülere teşekkür ediyordu. Tanrı’nın nezaketiyle ambarları dolmuş.
Biralarını bolca içebilirlerdi. Bugün aç kalmayacaklardı. Köylüler, Rus
köylüleri mujikler gibiydi. Serflerdi, yani toprak köleleriydiler. Çoluk çocuk
toplanmış köylüler, Baronu dikkatle dinliyorlardı. Kamera, köylüleri
gösterirken “Baronumuz çok yaşa” diyen bir ses duyuluyordu. Köylüler de “Tanrı
ona uzun ömür versin” diye cevap veriyorlardı topluca. Sonra Papaz konuşmaya
başlıyordu Barona sevgilerini ileterek. İncil’deki, “Ahit 145, Ayet 15: Herkes
gözlerini dikmiş umutla sana bakıyor Tanrım” duasını okuyordu Papaz. Onlara
yiyeceklerini zamanında veren Tanrı’ydı. “Tanrı, Oğlu ve Kutsal Ruh adına”
diyerek de duayı bitiriyordu. Köylü de “Âmin” diyordu ardından. Baron,
çatlayıncaya kadar yemelerini istiyordu köylülerden. Şimdi festival zamanıydı.
Ardından kamera lahana tarlasına gidiyor. Kamera, Max’ı arkadan takip ederek
yansıtıyordu. Elinde de orak vardı. Max, orakla lahanaları parçalıyordu
öfkeyle. Barondan, ölen annesinin intikamını alıyordu. Kamera onu arkasından
gösteriyordu. Sonra kamera yeniden festivale döndüğünde, Barones ile Öğretmen
konuşuyorlardı. Barones, öğrencilerle koral müzik sözünü hatırlatıyordu
Öğretmene. Papaz bilirdi. Öğretmen, kiliseye kabul festivali için çalışmalara devam
ettiklerini söylüyordu Baronese. O festival ilkbahardaydı. Şimdiyse
sonbahardaydılar. Sonra kamera, sola çevrinme yaparak Kâhya Georg’u gösteriyor.
Karısı Emma (Gabriela Maria Schmeide) yeni doğmuş oğullarıyla ilgileniyordu.
Eva da Baronun ikiz bebekleriyle Emma’nın yanındaydı. Kâhya, genç kızlar
eğlenirken, başkalarının çocuklarına bakmaktan sıkılmadığını soruyor Eva’ya. O,
çocuklarla olmaktan mutluydu. Eva, on yedi yaşındaydı daha. Baronesin
çocuklarına bakmaktan çok taliplilerine bakmasının zamanı gelmişti Eva’nın
Kâhyaya göre. Ardından kamera tarlaların olduğu yere gidiyor. Kamera, sola
doğru kayarken, çocuklar lahana tarlasına geliyorlardı. Sonra kamera yine
festivale dönüyordu. Haneke usta, bazı anları kısa kısa yansıtarak gerilimi
yükseltiyordu. İnsanı beklenti içine düşürüyordu. Elbette bu Hitchcockyen usulü
bir gerilim değildi. Frieda (Birgil Minichmayr), içki dağıtıyordu masalara.
Oraya gelen bir genç, birisinin Barones’in lahanalarını parçaladığını
söylüyordu. Öğretmen ve Eva da dans yapıyorlardı. Artık birbirlerine
yakındılar. Eva resmi davranıyordu. Öğretmeni yaşlı mı görüyordu? Sonra lahana
tarlası yansıyor. Barones, “Bu iğrenç” diyordu. Bir ses, “Hasat biter, paralar
ödenir, hakkımızı alamazsak lahanalar sizin için doğranır” diyordu. Bu gelenek
bozulmuştu.
Ardından Frieda yansıyor
dışarıda. Hızlı adımlarla eve geliyordu. Papaz çalışırken kapı çalıyor. Gelen
küçük oğlu Gusti’ydi. Babasından bir iyilik istemek için gelmiş. Yaralı bir
yavru serçe bulmuş. Onu bakmak istiyordu iyileşene kadar. Papaz da kuş
iyileşince, aralarında kuracakları bağdan söz ediyor oğluna. Uçup gitmesine
izin verebilecek miydi Gusti? Serçe kafeste yaşayabilirdi. Babası da esaret
altında büyümüş bir serçe, diyor oğluna. Kuşlar özgürlüğe alışmışlardı. Oğlu bu
ağır sorumluluğu kaldırabilir miydi? Bir şeye bakmak ve ilgilenmek zordu. Kuş
için bir de kafes gerekiyordu.
Ardından kamera çiftçinin evine
gidiyor. Çiftçinin tüm çocukları oradaydı. Çiftçi, oğlu Max’a yapıp yapmadığını
soruyordu. Birileri, Max’ın lahanaları biçerken görmüş. Max, yaptığından gurur
duyuyordu. Baba, oğluna bu sözünden sonra tokat atıyor. Oğluna niyetini
soruyor. Annesinin trajedisi yüzündendi. Annesinin ölümünden dolayı onları mı
suçluyordu Max? Babasının bu işi çözebileceğine inanmamış mıydı Max? Kamera
ardından, kucağında bebek Willi (Mika Ahrens) olan Paula (Bianca Mey), yanında
oturan Sophie (Stephanie Amarell) ve Else’yi (Kristina Kneppek) gösteriyordu.
Ağlayan bebeği Frieda alıyor kucağına. Max, yaptıklarının sonucunu biliyor
muydu? Hepsini soktuğu bu durum ne olacaktı? Aileyi bütün sene canlı tutan
Frieda işini kaybederse ne yapacaklardı? Ya yazın bu köyde çalışamazlarsa? Max,
öfkesine mi yenilmişti? Yaptığı bir şey, ailesindeki herkesi etkiliyordu. Sonra
oğluna, “Evlenip iki sene içinde tarlayı idare etmek istiyor musun” diye
soruyor babası. Malikânenin yardımı olmadan herkesin karnını doyurabilecek
miydi Max? Onların sorumlu olduğunu nerden biliyordu? Babası, onların masum
olduğunu mu düşünüyordu? Babası bilmiyordu. Ama aksini de bilmiyordu.
Ardından kamera malikâneye
gidiyor. Kamera, özel Öğretmenin arkasındaydı. Işık düzenlemesi de dışavurumcu
estetik tadı veriyordu. Merdivendeki Baron, “Orada değil de ne demek”, diye
soruyordu Öğretmen Hubert’e. Öğretmen, Sigi’yi öğleden sonra görmüş en son.
Öğretmen, neden burada olduğunu sanıyordu? Tek bir çocuğa bakmak için bu
evdeydi. Kamera, Baronun arkasına geçtiğinde yukarıdaki öğretmenin yüzü de
görünüyor. Sigi’yi en son nere görmüştü öğretmen? Burada görmüştü. Ama sonra
diğer öğrencilerle oynamak için gitmişti. Barones de farkına varamamış Sigi’nin
ortadan kaybolmasında. Lahana tarlası onu çok üzmüş. Baronesin migreni vardı.
Baron öfkeyle gidiyordu oradan.
Baron, gecenin içinde Sigi’yi
arıyordu şimdi. Kâhya’nın çocukları Sigi’yi kısa bir süre görmüşler. Sigi diğer
çocuklarla gitmiş. Sonra yaşlı öğretmenin dış sesi duyuluyordu. Arama,
geceyarısını biraz geçe başlamış. Yorgun ve susuz arayıcılar iki gruba ayrılmış.
Bir grup binaları, diğer grupsa kırsal bölgeyi tarıyormuş. Sabaha karşı siren
sesi bir kez daha çalmış. Arayıcıları merkeze çağırıyormuş. Sigi bulunmuştu.
Sigi, kereste fabrikasında baş aşağı asılı duruyormuş. Pantolonu da aşağı
indirilmiş. Kalçaları, sopa darbeleriyle kanar haldeymiş. Çocuk büyük şok
geçirmiş.
Ertesi sabah kilisede Baron,
ibadet sonrası Papazdan insanlara karşı konuşmak için müsaade istemiş. Baron,
“Polisler bu hafta birçoğunuzu sorguya çekti” diyordu. Hiçbir yararı olmamıştı.
Çocuğunun, lahanalarını parçalayanlar tarafından işkence gördüğünü düşünüyormuş
Baron. Ödeşmek için. Annelerinin kereste fabrikasındaki ölümü kendi suçu
değilmiş. Genç Max Felder’in polislere “parçalama yiğitliği” ile gerekçesi
buymuş. Baron, Felder ailesine her zaman yardım etmiş. Ama insanlar her zaman
minnettar olmuyorlardı. Çiftçi Felder kalkarken, Baron da kaçmayın, diyordu
ona. Çocukları da yanındaydı. Baronun kurtarmaya çalıştığı şey de Felder
ailesinin onuruydu. “Kahraman” Max Felder, böbürlenerek yaptıklarını
nişanlısına anlatmış. O korkaktı ve sonrasında ailesine sığınmış. Böylece
oğluna işkence edecek zamanı yokmuş gibi göstermek istemiş. Babasının da asi
oğlunu korumaktansa dilini kopartması daha iyiymiş. Baron, kilisedeki insanlara
unutmuş olabilecekleri bir gerçeği de hatırlatmak istiyordu. İki ay önce köyün
Doktoru at üzerinde kaza geçirmişti. Hâlâ hastanedeydi. Onu düşürmek için
bahçesine tel gerilmişti. Bu konuda da kimsenin bildiği ve gördüğü bir şey
yoktu. Oğlunu ve Doktoru yaralayanlar burada, diyordu Baron. Bu tarz suçların
cezasız kalmasına izin vermeyecekti. Onlardan, suçlu veya suçluları bulmasına
yardımcı olmasını istiyordu Baron. Gerçekleri bulamazlarsa, toplumun huzuru da
gelmemek üzere gitmiş olacaktı. Sonra köylüler bu konuşmanın ardından
dağılırlarken, yaşlı öğretmenin dış sesi yine duyuluyordu. Toprak sahibinin bu
konuşması, yerlileri çok korkutmuş. Baron, halk arasında sevilmiyordu.
Mevkisinin taşıdığı güç ve köyün yarısının işvereni olarak büyük saygı
görüyormuş. Toplumun huzuru üzerine yaptığı konuşması kaygı vericiydi, diyor
yaşlı öğretmenin sesi. Suç taşıyan eylemlerin sorumlusu olan gizemli kişiyse,
çiftçilerin eski güvensizliklerini su yüzüne çıkartmıştı.
Ardından kamera, sınıfta piyano
çalan Öğretmeni gösteriyordu. Gece olmuştu. Gaz lambasının aydınlattığı yer
gölgelerini öne çıkartan dışavurumcu bir görsellik oluşturuyordu. Yanına Eva
geliyor. Malikâneden kovulmuşlar onu. Sigi’nin öğretmenini de kovmuşlar. Ne
yapacağını bilemeyen Eva ağlıyor birden. Gece tek başına yola çıkmaktan
korkuyordu. Öğretmen, ne olduğunu anlamak da istiyordu. Eva’yı karşısına
oturtan Öğretmen, ne olduğunu anlayabilirdi. Sigi’nin durumu iyi değilmiş. Özel
öğretmenle kendisini suçlamışlar. Onlarla yeterince ilgilenmediklerini
düşünmüşler. Eva’nın görevi sadece ikizlere dadılık yapmaktı. Öğretmenle
danslarına da Barones izin vermişti. Eva’nın yoksul ailesinin kazanacağı paraya
da ihtiyacı vardı. Barones, çocukları şehre veya ailesinin yanına götürmek
istiyormuş. Baron zamanla sakinleşse bile malikânede iş umudu yoktu artık.
Sonra Eva, Sigi’ye kimin böyle bir şey yapacağını soruyor Öğretmen’e. Cevabı
yoktu. Eva bu gece Öğretmenin yanında kalmayı istiyor sonra. Evdekiler işsiz
kalmasını anlayamayacaklardı. Belki de bu yüzden ağlıyordu Eva. Sonra Öğretmen,
dersten sonra onu bırakacağını söylüyor. Eva, Öğretmenin neden böyle bir şey
yapacağını anlamlandıramıyordu. Ardından Öğretmen ona piyano çalıyordu
sakinleşmesi için.
Sabah olmuştu. Çiftçi Felder,
oğlu Karl’la (Kai-Peter Malina) ahırda yansıyordu. Sonra Max da geliyordu
yanlarına. Babası selamını almıyordu oğlunun. Sola doğru kayan kamera, ahırdan
çıktıktan sonra Max, serbest bırakıldığını söylüyordu babasına. Baba tulumbaya
doğru gidince dolly kamera da kesme yapmadan, Max’ın arkasından öne doğru
kaymaya başlıyordu şimdi. Max, yüzünü yıkayan babasından af diliyordu. Baba
öfkeliydi ona karşı. Arazi sahibi ona iş vermeyeceği için mi, onu affedecekti.
Frieda’yı da kovmuş Baron. Kardeşlerinin karnı nasıl doyacaktı? Sonra at
arabası yansıyor. Öğretmen, at arabasıyla Eva’yı köyüne götürüyordu. Yaşlı
öğretmen yine anlatıyordu. Okuldan sonra Sigi’nin durumunu merak etmiş. Eva’nın
tekrar işe alınması için de malikâneye gitmiş. Barones, sabah çocuklarını alıp
malikâneden gitmiş. Kâhya, Eva’yı götürmesi için gönülsüz de olsa at arabasını
vermiş. Onlar köyden çıkarken, başka bir at arabasıyla Doktor da köye
geliyormuş aylar sonra. Şükran Günü’nden sonra oğlu Rudi birden ortadan kaybolmuş.
Bu olay da herkesi üzmüş. Çocuk en son, kasaba yolunda istekli yürürken
görülmüş. Onu görenlere, babasını ziyarete gittiğini söylemiş Rudi. Çocuğu
görenler getirmişler. Doktora bu olay anlatılmış. Bu yüzden hastanede kalış
süresini kısaltmış. Sol kolu askıdaki Doktor, arabadan inip evinden içeri
giriyordu. Anni’ye Rudi’yi soruyor Doktor. Rudi saklanmış mıydı? Holde Doktor
tuvaletin kapısını açmak istiyor, ama kilitliydi. Onu rahatlatan kelimelerle
konuşuyordu Doktor. Sonra Doktor arka bahçeye çıkıp attan düştüğü yere doğru
yürüyor. Anni de yanına geliyor. Ofisi hazırdı. Bayan Wagner hazırlamış ofisi.
Bayan Wagner, Ebeydi. Ebe, onlara iyi bakmış mıydı? Kızına yaşını soruyor.
Anni, on dört yaşındaydı. Giderek annesine benziyordu Anni. Kapıda Rudi de görünüyor
onlar konuşurken.
Kamera, Papazın evine gidiyor
ardından. Papaz, Martin’le beraberdi çalışma odasında. Martin’in sol kolunda da
beyaz bant vardı. Annesiyle beraber onun için endişelenmişler. Martin iyi
uyumuyor muydu? Okulda kendisinin bilmediği birtakım sorunlarımı vardı
Martin’in? Babası neden endişelendiğini de anlatıyor. Birkenbrunn’un
papazlığını da yapıyormuş. Martin’in gösterdiği bulguları gösteren bir çocuğun
annesi kendisini görmeye gelmiş. Çocuk birden bıkkın ruh haline bürünmüş.
Gözlerinin altında halkalar oluşmuş. Depresif ve bezgin duruyormuş.
Anne-babasının gözlerine bakmaktan kaçınıyormuş. Çok geçmeden yalan söylediği
anlaşılmış. Çocuğun iştahı kesilmiş ve uyku düzensizliği olmuş. Hafızası da
gidip gelmeye başlamış. Yüzünde ve vücudunda çıbanlar çıkmaya da başlamış. En
sonunda da ölmüş çocuk. Kutsamak zorunda olduğu vücudu, tıpkı yaşlı insanlar
gibiymiş. Bu üzücü sonuca ne sebep olmuştu? Papaz, Martin’e anlatmasını
söylüyordu. Ölen çocuktaki belirti Martin’de de vardı. Papaz nedenini söylüyor
oğluna. Çocuk, Tanrı’nın kutsal engeller koyduğu bir yerde vücudunun en
kuvvetli sinirlerine zarar veren birini görmüş. Çocuk bu hareketi taklit etmeye
başlamış. Sonrasındaysa bunu yapmadan duramaz hale gelmiş. Sonunda da tüm
sinirlerini yok edip kendi ölümüne sebep olmuştu. Papaz, oğlunu sevdiğini
söylüyor. Martin’in yüzü neden kızarmıştı? Martin’in gözlerinden yaşlar da
geliyordu. O zavallı çocuğun yaptığı şeyi yapıyordu Martin. Ergenlik
dönemindeydi. Cinselliği uyanmıştı.
Ardından kamera Doktorla Ebe’nin
ayakta sevişmesini yansıtıyor. Sevişmeden sonra Ebe Doktora sarılmak istese de
Doktorun kolu acıyordu. Salondaydılar. Ardından masada beraber şarap
içiyorlardı. Ebe, geri dönmesine sevinmişti. Ebe ona, o yokken çocuklarla
ilgilenmenin zor olduğunu da söylüyordu. Rudi, Ebeden hoşlanmıyormuş. Doktor,
Rudi’nin yaşına veriyor. O yaşlar zordu. Sonra Ebe, “Beni özlememişsin” diyor
Doktora. Hissetmiş. Doktor, bir doz kişisel nefretten daha güzeli olmadığını
söylüyor. Ebe anlamıyordu. Sonra da başını Doktorun elinin üzerine koyuyordu
Ebe. Doktor, elini Ebenin başına götürüyordu. Kamera, ağırlıklı olarak ikisini
masanın yakınından yansıtıyordu. Yönetmen, Doktor ve Ebe arasında kesme çekim
de yapıyordu bu anda. Bu klasik anlamdaki “açı-karşı açı” gibi de değildi.
Kar yağıyordu. Kamera, gündüz karlı
sokağı yansıtıyor sonra. Yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Kış o sene erken
gelmişti. Kasım ayının ilk pazar günü olan Reformasyon Günü’ydü. 31 Ekim
1517’de Martin Luther’in başlattığı reform hareketiydi. Protestanlığın
doğuşuydu. Luther, bir Evanjelikti ve de muhafazakâr kanattaydı. 2017’ye kadar Almanya’da
bu bayram resmî tatil değildi. Haneke usta, Reformasyon Günü’nü kasım ayı
olarak değiştirmiş. Kar bir örtü gibi köyü kaplamıştı. Beklenmedik şekilde hâlâ
ailesi dönmemiş Baron, seremoniye katılmamış. Ardından kilisedeki ayin
yansıyordu. Köylüler bu olayı, öfkesinin bir işareti olarak algılamışlar.
Baronun serzenişi (sitemi), birçok ortak şüpheyi ortaya çıkartmış. Çürütülmüş
birçok ihbarlara neden olsa da muhtemel suçluya yönelik hiçbir somut delil
ortaya çıkmamış. Kamera, kilisenin ikinci katında çocuk korosunu gösteriyordu
sonra. Koroda Anni ve Klara da fark ediliyordu. Kilisede, çocuk korosunun
söylediği “Ein feste Burg ist unser Gott” ilahisi duyuluyordu. Bu ilahi, Martin
Luther tarafından çevrilmiş, iç ve dış düşmanlara karşı beraberliği vurgulayan
bir ilahiydi. İlk iki dizesinde şöyle diyordu ilahi: “Ein feste burg ist unser
Gott (Kale bizim Tanrımızdır)/ Ein gute wehr und waffen (İyi bir savunma ve
silahlar)” diyordu.
Sonra Doktor bebeği muayene
ederken yansıyor. Kâhyanın bebeğini muayene ediyordu. Bebek zatürre değildi.
Yine de dikkatli olmalarını istiyordu Doktor. Orada Kâhya ve Emma da vardı.
Doktor ne yapmalarını da söylüyordu onlara. Kâhya ve Doktor merdivenlerden
inerken, Kâhya, pencerenin açık olduğunu söylüyordu. Odanın içi buz gibiymiş.
Biri bebeği mi öldürmek istemişti? Salonda da Kâhyanın çocukları vardı. Kızı
Erna (Janina Fautz), oğulları Georg (Enno Trebs) ve Ferdinand (Theo Trebs)
vardı. Onları da sakinleştiriyordu Doktor, bebeğin durumunun iyi olduğunu
söyleyerek. Kâhya ve Doktor salondan çıktıktan sonra Georg, hayal kırıklığına
uğramış gibi koltuğa oturuyordu. Ferdinand pencereden bakarken “İyi” diyordu.
Ne demekti bu? Haneke usta, bir şüphe uyandırıyordu zihinlerde. Erna, “Babamı
görmeye ne zaman gittin” diye soruyor Ferdinand’a. Erna, Ferdinand’dan mı
şüpheleniyordu?
Gündüz, karların altındaki doğa
yansırken, yaşlı öğretmen anlatıyordu. Aralık ortalarında Eva’dan bir mektup
gelmiş. Babası, yeni yılın ilk günlerinde başlamak için kasabada bir iş bulmuş.
Sığınmak için okula geldiği gün, güneş doğana kadar birbirlerine kısa
hayatlarının hikâyelerini anlatmışlar. O geceden beri onun soluk yüzü, utangaç,
ama açık sözlü kişiliği aklından çıkmıyormuş. Ağaçların arasından Öğretmen
görülüyor uzaktan. Okul ocak ayının ikisine kadar tatildi. Ama Noel’in ertesi
günü, Eva ve ailesini görmek için Treglitz’e doğru yola çıkmış Öğretmen.
Eva’nın ailesinin evindeydi. Öğretmen, Baronesin daha dönmediğini söylüyordu.
Baron da kimseyle konuşmuyormuş. Barones İtalya’ya gitmiş olabilirdi. Kâhya,
kereste fabrikasını yıkacaklarını söylemiş. Onlar konuşurken, Eva’nın resmi
konuşmaktan hoşlanmayan babası (Detlev Buck) geliyordu eve. Oradaki çocuklar
baba geldikten sonra gidiyorlardı. Evde Eva’nın annesi de (Anne-Kathrin
Gummich) vardı. Baba birden, “Bir eşe bakabilecek durumda mısın”, deyiveriyor. Öğretmeni
evde görünce tecrübesiyle anlıyordu baba. Terzilikten de anlıyordu Öğretmen.
Babasının işini devralması daha akıllıca olurdu babaya göre. Sonra Eva’yla
neden bu kadar ilgilendiğini soruyor baba. Ardından da onun babası olacak
yaştasın deyiveriyor açık sözlülükle. Eva daha çocuktu. Öğretmen otuzlu
yaşlarının henüz başındaydı. Ama Eva daha on yedi yaşındaydı. Eva’nın daha
hayat hakkında fikri yoktu. Baba, isteyip istemediğini soruyor kızına. Utangaç
ve mahcup Eva cevap veremiyordu. Annesi, kızının istediğini anlıyordu. Eva
birden salondan dışarı çıkıyor annesiyle beraber. Öğretmen ve baba baş başa
kalıyorlardı salonda. Baba, “Kadınlar. Onları fazla ciddiye alma” diyor
Öğretmene. Eva’nın evden ayrılmasının işine geldiğini söylüyor baba. Besleyecek
çok mide vardı. Bir yandan da her şey çabuk ilerliyordu. Öğretmeni
tanımıyorlardı. Kasaba kuaförü, Eva’yı çırak olarak almayı kabul etmiş. Orada
farklı insanlarla tanışabilecekti. Evlenmeye Eva’nın karar vermesi gerekiyordu.
Bir yıl süre veriyordu baba. Sonra yine konuşuruz, diyor Öğretmene. Babanın
dediği gibi olmazsa bu iş bitecekti. El sıkışıp anlaşıyorlar. Baba giderken,
Eva’yı yanına göndereceğini söylüyor baba vedalaşmaları için. Bir yıl çabuk
geçerdi, ama ya çıkacak dünya savaşı? Baba salondan çıktıktan sonra Öğretmen
düşünceler içinde yalnız kalıyordu bir an. Sonra Eva geliyor. Babası onunla
konuşmuş. Utangaç Eva ona, “Efendim” diyordu hep. Bir yıl Eva için uygun muydu?
Ya Öğretmen için? Eva’nın eli Öğretmen’in eline uzanıyordu sonra. Bir yıl
uzundu.
Kamera, gecenin içinde Martin’in
odasına gidiyor sonra. Pencerenin gölgesi haç gibi duvara yansıyordu. Martin,
“Adi uyanık mısın”, diye sesleniyor ardından. Uyanan kardeşine camdan bakmasını
söylüyordu. Adi, bir yangın görüyor pencereden. Martin, mastürbasyon yapmasın
diye kolları bağlanmış. Yataktan çıkamıyordu. Gusti’yi de uyandırıyordu
gürültüleri. O da pencereden yangına bakıyor yatağından çıkarak. Martin,
kendisini çözmelerini istiyor onlardan. Çözmek zorunda kalıyorlar. Anneleri
geliyor odaya gaz lambasıyla. Yangın çıktığını söylüyorlar. Babaları gitmişti
yangın yerine. Klara, Margaret ve Annchen de oda kapısına geliyorlardı. Arazide
yangın çıkmış. Anneleri, çocuklarına uyumalarını söylüyor. Anne giderken,
Martin’i yine bağlıyorlardı.
Ardından yanan ahşap ahır
yansıyor. Yangını söndürmeye çabalıyorlardı. Kâhya’nın iki oğlu ve kızı
pencereden yangını izlerken yansıyor ardından. Alevin, onların bulunduğu camın
tarafından yansıması görünüyordu.
Gündüz. Karl kapıdan çıkarken
yansıyor. Karl, ahırın kapısını açtığında babasının kendisini astığını görüyor.
Çiftçi Felder intihar etmişti. Bir an babasının ölüsüne bakan Karl, hiç
tepkisiz yüzüyle dışarıda karda oynayan kız kardeşlerine bakıyordu sonra.
Ardından kapıyı örtüyordu. Eve dönüyor. Frieda mutfaktaydı.
Kamera sonra Doktorun
muayenehanesine gidiyor. Gündüzdü. Ebe, Doktoru sevişmeye hazırlamak için çaba
gösteriyordu. Çabası boşunaydı. Ebe artık Doktoru heyecanlandırmıyor muydu?
Ondan da iğreniyormuş. Ebe ona ne yapmıştı? Ebe sadece pasaklı ve çirkindi
Doktorun gözünde. Ruhsuzun biriydi ve nefesi de kokuyordu. Bu kimse için
dünyanın sonu değildi. Doktor bu duruma devam etmek istemiyordu. Ebeyle
sevişirken başka kadınları düşünmeyi denemiş. Güzel kokan birini, genç ve
enerjik olanı, ama hayal gücü bunun üstesinden gelememiş. Sonunda sevişmenin
ardından yine Ebe oluyordu. Ebenin de söyleyecekleri vardı bu nezaketsiz sözler
için. Doktor bu kadar adi olduğu için çok mutsuz olmalıydı. Ebe de çekici
olmadığının farkındaydı. Kötü nefesi ülseri yüzündendi. Bu geçmişte Doktoru
rahatsız etmiyordu. Bu durum her zaman tiksindirmiş Doktoru. Karısı Julie’nin
ölümünden sonra acılarını biriyle dindirmesi gerekiyormuş. O da Ebe idi. Bir
inekle bile beraber olabilirmiş o an. Hayat kadınları da uzaklardaydı. Yaşlansa
da iki ayda bir sevişmek ona yetmiyormuş. Ebeye bir kurban gibi davranmaktan
vazgeçmesini de söylüyor Doktor. Ama Doktor neden şimdi tüm bunları ona
söylüyordu? Hastanede, ne kadar sıkıcı biri olduğunu unutmuş Ebenin. İnsanlar
acılar içindeyken de hassaslaşıyorlardı. Ebenin gururu yok muydu? Ebe, “Senin
yanında ona yer kalmıyor” diyor. Ebe tehdit eder gibi konuşuyor sonra. Ya
aptalca bir şey yaparsa, ne olacaktı? Doktor, onu neden hor görüyordu? Oğlunu
büyütmeye yardım ettiği için miydi? Doktorun kızını parmaklarken de görmüş Ebe.
Öfkelen Doktor, Ebeyi tokatlıyor birden. Kendisini kandırmasında yardım ettiği
için miydi bunlar? Ebenin çok sorusu vardı. Ebeyi kovsa da tüm o pis işleri kim
yapacaktı? Kim çocuklara bakacaktı? O da yorulmuştu. İki engelli çocuğu vardı.
Biri Karli, diğeri de Doktordu.
Gündüz. Kamera uzaktan, üstünde
tabut olan at arabasını yansıtıyordu. Çiftçi Felder’in cenazesi mezarlığa
götürülüyordu. Az sayıda köylüyle Felder’in çocukları arabanın arkasından takip
ediyorlardı. Frieda da vardı. Max da geliyordu sonra arabanın yanına. Karın
kapladığı köy yansırken, yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Yılın son
günlerinde havalar iyi gitmişti. Karlar parlaktı ve bakan gözleri acıtıyordu.
Kamera karlı araziyi gösterirken, hiçbirinin, bu yeni yılın huzur dolu bir
dönemin sonu olduğunu bilmediklerini söylüyordu ses. Önceden görülmeyen radikal
değişikliklerle önemli olayların ortaya çıkacağından şüphelenmemişlerdi.
Sonra kamera Papazın evine
gidiyor. Papaz çocuklarıyla beraber salondaydı ve Klara’nın saçındaki beyaz
bandı çıkartıyordu. Yaşlı öğretmen, köyün huzurunu bozan garip olaylara rağmen,
hepsi bu durumun Tanrı’nın arzusu olduğu ve yaşamaya değer olduğu konusunda
aynı inancı taşıyorlarmış. Papaz, Klara’ya “İsa’nın bedeni ekmek ve şarap oldu”
diyordu. Kabul töreninin hazırlık kısmının kızına, mutluluk ve zenginlik
getirmesini diliyordu Papaz. Sonra da Martin’i banttan kurtarıyordu. Martin,
genç vücudunun cezbediciliğine teslim olmasını engelleyen gece bağlarından da
kurtulacaktı. Çocuklarına kazançlı ve mutlu bir yıl diliyordu Papaz.
Artık bahardı. Yaşlı öğretmenin
sesi duyulurken, Barones atlı arabadan iniyordu. Dönmüştü. Yaşlı öğretmen,
Paskalyadan kısa bir süre önce, Nisan ayının son haftasında Baronesin
çocuklarıyla döndüğünü söylüyordu. Yanında da yeni bir dadı varmış. Eva’nın buraya
dönebileceği gizli umudu da bozulmuş. Yeni Dadı (Sara Schivazappa) İtalyan bir
kadınmış. Sigi, Kâhyanın oğlu Ferdinand’a seslenirken, Kâhya’nın malikânesi
yansıyordu ardından. Dadının ricasıyla Sigi’nin Ferdinand’ın yanına gitmesine
izin veriyordu Barones. Onlar içeri girdikten sonra Baron, yukarı kattan inip
özlediği karısına sesleniyordu. Kamera içeri girmiyordu. Dadı kapıya çıkıp
Sigi’ye İtalyanca sesleniyordu sonra.
Ardından sınıf yansıyordu.
Klara, elma yerken sınıfın kapısındaydı. Papaz ve Öğretmen sınıfa geliyorlar.
Papaz, çocukların yaramazlığını önleyemediği için Klara’nın kulağında tutup
sınıfın arkasına götürüyor. Klara’yı cezalandırıyordu. Teoloji dersi vardı.
Küçük öğrenciler çıkarken, biraz daha büyük öğrenciler sınıfta kalıyordu. Dua
etmeye başlıyorlar sonra Papaz eşliğinde. Kamera, Papazın arkasına geçtiğinde,
yüzü duvara dönük Klara görünüyordu derinlikte. Sınıfta Anni de vardı. Papaz,
“Göklerdeki Babamız, adın kutsal kılınsın” diyordu. Tanrı’nın egemenliği, gökte
olduğu gibi gelsin, diyor Papaz. Yeryüzü de Tanrı’nın istediği gibi olmalıydı.
Papazın, “Bize gündelik ekmeğimizi ver, bize karşı suç işleyenleri
bağışladığımız gibi, sen de bizim suçlarımızı bağışla” diye devam ediyordu.
Duadan sonra, bugünün kendisi için üzüncü gün olduğunu söylüyor Papaz. Sonra da
birkaç hafta içinde onların kabulünü kutlamak istediklerini söylüyor. Aylardır
onlara Tanrı’nın buyruklarını öğretmeye çalışmış. Sorumlu birey oluşturmaya
çalışmış. Bugün karşılaştığı neydi? Sadece bağıran maymunlarla karşılaşmış.
Kendisi için kötü olansa öz kızının bu acınası durumda başrolü oynamasıydı.
Kızının saçına taktığı beyaz banttan söz ediyor ardından. Beyaz, masumiyetin
rengiydi. O bandın Klara’nın günahlardan uzak durmasında, bencillikten,
kıskançlıktan, ahlaksızlık, yalan ve tembellikten kurtarması gerekiyordu. Yılın
ilk günlerinde yeterli olgunluğa eriştiğini ve o banda gerek duymadığını
düşünmüş. Bu toplumun ruhani lideriydi o. Klara birdenbire yere yığılıyordu
babası konuşurken.
Gece Doktorun evinde Rudi
merdivenlerden inerken yansıyordu sonra. Ablası Anni’ye sesleniyordu.
Dışavurumcu ışık düzenlemesiyle mekân kasvetliydi. Işığı yanan salona gidiyordu
Rudi. Salona gittiğinde kamera dışarıda kalıyordu bir süre. Salondan çıkan Rudi,
Anni’yi bulamayınca merdivendeyken bir ses duyuyordu. Sonra sesin geldiği
tarafa gidiyordu. Babasının muayenehanesinin kapısını açtığında, babasıyla
ablasını uygunsuz vaziyette görüyordu. Doktor, kızına cinsel taciz yapıyordu.
Rudi uyuyamıyordu. Uyandığında Anni’yi göremeyince aramaya çıkmış. Rudi’ye,
“Babam kulaklarımı deliyordu” diyordu Anni. “Gül Paskalyası” için annesinin
küpelerini takacakmış. “Stieg Ostern” denilen “Rose Easter”, yani “Gül
Paskalyası”, Almanya’da her yıl Nisan ayı içindeki bir pazar günü “Paskalya
Pazarı” (Ostersonntag) ismiyle kutlanıyordu. Bazı yıllar mart ayı içine de denk
geliyordu bu kutlama. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra dirilişinin
kutlanmasıydı bu.
Sonra kamera, Papazın evine
gidiyordu. Klara’nın üzerinde geceliği vardı. Klara, babasının çalışma odasına
gelerek masasında makası alıp kafesteki kuşa yönelirken, yaşlı öğretmenin sesi
duyuluyordu. Klara’yı zayıflatıp ateşini yükselten ve herkesi korkutan bayılma
olayından birkaç gün sonra at arabasını yeniden ödünç alabilmek için Paskalya
öncesi Kâhyayı görmeye gitmiş. Öğretmen Kâhya’nın malikânesindeydi. Evlenme
teklifi ettiği Eva, her hafta mektup yazıyordu. Eva şehirde bunalmış mıydı? Onu
görmeye gelmesini mi istiyordu? Papazla da kabul seremonisini de halletmesi
gerekiyormuş Öğretmenin. Cumartesi gidip pazar günü dönmek istiyordu. Kâhya,
kereste fabrikasına gitmiş. Öğretmen, salonda pencereden dışarı bakıyordu.
Sonra ses duyuyor. Erna bebekle ilgileniyordu odada. Öğretmen içeriye giriyor
sonra. Beşiğindeki bebeğe bakarken Erna’ya, “Onu seviyor musun”, diyor
Öğretmen. Çok seviyordu Erna. Sonra Öğretmen Erna’ya, “Söylendiğine göre bebek
geçen kış hastalanmıştı” diyor. Erna da “Tanrı’ya şükür doktor bebeği
iyileştirdi” diyor. Öğretmen odadan çıkarken Erna, hayallerin gerçek olabilir
mi, diye soruyor Öğretmene. Durumlara bağlıydı. Ama hangi durumlara? Çok
çalışırsa sınıfta birinci olabilirdi. Ama Erna bunu demek istememişti. Eğer
rüyasında bir şey görürse, bu gerçek olur muydu? Erna rüyasında ne görmüştü?
Rüyasında Karli’yi görmüş. Onun başına kötü bir şey geleceğinden korkuyordu
Erna. Bilmiyordu, ama Sigi’nin başına gelen bir şey gibiydi. Erna, Karli’nin
çok tatlı ve kimseye zararı olamayan bir çocuk olarak görüyordu. Öğretmen bunun
rüya olduğunu söylüyordu ağlayan Erna’ya. Rüyalar gerçek olmaz da diyordu
Öğretmen. Ama bazen Erna’nın rüyaları gerçek oluyormuş. Geçen kış bebek Gustl
hastalanmadan önce, kardeşinin onun penceresini açtığını ve bu yüzden Gustl’un
öldüğünü görmüş. Sonrasındaysa onun penceresi açıktı ve hastalanmıştı.
Ardından kamera Papazın evine
gidiyor. Çalışma odasına gelen Papaz, masasının üzerinde ölü kuşu görüyordu.
Makas da oradaydı.
Sonra at arabasıyla Öğretmen ve
Eva yansıyor genel çekimle. Yaşlı öğretmen yine anlatıyordu. Kendisiyle
görünmekten kaçındığı için, Eva’yla tren istasyonunda buluşacaklarmış. Eva,
davranışları hakkında ailesine bilgi veren kuzinleriyle beraber yaşıyormuş.
Tarlaların kenarından gidiyorlardı. Eva zayıflamıştı, ama daha hoş olmuştu.
Utangaçlığı ve çocuksuluğu ile bir kez daha büyülenmişti Öğretmen. Eva, bütün
gün saç süpürüyordu. İkizler daha iyi olmasına rağmen şikâyetçi değildi.
Öğretmen onun kendisine ilgisini bile sınıyordu. Elbette Öğretmen’i özlüyordu
Eva. Sonra başını Öğretmen’in omzuna koyuyordu Eva. Yeni dadıdan da haberi
vardı. Hep İtalyanca konuşuyormuş. Öğretmen onu, ormanın içindeki göle
götürüyordu piknik yapmak için. Eva birden tedirgin olup oraya gitmek
istemiyordu. Öğretmen’in kendisiyle sevişmek istediğini mi düşünmüştü? Yoksa
başka bir şey miydi? Göle götürmediği için teşekkür de ediyordu Eva. Ardından
dudaklarını Öğretmen’in dudaklarına uzatıyordu Eva. İlk öpücüktü bu.
Sonra kilise yansıyor. “Kabul
Günü”nde, sınıfta dua ettiği öğrencileri kutsuyordu Papaz. Şarap ve ekmek
sunuyordu. Şarap, Yeni Ahit’in kanıydı. Şaraptan bir yudum alan çocuğa, onun
günahlarının affedilmesi için akıtıldığını söylüyordu Papaz. Sonra sıra Anni’ye
geliyordu. Papaz, Klara’nın önüne geldiğinde bir an duruyordu. Ondan
şüpheleniyordu. Ama bir yudum içirtiyordu şaraptan. Sonra sıra Georg’a
geliyordu ardından.
Gece, ellerde meşalelerle
ormanda aramaya çıkmış insanlar yansıyordu sonra. Karli’yi ağaca bağlı
buluyorlar. Annesi de oradaydı. Karli’nin yüzü kanlar içindeydi. İşkence
yapılmıştı. Karli’nin üzerinde bir de not vardı. Notta, “Çünkü ben Tanrı Rab,
kıskanç bir Tanrıyım” diyordu. “Kendinden nefret edenin babasının işlediği
suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaktan sorarım” diye devam
ediyordu nottaki yazılar.
Gündüz. Georg yansırken, yaşlı
öğretmenin sesi duyuluyordu. Engelli bir çocuğa yapılan bu iğrençlikten sonra
Baron bölge polisine başvurma düşüncesini kabullenmiş. Birkaç gün sonra da iki
sivil kıyafetli polis gelmiş. Suç mahallerini incelemişler ve insanları
sorgulamışlar. Sonra sınıf yansıyor. Polis dedektifi (Michael Schenk) sıranın
üzerinde otururken, daha genç olan polis dedektifi (Hanus Polak, Jr), Erna’nın
karşısındaydı. Öğretmen de sınıftaydı. Yaşlı öğretmen, Karli’nin gördüğü
işkenceyi öğrendikten sonra Erna’nın kendisine anlattıkları aklına gelmemiş.
Hatırladığındaysa bunu polis dedektiflerine anlatmaya da çekinmiş. Böyle bir
tesadüf Kâhyanın ailesinin itibarını ve içsel huzurunu bozabilirdi. Karli,
gördüğü işkencelerle görme yetisini kaybedebileceğini öğrendiğinde, Erna’nın
rüyasını dedektiflere anlatmasını sağlamış Öğretmen. Dedektiflere, bunu
rüyasında gördüğünü söylüyordu Erna. Sonra diğer dedektif karşısına oturuyor
gerçeği söylemesi için. Çocuğa işkence planlarını ona kim anlatmıştı? Sonra Öğretmen,
Erna’nın daha önce de gerçekleşmiş rüyaları olduğunu söylüyordu dedektiflere.
Öğretmen, aile meselesiydi diyordu. Dedektif, Erna’nın falcı olduğunu ve
düşündüklerinden daha şanslı olduklarını söylüyor ironi yüklü kelimeleriyle.
Erna ağlıyordu. Dedektif öfkeliydi. Dedektif, cadılara ve büyücülere
inanmadığını söylüyordu. Erna gibi bir veledin halüsinasyonlarına da hiç
inanmıyordu. Erna’nın masum olduğunu ortaya çıkartana kadar bu işi
bırakmayacaktı dedektif. Dedektif, Erna’yı ailesine götürürken Öğretmen’in de
gelmesini istiyordu. Dedektif kapıyı açınca, kapının önünde çocukları görüyor.
Neden kulak misafiri oluyorlardı? Klara, Öğretmen’in ziyaretçileri olduğunu
gördüklerini söylüyordu gülerek. Karli’nin durumunu merak etmişlerdi.
Sonra yataktaki Karli
yansıyordu. Doktor, Karli’nin gözlerini sargı beziyle bağlıyordu. Karli’nin
canı yanıyordu. Karli, Doktorun elini tutuyor birden. Babası gibi mi
hissetmişti? Ebe de oradaydı. Ardından orman yansıyor. Ferdinand, Georg ve Sigi
ormandaydılar. Düdük yapıyorlardı. Sigi, ağaç dalından yapılmış düdüğü
çalıyordu. Georg ve Ferdinand’ın gözleri birden Sigi’ye takılıyordu. Georg,
Sigi’nin düdüğünü alıp, çocuğu göle itiyordu aniden. Ferdinand da suya girip
Sigi’yi çıkartıyordu.
Ardından kamera Papaz’ın evine
gidiyor. Papaz, çalışma masasındaydı. Kapı çalıyor. Gelen Gusti’ydi. Elinde
kafes vardı. Kafesi babasının masasına bırakıyordu Gusti. Öldürülen kuş
“Peepsie”nin yerine getirmiş. Babasını üzgün görüyordu Gusti. İnce ruhlu bir
çocuktu Gusti.
Hemen ardından kamera pencereden
dışarısını yansıtıyor. Kâhya, eve geliyordu. Pencereden bakan Georg’du. Sonra
masasına geçip dersine çalışıyordu Georg. Odaya babası giriyor ve düdüğü
istiyordu Georg’dan. Babasını ona tokat atıyor düdüğü vermesi için. Georg’u
tekmelerken, Emma da dehşet içinde bu ana tanık oluyordu. Kâhya giderken,
karısı da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Şimdi Baronun yanına gitmesi
gerekiyordu. Kapıdan çıkarken düdük sesi duyuluyor üst kattan. Kâhya elinde
demir çubukla yukarı çıkarken, kamera da aşağıda kalıyordu bu anda.
Ardından kamera Baronun
malikânesine gidiyor. Baron ve Barones akşam yemeklerini yiyorlardı. Baron,
Ratenow’daki huş ağaçlarından söz ediyordu. Malikâneyi geliştirmeyi düşünüyordu
Baron. Yeterince yatak yoktu. Çocuklar da vardı. Ama Barones kalmayacağını
söylüyor Barona. Çocuklarını alıp gidecekti yine. Baron’un ismi Armin’di. Bunu
anlaması zor değildi. Bu köy güvenli değildi. Ona karşı dürüst olmak için geri
dönmüş Barones. İlişkilerine bir şans vermek içindi. Baron şansını kaybetmiş
miydi? Barones çıkarken, Baron öfkeliydi. Sorunu öğrenmek istiyordu. O izin
vermeden çıkamazdı salondan. Barones de mallarından biriydi sanki onun. Edoardo
amcasının evindeyken birine âşık olmuş Barones. Lombardinili bir bankacıymış.
Baronesle ısrarla flört etmiş. Çocuklara da düşkünmüş. Onun sayesinde Sigi
hayat enerjisine kavuşmuş. Buna rağmen geri dönmüşler. Çünkü kendisini Barona
bağlı hissediyormuş. Ama buraya, bu köye dayanamıyormuş. Kendi gibi bir bayanın
da Baronla yaşamak heyecan verici de değildi. Ayrılınca artık çocuklar kötülük,
kıskançlık, ilgisizlik ve gaddarlığın hüküm sürdüğü bir çevrede
büyümeyeceklerdi. Sigi’nin düdüğü son olaydı. Barones bunları söylerken,
Baronun aklında bir şey vardı. Onunla yatmış mıydı? Onunla yatmamıştı. Baron
buna inanmalı mıydı? Aşağılanmış gibi hisseden Barones salondan çıkarken, Kâhya
geliyordu. Onlar dışarı çıkarken, kamera Baronesle kalıyor içeride. Barones
kadehine içki dolduruyor sonra. Baron geliyor. Arşidük Ferdinand’a
Saraybosna’da suikast düzenlenmiş. Arşidük Franz Ferdinand, Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nun varisiydi. 28 Haziran 1914’te suikasta kurban gitmişti.
Suikastı düzenleyen Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip’ti. Suikastta Arşidük’ün
hamile eşi Sophie de ölmüştü. Bu olay, I. Dünya Savaşı’nı başlatacaktı. Savaş,
28 Temmuz 1914’te başlayıp, 11 Kasım 1918’de sona erecekti.
Ağaçlarına arasından uzaktaki
köy yansırken, yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Haber köye hızla yayılmıştı.
Sonuçlar ne olabilirdi? Öncelikle “savaş” kelimesi ciddi biçimde yalanlanmış.
Ardından ekin tarlaları yansırken, bu kelime açığa vurulduğu an, düşüncelerinin
merkezine yerleşmiş. Öğretmen, savaş çıkarsa Eva’yla yapacakları konusunda
konuşmak üzere bir an önce kasabaya gitmek istemiş. Belki babası erken evliliğe
razı gelebilirdi. Daha önce Eva’nın kullandığı bisikleti ödünç almak için
Baronesten izin istemiş. Cuma bisikleti almaya gittiğinde, garip bir olay
olmuş. Ebe Kâhyayla tartışıyordu. Ebe, Öğretmeni görünce yanına geliyor.
Bisikleti ondan ödünç istiyordu. Kasabaya gidecekti. Kâhya at arabasını
vermemiş. Ebe polise gidecekti. Tüm bu suçları kimin işlediğini biliyormuş. Ebe
bildiklerini sadece polise anlatacaktı. Oğlu, bunun kimin yaptığını söylemiş.
Bisikleti veriyordu Öğretmen. Yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Bunu
kabullendiği için üzülmüştü. Genelde aklı başında olan Ebenin şimdiki durumu kendini
daha da çok üzmüş. Anlatmaya cesaret edemediği ne gibi şey öğrenmişti Ebe?
Malikâneden köye dönen Öğretmen konuyu araştırmaya başlıyordu. Ebenin evine
geldiğinde Klara’nın pencereden baktığını görüyordu Öğretmen. Martin de
oradaydı. Karli’yi merak ediyorlarmış. Ebeyi bisikletle giderlerken görmüşler.
Oraya Geog da geliyordu. Bir yerden geliyormuş gibiydi. Öğretmen çocukları
yolladıktan sonra, “Ebenin panjurları neden kapattığını merak ettiğini
söylüyordu yaşlı öğretmenin sesi. Köyde hiç kimse evlerini kilitlemezmiş. Karli
neden içeride kilitliydi? Öğretmen, Karli’ye sesleniyordu sonra. Erna’nın
gördüğü rüya aklına gelmiş. Ya Erna bunu rüyasında görmedi, ama bir şekilde
önceden işkence yapılacağını biliyorduysa? Ona kim anlatmıştı? Kimi ihbar
etmemiş olabilirdi? Çocukların, Karli’ye olan ilgileri de Öğretmene tuhaf
gelmişti. Normalde bunun engelli hali yüzünden onunla temas kurmazlar ve hor
görürlermiş. Ebe bakamadığı durumlarda, Karli’yi Öğretmene veya Doktora emanet
edermiş. Öğretmen oradan ayrılıyor sonra. Hemen yandaki Doktorun evine gidiyor
Öğretmen. Muayenehanenin kapısında bir not vardı. Kapalıydı.
Öğretmen, sonra Papazın evine
gidiyordu. Papazın karısı Anna evdeydi. Öğretmen, Martin ve Klara’yla konuşmak
istiyordu. Anna, Öğretmeni salona alıyor. Martin ve Klara’yı yanına
yollayacaktı. Öğretmen salonda etrafa bakınırken, Anna çocukları Klara ve Martin’i
salona getiriyordu. Klara ve Martin’e, Doktorun Eichwald’dan ayrıldığını bilip
bilmediklerini, soruyordu önce Öğretmen. Bilmiyorlarmış. Klara neden
şaşırmamıştı? Annesinin anlattığını söylüyordu Öğretmene. Anni onlara bir şey
söylememiş miydi? Martin, “Hayır” diyor. Öğretmen, bu yolculuğa çıktığını
söylememesini garip buluyordu. Anni pek konuşmuyormuş. Öğretmen, çocukların
kendinden bir şey gizlediklerinden şüpheleniyordu. Anlatmalarını bekliyordu.
Karli’yi ararken, ondan ne istiyorlardı? Klar’a telaşla hemen cevap veriyordu.
Ama Öğretmen soruyu Martin’e sormuştu. Karli iyi görünmüyormuş ve annesi
gittiği için ziyaret edebileceklerini düşünmüşler. Sonra da Öğretmen, Karli’ye
bunu kimin yaptığını merak edip etmediklerini, soruyor onlara. Ya da Sigi’ye?
Doktoru tuzağa düşürmek için teli kim germişti? Ahırdaki yangını kim
çıkarmıştı? Cevap yok muydu? Klara, merak ettiklerini söylüyor. Babaları, bunun
yapanın rahatsız biri olduğunu söylemiş. Öğretmen, Sigi’nin Şükran Günü onlarla
birlikte olduğunu söylüyor. Karli de her zaman onlara eşlik edermiş. Klara,
“Anlamıyorum” diyor şaşkınlık geçiriyormuş gibi. Sonra da Martin’e doğru başını
çeviriyor Klara. Ardından Öğretmen, “Ne yanlış yaptılar”, diye soruyor onlara.
Sigi ve Karli için. Cezalandırılmışlardı. Erna, Karli’nin cezalandırılacağını
önceden görmüştü. Peki nedendi? Öğretmen çocuklardan şüpheleniyordu. Hepsinden.
Klara’nın da aptalı oynamasının farkındaydı. Klara, anne-babasıyla konuşmasını
söylüyor Öğretmene telaşla. Karli’nin başına gelenler yaşanırken neredeydiler?
Klara’da cevap hazırdı. Ya kabul töreninden sonra? Ona da cevabı vardı.
Anneleri Anna yanlarına geliyor tepsiyle. Öğretmene kahve yapmış. Çocukların
yardımı olmuş muydu? Öğretmen, bir şey bilmediklerini söylüyor Anna’ya.
Öğretmen hemen gitmek istiyordu. Ebenin oğlu için endişeleniyordu. Papaz da
geliyor.
Papazın çalışma odasına
gidiyorlar. Ebenin, oğlunu bu haline getireni bildiğini söylüyor Öğretmen.
Sadece polise anlatacağını da söylüyor Papaza. Karli’yi eve kilitlediğini de
söylüyor Öğretmen. Sonra Papaz pencereyi örtüyor. Doktor ve çocukları da köyü terk
etmişler. Anni okulda bir şey söylememiş Öğretmene. Sonra Öğretmen, Ebenin
evine gittiğinde Klara, Martin ve diğer çocukların orada olduklarını da
söylüyordu. Öğretmen, çocukların gizlediği bir şeylerden şüpheleniyordu. Doktor
kaza geçirdiğinde çocuklar orada görülmüşler. Görünüşte Anni’ye yardım etmek
için. Öğretmen bir şey hatırlıyor. Sigi bulunduğunda, olaydan kısa bir süre
önce çocukların yanında olduğu ortaya çıkmış. Sonra Erna’nın Karli’nin
dövüleceğini tahmin ettiğini söylüyor Öğretmen. Rüyasında gördüğünü söylemişti
Öğretmene. Polis, Erna’nın yalan söylediğini düşünüyormuş. Erna bunu kimden
öğrenmişti? İçlerinde kendi çocuklarının da olduğu öğrencilerin bu suçları
işlediğini mi söylemeye çalışıyordu Öğretmen? Papaz bunu anlamıştı. Öğretmen
başını sallayarak onaylıyordu. Papaz, “Sanırım böyle bir canavarlığı duyan ilk
kişiyim” diyor Öğretmene. Diğer insanlara bu hikâyeyi anlatarak rahatsız
ederse, bu saygın aileleri ve çocuklarını rahatsız ederse toplum önünde açıkça
suçlanacaktı Öğretmen. Bu tehdit ve uyarıydı. Örtbas etmeydi. Papaz, her zaman
da sözünü tutarmış. Öğretmen hapse bile girermiş. Papazlık işinde birçok şey
görmüş, ama böyle iğrenç bir ithamı ilk defa işitiyormuş Papaz. Sonra da
Öğretmene hasta ruhlu olduğunu söylüyor. Böyle düşünmek sapkınlıktı Papaza
göre. Çocuklar “masum” idi hep. Papaz, Öğretmeni suçlamaya başlıyor. Sakin
görünümü altında kaybolup gideceğini düşündüğü itibarının kaygısı
hissediliyordu. Gözlerinin ardında onun da şüphe vardı, ama dili başka
konuşuyordu. Ama bastırdığı şüpheydi bu. Öğretmenin durumunu yetkililerle
konuşacakmış Papaz. Sonra da Öğretmeni kovuyor oradan.
Sonra Öğretmen, Kâhyayla Ebenin
evine geliyor. Kâhyanın karısı Emma da yanlarındaydı. Ebe daha dönmemişti. İki
gün sonraydı. Yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Sabaha kadar beklemiş ve iki
gün sonra da Baronu bilgilendirmiş. Baron, Kâhyanın Ebenin kapısını açmasını
söylemiş. İçeri giriyorlar. Öğretmen, Ebenin evine ilk defa geliyordu. İzinsiz
girdikleri için de rahatsızdı. Durum tuhaftı. Evde Karli’yi ararlarken, bu
arayışlarının boşuna olduğunu biliyormuş Öğretmen. Herkes, Ebenin çocuğuna
düşkün olduğunu biliyormuş. Yaralı Karli’yi asla yalnız bırakmazdı.
Gündüz. Kamera, genel çekimle
dışarıdan kiliseyi yansıtıyor sonra. Yaşlı öğretmen anlatıyordu. Birkaç hafta
geçince köyde de dedikodu çoğalmış. Bazıları, Doktorun Karli’nin babası
olduğunu iddia etmişler. Doktor ve Ebe, ilişkilerinin ortaya çıkmasın diye
çocuğu anne karnında düşürtmeye çalışmışlar. O da bu yüzden engelli doğmuş.
Kamera, kiliseden biraz daha uzaklaşıyor sonra. Bazıları, Doktorun karısının da
ölümünün şüpheli olduğunu söylüyormuş. İkisi de bu ölümden sorumlu
olabileceğini bile iddia ediyorlarmış. Sonra kamera açı değiştirerek çok genel
çekimle uzaktaki kiliseyi yansıtırken, yaşlı öğretmen, potansiyel katil olan
Doktor ve Ebenin diğer suçları da işlemiş olacağıymış. Köylüler tüm suçları
Doktor ve Ebenin üzerine yıkarak, kendi çocuklarını aklamışlardı. Ardından
kamera, yanan ahırın içinden Baronun malikânesini yansıtırken, yaşlı öğretmen
de, Avusturya’nın Sırbistan’a 28 Temmuz’da savaş ilan ettiğini söylüyordu. 1
Ağustos Cumartesi günü Almanya da Rusya’ya, sonraki pazartesi günü de Fransa’ya
savaş ilan etmişti.
Savaş ilanından sonraki pazar
günü tüm köy halkı kilisedeki ayine katılmış. Yaşlı öğretmen yine anlatıyordu.
Kamera, kilisenin içinden tek açı ve çekimle yansıtıyordu insanları. Genel
havada umut ve ayrılık hissiyatı hâkimmiş. Şimdi her şey değişecekti. Eva’nın
babası, yaklaşan savaş ışığında kızını evine geri almış. Sonra da kızıyla
beraber, müstakbel damadının yaşadığı Eichwald’a gelmiş. Çok sevdiği Eva’ya
“Karım” diyebilecek olması, bunu bayram yerine döndürmüş. Papaz, bir daha o
konuşmalarından bahsetmemiş. Tehdidi de gerçeğe dönüşmemiş. 1917’de askere
çağrılmış. Babası kendi savaştayken vefat etmiş. Savaş sonrası, babasının evini
satmış. Parayla da terzi dükkânı açmış. Eichwald’ın köylülerini de bir daha
görmemiş. Sonra koronun söylediği ilahi duyulurken, görüntü de yavaşça
kararıyordu.
Haneke usta, bu filmi için, “Şiddetin
her türünün kökeni (dini, siyasi ve doğal) hakkında” demişti. Bu toplum
Nazileri böyle yaratmıştı içinden. Alman Protestanlık ruhunun bu
diktatörlüğünün ortaya çıkmasında bir rolü var, diyor Haneke usta. Naziler,
avenjelik değillerdi. Avenjelikler, Yahudileri dışlamıyordu. Bununla beraber
Alman ruhu, karamsar ve karanlık dehlizlerin ortasındaydı daima. Bu kültürel
genler onları kadere benzer bir melodramın içine itiyordu sürekli. Film
bittiğinde, suçluların sadece çocuklar olmadığını hissettiriyordu usta. Bu
derin melodramı anlamak gerekiyordu önce.
“Aşk…”
Michael Haneke ustanın, Paris’te
geçen 2012 yapımı “Amour-Aşk”, baştan sona bir iç mekân filmiydi. Paris, sadece
pencereden göründüğü kadar yansıyordu. Les Films du Losange-Wega Film’in
sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Fotoğrafları yansıtansa büyük
kameramanlardan Darius Khondji’ydi. “Aşk”, 2013’teki 85. Akademi Ödülleri’nden
“En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazanmıştı. “En İyi Film”, “En İyi
Yönetmen”, “En İyi Kadın Oyuncu” ve “En İyi Özgün Senaryo” dallarında da
Oscar’a aday olmuştu bu film. 2013’teki 38. César Ödülleri’nde de tam yedi ödül
almıştı. “Aşk” filmi, Aralık 2012’de gösterime çıkmıştı ülkemizde.
1930 doğumlu oyuncu Jean-Louis
Trintignant, Fransız sinemasının büyüklerinden. Costa-Gavras'ın Yunanistan’daki
cuntayı anlattığı 1969 yapımı “Z-Ölümsüz” filmiyle oyunculuğunun üst noktasına
çıkmıştı. Bu filmdeki rolüyle Cannes’da oyuncu ödülü de almıştı. Onun, 1966’da
Claude Lelouch’un aşka adanmış siyah-beyaz “Un Homme et Une Femme-Bir Kadın,
Bir Erkek”, Bernardo Bertolucci’nin 1970’te burjuvazinin faşizmle uzlaşmış ruh
hastalığını gösteren “Il Conformista-Konformist”, Pierre Granier-Deferre’in
1973’teki “Le Train-Lekeli Güneş”, Michel Deville’in 1974’teki “Le Mouton
Enragé-Çapkın Tilki”, Jacques Deray’in 1975’teki müthiş polisiyesinde Alain
Delon’la oyunculuk gösterisi yaptığı “Flic Story-Öldürmek Arzusu”, Roger
Spottiswoode’un 1983’te El Salvador’daki Sandinist devrimine bakan “Under
Fire-Ateş Altında”, Krzysztof Kieslowski’nin Fransız bayrağındaki renklerinden
yola çıkarak çektiği üçlemesinden 1994’teki “Trois Couleur: Rouge-Üç Renk: Kırmızı”
filmlerinde de unutulmaz oyunculuklar sunmuştu. Emmanuelle Riva, en çok Alain
Resnais ustanın 1959 yapımı siyah-beyaz “Hiroshima, Mon Amour-Hiroşima,
Sevgilim” filmiyle belleklere yerleşmişti. Riva, 24 Şubat 1927’de Fransa’nın
doğusundaki Chenimélil’de doğdu. Strasburg yakınlarında bir yerdi burası. 27
Ocak 2017’de Paris’te vefat etmişti. Riva, Belçikalı büyük şair-şarkıcılardan
Jacques Brel’le de 1967’de karşılıklı oynamıştı “Les Risques du
Métier-Öğretmenin Kaderi” filminde. Bu filmi André Cayatte yönetmişti. Ama onun
oynadığı filmler ülkemizde fazla bilinmiyordu.
Siyah fon üzerinde düşen ön
jenerik yazılarından sonra, polisler ve itfaiyeciler kapıyı kırıp içeri
giriyorlardı. İçeride, tüm apartmana yayılmış bir koku vardı. Kokunun geldiği
yatak odası her taraftan kilitliydi. Sivil polis (Laurent Capelluto), salondaki
pencereleri açıyordu. Üzerinde koyu renk elbise olan yaşlı kadının, Anne’ın
cenazesiyle karşılaşıyorlardı. Yastığın üzerinde de çiçekler vardı. Ardından
filmin ve yönetmenin isimleri yazıyordu. Sonra da kamera, Champs-Elisées’deki
konser salonunda Alexandre Tharaud’nun piyano resitalini yansıtıyordu. Yönetmen
sahneden seyircileri gösteriyordu sadece. Orada, Georges (Jean-Louis
Trintignant) ve Anne (Emmanuelle Riva) vardı. Georges ve Anne Laurent, seksenli
yaşlarında bir çiftti. Geçmişte müzik öğretmeni olan Anne, öğrencilerinden biri
olan ve şimdi ünlü bir piyanist Tharaud’ya Beethoven’ın “Bagatelle, opus
126-No. 2” piyano parçasını çalması için teşvik etmiş. Bu Alexandre için
hayatının dönüm noktası olmuş. Paris’te 1968 yılında doğan piyanist Tharaud,
Fransa'nın önemli müzisyenlerinden biriydi.
Tüm piyano tınılarını da Alexandre Tharaud çalıyordu filmde. Resitalde,
Franz Schubert’in “Impromptu opus 90-No1” piyano için bestelediği müziği de çalıyordu
Tharaud, ama kendisi görünmüyordu.
Resital sonrası beraber eve
dönüyorlardı belediye otobüsüyle Georges ve Anne. Mutluydular. Fonda da piyano
tınıları duyuluyordu. Georges, dairenin kapısının kırık olduğunu fark ediyor.
Bu anda insanın zihnine bir bulanıklık yaratıyordu yönetmen. İçeri hırsızın
girdiğini düşünüyordu Georges. Apartmanda yakın zamanlarda da soygunlar olmuş.
Sonra Georges, karısının ne kadar güzel olduğunu söylüyor. Seksenli yaşlarda da
aşk devam ederdi. Kamera, holde tek çekimle yansıtıyordu bu anı. Anne pantolon
giyinmişti, ama üzerinde açık renk kazak vardı. Paltosunu çıkartan Georges’un
da üzerinde ceket vardı. Sonra yataktaydılar. Uyanan Georges, Anne’ın
uyumadığını fark ediyordu. Sabah olduğunda beraber kahvaltı yaparlarken, Anne
birden donuklaşıyordu. Georges, ıslak bezle onun yüzünü siliyordu hemen. Ne
olmuştu birdenbire? Anne’ın yanından ayrılan Georges, giyinirken bir ses
duyuyor. Mutfağa döndüğünde Anne’ı yine eskisi gibi sağlıklı buluyordu Georges.
Karısı şaka mı yapıyordu kendisine? Anne da Georges’un neden böyle yüksek sesle
konuştuğunu anlamıyordu. Georges’un centilmenliği gitmiş miydi? Georges da
Anne’ın oyun oynadığını düşünüyordu. Georges, karısına, neden tepki vermediğini
soruyordu, ama Anne dediklerini anlayamıyordu onun. Anne hiçbir şey
hatırlamıyordu. Georges, doktorlarını aramak istese de Anne ne olduğunu
anlamıyordu yine. Gece hol yansıyordu. Ardından kamera, yatak odasına
gidiyordu. Sonra salon yansıyordu. Yönetmen, bir iç mekân filmi olan bu
filminde, dairenin diğer taraflarını da gösteriyordu. Her şey burada geçecekti.
En sonunda mutfağı gösteriyordu kamera. Masada hiçbir şey toplanmamıştı.
Georges ve Anne’ın kızı Eva
(Isabelle Huppert) ziyarete gelmişti gündüz. Oturma odasıydı burası. Kamera,
Georges’un koltuğunun arka tarafında tek çekimle bu anı yansıtıyordu. Georges,
kızıyla salondaydı. Kendi sorunlarından söz ediyordu Eva. Dört günlüğüne
Stockholm’e, sonra da Finlandiya’daki Kuhmo’ya gideceklermiş. Eşi Geoff,
Kumho’yu çok sevmiş. Buralara gittikten sonra Londra’ya döneceklermiş. Georges,
çocukların ne olacağını, soruyor Eva’ya. Liz yatılı okuldaymış, John da
hayatını yaşıyormuş. John, babasına benzese de pek anlaşamıyorlarmış. John
öğütlerden hoşlanmıyormuş. Ama, konservatuvarın son konserinde iyiymiş. Babası
onu tebrik etmiş. John, sakin ve inatçıydı. Zamanla iyi olacağını söylüyordu
Eva. Sonra Georges, “Ya sen”, diyor kızına. Kocasıyla küsmüşler. Babası bunu da
duymuş. Yıllarca orkestralarında çalan bir kemancıya olan aşkının farkına
varmış. Büyük faciaymış. Kız intihara bile teşebbüs etmiş. Bu Geoff’i korkutmuş
ve pişmanlıklar içinde kendinsine geri dönmüş. Kocasını seviyor muydu? “Sanıyorum”
diyordu Eva. Ardından Georges, Anne’ın ameliyatından söz ediyor. Anne çok
korkmuş. Anne, her zaman doktorlardan korkmuş. Anne, ameliyat olmazsa ciddi bir
felç geçireceğini söylemiş doktorlar. Kamera, açı değiştirip Georges’u önden
yansıtıyordu şimdi. Georges’un da kan şekeri yükseliyormuş. Belki annesi için
hemşire tutardı Georges. Belki de kendi bakardı. Çok şey yaşamışlardı beraber.
Ama şimdi bunlar yeni şeylerdi. Eva da çocukluğundan bir şey hatırlıyordu. Eva
içeri girdiğinde, onları çocuklar gibi sevişirken görmüş. Bu onu
rahatlatıyordu. İkisi büyük âşıklardı onun için.
Sonra Anne için özel yatak
hazırlanması yansıyor. Ardından Georges, dairenin kapısını açıyor. Hastaneden
dönen Anne, tekerlekli sandalyeyle daireye dönüyordu. Sağlıkçı (Damien
Jouillerot), üzerinde Anne olan tekerlekli sandalyeyi içeri sokuyordu. Diğer sağlıkçı
(Walid Afkir), Anne’ın valizlerini getiriyordu. Kapıcı kadının kocası da (Ramon
Agirre) oradaydı. Georges, sağlıkçılara para da veriyordu yardımları için.
Sağlıkçılar gittikten sonra Georges kapıcıya, “Teşekkür ederim Bay Mery” diyor.
Kapıcı, ihtiyaçları olduğunda aramasını söylüyor Georges’a. Şimdi baş başa
idiler. Anne, oturma odasına gitmek istiyordu. Raflarda kitaplar da vardı.
Anne, kendini tekerlekli sandalyeden alırken ne yapmasını da söylüyordu.
Kadınlar her zaman tedbirliydi ve işi doğru yaparlardı. Ayrıntılar önemliydi.
Anne’ı koltuğa oturtmayı başarabiliyordu Georges. Sonra, döndüğüne sevindiğini
söylüyordu Georges. O da sevinmişti. Ondan bir söz istiyor Anne. Bir daha onu
hastaneye götürmemesini istiyordu.
Georges sonra Anne’ı özel
yatağına yatırıyor. Kamera, tek açıdan bu anları yansıtıyordu. Anne’a
geceliğini de giydirmişti. Kocasına suçluluk hissetmemesini de söylüyor Anne.
Bu, onun için de külfetti. Harnoncourt hakkında yazılan kitabı almış mıydı
Georges? Nikolaus Harnoncourt (1929-2016), Avusturyalı ünlü orkestra şefiydi.
Georges kitabı okumuş. Georges düzenliydi. Okuyunca yerine bırakmış. Kitabı
Anne’a veriyor sonra. Anne, sağ tarafını kullanamıyordu. Felçliydi.
Kapıcı kadın (Rita Blanco),
alışverişi yapmıştı. Mutfağa bırakıyordu aldıklarını. Kocası da suyu öğleden
sonra getirecekti. Fişi ve artan paraları da bırakıyordu Bayan Mery. Kamera,
sağa çevrinme (pan) yaparak kadını izlerken, Georges da çerçeveye giriyordu.
Kadın giderken, karısının dönmesine sevindiklerini söylüyordu. Ardından
Georges, pencerenin önünde sigara içiyordu. Anne, onu çağırıyor. Anne, hâlâ
“lütfen” diyordu Georges’a. O bir hanımefendiydi. Anne tuvaletteydi. Şimdiyse
yataklarındaydılar. Georges uyumuyordu. Gündüz olduğunda masada yemek
yiyorlardı. Georges, Anne’ın tabağındaki etleri bıçakla ufalıyordu. Sonra
Georges, iki âşığın hikâyesini anlatıyordu Anne’a. Evlenemeyen, ama soylu
duygulardan ötürü birbirlerine duydukları aşktan vazgeçen soylu bir adamla, alt
orta sınıftan bir kızın aşkını anlatıyormuş bu sıradan hikâye. Filmi tam
hatırlayamasa da sarsılmış Georges. Sakinleşmek için zamana ihtiyacı varmış.
Büyükannesini ve yaşadığı evi de hatırlıyordu Georges. Büyükannesinin
avlusundan geçerken, penceredeki bir genç adam nereden geldiğini sormuş. Ondan
birkaç yaş büyükmüş. “Sinemadan” demiş. Büyükannesi, sinemaya tek başına
gitmesi için para vermiş ona. Filmi tüm duygu yoğunluğuyla ona anlatmış
Georges. Gözlerinden yaşlar gelerek, o tüm dramı. Şimdi filmi hatırlamıyordu,
ama hissettiklerini hatırlıyordu Georges. Ağladığı için utansa da bütün
duygularını ve gözyaşını geri getirmişti. Anne, bunu niye daha önceleri
anlatmadığını, soruyordu Georges’a. Ona anlatmadığı çok hikâyesi vardı
Georges’un.
Sonra Georges, yatağında Anne’a
egzersiz yapıyordu. Günleri böyle geçiyordu. Şimdi de oturma odasındaydılar.
Anne kanepede uzanmış dergiyi okurken, Georges da koltuğunda gazetesini
okuyordu. Anne, dergideki falını okuyor Georges’a. Falda, motto enerjinin
yüksek olduğunu yazıyormuş. Aşka ihtiyacıysa, kaliteli sohbetmiş. İş
motivasyonu da yüksekmiş. Sağlıksa, egzersiz yaparak gevşemekmiş. Georges
saçmalık olarak görüyordu bunu. Anne bunlara inanıyorsa kendinden başkasını
suçlamamalıydı. Georges, ertesi gün Pierre’in cenaze töreni olduğunu söylüyor
Anne’a. İstemese de gitmek zorundaydı. Sonra Anne, hastaneye gittikten sonra
Jeanne’la konuşup konuşmadığını soruyordu Georges’a. Anne’ın durumuna
inanamamış.
Zaman geçiyor. Elinde
şemsiyesiyle dairenin kapısını açan pardösülü Georges içeri girerken yansıyor.
Anne’ı holde yerde otururken görüyor birden. Tekerlekli sandalyeye bindiriyor
Anne’ı. Georges’a neden erken geldiğini soruyor Anne. Yağmur yağıyordu. Holün
penceresini örten Georges, Anne’ı oturma odasına götürüyordu. Yüzünde mutsuzluk
ifadesi vardı. Anne’a, “Sürpriz yapma konusunda üstüne yok” diyor. Anne’ın
aklında sadece eve neden erken geldiği, sorusu vardı. Anne, cenazeyi merak
ediyordu. Anne’ın karşısında koltuğa oturan Georges, “Tuhaf” diyordu. Rahip
aptalın tekiymiş. Ölen Pierre’in arkadaşını da eleştiriyordu. Utanç verecek
derecede dokunaklı bir konuşma yapmış. Eski sekreteri küçük teyple gelmiş ve
Beatles’ın “Yesterday” şarkısını çalmış. Pierre’in torunları da oradaymış.
“Urna”, büyük bir kasnağa oturtulmuş. “Urna”, Antik Roma’dan gelen, kilden ve
tunçtan yapılan bir vazoydu. Ölülerin külleri veya su konuyormuş içine. Yağmur
yağıyormuş. “Urna”yı küçük çukura götürmek için sonsuza kadar yavaş ilerlerken,
çoğu insanı gülme tutmuş. Pierre’in eşi Jeanne için korkunç olmalı, diyordu
Georges. Sonra Anne, “Yaşamaya devam etmenin anlamı yok, işte olan bu” diyor
Georges’a. Durumu daha da kötüleşebilirdi. Neden bunun hem kendisine hem de
Georges’a acı vermesine izin verecekti? Georges’a yük olduğunu düşünüyordu.
Anne’a, “Kendini benim yerime koy” diyor Georges. Aynısı kendi başına da
gelebilirdi. Anne da düşünmüş bunu. Ama düşüncelerle gerçekler ayrı yaşarlardı.
Georges’un elinden geleni yaptığını biliyordu. Ama yine de devam etmek
istemiyordu. Hem kendi hem de Georges’un iyiliği için. Anne, işi bitirmesini
istiyordu sanki ondan. Georges ona inanamıyordu ve tanıyamıyordu. Anne,
Georges’a yük mü olduğunu düşünüyordu? Aynı durumda Georges olsaydı? Anne,
yatmak istediğini söylüyor sonra. Artık yorgundu. Georges da onu yatağına
götürüyordu. Yataktaki Anne, kederler içindeydi.
Gündüz kapı çaldığında, kapıyı
açan Georges karşısında piyanist Tharaud’yu (Alexandre Tharaud) görüyordu.
Onları ziyarete gelmişti. Onu oturma odasına götürürken Tharaud, haziranda bir
albüm kaydının olacağını söylüyordu. Bir yer ve bir piyano seçmesi
gerekiyormuş. Bu yüzden Paris’e gelmiş. Oteli de buraya yakınmış. Georges,
Anne’ın ve kendisinin konserden etkilendiğini söylüyor. Georges, oturma
odasından ayrılıp Anne’ın yanına gidiyordu. Anne’ın değer verdiği öğrencisi
gelmişti. Georges salondan çıktıktan sonra kamera, Tharaud’nun yanında
kalıyordu. Sonra Georges kapıyı açıyor. Tekerlekli sandalyede Anne vardı. Anne
onu gördüğü için mutluydu. Anne, onunla gurur duyduğunu söylüyor. Tharaud,
CD’sini getirmeyi unutmuş acele çıktığı için. Anne satın almak istiyordu.
Öğrencisine küçük katkı sunmak için. Tharaud, eski müzik öğretmeni Anne’a çok
şey borçlu olduğunu söylüyor. Anne, çalması için Beethoven’ın “Bagatelle”ini
Tharaud’ya vermiş. O zaman on iki yaşındaymış. Gençlik kibriyle “Neden
Bagatelle” demiş. Tharaud, sağlığını soruyor sonra. Anne’ın sağ tarafına felç
gelmişti. Anne, bu ziyaretin tadını çıkartmak istiyordu. Tharaud, Paris
konserinden sonra çoğunlukla Londra’daymış. Kopenhag’da konser vermiş. Schubert
çalmış. Bütün hayatı Schubert etrafında dönüyordu. Tüm sonata koleksiyonunu
kaydetmek istiyormuş. Anne, eski öğrencisinden Beethoven’ın “Bagatelle”ini “G
minor” çalmasını istiyordu. Tharaud, uzun zamandır “Bagatelle” çalmıyormuş.
Orada piyano da vardı. Tharaud piyanonun başına oturuyor ve eski öğretmeninin
istediği parçayı çalıyordu.
Anne, holde tekerlekli
sandalyeyi kendi başına kullanmayı deniyordu. Georges da oradaydı. Zaman
geçmişti. Sonra yatağında uzanmış yansıyordu. Johann Sebastian Bach’ın “Ich ruf
zu Dir, Herr Jesu Christ” piyano tınısını duyuluyordu. Georges piyanoda çalıyordu.
Gündüz olduğunda elektrikli süpürgeyle oturma odasında temizlik yapan kadın
yansıyordu sonra. Banyoda da Georges, Anne’ın saçlarını yıkıyordu. Ardından
Georges mutfakta yemek yerken ses duyuyor. Anne yatağından düşmüştü. Georges,
Anne’ı yeniden yatağına yatırıyordu. Kendisini çağırmadığı için Anne’a
kızıyordu Georges. Lamba da kırılmıştı.
Ardından banyoda dişlerini
fırçalarken yansıyor Georges. Banyodan çıkarken, dolly kamera da geriye kayarak
onu izliyordu. Kapı çalmıştı. Seslense de ses duyulmuyordu dışarıdan. Kapıyı
açtığında da kimseyi göremiyordu. Koridora çıkıyor. Merdivenlerin orada inşaat
malzemeleri de vardı. Dolly kamera, öne doğru kayarak Georges’u takip ediyordu.
Burada kimse var mıydı? Georges yürürken, ayaklarını suyun içinde buluyordu.
Koridoru su basmıştı. Arkasından bir el uzanıyor ve ağzını kavrıyordu. Nefessiz
kalmıştı. Çığlık atıyor. Kâbus rüya görmüştü. Anne da uyanıyordu bu çığlıkla.
Sabah olmuştu. Anne, ne olduğunu, soruyor Georges’a. Georges, cep telefonundaki
kısa mesajı okuyordu Anne’a yatak odasında. Eva, yakında gelecekmiş. Geoff’la
beraber geleceklermiş. Georges, Anne’ın ayakkabılarını giydiriyordu. Geoff’un
gelmesini istemiyordu sanki Anne. Bu kötü durumu için yorumlara ihtiyacı yoktu.
Geoff’un İngiliz espri anlayışını küçük dozlarda kaldırabilirdi Anne. Georges
sonra Anne’ı holde yürütmeye çabalıyordu. Tekerlekli sandalye biraz uzaktaydı.
Sonra oturma odasında Georges, müzik çalara CD yerleştiriyordu. Anne da
yanındaydı. Tharaud’dan CD’yle beraber not da gelmişti. Anne’ı hasta görmek onu
üzmüş. Anne bu sözlere içerliyordu ve Georges’dan müziği durdurmasını istiyordu.
Sonra mutfakta yemek yiyorlardı
beraber. Anne, fotoğraf albümünü soruyor. Getirmesini istiyordu Georges’dan.
Georges albümleri getiriyor. Siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarda kendi
tarihleri vardı. Sonra yatak odasında Georges gazete okuyordu Anne’a. İsrail’e
dairdi haber. Anne uyumuştu. Georges ışığı kapattıktan sonra görüntü
kararıyordu. Sabah olunca Georges, Anne’ı yatakta doğrulttuktan sonra yatağın
ıslak olduğunu fark ediyordu. Sonra Anne’ı tekerlekli sandalyeye oturtuyordu
Georges. Sonra Anne, tek başına banyoya doğru gidiyor tekerlekli sandalyeyi
sürerek. Georges’dan utanmıştı.
Yatağında yansıyor Anne. Eva
ziyarete gelmişti. Anne’a serum da bağlanmıştı. Annesine işle ilgili
konuşuyordu tuhaf bencil bir ruh haliyle. Yatırımlarını apartman dairesine mi
yapsalardı? Enflasyon yükselirse malın değeri artarmış. Geoff, birkaç yıl önce
az parayla hisse senedi almış. Parasını kaybetmiş. Anne konuşmakta da
zorlanıyordu şimdi. Bölük pörçük konuşuyordu. Büyükannesinden, evden, paradan
söz ediyordu, ama Eva anlayamıyordu annesini. Çalışma odasında Georges damadı
Geoff’la (William Shimell) konuşuyordu. Hemşire tutacaklardı. Ücreti de saat
başıymış. Anne’ın içinde bulunduğu kendi durumun farkında olmadığını da
düşünüyormuş Georges. Ama bir sonrasındaysa tersini düşünüyormuş. İçeri Eva
geliyordu. Sarsılmıştı. Sadece abuk sabuk konuşuyor, diyordu ağlayan Eva. Neden
onu hastaneye yatırmıyorlardı? Anne, ikinci defa felç geçirdikten sonra konuşma
yetisi de azalmıştı. Doktorları, yatılı hastanede görülen aynı tedavileri
verebileceklerini görmüş. Huzurevine gitmek zorunda da kalabilirdi Anne. Onu
huzurevine göndermeyecekti Georges. Bunun için de ona söz vermişti. Bir hemşire
haftada üç gün gelecekmiş.
Sonra Georges mutfakta yansıyor.
Bulaşıkları yıkarken, radyodan da haberleri dinliyordu. Sonra yatak odasında
Anne ve hemşire (Carole Franck) görünüyordu. Anne’ın altına bebek bezi
koyuyordu. Ardından oturma odasında piyano çalan Anne yansıyor. Schubert’in
“Impromptu opus 90-no 1” piyano tınıları duyuluyordu. Georges oradaydı, Anne’ın
piyano çalışını hayal ediyordu bu gerçeküstücü anda. Ardından müzik çaları
kapatıyordu. Sonra da Anne için çorba götürüyordu odasına. İçine ekmek
doğranmış kâsedeki çorbayı yediriyordu ona. Su da içirtiyordu. Bir şeyler
anlatmak istiyordu Anne, ama Georges anlayamıyordu. Annesinden, konserden söz
etmeye çabalıyordu Anne. Sonra hemşire banyoda yıkıyordu Anne’ı. Anne acı
çekiyordu. Georges da banyo kapısından onlara bakıyordu. Ardından da hemşire,
Georges’a iş bölümünü anlatıyordu mutfakta. Bir hemşire daha gerekliydi.
Ücretini de alıyordu hemşire. Georges hemşireyi uğurlarken, hemşire, Anne’ın
konuşmalarının mekanik olduğunu söylüyor. Hep “anne” diyormuş Anne. Hemşireyi
gönderdikten sonra Georges öne doğru yürürken, dolly kamera da kayarak onu
izliyordu. Yatak odasındaydı. Anne, inliyordu. Yatağın kenarına oturan Georges,
Anne’ın elini okşuyordu. İkinci hemşire tutacağını söylüyor Anne’a. Anne,
“ağrıyor” diyordu Georges’a.
Georges, kapıcının kocasıyla
alışverişten gelirken yansıyor. Bay Mery, poşetleri mutfağa bırakıyordu. Bay
Mery ve karısı, durumu ele alışından dolayı Georges’dan etkilenmişler. Saygı
duyuyorlarmış. Georges’un telefonu çalıyor. Arayan Eva’ydı. Ardından kamera
yatak odasına gidiyor. Anne, yine anlaşılmaz kelimeler söylemeye çabalıyordu.
Avignon’daki köprünün üzerinden söz etmeye çalışıyordu. Georges da oradaydı.
Yeni hemşire (Dinara Drukarova),
yatak odasında Anne’ın saçlarını tarıyordu. Hemşire, kendisini görmesi için
ayna tutsa da Anne bakamıyordu. Ardından bir güvercin pencereye geliyor. Hole
giren güvercin ortalarda dolaşmaya başlıyordu. Kapıyı açan Georges, güvercinle
karşılaşıyordu. George’un, daireye giren güvercinle ilişkisi, insana polisiye
edebiyatın öncüsü Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiirini hatırlatıyordu. Şiirde
kuzgun bir tek şey söylüyordu: Bir daha asla... Güvercini yakalamaya da
uğraşıyordu. Güvercin pencereye gidince, pencereyi örtüyordu. Haneke usta, bu
anı tek açıyla yansıtmıştı. Sonra oturma odasında hemşirenin işine de son
veriyordu Georges. Onu beceriksiz bulmuş Georges. Hemşire kızgındı. Ona, “Sen
yaşlı kötü adamsın” diyordu. Georges da hastalara davrandığı birilerinin de ona
öyle davranmasını diliyor. Hemşire gittikten sonra koltuğa oturan Georges, bir
sigara yakıyordu.
Yatak odasındaydılar. Anne’a su
içirtiyordu Georges. Kamera, yüksek açıdan Anne’ın yüzünü önden yansıtıyordu.
“Su içmezsen ölürsün” diyor Georges. Ona yalvaran gözlerle bakıyordu Anne.
Ondan bu acıyı dindirmesini mi istiyordu? Su Anne’ın ağzının kenarından
sızınca, “Yüce İsa” diyordu Georges. Ona huzurevini hatırlatıyor. Orada her
şeyi zorla yedirirlerdi. Çok zorlanıyordu yaşlı Georges. Zorla içirttiği suyu
geri çıkartıyor Anne. Ona kızıyordu. Ardından Georges ona tokat atıyor. Sonra
da özür diliyordu. Her şey çaresizliğinden miydi? Ardından yağlı boya resimler
yansıyordu peş peşe. İlk resim, Anne’ın baş tarafındaki duvarda asılıydı.
Resimde, doğa içinde iki genç kadın vardı. Ardından derinlikte insanların
olduğu doğa resmi yansıyordu. Gökyüzü bulutluydu. Bu resim de mutfaktaydı.
Ardından gelen resim, toprak yolu yansıtıyordu. Bu resim de oturma odasındaydı.
Gri bulutlu gökyüzünün daha çok yer kapladığı dördüncü resim yansıyordu sonra.
Bu resim de oturma odasındaydı. Beşinci tabloda gri gökyüzü olsa da kasvetli
değildi. Bu resim de oturma odasındaydı. Altıncı tabloda yine gri gökyüzü
vardı, ama tablonun büyük bölümünü yüksek kaya kaplıyordu. Bu resim de yatak
odasının girişindeydi. Bu manzara resimleri 19. yüzyılın ortalarından gelen
klasik Fransız tablolarını andırıyordu. Peş peşe yansıyan bu tablolar resim
galerisindeymiş hissini veriyordu. Filmi izlerken, bu tablolar fark
edilemeyebilirdi. Belki de bu yüzden Haneke usta, bu tabloları peş peşe
yansıtmıştı.
Kamera, az aralıklı açık kapıdan
oturma odasını gösteriyordu sonra. Georges, koltukta gazete okuyordu. Bir ses
duyan Georges, daire kapısına gidiyor. Kapıyı açmadan önce yatak odasının
kapısını örtüyordu Georges. Kapıdaki Eva’ydı. Oturma odasına sürüklüyor kızını.
Eva, annesini merak ediyordu. Georges telefonları da açmıyordu. Telesekretere
de cevap vermiyordu. Böyle kötürüm durumda görünmek istemiyordu annesi. Eva’nın
eşiyle kendilerine ait hayatları vardı. Kendinin ve Anne’ın hayatlarını da
kendilerine bırakmalıydılar. Eva’nın buraya gelip her şeyin yolunda olup
olmadığını kontrole gelmesi Georges’u rahatsız etmişti. Eva kalkıp annesinin
yanına gidiyordu. Kamera, Georges’un yanındaydı. Eva’nın sesi duyuluyordu.
Yatak odasının kapısı kilitliydi. Kapıyı kilitli görünce babasının yanına gelip
neler olduğunu, soruyor Eva. Herkesi gereksiz bir trajediden korumaya
çalışıyormuş Georges. Her gün Anne’la konuşma egzersizi yaptıklarını söylüyor
Georges. Şarkı bile söylüyormuş. Günlük yaptıklarını anlatıyordu kızına. Anne
bazen çocukluğundan konuşuyormuş. Aniden gülüyormuş. Ardından da ağlıyormuş.
Sonra Eva yine annesinin odasına giderken, Georges da onu izliyor. Kapıyı açıp
annesini gösteriyor ona. Anne uyuyordu. Eva, elini annesinin yüzünde okşar gibi
gezdiriyordu. Anne, sadece “anne” diye mırıldanıyordu. Sonra oturma odasında
koltukta oturan Georges, pencerenin yanındaki kızına bakarken yansıyor. Ayağa
kalkan Georges oturma odasından çıkarken, kamera Eva’yla kalıyordu. Fincanla
dönen Georges, kızına çay dolduruyordu. Sarsıntı geçiren Eva’ya iyi gelebilirdi
çay. Anne’ın kapısını kapatmanın aptalca olduğunu söylüyor Georges. İlk hemşire
haftada üç defa geliyordu. İki hafta bir doktorla kuaför geliyormuş. Kızı
bunları mı duymak istiyordu? Her zaman nasıl oluyorsa öyle olacaktı her şey.
Anne daha da kötüleşecek ve sonra da bitecekti hepsi. Kızı, annesini yanına mı
alacaktı, yoksa huzurevine mi yollayacaktı? Kızının kendiyle açıkça konuşmasını
istiyordu Georges.
Yatak odasında, Anne’ın yatak
ucunda oturan Georges, karısının konuşmalarını dinliyordu. Anne, “Bütün
boyunca… Ding dong” diye bir şey anlatmaya çabalıyordu. Geçmişten bir andı
bölük pörçük söyledikleri. Georges anlıyor muydu söylediklerini? Georges, “Ben
gergindim” diyordu Anne’a. Sonra Anne, “Güzel…di” diyerek elini Georges’un
elinin üzerine koyuyordu. Ardından Georges, banyoda tıraş makinesiyle tıraş
olurken yansıyor. Anne’ın iniltilerini duyuyor Georges. Canı yanıyordu Anne’ın.
Yatak odasına geliyor Georges. Yatak ucuna oturan Georges, onu teskin etmeye
uğraşıyordu sonra. Anne’a hikâye anlatmak istiyordu Georges. Küçükken dese de o
kadar küçük değilmiş. İlkokulun sonlarına doğru, anne-babası tatilde kampa
yollamış. Ormandaymışlar. Auvergne’de şatoda kalıyorlarmış. Fransa’nın en büyük
bölgelerinden olan Avergne’in, merkez şehirlerden Clermont-Ferrand’dı. Şatoda
her şey umduğunun tersi olmuş. Sabah erkenden göle girmek zorundaymışlar.
Sporla arası hiç iyi olmamış Georges’un. Onları sürekli meşgul tutuyorlarmış.
Erken ergen düşlerine daldırmamak için olabilirdi. Üçüncü gün yemekte sevmediği
sütlaç vermişler. Sütlacı yiyememiş. Ama gözetmenlerden biri yemezse buradan
çıkamayacağını söylemiş. Üç saat orada kalmış. Sonra da odasına gitmiş. Ateşi
yükselmiş. Difteri (kuşpalazı) olmuş. Hastaneye götürüp karantinaya almışlar.
Georges konuşurken, Anne uykuya dalıyordu. Georges, birden yastığı alıp Anne’ın
yüzünü kapatıyordu. Onu boğarak öldürüyordu Georges. Büyük aşkının acısını
dindirmek içindi. Anne, can çekişerek ölüyordu. Şimdi ne yapacaktı? Bir boşluk
anı yaşıyordu onun acısını dindirirken Georges. Ya ardından gelecek kendi acısı
ne olacaktı?
Hol yansıyor. Dairenin kapısını
açan Georges’un elinde torba vardı. Çiçek buketleri almıştı. Mutfağa gelen
Georges, makasla çiçekleri içinde su olan lavabonun içine doğruyordu önce.
Sonra da gardıroptan koyu renkli kadın elbisesini alıyordu. Ardından da yatak
odasını kapısını bantlıyordu. Şimdi de mutfakta kâğıda yazı yazıyordu Georges.
Güvercin yine hole gelmişti. Kadınların omuzlarını örtmek için kullandıkları
geniş atkı ve şalla güvercini yakalamaya çabalıyordu Georges. Bu defa daha
zordu güvercini yakalamak. Güvercinin iki defa gelmesinin derin anlamları
olabilirdi. İlkinde Anne yaşıyordu ve kolayca güvercinden kurtulabiliyordu
Georges. Ama şimdi Anne ölüydü ve ikinci defa gelen güvercini yakalayamıyordu.
İçindeki suçluluk duygusunun dışavurumu muydu? Yoksa kurtulamamak mıydı? Şalı
güvercini üstüne atıp yakalamayı başarıyordu sonunda Georges. Ardından yine
mutfakta yazısına devam ediyordu Georges. Karısına mektuptu bu. İçeri güvercin
girdiğinden söz ediyordu. Onu yakalamak hiç zor olamadığını yazıyor. Güvercini
salmış. Ardından mutfağın yanındaki küçük odada yatağa uzanmışken yansıyor
Georges. Bir tıkırtı duyuyor. Zorla yataktan kalkabilen Georges, ağır adımlarla
mutfağa geliyordu. Anne, bulaşıkları yıkıyordu. Gerçeküstücü anlardı. Rüya
mıydı, yoksa bulanık zihinden düşen görüntüler miydi Georges’un? Onu zihninde
eskisi gibi sağlıklı yaratıyordu sanki Georges. Sonra da Anne’ın dediğini
yapıyor ve ayakkabılarını giyiyordu. Bir yere gideceklerdi. Üzerinde açık renk
kazağı olan Anne da mantosunu giyiyordu. Üzerinde pantolon vardı. Açık renk
hırkasının üzerine paltosunu giyen Georges da Anne’ı takip ediyordu sonra.
Onlar çıktıktan sonra kamera, mutfaktan holü yansıtıyordu bir an. Aslında Georges
evi tek başına mı terk ediyordu? Haneke usta, filmin girişiyle bitiş anlarını
“şimdiki zaman” gibi algılatıyordu filmde. İki “şimdiki zaman” anı mıydı?
Zihinsel bulanıklık ve gerçeklik algısı paradoks gibiydi zaman zaman gerçeküstü
anlatıma yönelen bu filmde.
Dairenin kapısı açılıyor. Eva
gelmişti. Georges yoktu, ama eşyalar duruyordu. Bütün kapıları açık dairede
dolaşıyordu Eva. Kamera, oturma odasında koltuğa oturan Eva’yı holden
yansıtırken görüntü kararıyordu. Bu film, ustanın “buzullaşma” filmlerinin
içinde yer alıyor. Gri mavisi soğukluğunda trajik, gerçeküstücü ve
dışavurumcuydu.
“Mutlu Son…”
Michael Haneke ustanın Batı
dünyasının bencilliğini ve karanlık ruh dehlizlerini anlattığı 2017 yapımı
“Happy End-Mutlu Son”, insanlar üzerine derinlikli bir film. Kıyılarda da
göçmenler var tabii ki. Les Films du Losange-Wega Film’in sunduğu filmin
senaryosunu yönetmen yazmış. Etkileyici fotoğrafları yansıtansa, ustanın kadim
kameramanlarından Christian Berger’di. Haneke usta, sinema yolculuğunda yanına
aldığı birçok ismi bu filminde bir araya getirmiş. Sanki veda eder gibiydi.
Georges (Georg, George), Anne (Anna, Ann), Eve (Eva) yine bir arada. Soyadları
da elbette Laurent’dı. Haneke bu filminde de Brechtyen estetiğinin kıyılarında
da dolaşmış. Filmin ortalarına kadar bir şeyleri anlamlandırmaya çabalansa da
her şey tam olarak yerine oturtulamıyor. Kamera, konuşmaların veya anların
içine bir yerden katıldığından olabilirdi bu. Haneke, bu burjuva ailesinin
ortasında kamerasıyla dolaşarak zihinsel karışıklıklar yaşatabilmiş. Haneke
“Mutlu Son” filminde akıllı telefonları, dizüstü bilgisayarları, tabletleri, Facebook’u
ve YouTube’u karakterler gibi de öne çıkartmış. Yapay zekâ hayatı mı
kuşatıyordu? “Mutlu Son” filmi, önceki “Aşk” filminin hem devamı gibiydi hem de
değildi. Bazı ortak noktalar olmasına rağmen “Mutlu Son” filmine farklı bakış
açısını da getirebiliyordu usta. Ayrıca bu film ülkemizde Ekim 2017’de
gösterime çıkmıştı.
Eve (Fantine Harduin), akıllı
telefonuyla annesi Nathalie’yi (Aurélia Petit) videoya çektiği görüntüler
yansıyor önce. Bu filmde, sosyal medya denilen şey insan durumları kadar
öndeydi. Elbette akıllı telefonla beraber dizüstü bilgisayarlar ve tabletler de
vardı bu sosyal medya içinde dolaşmalarda. Eve, bunalım içindeki annesinin
yaptıklarını yazıyla sosyal medya üzerinden de paylaşıyor. Nathalie ayna karşısında
gargara yapıyor, tükürüyor, temizleniyor, saç fırçasıyla saçını tarıyor
banyoda. Gece kremi sürüyor yüzüne. Sonra klozette sifonu çekiyor. Ardından da
yatmaya gidiyor. Siyah fon üzerine ön jenerik yazıları yansımaya başlıyordu
sonra da. Ardından yine Eve’in akıllı telefonla çektiği bir görüntü daha
yansıyor. Bu defa kafesteki hamsterdi bu. Fareyi andıran bu kemirgen hayvan,
Suriye’de 1930 yılında keşfedildi. Keşfedense, Suriye Yahudi Üniversitesi’nden
Prof. Israel Aharân’ydi. Evcil hayvan gibi beslenen hamster de bir göçmendi
Avrupa’da. Annesi bu hayvanı depresyonu için almış. Adı da Pips. Bir buçuk yıldır
onlarlaymış. Hapları, hamsterin yemeğinin içine koymuş Eve. Ona
katlanamıyormuş. Hiç susmayan sesiyle herkesi suçlarmış gibiymiş bu hayvan.
Babası, bu susmayan sese dayanamamış ve evden gitmiş. Yine jenerik yazıları
giriyor araya. Eve, yine annesini çekmiş gizlice akıllı telefonuyla. Annesi
fazla konuşmuyordu. Ama kendi hakkında konuşabiliyordu. Bencil miydi, yoksa
bunalımda mıydı? Annesinin, kendisinin ne istediği hakkında da fikri yokmuş. Ön
jenerik yazıları devam ediyordu. Sonra salonu çekmiş Eve akıllı telefonuyla.
Derinde sesler duyuluyordu. Nathalie için cankurtaran (ambulans) gelecekmiş.
Nathalie, yüksek doz alarak intihar mı etmişti? Ardından filmin ve yönetmenin
adı yazıyordu.
Genel çekimle inşaat alanı
yansıyor. Kamera sabit açıdan ve kesme yapmadan bu anı yansıtıyordu. Fonda da Fransızca
“Toi et Moi” (Sen ve Ben) bir şarkısı duyuluyordu. Guillaume Grand’ın söylediği
şarkıda, “Eğer istersen gideriz/ Sadece sen ve ben/ Buraya ya da oraya yakın/
İnançlar ve kurallar olmadan/ İstediğinde gidebilirsin” diyordu. Bu şarkıda
çift anlamlılık vardı gitmek üzerine. İnşaatta çökme olduğu fark ediliyordu. Radyodan
da sesler duyuluyordu derinde. Fransa’da düzenlenen Avrupa Futbol
Şampiyonası’na üç gün kalmış. Haziran 2016 yılı. Yazın başlarıydı şimdi. Lens
ve Lille şehirlerinde de on maç oynanacakmış. Sonra trafik ve hava durumu da
veriliyor. Ardından arabayı süren Anne Laurent (Isabelle Huppert) yansıyor. Kamera,
nesnel bakış açısıyla Anne’ı arkadan yansıtıyordu. Akıllı telefonuyla da
konuşan Anne, hastaneye gidiyor. Sonra başka bir yeri arıyor Anne ve İngilizce
konuşuyor. Bir kaza olmuş. Ardından kamera malikâneye gidiyor. Evde Anne, yaşlı
Georges (Jean-Louis Trintignant), Pierre (Franz Rogowski) ve Thomas’nın karısı
Anais (Laura Verlinden) akşam yemeği yelerken yansıyor. Göçmen Jamila/Cemile
(Nabiha Akkan) yemek servisi yapıyordu onlara. Kocası Rachid/Raşit de (Hassam
Ghancy) malikânenin kâhyası gibiydi. Evin bir de köpeği vardı. Öfkeli ve canı
sıkkındı hep. Anais, Natalie’den boşanmış cerrah Thomas’yla (Mathieu Kassovitz)
evlenmiş ve bir de bebekleri olmuş. Bu aile, aristokrat kıyılarında dolaşan
burjuva bir aileydi. Laurent Grup adında aile şirketleri vardı. Şimdi zor
zamanlardı. Kredi sorunları da yaşıyorlardı. Anne, oğlu Pierre’le sürekli
tartışıyor. Çünkü Pierre genel müdürlük gibi bu ağır görevin altında eziliyor.
Thomas da Anne’ın erkek kardeşiydi. Calais şehrinde yaşıyor aile şimdi. Calais
şehrinde ağırlıklı olarak Faslı göçmenlerin olduğu söyleniyor. Afrika’nın başka
ülkelerinden gelenler de vardı. Bu şehir İngiltere’ye çok yakındı. Manş
Denizi’ndeki tünelden kolayca İngiltere’ye geçilebiliyordu.
Kamera hastanede, Eve’in
arkasından içeride komada olan annesini izliyordu. Komadaki Nathalie’nin
ayakları görünüyor sadece. Sonra evde çantasını ve valizini topluyor Eve. Çünkü
babası Thomas’yla Calais şehrine, malikâneye gidecekti. Eve, Thomas’nın ilk
evliliği Nathalie’den doğan on üç yaşındaki kızıydı. Ergenlik bunalımları da
yaşıyordu Eve. Sessiz ve sadece sosyal medyada iletişim kurabilen bir yeni
nesildi o. Merdivenlerden inerken, “steadicam” kamera da onu arkadan izliyordu.
Ardından televizyon ekranı yansıyor. İngiliz Avukat Lawrence (Toby Jones)
evinde yemek yerken telefonla da konuşuyor. Kredi sorunlarından söz ediyor.
Ardından BBC News ekranlarında göçmen eylemlerini yansıyor. Lawrence, Anne’ın
sevgilisi İngiliz avukattı.
Kamera Eve’i, banyoda
gösteriyor. Şimdi babasının yanındaydı. Bu büyük malikânedeydi. Anais de ona
sevgiyle yaklaşıyor. Sonra kamera Georges’un odasına gidiyor. Georges
pencereden dışarı bakarken, öfkeli köpekleri de havlıyordu. Gündüz olunca
Rachid ve köpek yansıyor. Sonra da Rachid, Georges’un kahvaltısını götürüyor
her zamanki gibi. Georges’un odasında çalışma masası da vardı. Ardından kamera
inşaat alanına gidiyor. İnşaatta toprak kayması olmuş ve bir işçi ağır
yaralanmış. Seyyar tuvaletler bile yanlış yere yerleştirilmiş. Burası depo
olarak mı kullanılıyordu? İş güvenliğine ne olmuştu? Pierre ve mühendis
tartışırken, Anne da oraya geliyor. Anne endişeli. Onun için bu aile şirketi
değerliydi. Hayatlarının zengin sürmesi için de önemliydi. Sonra Eve yansıyor.
Okuldan çıkınca babası Thomas’nın arabasına biniyor. Durgun ve hüzünlü bir
kızdı o. Arabada birdenbire ağlıyor Eve. Nedendi? Thomas, onun için iyi baba
olmak için çabalıyor. “Hiçbir zaman bir kızım olamadı” diyor Thomas. Hep
ayrıymışlar. Aile akşam yemeğini yerlerken, demans, yani bunama hastalığı
başlamış Georges’un dikkatini çekiyor Eve. Bu kız kimdi? Daha önce burada
olmamasını garip bile buluyor Georges. Ama daha garibiyse şimdi burada
olmasıydı. Gorges’da Alzheimer de vardı.
Bilgisayar ekranı yansıyor.
Facebook’ta Thomas’nın çellist Claire’le (Loubna Abidar) erotik ilişkisiydi bu.
Kelimeler pornografik de olabiliyordu. Entelektüeller de pornografik kelimeler
kullanabilirdi. Ardından malikânenin garajı yansıyor. Bastonlu Georges arabaya
doğru yürüyordu. Sonra da arabayla garajdan ayrılıyor. Gündüz olunca Anne
malikânedeki odasında telefonla sinirli konuşurken Rachid geliyor ve Georges’un
ortalıklarda olamadığını söylüyor ona. Nereye gitmiş olabilirdi? Georges,
birçok defa intiharı denemiş. Ruhundaki acıdan kurtulabilmek için. Ardından
YouTube’da yayın yapan bir genç (Timothé “Tim” Boquen) yansıyor. Çocukluk
fotoğraflarını da gösteriyor. Bu yayını Eve izliyordu. Bebeğin ağlamasını duyan
Eve, bebeğin yanına gidiyor. Bu, üvey kardeşi Paul’dü. Ona şefkat gösteriyor
Eve. Kamera, bu anda kayarak Eve’i takip ediyordu. Anais de geliyor odaya.
Sonra Thomas da malikâneye geliyor gecenin bu geç saatlerinde. O sürekli Lille
şehrine gidiyordu. Georges’un arabayla kaza yaptığını söylüyor. Herkes odasına
çekildiğinde birden bilgisayar ekranı yansıyor. Thomas’yla Claire’in erotik
mesajlarıydı bunlar. Bilgisayar ekranının ışığı Eve’in yüzüne spot ışığı gibi
düşüyordu babasının ilişkisini okurken.
Gündüz. Pierre, kaldırım
kenarına arabasıyla park ediyor. Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak Pierre’i
izliyordu. Banliyölerdeki gibi apartmanlar vardı burada. Kamera Pierre’i
uzaktan kesme çekim yapmadan izliyordu. Kaza için özür dilemeye mi gitmişti?
Dışarı çıkan adam Pierre’i dövüyor. Pierre acı içinde arabaya doğru yürürken,
kamera bu defa sola doğru çapraz kayarak onu izliyordu. Sonra akıllı telefon
ekranında beşiğinde oynayan bir bebek yansıyor. Eve’in kardeşi bu bebek ölmüş
yıllar önce. Onu çok özlüyormuş Eve. Şimdi sosyal medyada bu görüntüleri
yayınlayarak rahatlıyor.
Eve ve Thomas plajda yansıyor
sonra. Atlantik kıyıları. Eve, dondurma alırlarken, Thomas telefonuyla
konuşuyor. Eve, onun kimle konuştuğunu da biliyor. Ona, “Anais’yi seviyor
musun” diyor plajdaki Anais’nin yanına giderlerken. Çünkü daha önce de terk etmişti
Thomas. Şimdi sıra Anais’de miydi? Onlar konuşurken, kamera da sola doğru
kayarak onları yansıtıyordu.
Gecenin derinliğinde Pierre’in
telefonu çalıyor. Pierre malikânede kalmıyordu şimdi. Annesinden uzaklaşmak da
iyiydi belki. Derin bunalımlar geçiriyordu şantiyedeki kazadan sonra. Akıllı
telefonu, eski ev telefonlarının zili gibi çalıyordu Pierre’in. Israrlı çalan
telefonu açıyor. Annesi gelmiş ve kapı önündeymiş. Anne ve Pierre’in
iletişimleri hep kopuk olmuş. Oğlunun ne yaptığını bilmiyor Anne. Sevgilisi var
mıydı, bunu bile bilmiyordu. Anne birden Pierre’e sarılıyor, onu öpüyor. Ama Pierre
artık yeniden işin başına geçmek istemiyordu.
Gündüz malikânede öfkeli köpeğin
havlayışı yansıyor. Ardından YouTube’dan yayın yapan genç sahnede şarkı
söyleyip öfkeli dans yaparken görünüyor. Sonra da Eve ve babasının hastanede
Nathalie’yi ziyareti yansıyor. Odadaki an önemliydi. Eve, annesine hiçbir şey
hissetmeden bakıyordu. Kamera, onları genel çekimle yansıtmış bu anda. Onlar
odadan çıktığında kamera da bir an odada kalıyordu. Bu da önemliydi. Haneke
usta, bir an boşlukta kalan kamerayla yoğunlaştırılmış an yaratabiliyor. Ölen
Nathalie’nin cenazesinin yansımasına gerek kalmıyordu bu boşluktaki anla çünkü.
Eve ve Thomas asansöre binerken, kamera da onları öne kayarak izliyordu
hastanede. Bu çekim de önemliydi. Sonra sokakta tekerlekli sandalyesinde
Georges yansıyor birden. Kamera bu anda da hareketliydi. Ayağı kırılmış
Georges, kaldırımda tekerlekli sandalyede tek başına giderken, kamera da karşı
kaldırımda sola kayarak onu izliyordu. Georges, siyahî göçmen gençlerle
konuşuyor sonra. Kamera uzakta olduğundan ne konuştukları anlaşılamıyordu.
Haneke ustanın bu filmindeki hareketli çekimlerin göstergebilim açısından da
büyük anlamları vardı. Eve’in olduğu anlarda kamera sürekli enerjik kaydırmalı
çekimler yapıyordu. Bu çekimler, Eve’in içindeki enerjiyi ve karmaşayı dışarı
yansıtıyordu.
Aynı kamera, Pierre ve Georges’u
kayarak izliyordu. Kamera Pierre’i önce sağa çevrinme yaparak gözlüyordu ve
ardından da hiç kesme yapmadan çapraz olarak geriye, sola doğru düz çizgide
kayıyordu. Georges da kaldırımda tekerlekli sandalyede giderken dolly kamera da
onu sola doğru kayarak izliyordu. Georges’la Pierre’in kaderleri aynı çizgide
mi buluşuyordu bu iki çekimle? Georges yaşlıydı ve intihara meyilliydi. Ya Eve?
Plajdaki anda da kamera sola kayma yapıyordu Eve ve babası konuşurken. Pierre
ve Eve de büyükbabalarının kaderini mi paylaşacaklardı? Haneke, kamerasını
kalem gibi kullanmış ve roman sanatının derinliğinde simgeler yaratabilmiş bu
filminde. Bu üçü de filmin psikolojik olarak sorunlu karakterleriydi çünkü.
Thomas, kadına evi gezdirirken
yansıyor. Burası, eski evleriydi. Thomas onları terk ettikten sonra, Nathalie
ve Eve burada oturuyorlardı. Thomas evi satmak istiyor. Kamera burada da
hareketli ve öne ve geriye kayıp duruyor. Çünkü Eve de oradaydı. Malikânede
odasında Georges, on yıldır tıraş olduğu berber Marcel’den (Dominique
Besnehard) içinde mermileri olan bir tabanca istiyor. Haplar da işi görürdü.
Marcel korkuyor. Çünkü ilk şüpheli kendisi olabilirdi. Georges ona, intihar
etmek için arabayı nasıl ağaca doğru sürdüğünü de anlatıyor. Bu an tek çekim ve
açıyla yansıyordu. Ardından malikânedeki çello resitali yansıyor. Çelloyu
çalansa Claire’di. Georges şimdi seksen beşinci yaşına girdiği içindi bu
resital. Konuklarda vardı malikânede. Georges, tekerlekli sandalyesiyle
Claire’in yanına gidip elini öpüyor onun. Tüm aile de oradaydı. Sonra kamera
geriye kayarak Eve’in yanına geliyor. Pierre Eve’i bahçeye çıkartırken de
kamera kayarak izliyordu onları. Pierre, Jamila’nın Arap usulü pilavını övüyor
bahçede. Thomas da Eve’i Georges’un yanına götürüyor sonra. Eve, büyükbabasının
doğum gününü kutlaması gerekiyordu çünkü.
Bir toplantı yansıyor. Anne ve
Pierre de orada. Avukatları, inşaatta yaralanıp ölen göçmen işçinin ailesine
tazminat öneriyor. Şirket mecbur değilmiş tazminat ödemeye. Yoksul aile ne
yapacaktı? Kanunlar, çok parasın olanların yanındaydı hep. Ardından kamera
hastane odasına gidiyor. Thomas, Eve’in yattığı hastane odasındaydı. Eve, hap
içip intihara girişmiş. Eve, babası onu yine terk ederse bakımevine gitmekten
korkuyor. “Anais’den ayrılırsan beni de yanında götürür müsün”, diyor Eve.
Annesini, Anais’yi, Claire’i sevmediğini de söylüyor babasına. Sonra Laurent
Grup’un birleşme anlaşmasını yansıtıyor kamera. Pierre’in artık şirketle ilgisi
yoktu ve genel müdür de değildi şimdi. Ardından da Thomas ve Claire’in
Facebook’taki pornografik yazıları görünüyor ekrandan. Thomas ona, kızının
bilgisayarını karıştırdığını da söylüyor.
Eve, Georges’un odasının
kapısını açıyor. Georges odasındaydı. Konuşmak istiyordu sanki büyükbabasıyla.
Eve, neden kendini öldürmek istemişti? Eve’e, büyükannesi Anne’ın siyah-beyaz
gençlik fotoğraflarını gösteriyor albümde Georges. “Aşk” filminde olanları
anlatıyor. Anne’ı boğarak öldürdüğünü söylüyor. Eve’in de hikâyesi var mıydı?
Babası kaybolduğunda annesi onu yaz kampına göndermiş. Orada bir kızın yemeğine
sürekli hap atmış Eve. Kızın giderek sessizleşmesi onu eğlendirmiş. Eve buna
hiç üzülmüş müydü? Üzülmediğini söylüyor önce. Sonra da üzüldüğünü söylüyor
büyükbabasının bakışlarından etkilenerek. Eve bir sosyapat mıydı? Georges vahşi
bir anı anlatıyor Eve’e. Yırtıcı bir kuşun bir kuşu parçalara ayrılışını
izlemiş bahçede. Bunları televizyonda izleyince normal karşılanıyordu, ama
gerçeklikte sarsıcıydı bu an. Bu karanlık konuşmalar final bölümünde
anlamlaşacaktı belki de. Sonra Rachid ve Jamila’nın malikânede kaldıkları ev
yansıyor. Kızlarını, malikânenin öfkeli köpeği ısırmış. Thomas da onu tedavi ediyor.
Anne da geliyor oraya. Rachid, şirketlerin birleşmesinden mutlu olduğunu
söylüyor sonra Anne’a.
Calais’nin Atlantik kıyısındaki
lüks restoranda şirketlerin birleşmesi şerefine verilen yemek yansıtıyor sonra
kamera. Konuklar da vardı. Ama Pierre yoktu orada. Ama çok geçmeden geliyor
oraya. Yanında da göçmenleri getiriyor Pierre. Nijeryalı Muhammet’in hikâyesini
anlatıyor oradakilere. Muhammet’in karısı ve kızı, Boko Haram’ın saldırısında
ölmüş. Buraya gelmesi bir yıl sürmüş. Karşıya, İngiltere’ye tünelden geçme
umuduyla gelmiş. Anne onu susturmaya çabalıyor. Eve, Georges’un tekerlekli
sandalyesini iterek dışarı çıkartıyor. Karşıda Atlantik Okyanusu vardı.
Göçmenlere restoranda bir masa verilirken, Georges da tekerlekli sandalyesini
okyanusa doğru sürüyor. Suya giren Georges’u izleyen Eve, akıllı telefonunu
çıkartıp büyükbabasının intiharını kaydediyor yayınlamak için. Thomas ve Anne
Georges’a doğru koşarken görüntü kararıyor birden. Haneke, bu final anında her
şeyi boşlukta bıraksa da filmin adındaki mutlu son Georges’un mutlu sonu muydu?
Calais şehri, İngiltere’ye çok yakındı ve arada da kısa bir Manş Tüneli vardı.
İngiltere’ye geçmek isteyen göçmenler için de mutlu bir sondu Calais şehri.
Filmin İngilizce adı da bunu düşündürtüyor insana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder