21 Mart 2023 Salı

Michael Haneke




"Yedinci Kıta..."


"Benny'nin Videosu..."


"Tesadüfî Bir Kronolojinin 71 Parçası..."

"Şato..."




"Ölümcül Oyunlar..."


"Bilinmeyen Kod..."


"Piyanist..."

"Kurdun Günü..."


"Kurdun Günü..."

"Saklı..."

"Saklı..."

"Ölümcül Oyunlar..."

"Ölümcül Oyunlar..."

"Beyaz Bant..."

"Beyaz Bant..."

"Aşk..."

"Aşk..."

"Mutlu Son..."

"Mutlu Son..."



Michael Haneke: Ruhun karanlık dehlizleri        

 

 

Yazan: Ali Erden

 


Haneke usta, Almanya'nın Münih şehrinde 1942’de doğmuş Avusturyalı yönetmen. Onun, birçok filmini sakinlikle seyredebilmek kolay değil. 1989'dan 1994'e kadar “Kent Üçlemesi” filmleriyle sinemada kendine sağlam yer edindi. Bu ve ardından gelen filmlerinden sonra ona “Buz soğukluğunda yönetmen” demeye başladılar onun filmlerine. Usta, filmleriyle insanları rahatsız etmeyi sürdürüyor. Özellikle onun filmlerini sinema perdesinde görme şansını bulabilmiş seyircileri. Usta, önce Viyana Üniversitesi’nde okudu. Film eleştirmenliği yaptı. Ardından televizyon için çalıştı. 1989’dan itibaren de sinema filmleri çekmeye başladı. Haneke, kapitalist Batı toplumlarındaki şiddete, tüketime, iletişimsizliğe, yükselen ırkçılığa baktı. Bununla beraber yoksulluğa ve göçmenliğe de kamerasını çevirdi. Onun filmlerinin içinde dolaşırken kendinizi görünen dünyanın ardındaki soğuk ve sarsıcı gerçekliklerle baş başa buluyorsunuz. Bunda sadece konunun ve karakterlerin yansıyışıyla değil, mekânların ve o mekânlara düşen ışık düzenlemeleriyle de yaşıyorsunuz. Gri mavisi bir atmosfer seyircileri titretirken, tedirgin de ediyor. Haneke rahatsız ederdi, daima… 

Haneke’nin çoğu filminde karakterlerin adları aynıdır. Avusturya’da Georg ve Anna, Fransa’da Georges ve Anne, Amerika’da George ve Ann… Soyadları bazen Laurent, bazen de Schober’dir. Anna, Georg ve Eva 1983 yapımı “Variation-Oder Dass es Utopien gibt, Weiss ich Selber!- Varyasyon-Veya Ütopyalar Olduğunu Ben de Biliyorum!” televizyon filmiyle girmişti. Bu karakterlerin bir bölümü trajedi yaşamıştı bu uzun yolculukta. Haneke’nin televizyon için yaptığı çalışmalar da vardı. Sinemanın tam ortasında dolaşan yapıtlar gibiydi bu filmler. İlk çalışması 1974 yapımı “After Liverpool-Liverpool’dan Sonra” TV filmiydi. Haneke, İngiliz oyun yazarı James Saunders’ın “Games: And, After Liverpool” kitabını uyarlamıştı. Bir kadınla bir erkeğin arasında olabilecek her şeyin etrafında dolaşıyordu bu film. Haneke, Avusturyalı şair ve yazarlarından Ingeborg Bachmann’ın kısa hikâyesinden uyarladığı 1976 yapımı “Drei Wege zum See-Göle Giden Üç Yol” TV filmini çekti. Film, kırk yaşına gelmiş bir kadının, çocukluğunu ve kendinde derin iz bırakmış aşkını hatırlamasının peşine düşüyordu. Yine 1976’da “Süperrmüll-Çöp Yığını” TV filmini yaptı. İki yaşlı insanı, eski evlerini ve eşyalarını anlattı. Eva adı da ilk defa bu filminde kendini duyurdu. Ustanın 1983 yapımı “Variation-Oder Dass es Utopien gibt, Weiss ich Selber! -Varyasyon-Veya Ütopyalar Olduğunu Ben de Biliyorum!” TV filmini çekti. Bu film, aşkın bedelinin masalıydı sanki. Haneke bu filminde aşkı sanrı gibi yansıtmıştı. Haneke, 1984 yılında “Wer war Adgar Allan? -Edgar Allan Kimdi?” televizyon filmini çekti. Mekânlar Venedik’tendi. Film, Avusturyalı yazar Peter Rosei’dan uyarlanmıştı. Filmin müzikleri de büyük Ennio Morricone’dendi. Film, tıpta okumaktan sıkılıp kendini sanat tarihine adayan nihilist bir öğrencinin peşinden Venedik’e gidiyordu. Genç, kendine Edgar Allan diyen gizemli bir yaşlı adamla tanışıyor, ona hayran oluyor ve bir paranoyanın içine düşüyordu. Haneke, 1986’da siyah-beyaz “Fräulein-Ein Deutsches Melodram-Küçük Bayan: Bir Alman Melodramı” TV filmini yaptı. 1950’lerin ortalarında, bir Alman kadın, Fransız bir savaş esirine âşık oluyordu. Evli ve iki de genç çocuğu vardı. Esir düşmüş kocası da Rusya’dan dönüyordu ve Alman melodramı yansımaya başlıyordu. Haneke’nin 1991 yapımı “Nachruf für Einen Mörder-Bir Cinayet Defteri”, 8 Eylül 1990'da Viyana'da bir gençlik partisinin kan gölüne dönüşünün belgeseliydi. Haneke, 1993 yapımı “Die Rebellion-İsyan” televizyon filmini, Joseph Roth’un dışavurumcu romanından uyarlamıştı. Haneke, I. Dünya Savaşı’nda bacağını kaybetmiş madalyalı kahraman askerin dramını anlatmıştı. Film, gerçekle yanılsama arasında dolaşarak zihinsel bulanıklar yaratabilmişti.

 

“Yedinci Kıta…”

Haneke usta, 1989'dan 1994'e kadar üç filmlik “Kent Üçlemesi” çekti. Buna “Buzullaşma Üçlemesi” de deniliyor. Bu üç filmde tüketim toplumunun monotonlaşmış ve iletişimini yitirmiş durumlarını, şiddet toplumuna dönüşünü, yalnızlığını, göçmenlik olgusunu ve birçok şeyi buluyorsunuz. Bu üç filmde de oyunlar fark ediliyordu. İkinci ve üçüncü filmlerdeki oyunlar hikâyelerin ruhlarıyla buluşuyordu. Bu üç filmde de sert kararma tekniği kullanmış usta. “Kent Üçlemesi”nin ilk filmi… Haneke, senaryosunu da yazdığı 1989 yapımı gerçek bir olaydan yola çıkan “Der Siebente Kontinent-Yedinci Kıta” filmi, orta sınıf burjuva bir ailenin trajedisini anlatıyor. Wega Film’in sunduğu filmin kameramanlığını Anton Peschke yapmış. Film, kapitalist toplumda bir ailenin kendisini yok edişini, ürpertici ve rahatsız edici bir anlatımla perdeye yansıtıyordu.

Birinci Bölüm 1987: Haneke, bir ailenin hayatını üç bölümde anlatıyor. Önce yükseliş, ardından yukarıdaki anlamsızlık ve son olarak da depresyonla gelen boşluktu. Aile topluca intihar ediyordu evlerinde.  Film şöyle başlıyordu: Yıkanan bir araba. Arabanın plakasını, farını, jantını, ön camını ayrıntılı çekimle gösteriyor kamera. Arabanın içinde, ön jenerikle beraber silueti yansıyor karı-koca Anna ve Goerg Schober’in. Araba oradan ayrılırken “Avustralya'ya Hoşgeldiniz” yazısı okunuyor. Avustralya yedinci kıtaydı.

Daha önce yüzleri görünmeyen karı-koca ve küçük kızları evlerindeydiler şimdi. Her şey mekanik yansıyordu bu anlarda. Dijital saat sabah altıda çalar. Radyoda haberleri okuyan spikerinin sesi duyulur. Gözlükçü Anna (Birgit Doll) kırmızı terliklerini giyer. Pencerenin perdesini açar. Mutfakta kahvaltıyı hazırlar. İlkokulda okuyan kızları Evi “Eva”yı (Leni Tanzer) uyandırır. Mühendis Georg (Dieter Berner) küvetin üzerine ayakkabısının bağcığını bağlar. Evi’nin küçük eli akvaryumdaki balıklara yem atar. Kahvaltı yaparlar. Haneke hiç yüzlerini göstermiyordu bu küçük ailenin. Dışarıda. Anna gözlükçü dükkânına girdiğinde görüntü kararıyor. Georg da arabadan iniyor. Georg iş yerindeyken, dış ses olarak Anna’nın sesi duyuluyor mektubunu okurken. Görüntü kararıyor. Kırmızı kazaklı Evi de okulundaydı. Hastalanmıştı. Görmüyormuş. Öğretmenine (Elisabeth Rath) kör olduğunu söylüyor. Anna, işyerinde muayene yaparken yansıyor. Görüntü kararıyor.

Georg, akşamüzeri Anna’yı işten alıyor ve markete gidiyorlar. Market arabası ve yiyecekleri gösteriyor kamera. Kadın kasiyer alınanları yazarkasaya aktarıyor. Benzinciye gidiyorlar sonra. Yine yazarkasaya ödeme yapıyor Georg. Arabayı evin garajına bırakıyor sonra Georg. Evi, akvaryumun yanında ders çalışıyor. Evi, televizyon ekranında oyun da oynuyordu. Georg duş alırken, Anna da yemek hazırlıyor mutfakta. Görüntü kararıyor. Telefon geliyor. Öğretmenle konuşuyor Anna. Sonra da Evi’ye neden böyle yaptığını soruyor. Görüntü kararıyor. Akşam, Anna’nın erkek kardeşi Alexander de (Udo Samel) yemekteydi. Alexander, Anna’yla gözlükçü dükkânında beraberlerdi. Mutlular. Haneke yemek yiyişlerini ayrıntılı yansıtıyor. Yemek yerlerken Alexander birden ağlıyor. Ölmüş annesini hatırlıyordu. Görüntü kararıyor. Televizyon izliyorlar. Annesinin söyledikleri de aklına geliyordu Alexander’in. Görüntü kararıyor. Georg, kızının ders kitaplarına ve defterlerine bakarken, gazeteyi görüyor. Gazetede, “Kör, ama asla yalnız değilsin” (Blind, aber nie mehr einsam) başlığı dikkati çekiyor. Evi yatağına gittiğinde Anna da yanına gidiyor. Kızına, “Kendini bazen yalnız hissediyor musun”, diye soruyor. Sonra da anne-babasını sevip sevmediğini. Evi, sevgiyle annesine sarılıyor. Uyumadan önce İsa’ya da dua ediyor. Yatakta Georg’un eli ışığı yaktığında gazete fark ediliyor. Sonra da görüntü kararıyor.

İkinci Bölüm 1988: Georg ve Anna sabaha karşı sevişiyorlar. Sevişme bitince sabah altı oluyor. Haber okuyan spikerin sesi duyuluyor. Anna yine kırmızı terliklerini giyiyor. Her şey dünkü gibi yeniden başlıyor. Evi, akvaryumdaki balıklara yem verdikten sonra görüntü kararıyor. Araba garajdan çıkıyor. Görüntü kararıyor. Filmin ilk ve ikinci bölüm neredeyse birbirine yakın anlatımla sürüp gidiyor neredeyse. Georg işinde iyi ve yükseliyor. Şefleri de yemeğe gelecekmiş. Alexander de İskandinavya’ya geziye çıkmış. Anna’nın mektubu, onun dış sesiyle yansıyor yine. Anna mektupları, Georg’un annesine yazıyor. Georg, işte amiriyle anlaşamıyor. Emekliliği yaklaşan amir, onun işini almasından korkuyormuş. Akşam yağmurda arabayla gelen Anna, Georg’u işten alıyor. Görüntü kararıyor. Arabanın içindeydiler. Silecekler yağmur sularını temizlerken yansıyor. Arabada Evi de vardı. Caddede kaza olmuştu. Ölülerin üzeri de örtülmüştü. Görüntü kararıyor. Araba yine yıkamaya götürülüyor. Aynı açılarla yansıyor. Bu defa aile ön camdan görülüyor. Georg ve Anna birbirine sevgiyle bakıyorlar. Sonra Anna arkada oturan kızının elini şefkatle tutuyor. Anna ağlıyor. Görüntü kararıyor. Bu defa Avustralya afişi yansımıyor.

Üçüncü Bölüm 1989: Yavaş yavaş ailede değişim başlıyor bu bölümde. Aile, Georg’un annesine ve babasına veda ediyorlar ziyaretleri sonrası. Görüntü kararıyor. Uzun yolculuktan sonra eve dönüyorlar gece. Evi, içine süt katılmış mısır gevreği yiyor. Evi yatağında yine İsa’ya, iyi kız olup cennete gitmek için dua ediyor. Georg ve Anna yataktalar. Sadece komodinin üzerindeki abajur, su dolu bardak ve Georg’un kol saati var. Georg gazeteyi komodinin üzerine bıraktıktan sonra, “Artık gazete aboneliğini bırakmalıyız” diyor. Görüntü kararıyor. Çoğu an, ilk bölümdeki gibi benzer yansıyor filmde. Her şey aynıydı neredeyse. Bu sefer Georg’un anne-babasına yazdığı mektup, Georg’un sesiyle duyuluyor. Georg işinden istifa etmiş. Georg’un sesi duyulurken, markette salamlar, içkiler de yansıyor. Anna alışveriş yapıyor. Görüntü kararıyor. Evi sınıftayken yansıyor sonra. Evi kaşınıyor. Georg, testere, balta, çekiç vb. aletler satın alıyor. Görüntü kararıyor. Georg, Anna’yı işten alıyor. Bankadaki tüm paralarını çekiyorlar. Anna sürekli doktora gittiği için reçeteyle alınmış ilaçları da biriktirmişler. Onlar bu kararı, kendilerini yok etme kararını ne zaman vermişlerdi? Hayat onlar için birden ne zaman anlamsızlaşmıştı? Her şeyin aynı olduğu bu hayatta boşluğa mı düşmüşlerdi? Georg arabalarını da satıyor. Yanında kızı da varken. Zaman zaman Avustralya plajlarından anlar da yansıyor filmde. Evi, resim yaparken, Georg’un daha yollamadığı anne-babasına yazdığı mektup Georg’un sesiyle duyuluyor. Verdikleri karar, Evi’nin kaderini de belirliyordu. Evi ölümden korkmuyormuş. Giderken onu da yanlarında götüreceklermiş. Sonra ailecek yemek yiyorlar. Masanın üstü yiyeceklerle dolu. Tıka basa yiyorlar. Telefonun zili çalıyor onlar yemek yerlerken. Georg telefonu kapatıyor. Georg mektubu bitiriyor sonunda. Görüntü kararıyor.

Evdeydiler. Anna sofrayı kurarken, Georg da aldığı malzemeleri çıkartıyor. Sonra duvarda asılı tüm çerçeveli fotoğraf ve resimleri topluyorlar. Elbise dolabındaki elbiseleri de çıkartıyorlar. Georg, gömleklerini parçalıyor. Anna da makasla kesiyor kendi giysilerini. Perdeleri bile söküyorlar. Evi de çizdiği resimlerini ve kitaplarını yırtıyor. Plakları bile kırıyorlar. Kendileriyle beraber evde birikmiş her şeyi de yok ediyor aile. Hatıra bırakmak istemiyorlardı belki geride. Kendi fotoğraflarını bile bırakmıyorlar. Georg, akvaryumu bile parçalıyor. Balıkların çırpınışı Evi’yi korkutuyor. Beklenmedik andaysa kapının zili çalıyor. Telefon arızadan gelmişler. Telefon hattını kesmek yasakmış Avusturya’da. Georg, telefonu devre dışı bırakıyor. Tüm paraları da klozete atıyorlar. Bu anda kamera sadece klozeti gösteriyor. Televizyon izliyorlar. Jennifer Rush’ın söylediği “The Power of Love” şarkısı duyuluyor. Şarkı söyleyen Jennifer Rush’ın görüntüsü de yansıyor. Evi, İsa’ya yine dua ediyor. Görüntü kararıyor.

Yine televizyon izliyorlar. Bu defa Meat Loaf’tan “Piece of the Action” şarkısı duyuluyor. Görüntüleri de yansıyor. Ardından Avustralya’dan yine aynı plaj görüntüsü beliriyor. Dıştan görünüşte mutlu aile kapitalizmin kendilerine sunduklarına arkalarını dönüp kendilerini yok ediyorlar. Anna, ilaçları hazırlıyor, sonra da içiyor. Ardından içki de içiyor Anna. Önce Evi ölmüş. Sıra Anna’da. Georg içtiği ilacı geri çıkartıyor. Yeniden deniyor. Georg ölürken, mutlu ve mutsuz anları da zihninden düşüyor. Avustralya’daki plaj da zihninden düşüyor. Onlar intihar ettikten sonra seyirci de (sadece ekranı karıncalı televizyon) onları dikizliyor. Burjuva ahlakını, tüketim toplumunu yönlendiren medyaya eleştiri de getiriyor Haneke. Bu intihar vakası Avusturya’da çözümsüz dosya olarak kapanmış. Onların aileleri, geride kalan mektuplara rağmen bunun bir cinayet olduğuna inanıyorlarmış.  

 

“Benny’nin Videosu…” 

“Kent Üçlemesi”nin ikinci filmi… Wega ve Langfilm’in sunduğu 1992 yapımı “Benny's Video-Benny’nin Videosu” filmi, 14 yaşındaki Benny’nin şiddetini anlatıyor. Benny (Arno Frisch), kamerasıyla her şeyi çeken ve video görüntüleri hayatının tek gerçeği olan bir genç çocuk. Film, domuz çiftliğinde şok tabancasıyla öldürülen domuzun görüntüsüyle açılıyor. Şok tabancasıyla başından vurulan domuz kıpırdamadan yere yığılıyor. Michael Haneke usta, bu anlardaki şiddeti ayrıntılı gösteriyor seyirciye. Daha sonra gelecek şiddet anlarından mı, yoksa domuzun şok edici ölümünden mi en çok ürkecekti seyirci? Görüntü karıncalanıyor ve ardından kırmızı ön jenerik yazıları yansıyor. Bu kırmızı metafordu ve derinlikte anlamlaşacaktı.

Filmde “Piramit Şeması” oyunu da önemliydi. Bu oyundaki “sekiz top” bölümü filmin derinliğinde anlamlaşabilecekti. Kumarı andıran bu uçak oyununda pilot, yardımcı pilot, mürettebat ve yolcular vardı. Benny de arkadaşlarıyla bu piramit oyununu oynuyor. Video dükkânının önünde çizgi roman tutkunu bir genç kızla (Ingrid Strassner) tanışır ve kızı eve götürür Benny. Anne ve babası hafta sonu tatili için evde yoktular. Öğleden sonraydı. Her şeyden önce yemek yiyorlar beraber. Sonra da çektiği görüntüleri ona gösteriyordu Benny. Çiftlikte, domuzun şok tabancasıyla öldürülüşünü gösteren Benny, aynı şok tabancasını kızın üzerinde dener ve kız acı çekerek ölür. Benny, soğukkanlılıkla bu acıyı ve ölümü kamerasıyla kaydediyordu. Bu anlar televizyon ekranından da yansıyordu. Belki de filmdeki en ürpertici an, Benny’nin kızı öldürdükten sonraki sakin halleriydi. Kızın çantasını inceliyor. Orada “Maruşka”yı andırır oyuncak görüyor. Ardından da ders çalışıyordu Benny. Televizyonda görüntüler akarken, pikaptan da sert müzik dinliyordu. Ardından bezi sabunluyor küvette. Bütün bunlar normal bir şeymiş gibi kızın cesedinin olduğu yerdeki kanları temizliyor bezle. Sonra çektiği görüntüleri izliyor. Kızın cesedini de dolaba saklıyor. Benny, hiçbir rahatsızlık duymuyordu. Arkadaşlarıyla bile eğleniyordu sonraları.

Benny bir sosyopattı. Saçlarını üç numara kestirmiş Benny, çektiği videoyu babasına gösteriyor. Baba Georg (Ulrich Mühe), cinayeti neden işlediğinden çok, cinayeti başkasının bilip bilmediğinden endişeleniyormuş gibiydi. Georg, videokaseti saklıyor. Georg ve Anna (Angela Winkler) ne yapacaktı şimdi? Polise haber vermeli miydiler, yoksa olayı saklamalı mıydılar? Anna oğlunu Mısır’a tatile götürüyor. Hiçbir şey olmamış gibi Benny, mutlu ve kaygısız. Denize giriyor. Video çekiyor. Mısır televizyonundan Arapça şarkılar dinliyor. Annesiyse kederler içindeydi. Haneke, bunları gösterirken, şok edici bir anı da yansıtıyordu. Evde kalmış Georg’un kızın cesedini ortadan kaldırırken yaptıkları dayanılmaz ve şok ediciydi. Bir hafta sonra tatilden döndüklerinde, Georg oğluna bunu neden yaptığını soruyor. Yatağında uzanmış kaygısız Benny, nasıl olduğunu görmek için öldürmüş kızı. Domuzun ölümü gibi miydi? Neye benzediğinin cevabını veremiyor Benny. Sabahleyin annesiyle kahvaltı da yapıyor. Okula gidiyor her şey normalmiş gibiydi onun için. Evde, yine televizyon açıkken sert müzik eşliğinde ders çalışıyordu Benny. Hayat onun için devam ediyordu. Kaldığı yerden. Anne-babası da okul korosunda hüzünle onu izliyorlardı. Benny, hiç beklenmeyecek bir şey yapıyor ve polise itirafta bulunuyordu birden. Anne ve babası sanık durumuna düşüyordu. Şimdi ne olacaktı?

Filmin soğuk görüntüleri Christian Berger'’endi. Haneke, senaryosunu da yazdığı bu filminde Bach’ın müziklerini kullanmıştı. 

 

 “Tesadüfî Bir Kronolojinin 71 Parçası…"

“Kent Üçlemesi”nin son filmi… 1994 yapımı “71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls-Tesadüfî Bir Kronolojinin 71 Parçası” filmiydi. Wega-ZDF-Arte Geie’nin sunduğu filmin senaryosunu Michael Haneke ustanın kendisi yazmış. Filmin kameramanıysa Christian Berger’di. Filmin hikâyesi, 1993 Ekim-Aralık ayları arasında geçen anları anlatıyordu. Bu filmde, birbirleriyle hiç ilgisi olmayan hikâyeler çapraz anlatımla takip ediliyordu. Haneke bu filminde yoğunlukla sert kararma tekniği kullanmıştı. Filmin ismi de film yetmiş bir sahneden oluşmasından geliyordu.  

Film, televizyondaki haberler üzerine açılıyor. Ekrana Bosna, Somali savaşları yansıyor. Sonra Rumen bir çocuk Marian Radu (Gabriel Cosmin Urdes), gecenin içinde beyaz eşya taşıyan bir kamyonete biniyor ve kaçak yollarla Viyana’ya geliyor. Bir çetenin elemanıymış. Buraya gelmek için dilenmiş ve para çalmış. Şoför çok para istiyormuş. İşte şimdi Viyana’daydı Marian. Karnı aç ve şaşkınlık içinde aylak aylak dolaşıp duruyordu. Evsiz ve de dileniyordu.

Katolik bir bankada güvenlik görevlisi olarak çalışan Hans (Branko Samarovski) her günü aynı yaşıyordu sanki. Sabah uyanıyor. Elini yüzünü yıkıyor. Ayakkabılarının bağcığını bağlıyor. Karısı Maria da (Claudia Martini) kahvaltıyı hazırlıyor. Bankaya gidiyor. Akşam evine dönüyor. Her şey bir kısırdöngüydü. Karısı Maria’yla uzaktı sanki. Öfkeli ve de yalnızdı. Ama bir bebekleri de vardı.

Marian da sabah çöplükte yiyecek arıyordu. Max (Lukas Miko), akan trafikte arabanın içinden Marian’ı izliyordu. Seyirci Max’la ilk defa karşılaşıyordu bu anla. Max, 19 yaşında öfkeli ve bu öfkesi birçok insana trajedi yaşatan bir üniversite öğrencisi. Filmde Max, iki oyun oynuyor. İkisi de tesadüfe dayalıydı. İlkinde parçaları bir araya getirip haç oluşturuluyordu. Max, arkadaşıyla mikado zekâ oyunu da oynuyordu. Tesadüfe dayalı bu zekâ oyunlarıyla Max’ın bankadaki katliamı arasında bağ olabilir miydi?

Sonra Paul (Udo Samel) ve Inge Brunner (Anne Bennent) çifti yansıyor. Evlatlık bir çocuk için uğraşmışlar hep. Emekli Tomek de (Otto Grünmandl), maaşını almak için bankaya geliyor. Tomek, yalnız yaşıyor. Evinde televizyondaki haberleri izliyor sürekli. Televizyon ekranından savaş görüntüleri düşüyor. Türkiye’den de. Bosna’dan Noel’le ilgili haberler de vardı. Bosnalı bir annenin çaresizce bebeğini hastaneye getirişi de yansıyor. Ardından da Michael Jackson haberi yerini alıyor. Jackson, çocuk istismarcılığıyla suçlanıyormuş. İşte, dolaylı veya dolaysız bu hikâyedeki insanların kaderi finaldeki bir trajedide buluşacaktı. Final bölümü çok sarsıcıydı. Dünyadaki şiddet haberlerinin yanına bankadaki şiddet de ekleniyor. Haneke, psikoloji karşıtı bir film yaptığını söylüyordu.

Finalin bölümünün hemen öncesinde Hans, evde karısı Maria’yla sessizce akşam yemeği yerken, birden “seni seviyorum” diyor. Az bir zaman sonra da karısına beklenmedik bir anda tokat atıyor. O ana kadar mekânın gri soğukluğunun farkında olmayan seyirci buzun içine düşüyordu sanki. Sonra da sarsıcı final gelecekti.  

Bulutlu gündü. Benzincide Max, banka kartını kullanamıyor. Yakındaki Katolik bankasına gidiyor. Bankanın kapısından içeri giriyor. Yöneldiği veznedar ona yardımcı olmuyor. Dışarı çıkan Max, kontrol edilemez öfkesiyle bankaya tekrar giriyor, tabancasını çıkartıyor ve rastgele ateş açıyordu etrafa. Görüntü kararıyor. Max dışarıda ve trafikte de ateş sıkıyor tabancasıyla. Kamera onun öfkesini “high angle/yüksek açı” çekimle izliyordu. Max, arabasına biniyor ve bir el ateş sesi duyuluyordu. Görüntü yine kararıyor.

Hans, Inge ve emekli Tomek vuruluyor. Kamera, Tanrı’ya daima dua eden Hans’ı yerde kanlar içinde yansıtıyordu. Kan vücudundan yere akıyordu Hans’ın. Görüntü kararıyor. Kamera, arabada intihar etmiş Max’ı gösteriyor ardından. Görüntü bir daha kararıyor. Ardından arabanın içinde bekleyen Marian görünüyor. Arabanın ön camında binanın görüntüsü yansıyor. Görüntü kararıyor ve ardından da bu katliamın haberi televizyondan gösteriliyordu. Max ve üç kişi ölüyor. Max’in amacı bilinemiyor. Soygun için değildi çünkü. Katliam, Noel öncesi yaşanıyordu.

Yönetmen, Max için ipuçlarını, Max’ın tek başına tenis oynadığı bir sahnede hissettiriyordu. Topa raketle vurdukça öfkesi daha da çoğalıyordu Max’ın. Haneke bu anı, uzun ve tek bir çekimle yansıtmıştı.

 

“Şato…”

Michael Haneke ustanın 1997’de Franz Kafka’dan uyarladığı “Das Schloss-Şato”, televizyon için yapıldı, ama önce sinema perdesinde kendini gösterdi. Kafka'nın “Şato” romanı yarım kalmıştı. Haneke de senaryosunu yazdığı kendi filmini de yarım bırakıyor. Film bittiğinde bir boşluğa düşüyordu seyirci. Atmosferden dolayı buz soğukluğunu hissettiren görüntüleri perdeye yansıtmayı başaransa kameraman Jiri Stibr idi. Gri bir soğukluk baştan sona perdeyi kuşatmış “Şato” filminde. Haneke, Wega Film’in sunduğu bu filminde daha yoğun “fade- in/kararma” tekniği kullanmış. K.’nın dışarıdaki yürüyüşlerinde de kamera sürekli yana kayıp duruyordu bir de.

Haneke filmini bir anlatıcının (Udo Samel) sesiyle sunmuş seyirciye. Şatonun köye bir kâbus gibi çöken otoritesi, bürokrasisi ve hiçleştirmeleri yansıtılırken, Kafka’nın dışavurumcu metinleriyle de buluşabilmiş Haneke’nin dili. Mekânlarla insanların birbirleriyle buluşan durumları (her şey enkaza dönmüş), despot öğretmen, karlar, soğuklar, bürokrasi, yalnızlığa itme, korkutma, otorite, yabancılaşma, faşizmin yıpratıcılığı alttan alta kuşatıcı kâbusları gibi çöküyor karakterlerin ve seyircilerin üzerine.

Köye, şatonun davetlisi olarak gelen kadastrocu Josef K. (Ulrich Mühe), karın ve soğuğun, elbette görünmeyen kontun esir aldığı bu köyde inanılmaz zorluklarla karşılaşıp duruyor. Hiç görünmeyen şatonun ileri gelenlerinden Klamm’ın meyhanesinde çalışan Frieda’ya (Susanne Lothar) ilk görüşte tutulan K.’nın hiçbir çabası varoluşuna yetmiyor.

Gecenin geç vakti köye gelen K., köyün bira içilen meyhanesine dalıyor. Kalacak yer bulamamış. Otelde kalmasına izin verilmemiş. Köprü Oteli diye anılan otelde ancak şatonun ileri gelen misafirleri kalabiliyormuş. Bu yüzden bu otele Beyler Oteli de deniliyor. K., bir dolu eşyasıyla gelmiş buraya. Sanki yerleşmeye gelmiş bir insan gibi. K., meyhanede bir köşeye kıvrılıp yatarken, lambalı eski radyodan da marşa benzer müzik sesleri duyuluyor. Şatonun kâhyasının oğlu Barnabas (André Eisermann) uyandırıyor onu. Meyhane de şatonun arazisi olduğu için hemen burayı terk etmesi gerekiyormuş K.’nın. Şato, K.’dan şüpheleniyor. Şato birisine mesafe koyduğunda tüm köy için de geçerli oluyordu bu. Şato tepede ve hiç yansımıyor. Gizemli bir güç gibiydi. K., tanımadığı iki gencin yardımcısı olduğunu da öğreniyor meyhanede. Askeri selam veren iki kardeş Jeremias (Felix Eitner) ve Artur (Frank Giering) şakacılar. Barnabas da geliyor oraya ve elindeki Klamm imzalı kâğıdı K.’ya veriyor. Notta, K.’nın istekleri karşılanacağı, ama şatoya gidemeyeceği yazıyor. Barnabas, K.’ya yardımcı olacakmış. Ama K., Barnabas’ı her zaman nerede bulacaktı?

Tipili gecede Barnabas’ı gören K., onunla bu soğuk gecede nereye gittiğini bilmeden koluna giriyor. Barnabas, K.’yı ailesinin evine götürüyor. K., burada mı kalacaktı? Aile ona iyi davransa da K. oradan gidiyor. Ama gidecek, uyuyacak bir yeri de yoktu. Görüntü kararıyor ve K. meyhanede, etkilendiği Frieda’yla iletişim kuruyor. Frieda, Klamm’ın metresiydi. Meyhanenin bir köşesinde de Olga (Dörte Lyssewski), ahırda kalan insanlarla dans yaparken yansıyor uzaktan.

 K. ve Frieda çekimleriyle birbirlerini etkiliyorlar. Frieda, barın altına uzanmış K.’nın yanına uzandığında aşktan yorulmuş gibi kollarını açar ve K.’dan karşılık bekliyordu sanki sevişmek için. İlk öpücüğü cesaretli Frieda yapıyor. Anlatıcı bu anlarda, sevişmeyi, aşkı, sevgiliyle geçen anları etkileyici kelimelerle anlatıyor. Sevgiliyle beraber olmak, oradan, o insanlardan uzaklara gitmek kadar uzakları yaşamaktı. K., otel odasında uyanıyor. Frieda’yla otelde kalabiliyor K. Ama otelcinin karısı (Ortrud Beginnen), Klamm’dan korkuyor. Şatodan da. Oradan da ayrılmak zorunda kalıyor. K., sonra köyün muhtarına da (Nikolaus Paryla) uğruyor. Kadastroya gerek olmadığını söylüyor muhtar hastalıkla mücadele ederken. Topraklar bölünmüş. Yukarıya bir dolu yazı da yazmış. Evi evrak çöplüğüne dönmüş bürokrasi yüzünden. Dosyaların birçoğunu da ahıra yerleştirmiş. K., uzun yolculuktan sonra buraya gelmiş. Geldiği yerde işsizmiş. Onun için okulda hademelikten başka iş yoktu burada. Görüntü birden kararıyor.

K., keman ve akordeon çalan meyhaneye uğruyor. Yardımcıları da oradalar. Görüntü yine kararıyor. Frieda, K.’yla her yere gitmek istiyor, ama şatonun kararını beklemek istiyor. Karar ne olacaktı? Bir barınağı bile olmayan K. ne yapacaktı? İşi kabul etmeli miydi? Meyhaneye uğrayan K., orada Frieda’nın yerine içki veren Pepi’yle (Brigit Linauer) tanışıyor. Etine dolgun, güzel bir genç kadındı. Pepi, K.’yı ilk gördüğü anda tutulmuş. Frieda gibi sıska ve çirkin kadında ne bulduğunu da anlayamıyor K.’nın. Aşkı da hiç yaşayamamış Pepi. Köyde pek kimse yüz vermiyor K’ya. Köyün kızaklı at arabacısı bile. Gece uzun ve soğuktu. Arabacının oraya şatodan Momus (Paulus Manker) geliyor. Onu mektup getiren kadına götürüyor. Şato, K.’nın Frieda’yla ilişkisinden şüpheleniyormuş.

Sabah okulda uyanıyor K. Yanında Frieda ve yardımcıları da vardı. Kadın öğretmen (Monica Bleibtreu) öğrencilerle sınıfa girdiğinde onlarla karşılaşıyor. Ardından erkek öğretmen (Johannes Silberschneider) geliyor. Sert ve acımasız biriydi o. Şatoya tam sadakat içerisinde biriydi. Belki de korkuydu onu bu sadakate götüren. Sonra K., yardımcılarını sabahın ayazında kovuyor. İşten kovulan K., Frieda’yla sevişiyor sınıfta. K., yine gecenin ve soğuğun içinde yürüyor. Ayakları onu meyhaneye götürüyor. Kalacak yerleri olmayan insanların kaldığı ahırı andırır mekân da vardı meyhanede. İki kız kardeş Amalia (Inga Busch) ve Olga da orada kalıyorlar. K., bu iki güzel genç kadının yanına gidiyor. Bu ziyaret Frieda’yla aşkına nokta koyacaktı. Frieda, kendince K.’nın sadakatsizliğini hissediyordu belki de.

Şatodan Gerstacker (Wolfram Berger) onu buluyor. Şatonun ileri gelenlerinden sekreter Erlanger (Hans Diehl) onu otelde bekliyormuş. Otele gittiğinde Erlanger uyuduğu için rahatsız etmemek gerekiyordu. Çünkü otelde herkes sabah beşte kalkıyormuş. Koridorda Frieda’yı görüyor K., açlık ve uykusuzluk çekiyor. Frieda onun için yatak ve yemek miydi sadece? K.’nın, Frieda’yla konuşması onu biraz daha Frieda’dan uzaklaştırıyordu. Koridorda Gerstacker’i bulamayan K., odaları karıştırıyor ve bir başka sekreter Bürgel’in (Norbert Schwientek) odasına dalıyordu. Uykudan uyandırılınca uyuyamayan Bürgel, onunla konuşmaya başlıyor. K., uykudan başka bir şey düşünemiyor gözkapakları kapanırken. Belki de en değerli armağandı uyku. Kapı çalındığında uyanan K., Erlanger’in odasına gidiyor. Erlanger de onun şu durumuna yardım edecek bir şey söylemiyor. K., meyhaneye Pepi’nin yanına gidiyor. Aşkı yaşamamış Pepi ondan aşk istese de K. duyarsız kalıyor ona. Gerstacker geliyor ve K.’yı evine götürüyor. Tipili gecede beraber yürürlerken, anlatıcı, K’nın Gerstacker’in annesiyle tanışmasını anlatıyor. Görüntü burada birden kararıyordu.

Kafka, bu romanını buraya kadar yazmıştı. K’ya ne olacaktı şimdi? Sonsuza kadar bu merak sürecek miydi? Edebiyatta olduğu gibi.

 

 “Ölümcül Oyunlar…”

Michael Haneke ustanın 1997 yapımı “Funny Games-Ölümcül Oyunlar”, yine izlenmesi zorlu filmlerden. Sadece görünen şiddet anlamında değil, zihinsel olarak da. Wega Film’in sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Mavi grimsi buz soğukluğundaki görüntüleri de önemli kameramanlardan Jürgen Jürges yansıtmış. Bu Avusturya filmi, Aralık 1997’de ülkemizde vizyona girmişti.

Schober ailesi, göl kıyısındaki sayfiyedeki yazlık evlerine birkaç haftalığına tatile çıkıyorlar. Kamera, steyşın kurşuni renkteki arabayı yukarıdan takip ediyordu. Arabanın arkasında da mavi tenteli tekne vardı. Arabanın CD çalarından Piotro Mascagni’nin “Tu Qui Santuzza” operası duyuluyordu. Georg (Ulrich Mühe), eşi Anna (Susanne Lothar) ve küçük oğulları Georgi (Stefan Clapczynski) beraber yolculuğa çıkmışlar. Oğullarına, Schorschi de diyorlar. Rafi adında köpekleri de vardı. CD’den dinledikleri operaları da tahmin oyunuyla eğlenceye çeviriyor aile aralarında. Kamera, havadan çekim yaptığında otoyolda arkasında tekne olan bir araba yansıyordu. Sinemada bu çekime “aerial shot/havadan çekim” deniliyor. “Bird’s eye view/kuşbakışı” diye de anılıyordu. Pietro Mascagni’nin “Cavalleria Rustica” (Tu Qui Santuzza)” opera şarkısı duyulmaya başlıyor. Şarkıyı opera şarkıcıları Renata Tebaldi ve Jussi Björling söylüyorlardı. Anna, “Björling” diyordu kocası Georg’a. Kadın şarkıcı da “Souliotis” olabilir miydi? Georg, “Yaklaştın. Björling çok basit” diyor. Sonra da kadın şarkıcıya “Tebaldi “deyiveriyor Anna. Kamera, arabanın içine girince mutluluklarına hemen dokunuluyordu. Anna da CD’den kendi bulmacasını sunuyordu. Çalan opera neydi? Georg, söyleyen şarkıcının Beniamino Gigli olduğunu bilse de şarkıyı bilemiyordu. Kaybetmişti. Şarkı, Handel’in “Cara Selve, Ombre Beate”ydi. Ardından da kırmızı ön jenerik yazılarıyla beraber, Naked City’den “Bonehead&Hellraiser” sert rock şarkısı duyulmaya başlıyor fonda. Ardından oyuncular ve diğer yazılar yansımaya başlıyor.

Bir cangılı andıran yeşillikler içinden yazlık evlerine gelirken, komşuları Fred’in (Christoph Bantzer) yanında yabancı iki genci görüyorlar. Bu sayfiyede evler birbirine yakın değildi. Evlerine yerleşirken, Georg’un yanına Fred’le tanımadığı Paul (Arno Frisch) geliyor. Fred, Eva’yla (Monica Zallinger) evliydi. Tekne suya indirilirken, küçük Georgi, Fred’deki tuhaflığı seziyor, ama babası anlamıyor. Anna da mutfaktaydı. O sırada mutfağa, beyaz golf giysili ve eldivenli tıp öğrencisi Peter (Frank Giering) giriyor birden. Peter yumurta almaya gelmiş. Onu komşuları Eva yollamış. Aldığı yumurtaları düşürüyor Peter. Anna, yerdeki pisliği bezle temizlerken, yeniden yumurta istiyordu Peter. Mutfaktaysa kablosuz ev telefonunu su içindeki lavaboya bilerek düşürüyordu Peter. Yeni yumurtalarla gittikten sonra köpeğin havlaması duyuluyor. Peter bir defa daha yumurtaları düşürmüş. Yenilerini istiyor Anna’dan. Orada Paul de vardı. Tedirginlik duygusu usul usul çoğalmaya başlıyordu. Anna ikisini de evden kovsa da gitmiyorlar. Georg, Paul’ü tokatlıyor, Paul de golf sopasıyla ona vuruyor. Paul, Peter’i “şişman” diye aşağılarken, arada Tom da diyordu. İkisi “Tom ve Jerry” gibiydi. Evin holünde sarı yağmurluklar ve golf sopaları da fark ediliyordu. Sarı renk burada, Paul ve Peter’in hasta ruhunu, golf sopalarıysa ölüme götüren şiddeti simgeliyordu.

Gerilim ve korku yükselirken, tedirgin eden bilmeceler de başlıyor. Daha zeki olan Paul, olayları yönetiyor evde. Önce soğuk-sıcak oyunu başlıyor. Anna, köpeği bulacakmış böylece. Arabada bulduğunda gençlerin ilk katliamıyla göz göze geliyor Anna. Cehennem başlıyordu. O sırada komşuları Gerda (Doris Kuntsman), kız kardeşi (Susanne Meneghel) ve Robert (Wolfang Glück) tekneyle geziye çıkmışlar. Öğleden sonra. Anna onları karşılarken, Paul da yanında. Gerda’nın evlerini de öğreniyordu Paul. Sonra her şey kaldığı yerden devam ediyor bilmece oyunlarıyla. Evin salonunda Georg, bunları neden yaptıklarını soruyor. Peter bilmiyor. Paul, Peter’le ilgili hikâye anlatıyor kendi kelimeleriyle. Küçükken anne-babası boşanmış. Baba alkolikmiş. Beş de kardeşi varmış. Böyle biri ancak katil olabilirdi. Yaşamın boşluğunda ezilerek geçmiş hayatı Peter’in. Paul’un kelimeleri, sonra olacakların kaygısını daha da hissettiriyor seyirciye. Paul, iddia oyunundan söz etmeye başlayınca birden kameraya bakıyor, “Şansları var mı? Onlardan yana mısınız”, diyor. Seyirci (dikizleyen), yabancılaşma yaşamaya başlıyor tedirginliğin tam ortasında. Paul, “torbadaki kedicik” oyunu için Kızılderili dediği Georgi’nin başına yastık kılıfı geçiriyor aniden. Paul, Anna’ya soyun diyor birden. Paul, sürekli aşağıladığı kilolu Peter’e Anna’nın bakımlı ve kilolu olmayan vücudunu göstermek istiyormuş.

Georgi, bir boşluk anında oradan kaçıyor. Artık gece çökmüş. Peşine de Paul düşüyor. Georgi, yukarı kattan iniyor ve karanlığın içinde koşmaya başlıyor. Gölün kıyısından geçerek bir evin giriş kapısına geliyordu. Ama kimse yoktu. Saklanan Georgi, ıslak ayak izlerini fark ediyor, pantolonunu ve ayakkabılarını çıkartıyor. Ama Paul daha zekiydi. Paul, CD çalara Naked City’nin “Bonehead&Hellraiser” sert rock şarkısını koyuyor. Tüfeği alan Georgi’ye de horozu kaldır, ateş et, diyor sonra. Georgi tetiğe basıyor. Haneke, bu anlara kadar izlenimci parlak ışıklar kullandığı mekânlarına, gölgeleri öne çıkaran parçalı dışavurumcu ışığı düşürüyor gece boyunca. Salonda Peter, televizyonun kanalları arsında kumandayla gezinirken, Paul ve Georgi de salondaydılar şimdi. Paul, mutfakta kendine bir şeyler hazırlarken, bir el tüfek sesi duyuluyor. Paul, bir şey olmamış gibi sandviçini yapmaya devam ediyordu. Kamera, salonda araba yarışlarını gösteren televizyonun kanlar sıçramış ekranını gösteriyordu. Georgi kanlar içinde ve ölmüştü. Paul Peter birden ortadan kayboluyorlar. Anna’nın elleri bantla arkadan bağlıydı. Ayakları da. Bir süre sonra ayağa kalkan Anna, televizyonu kapatıyor. Sessizlik çöküyor. Paul ve Peter yoklardı. Anna salondan çıkıyor. Salondaki anları tek bir plan çekimle kesme yapmadan yansıtmış Haneke. Uzun bir sekanstı bu. Bağlarından kurtulan Anna, Georg’u ayağa kaldırıyor ve hole götürüyor. Telefon hâlâ ıslaktı. Gecenin içinde Anna, yardım için oradan oraya koşsa da Paul ve Peter’den kurtulamıyor.

Kamera, salonda hole düşen golf topunu gösteriyor. Paul salona giriyor. Anna’yı iple bağlamışlar ve ağzına da bez tıkamışlar. Peter tüfeğe fişek koyuyor. Paul, Anna’yla “sevimli eş” oyununu oynuyor. Paul, “Uzun metraj için yetmez” diyor. Sonra kameraya dönüp, “Mantıklı bir gelişmeyle gerçek bir son istiyorsunuz değil mi”, diye soruyor dikizleyen seyirciye. Sinemada bu çekime “braking fourth wall/dördüncü duvarı kırmak” deniliyordu. Bu deneyim ilk defa 19. yüzyılda gerçekçi tiyatro içinde yaşandı. Seyirciyle sahne arasında görünmez bir dördüncü duvar vardı. Oyuncu seyircilerle doğrudan göz göze geldiğinde o görülmez duvar yıkılıyordu. Seyirci de az da olsa yabancılaşma yaşayabiliyordu. Bunu sinemada ilk deneyen yönetmenlerden Edwin S. Porter’ın 1903 yapımı siyah-beyaz ve sessiz “The Great Train Robbery-Büyük Tren Soygunu” filmiydi. Yakın çekimde kameraya tabancayla ateş eden ve kameraya doğrudan bakan hayduttu. Bu rolü Justus D. Barnes (1862-1946) canlandırmıştı. Georges Mélies gibi sinemanın mucitlerinden İngiliz George Albert Smith’in 1903 yapımı kara komedi “Mary Jane’s Mishap-Mary Jane’in Kazası” sessiz ve kısa filmindeki dördüncü duvarı yıkan ilk film olduğunu düşünenler var. En azından Avrupa için. Haneke’nin, Smith’in filmindeki Mary Jane’in (Laura Bayley) kameraya bakışından ilham aldığı fark ediliyor. Smith’in bu ilham verici öncü filminde sadece dördüncü duvar değil başka teknikler de vardı. Parafinle ocağı yakmaya çalışan hizmetçi Mary Jane havaya uçuyor ve ardından mezarı yansıyordu. Mezar yansıdığında sinemanın ilk “wipe/silme” efekti de kullanılıyordu filmde. Öndeki görüntü yukarıdan aşağı silinirken alttaki görüntü perdeyi kaplıyordu. Smith bu filminde Mélies’in icadı “superimposition effect/üst üste bindirme efekti” tekniğini de kullanıyordu Mary Jane melek olarak mezardan çıktığında. Hayalet de Smith’in filminde bir ilkti belki de. İngiliz Smith (1864-1959), “kinemacolor/sinema rengi” mucidiydi. Bu alet 1909 yılında icat edilmişti 1915 yılına kadar sinemada kullanılmıştı. Renkli sinemanın da atasıydı ayrıca yönetmen. Fransız sinemasında Mélies ne ise, İngiliz sinemasında da Smith o idi. Ama sinemada bunu fark ettiren ve geleneğe dönüştüren film 1928 yapımı “The Cameraman-Melek Sinemacı” filmiydi. Buster Keaton başrolünde olduğu siyah-beyaz ve sessiz bu filmi Edward Sedgwick’le beraber ortak yönetmişlerdi. Buster Keaton, sinemada gerçek anlamda dördüncü duvarı yıkan oyuncuydu. 

Evet, iddia da devam ediyormuş. Paul, “Beavis”ten söz ediyor birden. “Beavis”, 1993’ten itibaren yıllarca MTV’de yayınlanmış çizgi film dizisiydi. Mike Judge yaratmıştı onu. Paul, duayı kusursuz okursa seçme hakkının olacağını söylüyor Anna’ya. Georg’un ölümü bıçakla veya tüfekle mi olacaktı? Kazanan kararı verecekti. Anna birden tüfeği alıyor ve Peter’e sıkıyor. Peter kanlar içinde düşüyordu. Sinemada bu tekniğe “imagined kill/hayali öldürme” deniliyordu. Alman dışavurumcu sinemanın büyüklerinden FW Murnau’nun 1927 yılında Amerika’da çektiği “Sunrise-Şafak” filminde bu teknik ilk defa kullanılmıştı. Evet, adından Paul uzaktan kumandayı alıp geriye sarıyordu görüntüleri. Görüntüler, tıpkı videokaset gibi geriye sarıyordu ve arada görüntü donuyordu. Görüntünün donmasına sinemada “freeze frame/donmuş kare” deniliyordu. Bu efekt ilk defa Alfred Hitchcock’un İngiltere’de çektiği 1928 yapımı sessiz “Champagne-Şampanya” filminde ilk defa fark edilmişti.  Yönetmen derin yabancılaşma yaşatıyordu bu anlarda. O anlar Anna’nın zihninde yaşanmış gibi oluyordu böylece. Paul, tüfekle Georg’u öldürüyordu ardından.

Sabah olduğunda Paul, Peter ve elleri ve ağzı bağlı Anna sarı yağmurluklarla tekneye biniyorlar. Peter, Anna’ın ayaklarını da bağlıyor iple. Sonra suya açılıyorlar. Paul ve Peter konuşurlarken Anna, teknede unutulmuş bıçağı alıyor. Peter, bütün tahminler ters, diyor. Paniğe kapılmayı engellemek için bütün bu tahminler yanlıştı Peter’e göre. Ardından, “Kelvin ne olduğunu biliyor” diyor birden Peter. Zamanında karısını ve küçük kızını uyarmak istiyormuş. Kelvin kimdi? Paul’un lakap taktığı birisi miydi? Sonra da “Sorun sadece anti-maddi dünyasından gerçekliğe gelmek değil, iletişimi sağlamak” diyordu Peter. Birden ikisi de bıçakla ipi kesmeye çabalayan Anna’ya bakıyorlar. Peter, “Sportif ruh buna denir” dedikten sonra bıçağı Anna’dan alıp suya atıyor. Paul, “Dulu yanına al, kendini yalnız hissediyor” diyor Paul. Aralarına alıyorlar Anna’yı. Sonra kaldığı yerden anlatmasını sürdürüyor Peter, maddesel ve anti-maddesel dünyalar arasındaki iletişim hakkında konuşmasını sürdürüyor. Bu dünyalar arasındaki iletişim, karanlık bir çukurda olmak gibiydi. Yerçekimi o kadar güçlüydü ki, hiçbir şey kurtulamazdı. Mutlak sessizlikti sadece. Paul saati soruyor ona. Saat sekizi geçiyordu. Anna’nın yüzünden öpen Paul, Anna’yı suya itiyordu. Saat dokuzda öldüreceklerdi Anna’yı. Paul, teknenin rahat yol alması için ağırlığı atmış oluyordu. Bir de acıkmaya başlamıştı Paul. Tekne suda yol alırken Peter, “Eğer Kelvin yerçekimine meydan okursa, evrenlerden birinin gerçek olduğu ortaya çıkar” diyor. Diğerler kurguydu. Şimdi “Kelvin” Anna mıydı? Sanal âlemin izdüşümü gibi bir şeydi. Sonra Paul, kahramanının nerede olduğunu soruyor. Gerçek miydi, yoksa hayal dünyasında mıydı? Konuşma bu defa kurgu üzerineydi. Peter’in kahramanının ailesi gerçek dünyadaymış. Kendisi de sanal âlemdeymiş. Paul, “Fakat kurgu gerçektir” diyor buna karşı. “Onu filmde görüyor musun? Peter görüyordu. Paul da başka yerde gördüğün gerçeklik kadar gerçek değil mi, diye soruyordu Peter’e. Bu yaşadıkları neydi? Hayali miydi, gerçek miydi? Tekne iskeleye yaklaşıyor ve Paul, Gerda’nın evine gidiyor yumurta istemek için. Anna’nın yumurta için gönderdiğini söylüyordu. İçeri giren Paul’un, kameraya bakıp sinsice gülümseyen görüntüsü donarken, fonda da Naked City’den “Bonehead&Hellraiser” şarkısı yine duyuluyordu. Şiddetin kısırdöngüsü devam edecekti. 

 

“Bilinmeyen Kod…”  

Avusturyalı büyük yönetmen Michael Haneke’nin 2000 yapımı “Code Inconnu-Bilinmeyen Kod”, kapitalist Fransa’da insanlık durumlarına bakıyor. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Filmin fonunda müzik kullanılmamış. Sadece bir sahnenin içinde duyuluyor. Besteyi de Giba Gonçalves yapmış. Bir koreografiye dönüşen uzun kaydırmalı çekimlerin ve çarpıcı görüntülerin olduğu filmin kameramanıysa Alman Jürgen Jürges. Filmin uzun adı, "Code inconnu: Récit Incomplet de Divers Voyages…” Anlamıysa, “Bilinmeyen Kod: Çeşitli Yolculukların Tamamlanmamış Hikâyeleri…” Bu film, bir sekans filmiydi. Bazı sahnelerde hiç kesme yapmadan kayan bir kamera vardı bu filmde. Ayrıca bazı sahnelerde kamera sabit açıda hiç hareket etmeden yansıtıyordu her şeyi. Bu filmdeki kamera ve sahneler özeldi. Kurgu da öyleydi. Bu film ülkemizde Kasım 2000’de vizyona girmişti. 

Film, ön jenerikle beraber sağır-dilsizler okulunda, sağır-dilsiz çocukların işaret diliyle tahmin oyunu üzerine açılıyor. Jenerik yazılarından sonra kamera, Paris’in kalabalık bir caddesine gidiyordu. “Steadicam” kamera, sağa kayarak genç Jean’ı (Alexandre Hamidi) takip ediyor. Abisi Georges’u (Thierry Neuvic) aramaya gelmiş çiftlikten. Savaştan savaşa sürüklenen foto muhabiri abisi Georges, sinema oyuncusu olmak için çabalayan Anne Laurent’ın (Juliette Binoche) sevgilisiydi. Anne, Jean’ı görünce şaşırıyor. Jean, çiftlikte yaşamaktan, sabahın köründe uyanmaktan ve sakinlikten bıkmıştı. Anne, kahvaltılık almak için Jean’ın yanından ayrılıyor. Jean, yavaş adımlarla yürümeyi sürdürüyordu. Anne, kesekâğıdından poğaça veriyor ona. Anne, seçmelere yetişmek istiyor. Jean’a dairesinin anahtarını verirken, apartmanın dış kapısının şifresini de söylüyor. Kesekâğıdını da Jean’a veriyor ve gidiyor. Jean, geriye dönüyor. “Steadicam” kamera da sola doğru kayıyordu bu defa. Jean, sokakta müzik çalanları dinliyor, sonra da sokağın başında oturmuş dilenen Rumen kadın Maria’nın (Luminita Gheorghiu) kucağına kesekâğıdını buruşturup atıyor. O an Malili siyahî genç Amadou (Ona Lu Yenke) ortaya çıkıyor ve Jean’ın Maria’dan özür dilemesini istiyor. Amadou, sağır-dilsizler okulunda öğretmendi. Sağır-dilsiz küçük kız kardeşi de bu okulda okuyordu. Aralarında arbede çıkıyor. Olaya esnaf da katılıyor. Metroya giderken, olayı gören Anne da geri geliyor. Çok geçmeden polis de. Bu andan itibaren önyargı öne çıkıyordu. Siyahî bir genç ve Rumen dilenci bir kadın olunca ırkçılık alttan alta dışarı çıkıyordu Paris’in bu sabahında. Üniformalı polisler her yerde aynıydı sanki. Gözlerinde o nefret ve önyargı hep vardı. İnsandan nefretti bu. Polis, bir suçlu gibi Amadou’yu kargatulumba karakola götürmek istiyor. Ardından görüntü kararıyordu. Bu sekans, hiç kesme yapmadan sekiz dakikadan uzun sürüyordu.  

Georges’un birinci mektubundan: Savaşta acı çeken halkın trajik fotoğrafları yansıyordu görüntüde. Fotoğraflar renkliydi. Fotoğraflar yansırken, Georges’un dış sesi duyuluyordu. Georges, Hırvatistan-Drasniçe’de esir düşüşlerini, sonra da kurtulmalarını anlatıyordu mektubunda. Durum gerginmiş. Sonra da görüntü kararıyor.   

Amadou’nun taksi şoförü babası Yusuf’un (Djibril Kouyate) cep telefonu çalıyor. Amadou karakoldaymış. Baba, taksideki müşteri anlamasın diye anadilinde konuşmaya başlıyordu. Sonra da müşterisini başka taksiye aktarıyor. Ücret de almıyor. Görüntü kararıyor. 

Video görüntüsüyle bir kasvetli mekânda Anne, deneme çekiminde korkuyla yönetmeni anlamaya çabalarken yansıyordu. Yönetmenin (Didier Flamand) sadece sesi duyuluyor. Deneme çekimiydi bu. Yönetmen, kışkırtıcı kelimelerle Anne’ın yüzündeki gerçek ifadeyi yakalamak istiyor. Yönetmen, “Gerçek yüzünü görmek istiyorum” diyor Anne’a. Görüntü, Anne’ın korkusu üstüne kararıyordu birden. 

Çiftlikte, Georges ve Jean’ın babası (Josef Bierbichler) yapayalnız mutfakta pancar yemeği yerken yansıyordu. Köy ekmeği ve kırmızı şarabı da var. Birden ortaya Jean çıkıyor. Baba, ona da bir tabak yemek koyuyor. Konuşmuyorlar. Baba, yemeğini yedikten sonra tabağını lavaboda temizliyor. Baba tuvalete giderken, dolly kamera da geriye doğru kayıyordu ve ardından da görüntü kararıyordu.

Kesme çekimle kamera, havaalanına gidiyordu. Yolcular uçağa biniyorlardı. Rumen Maria da iki polisle uçağa geliyor. Yabancılar şubesi onu sınırdışı yapmıştı. Görüntü kararıyor.

Amadou’nun annesi Aminate (Maimouna Heléne Diarra), Paris’teki Malilere yardımcı olan siyahî bir adama, bir dolu polisin evi basıp her şeyi dağıttıklarını anlatıyor ağlayarak. Onur kıran ve aşağılayan bu ırkçı polis, bir suçlu gibi davranmış onlara. Amadou o sırada gözaltındaymış poliste. Adam, Amadou’nun Mali’ye dönmesini istiyor. Beyazlarla çok yakınmış Amadou. Anadilleriyle konuşuyorlardı.

Kamera, Romanya’ya gidiyor. Rüzgârlı ve tozlu günde Maria, erkek torunuyla neşeli sohbet yapıyordu. Torunu, bir cep telefonuyla Roma’dan köyü arayıp burada koyunlara doğum bile yaptırılabildiğini anlatıyordu coşkuyla. Anadillerinde konuşuyorlardı. Torun gittikten sonra kocası Dragos (Bob Nicolescu) çıkıyor karşısına Maria’nın. Özlemle sarılıyorlar birbirlerine. Görüntü kararıyor. 

Anne, dairesinde televizyonda haberleri izliyordu. O sırada elbiselerini de ütülüyordu Anne. Kırmızı şarabını da içiyor. Görüntü kararıyor.

Maria, dilenerek yaptırdığı evi ailesiyle geziyordu gururlanarak. Kaba inşaatı bitmiş eve bazı mobilyalar da alınmış. Maria’nın küçük kızı evlenecekmiş. Ama damadın ailesi, kızının yaşını küçük görüyormuş. Rumence konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.

Sağır-dilsizler okulunda küçük öğrenciler trampetleriyle coşkuyla prova yaparken yansıyor bir an. Amadou’nun küçük kız kardeşi de trampet çalıyordu. Görüntü kararıyor.

Georges Paris’e dönmüştü. Anne’ın dairesindeydi şimdi. Georges telefon ediyor. Oğlu beş yaşına giriyormuş. Çok geçmeden Anne geliyor. Georges’a değişmediğini söylüyor Anne ve ardından “Çok özledim” diyerek sarılıyordu Georges’a. Görüntü kararıyor.

Çiftlikte baba, eski beyaz minibüsün arkasından yepyeni bir motosikleti dışarı çıkartırken yansıyordu. Motosikleti park ettikten sonra içeri girip Jean’ı çağırıyor hediyesini göstermek için. Jean, mutlulukla motosiklete biniyor ve dolaşmaya çıkıyor. Sabit açıdaki kamera, Jean’ın motosiklete bindiğini göstermiyor. Bir an çerçeveye giren Jean, motosikletle uzaklaşıyordu oradan. Görüntü kararıyor.

Film setinde çekim yansıyordu. Anne, emlakçıyla evi dolaşan kadını oynuyordu. “Steadicam” kamera da zaman zaman görüntüye giriyordu bu anda. Kasvetli odanın kapı ve pencereleri de yoktu. Ama evin salonu geniş ve pencerelerinden günışığı aydınlatıyordu içeriyi. Pencereden muhteşem bahçe de fark ediliyordu. Haneke, bu anlarda sıkça açıları değiştirerek kesmeli çekimler yapmış. Görüntü kararıyor.

Ardından bir an yansıyor çiftlikten. Jean ve babası, ahırda ineklere yemliyorlardı. Görüntü kararıyordu ardından.

Anne, arkadaşlarıyla mutluluğunu paylaşıyordu restoranda. Georges da oradaydı. Anne’ın film çekimi kutlanırken, Georges’un da “medeniyete” dönüşü bu kutlamaya dâhil olmuştu sanki. Georges’un medeniyet üstüne düşünceleri derindi. Şehir medeniyet miydi? Masaya, Paris’e birkaç saat önce gelmiş ortak dostları da gelirken, kameraya Amadou ve sevgilisi (Florence Loiret Caille) takılıyor. Dolly kamera onları sola kayarak takip ediyor. Amadou, sevgilisine babasının gemiyle Fransa’ya nasıl geldiğini büyüleyici kelimelerle anlatmaya başlıyor. Amadou’nun babası, bizdeki medyanın “kaçak göçmen” dediği göçmenlerdendi. Garson, ayırttıkları masaya oturtmuyor onları. Garson, bu siyahî de nereden çıktı, der gibi davranıyordu.  Irkçılığa bu anda da dokunuluyordu. Amadou, beyaz sevgilisinin kolundaki saati tuhaf buluyor. Kız saati bileğinden çıkartıp küllüğe atıyor. Amadou, sevgilisinin artık boş olan beyaz dişi bileğini şefkatle öpüyor. Lavabodan çıkan Anne, Amadou’yu fark ediyor. Anne, masaya giderken, dooly kamera da sağa doğru kaymaya başlıyor. Görüntü kararıyor.

Ardından kamera Romanya’ya gidiyor. Kamera, arabanın içinde, arka tarafta sabit açıdan yansıtıyordu her şeyi. Sinemada bu çekime “objective point of view/nesnel bakış açısı” deniliyordu. Arabanın direksiyonu sağ taraftaydı. Araba, Maria’nın yanında duruyor. Maria arabaya biniyor. Adam, karısının Dublin’de çocuk bakıcılığı yaptığını söylüyor. Çok geçmeden Maria arabadan iniyor. Kamera arabada kalıyordu bu anda. “Rap” müziği duyulmaya başlıyor arabanın teybinden. Rumence konuşuyorlardı. Görüntü kararıyor.

Anne, dairesinin kapısını açtığında bir not buluyor. Notu anlamaya çalışıyor. Sonra karşı dairedeki yaşlı komşusunun zilini çalıyor. Kadın, bir şey bilmediğini söylüyor Anne’a. Görüntü kararıyor.   Amadou’nun annesi, yine aynı adamla konuşuyordu evde. Bu defa migrenini anlatıyor. “Allah’ın izniyle yeneceğini” söylüyordu anne. Malice konuşuyorlardı. Görüntü karıyor.

Çiftlikteki baba, Jean’ın kendine bıraktığı notu okuyordu mutfakta. Baba, ifadesiz bir yüzle yerinden kalkıyor, ocağın altını yakıyor, tencereye çeşmeden su dolduruyor ve ardından da görüntü kararıyordu.  

Georges ve Anne, markette alışveriş arabasıyla raflar arasında dolaşırken, bir yandan da tartışıyorlardı. Georges’un duyarsızlığına öfkeleniyordu Anne. Çünkü Georges notla ilgilenmiyordu. Anne, hamile olabileceğini de söylüyor Georges’a. Kelimeleri gizemliydi. Sonra da aniden onu öpüveriyordu Georges’u.

Kamera, Romanya’ya gidiyordu yine. Maria, düğünde eğleniyor; halay bile çekiyordu neşeyle. Görüntü kararıyor. 

Amadou’nun babası, küçük oğlunun sorunun anlamaya çabalarken yansıyordu evde. Okulda, kendinden büyük bir beyaz oğlanla yaşadığı tuhaf bir olayı anlatıyor çocuk. Bu anda hem Fransızca hem de anadilleriyle konuşuyorlardı. Beyaz oğlan, montunu almış ve ondan yüz frank istemiş.

Kamera, kesme yaparak Anne’ın dairesinde Georges’un fotoğraf makinesini hazırlarken yansıtıyordu. Sonra da arkadaki boy aynasına dönüyor, kendine bakıyor. Ardından da görüntü kararıyordu.

Çiftlikte baba, inekleri öldürürken yansıyor. Baba, sonra ahırın kapısını kapatıyor. Görüntü kararıyor.  

Anne bu defa tiyatro seçmelerindeyken yansıyordu. Anne, sahnede metnini sahneliyordu. Kamera, genel planda ve sabit açıyla yansıtıyordu her şeyi. Görüntü kararıyor.

Amadou ve kardeşleri masada yemek yerlerken, annesi, babasının Afrika’ya geri döneceğini söylüyor. Yusuf, yaşlanmış ve bu ülkeden yorulmuştu. Belki de beyazların ırkçılığından usanmıştı. Bu anda hem Fransızca hem anadilleriyle konuşuyorlardı. Amadou, sağır-dilsiz küçük kız kardeşi Salimata’ya (Guessi Daikite-Goumdo) konuşulanları işaret diliyle anlatıyordu. Görüntü kararıyor.

Georges metrodaydı. Ayakta duran Georges, boşalan yere oturuyor. Karşısında oturan sarışın kadına rahatsızlık vermeden baksa da kadın kalkıp gidiyor. Başka bir kadın geliyor. Ona da bakıyor. Fotoğraf makinesiyle de oynamaya başlıyor. Sonra kalkıyor. Ardından görüntü kararıyor.

Maria, evlerinin önünde bir adamla konuşurken yansıyor. Maria’nın kızı da yanındaydı. Adam, yeni yolculuktan bahsediyor. Maria, yorgun ve isteksizdi sanki. Görüntü kararıyor.

Georges ve Anne, babayı ziyarete gelmişlerdi. Kayıp Jean’la ilgili konuşuyorlardı. Baba, oğlunu aramayacakmış. Baba, Anne’a karşı sıcaktı. Böyle muhteşem bir kadını, oğluyla yan yana getiremiyordu zihninde. Görüntü kararıyor. Romanya’da da yeni yolculuk başlıyordu. Görüntü yine kararıyor. 

Anne, François’nın cenaze törenindeydi. Mezarlıkta insanlar, mezara toprak atıyorlar. Anne da atıyor. Anne, oradan ayrılırken, dolly kamera sola kaymaya başlıyordu. Anne, yaşlı bir kadınla yan yana yürümeye başlıyordu sonra. Derinlikte de Paris’in gökdelenleri yansıyor. Görüntü kararıyor.

Georges’un çektiği siyah-beyaz portre fotoğrafları yansıyordu ardından. Georges’un ikinci mektubu: Georges’un dış sesi duyuluyor fotoğraflar yansırken. Genç ve yaşlı siyahî, beyaz kadın, erkek fotoğraflarıydı bunlar. Georges mektubunda esaret anlarını anlatıyordu. Gazetecileri, değirmene götürmüşler. Yeni gelen gardiyanla İngilizce iletişim kurmaya çabalamış. Gardiyan, “what I can do you/sana ne yapabilirim”, diyormuş hep. Bunu dedikçe de hep anlatıyormuş. Gardiyanın tek bildiği cümle buymuş. CNN’den birisi kurtarmış onları. Sonra da Kabil’e dönmüşler. Görüntü kararıyor.

Çiftlikteyse baba, traktörle tarlayı sürerken yansıyordu bir an. Traktör, çerçeveden çıkıyor, kamera sabit açıda bir süre öylece kalıyordu. Görüntü kararıyor.

Romanya’da insanlar içip eğlenirlerken, Maria mutsuzluk içinde yansıyordu. Kalabalıktan uzaklaşan Maria bir köşede ağlarken, bir kadın onu teselli ediyor. Maria için bu yolculuk kolay değildi.

Anne’ın oynadığı filmden havuz sahnesi yansıyordu şimdi. Haneke, bu anlarda kameranın açılarını sürekli değiştiriyordu; film içinde filmdi bu. Anne’ın filmde oynadığı kadınla kocası, çatıdaki havuzunda eğlenirken, küçük oğullarının balkonun ucunda durduğunu fark ediyorlar birden. Baba havuzdan çıkıp oğlunu son anda ölümden kurtarıyordu. Kesme çekimle kamera, dublaj odasına gidiyor. Anne, havuz sahnesinin dublajında “seni seviyorum” sözünü derken gülme krizine giriyordu. Bu söz günümüzde gülünecek bir söz müydü artık? Görüntü kararıyor.  

Amadou’nun babası, Afrika’da arabasıyla feribottan çıkarken yansıyor, kamera da arabanın içindeydi bu an. 

Anne metroda, vagonunun uç taraflarında yolculuk yaparken, Kuzey Afrikalı gençler, umutsuzluklarını ve geleceksizliklerini buradaki beyaz Fransızlara öfkelenerek gösteriyorlardı. Yönetmen, ikileme düşürüyordu insanları bu anla. Banliyöden şehrin merkezine inmiş bu geleceksiz gençler konformistlerin rahatını mı bozacaktı? Anne, oturduğu yerden kalkarak sabit açıda duran kameranın olduğu yere geliyor. Gençler, Anne’ın rahatsız olduğunu anlıyorlar ve öfkeli kelimelerini Anne üzerinden savuruyorlardı. Gencin biri (Walid Afkir), Anne’ı rahatsız etmeyi sürdürürken, yaşlı bir Arap da (Maurice Bénichou) rahatsızlık duyuyordu olanlardan. Gençler durakta indikten sonra Anne ağlamaya başlıyor. Duygu boşalması gibiydi bu.  Görüntü kararıyor.  

Sağır-dilsiz çocuklar dışarıda hep beraber trampet çalmaya başlıyorlardı. Amadou da oradaydı. Görüntü kararıyor.  

Filmin girişindeki caddede Rumen Maria yürürken, “steadicam” kamera da onu takip ediyordu sağa-sola kayarak. Maria sokağa geliyor, sokağın içine giriyor, sonra da sokağın başındaki köşeye oturuyor. Dükkândan çıkan bir kadın Maria’ya bakıyor bir süre. Sonra bir kadın ve bir adam Maria’nın yanına geliyorlar. Bu köşe kapatılmış başka dilenciler için. Her şey mafya işiydi artık. Maria ayağa kalkıyor ve uzaklaşıyor oradan. Trampet sesleri duyulmayı sürdürüyordu. Görüntü de kararıyordu.  

Anne, metrodan çıkıyor. “Steadicam” kamera, sola kayarak onu takip ediyordu. Anne, apartmanın önüne geldiğinde kapının şifresini yazıyor, kapı açılıyor. Sonra da şifreyi değiştiriyor. Trampet sesleri duyulmaya devam ediyordu. Görüntü kararıyor.  

Georges geldiğinde yağmur yağıyordu. Valizi olan Georges, bir dükkâna giriyor ve hediye alıyor. “Steadicam” kamera sağa kayarak onu takip ediyor. Apartmanın kapısına geldiğinde şifreyi yazıyor, ama kapı açılmıyor. Georges, caddenin karşısına geçiyor ve ankesörlü telefondan Anne’ı arıyor. Cevap yoktu. Trampet sesleri hâlâ duyulmaya devam ediyordu. Sonra da görüntü kararıyor.  

Sağır-dilsizler okulunda bir çocuk işaret diliyle tahmin oyunu oynuyor. Bu filmde, sağır-dilsiz çocuklardan keşfedilecek çok şey vardı. Öncelikle iletişimdi bu. Çocuklarda din, dil, ırk, mezhep vb. yetişkin takıntıları yoktu. Önemli olan birlikte olabilmekti. Yabancılaşmalarla, iletişimsizliklerle, kopukluklarla, hoşgörüsüzlüklerle, bencilliklerle nereye kadar gidilebilecekti ki?

 

Piyanist...”

Michael Haneke ustanın 2001 yapımı “La Pianiste-Piyanist”, Avusturyalı Nobel ödüllü kadın yazar Eifriede Jelinek’in 1983’te yayınlanmış “Die Klavierspielerin” romanından uyarlandı. Bu roman ülkemizde 2002 ve 2004 yıllarında “Piyanist” adıyla yayınlanmıştı. Roman, Muzır Kurulu tarafından 2002 yılında toplatılmıştı ayrıca. 1946 doğumlu yazar, 1991’e kadar da Avusturya Komünist Partisi üyesiydi. Jelinek’in bu romanı, 1930’ların sonunda geçerken, Haneke’nin filmi hikâyeyi günümüze taşımış. MK2’nin sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Bu sarsıcı psikolojik filmin kameramanıysa Christian Berger’di.  Bu buz soğukluğundaki filmde Schubert’in piyano tınıları başrolde ayrıca. Bu film, Kasım 2001’de ülkemizde gösterilmişti.

Film, Viyana’da geçiyordu. Yaşlı anne (Annie Girardot), kızı Erika Kohut (Isabelle Huppert) üzerinde baskı kurmuş yıllarca. Anne, kendi hayallerinde, piyano profesörü kızını ünlü bir piyanist olarak düşlüyor. Erika, kendi odası olmasına rağmen annesiyle aynı yatakta uyuyor hep. Erika, hayatında her şeyi bastırmış. Hayatında erkek olmamış. Filmi izlerken, Erika’ya karşı bir öfke ve tiksinti hissetmiyor insan. O sadece her şeyi bastırmış yapayalnız bir insandı. Cinsellik baskı altında tutulunca, diğer insanlarla doğal iletişim kurulamayınca, insan doğal olarak sapkınlığa sürüklenmez miydi? Erika’yı yargılamak mı gerekiyordu?

Erika, Viyana’da müzik konservatuvarında bir piyano profesörü. Ön jenerik sonrası dairenin kapısı açılıyor. Gecenin içinde dolaşmış Erika eve dönmüştür. Sürekli televizyon izleyen annesi öfkeli ve endişeliydi. Sonra kamera “high angle/yüksek açılı” çekimle piyano tuşları üzerinde dolaşan kız öğrencinin ellerini yansıtıyor. Ardından Erika, zengin bir doktor olan Georg Blonskij’in (Udo Samel) malikânesinde Bach resitali veriyor piyanoyla. Bayan Schober (Susanne Lothar) ve kızı Anna da (Anna Sigalevitch) malikânedeydi. Anna, konservatuvarda Erika’nın öğrencisiydi. Orada davetliler arasında üniversite öğrencisi Walter Klemmer de (Benoït Magimel) vardı. Erika’nın resitali Walter’i büyülüyordu. Ona göre günümüzde kimse ustaların müzikleriyle ilgilenmiyordu. Pop müzik dinliyorlardı çoğunlukla. Böyle genç birinin klasik müziğe ilgisi Erika’ya da alttan alta ilginç geliyor. Walter, piyanonun başına geçip Schönberg çalıyor. Arnold Schönberg (1847-1951), Yahudi bir besteciydi. Nazilerden kaçıp Amerika’ya sığınmış bir besteci ve ressamdı.

Erika, bir evde yansıyor. Anna piyano, orta yaşlı adam keman, kadınsa çello çalıyordu. Sonra kamera Erika’yı Viyana’nın gecesinin içinde yansıtıyor. Erika’nın iç dünyası da dışarı çıkmaya başlıyordu yavaş yavaş. Erika, soğuk gecenin içinde kalabalığa ortasındaydı. Erika ilk göründüğü anda piyano tınıları öne çıkıyordu fonda. Seks dükkânına girdiğinde çello da duyulmaya başlıyor. Porno odalarının birine giren Erika, videodan sert porno görüntülerine bakıyor. Bu bakış, erkek fantezilerini keşfediş bakışı gibiydi sanki. Orada atılmış bir peçeteyi de eline alıp kokluyor. Sperm kokusunu içine çekiyor. Fonda, erkek öğrencinin söylediği operanın sözleri duyuluyor: “Havlayın bana köpekler/ Gece uyumama izin vermeyin…” Kamera sonra operayı söyleyen öğrenciyi gösteriyor. Sinemada bu çekim tekniğine “J shot/J çekimi” deniliyordu. Şarkı, “Rüyaların sonuna ulaştım/ Uyuyanların arasında ne yapacağım? / Rüyaların sonuna ulaştım” diye devam ediyordu.

Erika, banyoda elinde jiletle vajinasını kanatırken yansıyor. Regl de oluyor ardından. Jileti cüzdanına saklayan Erika, annesiyle akşam yemeğine hazırlanırken, vajinasından kanlar akmaya başlıyor. Erika, vajinasını aşağılıyor muydu? Ertesi gün sınıfında öğrencisine kızdıktan sonra Walter geliyor. Walter, Erika’dan ders almak için mühendislik eğitimini bırakmış. Erika, ona soğuk davranıyor. Walter, “Somuna sıkışmış vida gibi aklımdasınız” diyor. Daha sonra Erika, Walter’i takip ediyor. Walter, buz hokeyi oyuncusuydu. Erika sonra yine kendini gecenin içine bırakıyor. Eşarp takmış Erika, arabalı sinemaya gidiyor ardından. Dolly kamera, sola doğru kaymaya başlıyor. Arabaların içinde neler oluyordu? Erika, zevk çığlıkları duyduğu bir arabaya yaklaşıyor, külotunu sıyırıyor ve sonra da işiyordu. Adam onu fark edince de kaçıyordu Erika.

Konservatuvardaki konser provasına Walter de geliyor ertesi gün. Piyano çalan Anna biraz rahatsızdı. Erika, cam bardağı kırıp, cam kırıklarını Anna’nın mantosunun cebine bırakıyor. Erika’nın öfkesi miydi bu, yoksa önüne çıkacak bir fırsat mıydı? Konserde piyano çalabilirse fark edilebilir miydi? Annesinin de düşü kızının ünlü bir piyanist olması değil miydi? Erika fayansları beyaz olan tuvalete gidiyor. Peşinden de Walter. Varlığıyla baştan çıkartıyordu Walter’i. Dudaklarını Erika’nın dudaklarına yerleştiren Walter’e Erika da karşılık veriyor. Walter, pantolonunun düğmesini açıyor. Önce Erika, Walter’e mastürbasyon yapmaya başlıyor, ardından da önünde diz çöküyor. Oral seksi yarım bırakan Erika, Walter’e acı çektiriyordu. Erika fantezilerini mi yaşıyordu? Ya Walter? Tahrik ettikten sonra çekilmek de neydi? Erkeklerle böyle oyun oynanır mıydı? Erika, Walter’in mastürbasyon yapmasına izin vermiyor ve yine önünde diz çöküyor. Rahatlayan Walter de artık mutluluk gösterisi yapabilirdi.

Kırmızı şapkalı Erika gece eve geldiğinde Walter de peşinden geliyor. Annesi Walter’in gecenin bir vakti evlerine gelişine öfkelense de Erika, Walter’i kendi odasına götürüyor. Ona mektup yazmış, ama Walter daha okumamış. Walter mektubu okudukça kelimeler onu korkutmaya başlıyor. Erika, sadomazoşist anlar yaşamak istiyormuş. Malzemeleri de almış. Dövülmek arzusu da duyuyormuş. Walter öfkeyle oradan çıkıp gidiyor. Walter gittikten sonra televizyondan kovboylarla ilgili belgesel yansıyor. Erika yatağa uzanıyor. Annesi öfkeliydi. Erika, annesinin üstüne çıkıyor, sonra da ağlıyor. Annesi delirdiğini düşünüyor. Erika’nın babası akıl hastanesinde ölmüş zamanında.

Erika, hokey antrenmanına gidiyor Walter’le konuşmak için. Başka soyunma odasında Walter’i yine tahrik ediyordu. Önünde diz çöküyor. Walter odaya biri girer diye endişeleniyordu o an. Erika, oral seksle Walter’i rahatlatsa da Walter yine de huzursuzdu. Onun deli olduğuna inanıyor. Sonra da aşağılıyor onu koktuğu için. Erika gece, annesiyle yatakta uyurken, dairenin zili çalıyor. Gelense öfkeli Walter’di. Onu yine aşağılıyor, tokatlıyor. Acılar içindeki Erika’ya tecavüz ediyor. Erika tepkisiz ve donuktu bu aşağılamaya.

Final bölümü gerçekten çarpıcıydı. Soğuk ve donuk Erika, konser öncesi konservatuvarda Walter’i beklerken yansıyordu. Konserde Schubert çalınacakttı. Erika, elini yaraladığı Anna’nın yerine piyano çalacaktı okul konserinde. Annesi, bu konserin Erika için iyi olabileceğini düşünüyor. Ama sadece onun aklında kendisini aşağılayan Walter vardı. Beklediği Walter kalabalıklar içinde yanından geçip gidiyor. Nefret içindeki Erika öfkeyle bıçağı kendi kendine saplıyordu. Hiçbir şey olmamış gibi de binadan çıkıp Viyana’nın soğuğuna dalıyordu ardından. Şimdi ne olacaktı? Boşluk ve bilinmezlik filmden geriye kalandı.

 

“Kurdun Günü…”  

Michael Haneke ustanın 2002 yapımı “Le Temps du Loup-Kurdun Günü”, mahşer sonrasını anlatan bir yapıt. Filmi anlamlandırabilmek için kuzey kültürlerinin içinde dolaşmak gerekli.  Filmde bilinen kurtlar yok. Bir belirti de yoktu. Bu daha çok böcek olan kurtlar mıydı? Ölülerin etlerini yiyenler miydi? Filmde İncil’e de gönderme var. Öncelikle “Vahiy” bölümündeki ilk beş mührü okuyunca az da olsa zihinde bir şeyler oluşuyordu.

Haneke sadece İncil’in kıyılarında dolaşmıyor ama. Sözü edilen “36”lar, “36 Salih”e gönderme yapıyordu. Yahudilikte “Dünyayı Koruyanlar” demekti bu. Yahudiler, onlara “Tzaddikim” diyorlar. Onlar adaleti koruyorlarmış. Simgeler yüklü bu gizlenmiş anlamları epey araştırmak gerekiyor. “Ateş Adamlar” efsanesi de genelde İskandinav, özelde de Norveç efsanelerine dayanıyordu. Thor, Tyr, Freyr vb. üzerine efsanelere bakmak gerekiyor. “Ragnarök”, Hıristiyanlık öncesi bir efsaneydi İskandinavlarda. Final bölümünde çocuk Ben’in kendini yakmak istemesi, efsaneye mi, yoksa çocuk İsa’ya mı göndermeydi? Umut muydu bu yoksa? Filmin içinde dolaşırken, şu anki dünyadaki tüm felaketleri, iklim değişimlerini, mültecileri, trajedileri düşünüyorsunuz. Bu, mahşer sonrası kaosun filmiydi.

ORF-Wega-Bavaria-Canal Plus-Arte’nin ortak sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Buz mavisi soğukluğundaki fotoğrafları da Jürgen Jürges yansıtmış. Filmde müzik yok. Sadece radyodan bir an Beethoven duyuluyordu. Yönetmen, doğal sesler kullanmış. Filmin kurgusu da insanı yabancılaştırıyor. Haneke, filminde Brechtyen anlatım oluşturmuş. Bu da insanı yabancılaştırıyordu anlam yaratmaya çabalarken. Bazı anlarda, ortadan veya sondan o sahneye dâhil olununca, ne olduğunu anlamakta zorlanıyordu insan. Amerikalı yönetmen Joseph Losey’in Alain Delon’u oynattığı 1976 yapımı “M Klein-Kaderi Arayan Adam” filminde de Brechtyen yabancılaşma yaratılmıştı. Ortasından veya sonundan sahnelere, Losey’in filminde de dâhil olunuyordu. Haneke’nin bu filmi ülkemizde Ekim 2003’te vizyona çıkmıştı.

Film başlar başlamaz bir kâbusun içine düşülüyordu. Bu gri soğuk mavisi atmosferin ortasında birden uykudan uyandırılmış gibi hissediyor insan. Sürekli bir yabancılaşma yaşanıyor film boyunca. Anne, baba ve iki çocuğuyla bir aile sayfiyedeki evlerine arabalarıyla gelişiyle başlıyordu her şey. Yanlarında günlerce yetecek yiyecek ve içecek de almışlardı. Evlerine girdiklerinde hiç beklenmedik bir şey oluyor. Karı-kocayla bir çocukları olan bir aile tüfekle onları karşılıyorlar. Ne olacaktı şimdi? Eve gelen ailenin babası Georges Laurent (Daniel Duval), kızları Eva’yla (Anaïs Demoustier) küçük oğulları Ben’i (Lucas Biscombe) dışarı çıkartıyor. Evde karısı Anne’la (Isabelle Huppert) kalıyordu. Tüfekli adam, karısı oğluna su içirirken tüfeğiyle Georges’a ateş ediyor ve onu öldürüyor. Adamın karısı “Öldürdün” diye çığlık atıyor korkuyla.  

Uzaktan orman yansıyor. Anne ve çocukları bisikletleriyle köye doğru yürürlerken görünüyor. Köyde bir eve gidiyorlar. Kocasının öldürüldüğünü ve erzaklarının olmadığını söylüyor Anne. Adam yardımcı olmuyor ve “Buradan gidin” diyor onlara. Gece sığınılacak bir barakaya geliyorlar. Sabah dışarı çıktıklarında ahırda yakılan inekleri görüyorlar. Köyde kapıları çalıyorlar ve kimse açmıyor. Gidiyorlar. Karanlık çökerken barakaya sığınıyorlar. Anne, konserveyle çocukların karnını doyurmaya çalışıyordu. Isınmak için de ateş yakmışlardı. Anne, biraz yiyecek bulabilmek için dışarı çıkıyor. Bir eve gidiyor ve az da olsa yiyecek alabiliyor. Artık yiyecek yetmiyormuş. Barakanın içinde Ben’in kuşu kurtulmuş uçarken, kuşu yakalamaya çabalıyordu. Ben’in burnu kanıyor birden. O sırada ablası Eva kuşu yakalıyor ve Ben’e veriyordu. 

Gündüz oluyor. Dışarısı sisler içinde yansıyordu. Aile sisler ortasında yollara düşüyordu yine. Bir kulübe görüyorlar. Gece sığınılabilecek yeni bir yerdi burası. İçeriye saman yığılmıştı. Ben’in de kuşu ölüyor. Ben, kuşu için küçük bir cenaze töreni yapıyor hüzünle. Anne, pencereden uzaklara bakıyor. Ne yapabileceğini düşünüyordu belki de. Karanlığın ortasında Anne çakmağı yakıyor ve her yer aydınlanıyordu birden. Eva, Ben’in olmadığını söylüyor annesine. Ben’e sesleniyorlar. Yerde ateş yakıyorlar. Eva ateşi beslerken, Anne da Ben’i aramaya çıkıyor. Bir süre sonra kulübe yanmaya başlıyor. Eva, annesine özür diler gibi sarılıyor. Sabaha karşı, yabancı bir genç kaçakla (Hâkim Taleb) Ben’le çıkageliyordu. Ben, gencin tutsağı gibiydi sanki. Ama aile yine bir araya geliyor. Anne, gence kendileriyle kalmalarını söylüyor. Gencin avucundaki yarayı görüyorlar. Anne, gencin yarasını temizliyor yakınlık kurabilmek için. Eva da gence yakınlık duyuyor. Genç, aileden alabileceklerine göz atıyor ve “Bisiklet fena değil” diyor. Genç, tren istasyonundan bahsediyor onlara. Demiryolundan istasyona doğru yürümeye başlıyorlar. Demiryolu kenarında genç, ölü bir koyun buluyor. “Susuzluktan biri öldürmüş olabilir” diyor. Yerde yatan ölü bir adamı da fark ediyorlardı. Genç, ölü adamın elbiselerini çıkartmaya başlıyor. Paltoyu da Eva’ya veriyor. Bir tren geçiyor. Hep beraber trenin peşinden koşarken, Ben de geride kalıyordu; sonra da yere çöküyordu.  

Tren istasyonuna gelmeyi başarıyorlardı. Bekleme salonunda treni bekleyen insanlar vardı. İçeride yaşlı bir adamı görüyor Anne. Orada soba da vardı. İçerisi soğuktu. Anne, yaşlı adama sigara paketini uzatıyor, sonra da treni soruyordu. Yaşlı adam, Anne’ı anlamıyor pek. Yaşlı adamın, kendisi gibi yaşlı karısı, oğlu, gelini ve bir bebek torunu vardı. Polonyalı göçmen bir aileydi bu. Su ve yiyecek çok önemliydi bu zamanlarda. Bunları alabilecek şeyler de. İçeri başka insanlar da geliyor. Buradaki her şeyi ayarlayan Koslowski (Olivier Gourmet), gence çantasını boşaltmasını söylüyor. Kurallardan biriymiş. Genç dışarı kaçıyor. Eva, Koslowski’den gençle konuşmak için izin istiyor. Bir şey mi çalınmıştı? Gencin avucu nasıl yaralanmıştı? Eva, gençten gitmesini istemiyor. Genç, yalnızken kendini daha iyi hissediyormuş. Kurallar yokmuş. Genç, içeride birinin gözlüğünü çaldığını itiraf ediyor Eva’ya. Genç, “Tren belki burada durur. Buralardayım” diyor Eva’ya. Trenler çok önemliydi. Godot’nun beklenişi gibi bekleniyordu tren. Su ve yiyecek tren kadar önemliydi bir de bu kıtlık mahşerinde. Bu kıyamette, binalara pek zarar gelmemiş. Daha çok su ve yiyecek bulması zordu. Para da bir yere kadar önemliydi. Mafya organizasyonu oluşturmuş bazı atlı adamlar, insanlara su vermek için onlardaki para dâhil her şeylerini alıyorlardı. 

Dışarıdaki insanlar treni iterek makas değiştirmeye çabalıyorlar Thomas Brandt’ın (Patrice Chereau) yönlendirmesiyle. Eğer tren gelirse bu istasyonda dursun diye. Thomas, Lise’in (Beatrice Dalle) eşiydi. Brandt ailesinin bir de kızları vardı. İçeride Anne, Béa’yla (Brigitte Rouan) iletişim kurmaya çalışıyordu ona sigara vererek. Bir şeyi paylaşmak çok değerliydi bu kıyamet sonrasında. Béa da Anne’a bir konserve veriyor. Bu istasyonda, susuz ve yiyeceksiz kalmamak için Koslowski’ye bedeller ödemek zorunda kalıyordu kadınlar. Onunla, bir bardak su için vagonda yatmak zorunda kalan kadınlar vardı. Béa, Anne’a 36 kişiden söz ediyor. Onların biriyle tanışmış. Kolay ortaya çıkmıyorlarmış. Ama hayatın devamı için savaşıyorlarmış. Béa, trenlerin kolay kolay bu istasyonda durmadığını da söylüyor. Radyodan haber dinleme imkânı olan Thomas, ülkenin diğer yerlerindeki olayları da haber veriyordu insanlara. Moral bozucu haberlerdi. Yiyecek, içecek ve mazot kıtlığı çekiliyormuş ülkede. Güneyde zorluklar artmış. Her şeyin aynı olduğu haberleri duyanlar öfkeleniyorlar. Gerginlik çıkıyor. Lise de çok öfkeleniyor. Eva da başka bir mekânda bir şey arıyor gibiydi. Dışarıda bir kadın çocuğu için su isterken yansıyor. Koslowski, “Hakkını aldın” diyordu kadına. Gece herkes uyuyor. Sabah olunca Eva, ormanda gencin yanına gidiyor. Gencin yarasına merhem de sürüyor. Genç, köpeklerle arkadaş olmak istemiş. Ama köpekler ona saldırınca eli yaralanmış. Anne da bütün mücevherleri Koslowski’ye vermiş. Eva giderken, genç de çaldığı gözlüğü Eva’ya veriyor.  

Koslowski atlılarla su getiriyor istasyona. Bir kadın, çocuğuna su için yalvarıyor Koslowski’ye. Thomas, atlı sucunun, kadının çocuğuna su vermesi için saatini vermek istiyor. Eşkıya saati alıp akıl da veriyor. Öte tarafta Eva da daha önce keşfettiği mekânda ölü babasına mektup yazıyor. Mekânda fotoğraflar da yansıyor. Sonra ormanda çalı çırpı topluyor insanlar yakmak için. Başka bir taraftaysa Polonyalı ailenin ölen bebeği gömülürken yansıyor. Bebeğin babası, mezara haç yapıyor ve küçücük mezarın üstüne koyuyor. Bebeğin annesi, yüreklere hüzün çöktürür gibi ağlıyordu. Gece olunca dışarıda ateş yakılmış ve etrafında da insanlar toplanmıştı. Su getiren atlılar da oradaydı. Bebeği ölen genç Polonyalı baba, yaşlı babasını dışarı çıkartıyor. Keçileri olan kadından süt alıyorlar. O sırada birileri, Polonyalı babaya ırkçı söylemlerle saldırıyorlardı. Yaşlı adam içeri gidiyor. İçinde süt olan tabağı kendi gibi yaşlı eşine götürüyordu susuzluktan ölmesin diye. Bu şefkatli an çok etkileyiciydi ve insan olmanın erdemini hissettiriyordu. Aslında bu filmde insan denen tuhaf mahlûkatın ne olduğu anlamlaşabilecekti belki de. İnsanın olduğu her yerde türlü çeşitli fikirler, kültürler ve başka şeyler vardı işte. İnsanı tanımak, tanımlamak ve anlamlandırmak içinden çıkılmaz bir şey miydi? Anne, yaşlı adamın karısına sütü içirdiği anı şefkatli gözlerle izliyor. Sonra da dışarı çıkıyor. İçeride Eva da çantasında bir şeyler arayan adamı izliyor. Dışarı çıkan Anne, ağlıyordu.

Kamera gündüz, tarlaların ortasında genel çekimle istasyonu yansıtıyor bir an. İçeride de uykudan kalkmış insanlar, uyuyanlar, bir şeyler yapanlar, tıraş olanlar yansıyor. Eva, dışarıda vagonun yanında genci görüyor. Keçilere su verilmesine kızıyor genç. Bencillik miydi bu? Eva, annesini çağırıyor. Eva, orada, babasını vuran aileyi görüyor. Anne, adama öfkeli sözler söylüyor. Adam anlamıyor. Koslowski kanıt istiyor. O sırada bir atı vuruyorlar. Yere düşen ve hâlâ canlı atın boğazına bıçak saplıyor atlı suculardan biri. Kan, atın boğazından oluk gibi fışkırıyordu. O sırada gök gürüldüyor ve yağmur yağmaya başlıyor. Bu simgesel bir an mıydı? Ben, yine kayboluyor. Eva, onu aramaya çıkıyor. Dolly kamera, içeriden sağa kayarak Eva’yı takip ediyor. Ben’i vagonun altında buluyordu Eva.

İçeride adamın biri Béa’ya, “36”lardan daha fedakâr “Ateş Adamları”nın hikâyesini anlatıyordu gece. Delilerden söz ediyor. Ateşe çırılçıplak atlıyorlarmış. Bu çürümüş dünyayı insanlara yaşanır kılmak için kendilerini yakıyorlarmış. Kendilerini kurban ediyorlarmış. Adam, “Doğruların üyesi olmalılar” diyor kadına. Adam, “Dünyayı kurtaran benim ateş kardeşlerim” diyor. Biri ateşe atlarsa, diğeri de atlıyormuş. Onları dinleyen Eva, ayağa kalkıyor ve bir adamın yanına gidiyor. Eva müziği soruyor. Adam, “walkman”e kaseti takıyor ve Eva’ya dinletiyor. Lüks lambasının ışığı da loş bir aydınlık veriyordu mekâna. Gecenin derinliğinde uyuyan Eva birden uyanıyordu. Etrafına bakınıyor. Ben de uyanıktı. Sabaha karşı herkes uyurken, tüfekli insanlar içeri giriyorlar. Polonyalı aileyi hırsızlıkla suçluyorlar. Suyla keçinin biri çalınmış. Sabah olduğunda Eva, gençle ormanda buluşuyor. Keçiyi genç çalmış. Tüfekli adamlar hırsız ararlarken, Eva ve genç saklanıyorlar. İstasyondaysa, Thomas’nın kızı ölüyor. Genç kıza temiz elbise giydiriyorlar. Ormanda keçi ses çıkartıyor. Tüfekli adamlar da uzakta değildi. Genç, bıçağı keçinin boğazına götürürken, istasyondaysa, Thomas kızını gömmek için yardım istiyordu insanlardan.  

İçeride gece insanlar uyuyorlarken yansıyor. Dışarıda da ateş yanıyor. Burnu kanayan Ben de uyanmıştı. Dışarıda iki adam nöbet tutuyordu. Adamlardan biri devriyeye çıkarken, “Ateş Adamlar” mitolojik hikâyesini anlatan adam oturmayı sürdürüyor. Ben, dışarı çıkıyor ve demiryolunda yürüyor. Ateşin yandığı yere geliyor. Ateş sönmesin diye odun atıyor. Sonra da çırılçıplak soyunuyor. Ardından bir at kişniyor. Ateş demiryolu üzerindeydi. Adam at sesini duyuyor. Adam, Ben’i görüyor. Ben’e koşuyor. Adam, Ben’in “Şu atlara bak, ateşe doğru geliyorlar” diyerek dikkatini dağıtıyor ve çocuğu ölümden kurtarıyor. Ben, adamın anlattığı “Ateş Adamlar” hikâyesinin etkisinde kalmıştı. Adam bunu anlıyor. Ben, kendini ateşe atarak dünyayı kurtaracaktı kahramanlar gibi. Adam, çocuğu teskin ederken, kamera da yavaşça geriye doğru çekiliyordu bu anda.

Trenin kompartımanından doğa yansıyordu sonda. Cennetin yansıması gibiydi. Ardından da her şey bitiveriyordu birden. Bütün bunlar yaşanmış mıydı? Yoksa bir kâbus muydu her şey? Mahşer sonrası bu filme distopik bilimkurgu denilebilir. Bu mahşer, uzak olmayan bir gelecekte tüm canlıların kapısını çalabilirdi.

 

“Saklı...”  

Michael Haneke ustanın 2005 yapımı “Caché-Saklı” filmine vicdandan yansıyanlar diyoruz. Les Films du Losange ve Wega Film’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Filmin kameramanıysa Christian Berger’di. “Saklı” filmi, 2005’teki Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen”, “FIBRESCI Ödülü” ve “Ekümenik Jüri Ödülü” kazanmıştı. Aday olduğu “Altın Palmiye” ödülünü kazanamamıştı. Bu film, Mart 2006’da ülkemizde gösterime çıkmıştı.

Haneke ustanın tüm filmlerinde donuk, neredeyse buz soğukluğunda bir estetik vardı. Onun filmlerinde önce içeri girmekte çekinebiliyordu insan. Ama içeri girildiğinde kendinize bile itiraf edemediğiniz gerçekliklerle karşılaşabiliyordunuz. "Saklı" filminde de bu böyleydi. Juliette Binoche, önceki filmlere göre bir adım geriye çekilmesine rağmen yine de etkileyici bir performans sunuyordu. Filmin önünde görünen Daniel Auteuil, Georges'un iç ve dış dünyasındaki değişimlere derinlik katabilmişti. Diğer oyuncular da yönetmenin anlatımına katkıda bulunuyorlardı. Haneke’nin bu filmini izlerken, David Lynch ustanın 1996 yapımı “Lost Highway-Kayıp Otoban” filmi de akla geliyordu. Lynch ustanın gerçeküstücü-dışavurumcu bu filmi metafizik sularda da dolaşıyordu. Haneke usta da metafizik kıyıların yakına gelse de, bu gerçeküstücü filminde, vicdan üzerine yoğunlaşıyordu. Videokasetlerden yansıyan görüntüler vicdanın yansımalarıydı. Haneke usta, filmiyle daha somut, bu videokasetlerle Avrupa’nın vicdan azabını yansıtıyordu. Videokasetler, sömürgeciliğin ve katliamların geriden gelen ve ruhu kemiren acılarının yansımasıydı. Filmde, videokasetlerin kimden geldiği açıklanmıyordu. Bir yerden sonra Avrupa’nın, özelde Fransa’nın vicdanının içinden düşen görüntüler olduğu hissediliyordu. Gerçeküstücü bu anlatım, gerçekliğin kendisinden daha çok travma yaşatıyordu. Yönetmen bu filminde yabancılaştırmalar da yaşatıyordu insan. Elbette başta videokasetlerle de. Ama gerçekten yazar olan insanları da göstererek bu yabancılaşmayı çoğaltmış. Hatta televizyon ekranından Irak Savaşı görüntüleriyle bile. Haneke filmlerinde, televizyon haberleri zaman zaman öne çıkıyordu.

Georges Laurent (Daniel Auteuil), bir televizyonda edebiyat programının sunucusuydu. Karısı Anne (Juliette Binoche), bir kitabevinde çalışıyordu. Ergenlik bunalımları yaşayan on iki yaşında Pierrot (Lester Makedonsky) isminde bir de oğulları vardı. Entelektüel bir burjuva aileydi. Paris'in iyi bir semtindeki güzel evlerinde huzur içinde yaşıyorlardı. Ama onlara kimden geldiği belli olmayan videokasetler gelene kadar. Georges'un hayatta kaybedeceği çok şey vardı. Ailesiyle, iyi kazandığı işi ve toplumsal konumu vardı onun. Gerçekten o videokasetler nereden ve kimden geliyordu? Aileyle özdeşleşen insan, aile gibi güven bunalımına düşüyor ve huzursuz oluyordu. O korkuyu ve tedirginliği yaşıyordu beraber. 

“Static camera/sabit kamera”, ön jenerik yazıları sürerken ara sokaktan karşıdaki müstakil bir evi dikizliyordu genel çekimle. Bu aslında “subjective point of view/öznel bakış açısı” çekimiydi. Buraya, iyi geliri olan insanların yaşadığı “Cité Florale” deniyor. Burası Paris 13’teki “Maison Blanche” bölgesiydi. Kamera, “Rue des Iris” sokağının içindeydi. Yönetmen, Laurent ailesinin oturduğu sokağının levhasını değiştirmiş ve “Rue Vulpian” yapmış. Paris’te bu isimde sokak vardı. Hem de aynı bölgedeydi. Sokağın ismi Fransız nörolog Edmé Félix Alfred Vulpian’dan geliyordu. 1826-1887 yılları arasında yaşamış nörolog Vulpian, kendi adıyla anılan sendromda (belirti), beyindeki “kraniyal sinirleri” üzerine çalışmıştı. Bu sinirler içinde, “görme” ve “göz oynatıcı” sinirler de vardı. “Kraniyal sinirler”, beyinden çıkıp kafatasından geçerek başa ve boyna uzanan on iki sinirden oluşuyordu. Bu, gözlerin travmanın olduğu tarafa irade dışı bakmasını da incelemişti nörolog. Bu filmdeki gibiydi. Yönetmen, Georges’un bu sendromdaki gibi gözün travmaya irade dışı bakmasına metafor yaparken, filmi izleyenleri de bu sendromun içine sürüklüyordu. Haneke usta filminin, nörolojiyle, gözle ve görmeyle ilgili olduğu için Vulpian’a saygı göndermiş. Yazılar, klavyeden yazılıyormuş gibi yansıyordu. Sonra evin içinden Georges’la Anne’ın konuşmaları duyuluyordu. Bir poşet gelmişti. Dışarı çıktıklarında ortada kimseyi göremiyorlardı. Kamera, üç dakika kadar aynı açıdayken, onlar dışarı çıktıklarında açısını da değiştiriyordu. Kamera, sağa doğru çevrinme (pan) yaparak Georges’u izliyordu önce. Sokağın başına gelen Georges, “Burada olmalıydı değil mi”, diye soruyor. Ama kimseler yoktu. Kamera, sola çevrinme yaparak Georges’un eve gidişini gösteriyordu sonra. Bu olanlar neydi? İçinde videokaset olan ve gizlice bırakılmış poşetleri kimseler görmemişti. Kamera, ilk andaki açıya geliyor sonra. Bir an sonra görüntüler hızla ileri sarılmaya başlıyordu, dikiz yapan kamera, öznel bakış açısıyla evi yansıtmayı sürdürürken. Georges, arkadaşlarıyla telefonla konuşuyordu ardından. Konuşmalar evin içinden şu ana kadar dış ses olarak duyuluyordu. Sinemada bu çekim tekniğine “J çekimi” deniliyor. Bu görüntüleri izleyen Georges ve Anne’dı. Televizyonun olduğu raf, kitaplarla doluydu. Görüntüleri, ileri-geri sarıyorlardı şüpheliyi bulmak için. Yoldan geçen bir adam üzerine yoğunlaşan Georges görüntüyü donduruyordu. Yoksa videokasetleri bırakan o muydu? Kamera nereden çekim yapıyordu? Bir pencereden mi, yoksa sokaktan mıydı? Beş dakikayı aşkın süredir dışarıda olan kamera, sonunda Laurent ailesinin evinin içine giriyor. Georges ve Anne, televizyon ekranından görüntüleri izliyorlardı salonda. Televizyonu kapatan Georges, “Delice. Ne diyeceğimi bilmiyorum”, diyordu çaresizce. Yoksa birileri onlara şaka mı yapıyorlardı? Anne, “Tamamen mahvolmadan yemek yemeliyiz” diyor kocasına. Georges, oğulları Pierrot’nun arkadaşlarından bile şüpheleniyor. Dolly kamera, kayarak Georges’u takip ediyordu. Mutfaktaydılar şimdi. Pierrot daha eve dönmemişti. Hiç kesme çekim yapmadan kamera, onlarla salona çıkıyordu. Yemek yerlerken de şüphe Georges’un zihnini kemiriyordu. Videokasetin olduğu market poşetinde bir not var mıydı? Anne gözünden kaçırmış olabilir miydi? Anne’ı sinirlendirmeyi bile başarıyordu Georges. Sonra Pierrot da geliyor eve. Pierrot sınıf arkadaşının yanından geliyormuş. Haneke usta, evin içine girdikten sonra tek çekimle bu anları yansıtıyordu.

Kamera, kapalı yüzme havuzuna gidiyordu ardından. Pierrot’nun yüzme dersiydi diğer öğrencilerle beraber. Bu an da tek çekimle yansıyordu. Sonra kamera, gecenin içinde yine sabit açıyla aynı sokağın içinden evi yansıtıyordu öznel bakışla. Sessizlik vardı. Sadece gelip geçen arabaların sesleri duyuluyordu. Sokağa, kameranın arka tarafına bir araba yanaşıyor. Sadece farları yansıyordu. Gelen, üzerinde krem rengi pardösü olan Georges’du. Sonra yürüyerek eve gidiyordu.

Ardından Georges, televizyon ekranından yansıyor. Televizyonda, “Yuvarlak Masa” isminde kitap programını sunuyordu. Seyircilerle veda ettiği andı bu. Konukları da vardı. Stüdyoda yardımcısı genç kadın Manu (Julie Recoing) telefon olduğunu söylüyor ona. Stüdyodan dışarı çıkan Georges, telefonu alıp konuşuyordu. Eve dönüyor hemen. Yeni bir videokaset gelmişti. Videokaset bu defa resim çizilmiş bir kâğıda sarılıydı. Elle çizilmiş resimde, ağzından kan gelen bir çocuk vardı. Video görüntülerinde, Georges’un krem rengi pardösüyle gece eve dönüşü vardı. Görüntü, ileri-geri sararak ne olduğunu anlamaya çabalıyordu Georges. Ardından, ağzından kan gelen bir çocuk Majit/Macit (Malik Nait Gjoudji) yansıyor pencerede birden. Cezayirli çocuktu bu. Bu an Georges’un zihninden mi düşmüştü? Ardından yine gecenin içindeki sokak yansıyor. Georges, görüntüleri izlerken, ağzından kan gelen çocuk resmi mi onu etkilemişti? Geçmişinden gelen bir an mıydı bu? Anne, kocasının bir anlık psikolojik çöküntüsünü fark ediyordu. Sonra da ne yapacaklarını soruyor Georges’a. Polisi arayacaklar mıydı? Haneke usta, onların konuşmalarını dış ses olarak yansıtmıştı. Kamera, öznel bakışla evi dikizliyordu. Televizyon ekranında da Georges’un krem rengi pardösüyle eve gelişi vardı. Kamera, salona döndüğünde, ağzından kan gelen çocuğun resmi yansıyordu. Georges resme bakarken, Anne yine polisi hatırlatıyor kocasına. Georges sehpanın üzerindeki çizilmiş resme bakarak, “Bir çocuğun çizimine benziyor” diyor. Pierrot’ya mı sormalıydı? Bir çocuk bütün gece onları izleyebilir miydi? Kamera, onların televizyon karşısında video görüntüleri izlerken yansıtıyor ardından. Georges, uzaktan kumandayla televizyondaki habere geçiyordu birden. Georges artık bunun eşek şakası olduğuna inanmıyordu. Fikri olmasa da bu daha ciddi bir şeydi.

Gündüz. Anne, masayı toparlarken telefon çalıyordu. İşten kocasını arıyorlarmış. Georges çıkmış. Görüşmeden sonra telefon yine çalıyor. Bu defa arayan, “Georges Laurent’la konuşmak istiyorum” diyordu. İsmini de vermiyordu Anne’a. Sonra Anne öfkeyle telefonu kapattıktan sonra, kamera kesme çekimle başka bir telefonu yansıtıyordu ardından. Asistanı Manu, az önce eşiyle konuştuğunu söylüyor Georges’a. Georges, telefonla Anne’ı arıyor. İşyeriydi burası. Masanın üzerinde yine elle çizilmiş ağzından kan gelen çocuk resmi vardı. Bu defaki kartpostal gibiydi. Ardından Georges, karakoldan çıkarken yansıyor Anne’la beraber. Birden siyahî bir genç (Diouc Koma) bisikletiyle önünden geçiyor önünden. Gence küfredip hakaret ediyor Georges. Genç onunla dövüşe hazırlanırken, Anne’ın uzlaştırıcı kelimeleri ortamı yatıştırıyordu. Kadınlar daima diyalogla çözüyordu meseleleri. Dolly kamera sola doğru kayarak onların arabaya binişini gösteriyordu sonra. Polisten, herhangi bir yardım alamayacaklarını da öğrenmişlerdi. Evlerini kundaklamadığı veya bomba yollamadığı sürece durumlarının iyi olduğunu söylüyor Georges.

Gündüz, Pierrot’nun okulunun dışı yansıyor ardından. Öğrenciler dışarı çıkarken, Pierrot da fark ediliyordu. Dolly kamera, sağa doğru kayarak Pierrot’yu izlerken, arabadaki Georges’un sesi duyuluyordu. Baba-oğul arabayla eve doğru yola çıkıyorlar sonra. Georges her zaman oğlunu okuldan almaya gelmiyordu. Ne olmuştu? Annesini işe bırakmış. Pierrot’yla konuşacakları vardı Georges’un. Sonra Pierrot babasına, neden kart yolladığını soruyor. Ağzından kan gelen çocuk resmiydi bu.

Geceydi. Kamera yine aynı sokaktan evi dikizliyordu. Ama bu defa daha geriden ve yukarıdan yansıtıyordu gecenin içindeki sokağı kamera. İçeri giren kamera, salonda öne doğru kayarak geçmişten bir anı yansıtıyordu. Çocuk Macit pencerenin önündeydi ve ağzından kan geliyordu. Georges’un zihninden düşen bir andı bu. Gündüz olunca sokağın içindeki kamera, yine evi yansıtıyordu. Georges ve Pierrot, evden çıkıp sokağa doğru yürüyorlardı. Kamera, arabanın yanındaydı. Georges, arabanın ön camında broşüre benzer bir şeyi fark ediyor birden. “Arka pencerenin kenarında oturuyordu, biliyorsun” diyen bir dış ses duyuluyor sonra.

Ardından kamera, gece evde Georges ve Anne’ın dostlarıyla akşam yemeğini yansıtıyordu. Yvon (Denis Podalydes) konuşuyordu. Bir bayanı asla bekletmemeli, diyordu sonra. Bir kadınla tanışmasını anlatıyordu Yvon. Ama konuşmanın önünde çocuk Macit üzerine konuşuyormuş hissini veriyordu. Haneke usta, insanın zihnini bulanıklaştırmıştı bir an. Yvon, yetmiş yaşında bir kadınla buluşmuş. Kadın, onu birine benzetmiş. Yvon duygusal bir insan olmamasına rağmen, kadının tutkusu onu etkilemiş. Geçmişteki o adamı anlatmasını beklemiş. Kadını da bir yerlerden hatırlıyor muydu Yvon? Kadın, kocasına mı, sevgilisine mi, yoksa oğluna benzetmişti onu? Sadece köpeğini çağrıştırmış Yvon. Kadın, anlattıklarının kulağa saçma geldiğini söylemiş. Yvon da hikâyenin devamını beklemiş ondan. Yvon’a göre kadın umutsuz görünüyormuş. Kadının köpeği 1964 yılında trafik kazasında ölmüş. Yvon da 1964’te doğmuş. Bir kamyon köpeği, karşıdan karşıya geçerken 17 Nisan’da ezmiş. 17 Nisan, Yvon’un doğum günüymüş. Köpeği ezen kamyona da bir tır kamyonu çarpmış. Kamyon köpeğin boynunu ezmiş. Sonra Anne’ın elini alıyor ve aynı yerde, boynundaki yara izini gösteriyor. Anne birden çığlık atıyor gülerek. Hepsi gülüyordu. Tüm bunlar bir şaka mıydı? Yvon şakacının biriydi. Siyahî genç kadın Chantal (Aissa Maiga), “Doğru mu, değil mi”, diye soruyordu. Her şey gerçek gibiydi. Misafirlerin arasında Mathilde (Nathalie Richard) ve Pierre de (Daniel Duval) vardı. Sonra Georges, “Bunu nereden duydun”, diye soruyor Yvon’a. Kamera tek açıdan bu anı yansıtırken, birden kesme çekimle Pierre’i gösteriyor. Simon isminde arkadaşları ameliyat olmuş. Frédéric söylemiş. Mathilde de Simon’un daima mesafeli olduğundan söz ediyor. Anne da Frédéric’i soruyor Mathilde’e. Georges, bir senaryo yazdığını söylüyor. Frédéric’in Marianne adında bir kızla tanıştıktan sonra değiştiğini söylüyor Mathilde. Daha sempatik olmuş. Sonra kapı zili çalıyor. Georges masadan kalkıp kapıya gidiyor. Georges ve Anne tedirgindi. Kapıyı açan Georges dışarı çıktığında kimseyi göremiyordu. Dolly kamera da öne doğru kayarak onu izliyordu. Sessiz sokakta arabalardan başka bir şey yoktu gecenin içinde. Sonra, “Kendini göster korkak” diye sesleniyor Georges. İçeri girdiğinde kapıyı örterken yerdeki poşeti fark ediyor. Poşetin içinde videokasetle elle çizilmiş ağzından kan gelen çocuk resmi vardı. Holdeki elbise askısındaki krem rengi pardösünün cebine koyuyor poşeti Georges. Geri döndüğünde kimse olmadığını söylüyor Georges misafirlerine. Anne, Georges’a neden dışarıda uzun kaldığını soruyor. Sonra da kocasını kıskanan biri olmadığını söylüyor misafirlere. Ardından da poşet içinde gelen videokasetlerle isimsiz aranan telefonları anlatıyor. Artık bu yaşananlar psikolojik anlamda Anne’ı zorluyordu. Sonra hole çıkan Georges gelen poşeti alırken, karısına serzenişte de bulunuyordu. Sırlarını herkes öğrenmeli miydi? Sonra videokaseti izletiyor misafirlerine. Bu defa görüntü farklıydı. Arabanın içindeydi kamera. Yağmur da yağıyordu. Öznel açılı kamera bir yeri yansıtıyordu. Eski yapıların olduğu yerdi burası. Kamera, sola çevrinme yaparak gösterdiği ev, Georges’un büyüdüğü malikâneydi.

Film ilerledikçe, bir gerilim unsuru olan videokasetler bir noktadan sonra başka olgulara bırakıyordu yerini. Göçmenlik, yoksulluk ve ırkçılık üzerine düşündürtmeye başlıyordu film. Bir hiçlik gibi yetimhaneye yolladıkları çocuk Macit, hayatını ve geleceğini de yitirmiştir. Macit'in, yabancılara, özellikle Cezayirlilere mesafeli duran Fransız toplumunda varabileceği yer neresiydi? Tüm göçmenleri, toplumun ve şehrin dışına iten bu sistem, tüm eğitim ve öğretimleriyle ırkçılığı da çoğaltıyordu. Haneke, filmleriyle göçmenlerin ve yoksulların yanında bir yönetmendi. Batı toplumlarının (özellikle Avrupalıların) ruhunun içinde dolaşan Haneke, Batılı toplumların ırkçılıktan kolay kurtulamayacaklarını söylüyor. Çünkü Batılılar, uygarlıkları ve zenginlikleri kendilerinin yarattıklarını iddia ediyorlardı. Bu yüzden de tüm zenginliklerin kendilerine ait olduğunu telkin ediyorlardı. Zenginlerin kaybedeceği çok şey vardı. Ya yoksulların?

Sonra kamera yatak odasını yansıtıyor. Georges annesinin evindeydi. Annesi (Annie Girardot) yaşlıydı ve bir bakıcısı Bayan Arnaud (Marie-Christine Orry) ilgileniyordu onunla. Geceydi. Annesi yatağa girdikten sonra, yatağın kenarına oturan Georges’un gözlerinde hüzün vardı. Annesinden özür diliyor. Nedenini bilmese de. Julie teyzesi Marsilya’dan mektup yazmış anneye. Georges’un kitap programlarını hep izliyormuş. Annesi, oğlunun bir sorunu olduğunu anlıyor. Annesi yalnız bir insandı. Dışarıya da çıkmıyordu. Dışarısı bu yalnızlığını azaltacak mıydı? Televizyon kumandası vardı. Tek özlediği piyano dinlemekti annesinin. Georges’un babası öldüğünden beri özlüyormuş piyanoyu. Georges, Belçikalı yazar François Weyergans için özel baskı dolayısıyla Marsilya’ya yakın Aix-en-Provence şehrine gidecekmiş. Yazar François (Franz) Weyergans, 2005 yılında “Goncourt Ödülü” kazanmıştı “Annemde Üç Gün” romanıyla. 1941’de Brüksel’de doğan yazar, “Cahiers du Cinema”da yazılar da yazdı. Robert Bresson ve Jean-Luc Godard tutkunu olan Weyergans, 1961’den itibaren sanatçılar üzerine belgesel ve kısa filmler de yaptı. 1967’den 1978’e kadar da uzun metrajlı filmler çekmişti. Sonra Georges, çocukluğundan gelen rüyasını söylüyor annesine. Çocuk Macit’i rüyasında görüyordu. Annesi Cezayirli çocuk Macit’i hatırlayamıyordu önce. Evlatlık olarak istediği çocuktu annesiyle babasının. Annesi için zihinden çıkması gereken acılı yıllardı o zamanlar. Onca yıl sonra Macit’i rüyasında görmesini garip buluyordu Georges. Annesi garip değil, diyor Georges’a. O da sık sık çocukluğunu rüyasında görüyormuş. Yaşlanınca böyle oluyormuş. Georges kendini yaşlı görmese de annesi, tahmininden çabuk geliyor, diyor oğluna. Rüyasında, aklından çıkmış ve unuttuğu şeyleri görüyordu. Annesi Anne’ı soruyor. Herkes yoğundu. Birbirlerini az görüyorlardı. Zaman böyle geçip gidiyordu. Annesi, Georges’dan endişe de duyuyordu. Oğlu tedirgindi. Annesi fazla uyuyamıyormuş. Oğluna, “Yaşlılığın iyi getirilerinden biri” diyordu. Georges, sabah erken çıkacağı için geceyi annesinin evinde geçirecekti.

Anne, kitabevinde telefonla konuşurken yansıyor sonra. Kalabalık kitabevinde arkadaşıyla telefonla konuşuyordu. Georges bebek değildi ve bazı günler ortada görünmemesi hoşuna gidiyordu. Pierre’le Anne’ın patronu (Louis-Do de Lencquesaing) hemen yakınında sohbet ediyorlardı.

Geçmişten bir an şok gibi araya giriyordu ardından. Başı kütüğün üzerinde olan horozun boynuna balta iniyordu. İrkiltici ve şiddet yüklüydü. Çocuk Macit, horozun başını kesiyordu. Yüzüne kan fışkıran Macit’i, endişeli gözlerle izleyen çocuk Georges (Hugo Flamigni) yansıyordu ardından. Yüzü kanlı Macit, elinde baltayla Georges’un üzerine gelirken görüntü kararıyordu. Yataktaki Georges kâbus rüyasından uyanıyordu sonra nefes nefese. Sabah elinde valizle merdivenlerden inen Georges, annesinin odasının kapısına geldiğinde duruyordu bir an. Sonra salona gidiyor ve geçmişin eşyalarını izliyordu bir süre. Sonra da annesinin kapısını çalıyordu.

Gündüz. Ardından kesme çekimle öznel kamera, ilerleyen arabanın içinden şehrin sokağını yansıtıyordu. Sonra kesme çekimle öznel kamera, birden bir apartmanın koridorunun içinde öne doğru ilerlerken yansıyordu. “047” numaralı dairenin mavi kapısı önünde duruyor kamera. Video görüntüsüydü bu. Her şey geriye sarılıyordu. Sonra yine aynı görüntü yansımaya başlıyordu. Georges, buranın neresi olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anne’la beraber izliyorlardı. Sadece konuşmaları duyuluyordu ikisinin. Anne, sokaktan caddeye dönülürken bir yön levhasını fark ediyor. “Lenin Caddesi” yazdığını söylüyor Anne. Bu caddede Romainville’deydi. Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin, Paris 14’te “4 Rue Marie-Rose” sokağında Aralık 1908’den Temmuz 1909’a kadar küçük bir dairede yaşamıştı. Hâlâ bu bölgede Lenin için saygı anıtı duruyordu. Sonra evin salonu yansıyor. Haritadan yeri bulacaklardı. Filmde, bundan sonra haritalar bir” leit-motif”e dönüşecekti. Dikkatli bakınca birçok mekân haritada fark edilecekti. Yoksa burası Romainville miydi? “Mairie des Lilas Métro 11” yakınında mıydı burası? Bir arkadaşlarının yakınındaymış bu bölge. Georges, videokasetleri gönderinin karşısına çıkıp ne istediğini öğrenmek de istiyordu. Anne, adresi belli olan bu insanı yakalatmak için polise haber vermek istiyordu. Bir suç işlenmeden kanun çözebilirdi. Georges, bu videokasetleri yollayanın kendileriyle dalga geçtiğini de düşünüyordu. Zihni karışıktı. Georges’a göre, bir cadde ve bir koridora polis ne diyebilirdi ki? Anne, “Küçükken yaşadığın evi kim biliyor” diyor kocasına. Anne, özel dedektif tutmayı bile öneriyor. Hiçbir önerisini önemsemeyen kocasına sinirlenen Anne, onu çıkmazıyla baş başa bırakıyor. Dolly kamera, sola kayarak Anne’ı izlerken, Georges bir şeyler söylemek istiyordu, ama söyleyemiyordu. Sadece onunki bir histi. Emin olmak istiyordu. Ama Anne’ın tedirginliği de vardı. Karısına seni ilgilendirmiyor, diyor Georges. Bu karanlık çıkmazın içinde Anne da yok muydu? Georges, güvenin ne olduğunu biliyor muydu? Tartışmaları uzarken Georges, “Bu adamanın tam istediği şeyi yaptığının farkında mısın” diyor karısına. Hayatlarını altüst etmek istiyordu. Güven üzerine tartışmalar çarpıcıydı. Sinir boşalımı yaşayan Anne, kocasını anlıyor muydu?

 Ardından öznel kamera yine sabitti ve derinlikte apartmanları gösteriyordu. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa şehirlerinde ortaya çıkan konut sorunu, şehrin dışında veya kıyısında alelacele dikilen apartmanlara insanları yerleştirmişlerdi. Bunlara banliyö diyorlardı. Ekonomi düzelmeye başlayınca bu konutlar terk edildi. Sonraları yoksulların ve göçmenlerin sığınağı oldu bu konutlar. Market-kafede oturan Georges, dışarıya bakıyordu. Sonra öznel kamera yine apartmanın koridoru yansıtıyordu. Georges kameranın önüne geçerek dairenin kapısına geliyordu. Zili çalıyor. İçeriden bir erkek sesi geliyordu. Kapıyı açan yetişkin Macit (Maurice Bénichou), karşısında Georges’u görünce şaşırıyordu. Sonra da “Bakın kimler gelmiş” diyordu Georges’a. Georges, Macit’in yoksul dairesine giriyor. Macit, kendinden ne istediğini soruyor Georges’a. Georges ona, “Para mı istiyorsunuz”, diye karşılık veriyor. Macit şaşırıyor. Onu nasıl bulmuştu? Georges, artık oyun oynamak istemediğini söylüyor. Artık büyümüştü. Yaptıklarının amacını soruyor Macit’e. Onun neden söz ettiğini anlamıyor muydu Macit? Sonra da “Neden burada olduğunu anlatmak ister misin” diyor. En bilmek isteği şeyse, onu nasıl bulmuştu? Georges, ağzından kan gelen çocuk resmini gösteriyor Macit’e. Ne olduğunu anlayamıyor Macit. Sandalyeye oturan Macit geçmişten bir şey hatırlıyordu sanki. Georges’a oturmasını söyledikten sonra, buraya gelmesini bekliyormuş Georges’un. Ama böyle beklemiyordu. Georges onu, polise de ihbar edebileceğini söylüyor. O, sakince ne olduğunu anlamak istiyordu. Ona, hiç fikrin yok ve beni görünce şaşırıyorsun, diyor. Haftalardır ailesini kim korkutuyordu? Macit bilmiyordu. Ona, neden yabancı gibi konuştuğunu da soruyor. Çocuklukları beraber geçmişti. Georges, sokakta Macit’in hemen yanından geçmiş tanıyamamış birkaç yıl önce. Onu televizyonda görmüş Macit. Sonra emin olmamış programı izlerken. Ama içinde tiksinç bir şeyler hissetmiş. Sonra ismi geçince anlamaya başlamış. Georges hâlâ başka yerlerdeydi. Videokasetleri Macit’in gönderdiğini düşünüyordu. Macit hiçbir şey istemiyordu. Ondan ne isteyebilirdi ki? Yitip gitmiş geleceğini verebilir miydi? Macit, “Evime gelip beni şantaj yapmakla suçluyorsun” diyor. Georges hiç değişmemişti. Neyle ona şantaj yapabilirdi? “Kasetleri kim gönderdi”, diyor Georges. Kasetleri bilmiyordu Macit. Sonra Georges, büyüdüğünden beri hiçbir kavgaya bulaşmadım, diyor Macit’e. Kendisini dövse bile Georges’un kaybedeceği çok şey vardı. Kendisininse kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. O, daha önce geleceğini ve hayallerini kaybetmişti. İnsanlar, sahip olduğu şeyleri kaybetmemek için neler yapmazdı! Annesini soruyor Georges’a. Onun hanımefendi olduğunu söylüyordu. Macit intikam mı istiyordu? Georges’un annesine çok minnettar olduğunu söylüyor Macit. Elbette babasına da minnetini sunuyordu. Georges, bir daha tehdit ederse, ailesini korkutursa yaptıklarına pişman edecekti Macit’in. Tehdit mi ediyordu onu? Macit, onun yapacaklarına inanıyordu. Ama Georges ona inanmıyordu. Macit ona hiçbir şey yollamamıştı. Macit’in uzattığı resmi alan Georges oradan çıkıp gidiyordu. Yönetmen bu anlarda anlamı derin “açı-karşı açı” tekniği kullanmış. Klasik çizginin kıyısında olsa bile sınıfsal farklılıkları alttan alta hissettiriyordu bu çekimler. Georges ve Macit, sandalyelerde otururken kısmen bir eşitlik hissediliyordu. Ama Georges ayağa kalktığında, kamera ikisinin bakış açısı hizasında yüksek ve düşük açılarla bakıyordu. Dışarı çıkan Georges market-kafeye gidiyor sonra. Bir şeyler içerken, yine aynı köşede duruyordu. Ardından da telefonuyla Anne’ı arıyor. Anne’a kimse yoktu, diyor. Neden yalan söylüyordu?

Ardından kamera yüzme havuzuna gidiyor. Kamera, tıpkı yüzme yarışlarındaki gibi yana kayarak yarışan öğrenci sporcuları yansıtıyordu. Televizyondaki gibi bir görsellikle karşılaşmak insanda yabancılaşma yaşatıyordu. Tıpkı gerçeküstücü videokasetlerdeki gibiydi. Tribünde yarışan yüzme öğrencilerin aileleri de oradaydı. Anne ve Geoorges gibi. Pierrot yarışı kazanıyor. Anne ve Georges, birbirlerine sarılarak bu mutluluğu yaşıyorlardı. Belki de uzun zamandır birbirlerine sarılmamışlardı.

Birden öznel kamera, Macit’in evinde Georges’la Macit’in görüşmesini yansıtıyordu ardından. Georges ayaktaydı. Kamera daha geride ve saklanmış gibiydi. Bu da yeni kayıttı. Macit, Georges’un annesinin hanımefendi olduğunu söylüyordu. Sonra da diğer konuşmalarla devam ediyordu. Georges, Macit’in uzattığı resmi aldıktan sonra daireden çıkıyordu. Kamera, Macit’i yalnız ve keder içinde yansıtmayı sürdürüyordu. Macit ağlıyordu. Sonra Anne’ın dış sesi duyuluyor. “J çekim” ile yansıyordu bu an. Kamera, ailenin evine gittiğinde, salonda Anne, videonun daha devam ettiğini söylüyor. Anne öfkeliydi. Çünkü Georges ona yalan söylemişti. Georges birden Anne’dan özür diliyor. Anne, kocasının bakış açısını anlayamıyordu. Tartışmaları çarpıcıydı. Çünkü güven önemliydi. Sorun sadece Georges’un muydu? Georges, fazladan stres yaşamaması için yalan söylemiş karısına. Sonra Georges, başlarda Macit’ten şüphelenmemiş. Ama kasette annesinin evini görünce şüpheleri artmış. Sonra anlatmaya başlıyor geçmişi Georges. Macit’in anne-babası yanlarında çalışıyormuş. Ekim 1961’de FLN, tüm Cezayirlileri Paris’teki gösteriye çağırmış. “Jabhatu I-Tahrîu I-Watanî/Front de Libération Nationale/Ulusal Kurtuluş Cephesi” olan FLN, Fransa’ya karşı özgürlük ve bağımsızlık savaşı vermek için 1954’te kurulmuştu Mısır’da. Kurucusu Ahmet Bin Bella olan örgütün başkanıysa Abdülaziz Buteflika’ydı. Georges, 17 Ekim’de, o zamanlar çok şey olduğunu söylüyor. Papon ve polisinin katliamı, iki yüz kadar Arap’ı Seine Nehri’nde boğmuştu. 1910’da doğan ve 2007’de ölen polisin başındaki Maurice Papon, karanlık bir insandı. II. Dünya Savaşı’nda, Vichy Hükümeti yönetiminde Papon, bin 600’den fazla Yahudi’yi Darcy toplama kampına sürmüştü. Fransa, Nazilerce işgal edildikten sonra, Fransa’nın Vichy şehrinde Almanya’ya bağlı Fransız diktatörlüğü kurulmuştu. 3. Cumhuriyet yıkıldıktan sonra Vichy Hükümeti’nin devlet başkanlığına Mareşal Philippe Pétain getirilmişti. Papon, o zamanlar Bordeaux polisinin genel sekreteriydi. İnsanlığa Karşı Suçlar kapsamında mahkûm edildi. Ama yıllar sonra, 1981’de. Bu insanlık suçunu belgeleriyle ortaya çıkartan “Le Canard Anchaine” haftalık gazetesi olmasaydı, şerefli polis ve siyasetçi olarak anılacaktı. 1950’lerin sonunda Paris’te polis idaresinin başına geçen Papon, Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’e sadıktı. Ekim 1961’deki katliamdan sonra De Gaulle tarafından da “Legion d’Honneur” ödülüyle onurlandırılmıştı. Paris’teki katliamda ölenler içinde Macit’in anne-babası da vardı muhtemelen. Çünkü bir daha geri dönmediklerini söylüyor Georges. Babası onları aramış. Ona, iki zenciden kurtulduğu için sevinmesi gerektiğini bile söylemişler. Georges’un anne-babası, Macit’i evlat edinmeye karar vermiş. Belki de kendilerini sorumlu hissediyorlardı. Georges bundan hoşlanmamış çocukken. Çünkü her şeyi onunla paylaşmak zorunda kalmıştı. Daha altı yaşındaydı. Macit hakkında hep yalan söylemiş anne-babasına. Georges rahatça yalan söyleyebiliyordu. Çocukken de şimdi de. Anne, Macit’in yalan söylemediğine inanıyor. Ama videokasetleri kim yolluyordu? Gerçeküstücü bir muammaydı. Ama Anne için önemli olansa yalanlardı. Georges çocukça dese de bir çocuğun kaderini, hayatını değiştirmişti o yalanlar. Macit evden yollanmış. Üstelik de hastaymış. Belki de yetimhaneye yollanmıştı. O evde olmayınca, Georges da mutlu olmuş. Sonra da her şeyi unutmuş. Birkaç ay sonra ailesi de unutmuş. “Ara dönemdi” diyor bencilce Macit’in trajedisine Georges. Videokaseti oynatıcıdan çıkartan Anne, kaseti Georges’a veriyor sonra.

Ardından kamera, Georges’un televizyon programının editörünün (Bernard Le Coq) ofisine gidiyor. Georges ona uğruyordu. Editörü onu davet etmiş. Pereira’nın küreselleşme hakkındaki kitabının tercümesinin daha yeni yayınlandığını söylüyor Georges. Yayın sorunlarından konuştuktan sonra editör, kendini rahatsız eden şeyi söylüyor. Sekreteri masasına bir kaset bırakmış. Doğrudan kendine yollanmış, ama adres yokmuş. Kasette Georges’un özel bir konuşması varmış. Macit’le Georges’un dairesindeki görüşmeydi bu. Gizlice çekilmiş hissi veriyormuş. Georges, editöründen özür diliyor. Ardından anlatıyor her şeyi. Macit’in ailesi, Cezayirli bir ırgatmış. Ailesi, geçmişte onlar için çalışmıştı. Ailesine karşı hastalıklı nefret besleyen Macit, bu hastalıklı kasetleri yolluyordu Georges’a göre. Editör, Macit’in kariyerine de zarar verebileceğini söylüyor sonra. Editör, Macit’in kasette saldırgan gözükmediğini de fark etmiş. Onu ne kızdırmıştı? Acaba kendisinin, Georges ve ailesi tarafından hırpalandığına mı inandırmıştı Macit? Editörün kaygısı, bu olayın televizyona yansımasıydı. Georges, olayla avukatının ilgileneceğini söylüyor. Georges oradan giderken kaseti soruyor. Editör imha ettiğini söylüyor ona.

Georges, arabasını benzin istasyonuna park ettikten sonra Macit’in apartmanına doğru yürüyor. Georges, koridorda yürürken, kamera da arkadan onu izliyordu. Dairenin zilini çalsa da içeriden ses gelmiyordu. Ardından bir kafe yansıyor. Anne, Pierre’le beraberdi ve ağlıyordu. Bu kafe, Seine Nehri’nin sol yakasındaki Solférino Metrosu’na yakın Saint-Germain Bulvarı’ndaki bir sokaktaydı. Burası Paris 7’deydi. Pierre, “Sence ne yapması gerek” diye soruyordu. Mathilde’le bizim gibi kavga ediyor musunuz, diyordu sonra Anne. İnsanlar birbirleriyle konuşurdu. Pierre, ağlayan Anne’ın başını omzuna koyarak sakinleştirmeye çalışıyordu. Mendiliyle burnunu temizleyen Anne’ın elinden öpüyordu sonra Pierre çapkınca.

Ardından bir haber kanalındaki görüntüler yansıyor. Nasıriye (Nasiriyah) şehrinden görüntülerdi. Irak Savaşı’ndandı. Haberde, “Nasıriye Bölgesi Hükümeti’ne Amerikalılar tarafından bir İtalyan atandı” diyordu. İtalyanlar, İngiliz komutası altında işgal kuvveti olarak gelmiş. Amerikalılar, koalisyon güçleriyle beraber 2003’te Irak’ı işgal etmişti. Anne akşam eve döndüğünde, Georges salonda haberleri izliyordu. Eve geç gelen Anne, Pierre’le olduğunu söylüyor. Anne, neden telefonunu kapatmıştı? Anne’ın buna cevabı da hazırdı. Georges, yaptığı her şeyin hesabını veriyor muydu? Pierrot da eve gelmemişti. Anne, Pierrot’nun yakın arkadaşının evini arıyor telefonla. Orada yoktu. Pierrot, arkadaşının evinden ayrılırken, “Yükseliş Günü” için sabah ayrılacaklarını söylemiş. “Yükseliş Günü” (Jour de l’Ascencion en France) bayramı, Fransa’da tatil günüydü. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra dirilişi ve göğe, cennete yükselmesini kutlamak için Hıristiyanların kutladığı önemli bayramlarındandı. Fransa’da mayıs ayı içinde değişik tarihlerde kutlanıyordu bayram. Sonra Anne, oğlunun odasını kontrol etmeye gidiyor. Pierrot’nun odası tam bir genç odasıydı. CD’leri, rap müzikçi Eminem ve Fransa formasıyla büyük futbolcu Zinedine Zidane’ın posterleri de fark ediliyordu. Anne ne aradığını bilmeden bir şeyler ararken, Georges da geliyor odaya. Georges polisi aramak istiyordu. Başına bir şey gelmiş olabilirdi.

Gece arabayla karakola gidiyorlar beraber. Kamera onları, sağa doğru kayarak izliyordu. Georges ardından iki üniformalı polisle Macit’in yaşadığı daireye gidiyor. Kamera, onları öne doğru kayarak takip ediyordu. Kapı kapalıydı. Polisler kapıyı çalsa da kapı açılmıyordu. Georges, Pierrot’yu Macit’in kaçırdığını düşünüyordu. Kapıyı bir müddet sonra Macit’in oğlu (Walid Afkir) açıyor. Pierrot’yu soruyorlar. Sonra Georges, dışarıda telefonla konuşurken yansıyor. Anne’la konuşuyordu. Polislerle beraber karakola gidecekti. Videokasetlerini, Macit’in oğlunun yaptığından şüpheleniyor Georges. Polisler, sadece Pierrot’yu arıyorlarmış. Sonra polis minibüsüne biniyor Georges. Minibüste Macit ve oğlu da vardı. Ardından ev yansıyor. Anne, salonda Pierre ve Mathilde’le beraberdi. Anne yalnız kalmak istiyordu. Ardından da Pierre ve Mathilde gitmek için kapıya yöneldiklerinde Georges da geliyordu eve. Hastanelerde Pierrot’nun kaydı yokmuş. Polisler kaçırılma dışında kasetlerle ilgilenmiyorlarmış. Kanıtlara ihtiyaçları varmış. Avukat tutmaları da gerekecekti. Polis, Macit ve oğlunu gece karakolda tutacakmış. Pierre ve Mathilde de gitmekten vazgeçiyorlar. Karnı acıkan Georges, yemek için mutfakta bir şeyler hazırlarken birden sinir boşalmasıyla ağlamaya başlıyordu.

Gündüz. Sokağa bir araba yanaşıyor. Arabadan Pierrot ve bir genç kadın çıkıyor. Genç kadın geceleri hastanede çalışıyormuş. Odasına giden Pierrot, Erik L’Homme’un 2004’te yayınlanan “Chien-de-la-lune” (Ay Köpeği) bilimkurgu kitabına bakıyordu. Yazarın “Yıldızlar Kitabı” fantastik serisinin üç romanı ülkemizde de yayınlanmıştı. Anne, oğlunun odasına giderek sorunu öğrenmek istiyor. Pierrot, haber vermeden arkadaşının evlerinde kalmış. Pierrot, sorunu annesinin daha iyi bileceğini söylüyor. Ardından da “Pierre’e sor” diyor. O, her şeyi biliyormuş. Anne, bu gizemli kelimelerden bir şey anlayamıyordu. Pierre’le annesinin ilişki yaşamasından mı şüpheleniyordu Pierrot? Onları, kafe taraflarında mı görmüştü? Eğer böyleyse, François Truffaut ustanın 1959 yapımı siyah-beyaz ve sinemaskop “Les Quatres Cents Coups-400 Darbe” filmine saygı göndermiş oluyordu Haneke usta. Truffaut ustanın filminde çocuk Antoine, annesini bir erkekle görüyordu caddede. Ama Haneke bunu göstermiyordu. Anne, oğluna sarılmak istiyor, ama Pierrot birden kaçıp gidiyor yanından. Anne’ın bir sorunu daha olmuştu şimdi.

Ardından kamera Georges’u yansıtıyor. Georges, oğlunun yüzdüğü havuza geliyordu. Ardından Anne da geliyor peşinden. Sonra evin banyosunda Pierrot dişlerini fırçalarken Georges, “Yarın, ‘Akıllı Çete’nin yazarıyla röportaj yapacağım” diyor. Pierrot, o kitabı çok sevmiş. Kitabı, yazarına imzalatacağını söylüyor Georges. Ama Pierrot kayıtsızdı.

Georges kendi programında konuklarıyla röportaj yaparken yansıyordu. Yazar Berrichon üzerine konuşuyorlardı. Yazar, “Berrichon”u takma isim olarak kullanmış. Paterne Berrichon’un asıl ismiyse Pierre-Eugene Duffour’du. Berrichon, şair Arthur Rimbaud üzerine “La Vie de Jean-Arhur Rimbaud” kitabını 1897’de yayınlamıştı. Şair Rimbaud üzerine de konuşuyorlardı. Rimbaud’nun eşi Isabelle, Rimbaud’nun çalışmasını kontrol etmiş hep. Fransız yazar Jean Teulé, bunları söylüyordu Georges’un programında. 1953 doğumlu yazar, yönetmen, senarist ve karikatürist Teulé’, “Rainbow pour Rimbaud” romanını 1996 yılında kendisi sinemaya uyarlamıştı. Siyah-beyaz-renkli bu filmini sinemaskop teknikle çekmişti yazar-yönetmen. Rimbaud üzerine konuşmalarda Teulé, Isabelle üzerinde de duruyordu. Rimbaud eserleri iyi kazanç kapısıymış. Dindar bir rahibe olan Isabelle, bu ortamı yaratmaya başlamış ve bir bahçe inşaat işçisinin bahçe duvarını yapması gibiymiş yaptıkları. Daha sonra da Rimbaud’nun çalışmasına burnunu sokmuş Isabelle. Rimbaud’nun şiirleri Isabelle’i şoka soksa da şiirlerin ateşini canlı tutmuş hep. Konuklar arasında yazar-gazeteci Mazarine Pingeot da vardı. “İlk Roman” eseri bizde de yayınlamıştı yazarın 2000 yılında. 1974 doğumlu yazar Pingeot, Fransa’nın eski cumhurbaşkanlarından François Mitterand’ın evlilik dışı kızı olarak da biliniyordu. Konuklar arasında, Ekim 2004’te vefat eden yazar Jean-Jacques Brochier de vardı. Yazarın, “Sigara İçiyorum Ne Olmuş Yani” eseri 1993 yılında ülkemizde yayınlanmıştı. Konuklardan biri de 1967 doğumlu yazar-oyun yazarı-senarist-edebiyat eleştirmeni Philippe Besson’du. Teulé’nin Isabelle tespitlerine katılıyordu. Onun da ekleyecek birkaç şeyi vardı. “Dur, burası çok kuramsal olmaya başladı” dediğinde görüntü donup fotoğraflaşıyordu. Ardından Georges’un dış sesi duyuluyordu. “Ortak olduğumuz nokta”da sözünden sonra kesmesini istiyordu. Kurgu yapılıyordu. Georges, Teulé’nin eşcinsellikle ilgili konuşmasına gelmesini istiyordu. Görüntü geriye sarılıyor ve yazar Pingeot’nun konuşması yansıyor birden. Georges telefonla aranınca oradan ayrılıyordu.

Macit’in dairesinin olduğu koridor yansıyor sonra. Kamera ilk defa farklı açıdaydı. Kameraya doğru gelen krem renkli pardösülü Georges, Macit’in kapısına geldiğinde zili çalıyordu. Macit kapıyı açıyor. Geldiği için Georges’a teşekkür ediyordu. İçeri girdiklerinde kameranın açısı da öznel çekim gibiydi. Macit’in Georges’a hediyesi varmış. Macit, cebinden çıkardığı bıçakla boğazını kesiyor birden. Kan fışkırıyordu bu anda. Sert ve bakılması zordu. Macit kapının önüne yığılıp ölüyordu. Şok geçiren Georges ne yapacaktı? Bu an, tek çekimle yansıyordu. Gecenin içinde caddede sinema kompleksi dışarıdan yansıyor ardından. Burası Clichy semtindeydi. Vitrinde Pedro Almodovar’ın 2004 yapımı “La Mala Educacion-Kötü Eğitim”, Jean-Jacques Annaud’nun 2004 yapımı “Deux Freres-İki Kardeş”, Christophe Barratier’nin 2004 yapımı “Les Choristes-Koro”, Jean-François Poulliot’nun 2003 yapımı “La Grande Séduction-Aklımı Çelme”, Christophe Honoré’nin “Ma Mere-Annem” gibi filmlerin afişleri fark ediliyordu. Georges caddeye çıkıyor. Ama hangi filmi izlediği de bilinmiyordu.

 Sonra eve gelen Georges merdivenlere yöneliyor. Yüzünde endişe vardı. Dışavurumcu ışık düzenlemesiyle mekân kasvetli yansıyordu. Yatak odasına geldikten sonra telefonla konuşuyor Georges. Telefonda, “Benim. Lütfen onları defet” diyordu. Korkunç bir şey olduğunu da söylüyordu. Şu anda da onlarla konuşamazmış. Ardında da acele etmesini söylüyordu. Sonra yatağın kenarın oturuyor Georges. Ardından yatak odasına Anne geliyor. Georges, Macit’in intihar ettiğini söylüyor Anne’a. Bu şaka değildi. Trajediydi. Macit onu, kasetler için konuşmak için dairesine çağırmış. Ardından da o trajedi yaşanmış. Evdeki misafirleri göndermesini istiyor Georges. Daha sakin konuşmaları gerekiyordu. Anne odadan çıktıktan sonra Georges pencereden sokağa bakıyor. Pierre vardı sokakta. Sonra Anne geliyor ve ışıkları yakıyor. Georges ışıkları söndürmesini istiyor karısından. Ruhen çöküntüydü bu olaylar onun için. Georges, Macit intihar ettikten sonra oradan kaçtığını söylüyor. Anne, “Polise gitmelisin” diyor Georges’a. Biri görmüşse ondan şüphelenirlerdi. Macit’in amacı onu mahvetmek miydi? Anne, geçmişte Macit’e ne yaptığını soruyor. Georges, kelimeleriyle hep geçmişten kaçıyordu ve kendi açısından bakıyordu her şeye. Sonra geçmişi anlatıyor. Annesine, Macit’in öksürüğünün kanlı olduğunu söylemiş. Yaşlı aile doktorları, Macit’te hastalık bulamamış. Sonra Macit’ten babasının horozunu kesmesini istemiş. Macit, horozun başını koparmış. Horoz çırpınırken, Macit’in de üstü kan olmuş. Anne-babasına, kendini korkutmak için Macit’in horozu öldürdüğünü söylemiş Georges. Boğazını bunun için mi yarmıştı şimdi Macit? Yatağın kenarında oturan Anne, ayağa kalkıp Georges’un omzuna elini koyuyor. Pierre ve Mathilde’in ne için geldiklerini, soruyor sonra Georges. Beraber, Georges’un programını izleyeceklermiş. Korsika’dan yeni dönmüşler.

Georges, çalıştığı televizyon kanalın kapısından içeri girince, dolly kamera da onu sola doğru kayarak izliyordu. Genç bir kadın Jeannette’le (Marie Kremer) karşılaşıyor. Kitabını unutmadığını söylüyor Georges. Asansör önünde Jeannette’le konuşurken, oraya Macit’in oğlu da geliyordu. Georges’la konuşmak istiyordu. İlgisiz Georges asansöre yönelince, genç de asansöre biniyor. Georges onu tanımamış mıydı, yoksa görmezden mi geliyordu? Asansörde kamera Macit’in oğlunu gösterirken, Georges da aynadan yansıyordu. Asansörden çıktıklarında Georges, “Ne istiyorsun”, diyordu gence. Onun burada ne işi vardı? Genç, “Evinize girmeme izin verir miydiniz”, diye soruyor. Genç, konuşmak istiyordu ve ona zaman ayırmazsa burada olay çıkartacaktı. İnsanlara, Georges’un duymak istemediklerini söyleyebilirdi. Genç, babasını Georges’un mu öldürdüğünü düşünüyordu? Georges, intihardı, diyor gence. Sonra da “O aptal kasetlerle bizi korkutmamanı öneririm” diye tehdit ediyor genci. Georges işinin başına dönüyor ardından. Macit intihar etmiş ve sorun da çözülmüştü onun için. Oradan ayrılmayan genç, onunla konuşmak için diretiyordu. Georges ardından genci lavaboya götürüyor konuşmak için. Georges öfkeliydi. Georges, kasetleri Macit ve oğlunun gönderdiğini inanıyordu hâlâ. Genç, “Babamı iyi bir eğitim seçeneğinden mahrum ettiniz” diyor Georges’a. Yetimhane kini öğretirdi, kibarlığı değildi. Ama tüm kötü şartlara rağmen babası oğlunu iyi eğitmiş. Georges kaçıyor muydu, yoksa anlamlandıramıyor muydu? “Babanın hayatı üzücü ve başarısızlıklarla dolu” diyor. Bu yüzden vicdan azabı yaşatamazlardı kendisine. Tüm bu yaşananlardan kendisi sorumlu değildi. Gencin, ailesine ve kendine zarar verebileceğini bile düşünüyor Georges. Ama genç sakindi. Georges’un en iyi yaptığı şey tehditler miydi? Genç, bir insanın vicdanının ne kadar değerli olduğunu merak etmiş sadece. Bu yüzden gelmiş. Karşısında vicdanlı bir insan mı duruyordu?

Sonra öznel açılı kamera yine aynı sokaktan evi gözetliyordu. Evin yakınına arabasını park eden Georges evine gidiyordu. Tek başınaydı. Evde kimse yoktu. Mutfağa giden Georges, hap içiyordu zorlu günün ardından. Sonra salonda telefonla Anne’la konuşuyor. Erken yatacaktı. Yatak odasında perdeleri örten Georges, çırılçıplak yatağa giriyor. Ardından, çocukluğunun evi yansıyor. Bir araba geliyor avluya. Yetimhanedendi bu araba. Arabadan, görevli kadınla (Paule Daré) ve sürücü (Nicky Marbot) çıkıyordu. Sonra, Georges’un genç annesi (Annette Faure) ve babası (Christian Benedetti), çocuk Macit’i teslim ediyorlardı görevlilere. Çocuk Macit, evden uzaklaştırıldığını anladığı için yetimhane görevlilerinden kaçıyordu önce. Nereye kaçabilecekti ki? Genel ve tek açıdaki sabit kamera da ahırdan yansıtıyordu avluyu. Kütük ve balta da fark ediliyordu. Georges’un rüyasıydı bu.

Gündüz. Pierrot’nun okulunun önü yansıyor sonra. Pierrot arkadaşlarıyla giderken, son jenerik yazıları da yansımaya başlıyordu görüntünün üzerine. Her şey hayatın kendi doğal akışına dönmüştü. Geriye kalansa vicdanın görüntüleriydi. Ardından da görüntü kararıyordu.

 

 “Ölümcül Oyunlar...”

Buz mavisi soğukluğunda şiddetin filmiydi bu. Büyük Michael Haneke, ilk defa Hollywood’da çalışmıştı bu filmle. Usta, bizde 1997 yapımı “Funny Games-Ölümcül Oyunlar” filmiyle tanındı. İşte Haneke usta, bu “Ölümcül Oyunlar” filmini 2007 yılında “Funny Games US-Ölümcül Oyunlar” adıyla Hollywood’a da uyarlamıştı. Avusturya yapımı “Ölümcül Oyunlar” filmiyle Hollywood yapımı “Ölümcül Oyunlar” filmi arasında çok az fark vardı. Neredeyse aynısıydı. Oyuncularla konuştukları dil farklıydı sadece. Mekânlar, az da olsa birbirine yakındı bu iki filmde de. Haneke ustanın filmini seyrederken, kuzey ülkelerini de düşünmek gerekiyordu. Almanya, Avusturya, Hollanda, Kanada, İngiltere ve ABD, Anglosakson çokkültürlülüğünü yaşıyorlar. Bunların yanına İskandinav ülkeleriyle İzlanda'yı da katabilirsiniz. Haneke ustanın, “Ölümcül Oyunlar” filmini bu ülkelerin herhangi birinde çekmesi sonucu pek değiştirmezdi. Haneke’nin yapıtları, "buz mavisi soğukluğunda filmler" olarak değerlendiriliyor hep. Soğuk, mesafeli, hemen içine girilemeyen hem içsel hem de dışsal şiddeti barındıran bu filmler insanları gerçek anlamda sarsıyordu. İnsanlar, belki de korkulması gereken en önemli varlıktı. Fransa'da çektiği filmlerde genel olarak çokkültürlülüğü ve göçmenliği öne çıkardı usta. Celluloid Dreams-Warner Independent’ın sunduğu “Ölümcül Oyunlar” filmi, ülkemizde Mayıs 2008’de vizyona çıkmıştı. Senaryoya da yönetmene aitti. Darius Khondji ustanın kamerası da filmin en değerli şeyiydi.

Film, New York eyaletinin farklı mekânlarında çekilmiş. Haneke usta, bu filminde de yabancılaşma yaşatıyordu karakterlerin kameraya bakmasıyla. İnsanı gerçek anlamda ürpertiyordu. İnsanı dikizleyen konumuna sürükleyen usta, suça seyirciyi de mi dâhil ediyordu? Filmin ön jeneriği sürerken bile tedirginlik yaşanmaya başlanıyordu. George (Tim Roth), Ann (Naomi Watts) ve küçük oğulları Georgie (Devon Gearhart), steyşın bir arabayla göl kıyısındaki yazlık evlerine doğru yol alırken hikâyeye de giriş yapılıyordu. Farber ailesi trajedilerine doğru yol alıyorlardı. İngiliz sanat eleştirmeni ve yazar John Berger (1926-2017), Batılılarda artık trajedinin kalmadığını söylemişti bir söyleşisinde. Bu küçük yolculukta filme dair bir ayrıntı da vardı. Tahmin oyunları anlamındaydı bu. Hikâye derinleştikçe şiddet bir kısırdöngü gibi insanları kuşatmaya başlıyordu. Haneke usta, bu filmiyle medya anlayışlarına da eleştiri getirdiğini belirtmişti. Her şey öyle umutsuzdu ki. Bu seri cinayetler bitmeyecek gibiydi. Final, travma anlamında psikolojik bir çöküntüydü bu yüzden. Kamera, havadan çekimle otoyolda arkasında beyaz tenteli tekne olan siyah bir arabayı takip ediyordu kamera. Bu görüntü az da olsa “kübist” estetiğini de duyuruyordu. Araba yol alırken, Pietro Mascagni’nin “Cavalleria Rustica (Tu Qui Santuzza)” opera şarkısı duyuluyordu. Yorumlayanlarsa Renata Tebaldi ve Jussi Björling idi. Ann, “Björling” diyordu. Bulmaca oyunu oynuyorlardı klasik müzik eserleri üzerine. Kadın opera şarkıcısına “Elena Souliotis” diyordu. Kocası George, yaklaştığını söylese de bulması zordu. George, Björling için “zevklidir” diyor karısına. Sonunda “Tebaldi” diyerek doğruyu buluyordu Ann. Sıra Ann’e gelince kamera arabanın içine giriyordu ardından. Bu anı “objective point of view/nesnel bakış açısı” ile yansıtıyordu kamera. Dikizleyen kameraydı bu. Seyircinin dikizlemesi sanki. Bir CD seçiyor Ann. Ama hemen biliyordu George. Söyleyen Beniamino Gigli’ydi. Opera şarkıcısı, Handel’den “Care Selve, Ombre Beate”yi söylüyordu. Ardından kamera, arabanın ön camına geçince, filmin ismi kırmızı ve büyük harflerle yansıyordu. “Camera mount/kamera vantuz” çekimle yansıyordu bu anlar. Aile mutluydu. Sonra da oyuncuların isimleri düşüyordu. Fonda da, Naked City’den“Bonehead&Hellraiser” sert rock şarkısı duyuluyordu bu anda. Filmin bu giriş bölümü özeldi. Stanley Kubrick’in 1980 yapımı “The Shining-Cinnet” filminde de giriş bölümünde de kamera havadaydı. Dağlar, karlı ormanlar ve yeşiller cennette yolculuk gibiydi. Çok geçmeden, yeşil ve beyaz “cehennemden cangıl” hissini alttan alta duyuruyordu. Haneke de yeşil ve beyaz renk tonlarıyla cangıl cehennemi hissettirebiliyordu. Kubrick’te araba sarıydı, Haneke’deyse siyah. Sarı hastalığı, siyahsa ölümü simgeliyordu. 1997 yapımı ilk “Ölümcül Oyunlar” filminde de aynı his vardı.

Yazlığa gediklerinde kamera sağa doğru uzun kaydırmayla yapıyordu. Komşuları Fred Thompson’ı (Boyd Gaines) görüyorlardı. Yanında da beyaz golf giysili iki genç de vardı. İkisi de beyaz eldivenliydi. Gençlerden birinin şortu siyahtı. Ann, yirmi dakika sonra tekneyi suya indirmek için Fred’den yardım istiyordu. Gelecekti. Araba hareket ettikten sonra kamera, George’un yanına geçerek kamera vantuz çekimiyle yansıtmaya başlıyordu bu anı. Ann, Fred’deki tuhaflığı sezse de anlamlandıramıyordu. George, golf maçı da düzenleyecekmiş komşularıyla. Buradaki yazlıklar arasında mesafeler de vardı. Ann, golf giysili genç adamları da merak ediyordu. Kimdi onlar? George’un tahmine göre Fred’in kardeşinin çocuklarıydı. Eve geliyorlar. Beyaz dış kapı açılıyor. Sonra kamera evin içine giriyor. Salona ilk köpekleri dalıyordu. Köpeğin ismi de Lucky’ydi. Golf sopaları da görülüyor ardından. Şiddetin nesnesine dönüşecek golf sopaları, “fallik” gibiydi. Evlerine yerleşiyordu aile. George, ayakkabılarını çıkartırken, Lucky de onun üzerine çıkmaya çabalıyordu. George’u mu uyarıyordu? Yabancı birileri mi gelmişti? George, Lucky’nin oyun oynamak istediğini sanıyordu. Ann de mutfaktaydı. Lucky bu defa Ann’in yanına gidiyor. Ardından dış kapı yansıyor. Fred ve yanında golf elbiseli Paul (Michael Pitt) vardı. Lucky, havlıyordu. Uyarı gibiydi sanki. George, köpeğiyle onları karşılıyor sonra. Fred, Paul için “Babası iş arkadaşım” diyordu George’a. Tekneyi göle indireceklerdi. Lucky, sürekli Paul’e havlıyordu. Ann de geliyor yanlarına ve Fred’e eşi Eve’i (Linda Moran) soruyordu. Sonra tekneyi suya indiriyorlar. Georgie de oradaydı. Ann de Lucky’yle beraber onları izliyorlardı. Sonra baba-oğul tekneyi hazırlıyorlardı. Georgie, “Fred amca neden tuhaf davranıyordu”, diye soruyordu babasına.

Ardından kamera içeri dönüyordu. Lucky’nin karnını doyuran Ann, telefonla konuşurken mutfağa giriyordu sonra. Mutfağa Georgie geliyor bıçak almak için. Bıçak da önemli bir nesneye dönüşecekti derinlikte. Ann, arkadaşı Nancy’yi eve davet ediyordu. O sırada Georgie yine geliyor. Yanında bir yabancı vardı. Beyaz eldivenli, golf giysili ve siyah şortlu Peter (Brady Corbet), mutfağa geliyordu. Onu, Eve yollamış. Yemek yapıyormuş. Yumurtaya ihtiyacı varmış. Dört yumurta alıyor. Peter buraya nasıl gelmişti? Deniz tarafından dese de üstü kuruydu. Kıyıdaki çitten geçmiş. Fred söylemiş ona. Peter mutfaktan çıktıktan sonra Ann bir ses duyuyor. Peter, yumurtaları düşürmüştü holde. Ann mutfağa gittiğinde Peter gözleriyle mekânı tarıyordu. Ann sonra yerde kırılmış yumurtaları temizledikten sonra yine yumurta bekliyordu Peter. Geride daha yumurta vardı. Ann yumurtaları verirken, Peter kaza süsü vererek cep telefonunu içinde su olan lavaboya düşürüyor. Artık her şey tamamdı. Peter mutfaktan çıktıktan sonra Ann’in üzerine bir anlık şaşkınlık çöküyordu. Radyoyu açan Ann, Sophie Delila ve Xavier Jamaux’nun “All to Myself” şarkısı duyuluyordu. Lucky’nin de dışarıdan havlıyordu. Mutfaktan çıkan Ann, holde Peter ve Paul’ü görüyordu birden. Bunların burada işi neydi? Peter köpeklerden korkuyormuş. Sonra Paul golf sopalarını görüyor. Hayran olmuş gibi davranıyor birden. Golf sopalarından birini eline aldığında bir ürperti çöküyordu. Ann’den izin alarak golf sopası ve topla dışarı çıkıyordu Paul. Ama diğeri içeride kalıyordu.

Kamera, dışarı çıkıp teknedeki George’un yanına gidiyor sonra. Georgie de oradaydı. Lucky’nin havlama sesi duyuluyor. Sonra sesi tuhaflaşmaya başlıyordu Lucky’nin. Ardından da sesi kesiliyordu. George, Lucky’nin sesi kesilince ona bakmaya giderken, kamera teknedeki bıçağı yansıtıyordu. Ann de Luck’ye bakmak için dışarıdaydı. Ann, kameraya doğru yürüyordu. Kamera sonra sağa çevrinme (pan) yaparak onu yansıtırken, Paul’ün sesi duyuluyordu. Golf sopasını Ann’e veriyor. Sopayı sevmiş ve gecenin gündüzden farklı olduğu gibi farklı bulmuş golf sopasını. Ann eve giderken Paul, “Ona yumurta verdiniz mi”, diye soruyor. Paul, Peter’e “Tom” da diyordu. İkisi şimdi “Tom ve Jerry” gibi miydi?

Ardından hol yansıyor. Paul içeri girdiğinde Peter de oradaydı hâlâ. İçeri gelen Ann, “Nasıl bir oyun oynadığınızı bilmem, ama bu oyuna dâhil olmak istemiyorum” diyor onlara. Sonra da onlara gitmelerini söylüyor. Ama yumurtalar vardı ve alınca gideceklerdi. Ann onları öfkeyle dışarı çıkartmak isterken, Georges geliyor hole. Sonra Peter kendi yorumuyla olanları anlatıyor Georges’a. Sadece yumurta istiyorlardı. Geride daha yumurta vardı çünkü. Ann’in psikolojisini bozmuşlardı. Elindeki yumurta kutusunu olan George da gitmelerini söylüyor onlara. Aslında neler olduğunu anlamamıştı. Paul, yumurtaları Peter’a vermesini söylüyor George’a. Bu emirdi. Daha önceki yumurtalar kırılmıştı ve bu yumurtaları vermek zorundaydılar onlara. George, tehditkâr davranan Paul’e tokat atıyor birden. Peter golf sopasını alıp George’un sağ dizine sertçe vuruyordu aniden. Orada olan Georgie de ikisine de saldırıyor. Yapabileceği bir şey yoktu. Hole Ann de geliyor. Onu da tehdit ediyorlar. Paul, George’un kendisine tokat attığını söylüyor Ann’e. Ann’in George’a yardım etmesine de izin veriyorlardı. Sandalyeye oturan George’un dizi yaralıydı ve canı çok yanıyordu. Peter tıp öğrencisiymiş. Onlara yardım etmelerine engel olamazmış aile. Mecburlarmış. Paul, gemideki kaptan George olduğunu söylüyor George’a. Karar vermeliydi George. Birini mi çağıracaktı? Yoksa cankurtaran (ambulans) veya polis mi çağıracaktı? Onları durdurmayacaklardı. Cep telefonu suya düşmüştü. Tek iletişim aracı oydu. George, bunu neden yaptıklarını soruyor onlara. Paul, başka oyun oynamayı söylüyor. Ölümcül oyunlar tam anlamıyla başlamıştı. Tahmin oyunuydu bu. Golf topunu gösteriyor ve ne olduğunu soruyor Paul. Sonra da topu yere bırakıyor. Top yuvarlanarak George’un ayaklarına doğru gidiyordu. Cevabı söylüyor, ama neden cebine koyduğunun cevabını da Ann’in bildiğini söylüyor Paul. Cevabı Peter söylüyor. Çünkü topa vurmamıştı. Topa vurmamasını ne engellemişti? Golf sopasını başka bir yerde denemek zorunda kalmıştı Paul. Ardından Ann, köpeğin nerde olduğunu soruyor Paul’e.

Ann dışarı çıktığında başka bir oyun devam ediyordu “sıcak” ve “soğuk” anlamında. Ann, Lucky’yi arıyordu. Paul, “soğuk” deyince köpeğin olduğu yerden uzaklaşan Ann, Paul “sıcak” deyince yaklaşıyordu. Gerilim ve acı yüklüydü Paul’le Peter’ın tuhaf oyunları. Ann, arabaya doğru yöneldiğinde görüntüye giren Paul, başını kameraya çevirip soğuk bir gülüş yolluyordu izleyenlere. Sinemada dördüncü duvarı yıkmak deniliyordu bu çekime. Ann, steyşın arabanın bagajını açınca “Lucky”nin ölüsü aşağı düşüyordu. Holdeyse Peter, yaralı George ve oğlu Georgie’nin yanındaydı. Elinde de golf sopası vardı. Peter, Georgie’den yiyecek bir şeyler getirmesini söylüyor. Muz olabilirdi, ama bıçakla dönerse Georgie için iyi bir şey olmazdı bu. Kamera sabit açıyla Peter ve sandalyede oturan George’u yansıtmayı sürdürüyordu.

Kamera dışarıdan Farber ailesinin evini gösterirken, “Merhaba” diyen bir kadın sesi duyuluyordu. Derinlikte de Ann ve Paul fark ediliyordu. Onlara doğru yönelmeden önce Paul, “Aynı şeyi düşünüyoruz değil mi”, diyordu Ann’e. Teknede Betsy (Siobhan Fallon Hogan), görümcesi (Susi Haneke) ve Robert (Robert LuPont) vardı. Onlara seslenen Betsy’ydi. Ann, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu onlara. George için de yalan söylemek zorunda kalıyordu. Ailesinin hayatı vardı ortada. Betsy, akşamki ızgara için davet ediyor Farber ailesini. Robert’ın oğlu da gelmiş. Paul, Betsy’ye evlerinin nerede olduğunu soruyor. Yarımadanın oradaydı. Kırmızı rıhtımlı yerdeydi. Yeni hedef de belirlenmiş mi oluyordu? Ann söyleyemiyor, ama onlar tekneyle giderken gece uğrayabileceklerini söylüyor umutla. Gelmezlerse, belki merak ederler diye. Susanne “Susi” Haneke, büyük ustanın eşiydi.

Ann ve Georgie, dizi yaralı George’la salona giriyorlar. Akşam oluyordu. Birazdan gece çökecekti. Haneke usta, salondaki bu anlarda daha hareketli kurgu kullanmıştı usta. Kesmeli ve yakın çekimler daha yoğundu. Ann, iki saate kadar geleceklerini söylüyordu tekneyle ziyaret edenlerin. Kanepeye oturuyorlar. Paul, evin neden telefon hattı olmadığını da soruyor. Ya gelirlerse? Paul için kibar olunca her şey yoluna giriyordu. “Lütfen” demek önemliydi. Sonra da George’dan özür diliyor. Ama tokat atmak da uygun bir davranış değildi. George’la tokalaşmak istiyorlar. Ann, George’a ilaç verirken, Paul birden hiddetleniveriyordu. Şiddet artmaya mı başlayacaktı? Anne-babasını korumaya çabalayan Georgie’yi sakinleştiriyordu Paul. Ama nazik olmak da Paul’ü strese sokuyordu. İkisi de ailenin karşısında oturuyordu şimdi. Ne olacaktı? Paul, ilişkilerine medenice devam edebileceklerini düşünmüş. George, “Bunu neden yapıyorsunuz” diye soruyor Paul’e. Paul Peter’a “Tubby bunu neden yapıyoruz” diyor. “Tubby”, İngilizcede “tıknaz” anlamına geliyordu. Peter bilmiyordu. Paul de George’a “Kaptan” diyordu sürekli. Paul, sonra da Peter’a dair bir hikâye anlatmaya başlıyordu. Peter küçükken, babası annesini başka bir kadın uğruna boşamış. Peter, yalan olduğunu söylüyordu ağlayarak. Gerçekte annesi boşamış babasını. Ardından Paul, “Küçük oyuncak ayısının tamamen kendisinin olmasını istiyordu” diyor Peter’a. Suçlu ve eşcinsel olmasından dolayı mıydı hepsi? Paul, Peter için, beyaz bir yoksul, diyor. Pis ve muhtaç bir aileden geliyormuş. Kardeşlerinin hepsi de uyuşturucu kullanıyormuş. Babası da alkolikmiş. Annesini de siz düşünün, diyor. Peter’ın annesiyle yattığını bile söyleyen Paul’ün, nerede yalan nerede doğru söylediği zihinleri bulanıklaştırıyordu. Her şey bir oyuna mı dâhildi? Paul sonra söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını söylüyor George’a. Ama beyaz ve muhafazakâr bakışıyla, yoksullar toplumun asalaklarıydı ve toplumu kirletiyorlardı bilinçaltında. Neo-faşist düşüncelerin ortasındaki Paul, kibirli bakışlarıyla şiddeti çoğaltacaktı. Peter için, sadece bozulmuş küçük çocuk, diyor. Hayatın boşluğundan bıkmış ve nefret etmiş. Peter, bu sözlere gülümsüyor. Hoşuna gidiyordu böyle denmesi. Aşağılamadan da uzaktı sanki ona göre bu sözler. George şimdi mutlu olmuş muydu, yoksa başka bir yorum mu istiyordu? Her şey bir oyundu. Kelimeler de. Acıkan Peter mutfağa gidiyor sonra. İkisinin de uyuşturucu bağımlısı olduklarını söylüyor Paul. Zengin ailelerin tatilde evlerini soyuyorlarmış.

George öfkelenince, “anlamak” üzerine bahis oyununu başlatıyordu Paul. Bahis oyunu başlıyordu şimdi. On iki saat sonra üçünün de öleceğini söylüyor Paul. Sonra Ann’e bakan Paul, sabah dokuza kadar hayatta kalacağı üzerine bahse gireceğini de söylüyor. Paul de, Ann’in öleceği bahsine giriyormuş. Paul, yakınına gelen kameraya bakarak, “Ne diyorsun, şansları olabilir mi sence”, diyor. “Onlardan yanasın değil mi, kime oynuyorsun”, diye seyirciye de sorular yöneltiyordu dördüncü duvarı bir defa daha yıkarak. Rahat koltuklarında bu anlara dikizleyen gözlerle bakan seyirci, bu iç ve dış şiddet gösterilerinden nereye kadar haz alacaktı? Paul, “sen” zamirini kullanarak, toplulukları bireye indiriyordu yabancılaştırarak. Bir anlamda aralarında samimiyet kuruyordu. Peter, ne tür bahis olduğunu anlayamıyordu önce. Kazansalar da kaybetseler de ölecekler miydi? Aile her yönden kaybedecekti. George, bu saçmalığın bitmesini istiyordu, ama karşılarındaki psikopatların nereye kadar gideceklerini de bilemiyordu. Yeterince korkutmamışlar mıydı? İstedikleri para mıydı? İstediklerini alıp gitmelerini söylüyor George. Bahis başlamıştı. Televizyonda dedikleri gibi, “anlaşalım” diyordu Paul. Salonu abajur ışığı aydınlatıyordu şimdi. Karanlık çökmüştü.

Peter, Ann’den yiyecek bir şeyler hazırlamasını söylüyor. Paul, Peter için endişeleniyordu yemek konusunda. Kendisine “Tubby” denmesi de rahatsız ediyordu onu. Paul de, “Tom” diyor. Peter da “Jerry…” Şimdi “Tom ve Jerry” olmuşlardı. Sonra Peter’in vücudunu aşağılıyordu. Ann onu çekici bulabilir miydi? Ama Peter’ın hoşuna gitmeye başlıyor Paul’ün bu aşağılayan kelimeleri. Sonra da aşağılayıcı kelimelerini Ann’e yöneltiyordu. Sonra Ann mutfağa gidiyor. Georgie’yi engelliyor Peter. Ona o an, “Kızılderili” lakabını takıyor Paul. Ann geri dönüyor. Kameranın sol tarafındaydı Ann. Derinlikteyse Paul ve ayakta Georgie’yle Peter görünüyordu. Paul, Georgie’ye ismini soruyor. “George” diyor. Babasının ismini taşıyordu. Paul, şimdi de Georgie’yle bir oyun oynayacaktı. Ann, kelimeleriyle müdahale etse de her şey onların elindeydi. “Çantadaki Kedi” oyunuymuş bu. Babasını da oyuna dâhil edecekmiş. Yastık kılıfını Georgie’nin başına geçiriyor birden Paul. Küçük Kızılderili ve annesi tüymek istiyordu, diyor Paul. Sonra da Peter’a, “Neden gitmek istediğini kesinlikle biliyorsun” diyor. Paul yağlarından konuşmaya başlayınca Ann gitmek istemiş Peter’a göre. Ann’in mükemmelliğinde şüphe edenin Peter olduğunu söylüyor Paul. Annesi, çocuğunun önünde utandığı için bu kedi oyununu oynuyorlarmış. Ahlaki terbiyelerini de muhafaza etmeleri gerekiyordu. Paul, “Annesinin sarkık memelerine bakabilir miyiz”, diyor ardından. Georgie’nin çığlıkları duyuluyor ardından. Paul onun canını yakıyordu. Paul, George’u karısının elbiselerini çıkartmasını söylemesini istiyor. George sustukça, Georgie’nin daha çok canını yakıyordu Paul. Çaresizce karısına bakan George, ondan elbiselerini çıkartmasını istiyordu. Ama Paul bu söyleme üslubundan memnun değildi. Daha kibarca söylemeliydi. “Elbiselerini çıkart tatlım” demek zorunda kalıyordu George. Bir babanın ailesini koruyamamanın acısını da yaşıyordu. Ann, üzerindeki elbiseyi çıkartıyor gözlerinden yaş gelerek. Çırılçıplaktı. Yönetmen, sadece yakın çekimle Ann’in yüzünü yansıtıyordu bu anda. Paul, “Yağları yok” diyor. Sonra da Ann’e giyinmesini söylüyor. George’un da gözlerinden yaşlar iniyordu, karısına bu anları yaşattığı için. Georgie de korkusundan altına işiyordu. Peter Georgie’yi götürürken, George müdahale ediyor aniden. Ama yaralıydı o. Salonda boğuşma yaşanırken, Georgie de yukarı kata kaçıyordu.

Gecenin içinde ev dışarıdan yansıyordu. Haneke usta, koşut kurgu kullandığı bu anlarda klasik anlatımın kıyılarında dolaşarak gerilim ve merak duygusunu çoğaltıyordu. Kamera, her salona döndüğünde insanın aklı Georgie’de kalıyordu. Usta bu anlarda müzik kullanmasa da hayali gergin piyano tınıları insanın zihninde dolaşıyordu adeta. Georgie, balkondan aşağı inerken, salonda da Paul, Ann’in el bileklerini ve ayaklarını bantla bağlıyordu. Ann iç çamaşırlıydı. Peter da Ann’in vücuduna bakarak cinsel haz yaşıyordu sanki. Ardından Paul yukarı kata çıkarken, Georgie de dış kapıdaydı. Öbür tarafa geçmeyi başaramayan Georgie karanlık bahçenin içinde başka çıkış ararken, salonda da Peter, yerdeki George’u koltuğa oturtuyordu. Peter üniversite seçme sınavına girip işletme okuyacakmış. Dışarı çıkmayı başaran Georgie, bir evin dış kapısına geliyordu. Işıkları yanmıyordu. Bahçede eve koşarken, bahçenin ışıkları birden yanıyor. Peşindeki Paul’ü de görüyor Georgie. Salonda da Peter, George’un bacağı için üzgün olduğunu söylüyordu. Paul’e neden tokat atmıştı? Peter da yumurta isterken onuru kırılmış. Bütün bu yaşananlar bir kutu yumurta için miydi? Peter öyle diyordu. Yumurtaları almak için mutfağa gittiğinde, George da Ann’in arkadan bağlanmış bantları çıkartmaya çabalıyordu. Zaman kısaydı ve Peter elinde yumurta kutusuyla gecikmeden salona geliyor. Elbette bu yaptıkları iyi bir şey değildi. “Anlamıyorum, ne düşünüyorsunuz”, diyor Peter. Sonra Ann’i kanepeye oturturken yine yumurtaları yere düşürüyordu. Peter Paul’e karşı itaatkârdı. Hemen halıyı temizlemeye başlıyor. Ann de kendilerini bırakmasını istiyordu Peter’dan. Peter gençti ve önünde çok şey vardı. Georgie, eve girdiğinde ıslak ayakkabılarının iz bıraktığını fark ediyordu. Paul de evdeydi. Ayakkabılarını ve pantolonunu çıkartırken, Paul’ün sesini de duyuyordu Georgie. İçeride saklanırken bir tüfek görüyor Georgie. Banyoda da kanlar içinde bir ceset vardı. Paul’ün sesi yaklaşırken, dehşet içindeki Georgie tüfeği alıyor. Paul, salonda müzik çalara CD yerleştiriyordu. “Bonehead&Hellraiser” müziği duyulurdu. Yukarı çıkan Paul, elinde tüfeği olan Georgie’yle karşılaşıyor. Çocuğa, “Horozu kaldır” diyor. Tüfeğin horozunu kaldırmadan ateş edilemezdi. Sonra da Georgie’ye doğru yürümeye başlıyordu Paul. Tüfekte fişek var mıydı?

Salonda televizyon açıktı. Peter, can sıkıntısıyla uzaktan kumandayla kanallar arasında geziniyordu. Ekrandan haberler, eğlence programları, felaket görüntüleri akıyordu. Ardından holden bir ses duyuluyor. Paul, Georgie’yi eve getirmişti. Annesine sarılan Georgie, “Jenny’yi öldürmüşler” diyordu. Elinde tüfekle salona gelen Paul, “Asayiş berkemal mi”, diyor. Georgie’nin bu tüfekle kendisini öldürmeye çalıştığını da söylüyor Paul. Bu tüfek George’a tanıdık gelmiş miydi? Tüfeği Peter’daydı. Saat gece on biri geçiyordu. Cebinden bir fişek çıkartan Paul, “Bir tanesi Beavis’e” diyerek, fişeği Peter’a veriyor. Diğer fişekse “Butt-Head”eydi. “Beavis and Butt-Head”, MTV müzik kanalında 1993-2011 yılları arasında yayınlanmış bir animasyondu. Bu çizgi dizide güvensiz, ahlaki ve empati yoksunu iki suçlu gencin maceraları anlatılıyordu. Paul sonra üçü arasında tekerlemeli oyun oynuyor ve eli Ann üzerinde duruyordu. Paul yiyecek için mutfağa gidiyor sonra. Kamera da onun yanındaydı. Ardından tüfek sesi duyuluyor. Ama Paul, hiç tepki vermeden sakince sandviçini hazırlıyordu. Ardından, ekranına kanlar fışkırmış televizyon ekranı yansıyor. Ekranda araba yarışı vardı. Paul’ün “Sen salaksın Tubby” diyen sesi duyuluyor. Saydığını değil, kalanını öldürüyordu Peter. Kaçmaya çalışıyormuş ve tetiği de mutlu etmek için bir sebep yoktu. Gece on ikiye geliyordu. Paul, gidelim diyor Peter’a. Kamera, bu anda sadece kanlı ekranı yansıtıyordu.

Kamera açı değiştirip genele geçinde ekrana sırtı dönük Ann ve televizyonun yanında kanlar içinde ölü Georgie yansıyordu. Ann ayağa kalkıp sekerek televizyonun yanına giderek dizlerinin üzerine çöküp televizyonu kapatıyordu. Ardından da kocasına sesleniyor. Gitmişlerdi. Televizyon sehpasıyla da elleri arkadan bağlı Ann, bandı kesmeye çabalıyordu. Başaramayan Ann, ayağa kalkmakta da zorlanıyordu. Ayak bilekleri de bantla bağlanmıştı. Ayağa kalkmayı başaran Ann, sekerek mutfağa gidiyordu. Kamera, sola çevrinme yaparak Ann’i izlerken, yerde yatan George da görüntüye giriyordu. O da kalkmaya çabalıyordu. Ardından Ann, bantlardan kurtulmuş salona döndüğünde George’a sarılıyor. İkisi de ağlıyordu şimdi. Kocasına nefes almasını da söylüyordu Ann. Onu ayağa kaldırmayı da başarıyor sonra Ann. Öncesinde mutluluk yuvası olan, ama oğullarını kaybettikleri bu cehennemden kurtulabilecekler miydi? Haneke usta bu sekansı tek plan-çekimle yansıtmıştı.

Ardından kamera, evi dikizleyen bakışla izliyordu. Gecenin derinlikleriydi. Eve dönen kamera holde onları daha da çaresizlik içinde buluyordu. Haneke usta bu anlarda kesmeli çekimlerle kameranın açılarını değiştiriyordu sürekli. Holde sorun vardı, çünkü kapı kilitliydi. Dizi sakatlanmış George pencereden nasıl çıkabilecekti? George karısına tek başına gitmesini söylüyor. Evin kapısı kilitliyse, bahçe kapısı da kilitliydi. Bahçe de çitlerle çevriliydi. Buradan çıkış kolay değildi. George kerpeten almasını söylüyor Ann’e. Çantadaki elbiselerini çıkartıp giyinen Ann, mutfağa gittiğinde çantasındaki telefonu alıyor. Çalışıyordu. George da mutfak kapısına geliyordu. Holdeydi. Sinyal olmasına rağmen çekmiyordu telefon. George’un telefonu arabadaydı. Ann, telefonu kurutmaya çalışıyordu umutla. Çalışmıyordu. George sandalyeye oturuyor. Belki saç kurutma makinesi kurutabilirdi. Saç kurutma makinesini getiren Ann, salonun kapısını kapatırken kusuyordu birden. İçeride oğullarının kanlı cesedi vardı. Mutfağa giren Ann, George’un bakışıyla yansıtıyordu. Ann, telefonu saç kurutma makinesinin ısısıyla kurutmaya çabalarken, George’un gözlerinde umutsuzluk da fark ediliyordu. Telefon yine çalışmıyordu. Ann, sandalyesiyle beraber George’u mutfağa doğru çekiyor ardından. Kendisi dışarıda yardım ararken, belki George telefonu kurutabilirdi. Zaman da kaybediyorlardı. Ann, mutfağın penceresinden çıkarken George, “Lütfen beni affet” diyor karısına. Ann, şefkatle kocasının dudaklarından öpüyordu ardından. George, kederliydi. Ailesini koruyamamıştı.

Kamera, dışarıdan evi yansıtıyor ardından. Yönetmen, Ann ve George’u koşut kurguyla yansıtmış bu anlarda. Çitleri kerpetenle kesen Ann, dışarı çıkmayı başarıyordu. George da mutfakta telefonu kurutmaya çabalıyordu geride. Bir evin dış kapısına gelen Ann, bağırsa da sesini duyuramıyordu. Evin ışıkları yanmıyordu. George sinyal gelen telefonla “911”i arıyor, ama karşı tarafa sesini duyuramıyordu. Hole çıkan kamera, mutfaktaki George’un tüm çıkışsızlığını etkileyici bir görsellikle veriyordu. Ann de gecenin karanlığında yolda yansıyor sonra. Kameraya doğru yürüyen Ann, karşıdan gelen bir araba görünce saklanıyor birden. Gelen araba yabancıların olduğunu anladığında geç kalıyordu Ann. Yine yürümeye başlıyordu. Ardından yine bir arabanın farları fark ediliyordu. Bu defa saklanmıyordu Ann.

Ardından kamera salona dönüyor. George, ölmüş oğlunun üzerini çarşafla örtüyordu. Bir ses duyuyor. Golf topu holde yuvarlanıyordu. George’un gözleri topa takılıyor. Bu tam anlamıyla çöküntüydü. Paul’ün, “Birinci oyuncu, ikinci aşama” diyen sesi duyuluyordu. Geri dönmüşlerdi. Holde önce Paul görünüyor. Yerdeki topu alıp George’a doğru fırlatan Paul, yeni oyunlar oynayacaktı. Ardından Peter’la ağzı ve elleri bağlı Ann görünüyor. Paul, telefonu alıyor ve tuşlara basıyor. Bataryası yetersizdi. Kamera, kanepede yan yana oturan George ve Ann’i gösterirken, Paul de Ann’in yaşının “35” olduğunu söylüyordu. Bu anda Paul ve Peter konuşurken, kamera da sadece George ve Ann’i yansıyordu. “Arabada şarj aletin olması iyi bir şey” diyordu Paul. Sonra sayı saymaya başlıyor. Eğer Ann bu yaştaysa, önce ondan başlanacaktı. Peter’a böyle diyordu. Yeni bir şey düşünmenin de vakti gelmişti. Ann bunu öğlen denemiş. Paul, Peter’a yine “Beavis” diyor. Peter da saymaya başlıyordu. Rüzgâr istediği yerden estiği için gemicilik bu yüzden eğlenceliydi Paul’e göre. Yeni oyun başlamıştı. Ardından Peter’ın tüfek tutan ellerini gösteriyor kamera. Saydığı kişiyi değil, kalan kişiyi vuracaktı. Paul de, tüfeğe fişeği yerleştiriyordu. Ardından kamera sehpanın üzerindeki bıçağı gösteriyor. Bıçağı alan Paul, “Sanırım bu fikir kadına ait” diyor. Bıçak işleri daha ilginç hale getirecekti ona göre. Paul, Ann’in bağını keserken, sessiz acı çekildiği zaman sıkıcı olduğunu söylüyordu. Dinleyiciler (seyirciler) eğlenmek isterlerdi. Bağlarından kurtuluyordu Ann. Yeni oyunun ismi de “Seven Eş” idi. Diğer ismiyse, silahla ya da bıçaklaydı. Birinin canını almak bazen eğlenceli olabilirdi. Böyle diyordu gülerek Paul. Eğer Ann oynamazsa ağzını yine bağlayacaktı. Bu yeni oyunun kurallarında sıradaki George olacaktı. George, cevap vermemesini söylüyor karısına. Kameraya dönen Paul, “Sence yeter mi”, diyor bu filmi izleyenlere. Seyirci, etkili bir son isterdi. Hatta hikâyenin akla uygun gelişmesini de. Bahis devam ediyordu. Ann karar verecekti George’un hangi aletle öldürüleceğine. Kamera yakın çekimle Ann’i gösterirken, George’un çığlığı duyuluyordu. Ann, oyunu onlarla oynarsa her şeyin düzeleceğini söylüyor Paul. Ne yapması gerekiyordu Ann’in? Paul ondan dua etmesini istiyor. Hata etmeden duayı okursa Tanrı Ann’den yana olacakmış. Sırada ne olacağını da seçmeliydi. Ama Ann dua bilmiyordu. Bir insan nasıl dua bilmezdi? Paul, “Neredeyiz biz”, diyor şaşırmış gibi. Peter’a “Tubby bir tane söyle” deyince Peter kızıyordu Paul’e. Kendini aşağılanmış gibi mi hissediyordu “Tubby” denince? Sonra bir dua söylüyor Peter: Tanrım seni her şeyimle seviyorum. Gece boyunca beni koru… Paul duayı kısa buluyor. Ama Peter başka dua bilmiyordu. Paul, Ann’den duayı tekrarlamasını istiyor ardından. Ann fısıltıyla söyleyince memnun kalmıyordu bundan. Tanrı’dan bir şey isteyince kuralına göre okunmalıydı dua. Önce diz çökmesi gerekiyordu. Paul, Ann’in dua etmesinden şimdi memnundu. Sıra olimpiyat madalyası için duaya gelmişti. Duayı kusursuz okursa, önce kimin nasıl öleceğine karar verebilecekti Ann! Tüfekle mi, bıçakla mıydı? Ann, sehpanın üzerinde duran tüfeği alıyor ve Peter’e ateş ediyor birden. Kanlar içinde duvara doğru uçuyor Peter. Hayali öldürme gerçekleşmişti. Ann ve seyirci için yanılsamaydı bu an. Ardından gülen Paul, tüfeği alıp dipçikle vuruyordu Ann’e. Şimdi ne yapacaktı? Hesapta olmayan bir şey mi yaşanmıştı bu oyunda? Sonra Paul uzaktan kumandayı alıyor ve görüntü geriye sarmaya başlıyordu. Görüntünün başa sarılması daha da derin bir yabancılaşmaydı seyirci için. Videokaset gibi geriye sarma anında görüntüler de donuyordu. Sinemada bu efekte donmuş kare deniliyordu. Sonra yine oyuna dönülüyordu. Ann birden sehpanın üzerindeki tüfeği almaya çalışıyor, ama Paul daha hızlıydı. Ann kuralları çiğnemişti. Ardından Paul tüfekle yerde yatan George’a ateş ediyordu.

Paul, Peter ve Ann sabah olunca üçü de sarı renkte yağmurlukla tekneye doğru yürürlerken yansıyorlar iskelede. Gökyüzünü gri bulutlar kuşatmıştı. Ann’in elleri önden bağlıydı. Ağzı da bantlıydı. Peter sonra Ann’in ayaklarını da bağlıyordu iple. Sonra suya açılıyorlar. Peter, birbiriyle bağıntılı veya bağıntısız cümleler kurmaya başlıyordu. “Her şeyin aynada görüntüsü vardır” diyor. Paniğe kapılmaktan kaçınmak için bu tahminler yalan söyler, diyordu Peter. Şu anda Kelvin ne olacağını biliyormuş, deyiveriyor birden. Kelvin kimdi? Karısını ve kızını zamanında uyarmak istiyormuş Kelvin. Sorun, anti-materyal âleme nasıl kaçılacağı değildi, iki âlem arasında nasıl iletişim kurulacağıydı! Ardından Ann’in bıçakla ipi kesmeye çabalayışını görüyorlardı. Onlara göre bu olimpiyat ruhuydu. Yüzmeyi bilmeyen Peter bıçağı suya atıyor. Sonra da Ann’i aralarına alıyorlar. Peter yine anlatmaya başlıyor kaldığı yerden iki âlemin iletişimi üzerine. “Kara bir deliğe girmiş gibi oluyorsun” diyordu. Peter için yerçekimi harikaydı ki, hiçbir şey ondan kaçamıyordu. Peter için bu da iletişim olmadığı anlamına geliyordu. Paul, “Ama Kelvin” deyince saati soruyor Paul. Sekizi geçiyordu. Paul, Ann’i yüzünden öpüp suya yuvarlıyordu. Paul erken mi onu öldürmüştü. Dokuza daha vardı. Paul acıkmaya başlamıştı. Teknenin yönü değiştikten sonra Peter, “Yerçekimi kuvvetini atlatırsa, kâinat gerçek diğeriyse hayal âlemi anlamına geliyor” diyor. Peter tam anlamıyla bilmese de uzaya fırlatılan bir örnek gibi, diyor Paul’e. Ardından Paul, gerçek kahramanının nerede olduğunu soruyor Peter’a. Gerçek hayatta mıydı, yoksa hayali miydi? Ailesi gerçek hayattaymış, kendisi de hayaliydi kahramanının. Paul, “Ama hayali gerçek, değil mi” diyor. Bu filmlerde de görünüyordu. Paul, “O halde gerçeklik kadar gerçek” diyor. Çünkü her şey görülebiliyordu. Peter için bu saçmaydı. Ama ya bu yaşadıkları? Hayali miydi, yoksa gerçek miydi? Sonra tekne iskeleye yanaşıyor. Peter tekneden inip eve doğru yaklaşıyordu. Burası Betsy’nin eviydi. Paul, kapıya gelince sesleniyordu. Betsy geliyor. Betsy’ye, kendisini Ann’in yolladığını söylüyordu Paul. Yumurta alacaktı. İçeri giren Paul, etrafı gözleriyle tararken kameraya doğru yaklaşıp kameraya bakınca görüntüsü donup fotoğraflaşıyordu. Dördüncü yine yıkılıyordu. Fonda da “Bonehead&Hellraiser” müziği duyulmaya başlıyordu. Tüm bunlara tanık olanların üstüne de bir ağırlık çöküyordu bu an. Çünkü her şey kısırdöngüydü bu cehennemde.

 

 “Beyaz Bant…”

 Bu filmin hikâyesi, Temmuz 1913’ten Ağustos 1914’e kadar kuzeyde, Saksonya'da Almanya'nın bir Protestan köyünde geçiyor. I. Dünya Savaşı’na kadardı her şey. Uzun adı “Das Weisse Band-Eine Deutsche Kindergeschichte-Beyaz Bant-Bir Alman Çocuk Hikâyesi” olan 2009 yapımı siyah-beyaz “Das Weisse Band-Beyaz Bant”, Protestan bir köy üzerinden Alman toplumundaki adalet duygularını perdeye yansıtıyor. Şiddet, suç, gizem, ahlak ve ikiyüzlü durumların peşine düşen büyük usta Michael Haneke, bu filmiyle 2009’da 62. Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiyeé kazanmıştı. Cannes’dan, “Fransız Ulusal Eğitim Sinema Ödülü”yle beraber “FIBRESCI” ve “Ekümenik Jüri Ödülü-Özel Mansiyon” da almıştı. Bu film ayrıca 2010 yılında, “En İyi Yabancı Film” ve “En İyi Görüntü” dallarında da Oscar’a aday olmuştu. Ama sadece “Altın Küre”de “En İyi Yabancı Film” ödülünü kazanmayı başarmıştı. Les Films du Losange ve Wega Film’in sunduğu filmin senaryosunu Haneke usta yazmış. Bu filmde unutulmaz siyah-beyaz fotoğrafları perdeye yansıtansa Christian Berger’di. Bu film, ülkemizde Nisan 2010’da vizyona çıkmıştı.

Sinemaseverleri, “buz soğukluğunda” filmleriyle tedirgin eden Haneke usta, “Beyaz Bant” filmiyle de aynı tedirgin duyguları yaşatıyor. Haneke usta, bu filminde, yaşlı okul öğretmeninin yaşlı dış sesiyle hikâyesini sunuyordu seyircisine. Gençliğinde kuzeydeki o köyde koro müziği öğretmeni olan yaşlı ses (Ernst Jacobi), o günü, o kazayı hatırlıyor sisler çökmeye başlayan zihniyle. Olayları tam olarak çözümleyemese de I. Dünya Savaşı öncesi bu köyde zihninde kalanları aktarıyor sesiyle yaşlı öğretmen. Görünürde sessiz ve sakin bu köyün ruhunun içinde neler dolaşıyordu? Yüzleri gülmeyen çocukların aralarındaki sırlar neydi? Masumiyet, saflık ve sevgi bu kuzeyli köye uğramamış mıydı hiç? Muhafazakâr ahlakın sinsiliğini ve ikiyüzlülüğünü yansıtan Haneke ustanın bu filmi, her şeyi yaşlı sesin zihninde kalanlarla yansıtmaya çabalamış. Gerçekten perdede görünmeyen bir sis vardı. Kamera, o görünmeyen sisin içinde dolaşarak gizemlerle kuşatılmış ortak sırları aralamaya çalışıyordu. Yaşlı sesin anlattıkları bitse bile seyircinin zihni yine de karışıyordu final bölümünde. Bu dingin anlatımlı filmde görünmeyen sisin içinde bir kaos vardı. Filmdeki köy, Eichwald isminde hayali bir köy. Usta bu filmini, Brandenburg ve Saksonya eyaletlerinde çekmesine rağmen, gerçekte olan Eichwald köyünde hiç çekim yapmamış. Gerçekteki Eichwald köyü, Almanya’nın kuzeydoğusundaki Brandenburg eyaletindeki Schönborn’a bağlıydı.

Film, gizemin ve sırların ortasında dolaşırken, Haneke usta az da olsa bir şeyleri hissettirse bile, suçludan çok suçun köklerine sakin kamerasıyla usulca yaklaşıyor “Saklı” filminde olduğu gibi. Yarıdan fazlası Protestan olan Almanya’nın melodram yüklü karanlık dehlizlerinde dolaşan kamerasıyla o ruhun anlamının ne olduğunu gösteriyordu usta. O ruh hiçbir zaman derin uykuda değildi. Mekânlar da ustanın anlatımına metafor olarak anlam yüklüyordu bu filminde. Çürümüşlüğü. Elbette en önemlisi otoriteydi. Baron ve Papazda simgeleşiyordu bunlar. Birçok şey tek adam Barona aitti. Papazla simgeleşen dinin hayatı kuşatan, disipline ve itaate sürükleyen kültürü de sosyolojik yönden filmin derinliklerinde anlam yaratıyordu. Elbette çocuklar. Bu dinsel kültürün disiplini altında itaati yolun başlarında idrak ederek bu karanlık dehlizlerin melodramında Nazi ruhunda yeniden doğacaklardı. Nazi köklerinin ilk tohumları, otorite ve dinle toprağa tohumlarını atıyordu. Özelde bu filmde Nazilere giden yolun bulanık yolları görülüyor. Genel anlamdaysa, Alman ruhunun karanlıktaki gri melodramına dokunuyordu film. Bu melodramda, karamsarlık ve ruhsal çöküntü vardı. Sisleri sinsiceydi ve birdenbire kuşatıcıydı. Bu gri melodram, sinsice bu toplumu sarabilirdi. Almanya özeldi. Özellikle 20. yüzyıldaki yaşanan birçok trajedinin esas karakteriydi. Bu gri melodramın sisi hiçbir zaman oradan kalkmamış olabilirdi.

Siyah fon üzerinde beyaz ön jenerik yazıları yansıdıktan sonra yaşlı öğretmenin dış sesi duyuluyordu. Dış ses siyahlığın üzerine düşüyordu. Yaşlı öğretmen, “Size anlatmak istediğim hikâyenin tam olarak doğru olup olmadığını bilmiyorum” diyordu. Hikâyenin bir kısmı kulaktan dolma bilgilerdi. Ama üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen birçok soru da cevapsız kalmıştı. Görüntü açıldığında yaşlı öğretmen, köyde yaşanmış bu garip olaylar, bu ülkede olmuş bazı şeyleri açıklığa da kavuşturabilirdi, diyordu. Her şey Doktorun geçirdiği kazayla başlamış. Güneşli bir bahar gününde köyün Doktoru (Rainer Bock), toprak ağası Barondan (Ulrich Tukur) ödünç aldığı atıyla hızla evine gelirken at, iki ağacın arasına bağlanmış bir şeye takılıyor ve Doktor da hastanelik oluyordu. Kazayı, Doktorun kızı Anna “Anni” (Roxane Duran) pencereden görmüş. Anni evden koşarak yerde yatan babasının yanına geliyordu korkuyla. Acı çeken Doktorun kilometrelerce uzaktaki hastaneye götürebilmesi için, komşusu o bölgenin idarecisini haberdar etmiş. Komşuları, kırk yaşındaki köyün ebesiymiş. Dış ses anlatırken, Ebe de öne doğru yürüyordu. Kamera da sağa doğru kayarak ebeyi izliyordu bu anda. Ebe (Susanne Lothar)), Doktorun karısının doğum esnasındaki ölümünden beri, onun için çok değerli ev idarecisi ve resepsiyoncusu olmuş. Doktorun iki çocuğuyla da ilgilendikten sonra kendi “down sendromlu” oğlu Karli’yi (Eddy Grahl) almak için okula gitmiş. O an yansıyordu. Klara’yla (Maria Dragus) konuşuyordu Ebe okulun önünde. Kardeşi Martin’in (Leonard Proxauf) nasıl davranması gerektiğini unuttuğu için Martin adına endişesini söylüyordu Klara. Sonra küçük oğlu Karli’nin yanına gidiyordu Ebe. Korodaki Karli’nin yanında müzik öğretmeni de (Christian Friedel) vardı. Hikâyeyi anlatan yaşlı müzik öğretmenin gençlik zamanlarıydı. Sonra yaşlı müzik öğretmenin dış sesi yine duyuluyordu. Klara’nın etrafındaki çocukların, okul sonrası evlerine dağılmak yerine köyün çıkışına doğru gitmeleri öğretmene hep garip gelmiş. Neden hep köyün dışına gidiyordu öğrenciler?

Gün sürüyordu. Kamera, evde merdivenlerde Anni ve küçük kardeşi Rudolf “Rudi” (Miljan Chatelair) yansıyordu ardından. Çocuk, hayvanların kesilmesini seyretmekten hoşlanıyordu. Anni, isterse gene hayvanları kesebileceğini söylüyordu mutsuz kardeşine. Onu mutlu etmek için çaba da gösteriyordu. Anni, yemek hazırlamak için oradan giderken çocuk, “Ya hiç geri dönmezse”, diyor. Kaza geçiren babası için endişeleniyordu çocuk. Anni çocuğu teselli etmeye uğraşsa da kendi de ağlıyordu. Anni bir ses duyuyor. Pencereye doğru giderken, kamera da kayarak onu izliyordu. Bir çocuk pencereye hafifçe taş atıyordu. Dışarıda öğrenciler vardı. Klara da oradaydı. Anni’yi yardım etmek istiyorlardı.

Kaza olan yerde araştırma yapılıyordu geceleyin. Atın ayaklarının takıldığı tel oraya nasıl gelmişti? Doktorun köprücük kemiği boynuna saplanmış. Konuşamıyormuş. Anni de bir şey bilmiyormuş teli kimin koyduğunu. Tel ince ve sağlamdı; fark edilemezdi. Atın ölüsü de hâlâ oradaydı. Ellerinde meşaleler de vardı inceleme yapanların. Sonra atı çekip götürüyorlar. Bu olanları bir oğlan çocuğu Sigmund “Sigi” (Fion Mutert) pencereden izliyordu. Hızlı ve gerilimli bir müzik de duyuluyordu bu anda. Müzik evden geliyordu. Sigi’nin annesi piyano çalan Barones Marie-Louise’in (Ursina Lardi), özel öğretmen (Michael Krantz) flütüyle eşlik ediyordu. Sigi’nin özel öğretmeydi o. Müzik duyulurken kamera, öne doğru yürüyen çocuğu izliyordu salonda. Baronun malikânesiydi burası. Annesi, müzik hoşuna gidiyorsa sayfaları çevirmesini istiyor oğlundan. Canı sıkılan çocuk, ortalarda boş dolaşınca Barones telaş yapıyormuş. Barones, dadıyı soruyor öğretmene. Baronesin ikizleri de vardı.

Ardından kamera, başka bir mekâna gidiyordu. Bağnaz Papaz babasından (Burghart Klaussner) af dileyen korkmuş Klara’nın yüzü yansıyordu önce. Ardından Martin de babasından af diliyordu. Babaları, “Bu akşam, burada kimse yemek yemedi” diyordu çocukları af dilerken. Sonra kamera çocuk Adolf “Adi” (Levin Henning) yüzünü gösteriyor. Akşam olup Martin ve Klara geri dönmediklerinde, anneleri köyün her tarafında onları aramış. Kamera, küçük Gustav “Gusti”yi (Thibault Sérié) gösteriyor. Anne-babası, onlar yokken yemekten keyif alabilir miydi? Masada Margarete (Johanna Busse) ve Annchen de (Yuma Amecke) vardı. Babaları, yokluklarının mı, yoksa dönmelerinin mi daha beter olduğunu, soruyor çocuklarına. Masada anneleri de vardı. Anneleri Anna (Steffi Kühnert), kederli ve suskundu. Papaz, bu gece herkesin aç yatacağını söylüyor. Martin ve Klara masada değillerdi. Papaz, karşılıklı saygı çerçevesinde devam etmek istiyorlarsa, işledikleri suç cezasız kalmamalıydı. Martin ve Klara’ya, ertesi akşam kardeşlerinin önünde de sopayla onar kere vuracaktı Papaz. O ana kadar suçlarını etraflıca düşünebilecekti Martin ve Klara. Masadaki çocuklar anne ve babasının ellerini öpüp yataklarına gidiyorlar sonra. Martin ve Klara babalarına yaklaştıklarında, babaları azarlıyor onları. Çünkü disiplinin dışına çıkmışlar ve itaatsizlik yapmışlardı. Kurallar her şeyden önemliydi. Karısıyla beraber bu gece çok rahat olmayan uyku çekecekti Papaz. Onlara vurmak zorunda kalacağı sopalar aslında Papaza acı verecekti karısıyla beraber. Martin ve Klara salondan çıkarken Papaz, onlar çocukken annelerinin bazen saçlarına, bazen de kollarına bant bağladığını söylüyor. Bandın beyaz rengi, masumiyeti ve saflığı hatırlatması içindi. O hatırlatıcılar olmadan iyi huylu çocuklar olduğunu düşünmüş Papaz. Ama şimdi yanılmış. Yarın, cezaları onları günahlarından arındırdıktan sonra anneleri o bantları yeniden bağlayacaktı. Yeniden güvenilecek duruma gelinceye kadar o bantları takacaklardı. Bu, Alman toplumunun derinliklerinden gelen ruhunu ortaya çıkartıyordu. I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında kurulmuş Weimar Cumhuriyeti’ni 1930’ların başında yıkarak tüm Almanya’yı kuşatan Nazilerin ilk yaptığı şeylerden biri de Yahudilerin kollarına Davudî yıldızlı bant takmak olmuştu.

Gündüz. Ağacı tutan bir el yansıyor. Tel kaybolmuştu. Ağacın yanında jandarmayla (Christian Klischat) beraber Anni ve Ebe vardı. Jandarma, telin kimin çıkarttığını soruyor onlara. Bilmiyorlardı. Anni okuldaydı. Kontrol etmemişti. Ebe de öğlen vakti dönmüş. Doktorun çocuklarına öğle yemeği yapıyormuş. Doktorun karısı öldükten sonra onlara yardımcı oluyormuş Ebe. Rudi doğduktan sonra beş yıldır devam ediyormuş bu. Teli kimin bağladığını da gören olmamıştı. Şimdi de tel ortadan kaybolmuştu. Bu gizem nasıl çözülecekti? Yanlarına Rudi geliyor. Ebe ve Anni’yi tarlaya doğru götürürken, yaşlı anlatıcı müzik öğretmenin dış sesi duyulmaya başlıyordu. Doktorun başına gelen kazanın bir gün sonrası da bu gizeme çözüm getirmediğini söylüyordu. Sonrasındaysa yine bir trajik kaza olmuş. Jandarma da Ebe, Anni ve Rudi’nin peşinden gidiyordu. Doktorun kazasını unutturmuş bu trajedi. Arazi sahibi bir çiftçinin (Branko Samarovski) karısı iş kazasında ölmüş. Yaşlı öğretmenin sesi duyulurken, çiftçinin evinde karısının cenazesi defnedilmeden önce temizleniyordu. Haneke usta bu anı, odanın dışından tek açıyla yansıtıyordu. Bir kolu yaralanmış kadını, Kâhya Georg (Josef Bierbichler) günlük işleri yapmaktan azat etmiş ve kereste fabrikasında daha hafif bir işe yollamış. Çiftçi, yatağın başucuna gelip karısının ölü bedenine bakıyor, ardından da yatağın kenarına oturuyordu. Çiftçi ağlıyordu sadece.

Sonra kamera göl kenarına gidiyor. Öğretmeni yansırken yaşlı ses, “Aynı gün garip bir durumla karşı karşıya gelmiştim” diyordu. Elinde balık oltası vardı. Hava güzel ve sıcakmış o gün. Kendi başına piknik yapmaya gitmiş. Zayıf menüsünü gölde bolca bulunan denizalası ile zenginleştirmek istemiş. “Denizalası”, alabalıkların atası olarak biliniyor. Baron balık tutmasına izin vermiş. Bu köydeki birçok şey Barona aitti. Balığı tuttuktan sonra Martin’i görüyor birden. Ahşaptan köprünün korkulukları üzerinde yürüyordu Martin. Yanına koşarak giden Öğretmen, ona kızıyordu. Martin düşüp sakatlanabilirdi. Martin, Tanrı’ya kendisini öldürmesi için şans vermiş. Tanrı böyle bir şey yapmadığı için de ondan memnunmuş. Tanrı ölmesini istememiş. Öğretmen, “Kim senin ölmeni istemedi”, diye soruyor Martin’e. Tanrı’ydı. Öğretmen şaşırıyordu. Tanrı, Martin’in ölmesini neden isterdi ki? Piyano dersinden sonra rahip babasıyla konuşacaktı Öğretmen. Martin, babasına söylemesini istemiyordu bu yaşananları.

Ardından kamera, çürümeye başlamış ahşaptan kereste fabrikasına gidiyor. Çiftçinin karısının öldüğü yere bakan çiftçi Max (Sebastian Hülk), kadını buraya kimin gönderdiğini soruyordu yanındaki gence. Bilmiyordu. Gevşek tahtaları toplamaları gerekiyormuş. Kadın oradan düşmüş. Ustabaşılar, güçsüz hasatçıları buraya yolluyormuş. Sistem böyle işliyordu. Annesini buraya gönderenin kim olduğunu öğrenmek istiyordu Max.

Ardından kamera köyü yansıtırken, bisikletli bir genç kadın da görüntüye giriyordu. Yaşlı anlatıcı, Martin’le garip karşılaşmasının ardından evine dönerken, Eva’yla ilk defa tanıştığını anlatıyordu. Eva (Leonie Benesch), Baronun ikizlerinin dadısıydı. Tanışıyorlar. Eva’nın Treglitz’den olduğu söylenmiş. Treglitz’den olunca ne olacaktı? Öğretmen de bilmiyordu. Onunla konuşmak, tanışmak istiyordu sadece. Ona, öğretmen olduğunu da söylüyor. Vasendorf’tan bir terzinin oğluymuş. Eva bunu biliyormuş. Barones söylemiş, komşu köylerden oldukları için. Köyün içinden geçerken tuttuğu balıkları babasına vermesini rica ediyor Eva’dan. Nasıl götüreceğini bilemiyordu Eva. Bisikleti soruyor sonra Öğretmen. Buradaki birçok şey gibi o da malikânenindi. Eva bu ilk izin günü eve döndüğü için de mutluymuş. Eva giderken ilk defa bisiklete bindiğini de söylüyordu Öğretmene.

Ardından kamera Doktorun evine gidiyor. Anni ve kardeşi Rudi yemek yiyorlardı masada. Rudi, bugün gördükleri kadının nesi olduğunu soruyor ablasına. Ölmüştü. Bu soru Rudi’nin aklına neden gelmişti? Ölü nasıl bir şeydi? Ölü bir insanın nasıl olduğunu anlatıyor Rudi’ye Anni. Hayatın sona ermesiydi. Rudi, birinin hayatının ne zaman sona ereceğini de soruyor ablasına. Bir insan çok yaşlandığında veya çok hastalandığında ölürdü. Peki ya o kadın? Kadın kaza geçirerek ölmüştü. Ya kaza ne demekti? Ablasını zorluyordu Rudi sorularıyla, ama Anni sakindi. Babaları da kaza geçirmişti. Herkes ölür müydü? Anni, herkesin ölmek zorunda olduğunu söylüyor kardeşine. Anni de mi ölecekti? Babası da mı? Ya kendisi? Ama buna uzun zaman vardı. Ölüme karşı konulamaz mıydı? Ya annesi? Rudi’ye annesinin yolculuğa gittiğini söylemişler. Annesi de ölmüştü? Gerçeği öğrenen Rudi, hayal kırıklığının ve öfkenin içine düşüyordu birden.

Gece. Kamera, Papazın evine gidiyor. Papazın karısı Anna beyaz bantları hazırlıyordu. Yukarı kattaki Klara’yı çağıran anneleri sonra da Martin’in kaldığı odanın kapısını açıyor. Onlara bantları verecekti. Sonra salona gidiyorlar ve kapı örtülüyor. Sabit kamera, genel çekimle salonun kapısını gösteriyordu bir süre. Sabit kamera, salondan çıkan Martin’i sağa çevrinme (pan) yaparak onu izliyordu odasına giderken. Martin odaya girdikten sonra hemen çıkıyordu. Kamera yine onu sağa çevrinme yaparak izliyordu salona giderken. Elinde de beyaz bant vardı. Kamera yine aynı açıda kalarak salon kapısını yansıtıyordu. İçeride Klara’nın çığlığı duyuluyordu.

Sonra da Martin’in acılı sesi geliyordu. Sonra da kamera çiftçinin evine gidiyor. Çiftçinin oğlu Kurti (Aaron Denkel), yataktaki annesinin ölüsüne yaklaşıyordu usulca. Odada mumlar yanıyordu sadece. Annesinin yüzündeki küçük tülbendi kaldırıp ölü yüzüne bakıyordu Karli. Orada karanlıkta oturan ağabeyi Max da vardı.

Ardından Ebe odadan çıkarken yansıyor. Bir erkek bebek doğmuştu. Burası Kâhyanın eviydi. Kâhyanın oğulları erkek bebeğin doğumundan mutlu olmamışlardı. Sonra kamera gündüz tarlaya gidiyor. Max, Barona dava açmak istiyordu. Anneleri için tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Yine de kadını kereste fabrikasına yollamışlardı. Yanındaki yaşlı babası, hiçbir şeyin ölen annesini geri getirmeyeceğini söylüyor oğluna. Kamera, öne doğru yürüyen onları, geriye doğru kayarak yansıtıyordu sonra. Ardından Max, annesini çok sevdiğini söylüyor babasına. Ardından tarla yansıyor. Çiftçiler tarlada hasat yaparken yansıyordu. Yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu bu görüntü üzerinde. Bu temmuzda yaşanan bu iki günün sonrasında köyde hayat normale dönmüştü. Günlük hasat işinin herkesi yorduğunu söylüyordu yaşlı öğretmen. Çocukların birçoğu da ailelerine yardım için tarlalarda çalışıyorlardı. Sonra kamera hasat edilen ürünlerin geldiği ambarı dışarıdan gösterirken yaşlı öğretmenin sesi, “Hasat zamanı, Kâhyadan onun sekreteri olma önerisini o genç kızı tekrar görme umuduma imkân sağlayacağı için kabul ettim” diyordu. Aklından çıkmıyordu genç kız ve ona âşık olmuştu. Ama malikâneden de nadiren çıkıyormuş Eva.

Sonra kamera Ebenin evine gidiyor. Akşam olmuştu ve Ebe gaz lambasını yakıyordu. Mumlar da yanıyordu. Yanına oğlu Karli geliyor. Ardından da Rudi. Yaşlı öğretmenin, Doktorun hâlâ hastanede olduğunu söyleyen dış sesi duyuluyordu. Doktorun iki çocuğu Anni ve Rudi’yse, Ebe tarafından bakılıyordu. Tüm köylünün katıldığı çiftinin karısının cenazesinden sonraysa yaşanan iki kaza da unutulmuştu.

Ardından kamera hasat sonu festivalini yansıtırken yaşlı öğretmenin anlatmayı sürdürüyordu. Yazın sonundaki hasat festivalinin önce tüm köye neşeyi, sonrasındaysa korkuyu getirmiş. Baron da görünüyordu festivalde. Barones ve oğlu Sigi de yanındaydı. Baron, köylülere teşekkür ediyordu. Tanrı’nın nezaketiyle ambarları dolmuş. Biralarını bolca içebilirlerdi. Bugün aç kalmayacaklardı. Köylüler, Rus köylüleri mujikler gibiydi. Serflerdi, yani toprak köleleriydiler. Çoluk çocuk toplanmış köylüler, Baronu dikkatle dinliyorlardı. Kamera, köylüleri gösterirken “Baronumuz çok yaşa” diyen bir ses duyuluyordu. Köylüler de “Tanrı ona uzun ömür versin” diye cevap veriyorlardı topluca. Sonra Papaz konuşmaya başlıyordu Barona sevgilerini ileterek. İncil’deki, “Ahit 145, Ayet 15: Herkes gözlerini dikmiş umutla sana bakıyor Tanrım” duasını okuyordu Papaz. Onlara yiyeceklerini zamanında veren Tanrı’ydı. “Tanrı, Oğlu ve Kutsal Ruh adına” diyerek de duayı bitiriyordu. Köylü de “Âmin” diyordu ardından. Baron, çatlayıncaya kadar yemelerini istiyordu köylülerden. Şimdi festival zamanıydı. Ardından kamera lahana tarlasına gidiyor. Kamera, Max’ı arkadan takip ederek yansıtıyordu. Elinde de orak vardı. Max, orakla lahanaları parçalıyordu öfkeyle. Barondan, ölen annesinin intikamını alıyordu. Kamera onu arkasından gösteriyordu. Sonra kamera yeniden festivale döndüğünde, Barones ile Öğretmen konuşuyorlardı. Barones, öğrencilerle koral müzik sözünü hatırlatıyordu Öğretmene. Papaz bilirdi. Öğretmen, kiliseye kabul festivali için çalışmalara devam ettiklerini söylüyordu Baronese. O festival ilkbahardaydı. Şimdiyse sonbahardaydılar. Sonra kamera, sola çevrinme yaparak Kâhya Georg’u gösteriyor. Karısı Emma (Gabriela Maria Schmeide) yeni doğmuş oğullarıyla ilgileniyordu. Eva da Baronun ikiz bebekleriyle Emma’nın yanındaydı. Kâhya, genç kızlar eğlenirken, başkalarının çocuklarına bakmaktan sıkılmadığını soruyor Eva’ya. O, çocuklarla olmaktan mutluydu. Eva, on yedi yaşındaydı daha. Baronesin çocuklarına bakmaktan çok taliplilerine bakmasının zamanı gelmişti Eva’nın Kâhyaya göre. Ardından kamera tarlaların olduğu yere gidiyor. Kamera, sola doğru kayarken, çocuklar lahana tarlasına geliyorlardı. Sonra kamera yine festivale dönüyordu. Haneke usta, bazı anları kısa kısa yansıtarak gerilimi yükseltiyordu. İnsanı beklenti içine düşürüyordu. Elbette bu Hitchcockyen usulü bir gerilim değildi. Frieda (Birgil Minichmayr), içki dağıtıyordu masalara. Oraya gelen bir genç, birisinin Barones’in lahanalarını parçaladığını söylüyordu. Öğretmen ve Eva da dans yapıyorlardı. Artık birbirlerine yakındılar. Eva resmi davranıyordu. Öğretmeni yaşlı mı görüyordu? Sonra lahana tarlası yansıyor. Barones, “Bu iğrenç” diyordu. Bir ses, “Hasat biter, paralar ödenir, hakkımızı alamazsak lahanalar sizin için doğranır” diyordu. Bu gelenek bozulmuştu.

Ardından Frieda yansıyor dışarıda. Hızlı adımlarla eve geliyordu. Papaz çalışırken kapı çalıyor. Gelen küçük oğlu Gusti’ydi. Babasından bir iyilik istemek için gelmiş. Yaralı bir yavru serçe bulmuş. Onu bakmak istiyordu iyileşene kadar. Papaz da kuş iyileşince, aralarında kuracakları bağdan söz ediyor oğluna. Uçup gitmesine izin verebilecek miydi Gusti? Serçe kafeste yaşayabilirdi. Babası da esaret altında büyümüş bir serçe, diyor oğluna. Kuşlar özgürlüğe alışmışlardı. Oğlu bu ağır sorumluluğu kaldırabilir miydi? Bir şeye bakmak ve ilgilenmek zordu. Kuş için bir de kafes gerekiyordu.

Ardından kamera çiftçinin evine gidiyor. Çiftçinin tüm çocukları oradaydı. Çiftçi, oğlu Max’a yapıp yapmadığını soruyordu. Birileri, Max’ın lahanaları biçerken görmüş. Max, yaptığından gurur duyuyordu. Baba, oğluna bu sözünden sonra tokat atıyor. Oğluna niyetini soruyor. Annesinin trajedisi yüzündendi. Annesinin ölümünden dolayı onları mı suçluyordu Max? Babasının bu işi çözebileceğine inanmamış mıydı Max? Kamera ardından, kucağında bebek Willi (Mika Ahrens) olan Paula (Bianca Mey), yanında oturan Sophie (Stephanie Amarell) ve Else’yi (Kristina Kneppek) gösteriyordu. Ağlayan bebeği Frieda alıyor kucağına. Max, yaptıklarının sonucunu biliyor muydu? Hepsini soktuğu bu durum ne olacaktı? Aileyi bütün sene canlı tutan Frieda işini kaybederse ne yapacaklardı? Ya yazın bu köyde çalışamazlarsa? Max, öfkesine mi yenilmişti? Yaptığı bir şey, ailesindeki herkesi etkiliyordu. Sonra oğluna, “Evlenip iki sene içinde tarlayı idare etmek istiyor musun” diye soruyor babası. Malikânenin yardımı olmadan herkesin karnını doyurabilecek miydi Max? Onların sorumlu olduğunu nerden biliyordu? Babası, onların masum olduğunu mu düşünüyordu? Babası bilmiyordu. Ama aksini de bilmiyordu.

Ardından kamera malikâneye gidiyor. Kamera, özel Öğretmenin arkasındaydı. Işık düzenlemesi de dışavurumcu estetik tadı veriyordu. Merdivendeki Baron, “Orada değil de ne demek”, diye soruyordu Öğretmen Hubert’e. Öğretmen, Sigi’yi öğleden sonra görmüş en son. Öğretmen, neden burada olduğunu sanıyordu? Tek bir çocuğa bakmak için bu evdeydi. Kamera, Baronun arkasına geçtiğinde yukarıdaki öğretmenin yüzü de görünüyor. Sigi’yi en son nere görmüştü öğretmen? Burada görmüştü. Ama sonra diğer öğrencilerle oynamak için gitmişti. Barones de farkına varamamış Sigi’nin ortadan kaybolmasında. Lahana tarlası onu çok üzmüş. Baronesin migreni vardı. Baron öfkeyle gidiyordu oradan.

Baron, gecenin içinde Sigi’yi arıyordu şimdi. Kâhya’nın çocukları Sigi’yi kısa bir süre görmüşler. Sigi diğer çocuklarla gitmiş. Sonra yaşlı öğretmenin dış sesi duyuluyordu. Arama, geceyarısını biraz geçe başlamış. Yorgun ve susuz arayıcılar iki gruba ayrılmış. Bir grup binaları, diğer grupsa kırsal bölgeyi tarıyormuş. Sabaha karşı siren sesi bir kez daha çalmış. Arayıcıları merkeze çağırıyormuş. Sigi bulunmuştu. Sigi, kereste fabrikasında baş aşağı asılı duruyormuş. Pantolonu da aşağı indirilmiş. Kalçaları, sopa darbeleriyle kanar haldeymiş. Çocuk büyük şok geçirmiş.

Ertesi sabah kilisede Baron, ibadet sonrası Papazdan insanlara karşı konuşmak için müsaade istemiş. Baron, “Polisler bu hafta birçoğunuzu sorguya çekti” diyordu. Hiçbir yararı olmamıştı. Çocuğunun, lahanalarını parçalayanlar tarafından işkence gördüğünü düşünüyormuş Baron. Ödeşmek için. Annelerinin kereste fabrikasındaki ölümü kendi suçu değilmiş. Genç Max Felder’in polislere “parçalama yiğitliği” ile gerekçesi buymuş. Baron, Felder ailesine her zaman yardım etmiş. Ama insanlar her zaman minnettar olmuyorlardı. Çiftçi Felder kalkarken, Baron da kaçmayın, diyordu ona. Çocukları da yanındaydı. Baronun kurtarmaya çalıştığı şey de Felder ailesinin onuruydu. “Kahraman” Max Felder, böbürlenerek yaptıklarını nişanlısına anlatmış. O korkaktı ve sonrasında ailesine sığınmış. Böylece oğluna işkence edecek zamanı yokmuş gibi göstermek istemiş. Babasının da asi oğlunu korumaktansa dilini kopartması daha iyiymiş. Baron, kilisedeki insanlara unutmuş olabilecekleri bir gerçeği de hatırlatmak istiyordu. İki ay önce köyün Doktoru at üzerinde kaza geçirmişti. Hâlâ hastanedeydi. Onu düşürmek için bahçesine tel gerilmişti. Bu konuda da kimsenin bildiği ve gördüğü bir şey yoktu. Oğlunu ve Doktoru yaralayanlar burada, diyordu Baron. Bu tarz suçların cezasız kalmasına izin vermeyecekti. Onlardan, suçlu veya suçluları bulmasına yardımcı olmasını istiyordu Baron. Gerçekleri bulamazlarsa, toplumun huzuru da gelmemek üzere gitmiş olacaktı. Sonra köylüler bu konuşmanın ardından dağılırlarken, yaşlı öğretmenin dış sesi yine duyuluyordu. Toprak sahibinin bu konuşması, yerlileri çok korkutmuş. Baron, halk arasında sevilmiyordu. Mevkisinin taşıdığı güç ve köyün yarısının işvereni olarak büyük saygı görüyormuş. Toplumun huzuru üzerine yaptığı konuşması kaygı vericiydi, diyor yaşlı öğretmenin sesi. Suç taşıyan eylemlerin sorumlusu olan gizemli kişiyse, çiftçilerin eski güvensizliklerini su yüzüne çıkartmıştı.

Ardından kamera, sınıfta piyano çalan Öğretmeni gösteriyordu. Gece olmuştu. Gaz lambasının aydınlattığı yer gölgelerini öne çıkartan dışavurumcu bir görsellik oluşturuyordu. Yanına Eva geliyor. Malikâneden kovulmuşlar onu. Sigi’nin öğretmenini de kovmuşlar. Ne yapacağını bilemeyen Eva ağlıyor birden. Gece tek başına yola çıkmaktan korkuyordu. Öğretmen, ne olduğunu anlamak da istiyordu. Eva’yı karşısına oturtan Öğretmen, ne olduğunu anlayabilirdi. Sigi’nin durumu iyi değilmiş. Özel öğretmenle kendisini suçlamışlar. Onlarla yeterince ilgilenmediklerini düşünmüşler. Eva’nın görevi sadece ikizlere dadılık yapmaktı. Öğretmenle danslarına da Barones izin vermişti. Eva’nın yoksul ailesinin kazanacağı paraya da ihtiyacı vardı. Barones, çocukları şehre veya ailesinin yanına götürmek istiyormuş. Baron zamanla sakinleşse bile malikânede iş umudu yoktu artık. Sonra Eva, Sigi’ye kimin böyle bir şey yapacağını soruyor Öğretmen’e. Cevabı yoktu. Eva bu gece Öğretmenin yanında kalmayı istiyor sonra. Evdekiler işsiz kalmasını anlayamayacaklardı. Belki de bu yüzden ağlıyordu Eva. Sonra Öğretmen, dersten sonra onu bırakacağını söylüyor. Eva, Öğretmenin neden böyle bir şey yapacağını anlamlandıramıyordu. Ardından Öğretmen ona piyano çalıyordu sakinleşmesi için.

Sabah olmuştu. Çiftçi Felder, oğlu Karl’la (Kai-Peter Malina) ahırda yansıyordu. Sonra Max da geliyordu yanlarına. Babası selamını almıyordu oğlunun. Sola doğru kayan kamera, ahırdan çıktıktan sonra Max, serbest bırakıldığını söylüyordu babasına. Baba tulumbaya doğru gidince dolly kamera da kesme yapmadan, Max’ın arkasından öne doğru kaymaya başlıyordu şimdi. Max, yüzünü yıkayan babasından af diliyordu. Baba öfkeliydi ona karşı. Arazi sahibi ona iş vermeyeceği için mi, onu affedecekti. Frieda’yı da kovmuş Baron. Kardeşlerinin karnı nasıl doyacaktı? Sonra at arabası yansıyor. Öğretmen, at arabasıyla Eva’yı köyüne götürüyordu. Yaşlı öğretmen yine anlatıyordu. Okuldan sonra Sigi’nin durumunu merak etmiş. Eva’nın tekrar işe alınması için de malikâneye gitmiş. Barones, sabah çocuklarını alıp malikâneden gitmiş. Kâhya, Eva’yı götürmesi için gönülsüz de olsa at arabasını vermiş. Onlar köyden çıkarken, başka bir at arabasıyla Doktor da köye geliyormuş aylar sonra. Şükran Günü’nden sonra oğlu Rudi birden ortadan kaybolmuş. Bu olay da herkesi üzmüş. Çocuk en son, kasaba yolunda istekli yürürken görülmüş. Onu görenlere, babasını ziyarete gittiğini söylemiş Rudi. Çocuğu görenler getirmişler. Doktora bu olay anlatılmış. Bu yüzden hastanede kalış süresini kısaltmış. Sol kolu askıdaki Doktor, arabadan inip evinden içeri giriyordu. Anni’ye Rudi’yi soruyor Doktor. Rudi saklanmış mıydı? Holde Doktor tuvaletin kapısını açmak istiyor, ama kilitliydi. Onu rahatlatan kelimelerle konuşuyordu Doktor. Sonra Doktor arka bahçeye çıkıp attan düştüğü yere doğru yürüyor. Anni de yanına geliyor. Ofisi hazırdı. Bayan Wagner hazırlamış ofisi. Bayan Wagner, Ebeydi. Ebe, onlara iyi bakmış mıydı? Kızına yaşını soruyor. Anni, on dört yaşındaydı. Giderek annesine benziyordu Anni. Kapıda Rudi de görünüyor onlar konuşurken.

Kamera, Papazın evine gidiyor ardından. Papaz, Martin’le beraberdi çalışma odasında. Martin’in sol kolunda da beyaz bant vardı. Annesiyle beraber onun için endişelenmişler. Martin iyi uyumuyor muydu? Okulda kendisinin bilmediği birtakım sorunlarımı vardı Martin’in? Babası neden endişelendiğini de anlatıyor. Birkenbrunn’un papazlığını da yapıyormuş. Martin’in gösterdiği bulguları gösteren bir çocuğun annesi kendisini görmeye gelmiş. Çocuk birden bıkkın ruh haline bürünmüş. Gözlerinin altında halkalar oluşmuş. Depresif ve bezgin duruyormuş. Anne-babasının gözlerine bakmaktan kaçınıyormuş. Çok geçmeden yalan söylediği anlaşılmış. Çocuğun iştahı kesilmiş ve uyku düzensizliği olmuş. Hafızası da gidip gelmeye başlamış. Yüzünde ve vücudunda çıbanlar çıkmaya da başlamış. En sonunda da ölmüş çocuk. Kutsamak zorunda olduğu vücudu, tıpkı yaşlı insanlar gibiymiş. Bu üzücü sonuca ne sebep olmuştu? Papaz, Martin’e anlatmasını söylüyordu. Ölen çocuktaki belirti Martin’de de vardı. Papaz nedenini söylüyor oğluna. Çocuk, Tanrı’nın kutsal engeller koyduğu bir yerde vücudunun en kuvvetli sinirlerine zarar veren birini görmüş. Çocuk bu hareketi taklit etmeye başlamış. Sonrasındaysa bunu yapmadan duramaz hale gelmiş. Sonunda da tüm sinirlerini yok edip kendi ölümüne sebep olmuştu. Papaz, oğlunu sevdiğini söylüyor. Martin’in yüzü neden kızarmıştı? Martin’in gözlerinden yaşlar da geliyordu. O zavallı çocuğun yaptığı şeyi yapıyordu Martin. Ergenlik dönemindeydi. Cinselliği uyanmıştı.

Ardından kamera Doktorla Ebe’nin ayakta sevişmesini yansıtıyor. Sevişmeden sonra Ebe Doktora sarılmak istese de Doktorun kolu acıyordu. Salondaydılar. Ardından masada beraber şarap içiyorlardı. Ebe, geri dönmesine sevinmişti. Ebe ona, o yokken çocuklarla ilgilenmenin zor olduğunu da söylüyordu. Rudi, Ebeden hoşlanmıyormuş. Doktor, Rudi’nin yaşına veriyor. O yaşlar zordu. Sonra Ebe, “Beni özlememişsin” diyor Doktora. Hissetmiş. Doktor, bir doz kişisel nefretten daha güzeli olmadığını söylüyor. Ebe anlamıyordu. Sonra da başını Doktorun elinin üzerine koyuyordu Ebe. Doktor, elini Ebenin başına götürüyordu. Kamera, ağırlıklı olarak ikisini masanın yakınından yansıtıyordu. Yönetmen, Doktor ve Ebe arasında kesme çekim de yapıyordu bu anda. Bu klasik anlamdaki “açı-karşı açı” gibi de değildi.

Kar yağıyordu. Kamera, gündüz karlı sokağı yansıtıyor sonra. Yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Kış o sene erken gelmişti. Kasım ayının ilk pazar günü olan Reformasyon Günü’ydü. 31 Ekim 1517’de Martin Luther’in başlattığı reform hareketiydi. Protestanlığın doğuşuydu. Luther, bir Evanjelikti ve de muhafazakâr kanattaydı. 2017’ye kadar Almanya’da bu bayram resmî tatil değildi. Haneke usta, Reformasyon Günü’nü kasım ayı olarak değiştirmiş. Kar bir örtü gibi köyü kaplamıştı. Beklenmedik şekilde hâlâ ailesi dönmemiş Baron, seremoniye katılmamış. Ardından kilisedeki ayin yansıyordu. Köylüler bu olayı, öfkesinin bir işareti olarak algılamışlar. Baronun serzenişi (sitemi), birçok ortak şüpheyi ortaya çıkartmış. Çürütülmüş birçok ihbarlara neden olsa da muhtemel suçluya yönelik hiçbir somut delil ortaya çıkmamış. Kamera, kilisenin ikinci katında çocuk korosunu gösteriyordu sonra. Koroda Anni ve Klara da fark ediliyordu. Kilisede, çocuk korosunun söylediği “Ein feste Burg ist unser Gott” ilahisi duyuluyordu. Bu ilahi, Martin Luther tarafından çevrilmiş, iç ve dış düşmanlara karşı beraberliği vurgulayan bir ilahiydi. İlk iki dizesinde şöyle diyordu ilahi: “Ein feste burg ist unser Gott (Kale bizim Tanrımızdır)/ Ein gute wehr und waffen (İyi bir savunma ve silahlar)” diyordu.

Sonra Doktor bebeği muayene ederken yansıyor. Kâhyanın bebeğini muayene ediyordu. Bebek zatürre değildi. Yine de dikkatli olmalarını istiyordu Doktor. Orada Kâhya ve Emma da vardı. Doktor ne yapmalarını da söylüyordu onlara. Kâhya ve Doktor merdivenlerden inerken, Kâhya, pencerenin açık olduğunu söylüyordu. Odanın içi buz gibiymiş. Biri bebeği mi öldürmek istemişti? Salonda da Kâhyanın çocukları vardı. Kızı Erna (Janina Fautz), oğulları Georg (Enno Trebs) ve Ferdinand (Theo Trebs) vardı. Onları da sakinleştiriyordu Doktor, bebeğin durumunun iyi olduğunu söyleyerek. Kâhya ve Doktor salondan çıktıktan sonra Georg, hayal kırıklığına uğramış gibi koltuğa oturuyordu. Ferdinand pencereden bakarken “İyi” diyordu. Ne demekti bu? Haneke usta, bir şüphe uyandırıyordu zihinlerde. Erna, “Babamı görmeye ne zaman gittin” diye soruyor Ferdinand’a. Erna, Ferdinand’dan mı şüpheleniyordu?

Gündüz, karların altındaki doğa yansırken, yaşlı öğretmen anlatıyordu. Aralık ortalarında Eva’dan bir mektup gelmiş. Babası, yeni yılın ilk günlerinde başlamak için kasabada bir iş bulmuş. Sığınmak için okula geldiği gün, güneş doğana kadar birbirlerine kısa hayatlarının hikâyelerini anlatmışlar. O geceden beri onun soluk yüzü, utangaç, ama açık sözlü kişiliği aklından çıkmıyormuş. Ağaçların arasından Öğretmen görülüyor uzaktan. Okul ocak ayının ikisine kadar tatildi. Ama Noel’in ertesi günü, Eva ve ailesini görmek için Treglitz’e doğru yola çıkmış Öğretmen. Eva’nın ailesinin evindeydi. Öğretmen, Baronesin daha dönmediğini söylüyordu. Baron da kimseyle konuşmuyormuş. Barones İtalya’ya gitmiş olabilirdi. Kâhya, kereste fabrikasını yıkacaklarını söylemiş. Onlar konuşurken, Eva’nın resmi konuşmaktan hoşlanmayan babası (Detlev Buck) geliyordu eve. Oradaki çocuklar baba geldikten sonra gidiyorlardı. Evde Eva’nın annesi de (Anne-Kathrin Gummich) vardı. Baba birden, “Bir eşe bakabilecek durumda mısın”, deyiveriyor. Öğretmeni evde görünce tecrübesiyle anlıyordu baba. Terzilikten de anlıyordu Öğretmen. Babasının işini devralması daha akıllıca olurdu babaya göre. Sonra Eva’yla neden bu kadar ilgilendiğini soruyor baba. Ardından da onun babası olacak yaştasın deyiveriyor açık sözlülükle. Eva daha çocuktu. Öğretmen otuzlu yaşlarının henüz başındaydı. Ama Eva daha on yedi yaşındaydı. Eva’nın daha hayat hakkında fikri yoktu. Baba, isteyip istemediğini soruyor kızına. Utangaç ve mahcup Eva cevap veremiyordu. Annesi, kızının istediğini anlıyordu. Eva birden salondan dışarı çıkıyor annesiyle beraber. Öğretmen ve baba baş başa kalıyorlardı salonda. Baba, “Kadınlar. Onları fazla ciddiye alma” diyor Öğretmene. Eva’nın evden ayrılmasının işine geldiğini söylüyor baba. Besleyecek çok mide vardı. Bir yandan da her şey çabuk ilerliyordu. Öğretmeni tanımıyorlardı. Kasaba kuaförü, Eva’yı çırak olarak almayı kabul etmiş. Orada farklı insanlarla tanışabilecekti. Evlenmeye Eva’nın karar vermesi gerekiyordu. Bir yıl süre veriyordu baba. Sonra yine konuşuruz, diyor Öğretmene. Babanın dediği gibi olmazsa bu iş bitecekti. El sıkışıp anlaşıyorlar. Baba giderken, Eva’yı yanına göndereceğini söylüyor baba vedalaşmaları için. Bir yıl çabuk geçerdi, ama ya çıkacak dünya savaşı? Baba salondan çıktıktan sonra Öğretmen düşünceler içinde yalnız kalıyordu bir an. Sonra Eva geliyor. Babası onunla konuşmuş. Utangaç Eva ona, “Efendim” diyordu hep. Bir yıl Eva için uygun muydu? Ya Öğretmen için? Eva’nın eli Öğretmen’in eline uzanıyordu sonra. Bir yıl uzundu.

Kamera, gecenin içinde Martin’in odasına gidiyor sonra. Pencerenin gölgesi haç gibi duvara yansıyordu. Martin, “Adi uyanık mısın”, diye sesleniyor ardından. Uyanan kardeşine camdan bakmasını söylüyordu. Adi, bir yangın görüyor pencereden. Martin, mastürbasyon yapmasın diye kolları bağlanmış. Yataktan çıkamıyordu. Gusti’yi de uyandırıyordu gürültüleri. O da pencereden yangına bakıyor yatağından çıkarak. Martin, kendisini çözmelerini istiyor onlardan. Çözmek zorunda kalıyorlar. Anneleri geliyor odaya gaz lambasıyla. Yangın çıktığını söylüyorlar. Babaları gitmişti yangın yerine. Klara, Margaret ve Annchen de oda kapısına geliyorlardı. Arazide yangın çıkmış. Anneleri, çocuklarına uyumalarını söylüyor. Anne giderken, Martin’i yine bağlıyorlardı.

Ardından yanan ahşap ahır yansıyor. Yangını söndürmeye çabalıyorlardı. Kâhya’nın iki oğlu ve kızı pencereden yangını izlerken yansıyor ardından. Alevin, onların bulunduğu camın tarafından yansıması görünüyordu.

Gündüz. Karl kapıdan çıkarken yansıyor. Karl, ahırın kapısını açtığında babasının kendisini astığını görüyor. Çiftçi Felder intihar etmişti. Bir an babasının ölüsüne bakan Karl, hiç tepkisiz yüzüyle dışarıda karda oynayan kız kardeşlerine bakıyordu sonra. Ardından kapıyı örtüyordu. Eve dönüyor. Frieda mutfaktaydı.

Kamera sonra Doktorun muayenehanesine gidiyor. Gündüzdü. Ebe, Doktoru sevişmeye hazırlamak için çaba gösteriyordu. Çabası boşunaydı. Ebe artık Doktoru heyecanlandırmıyor muydu? Ondan da iğreniyormuş. Ebe ona ne yapmıştı? Ebe sadece pasaklı ve çirkindi Doktorun gözünde. Ruhsuzun biriydi ve nefesi de kokuyordu. Bu kimse için dünyanın sonu değildi. Doktor bu duruma devam etmek istemiyordu. Ebeyle sevişirken başka kadınları düşünmeyi denemiş. Güzel kokan birini, genç ve enerjik olanı, ama hayal gücü bunun üstesinden gelememiş. Sonunda sevişmenin ardından yine Ebe oluyordu. Ebenin de söyleyecekleri vardı bu nezaketsiz sözler için. Doktor bu kadar adi olduğu için çok mutsuz olmalıydı. Ebe de çekici olmadığının farkındaydı. Kötü nefesi ülseri yüzündendi. Bu geçmişte Doktoru rahatsız etmiyordu. Bu durum her zaman tiksindirmiş Doktoru. Karısı Julie’nin ölümünden sonra acılarını biriyle dindirmesi gerekiyormuş. O da Ebe idi. Bir inekle bile beraber olabilirmiş o an. Hayat kadınları da uzaklardaydı. Yaşlansa da iki ayda bir sevişmek ona yetmiyormuş. Ebeye bir kurban gibi davranmaktan vazgeçmesini de söylüyor Doktor. Ama Doktor neden şimdi tüm bunları ona söylüyordu? Hastanede, ne kadar sıkıcı biri olduğunu unutmuş Ebenin. İnsanlar acılar içindeyken de hassaslaşıyorlardı. Ebenin gururu yok muydu? Ebe, “Senin yanında ona yer kalmıyor” diyor. Ebe tehdit eder gibi konuşuyor sonra. Ya aptalca bir şey yaparsa, ne olacaktı? Doktor, onu neden hor görüyordu? Oğlunu büyütmeye yardım ettiği için miydi? Doktorun kızını parmaklarken de görmüş Ebe. Öfkelen Doktor, Ebeyi tokatlıyor birden. Kendisini kandırmasında yardım ettiği için miydi bunlar? Ebenin çok sorusu vardı. Ebeyi kovsa da tüm o pis işleri kim yapacaktı? Kim çocuklara bakacaktı? O da yorulmuştu. İki engelli çocuğu vardı. Biri Karli, diğeri de Doktordu.

Gündüz. Kamera uzaktan, üstünde tabut olan at arabasını yansıtıyordu. Çiftçi Felder’in cenazesi mezarlığa götürülüyordu. Az sayıda köylüyle Felder’in çocukları arabanın arkasından takip ediyorlardı. Frieda da vardı. Max da geliyordu sonra arabanın yanına. Karın kapladığı köy yansırken, yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Yılın son günlerinde havalar iyi gitmişti. Karlar parlaktı ve bakan gözleri acıtıyordu. Kamera karlı araziyi gösterirken, hiçbirinin, bu yeni yılın huzur dolu bir dönemin sonu olduğunu bilmediklerini söylüyordu ses. Önceden görülmeyen radikal değişikliklerle önemli olayların ortaya çıkacağından şüphelenmemişlerdi.

Sonra kamera Papazın evine gidiyor. Papaz çocuklarıyla beraber salondaydı ve Klara’nın saçındaki beyaz bandı çıkartıyordu. Yaşlı öğretmen, köyün huzurunu bozan garip olaylara rağmen, hepsi bu durumun Tanrı’nın arzusu olduğu ve yaşamaya değer olduğu konusunda aynı inancı taşıyorlarmış. Papaz, Klara’ya “İsa’nın bedeni ekmek ve şarap oldu” diyordu. Kabul töreninin hazırlık kısmının kızına, mutluluk ve zenginlik getirmesini diliyordu Papaz. Sonra da Martin’i banttan kurtarıyordu. Martin, genç vücudunun cezbediciliğine teslim olmasını engelleyen gece bağlarından da kurtulacaktı. Çocuklarına kazançlı ve mutlu bir yıl diliyordu Papaz.

Artık bahardı. Yaşlı öğretmenin sesi duyulurken, Barones atlı arabadan iniyordu. Dönmüştü. Yaşlı öğretmen, Paskalyadan kısa bir süre önce, Nisan ayının son haftasında Baronesin çocuklarıyla döndüğünü söylüyordu. Yanında da yeni bir dadı varmış. Eva’nın buraya dönebileceği gizli umudu da bozulmuş. Yeni Dadı (Sara Schivazappa) İtalyan bir kadınmış. Sigi, Kâhyanın oğlu Ferdinand’a seslenirken, Kâhya’nın malikânesi yansıyordu ardından. Dadının ricasıyla Sigi’nin Ferdinand’ın yanına gitmesine izin veriyordu Barones. Onlar içeri girdikten sonra Baron, yukarı kattan inip özlediği karısına sesleniyordu. Kamera içeri girmiyordu. Dadı kapıya çıkıp Sigi’ye İtalyanca sesleniyordu sonra.

Ardından sınıf yansıyordu. Klara, elma yerken sınıfın kapısındaydı. Papaz ve Öğretmen sınıfa geliyorlar. Papaz, çocukların yaramazlığını önleyemediği için Klara’nın kulağında tutup sınıfın arkasına götürüyor. Klara’yı cezalandırıyordu. Teoloji dersi vardı. Küçük öğrenciler çıkarken, biraz daha büyük öğrenciler sınıfta kalıyordu. Dua etmeye başlıyorlar sonra Papaz eşliğinde. Kamera, Papazın arkasına geçtiğinde, yüzü duvara dönük Klara görünüyordu derinlikte. Sınıfta Anni de vardı. Papaz, “Göklerdeki Babamız, adın kutsal kılınsın” diyordu. Tanrı’nın egemenliği, gökte olduğu gibi gelsin, diyor Papaz. Yeryüzü de Tanrı’nın istediği gibi olmalıydı. Papazın, “Bize gündelik ekmeğimizi ver, bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, sen de bizim suçlarımızı bağışla” diye devam ediyordu. Duadan sonra, bugünün kendisi için üzüncü gün olduğunu söylüyor Papaz. Sonra da birkaç hafta içinde onların kabulünü kutlamak istediklerini söylüyor. Aylardır onlara Tanrı’nın buyruklarını öğretmeye çalışmış. Sorumlu birey oluşturmaya çalışmış. Bugün karşılaştığı neydi? Sadece bağıran maymunlarla karşılaşmış. Kendisi için kötü olansa öz kızının bu acınası durumda başrolü oynamasıydı. Kızının saçına taktığı beyaz banttan söz ediyor ardından. Beyaz, masumiyetin rengiydi. O bandın Klara’nın günahlardan uzak durmasında, bencillikten, kıskançlıktan, ahlaksızlık, yalan ve tembellikten kurtarması gerekiyordu. Yılın ilk günlerinde yeterli olgunluğa eriştiğini ve o banda gerek duymadığını düşünmüş. Bu toplumun ruhani lideriydi o. Klara birdenbire yere yığılıyordu babası konuşurken.

Gece Doktorun evinde Rudi merdivenlerden inerken yansıyordu sonra. Ablası Anni’ye sesleniyordu. Dışavurumcu ışık düzenlemesiyle mekân kasvetliydi. Işığı yanan salona gidiyordu Rudi. Salona gittiğinde kamera dışarıda kalıyordu bir süre. Salondan çıkan Rudi, Anni’yi bulamayınca merdivendeyken bir ses duyuyordu. Sonra sesin geldiği tarafa gidiyordu. Babasının muayenehanesinin kapısını açtığında, babasıyla ablasını uygunsuz vaziyette görüyordu. Doktor, kızına cinsel taciz yapıyordu. Rudi uyuyamıyordu. Uyandığında Anni’yi göremeyince aramaya çıkmış. Rudi’ye, “Babam kulaklarımı deliyordu” diyordu Anni. “Gül Paskalyası” için annesinin küpelerini takacakmış. “Stieg Ostern” denilen “Rose Easter”, yani “Gül Paskalyası”, Almanya’da her yıl Nisan ayı içindeki bir pazar günü “Paskalya Pazarı” (Ostersonntag) ismiyle kutlanıyordu. Bazı yıllar mart ayı içine de denk geliyordu bu kutlama. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra dirilişinin kutlanmasıydı bu.

Sonra kamera, Papazın evine gidiyordu. Klara’nın üzerinde geceliği vardı. Klara, babasının çalışma odasına gelerek masasında makası alıp kafesteki kuşa yönelirken, yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Klara’yı zayıflatıp ateşini yükselten ve herkesi korkutan bayılma olayından birkaç gün sonra at arabasını yeniden ödünç alabilmek için Paskalya öncesi Kâhyayı görmeye gitmiş. Öğretmen Kâhya’nın malikânesindeydi. Evlenme teklifi ettiği Eva, her hafta mektup yazıyordu. Eva şehirde bunalmış mıydı? Onu görmeye gelmesini mi istiyordu? Papazla da kabul seremonisini de halletmesi gerekiyormuş Öğretmenin. Cumartesi gidip pazar günü dönmek istiyordu. Kâhya, kereste fabrikasına gitmiş. Öğretmen, salonda pencereden dışarı bakıyordu. Sonra ses duyuyor. Erna bebekle ilgileniyordu odada. Öğretmen içeriye giriyor sonra. Beşiğindeki bebeğe bakarken Erna’ya, “Onu seviyor musun”, diyor Öğretmen. Çok seviyordu Erna. Sonra Öğretmen Erna’ya, “Söylendiğine göre bebek geçen kış hastalanmıştı” diyor. Erna da “Tanrı’ya şükür doktor bebeği iyileştirdi” diyor. Öğretmen odadan çıkarken Erna, hayallerin gerçek olabilir mi, diye soruyor Öğretmene. Durumlara bağlıydı. Ama hangi durumlara? Çok çalışırsa sınıfta birinci olabilirdi. Ama Erna bunu demek istememişti. Eğer rüyasında bir şey görürse, bu gerçek olur muydu? Erna rüyasında ne görmüştü? Rüyasında Karli’yi görmüş. Onun başına kötü bir şey geleceğinden korkuyordu Erna. Bilmiyordu, ama Sigi’nin başına gelen bir şey gibiydi. Erna, Karli’nin çok tatlı ve kimseye zararı olamayan bir çocuk olarak görüyordu. Öğretmen bunun rüya olduğunu söylüyordu ağlayan Erna’ya. Rüyalar gerçek olmaz da diyordu Öğretmen. Ama bazen Erna’nın rüyaları gerçek oluyormuş. Geçen kış bebek Gustl hastalanmadan önce, kardeşinin onun penceresini açtığını ve bu yüzden Gustl’un öldüğünü görmüş. Sonrasındaysa onun penceresi açıktı ve hastalanmıştı.

Ardından kamera Papazın evine gidiyor. Çalışma odasına gelen Papaz, masasının üzerinde ölü kuşu görüyordu. Makas da oradaydı.

Sonra at arabasıyla Öğretmen ve Eva yansıyor genel çekimle. Yaşlı öğretmen yine anlatıyordu. Kendisiyle görünmekten kaçındığı için, Eva’yla tren istasyonunda buluşacaklarmış. Eva, davranışları hakkında ailesine bilgi veren kuzinleriyle beraber yaşıyormuş. Tarlaların kenarından gidiyorlardı. Eva zayıflamıştı, ama daha hoş olmuştu. Utangaçlığı ve çocuksuluğu ile bir kez daha büyülenmişti Öğretmen. Eva, bütün gün saç süpürüyordu. İkizler daha iyi olmasına rağmen şikâyetçi değildi. Öğretmen onun kendisine ilgisini bile sınıyordu. Elbette Öğretmen’i özlüyordu Eva. Sonra başını Öğretmen’in omzuna koyuyordu Eva. Yeni dadıdan da haberi vardı. Hep İtalyanca konuşuyormuş. Öğretmen onu, ormanın içindeki göle götürüyordu piknik yapmak için. Eva birden tedirgin olup oraya gitmek istemiyordu. Öğretmen’in kendisiyle sevişmek istediğini mi düşünmüştü? Yoksa başka bir şey miydi? Göle götürmediği için teşekkür de ediyordu Eva. Ardından dudaklarını Öğretmen’in dudaklarına uzatıyordu Eva. İlk öpücüktü bu.

Sonra kilise yansıyor. “Kabul Günü”nde, sınıfta dua ettiği öğrencileri kutsuyordu Papaz. Şarap ve ekmek sunuyordu. Şarap, Yeni Ahit’in kanıydı. Şaraptan bir yudum alan çocuğa, onun günahlarının affedilmesi için akıtıldığını söylüyordu Papaz. Sonra sıra Anni’ye geliyordu. Papaz, Klara’nın önüne geldiğinde bir an duruyordu. Ondan şüpheleniyordu. Ama bir yudum içirtiyordu şaraptan. Sonra sıra Georg’a geliyordu ardından.

Gece, ellerde meşalelerle ormanda aramaya çıkmış insanlar yansıyordu sonra. Karli’yi ağaca bağlı buluyorlar. Annesi de oradaydı. Karli’nin yüzü kanlar içindeydi. İşkence yapılmıştı. Karli’nin üzerinde bir de not vardı. Notta, “Çünkü ben Tanrı Rab, kıskanç bir Tanrıyım” diyordu. “Kendinden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaktan sorarım” diye devam ediyordu nottaki yazılar.

Gündüz. Georg yansırken, yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Engelli bir çocuğa yapılan bu iğrençlikten sonra Baron bölge polisine başvurma düşüncesini kabullenmiş. Birkaç gün sonra da iki sivil kıyafetli polis gelmiş. Suç mahallerini incelemişler ve insanları sorgulamışlar. Sonra sınıf yansıyor. Polis dedektifi (Michael Schenk) sıranın üzerinde otururken, daha genç olan polis dedektifi (Hanus Polak, Jr), Erna’nın karşısındaydı. Öğretmen de sınıftaydı. Yaşlı öğretmen, Karli’nin gördüğü işkenceyi öğrendikten sonra Erna’nın kendisine anlattıkları aklına gelmemiş. Hatırladığındaysa bunu polis dedektiflerine anlatmaya da çekinmiş. Böyle bir tesadüf Kâhyanın ailesinin itibarını ve içsel huzurunu bozabilirdi. Karli, gördüğü işkencelerle görme yetisini kaybedebileceğini öğrendiğinde, Erna’nın rüyasını dedektiflere anlatmasını sağlamış Öğretmen. Dedektiflere, bunu rüyasında gördüğünü söylüyordu Erna. Sonra diğer dedektif karşısına oturuyor gerçeği söylemesi için. Çocuğa işkence planlarını ona kim anlatmıştı? Sonra Öğretmen, Erna’nın daha önce de gerçekleşmiş rüyaları olduğunu söylüyordu dedektiflere. Öğretmen, aile meselesiydi diyordu. Dedektif, Erna’nın falcı olduğunu ve düşündüklerinden daha şanslı olduklarını söylüyor ironi yüklü kelimeleriyle. Erna ağlıyordu. Dedektif öfkeliydi. Dedektif, cadılara ve büyücülere inanmadığını söylüyordu. Erna gibi bir veledin halüsinasyonlarına da hiç inanmıyordu. Erna’nın masum olduğunu ortaya çıkartana kadar bu işi bırakmayacaktı dedektif. Dedektif, Erna’yı ailesine götürürken Öğretmen’in de gelmesini istiyordu. Dedektif kapıyı açınca, kapının önünde çocukları görüyor. Neden kulak misafiri oluyorlardı? Klara, Öğretmen’in ziyaretçileri olduğunu gördüklerini söylüyordu gülerek. Karli’nin durumunu merak etmişlerdi.

Sonra yataktaki Karli yansıyordu. Doktor, Karli’nin gözlerini sargı beziyle bağlıyordu. Karli’nin canı yanıyordu. Karli, Doktorun elini tutuyor birden. Babası gibi mi hissetmişti? Ebe de oradaydı. Ardından orman yansıyor. Ferdinand, Georg ve Sigi ormandaydılar. Düdük yapıyorlardı. Sigi, ağaç dalından yapılmış düdüğü çalıyordu. Georg ve Ferdinand’ın gözleri birden Sigi’ye takılıyordu. Georg, Sigi’nin düdüğünü alıp, çocuğu göle itiyordu aniden. Ferdinand da suya girip Sigi’yi çıkartıyordu.

Ardından kamera Papaz’ın evine gidiyor. Papaz, çalışma masasındaydı. Kapı çalıyor. Gelen Gusti’ydi. Elinde kafes vardı. Kafesi babasının masasına bırakıyordu Gusti. Öldürülen kuş “Peepsie”nin yerine getirmiş. Babasını üzgün görüyordu Gusti. İnce ruhlu bir çocuktu Gusti.

Hemen ardından kamera pencereden dışarısını yansıtıyor. Kâhya, eve geliyordu. Pencereden bakan Georg’du. Sonra masasına geçip dersine çalışıyordu Georg. Odaya babası giriyor ve düdüğü istiyordu Georg’dan. Babasını ona tokat atıyor düdüğü vermesi için. Georg’u tekmelerken, Emma da dehşet içinde bu ana tanık oluyordu. Kâhya giderken, karısı da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Şimdi Baronun yanına gitmesi gerekiyordu. Kapıdan çıkarken düdük sesi duyuluyor üst kattan. Kâhya elinde demir çubukla yukarı çıkarken, kamera da aşağıda kalıyordu bu anda.

Ardından kamera Baronun malikânesine gidiyor. Baron ve Barones akşam yemeklerini yiyorlardı. Baron, Ratenow’daki huş ağaçlarından söz ediyordu. Malikâneyi geliştirmeyi düşünüyordu Baron. Yeterince yatak yoktu. Çocuklar da vardı. Ama Barones kalmayacağını söylüyor Barona. Çocuklarını alıp gidecekti yine. Baron’un ismi Armin’di. Bunu anlaması zor değildi. Bu köy güvenli değildi. Ona karşı dürüst olmak için geri dönmüş Barones. İlişkilerine bir şans vermek içindi. Baron şansını kaybetmiş miydi? Barones çıkarken, Baron öfkeliydi. Sorunu öğrenmek istiyordu. O izin vermeden çıkamazdı salondan. Barones de mallarından biriydi sanki onun. Edoardo amcasının evindeyken birine âşık olmuş Barones. Lombardinili bir bankacıymış. Baronesle ısrarla flört etmiş. Çocuklara da düşkünmüş. Onun sayesinde Sigi hayat enerjisine kavuşmuş. Buna rağmen geri dönmüşler. Çünkü kendisini Barona bağlı hissediyormuş. Ama buraya, bu köye dayanamıyormuş. Kendi gibi bir bayanın da Baronla yaşamak heyecan verici de değildi. Ayrılınca artık çocuklar kötülük, kıskançlık, ilgisizlik ve gaddarlığın hüküm sürdüğü bir çevrede büyümeyeceklerdi. Sigi’nin düdüğü son olaydı. Barones bunları söylerken, Baronun aklında bir şey vardı. Onunla yatmış mıydı? Onunla yatmamıştı. Baron buna inanmalı mıydı? Aşağılanmış gibi hisseden Barones salondan çıkarken, Kâhya geliyordu. Onlar dışarı çıkarken, kamera Baronesle kalıyor içeride. Barones kadehine içki dolduruyor sonra. Baron geliyor. Arşidük Ferdinand’a Saraybosna’da suikast düzenlenmiş. Arşidük Franz Ferdinand, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun varisiydi. 28 Haziran 1914’te suikasta kurban gitmişti. Suikastı düzenleyen Sırp milliyetçisi Gavrilo Princip’ti. Suikastta Arşidük’ün hamile eşi Sophie de ölmüştü. Bu olay, I. Dünya Savaşı’nı başlatacaktı. Savaş, 28 Temmuz 1914’te başlayıp, 11 Kasım 1918’de sona erecekti.

Ağaçlarına arasından uzaktaki köy yansırken, yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Haber köye hızla yayılmıştı. Sonuçlar ne olabilirdi? Öncelikle “savaş” kelimesi ciddi biçimde yalanlanmış. Ardından ekin tarlaları yansırken, bu kelime açığa vurulduğu an, düşüncelerinin merkezine yerleşmiş. Öğretmen, savaş çıkarsa Eva’yla yapacakları konusunda konuşmak üzere bir an önce kasabaya gitmek istemiş. Belki babası erken evliliğe razı gelebilirdi. Daha önce Eva’nın kullandığı bisikleti ödünç almak için Baronesten izin istemiş. Cuma bisikleti almaya gittiğinde, garip bir olay olmuş. Ebe Kâhyayla tartışıyordu. Ebe, Öğretmeni görünce yanına geliyor. Bisikleti ondan ödünç istiyordu. Kasabaya gidecekti. Kâhya at arabasını vermemiş. Ebe polise gidecekti. Tüm bu suçları kimin işlediğini biliyormuş. Ebe bildiklerini sadece polise anlatacaktı. Oğlu, bunun kimin yaptığını söylemiş. Bisikleti veriyordu Öğretmen. Yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Bunu kabullendiği için üzülmüştü. Genelde aklı başında olan Ebenin şimdiki durumu kendini daha da çok üzmüş. Anlatmaya cesaret edemediği ne gibi şey öğrenmişti Ebe? Malikâneden köye dönen Öğretmen konuyu araştırmaya başlıyordu. Ebenin evine geldiğinde Klara’nın pencereden baktığını görüyordu Öğretmen. Martin de oradaydı. Karli’yi merak ediyorlarmış. Ebeyi bisikletle giderlerken görmüşler. Oraya Geog da geliyordu. Bir yerden geliyormuş gibiydi. Öğretmen çocukları yolladıktan sonra, “Ebenin panjurları neden kapattığını merak ettiğini söylüyordu yaşlı öğretmenin sesi. Köyde hiç kimse evlerini kilitlemezmiş. Karli neden içeride kilitliydi? Öğretmen, Karli’ye sesleniyordu sonra. Erna’nın gördüğü rüya aklına gelmiş. Ya Erna bunu rüyasında görmedi, ama bir şekilde önceden işkence yapılacağını biliyorduysa? Ona kim anlatmıştı? Kimi ihbar etmemiş olabilirdi? Çocukların, Karli’ye olan ilgileri de Öğretmene tuhaf gelmişti. Normalde bunun engelli hali yüzünden onunla temas kurmazlar ve hor görürlermiş. Ebe bakamadığı durumlarda, Karli’yi Öğretmene veya Doktora emanet edermiş. Öğretmen oradan ayrılıyor sonra. Hemen yandaki Doktorun evine gidiyor Öğretmen. Muayenehanenin kapısında bir not vardı. Kapalıydı.

Öğretmen, sonra Papazın evine gidiyordu. Papazın karısı Anna evdeydi. Öğretmen, Martin ve Klara’yla konuşmak istiyordu. Anna, Öğretmeni salona alıyor. Martin ve Klara’yı yanına yollayacaktı. Öğretmen salonda etrafa bakınırken, Anna çocukları Klara ve Martin’i salona getiriyordu. Klara ve Martin’e, Doktorun Eichwald’dan ayrıldığını bilip bilmediklerini, soruyordu önce Öğretmen. Bilmiyorlarmış. Klara neden şaşırmamıştı? Annesinin anlattığını söylüyordu Öğretmene. Anni onlara bir şey söylememiş miydi? Martin, “Hayır” diyor. Öğretmen, bu yolculuğa çıktığını söylememesini garip buluyordu. Anni pek konuşmuyormuş. Öğretmen, çocukların kendinden bir şey gizlediklerinden şüpheleniyordu. Anlatmalarını bekliyordu. Karli’yi ararken, ondan ne istiyorlardı? Klar’a telaşla hemen cevap veriyordu. Ama Öğretmen soruyu Martin’e sormuştu. Karli iyi görünmüyormuş ve annesi gittiği için ziyaret edebileceklerini düşünmüşler. Sonra da Öğretmen, Karli’ye bunu kimin yaptığını merak edip etmediklerini, soruyor onlara. Ya da Sigi’ye? Doktoru tuzağa düşürmek için teli kim germişti? Ahırdaki yangını kim çıkarmıştı? Cevap yok muydu? Klara, merak ettiklerini söylüyor. Babaları, bunun yapanın rahatsız biri olduğunu söylemiş. Öğretmen, Sigi’nin Şükran Günü onlarla birlikte olduğunu söylüyor. Karli de her zaman onlara eşlik edermiş. Klara, “Anlamıyorum” diyor şaşkınlık geçiriyormuş gibi. Sonra da Martin’e doğru başını çeviriyor Klara. Ardından Öğretmen, “Ne yanlış yaptılar”, diye soruyor onlara. Sigi ve Karli için. Cezalandırılmışlardı. Erna, Karli’nin cezalandırılacağını önceden görmüştü. Peki nedendi? Öğretmen çocuklardan şüpheleniyordu. Hepsinden. Klara’nın da aptalı oynamasının farkındaydı. Klara, anne-babasıyla konuşmasını söylüyor Öğretmene telaşla. Karli’nin başına gelenler yaşanırken neredeydiler? Klara’da cevap hazırdı. Ya kabul töreninden sonra? Ona da cevabı vardı. Anneleri Anna yanlarına geliyor tepsiyle. Öğretmene kahve yapmış. Çocukların yardımı olmuş muydu? Öğretmen, bir şey bilmediklerini söylüyor Anna’ya. Öğretmen hemen gitmek istiyordu. Ebenin oğlu için endişeleniyordu. Papaz da geliyor.

Papazın çalışma odasına gidiyorlar. Ebenin, oğlunu bu haline getireni bildiğini söylüyor Öğretmen. Sadece polise anlatacağını da söylüyor Papaza. Karli’yi eve kilitlediğini de söylüyor Öğretmen. Sonra Papaz pencereyi örtüyor. Doktor ve çocukları da köyü terk etmişler. Anni okulda bir şey söylememiş Öğretmene. Sonra Öğretmen, Ebenin evine gittiğinde Klara, Martin ve diğer çocukların orada olduklarını da söylüyordu. Öğretmen, çocukların gizlediği bir şeylerden şüpheleniyordu. Doktor kaza geçirdiğinde çocuklar orada görülmüşler. Görünüşte Anni’ye yardım etmek için. Öğretmen bir şey hatırlıyor. Sigi bulunduğunda, olaydan kısa bir süre önce çocukların yanında olduğu ortaya çıkmış. Sonra Erna’nın Karli’nin dövüleceğini tahmin ettiğini söylüyor Öğretmen. Rüyasında gördüğünü söylemişti Öğretmene. Polis, Erna’nın yalan söylediğini düşünüyormuş. Erna bunu kimden öğrenmişti? İçlerinde kendi çocuklarının da olduğu öğrencilerin bu suçları işlediğini mi söylemeye çalışıyordu Öğretmen? Papaz bunu anlamıştı. Öğretmen başını sallayarak onaylıyordu. Papaz, “Sanırım böyle bir canavarlığı duyan ilk kişiyim” diyor Öğretmene. Diğer insanlara bu hikâyeyi anlatarak rahatsız ederse, bu saygın aileleri ve çocuklarını rahatsız ederse toplum önünde açıkça suçlanacaktı Öğretmen. Bu tehdit ve uyarıydı. Örtbas etmeydi. Papaz, her zaman da sözünü tutarmış. Öğretmen hapse bile girermiş. Papazlık işinde birçok şey görmüş, ama böyle iğrenç bir ithamı ilk defa işitiyormuş Papaz. Sonra da Öğretmene hasta ruhlu olduğunu söylüyor. Böyle düşünmek sapkınlıktı Papaza göre. Çocuklar “masum” idi hep. Papaz, Öğretmeni suçlamaya başlıyor. Sakin görünümü altında kaybolup gideceğini düşündüğü itibarının kaygısı hissediliyordu. Gözlerinin ardında onun da şüphe vardı, ama dili başka konuşuyordu. Ama bastırdığı şüpheydi bu. Öğretmenin durumunu yetkililerle konuşacakmış Papaz. Sonra da Öğretmeni kovuyor oradan.

Sonra Öğretmen, Kâhyayla Ebenin evine geliyor. Kâhyanın karısı Emma da yanlarındaydı. Ebe daha dönmemişti. İki gün sonraydı. Yaşlı öğretmenin sesi duyuluyordu. Sabaha kadar beklemiş ve iki gün sonra da Baronu bilgilendirmiş. Baron, Kâhyanın Ebenin kapısını açmasını söylemiş. İçeri giriyorlar. Öğretmen, Ebenin evine ilk defa geliyordu. İzinsiz girdikleri için de rahatsızdı. Durum tuhaftı. Evde Karli’yi ararlarken, bu arayışlarının boşuna olduğunu biliyormuş Öğretmen. Herkes, Ebenin çocuğuna düşkün olduğunu biliyormuş. Yaralı Karli’yi asla yalnız bırakmazdı.

Gündüz. Kamera, genel çekimle dışarıdan kiliseyi yansıtıyor sonra. Yaşlı öğretmen anlatıyordu. Birkaç hafta geçince köyde de dedikodu çoğalmış. Bazıları, Doktorun Karli’nin babası olduğunu iddia etmişler. Doktor ve Ebe, ilişkilerinin ortaya çıkmasın diye çocuğu anne karnında düşürtmeye çalışmışlar. O da bu yüzden engelli doğmuş. Kamera, kiliseden biraz daha uzaklaşıyor sonra. Bazıları, Doktorun karısının da ölümünün şüpheli olduğunu söylüyormuş. İkisi de bu ölümden sorumlu olabileceğini bile iddia ediyorlarmış. Sonra kamera açı değiştirerek çok genel çekimle uzaktaki kiliseyi yansıtırken, yaşlı öğretmen, potansiyel katil olan Doktor ve Ebenin diğer suçları da işlemiş olacağıymış. Köylüler tüm suçları Doktor ve Ebenin üzerine yıkarak, kendi çocuklarını aklamışlardı. Ardından kamera, yanan ahırın içinden Baronun malikânesini yansıtırken, yaşlı öğretmen de, Avusturya’nın Sırbistan’a 28 Temmuz’da savaş ilan ettiğini söylüyordu. 1 Ağustos Cumartesi günü Almanya da Rusya’ya, sonraki pazartesi günü de Fransa’ya savaş ilan etmişti.

Savaş ilanından sonraki pazar günü tüm köy halkı kilisedeki ayine katılmış. Yaşlı öğretmen yine anlatıyordu. Kamera, kilisenin içinden tek açı ve çekimle yansıtıyordu insanları. Genel havada umut ve ayrılık hissiyatı hâkimmiş. Şimdi her şey değişecekti. Eva’nın babası, yaklaşan savaş ışığında kızını evine geri almış. Sonra da kızıyla beraber, müstakbel damadının yaşadığı Eichwald’a gelmiş. Çok sevdiği Eva’ya “Karım” diyebilecek olması, bunu bayram yerine döndürmüş. Papaz, bir daha o konuşmalarından bahsetmemiş. Tehdidi de gerçeğe dönüşmemiş. 1917’de askere çağrılmış. Babası kendi savaştayken vefat etmiş. Savaş sonrası, babasının evini satmış. Parayla da terzi dükkânı açmış. Eichwald’ın köylülerini de bir daha görmemiş. Sonra koronun söylediği ilahi duyulurken, görüntü de yavaşça kararıyordu.

Haneke usta, bu filmi için, “Şiddetin her türünün kökeni (dini, siyasi ve doğal) hakkında” demişti. Bu toplum Nazileri böyle yaratmıştı içinden. Alman Protestanlık ruhunun bu diktatörlüğünün ortaya çıkmasında bir rolü var, diyor Haneke usta. Naziler, avenjelik değillerdi. Avenjelikler, Yahudileri dışlamıyordu. Bununla beraber Alman ruhu, karamsar ve karanlık dehlizlerin ortasındaydı daima. Bu kültürel genler onları kadere benzer bir melodramın içine itiyordu sürekli. Film bittiğinde, suçluların sadece çocuklar olmadığını hissettiriyordu usta. Bu derin melodramı anlamak gerekiyordu önce.

 

“Aşk…”

Michael Haneke ustanın, Paris’te geçen 2012 yapımı “Amour-Aşk”, baştan sona bir iç mekân filmiydi. Paris, sadece pencereden göründüğü kadar yansıyordu. Les Films du Losange-Wega Film’in sunduğu filmin senaryosunu da yönetmen yazmış. Fotoğrafları yansıtansa büyük kameramanlardan Darius Khondji’ydi. “Aşk”, 2013’teki 85. Akademi Ödülleri’nden “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar kazanmıştı. “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen”, “En İyi Kadın Oyuncu” ve “En İyi Özgün Senaryo” dallarında da Oscar’a aday olmuştu bu film. 2013’teki 38. César Ödülleri’nde de tam yedi ödül almıştı. “Aşk” filmi, Aralık 2012’de gösterime çıkmıştı ülkemizde.

1930 doğumlu oyuncu Jean-Louis Trintignant, Fransız sinemasının büyüklerinden. Costa-Gavras'ın Yunanistan’daki cuntayı anlattığı 1969 yapımı “Z-Ölümsüz” filmiyle oyunculuğunun üst noktasına çıkmıştı. Bu filmdeki rolüyle Cannes’da oyuncu ödülü de almıştı. Onun, 1966’da Claude Lelouch’un aşka adanmış siyah-beyaz “Un Homme et Une Femme-Bir Kadın, Bir Erkek”, Bernardo Bertolucci’nin 1970’te burjuvazinin faşizmle uzlaşmış ruh hastalığını gösteren “Il Conformista-Konformist”, Pierre Granier-Deferre’in 1973’teki “Le Train-Lekeli Güneş”, Michel Deville’in 1974’teki “Le Mouton Enragé-Çapkın Tilki”, Jacques Deray’in 1975’teki müthiş polisiyesinde Alain Delon’la oyunculuk gösterisi yaptığı “Flic Story-Öldürmek Arzusu”, Roger Spottiswoode’un 1983’te El Salvador’daki Sandinist devrimine bakan “Under Fire-Ateş Altında”, Krzysztof Kieslowski’nin Fransız bayrağındaki renklerinden yola çıkarak çektiği üçlemesinden 1994’teki “Trois Couleur: Rouge-Üç Renk: Kırmızı” filmlerinde de unutulmaz oyunculuklar sunmuştu. Emmanuelle Riva, en çok Alain Resnais ustanın 1959 yapımı siyah-beyaz “Hiroshima, Mon Amour-Hiroşima, Sevgilim” filmiyle belleklere yerleşmişti. Riva, 24 Şubat 1927’de Fransa’nın doğusundaki Chenimélil’de doğdu. Strasburg yakınlarında bir yerdi burası. 27 Ocak 2017’de Paris’te vefat etmişti. Riva, Belçikalı büyük şair-şarkıcılardan Jacques Brel’le de 1967’de karşılıklı oynamıştı “Les Risques du Métier-Öğretmenin Kaderi” filminde. Bu filmi André Cayatte yönetmişti. Ama onun oynadığı filmler ülkemizde fazla bilinmiyordu.

Siyah fon üzerinde düşen ön jenerik yazılarından sonra, polisler ve itfaiyeciler kapıyı kırıp içeri giriyorlardı. İçeride, tüm apartmana yayılmış bir koku vardı. Kokunun geldiği yatak odası her taraftan kilitliydi. Sivil polis (Laurent Capelluto), salondaki pencereleri açıyordu. Üzerinde koyu renk elbise olan yaşlı kadının, Anne’ın cenazesiyle karşılaşıyorlardı. Yastığın üzerinde de çiçekler vardı. Ardından filmin ve yönetmenin isimleri yazıyordu. Sonra da kamera, Champs-Elisées’deki konser salonunda Alexandre Tharaud’nun piyano resitalini yansıtıyordu. Yönetmen sahneden seyircileri gösteriyordu sadece. Orada, Georges (Jean-Louis Trintignant) ve Anne (Emmanuelle Riva) vardı. Georges ve Anne Laurent, seksenli yaşlarında bir çiftti. Geçmişte müzik öğretmeni olan Anne, öğrencilerinden biri olan ve şimdi ünlü bir piyanist Tharaud’ya Beethoven’ın “Bagatelle, opus 126-No. 2” piyano parçasını çalması için teşvik etmiş. Bu Alexandre için hayatının dönüm noktası olmuş. Paris’te 1968 yılında doğan piyanist Tharaud, Fransa'nın önemli müzisyenlerinden biriydi.  Tüm piyano tınılarını da Alexandre Tharaud çalıyordu filmde. Resitalde, Franz Schubert’in “Impromptu opus 90-No1” piyano için bestelediği müziği de çalıyordu Tharaud, ama kendisi görünmüyordu.

Resital sonrası beraber eve dönüyorlardı belediye otobüsüyle Georges ve Anne. Mutluydular. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Georges, dairenin kapısının kırık olduğunu fark ediyor. Bu anda insanın zihnine bir bulanıklık yaratıyordu yönetmen. İçeri hırsızın girdiğini düşünüyordu Georges. Apartmanda yakın zamanlarda da soygunlar olmuş. Sonra Georges, karısının ne kadar güzel olduğunu söylüyor. Seksenli yaşlarda da aşk devam ederdi. Kamera, holde tek çekimle yansıtıyordu bu anı. Anne pantolon giyinmişti, ama üzerinde açık renk kazak vardı. Paltosunu çıkartan Georges’un da üzerinde ceket vardı. Sonra yataktaydılar. Uyanan Georges, Anne’ın uyumadığını fark ediyordu. Sabah olduğunda beraber kahvaltı yaparlarken, Anne birden donuklaşıyordu. Georges, ıslak bezle onun yüzünü siliyordu hemen. Ne olmuştu birdenbire? Anne’ın yanından ayrılan Georges, giyinirken bir ses duyuyor. Mutfağa döndüğünde Anne’ı yine eskisi gibi sağlıklı buluyordu Georges. Karısı şaka mı yapıyordu kendisine? Anne da Georges’un neden böyle yüksek sesle konuştuğunu anlamıyordu. Georges’un centilmenliği gitmiş miydi? Georges da Anne’ın oyun oynadığını düşünüyordu. Georges, karısına, neden tepki vermediğini soruyordu, ama Anne dediklerini anlayamıyordu onun. Anne hiçbir şey hatırlamıyordu. Georges, doktorlarını aramak istese de Anne ne olduğunu anlamıyordu yine. Gece hol yansıyordu. Ardından kamera, yatak odasına gidiyordu. Sonra salon yansıyordu. Yönetmen, bir iç mekân filmi olan bu filminde, dairenin diğer taraflarını da gösteriyordu. Her şey burada geçecekti. En sonunda mutfağı gösteriyordu kamera. Masada hiçbir şey toplanmamıştı.

Georges ve Anne’ın kızı Eva (Isabelle Huppert) ziyarete gelmişti gündüz. Oturma odasıydı burası. Kamera, Georges’un koltuğunun arka tarafında tek çekimle bu anı yansıtıyordu. Georges, kızıyla salondaydı. Kendi sorunlarından söz ediyordu Eva. Dört günlüğüne Stockholm’e, sonra da Finlandiya’daki Kuhmo’ya gideceklermiş. Eşi Geoff, Kumho’yu çok sevmiş. Buralara gittikten sonra Londra’ya döneceklermiş. Georges, çocukların ne olacağını, soruyor Eva’ya. Liz yatılı okuldaymış, John da hayatını yaşıyormuş. John, babasına benzese de pek anlaşamıyorlarmış. John öğütlerden hoşlanmıyormuş. Ama, konservatuvarın son konserinde iyiymiş. Babası onu tebrik etmiş. John, sakin ve inatçıydı. Zamanla iyi olacağını söylüyordu Eva. Sonra Georges, “Ya sen”, diyor kızına. Kocasıyla küsmüşler. Babası bunu da duymuş. Yıllarca orkestralarında çalan bir kemancıya olan aşkının farkına varmış. Büyük faciaymış. Kız intihara bile teşebbüs etmiş. Bu Geoff’i korkutmuş ve pişmanlıklar içinde kendinsine geri dönmüş. Kocasını seviyor muydu? “Sanıyorum” diyordu Eva. Ardından Georges, Anne’ın ameliyatından söz ediyor. Anne çok korkmuş. Anne, her zaman doktorlardan korkmuş. Anne, ameliyat olmazsa ciddi bir felç geçireceğini söylemiş doktorlar. Kamera, açı değiştirip Georges’u önden yansıtıyordu şimdi. Georges’un da kan şekeri yükseliyormuş. Belki annesi için hemşire tutardı Georges. Belki de kendi bakardı. Çok şey yaşamışlardı beraber. Ama şimdi bunlar yeni şeylerdi. Eva da çocukluğundan bir şey hatırlıyordu. Eva içeri girdiğinde, onları çocuklar gibi sevişirken görmüş. Bu onu rahatlatıyordu. İkisi büyük âşıklardı onun için.

Sonra Anne için özel yatak hazırlanması yansıyor. Ardından Georges, dairenin kapısını açıyor. Hastaneden dönen Anne, tekerlekli sandalyeyle daireye dönüyordu. Sağlıkçı (Damien Jouillerot), üzerinde Anne olan tekerlekli sandalyeyi içeri sokuyordu. Diğer sağlıkçı (Walid Afkir), Anne’ın valizlerini getiriyordu. Kapıcı kadının kocası da (Ramon Agirre) oradaydı. Georges, sağlıkçılara para da veriyordu yardımları için. Sağlıkçılar gittikten sonra Georges kapıcıya, “Teşekkür ederim Bay Mery” diyor. Kapıcı, ihtiyaçları olduğunda aramasını söylüyor Georges’a. Şimdi baş başa idiler. Anne, oturma odasına gitmek istiyordu. Raflarda kitaplar da vardı. Anne, kendini tekerlekli sandalyeden alırken ne yapmasını da söylüyordu. Kadınlar her zaman tedbirliydi ve işi doğru yaparlardı. Ayrıntılar önemliydi. Anne’ı koltuğa oturtmayı başarabiliyordu Georges. Sonra, döndüğüne sevindiğini söylüyordu Georges. O da sevinmişti. Ondan bir söz istiyor Anne. Bir daha onu hastaneye götürmemesini istiyordu.

Georges sonra Anne’ı özel yatağına yatırıyor. Kamera, tek açıdan bu anları yansıtıyordu. Anne’a geceliğini de giydirmişti. Kocasına suçluluk hissetmemesini de söylüyor Anne. Bu, onun için de külfetti. Harnoncourt hakkında yazılan kitabı almış mıydı Georges? Nikolaus Harnoncourt (1929-2016), Avusturyalı ünlü orkestra şefiydi. Georges kitabı okumuş. Georges düzenliydi. Okuyunca yerine bırakmış. Kitabı Anne’a veriyor sonra. Anne, sağ tarafını kullanamıyordu. Felçliydi.

Kapıcı kadın (Rita Blanco), alışverişi yapmıştı. Mutfağa bırakıyordu aldıklarını. Kocası da suyu öğleden sonra getirecekti. Fişi ve artan paraları da bırakıyordu Bayan Mery. Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak kadını izlerken, Georges da çerçeveye giriyordu. Kadın giderken, karısının dönmesine sevindiklerini söylüyordu. Ardından Georges, pencerenin önünde sigara içiyordu. Anne, onu çağırıyor. Anne, hâlâ “lütfen” diyordu Georges’a. O bir hanımefendiydi. Anne tuvaletteydi. Şimdiyse yataklarındaydılar. Georges uyumuyordu. Gündüz olduğunda masada yemek yiyorlardı. Georges, Anne’ın tabağındaki etleri bıçakla ufalıyordu. Sonra Georges, iki âşığın hikâyesini anlatıyordu Anne’a. Evlenemeyen, ama soylu duygulardan ötürü birbirlerine duydukları aşktan vazgeçen soylu bir adamla, alt orta sınıftan bir kızın aşkını anlatıyormuş bu sıradan hikâye. Filmi tam hatırlayamasa da sarsılmış Georges. Sakinleşmek için zamana ihtiyacı varmış. Büyükannesini ve yaşadığı evi de hatırlıyordu Georges. Büyükannesinin avlusundan geçerken, penceredeki bir genç adam nereden geldiğini sormuş. Ondan birkaç yaş büyükmüş. “Sinemadan” demiş. Büyükannesi, sinemaya tek başına gitmesi için para vermiş ona. Filmi tüm duygu yoğunluğuyla ona anlatmış Georges. Gözlerinden yaşlar gelerek, o tüm dramı. Şimdi filmi hatırlamıyordu, ama hissettiklerini hatırlıyordu Georges. Ağladığı için utansa da bütün duygularını ve gözyaşını geri getirmişti. Anne, bunu niye daha önceleri anlatmadığını, soruyordu Georges’a. Ona anlatmadığı çok hikâyesi vardı Georges’un.

Sonra Georges, yatağında Anne’a egzersiz yapıyordu. Günleri böyle geçiyordu. Şimdi de oturma odasındaydılar. Anne kanepede uzanmış dergiyi okurken, Georges da koltuğunda gazetesini okuyordu. Anne, dergideki falını okuyor Georges’a. Falda, motto enerjinin yüksek olduğunu yazıyormuş. Aşka ihtiyacıysa, kaliteli sohbetmiş. İş motivasyonu da yüksekmiş. Sağlıksa, egzersiz yaparak gevşemekmiş. Georges saçmalık olarak görüyordu bunu. Anne bunlara inanıyorsa kendinden başkasını suçlamamalıydı. Georges, ertesi gün Pierre’in cenaze töreni olduğunu söylüyor Anne’a. İstemese de gitmek zorundaydı. Sonra Anne, hastaneye gittikten sonra Jeanne’la konuşup konuşmadığını soruyordu Georges’a. Anne’ın durumuna inanamamış.

Zaman geçiyor. Elinde şemsiyesiyle dairenin kapısını açan pardösülü Georges içeri girerken yansıyor. Anne’ı holde yerde otururken görüyor birden. Tekerlekli sandalyeye bindiriyor Anne’ı. Georges’a neden erken geldiğini soruyor Anne. Yağmur yağıyordu. Holün penceresini örten Georges, Anne’ı oturma odasına götürüyordu. Yüzünde mutsuzluk ifadesi vardı. Anne’a, “Sürpriz yapma konusunda üstüne yok” diyor. Anne’ın aklında sadece eve neden erken geldiği, sorusu vardı. Anne, cenazeyi merak ediyordu. Anne’ın karşısında koltuğa oturan Georges, “Tuhaf” diyordu. Rahip aptalın tekiymiş. Ölen Pierre’in arkadaşını da eleştiriyordu. Utanç verecek derecede dokunaklı bir konuşma yapmış. Eski sekreteri küçük teyple gelmiş ve Beatles’ın “Yesterday” şarkısını çalmış. Pierre’in torunları da oradaymış. “Urna”, büyük bir kasnağa oturtulmuş. “Urna”, Antik Roma’dan gelen, kilden ve tunçtan yapılan bir vazoydu. Ölülerin külleri veya su konuyormuş içine. Yağmur yağıyormuş. “Urna”yı küçük çukura götürmek için sonsuza kadar yavaş ilerlerken, çoğu insanı gülme tutmuş. Pierre’in eşi Jeanne için korkunç olmalı, diyordu Georges. Sonra Anne, “Yaşamaya devam etmenin anlamı yok, işte olan bu” diyor Georges’a. Durumu daha da kötüleşebilirdi. Neden bunun hem kendisine hem de Georges’a acı vermesine izin verecekti? Georges’a yük olduğunu düşünüyordu. Anne’a, “Kendini benim yerime koy” diyor Georges. Aynısı kendi başına da gelebilirdi. Anne da düşünmüş bunu. Ama düşüncelerle gerçekler ayrı yaşarlardı. Georges’un elinden geleni yaptığını biliyordu. Ama yine de devam etmek istemiyordu. Hem kendi hem de Georges’un iyiliği için. Anne, işi bitirmesini istiyordu sanki ondan. Georges ona inanamıyordu ve tanıyamıyordu. Anne, Georges’a yük mü olduğunu düşünüyordu? Aynı durumda Georges olsaydı? Anne, yatmak istediğini söylüyor sonra. Artık yorgundu. Georges da onu yatağına götürüyordu. Yataktaki Anne, kederler içindeydi.

Gündüz kapı çaldığında, kapıyı açan Georges karşısında piyanist Tharaud’yu (Alexandre Tharaud) görüyordu. Onları ziyarete gelmişti. Onu oturma odasına götürürken Tharaud, haziranda bir albüm kaydının olacağını söylüyordu. Bir yer ve bir piyano seçmesi gerekiyormuş. Bu yüzden Paris’e gelmiş. Oteli de buraya yakınmış. Georges, Anne’ın ve kendisinin konserden etkilendiğini söylüyor. Georges, oturma odasından ayrılıp Anne’ın yanına gidiyordu. Anne’ın değer verdiği öğrencisi gelmişti. Georges salondan çıktıktan sonra kamera, Tharaud’nun yanında kalıyordu. Sonra Georges kapıyı açıyor. Tekerlekli sandalyede Anne vardı. Anne onu gördüğü için mutluydu. Anne, onunla gurur duyduğunu söylüyor. Tharaud, CD’sini getirmeyi unutmuş acele çıktığı için. Anne satın almak istiyordu. Öğrencisine küçük katkı sunmak için. Tharaud, eski müzik öğretmeni Anne’a çok şey borçlu olduğunu söylüyor. Anne, çalması için Beethoven’ın “Bagatelle”ini Tharaud’ya vermiş. O zaman on iki yaşındaymış. Gençlik kibriyle “Neden Bagatelle” demiş. Tharaud, sağlığını soruyor sonra. Anne’ın sağ tarafına felç gelmişti. Anne, bu ziyaretin tadını çıkartmak istiyordu. Tharaud, Paris konserinden sonra çoğunlukla Londra’daymış. Kopenhag’da konser vermiş. Schubert çalmış. Bütün hayatı Schubert etrafında dönüyordu. Tüm sonata koleksiyonunu kaydetmek istiyormuş. Anne, eski öğrencisinden Beethoven’ın “Bagatelle”ini “G minor” çalmasını istiyordu. Tharaud, uzun zamandır “Bagatelle” çalmıyormuş. Orada piyano da vardı. Tharaud piyanonun başına oturuyor ve eski öğretmeninin istediği parçayı çalıyordu.

Anne, holde tekerlekli sandalyeyi kendi başına kullanmayı deniyordu. Georges da oradaydı. Zaman geçmişti. Sonra yatağında uzanmış yansıyordu. Johann Sebastian Bach’ın “Ich ruf zu Dir, Herr Jesu Christ” piyano tınısını duyuluyordu. Georges piyanoda çalıyordu. Gündüz olduğunda elektrikli süpürgeyle oturma odasında temizlik yapan kadın yansıyordu sonra. Banyoda da Georges, Anne’ın saçlarını yıkıyordu. Ardından Georges mutfakta yemek yerken ses duyuyor. Anne yatağından düşmüştü. Georges, Anne’ı yeniden yatağına yatırıyordu. Kendisini çağırmadığı için Anne’a kızıyordu Georges. Lamba da kırılmıştı.

Ardından banyoda dişlerini fırçalarken yansıyor Georges. Banyodan çıkarken, dolly kamera da geriye kayarak onu izliyordu. Kapı çalmıştı. Seslense de ses duyulmuyordu dışarıdan. Kapıyı açtığında da kimseyi göremiyordu. Koridora çıkıyor. Merdivenlerin orada inşaat malzemeleri de vardı. Dolly kamera, öne doğru kayarak Georges’u takip ediyordu. Burada kimse var mıydı? Georges yürürken, ayaklarını suyun içinde buluyordu. Koridoru su basmıştı. Arkasından bir el uzanıyor ve ağzını kavrıyordu. Nefessiz kalmıştı. Çığlık atıyor. Kâbus rüya görmüştü. Anne da uyanıyordu bu çığlıkla. Sabah olmuştu. Anne, ne olduğunu, soruyor Georges’a. Georges, cep telefonundaki kısa mesajı okuyordu Anne’a yatak odasında. Eva, yakında gelecekmiş. Geoff’la beraber geleceklermiş. Georges, Anne’ın ayakkabılarını giydiriyordu. Geoff’un gelmesini istemiyordu sanki Anne. Bu kötü durumu için yorumlara ihtiyacı yoktu. Geoff’un İngiliz espri anlayışını küçük dozlarda kaldırabilirdi Anne. Georges sonra Anne’ı holde yürütmeye çabalıyordu. Tekerlekli sandalye biraz uzaktaydı. Sonra oturma odasında Georges, müzik çalara CD yerleştiriyordu. Anne da yanındaydı. Tharaud’dan CD’yle beraber not da gelmişti. Anne’ı hasta görmek onu üzmüş. Anne bu sözlere içerliyordu ve Georges’dan müziği durdurmasını istiyordu.

Sonra mutfakta yemek yiyorlardı beraber. Anne, fotoğraf albümünü soruyor. Getirmesini istiyordu Georges’dan. Georges albümleri getiriyor. Siyah-beyaz ve renkli fotoğraflarda kendi tarihleri vardı. Sonra yatak odasında Georges gazete okuyordu Anne’a. İsrail’e dairdi haber. Anne uyumuştu. Georges ışığı kapattıktan sonra görüntü kararıyordu. Sabah olunca Georges, Anne’ı yatakta doğrulttuktan sonra yatağın ıslak olduğunu fark ediyordu. Sonra Anne’ı tekerlekli sandalyeye oturtuyordu Georges. Sonra Anne, tek başına banyoya doğru gidiyor tekerlekli sandalyeyi sürerek. Georges’dan utanmıştı.

Yatağında yansıyor Anne. Eva ziyarete gelmişti. Anne’a serum da bağlanmıştı. Annesine işle ilgili konuşuyordu tuhaf bencil bir ruh haliyle. Yatırımlarını apartman dairesine mi yapsalardı? Enflasyon yükselirse malın değeri artarmış. Geoff, birkaç yıl önce az parayla hisse senedi almış. Parasını kaybetmiş. Anne konuşmakta da zorlanıyordu şimdi. Bölük pörçük konuşuyordu. Büyükannesinden, evden, paradan söz ediyordu, ama Eva anlayamıyordu annesini. Çalışma odasında Georges damadı Geoff’la (William Shimell) konuşuyordu. Hemşire tutacaklardı. Ücreti de saat başıymış. Anne’ın içinde bulunduğu kendi durumun farkında olmadığını da düşünüyormuş Georges. Ama bir sonrasındaysa tersini düşünüyormuş. İçeri Eva geliyordu. Sarsılmıştı. Sadece abuk sabuk konuşuyor, diyordu ağlayan Eva. Neden onu hastaneye yatırmıyorlardı? Anne, ikinci defa felç geçirdikten sonra konuşma yetisi de azalmıştı. Doktorları, yatılı hastanede görülen aynı tedavileri verebileceklerini görmüş. Huzurevine gitmek zorunda da kalabilirdi Anne. Onu huzurevine göndermeyecekti Georges. Bunun için de ona söz vermişti. Bir hemşire haftada üç gün gelecekmiş.

Sonra Georges mutfakta yansıyor. Bulaşıkları yıkarken, radyodan da haberleri dinliyordu. Sonra yatak odasında Anne ve hemşire (Carole Franck) görünüyordu. Anne’ın altına bebek bezi koyuyordu. Ardından oturma odasında piyano çalan Anne yansıyor. Schubert’in “Impromptu opus 90-no 1” piyano tınıları duyuluyordu. Georges oradaydı, Anne’ın piyano çalışını hayal ediyordu bu gerçeküstücü anda. Ardından müzik çaları kapatıyordu. Sonra da Anne için çorba götürüyordu odasına. İçine ekmek doğranmış kâsedeki çorbayı yediriyordu ona. Su da içirtiyordu. Bir şeyler anlatmak istiyordu Anne, ama Georges anlayamıyordu. Annesinden, konserden söz etmeye çabalıyordu Anne. Sonra hemşire banyoda yıkıyordu Anne’ı. Anne acı çekiyordu. Georges da banyo kapısından onlara bakıyordu. Ardından da hemşire, Georges’a iş bölümünü anlatıyordu mutfakta. Bir hemşire daha gerekliydi. Ücretini de alıyordu hemşire. Georges hemşireyi uğurlarken, hemşire, Anne’ın konuşmalarının mekanik olduğunu söylüyor. Hep “anne” diyormuş Anne. Hemşireyi gönderdikten sonra Georges öne doğru yürürken, dolly kamera da kayarak onu izliyordu. Yatak odasındaydı. Anne, inliyordu. Yatağın kenarına oturan Georges, Anne’ın elini okşuyordu. İkinci hemşire tutacağını söylüyor Anne’a. Anne, “ağrıyor” diyordu Georges’a.

Georges, kapıcının kocasıyla alışverişten gelirken yansıyor. Bay Mery, poşetleri mutfağa bırakıyordu. Bay Mery ve karısı, durumu ele alışından dolayı Georges’dan etkilenmişler. Saygı duyuyorlarmış. Georges’un telefonu çalıyor. Arayan Eva’ydı. Ardından kamera yatak odasına gidiyor. Anne, yine anlaşılmaz kelimeler söylemeye çabalıyordu. Avignon’daki köprünün üzerinden söz etmeye çalışıyordu. Georges da oradaydı.

Yeni hemşire (Dinara Drukarova), yatak odasında Anne’ın saçlarını tarıyordu. Hemşire, kendisini görmesi için ayna tutsa da Anne bakamıyordu. Ardından bir güvercin pencereye geliyor. Hole giren güvercin ortalarda dolaşmaya başlıyordu. Kapıyı açan Georges, güvercinle karşılaşıyordu. George’un, daireye giren güvercinle ilişkisi, insana polisiye edebiyatın öncüsü Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiirini hatırlatıyordu. Şiirde kuzgun bir tek şey söylüyordu: Bir daha asla... Güvercini yakalamaya da uğraşıyordu. Güvercin pencereye gidince, pencereyi örtüyordu. Haneke usta, bu anı tek açıyla yansıtmıştı. Sonra oturma odasında hemşirenin işine de son veriyordu Georges. Onu beceriksiz bulmuş Georges. Hemşire kızgındı. Ona, “Sen yaşlı kötü adamsın” diyordu. Georges da hastalara davrandığı birilerinin de ona öyle davranmasını diliyor. Hemşire gittikten sonra koltuğa oturan Georges, bir sigara yakıyordu.

Yatak odasındaydılar. Anne’a su içirtiyordu Georges. Kamera, yüksek açıdan Anne’ın yüzünü önden yansıtıyordu. “Su içmezsen ölürsün” diyor Georges. Ona yalvaran gözlerle bakıyordu Anne. Ondan bu acıyı dindirmesini mi istiyordu? Su Anne’ın ağzının kenarından sızınca, “Yüce İsa” diyordu Georges. Ona huzurevini hatırlatıyor. Orada her şeyi zorla yedirirlerdi. Çok zorlanıyordu yaşlı Georges. Zorla içirttiği suyu geri çıkartıyor Anne. Ona kızıyordu. Ardından Georges ona tokat atıyor. Sonra da özür diliyordu. Her şey çaresizliğinden miydi? Ardından yağlı boya resimler yansıyordu peş peşe. İlk resim, Anne’ın baş tarafındaki duvarda asılıydı. Resimde, doğa içinde iki genç kadın vardı. Ardından derinlikte insanların olduğu doğa resmi yansıyordu. Gökyüzü bulutluydu. Bu resim de mutfaktaydı. Ardından gelen resim, toprak yolu yansıtıyordu. Bu resim de oturma odasındaydı. Gri bulutlu gökyüzünün daha çok yer kapladığı dördüncü resim yansıyordu sonra. Bu resim de oturma odasındaydı. Beşinci tabloda gri gökyüzü olsa da kasvetli değildi. Bu resim de oturma odasındaydı. Altıncı tabloda yine gri gökyüzü vardı, ama tablonun büyük bölümünü yüksek kaya kaplıyordu. Bu resim de yatak odasının girişindeydi. Bu manzara resimleri 19. yüzyılın ortalarından gelen klasik Fransız tablolarını andırıyordu. Peş peşe yansıyan bu tablolar resim galerisindeymiş hissini veriyordu. Filmi izlerken, bu tablolar fark edilemeyebilirdi. Belki de bu yüzden Haneke usta, bu tabloları peş peşe yansıtmıştı.

Kamera, az aralıklı açık kapıdan oturma odasını gösteriyordu sonra. Georges, koltukta gazete okuyordu. Bir ses duyan Georges, daire kapısına gidiyor. Kapıyı açmadan önce yatak odasının kapısını örtüyordu Georges. Kapıdaki Eva’ydı. Oturma odasına sürüklüyor kızını. Eva, annesini merak ediyordu. Georges telefonları da açmıyordu. Telesekretere de cevap vermiyordu. Böyle kötürüm durumda görünmek istemiyordu annesi. Eva’nın eşiyle kendilerine ait hayatları vardı. Kendinin ve Anne’ın hayatlarını da kendilerine bırakmalıydılar. Eva’nın buraya gelip her şeyin yolunda olup olmadığını kontrole gelmesi Georges’u rahatsız etmişti. Eva kalkıp annesinin yanına gidiyordu. Kamera, Georges’un yanındaydı. Eva’nın sesi duyuluyordu. Yatak odasının kapısı kilitliydi. Kapıyı kilitli görünce babasının yanına gelip neler olduğunu, soruyor Eva. Herkesi gereksiz bir trajediden korumaya çalışıyormuş Georges. Her gün Anne’la konuşma egzersizi yaptıklarını söylüyor Georges. Şarkı bile söylüyormuş. Günlük yaptıklarını anlatıyordu kızına. Anne bazen çocukluğundan konuşuyormuş. Aniden gülüyormuş. Ardından da ağlıyormuş. Sonra Eva yine annesinin odasına giderken, Georges da onu izliyor. Kapıyı açıp annesini gösteriyor ona. Anne uyuyordu. Eva, elini annesinin yüzünde okşar gibi gezdiriyordu. Anne, sadece “anne” diye mırıldanıyordu. Sonra oturma odasında koltukta oturan Georges, pencerenin yanındaki kızına bakarken yansıyor. Ayağa kalkan Georges oturma odasından çıkarken, kamera Eva’yla kalıyordu. Fincanla dönen Georges, kızına çay dolduruyordu. Sarsıntı geçiren Eva’ya iyi gelebilirdi çay. Anne’ın kapısını kapatmanın aptalca olduğunu söylüyor Georges. İlk hemşire haftada üç defa geliyordu. İki hafta bir doktorla kuaför geliyormuş. Kızı bunları mı duymak istiyordu? Her zaman nasıl oluyorsa öyle olacaktı her şey. Anne daha da kötüleşecek ve sonra da bitecekti hepsi. Kızı, annesini yanına mı alacaktı, yoksa huzurevine mi yollayacaktı? Kızının kendiyle açıkça konuşmasını istiyordu Georges.

Yatak odasında, Anne’ın yatak ucunda oturan Georges, karısının konuşmalarını dinliyordu. Anne, “Bütün boyunca… Ding dong” diye bir şey anlatmaya çabalıyordu. Geçmişten bir andı bölük pörçük söyledikleri. Georges anlıyor muydu söylediklerini? Georges, “Ben gergindim” diyordu Anne’a. Sonra Anne, “Güzel…di” diyerek elini Georges’un elinin üzerine koyuyordu. Ardından Georges, banyoda tıraş makinesiyle tıraş olurken yansıyor. Anne’ın iniltilerini duyuyor Georges. Canı yanıyordu Anne’ın. Yatak odasına geliyor Georges. Yatak ucuna oturan Georges, onu teskin etmeye uğraşıyordu sonra. Anne’a hikâye anlatmak istiyordu Georges. Küçükken dese de o kadar küçük değilmiş. İlkokulun sonlarına doğru, anne-babası tatilde kampa yollamış. Ormandaymışlar. Auvergne’de şatoda kalıyorlarmış. Fransa’nın en büyük bölgelerinden olan Avergne’in, merkez şehirlerden Clermont-Ferrand’dı. Şatoda her şey umduğunun tersi olmuş. Sabah erkenden göle girmek zorundaymışlar. Sporla arası hiç iyi olmamış Georges’un. Onları sürekli meşgul tutuyorlarmış. Erken ergen düşlerine daldırmamak için olabilirdi. Üçüncü gün yemekte sevmediği sütlaç vermişler. Sütlacı yiyememiş. Ama gözetmenlerden biri yemezse buradan çıkamayacağını söylemiş. Üç saat orada kalmış. Sonra da odasına gitmiş. Ateşi yükselmiş. Difteri (kuşpalazı) olmuş. Hastaneye götürüp karantinaya almışlar. Georges konuşurken, Anne uykuya dalıyordu. Georges, birden yastığı alıp Anne’ın yüzünü kapatıyordu. Onu boğarak öldürüyordu Georges. Büyük aşkının acısını dindirmek içindi. Anne, can çekişerek ölüyordu. Şimdi ne yapacaktı? Bir boşluk anı yaşıyordu onun acısını dindirirken Georges. Ya ardından gelecek kendi acısı ne olacaktı?

Hol yansıyor. Dairenin kapısını açan Georges’un elinde torba vardı. Çiçek buketleri almıştı. Mutfağa gelen Georges, makasla çiçekleri içinde su olan lavabonun içine doğruyordu önce. Sonra da gardıroptan koyu renkli kadın elbisesini alıyordu. Ardından da yatak odasını kapısını bantlıyordu. Şimdi de mutfakta kâğıda yazı yazıyordu Georges. Güvercin yine hole gelmişti. Kadınların omuzlarını örtmek için kullandıkları geniş atkı ve şalla güvercini yakalamaya çabalıyordu Georges. Bu defa daha zordu güvercini yakalamak. Güvercinin iki defa gelmesinin derin anlamları olabilirdi. İlkinde Anne yaşıyordu ve kolayca güvercinden kurtulabiliyordu Georges. Ama şimdi Anne ölüydü ve ikinci defa gelen güvercini yakalayamıyordu. İçindeki suçluluk duygusunun dışavurumu muydu? Yoksa kurtulamamak mıydı? Şalı güvercini üstüne atıp yakalamayı başarıyordu sonunda Georges. Ardından yine mutfakta yazısına devam ediyordu Georges. Karısına mektuptu bu. İçeri güvercin girdiğinden söz ediyordu. Onu yakalamak hiç zor olamadığını yazıyor. Güvercini salmış. Ardından mutfağın yanındaki küçük odada yatağa uzanmışken yansıyor Georges. Bir tıkırtı duyuyor. Zorla yataktan kalkabilen Georges, ağır adımlarla mutfağa geliyordu. Anne, bulaşıkları yıkıyordu. Gerçeküstücü anlardı. Rüya mıydı, yoksa bulanık zihinden düşen görüntüler miydi Georges’un? Onu zihninde eskisi gibi sağlıklı yaratıyordu sanki Georges. Sonra da Anne’ın dediğini yapıyor ve ayakkabılarını giyiyordu. Bir yere gideceklerdi. Üzerinde açık renk kazağı olan Anne da mantosunu giyiyordu. Üzerinde pantolon vardı. Açık renk hırkasının üzerine paltosunu giyen Georges da Anne’ı takip ediyordu sonra. Onlar çıktıktan sonra kamera, mutfaktan holü yansıtıyordu bir an. Aslında Georges evi tek başına mı terk ediyordu? Haneke usta, filmin girişiyle bitiş anlarını “şimdiki zaman” gibi algılatıyordu filmde. İki “şimdiki zaman” anı mıydı? Zihinsel bulanıklık ve gerçeklik algısı paradoks gibiydi zaman zaman gerçeküstü anlatıma yönelen bu filmde.

Dairenin kapısı açılıyor. Eva gelmişti. Georges yoktu, ama eşyalar duruyordu. Bütün kapıları açık dairede dolaşıyordu Eva. Kamera, oturma odasında koltuğa oturan Eva’yı holden yansıtırken görüntü kararıyordu. Bu film, ustanın “buzullaşma” filmlerinin içinde yer alıyor. Gri mavisi soğukluğunda trajik, gerçeküstücü ve dışavurumcuydu.

 

“Mutlu Son…”

Michael Haneke ustanın Batı dünyasının bencilliğini ve karanlık ruh dehlizlerini anlattığı 2017 yapımı “Happy End-Mutlu Son”, insanlar üzerine derinlikli bir film. Kıyılarda da göçmenler var tabii ki. Les Films du Losange-Wega Film’in sunduğu filmin senaryosunu yönetmen yazmış. Etkileyici fotoğrafları yansıtansa, ustanın kadim kameramanlarından Christian Berger’di. Haneke usta, sinema yolculuğunda yanına aldığı birçok ismi bu filminde bir araya getirmiş. Sanki veda eder gibiydi. Georges (Georg, George), Anne (Anna, Ann), Eve (Eva) yine bir arada. Soyadları da elbette Laurent’dı. Haneke bu filminde de Brechtyen estetiğinin kıyılarında da dolaşmış. Filmin ortalarına kadar bir şeyleri anlamlandırmaya çabalansa da her şey tam olarak yerine oturtulamıyor. Kamera, konuşmaların veya anların içine bir yerden katıldığından olabilirdi bu. Haneke, bu burjuva ailesinin ortasında kamerasıyla dolaşarak zihinsel karışıklıklar yaşatabilmiş. Haneke “Mutlu Son” filminde akıllı telefonları, dizüstü bilgisayarları, tabletleri, Facebook’u ve YouTube’u karakterler gibi de öne çıkartmış. Yapay zekâ hayatı mı kuşatıyordu? “Mutlu Son” filmi, önceki “Aşk” filminin hem devamı gibiydi hem de değildi. Bazı ortak noktalar olmasına rağmen “Mutlu Son” filmine farklı bakış açısını da getirebiliyordu usta. Ayrıca bu film ülkemizde Ekim 2017’de gösterime çıkmıştı.

Eve (Fantine Harduin), akıllı telefonuyla annesi Nathalie’yi (Aurélia Petit) videoya çektiği görüntüler yansıyor önce. Bu filmde, sosyal medya denilen şey insan durumları kadar öndeydi. Elbette akıllı telefonla beraber dizüstü bilgisayarlar ve tabletler de vardı bu sosyal medya içinde dolaşmalarda. Eve, bunalım içindeki annesinin yaptıklarını yazıyla sosyal medya üzerinden de paylaşıyor. Nathalie ayna karşısında gargara yapıyor, tükürüyor, temizleniyor, saç fırçasıyla saçını tarıyor banyoda. Gece kremi sürüyor yüzüne. Sonra klozette sifonu çekiyor. Ardından da yatmaya gidiyor. Siyah fon üzerine ön jenerik yazıları yansımaya başlıyordu sonra da. Ardından yine Eve’in akıllı telefonla çektiği bir görüntü daha yansıyor. Bu defa kafesteki hamsterdi bu. Fareyi andıran bu kemirgen hayvan, Suriye’de 1930 yılında keşfedildi. Keşfedense, Suriye Yahudi Üniversitesi’nden Prof. Israel Aharân’ydi. Evcil hayvan gibi beslenen hamster de bir göçmendi Avrupa’da. Annesi bu hayvanı depresyonu için almış. Adı da Pips. Bir buçuk yıldır onlarlaymış. Hapları, hamsterin yemeğinin içine koymuş Eve. Ona katlanamıyormuş. Hiç susmayan sesiyle herkesi suçlarmış gibiymiş bu hayvan. Babası, bu susmayan sese dayanamamış ve evden gitmiş. Yine jenerik yazıları giriyor araya. Eve, yine annesini çekmiş gizlice akıllı telefonuyla. Annesi fazla konuşmuyordu. Ama kendi hakkında konuşabiliyordu. Bencil miydi, yoksa bunalımda mıydı? Annesinin, kendisinin ne istediği hakkında da fikri yokmuş. Ön jenerik yazıları devam ediyordu. Sonra salonu çekmiş Eve akıllı telefonuyla. Derinde sesler duyuluyordu. Nathalie için cankurtaran (ambulans) gelecekmiş. Nathalie, yüksek doz alarak intihar mı etmişti? Ardından filmin ve yönetmenin adı yazıyordu.

Genel çekimle inşaat alanı yansıyor. Kamera sabit açıdan ve kesme yapmadan bu anı yansıtıyordu. Fonda da Fransızca “Toi et Moi” (Sen ve Ben) bir şarkısı duyuluyordu. Guillaume Grand’ın söylediği şarkıda, “Eğer istersen gideriz/ Sadece sen ve ben/ Buraya ya da oraya yakın/ İnançlar ve kurallar olmadan/ İstediğinde gidebilirsin” diyordu. Bu şarkıda çift anlamlılık vardı gitmek üzerine. İnşaatta çökme olduğu fark ediliyordu. Radyodan da sesler duyuluyordu derinde. Fransa’da düzenlenen Avrupa Futbol Şampiyonası’na üç gün kalmış. Haziran 2016 yılı. Yazın başlarıydı şimdi. Lens ve Lille şehirlerinde de on maç oynanacakmış. Sonra trafik ve hava durumu da veriliyor. Ardından arabayı süren Anne Laurent (Isabelle Huppert) yansıyor. Kamera, nesnel bakış açısıyla Anne’ı arkadan yansıtıyordu. Akıllı telefonuyla da konuşan Anne, hastaneye gidiyor. Sonra başka bir yeri arıyor Anne ve İngilizce konuşuyor. Bir kaza olmuş. Ardından kamera malikâneye gidiyor. Evde Anne, yaşlı Georges (Jean-Louis Trintignant), Pierre (Franz Rogowski) ve Thomas’nın karısı Anais (Laura Verlinden) akşam yemeği yelerken yansıyor. Göçmen Jamila/Cemile (Nabiha Akkan) yemek servisi yapıyordu onlara. Kocası Rachid/Raşit de (Hassam Ghancy) malikânenin kâhyası gibiydi. Evin bir de köpeği vardı. Öfkeli ve canı sıkkındı hep. Anais, Natalie’den boşanmış cerrah Thomas’yla (Mathieu Kassovitz) evlenmiş ve bir de bebekleri olmuş. Bu aile, aristokrat kıyılarında dolaşan burjuva bir aileydi. Laurent Grup adında aile şirketleri vardı. Şimdi zor zamanlardı. Kredi sorunları da yaşıyorlardı. Anne, oğlu Pierre’le sürekli tartışıyor. Çünkü Pierre genel müdürlük gibi bu ağır görevin altında eziliyor. Thomas da Anne’ın erkek kardeşiydi. Calais şehrinde yaşıyor aile şimdi. Calais şehrinde ağırlıklı olarak Faslı göçmenlerin olduğu söyleniyor. Afrika’nın başka ülkelerinden gelenler de vardı. Bu şehir İngiltere’ye çok yakındı. Manş Denizi’ndeki tünelden kolayca İngiltere’ye geçilebiliyordu.

Kamera hastanede, Eve’in arkasından içeride komada olan annesini izliyordu. Komadaki Nathalie’nin ayakları görünüyor sadece. Sonra evde çantasını ve valizini topluyor Eve. Çünkü babası Thomas’yla Calais şehrine, malikâneye gidecekti. Eve, Thomas’nın ilk evliliği Nathalie’den doğan on üç yaşındaki kızıydı. Ergenlik bunalımları da yaşıyordu Eve. Sessiz ve sadece sosyal medyada iletişim kurabilen bir yeni nesildi o. Merdivenlerden inerken, “steadicam” kamera da onu arkadan izliyordu. Ardından televizyon ekranı yansıyor. İngiliz Avukat Lawrence (Toby Jones) evinde yemek yerken telefonla da konuşuyor. Kredi sorunlarından söz ediyor. Ardından BBC News ekranlarında göçmen eylemlerini yansıyor. Lawrence, Anne’ın sevgilisi İngiliz avukattı.

Kamera Eve’i, banyoda gösteriyor. Şimdi babasının yanındaydı. Bu büyük malikânedeydi. Anais de ona sevgiyle yaklaşıyor. Sonra kamera Georges’un odasına gidiyor. Georges pencereden dışarı bakarken, öfkeli köpekleri de havlıyordu. Gündüz olunca Rachid ve köpek yansıyor. Sonra da Rachid, Georges’un kahvaltısını götürüyor her zamanki gibi. Georges’un odasında çalışma masası da vardı. Ardından kamera inşaat alanına gidiyor. İnşaatta toprak kayması olmuş ve bir işçi ağır yaralanmış. Seyyar tuvaletler bile yanlış yere yerleştirilmiş. Burası depo olarak mı kullanılıyordu? İş güvenliğine ne olmuştu? Pierre ve mühendis tartışırken, Anne da oraya geliyor. Anne endişeli. Onun için bu aile şirketi değerliydi. Hayatlarının zengin sürmesi için de önemliydi. Sonra Eve yansıyor. Okuldan çıkınca babası Thomas’nın arabasına biniyor. Durgun ve hüzünlü bir kızdı o. Arabada birdenbire ağlıyor Eve. Nedendi? Thomas, onun için iyi baba olmak için çabalıyor. “Hiçbir zaman bir kızım olamadı” diyor Thomas. Hep ayrıymışlar. Aile akşam yemeğini yerlerken, demans, yani bunama hastalığı başlamış Georges’un dikkatini çekiyor Eve. Bu kız kimdi? Daha önce burada olmamasını garip bile buluyor Georges. Ama daha garibiyse şimdi burada olmasıydı. Gorges’da Alzheimer de vardı.

Bilgisayar ekranı yansıyor. Facebook’ta Thomas’nın çellist Claire’le (Loubna Abidar) erotik ilişkisiydi bu. Kelimeler pornografik de olabiliyordu. Entelektüeller de pornografik kelimeler kullanabilirdi. Ardından malikânenin garajı yansıyor. Bastonlu Georges arabaya doğru yürüyordu. Sonra da arabayla garajdan ayrılıyor. Gündüz olunca Anne malikânedeki odasında telefonla sinirli konuşurken Rachid geliyor ve Georges’un ortalıklarda olamadığını söylüyor ona. Nereye gitmiş olabilirdi? Georges, birçok defa intiharı denemiş. Ruhundaki acıdan kurtulabilmek için. Ardından YouTube’da yayın yapan bir genç (Timothé “Tim” Boquen) yansıyor. Çocukluk fotoğraflarını da gösteriyor. Bu yayını Eve izliyordu. Bebeğin ağlamasını duyan Eve, bebeğin yanına gidiyor. Bu, üvey kardeşi Paul’dü. Ona şefkat gösteriyor Eve. Kamera, bu anda kayarak Eve’i takip ediyordu. Anais de geliyor odaya. Sonra Thomas da malikâneye geliyor gecenin bu geç saatlerinde. O sürekli Lille şehrine gidiyordu. Georges’un arabayla kaza yaptığını söylüyor. Herkes odasına çekildiğinde birden bilgisayar ekranı yansıyor. Thomas’yla Claire’in erotik mesajlarıydı bunlar. Bilgisayar ekranının ışığı Eve’in yüzüne spot ışığı gibi düşüyordu babasının ilişkisini okurken.

Gündüz. Pierre, kaldırım kenarına arabasıyla park ediyor. Kamera, sağa çevrinme (pan) yaparak Pierre’i izliyordu. Banliyölerdeki gibi apartmanlar vardı burada. Kamera Pierre’i uzaktan kesme çekim yapmadan izliyordu. Kaza için özür dilemeye mi gitmişti? Dışarı çıkan adam Pierre’i dövüyor. Pierre acı içinde arabaya doğru yürürken, kamera bu defa sola doğru çapraz kayarak onu izliyordu. Sonra akıllı telefon ekranında beşiğinde oynayan bir bebek yansıyor. Eve’in kardeşi bu bebek ölmüş yıllar önce. Onu çok özlüyormuş Eve. Şimdi sosyal medyada bu görüntüleri yayınlayarak rahatlıyor.

Eve ve Thomas plajda yansıyor sonra. Atlantik kıyıları. Eve, dondurma alırlarken, Thomas telefonuyla konuşuyor. Eve, onun kimle konuştuğunu da biliyor. Ona, “Anais’yi seviyor musun” diyor plajdaki Anais’nin yanına giderlerken. Çünkü daha önce de terk etmişti Thomas. Şimdi sıra Anais’de miydi? Onlar konuşurken, kamera da sola doğru kayarak onları yansıtıyordu.

Gecenin derinliğinde Pierre’in telefonu çalıyor. Pierre malikânede kalmıyordu şimdi. Annesinden uzaklaşmak da iyiydi belki. Derin bunalımlar geçiriyordu şantiyedeki kazadan sonra. Akıllı telefonu, eski ev telefonlarının zili gibi çalıyordu Pierre’in. Israrlı çalan telefonu açıyor. Annesi gelmiş ve kapı önündeymiş. Anne ve Pierre’in iletişimleri hep kopuk olmuş. Oğlunun ne yaptığını bilmiyor Anne. Sevgilisi var mıydı, bunu bile bilmiyordu. Anne birden Pierre’e sarılıyor, onu öpüyor. Ama Pierre artık yeniden işin başına geçmek istemiyordu.

Gündüz malikânede öfkeli köpeğin havlayışı yansıyor. Ardından YouTube’dan yayın yapan genç sahnede şarkı söyleyip öfkeli dans yaparken görünüyor. Sonra da Eve ve babasının hastanede Nathalie’yi ziyareti yansıyor. Odadaki an önemliydi. Eve, annesine hiçbir şey hissetmeden bakıyordu. Kamera, onları genel çekimle yansıtmış bu anda. Onlar odadan çıktığında kamera da bir an odada kalıyordu. Bu da önemliydi. Haneke usta, bir an boşlukta kalan kamerayla yoğunlaştırılmış an yaratabiliyor. Ölen Nathalie’nin cenazesinin yansımasına gerek kalmıyordu bu boşluktaki anla çünkü. Eve ve Thomas asansöre binerken, kamera da onları öne kayarak izliyordu hastanede. Bu çekim de önemliydi. Sonra sokakta tekerlekli sandalyesinde Georges yansıyor birden. Kamera bu anda da hareketliydi. Ayağı kırılmış Georges, kaldırımda tekerlekli sandalyede tek başına giderken, kamera da karşı kaldırımda sola kayarak onu izliyordu. Georges, siyahî göçmen gençlerle konuşuyor sonra. Kamera uzakta olduğundan ne konuştukları anlaşılamıyordu. Haneke ustanın bu filmindeki hareketli çekimlerin göstergebilim açısından da büyük anlamları vardı. Eve’in olduğu anlarda kamera sürekli enerjik kaydırmalı çekimler yapıyordu. Bu çekimler, Eve’in içindeki enerjiyi ve karmaşayı dışarı yansıtıyordu.

Aynı kamera, Pierre ve Georges’u kayarak izliyordu. Kamera Pierre’i önce sağa çevrinme yaparak gözlüyordu ve ardından da hiç kesme yapmadan çapraz olarak geriye, sola doğru düz çizgide kayıyordu. Georges da kaldırımda tekerlekli sandalyede giderken dolly kamera da onu sola doğru kayarak izliyordu. Georges’la Pierre’in kaderleri aynı çizgide mi buluşuyordu bu iki çekimle? Georges yaşlıydı ve intihara meyilliydi. Ya Eve? Plajdaki anda da kamera sola kayma yapıyordu Eve ve babası konuşurken. Pierre ve Eve de büyükbabalarının kaderini mi paylaşacaklardı? Haneke, kamerasını kalem gibi kullanmış ve roman sanatının derinliğinde simgeler yaratabilmiş bu filminde. Bu üçü de filmin psikolojik olarak sorunlu karakterleriydi çünkü.

Thomas, kadına evi gezdirirken yansıyor. Burası, eski evleriydi. Thomas onları terk ettikten sonra, Nathalie ve Eve burada oturuyorlardı. Thomas evi satmak istiyor. Kamera burada da hareketli ve öne ve geriye kayıp duruyor. Çünkü Eve de oradaydı. Malikânede odasında Georges, on yıldır tıraş olduğu berber Marcel’den (Dominique Besnehard) içinde mermileri olan bir tabanca istiyor. Haplar da işi görürdü. Marcel korkuyor. Çünkü ilk şüpheli kendisi olabilirdi. Georges ona, intihar etmek için arabayı nasıl ağaca doğru sürdüğünü de anlatıyor. Bu an tek çekim ve açıyla yansıyordu. Ardından malikânedeki çello resitali yansıyor. Çelloyu çalansa Claire’di. Georges şimdi seksen beşinci yaşına girdiği içindi bu resital. Konuklarda vardı malikânede. Georges, tekerlekli sandalyesiyle Claire’in yanına gidip elini öpüyor onun. Tüm aile de oradaydı. Sonra kamera geriye kayarak Eve’in yanına geliyor. Pierre Eve’i bahçeye çıkartırken de kamera kayarak izliyordu onları. Pierre, Jamila’nın Arap usulü pilavını övüyor bahçede. Thomas da Eve’i Georges’un yanına götürüyor sonra. Eve, büyükbabasının doğum gününü kutlaması gerekiyordu çünkü.

Bir toplantı yansıyor. Anne ve Pierre de orada. Avukatları, inşaatta yaralanıp ölen göçmen işçinin ailesine tazminat öneriyor. Şirket mecbur değilmiş tazminat ödemeye. Yoksul aile ne yapacaktı? Kanunlar, çok parasın olanların yanındaydı hep. Ardından kamera hastane odasına gidiyor. Thomas, Eve’in yattığı hastane odasındaydı. Eve, hap içip intihara girişmiş. Eve, babası onu yine terk ederse bakımevine gitmekten korkuyor. “Anais’den ayrılırsan beni de yanında götürür müsün”, diyor Eve. Annesini, Anais’yi, Claire’i sevmediğini de söylüyor babasına. Sonra Laurent Grup’un birleşme anlaşmasını yansıtıyor kamera. Pierre’in artık şirketle ilgisi yoktu ve genel müdür de değildi şimdi. Ardından da Thomas ve Claire’in Facebook’taki pornografik yazıları görünüyor ekrandan. Thomas ona, kızının bilgisayarını karıştırdığını da söylüyor.

Eve, Georges’un odasının kapısını açıyor. Georges odasındaydı. Konuşmak istiyordu sanki büyükbabasıyla. Eve, neden kendini öldürmek istemişti? Eve’e, büyükannesi Anne’ın siyah-beyaz gençlik fotoğraflarını gösteriyor albümde Georges. “Aşk” filminde olanları anlatıyor. Anne’ı boğarak öldürdüğünü söylüyor. Eve’in de hikâyesi var mıydı? Babası kaybolduğunda annesi onu yaz kampına göndermiş. Orada bir kızın yemeğine sürekli hap atmış Eve. Kızın giderek sessizleşmesi onu eğlendirmiş. Eve buna hiç üzülmüş müydü? Üzülmediğini söylüyor önce. Sonra da üzüldüğünü söylüyor büyükbabasının bakışlarından etkilenerek. Eve bir sosyapat mıydı? Georges vahşi bir anı anlatıyor Eve’e. Yırtıcı bir kuşun bir kuşu parçalara ayrılışını izlemiş bahçede. Bunları televizyonda izleyince normal karşılanıyordu, ama gerçeklikte sarsıcıydı bu an. Bu karanlık konuşmalar final bölümünde anlamlaşacaktı belki de. Sonra Rachid ve Jamila’nın malikânede kaldıkları ev yansıyor. Kızlarını, malikânenin öfkeli köpeği ısırmış. Thomas da onu tedavi ediyor. Anne da geliyor oraya. Rachid, şirketlerin birleşmesinden mutlu olduğunu söylüyor sonra Anne’a.

Calais’nin Atlantik kıyısındaki lüks restoranda şirketlerin birleşmesi şerefine verilen yemek yansıtıyor sonra kamera. Konuklar da vardı. Ama Pierre yoktu orada. Ama çok geçmeden geliyor oraya. Yanında da göçmenleri getiriyor Pierre. Nijeryalı Muhammet’in hikâyesini anlatıyor oradakilere. Muhammet’in karısı ve kızı, Boko Haram’ın saldırısında ölmüş. Buraya gelmesi bir yıl sürmüş. Karşıya, İngiltere’ye tünelden geçme umuduyla gelmiş. Anne onu susturmaya çabalıyor. Eve, Georges’un tekerlekli sandalyesini iterek dışarı çıkartıyor. Karşıda Atlantik Okyanusu vardı. Göçmenlere restoranda bir masa verilirken, Georges da tekerlekli sandalyesini okyanusa doğru sürüyor. Suya giren Georges’u izleyen Eve, akıllı telefonunu çıkartıp büyükbabasının intiharını kaydediyor yayınlamak için. Thomas ve Anne Georges’a doğru koşarken görüntü kararıyor birden. Haneke, bu final anında her şeyi boşlukta bıraksa da filmin adındaki mutlu son Georges’un mutlu sonu muydu? Calais şehri, İngiltere’ye çok yakındı ve arada da kısa bir Manş Tüneli vardı. İngiltere’ye geçmek isteyen göçmenler için de mutlu bir sondu Calais şehri. Filmin İngilizce adı da bunu düşündürtüyor insana.




(2018 / 2019)