18 Kasım 2018 Pazar


stanley kubrick ile ilgili görsel sonucu

Stanley Kubrick...



"Katilin Busesi..."

İlgili resim
"Son Darbe..."

Paths of Glory ile ilgili görsel sonucu
"Zafer Yolları..."


"Spartaküs..."




"Lolita..."




"Garip Doktor..."






"2001: Uzay Yolu Macerası..."






"Otomatik Portakal..."



"Barry Lyndon..."


the shining ile ilgili görsel sonucu

"Cinnet..."

İlgili resim

"Full Metal Jacket..."




"Gözü Tamamen Kapalı..."


flying padre 1951 ile ilgili görsel sonucu
"Uçan Peder.."





"Dövüş Günü.."



"Gemiciler..."









Mükemmel Kubrick



Bir dâhinin insan ruhuna yolculuğu






Ali Erden




Stanley Kubrick... Bir dâhi, bir mükemmeliyetçi ve bir yaratıcı yönetmendi. Kubrick, New York şehrinde 26 Temmuz 1928'de dünyaya geldi. Kubrick, 16 yaşındayken çektiği bir fotoğraf, ona ünlü Look dergisinin foto muhabiri olma şansını getirdi ve hayatının akışı değişti. Her fırsatta New York Modern Sanatlar Müzesi'nin klasik film gösterilerine takip eden, vizyona çıkan her filmi merakla izleyen Kubrick, kamera arkasına geçmek için sabırsızlanıyordu. 1951 yılında Look'taki işini bırakarak tamamen sinemaya yönelen Kubrick, dokuz dakikalık siyah-beyaz "Flying Padre-Uçan Peder" belgeselini yaptı. Aynı yıl, boksör Walter Cartier'in dövüş için hazırlandığı bir günü konu edinen siyah-beyaz "The Day of the Fight-Dövüş Günü" belgeselini sundu. Sonra orta metrajlı olan 1953 yapımı siyah-beyaz "Fear and Desire-Korku ve İstek" hayali savaş filmini çekti. Hemen ardındansa 30 dakikalık renkli "Seafarers-Gemiciler" belgeseli geldi.

1955 yapımı “Killer’s Kiss-Katilin Busesi” siyah-beyaz kara filmini yaptı. 1956’da soygun filmi siyah-beyaz “The Killing-Son Darbe” ve 1957’de I. Dünya Savaşı filmi “Paths of Glory-Zafer Yolları” filmlerini çekti. Hepsi siyah-beyaz olan bu filmler şimdi sinema tarihinin mücevherleri olarak değerlendiriliyor.  1960’ta renkli ve sinemaskop “Spartacus-Spartaküs” filmini yaptı. Sonra ardı ardına iki siyah-beyaz filmini çekti. İlki, 1961 yapımı “Lolita” filmiydi. Bu filmden sonra İngiltere’ye taşındı ve ölene kadar bu ülkede film çekti. 1964’te Peter Sellers’ı oynattığı “Strange Love or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb-Garip Doktor” filmini yaptı. 1968 yıllında sinemanın aşılması kolay olmayan “2001: A Space Oddysey-2001: Uzay Yolu Macerası” bilimkurgusunu yaptı. Üç yıl sonra yine bir bilimkurgu olan “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” filmini çekt. 1975 yıllında yaptığı dönemsel ve kostümlü “Barry Lyndon” filmine çaba gösterdi. 1979’da Stephen King’in romanından “Shining-Cinnet” filminden yıllar sonra Vietnam Savaşı’nın cehennemini anlattığı 1987 yapımı “Full Metal Jacket” filmini yaptı. Bu filme, cehennemde iki devre diyoruz. Sade anlatımı, oyuncu yönetimindeki titizliği ve yaratıcılığıyla eleştirmenlerin dikkatini çekti daima Kubrick. 1999’daki “Eyes Wide Shut-Gözü Tamamen Kapalı” son filmiydi. Kurgusunu yaptığı sıralarda kalp krizi geçirdi ve 7 Mart 1999’da vefat etti.

Okulu, ilkokuldan liseye kadar hiç sevemeyen, uyum sağlayamayan Kubrick, devamlı kitap okumuş. Yazmaya, beyzbola ve caza ilgi duydu. 16 yaşındayken fotoğrafını Look dergisi satın alınca kaderi de değişti. Orada çalışmaya başladı. Vakit buldukça New York Modern Sanatlar Müzesi’ne gitti. Kubrick’in, daha çocuk yaşta çektiği siyah-beyaz fotoğraflar aslında onun sinemadaki yolunu açtı. Kubrick’in fotoğraflarındaki özelliklerinden biri, fotoğrafla hikâye anlatabilmesiydi. Üstelik bu genç çocuk fotoğraf makinesine de hâkimdi. Objektifi bir usta gibi biliyordu. Hareket halinde olanı da çekebilen Kubrick, “Estetik olarak kendiliğinden hareketi kaydetmek, dikkatli bir şekilde pozlanma yerine fotoğrafın etkileyici kullanımı” diyordu. Kubrick, sokakları, caddeleri, metroyu vb yerleri, hareketin içinde fotoğrafıyla hikâyesini anlatıyordu.

1948’de Columbia Üniversitesi’nde çektiği fotoğraf da etkileyiciydi. Kucağında kitaplarla merdiven basamaklarından aşağı inen kız öğrenci hareket içinde çekilmişti. Burada klasik anlamda poz verme yoktu. “O an” geçtikten sonra kız öğrenci kitapları nereye götürüyorsa oraya gidecekti. Metro vagonunda uyuyakalmış bir çiftin fotoğrafı da çarpıcıydı. Ama en heyecan vericiyse, caddede ayakkabı boyacısı küçük çocuğun “o an” yakalanan görüntüsüydü.

“Korku ve İstek…”

Stanley Kubrick’in ilk dramatik yapıtı 1953 yapımı siyah-beyaz “Fear and Desire-Korku ve İstek” orta metrajlı kurgusal bir savaş filmiydi. Süresi 62 dakikaydı. Bu hayali bir savaştı. Herkes İngilizce konuşsa da ülke adı verilmiyordu. Filmin ön jeneriğinde 1952 yılı yazsa da kaynaklarda 1953 yapımı olarak geçiyor bu film. Kubrick ailesinin sunduğu filmin senaryosunu Howard Sackler yazmış. İnsan ruhundaki karmaşayı dışarı yansıtan müzikleri de Gerald Fried bestelemiş. Çarpıcı kurgu ve kamera da bizzat Stanley Kubrick’tendi. Filmde genç Sidney’i oynayan Paul Mazursky, sonradan yönetmenliğe geçecekti. Kubrick, sinemanın yarattığı tüm görsel anlatımlardan yararlanmış bu filmi için. “Kararma/açılma” (fade-out/fade-in), “zincirlemeli geçiş” (dissolve), “çevrinme” (pan), “kamera kaydırma” (travelling) vb teknikler filme ruhunu vermiş.  Fonda duyulan müzikler de gerçekten görüntüler kadar güçlü. Sidney karakterini canlandıran Paul Mazursky (1930-2014), oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. 1969 yılında "Bob & Caroll & Ted & Alice-Garip Çiftler" filmiyle ilk uzun filmini çekti. Mazursky'nin yönettiği 1978 yapımı "An Unmarried Woman-Yalnız Bir Kadın", 1984 yapımı "Moscow on the Hudson-İltica Planı" ve 1991 yapımı "Scenes from a Mall-Alışveriş Manzaraları" gibi bilinen filmleri vardı. 

Bir adada. Görüntü bir orman üzerine açılıyor. Anlatıcının (David Allen) dış sesi duyuluyor. Anlatıcı, “Uğrunda mücadele edilmiş veya edilecek bir savaş değil, herhangi bir savaş” diyor. “Düşman da yok, eğer icat edilmiyorsa” diye devam ediyor. Kamera da sola çevrinme (pan) yaparak uğrunda savaşılacak ormanı yansıtıyor. Uçak düşmüş ve birkaç asker ormanda mahsur kalmış. Komutanlarıysa havacı pilot genç bir teğmen Corby (Kenneth Harp) onların. Çavuş Mac (Frank Silvera), Onbaşı Fletcher (Stephen Coit) ve genç er olan Sidney (Paul Mazursky) takımı tamamlıyor.

Bir köpek görünce adada insanların yaşadığını anlayan mahsur askerler keşif yapıyorlar. Gece “düşman”ın karargâhına gizlice baskın yapıyorlar. Bu anlarda yaşanan şiddet vahşi ve insanı ürkütüyor. Kubrick bu anları, çarpıcı yakın çekim ve hızlı kesmelerle yansıtırken, şiddetin korkunçluğunu ve insan ruhunda açabilecek yaraları görselleştiriyor. Bu baskından ve şiddet gösterisinden geriye kalan neydi? Masada yemek yiyen “düşman” askerlerini öldürdükten sonra onların cesetleri başında yemek yemek vahşet ötesi miydi? Fletcher, “Savaşın harika bir şekilde tanımını yaptık Mac” derken, yahniyi de vahşice yiyordu. Corby iç sesiyle, “Her insan bir ada değil mi” diyor. Kubrick bu anlarda savaşın vahşi, kanlı, mide bulandırıcı taraflarını göstermiş oluyordu.

Nehir kıyısında balık avlayan kadınları fark ediyorlar. Genç ve güzel bir kızı (Virginia Leith) tuzağa düşürüp esir bile etmeyi başarıyorlar. Kızı ağaca bağlayan askerler hiç konuşmayan kızdan bilgi almayınca Sidney’i kızın başında bırakıp sal yapmaya gidiyorlar. Kubrick, filminin psikanaliz tarafını Sidney üzerinden yansıtma fırsatını bulmuş. Filmin adındaki korku ve istek, Sidney’in zihninden düşüyor. Ağaca bağlı kızdan cinsel arzu umarken, baskındaki vahşet anları da iç içe geçiyordu. Kubrick, bu psikolojik durumu “zincirleme” tekniğine benzeyen “bindirme” (superimposition) tekniğiyle yansıtıyor. Sidney’in ruhu acı çekiyor, çıldırmanın kıyılarında dolaşıyor ve sevişme umudunu yitirdiği kızı da öldürüyordu sonra. Bu büyük bir trajediydi. Ruhundaki yara daha da büyüyen Sidney kayboluverecekti birden.

Sal, buradan kurtulmaları için önemliydi. Ama Mac, buradan uçakla gitmek istiyor. Pilot Corby’nin hep yaşadığı o rahatlığı bu adadan kaçarken yaşamak istiyor. Ama uçağı “düşman”dan nasıl alacaklardı? Mac, salla askerleri üzerine çekerken, Corby ve Fletcher, generali öldürüp uçağı alacaklardı. Kusursuz plan işliyor. General (Kenneth Harp) ve Yüzbaşı (Stephen Coit) trajedilerini yaşarlarken, köpekleri Proteus da onların kanını yalıyordu. Corby ve Fletcher da uçakla uzaklaşıyorlardı oradan. Nehirde Sidney’i bulan Mac hayallerini yaşayamıyor. Kurtulan Corby, geride kalanları almak için yeniden dönüyor adaya Fletcher’la. Nehre sisler çökerken, Mac ve Sidney hâlâ saldalar. Corby iç sesiyle, “Savaş, ölmemek için uydurduğumuz bir oyun muydu” diyor ve ardından da filmin girişindeki ormanı yansıtıyor bir kısırdöngü gibi kamera. Her şey hayal miydi? Ama kimin hayaliydi bu?

“Katilin Busesi…”

United Artists’in sunduğu 1955 yapımı siyah-beyaz “Killer’s Kiss-Katilin Busesi” kara filminin senaryosunu Stanley Kubrick, Howard Sackler’la ortak yazmış. “Katilin Busesi”, Fransız şiirsel gerçekçiliğinin ruhunu ve estetiğini de taşıyor. Kubrick, bu filmde bizzat kameramanlığı da üstlenmiş. Caz tınıları tadı veren müzikleri de Gerald Fried bestelemiş.

Film, New York’taki tren garında açılıyor. Adı Davey Gordon  (Jamie Smith) olan genç boksör, yanında valiziyle birinin gelmesini özlemle beklerken, içsesiyle de zihninde sorgulama yapıyor. Sonra film geriye gidiyordu. Davey, 29 yaşındaydı. Şu ana kadar 88 maç yapmış ve bunun sadece dokuz tanesini kaybetmiş ortasıklet boksörüydü. İkisinde de berabere kalmış.  Bu gece Rodriguez’le yapacağı maç onu tedirgin ediyor. Davey moralsizdi. Maç televizyondan da canlı yayınlanacaktı.  Akşamüzeri Davey, apartman dairesinde dışarı çıkmak için hazırlık yaparken, karşı dairede de güzel Gloria da işe gitmek için hazırlık içinde yansıyor.  Apartmandan çıkıyorlar. Gloria Price (Irene Kane), patronu Vinnie Rappalo’nun (Frank Silvera) üstü açık 1953 model Buick Roadmaster Skylark arabasıyla dans salonuna gidiyor. Gece kulübündeki kadınlar, yalnız erkeklerle dans yaparak onları yalnızlıklarından kurtarıyorlardı. Vinnie, Gloria’nın Davey’yle aynı apartmanda kalmasından pek hoşlanmıyor. Gloria’ya Davey’nin televizyondan canlı yayımlanan boks maçını göstererek doğması muhtemel bir aşkın önüne geçmeyi umuyor. Vinnie, bu genç kadına melodram ötesinde tutkundu. Gloria’yı uçan kuştan bile kıskanıyordu neredeyse. Vinnie öngörülerinde yanılmıyor. İki genç insanın, Gloria’yla Davey’nin yolu aşkta buluşuyordu çok geçmeden. 

Maçta nakavtla yenilen Davey, kederli uykusunda etrafı binalarla dolu, sonsuz gibi görünen asfalt bir yolda buluyor kendini. Bu andaki görüntülerin negatifi yansıyordu perdeye.  Kadın çığlıyla kâbus dolu rüyasında dönen Davey, sesin Gloria’nın dairesinden geldiğini anlıyor. Bu buluşma bir aşkı da hayata katacaktı. Gloria, Davey’e balerin kız kardeşinden söz ediyor. Kendinden yedi yaş büyük Iris’i babası Gloria’dan daha fazla sevmiş. Iris, annelerine benziyormuş. Babaları hastalandığında Iris dans parasıyla ailesine bakmış. Gloria bunları anlatırken, Kubrick sahnede bale yapan Iris’i gösteriyordu seyirciye. Davey’nin de bu dünyada amcasından başka kimsesi yoktu. Doğup büyüdüğü Pasifik kıyısındaki Washington eyaletinin Seattle şehrine Gloria’yla gitmeyi hayal ediyor. Her şey basit gibi görünürken “tutkulu âşık” Vinnie onların yollarını zorlaştırıyor. Vinnie, yanlışlıkla Davey’nin menajeri Albert’ı  (Jerry Jarrett) gecenin içinde katlettiriyor adamlarına. Sonra da Gloria’yı kaçırıyor. Ama aşk kazanıyor ve mutluluk Seattle kadar uzaktaydı iki genç için.

Filmdeki görsellik ve anlar gerçekten unutulmazdı. Kubrick, bu iki yalnız insanın yollarını kesiştirmeden, çok çarpıcı bir sahneyle kaderlerini buluşturuyordu. Davey, dairesinde amcasıyla telefonda konuşurken, karşı dairedeki Gloria’nın yansıması aynadan fark ediliyordu. Dairede, Gloria’yla Davey’nin dudak dudağa öpüştü an sinemada gördüğümüz en içtenlikli sahneydi belki de. Davey, cenneti sunan Gloria’nın dudaklarına uzanıyor ve nazikçe kenetleniyordu dudaklarına. Gloria da şefkatle karşılık veriyordu bu güven veren dudaklara. Gloria ve Davey, bu koca şehirde yapayalnız iki insandı. Birbirlerine sarıldıklarında bütün oluyorlardı. Bu iki yalnız gencin dairelerinde, yakın geçmişlerinin hatıralarını, fotoğraflarını da yansıtıyordu kamera. Bu çok önemliydi, çünkü kaderleri, yollarını birleştiriyordu bu iki insanın.  Fotoğraflar, hem nostaljiyi hem yalnızlığı hissettiriyordu.

Kubrick, bu kara filminde yoğunlukla parlak ışıklandırma kullanmış. Ama Vinnie’nin adamlarının Albert’ı öldürdükleri sokakta dışavurumcu ışık düzenlemeleri denemiş. Sokakta gölgeler uzuyordu bu kasvetli anda. Apartmanın merdivenlerinde de parçalı ışıklandırma olsa da daha yumuşak düşüyordu mekânlara ışık ve gölgeler. Vinnie’nin yazıhanesinde de ışık ve gölgeler az da olsa sertti. Gece kulübündeki dans sahnesinde kamera sağa doğru kayıyor ve sonsuzluğa doğru gidecekmiş gibi hissettiriyordu. Bu an, bu sahne kelimenin tam anlamıyla özeldi. Kubrick,  “The Killing-Son Darbe” filminde de kamerayı atların hızıyla takip ediyordu kamerayı yana kaydırarak. Boks maçı sahneleri de stilize açılarla yansıtmak istemiş yönetmen. Kış atmosferinde geçen bu filmde, gri gökyüzü altında her şeyi kurşuni tonda yansıtmış bir de usta. Kubrick’in fotoğrafçılıktan geldiği asla unutulmamalı. Bazı mekânlar da özeldi bu filmden. Final bölümünde geçen tüm sahneler de. Terk edilmiş ve çürümeye bırakılmış binalar, sisler altında estetik yoğunlukla yansıyordu. Vitrin mankenleri arasında Vinni’yle Davey’nin gerilimli dövüşü de heyecanlı açılarla yansıyordu. Koreografi gibiydi. Dövüşün sonu da trajikti. Vinnie ölüyor, polis sirenleri duyuluyor ve mutluluk geliyordu iki genç için. Kubrick usta, bu filminde “leit motif” gibi bolca merdiven kullanmış. Sanki oyuncu gibiler. Apartmanda sıkça yansıyor merdivenler. Ama terk edilmiş binaların dışındaki yangın merdivenleri de bambaşkaydı. Kubrick, bu çürümeye terk edilmiş binalarla metafor kurmuş alttan alta bu iki gençle adeta. İkisi bir araya gelmezse bu binalar gibi böyle çürüyüp gideceklerdi, diyor sanki yönetmen. Film, en başa tren garına dönüyor. Umudunu yitiren Davey, heyecan ve gelecek getiren o yumuşak sesi duyuyor ardından.

 “Katilin Busesi” filminde müziklerin kullanımı da, özel ve ilham vericiydi.  Terk edilmiş binaların çatılarında, Vinnie’nin adamlarının Davey’nin peşine düştükleri anlarda, fonda usulca, ama tedirgin edici müzik derinlerden kulaklara geliyordu. Sonra o müzik birden yükselip gerginliği çoğaltıyordu. Sisler altındaki gri tonlar da şehrin kasvetini çoğaltıyordu filmde. Sanki ölüm dansı gibiydi bu kaçıp kovalamacalar. Bir sahnede müzik çok etkileyiciydi. Kaybettiği maçtan sonra dairesine dönmüş Davey, penceresinden Gloria’yı izlediği sahnede, altta Latin müziği duyulurken, müzik birden saksofonla beraber caza dönüşüyordu. “Bossa nova”nın önceliydi bu sanki. Bu film bir de, Fransız şiirsel gerçekçi polisiyelerinin tadını veriyordu. Özellikle Gloria’yla Davey’nin daireleri, sisler altındaki kasvetli New York atmosferleriyle. Davey de, 1930’lardaki Jean Gabin’i çağrıştırıyordu sanki. 1930’ların Fransız şiirsel gerçekçi filmleri mutlaka görülmeli. “Katilin Busesi” filmini görünce, sinemanın gerçek renklerinin siyah-beyaz olduğunu düşünüyor insan. Ayrıca bu filmde kadere de dokunuluyordu.

 “Son Darbe…”

Stanley Kubrick’in yazar Lionel White’ın “Clean Break” (Temiz Arıza) soygun romanından uyarladığı 1956 yapımı siyah-beyaz “The Killing-Son Darbe”, soygun filmlerine yeni heyecanlar getirmiş bir başyapıt. Senaryosunu Kubrick’in yazdığı, United Artists’in sunduğu bu film, beş yıl hapsin sonunda hipodromu soyma planları yapan ve bunu uygulayan Johnny Clay’in (Sterling Hayden) hikâyesi.

Hikâye, Kaliforniya’da, Los Angeles ve San Fransisko taraflarında geçiyor.  Eylül ayı. Soygun, en küçük ayrıntıyı atlamayan ve saniye saniye kurgulanmış bir plan. Kusursuzluğun ve mükemmeliyetin soygunuydu bu.  Ön jenerik sürerken, soygun mekânının atmosferinde dolaşarak tek tek çete elemanları da tanıtılıyor. Bu hikâye anlatıcının (Art Gilmore) dış sesiyle takip ediliyordu.  Johnny’yi oğlu gibi gören Marvin Amca (Jay C. Flippen), hiçbir şeyle ilgisiz gibi hipodromda aylak aylak dolaşırken, veznelerin olduğu mekândaki bara gidiyor. Barmen Mike’tan (Joe Sawyer) kazanan fişleri alıyor. İrlanda kökenli Mike, işe trenle gelip gidiyor. Çok hasta karısı Ruth’a (Dorothy Adams) büyük aşkla bağlı ve ona karşı çok müşfik. Bu işe bulaşmasının nedeni belki de karısını bu hastalıktan kurtarmak içindi. Marvin, elindeki kazanan fişle vezneye gidiyor. Orada da George’la (Elisha Cook Jr) tanışılıyor. George, karısı Sherry’nin (Marie Windsor) kölesi olmuş zavallı bir adam. Sherry’yi kaybederse bir daha hiçbir kadın bulamayacağı korkusuna kapılmış. Karısının bitmek bilmeyen arzularını karşılayabilmek, belki de onu kaybetmemek için bu işe bulaşmış. Sherry, kara filmlerdeki “femme fatale” kadınlardan daha derin trajik bir kadın. Genç âşığı Val Cannon’la (Vince C. Edwards) George’u aldatıyor.  Bu kusursuz ve mükemmel planı bir kadın felakete ve trajediye sürükleyebilirdi.  Kubrick, sadece şeytansı değil, meleksi olanlar da, diyor. Finali düşünün. Sonra resmi giyimli devriye polisi Randy (Ted de Corsia) kameraya takılıyor. Randy, iyi bir evde oturan ve iyi yaşamayı seven bir polis. Bu yüzden karanlık işlere bulaşmış ve bir hayli de borçlanmış. Çeteye satranç tutkunu eski güreşçi Maurice de (Kola Kwariani) katılıyor. Bir kişiye daha ihtiyaç vardı. O da keskin nişancı Niki (Timothy Carey). Çeteyi tamamlayan Johnny’nin fedakâr ve tutkulu sevgilisi Fay de var. Faye (Coleen Gray), filmin başlarında ve sonlarında hikâyeye dâhil olacaktı.

Ekip otel odasında toplanıyor ve Johnny planını anlatırken bir şey oluyor. Sherry de otele gelmiş kocası George’un peşinden. Gelmeden önce de kocasının hipodrom soygununu sevgilisi Val’a anlatıyor Sherry. Aslında mükemmel olan bu soygununda sorunlar da başlıyordu böylece. Kadın, kusursuz olan tüm planları altüst edebilir miydi? Kubrick, “Son Darbe” filminde “kötücül” Sherry’nin önlenemez ihtiraslarını hissettirerek buna cevap veriyor fısıltıyla. Sherry, planı değil, soygun sonrasını karıştırıyordu aslında. Sherry’ye, ancak bir erkeğin anlayacağı gibi ders verdiğini sanan Johnny, gecikmeden hafta sonundaki büyük soygununu gerçekleştirmek için harekete geçiyor. Sherry’yi unutuyor. Ama Sherry’nin ihtirası bu mükemmel soyguna gölgesini düşürecekti.
 Kubrick’in bu filmindeki kurgu denemeleri gerçekten heyecan verici. Günümüz sinemasında sıkça karşılaştığınız bu kurgu anlatımıyla 1950’lerin seyircisi için hayli kafa karıştırıcı ve içinden çıkılmaz bir durumdu belki de. Bu kurguyu günümüz sinemasında, Amerikalı Quentin Tarantino ve Meksikalı Alejandro Gonzales Inarritu gibi postmodern yönetmenlerin filmlerinde bolca yaşıyorsunuz. Kubrick, soygun anlarında zamanlarla oynayarak zihinsel karışıklığa, küçük bir kaosa neden oluyor ve zamanda sıçramalar yapıyordu. Güreşçi Maurice, veznelerin de olduğu bara gelip barmen Mike’la kavga yaptığı an öğleden sonra dört buçuktu. Sonra kamera aynı günün sabahı on bir buçukta keskin nişancı Niki’yi takip ediyor. Niki, üstü açık arabasıyla hipodromun giriş kapısına geliyordu. Siyahî güvenlik görevlisini ikna edip arabasıyla favori at “Kızıl Şimşek”i vuracağı açıya konumlanıyordu sonra. Atı vuruyor, ama kendisi de trajedisinden kaçamayacaktı. Kubrick, bu anlarda zamanların yerini değiştirerek gerilimi ve heyecanı daha da çoğaltmış. Buradan soygun anına geçiliyor ve o anlardaki gerilimle kıvranmaya başlanılıyordu. İki milyon dolarlık hasılatı çuvala doldurtan Johnny, kusursuz sandığı planıyla soygunu gerçekleştirip çuvalı pencereden aşağı atıyor ve polis Randy de kolayca çuvalı arabaya alıyor. Her şey yolunda gibi görünüyor. Sherry’yi unutan Johnny, Niki’nin öldüğünü de bilmiyor. Hatta buluşacağı ekibinin Val tarafından yok edilişini de. Paraya konmak isteyen Val, otel odasına baskın yapıyor ve orada George dışında herkes öldürüyordu. Buluşmaya on beş dakika geciken Johnny, ölümden kurtulsa da kaderinden kurtulamıyordu. Tüm havaalanı sahneleri gerçekten çok özeldi.  Sinemaya armağandı sanki.  Ama Johnny’nin hayatının tam bir kısırdöngü olduğunu da fark ettiriyordu bu final bölümü.

Estetiği de çarpıcıydı bu filmin. Filmin girişinde ön jenerik sürerken hipodromun atmosferine tam anlamıyla giriliyordu. O heyecana bir parmakla dokunulabiliniyordu adeta. Padoktan çıkan atların dörtnala koşma anının içine girerek takip ediyordu Kubrick'in kamerası. Çarpıcı kurgu denemesi de özeldi bir de. Yönetmen, ağırlıklı olarak parlak ve doğal ışık düzenlemeleriyle sahneleri çekmiş. Sadece bir tek Sherry’nin olduğu ve Sherry’yi hissettiren anlarda daha dramatik ve parçalı olarak ışığı mekânlara düşürmüş.  Kubrick bu anlarda yoğun olarak sert parçalı ışıklandırma yapmış.  Barmen Mike ve hasta eşi Ruth’un olduğu sahnelerde de parçalı ışık düzenlemeleri olsa bile ışık ve gölge daha sıcaktı. Kubrick’in “Son Darbe” filmindeki kamera kullanımı ve kurgusu da ilham vericiydi.  Kameraman Lucien Ballard’ın çerçeveleri özeldi. Fonda duyulan Gerald Fried’in müziklerine etkileyiciydi.

Sinemanın zeki ve zanaatçı yönetmenlerinden John Huston, 1950 yapımı siyah-beyaz “The Asphalt Jungle-Elmas Hırsızları”nda, soygun filmlerinin dağınık motiflerini bir araya toplamıştı. Kubrick, bu motiflerin hakkını vermiş. Huston, kara filmlerin dağınık motiflerini de toparlamıştı daha önceleri. Filmi seyrettikten sonra akla, Japon sinemasında şiddet filmlerinin yönetmeni Takeshi Miike’nin 2004 yapımı “İzo” filmi de geliyordu. Miike o filminde, mükemmeliyetin absürtlüğünü gösteriyordu. Hiçbir şey mükemmel değildi ve mutlaka bir yerlerde tahmin edilemez arızalar oluyordu. Kubrick’in filminde de aynen böyleydi. Karakterler bir yerlerde hata yapabiliyorlardı. Plan kusursuz görünse de.

“Zafer Yolları…”

 Büyük usta Kubrick’in 1957’de United Artists’in sunduğu siyah-beyaz “Paths of Glory-Zafer Yolları” filmi, 1975 yılına kadar Fransa’da yasaklanmıştı. Kubrick ve Hollywood güçlü olduğu için filmin başka ülkelerde gösterimine engel olamayan Fransız devleti, Gillo Pontecorvo’nun 1966 yapımı siyah-beyaz “La Battaglia di Algeri-Cezayir Savaşı” filmine savaş açmış ve sol ruhlu yönetmenini açlığa sürüklemişti. Ama Pontecorvo’nun dostu da Marlon Brando’ydu. Yeni Avrupa Birliği (AB)  Kriterleri yavaş yavaş hayata geçince Fransa’ya da özgürlük gerçek anlamıyla gelmişti. Humprey Cobb’ın romanından uyarlanan filmin senaryosunu Kubrick’le beraber Jim Thompson ve Colder Willington ortak yazmışlar. Etkileyici müzikleri de Gerald Fried bestelemiş. Atmosferin ruhunu tam içeriden duyuran kamerayı da Georg Krause kullanmış.

Film, 1916 yılında açılıyor. Dış ses, Fransa’yla Almanya arasındaki savaşın 3 Mayıs 1914 yılında başladığını söylüyor. “Paris’e 30km kala, yıpranmış Fransızlar mucizevî biçimde ani saldırıyla Marne Nehri’nde Almanları püskürttü. Ön cephe düşürüldü” diye devam eden anlatıcı, Fransızların savaş hataları hatırlatıyor alttan alta da. Bu hatalar, binlerce genç askerin ölmesine neden olmuş ve siperlerden çok az ilerlenebilmiş. Kubrick’in bu filmi, Fransız ordusunun savaş hataları ve suçları üzerinde duran keskin eleştirili bir başyapıt. İhtirasın da adaleti yok ettiğini gösteriyor Kubrick. General Georges Broulard (Adolph Manjou), şimdi Almanların elinde olan Ant Tepesi’ni kurtarmayı hayal ediyor. General Paul Mireau'ya (George Macready) bunu gerçekleştirmesi için emir de veriyor. Siperlerdeki askerler yorgun ve açtı. İki generalin ihtirası, savaşın içindeki trajedilerle beraber adalet duygusunun ve insanı hiçleyişleriyle de ibret vericiydi.

General Mireau, sipere geliyor ve askerleri ateşlemeye çabalıyor. Askerlerin yüzündeki umutsuzluk ve yorgunluk, generali daha da kışkırtıyor. Kubrick, generalin siper ziyaretini öncü “steadicam” kamera çekimleriyle yansıtmış. Öne ve geriye sarsılmadan kayıp duran kamera insana heyecan veriyordu. 701. Alay’ın komutanlarından ve sivil hayatta önemli ceza avukatlarından olan Albay Dax (Kirk Douglas), Ant Tepesi’nin alınabilmesinin imkânsız olduğunu söylese de general, vatanseverlik lafları ederek, askerlerin koltuklarını kabartmaya çabalayıp duruyor. Albay generale, Samuel Johnson’ın, “Bir hainin son sığınağının vatanseverlik”  sözünü hatırlatıyor. Ama general öyle hırslı ki, hiçbir şey onu durduramıyor. Savaş suçları ve yalanlar olsa bile. Savaş yorgunluğunu ve korkusunu alkolle yenmeye, örtmeye çabalayan Teğmen Roget (Wayne Morris), öncü keşif takımının komutanlığı görevi veriliyor. Teğmen, Ant Tepesi’ndeki keşfe, daha önceden kendini tanıyan Onbaşı Phillippe Paris (Ralph Meeker) ve Er Leugene’i (Kem Dibbs) alarak ihtirasın mekânına gidiyor. Er Lejeune’i ileriye süren teğmen, bir süre sonra el bombasını ileriye doğru atıyor gecenin içinde. Er Lejeune ölüyor. Savaş suçlarından ilkiydi bu. Daha sonra Albay Dax’ın komutasında askerler siperlerinden çıkıp, Almanların makineli tüfeklerinden yağan kurşunların üzerine yürüyorlar. Bu an gerçekten insanı, korkunun ve cehennemin içine salıyordu. Raylar üzerinde sola doğru kayıp duran kamera, vurulan genç askerlerin trajedisini belgesel gibi yansıtıyordu perdeye. Kubrick, aralarda “kesme”ler de yaparak savaşın korkunç yüzüne tanıklık ettiriyordu. Fonda perküsyonlarla kurşun seslerinin birbirine geçmesi korkuyu daha da çoğaltıyordu.

Saldırı başarısız olunca General Mireau, Yüzbaşı Rousseau’dan (John Stein) askerlerin üzerine ateş etmesini istiyor. Bu da ikinci savaş suçuydu. Rousseau bu emre itaat etmiyor ve hırsının cehennemiyle üç askeri suçlayarak askeri mahkemeye veriyor. Onbaşı Phillippe Paris, erler Maurice Ferol (Timothy Carey) ve Pierre Arnaud (Joe Turkel), düzmece mahkemeyle kurşuna dizme cezasıyla infaz yiyorlar. Mahkeme, hiçbir yazılı iddianameye dayanmıyor ve sadece askeri savcının söylediklerini kanıt olarak görüyor. Aslında hüküm önceden verilmiş. Mahkeme, generalleri kurtarmak için üç masum ve suçsuz askeri trajediye yolluyor.  Albay Dax, daha sonra çok güçlü deliller bulsa da hiçbir şeye yaramıyor.

Hücrede ölümü bekleyen üç askerden Onbaşı Paris, hücreye dua için gelen pederden ve Tanrı’dan umut dileniyor. Belki de hayatında hiç Tanrı’ya dua etmemişti Paris. Hücrede çiftleşen hamamböceklerine gözleri takılan Paris, hayatının hamamböceklerinden daha değersiz olduğunu hissediyor. İnfaz sahnesi gerçek anlamda dramatik ve o anlarda ruhsal anlamda çöküntüye uğratıyordu yönetmen. İnfazı gerçekleştiren askerlerin başında da, ironik anlamda, Teğmen Roget vardı. Filmin final bölümü de insanın boğazını düğümlüyordu. Karargâhın gazinosunda askerler, sahnede bir Alman şarkıcı kızını (Christiane Kubrick) görünce erotik düşler kurmaya başlıyorlardı. Kim bilir kaç zamandır dişi sesi duymamış genç askerler zihinlerinde pornografi yaşarken, Alman kız yanık sesiyle şarkı söylüyordu gözyaşlarıyla. Askerler bu içten sesin etkisine girerek saf ve ruhani aşkı yaşıyorlardı bir an. Filmde birçok güçlü an vardı. Ama bu final bölümü, sinemanın en değerli armağanıydı. “Zafer Yolları” filminde, yan tarafında sepetli yolcu taşıyan motosiklet de göze çarpıyordu. Albay Dax, askeri mahkemeye bu motosikletle geliyordu. II. Dünya Savaşı’nda da bu motosikletler at gibi kullanılmışlardı.

“Spartaküs…”

Kubrick’in köleliliğe karşı ve özgürlüğe adanmış 1960 yapımı renkli ve sinemaskop “Spartacus-Spartaküs” filmini Universal sunmuş. Bu film, kurgusal olarak ilk renkli filmiydi. Filmin senaryosunu Howard Fast’ın romanından Dalton Trumbo yazmış. Hem insan ruhunu hem de atmosferi yansıtan müzikleri Alex North bestelemiş. “Technicolor” fotoğraflarsa kameraman Russell Metty’dendi. Büyük Kubrick bu filminde, “kararma-açılma” ve “zincirlemeli geçiş” teknikleri kullanmış yoğun olarak. Tüm bunlar, müzik gibi, filmin ruhuna ve atmosferine büyük katkı sunmuş. Kameranın çevrinmesi (pan yapması) ve kaydırmalı çekimler de elbette anlama yardımcı oluyordu.

Bu film, Akademi’den yardımcı erkek oyuncu (Peter Ustinov), görüntü, sanat yönetimi ve kostüm dallarında dört Oscar kazanmıştı. Film, ülkemizde Aralık 1963’te vizyona çıkmıştı.

Ön jeneriği etkileyiciydi filmin. Yazılar yansırken önce Spartaküs’ün heykeli çarpıcı kurguyla yansıyordu. Ardından da Crassus’un. General ve siyasetçi Crassus’un heykeli çatlasa da, kölelikle savaş iki bin yıl sürecekti. 1860’larda Amerika’nın iç savaşı sonrası kölelik ortadan tamamen kalksa da ırkçılık sürecekti ama. Amerika’da, 1960’lardaki özgür ve eşit haklar mücadelesi birçok şeyi çözmese de insanlığa büyük adım attırmıştı. Kubrick’in filminde köleliğe karşı savaşıp kaybedenler, gerçekten kaybetmişler miydi?

İ.Ö. 73… Okuma-yazma bilmeyen Trakyalı köle Spartaküs (Kirk Douglas), cehennem sıcağı altında öteki kölelerle madende insanlık dışı çalışarak aynı kaderi paylaşırken yansıyordu. 13 yaşından beri köle olan Spartaküs, hiçbir haksızlığa tahammül edemeyen bir insandı.  Anlatıcı (Vic Perrin), onun ve Roma Cumhuriyeti’nin hikâyesini, Roma’nın görkemini anlatırken, “Bu imparatorluk adalet üzerine kuruldu” diyordu. Trakyalı bir kadın bir bebek doğuruyor ve ona Spartaküs adını vermişti. Spartaküs büyümüş ve bu madende çile dolduruyordu şimdi. Ama Roma’da diktatörler çağı da yaklaşıyordu. Spartaküs, gücünü kaybeden bir köleye yardım ettikten sonra kırbaçlanıyor ve hemen bağlanıyor. Madene, Capua’da gladyatör okulu olan Batiatüs (Peter Ustinov) gelince hayatının akışı da değişecekti. Gladyatör olacaktı. Eğitmeni de Marcellus (Charles McGraw) adında eski bir köleydi.

Tıraş olup banyo yapan gladyatör adaylarının ayaklarına damga da vuruluyor. Onlar, köle gladyatörlerdi. Spartaküs’ün hücresini dışavurumcu ışık düzenlemesiyle yansıtmış Kubrick. Bu ışık düzenlemesi, Spartaküs’ün iç dünyasından yansıyormuş gibiydi.  Bu okulda köleleri rahatlatmak için de köle kadınlar armağan olarak sunuluyordu onlara.  Spartaküs’e de Britanyalı Varinia (Jean Simmons) düşüyordu. Aşk hemen doğuyor. Bu aşk ve tutku ileride daha da anlamlaşacaktı. Okulu, general ve siyasetçi Crassus (Laurence Olivier) ziyaret ediyor yanındaki aristokratlarla. Helena (Nina Foch), Batiatüs’ten ölümcül gladyatör dövüşü istediğinde, isyan ateşini yaktığını bilmiyordu. Kendilerine hizmet eden Varinia’yı gören Crassus da ona tutuluyor. Erkekler ona hemen tutuluyordu. Bu aşktan da derin bir şeydi. Hemen hizmetçisi olarak satın alıyor onu. Takıntılı bir tutkuya düşecek Crassus’un şimdilik en büyük nefreti, senatonun başındaki eski bir köle olan Gracchus (Charles Laughton). Okulda onun heykeli vardı sadece.

Spartaküs’le Habeşli, okulun küçük arena sahasında dövüşüyorlar önce. Dövüşü kazanan Habeşli, Spartaküs’ü öldüremiyor. İsyan da uzakta değildi. Varinia’nın Roma’ya götürülüşü gören Spartaküs, isyanı başlatıyor Marcellus’u öldürerek. Bu kaosun içinden ne çıkacaktı? Kendi özgürlükleri mi, yoksa tüm kölelerin özgürlükleri mi? Okulda köle isyanı başarıya ulaştıktan sonra Spartaküs kendi hücresine özgür insan gibi bakıyor. Dramatik durumu yansıtan dışavurumcu ışık düzenlemesi daha bir anlam katıyordu filme metafor olarak. Ama Spartaküs, küçük hücresinden dışarıya,  ışığa doğru yürürken metafor daha da anlamlaşıyordu. Senatoda, köle isyanı ele alınırken küçümseme de hissediliyor. Garnizon komutanı olan Glabrus (John Dale) kölelere karşı savaşta görevlendirilirken, hikâyeye şair-şarkıcı köle genç Antoninus da (Tony Curtis) dâhil oluyordu. Antoninus, Crassus’un uşağıydı. Çok geçmeden Spartaküs’e katılıyor o da. Spartaküs, savaşmayı herkesin öğrenebileceğini, ama herkesin sanatı öğrenemeyeceğini düşünüyor. Spartaküs etkileyici bir sahnede Varinia’ya, bilinmeyenleri öğrenmek istediğini söylüyor. Yıldızların niçin düştüğünü, kuşların neden düşmediğini, geceleri güneşin nereye gittiğini, ayın şeklinin neden değiştiğini bilmek istiyor Spartaküs. Tüm büyük liderler gibi. Özgürlüğüne kavuşan insanlar da, Spartaküs’ün komutasında eşit ve paylaşımcı oluyorlar. Spartaküs, özgürlüğü tadan bu insanlarla komün yaratabiliyor. Öte tarafta Jül Sezar da (John Gavin) orduya katılıyor. Sezar, bir zaman sonra iktidarı ele geçirip diktatörlüğünü ilan edecekti. Crassus’un rüyasını gerçekleştirecekti. Sezar’ın uygulamaları günümüze kadar diktatörlere ilham da verecekti.

 İ.Ö. 71… Şimdi özgür olan köleler kaybediyordu. Korsanlardan gemileri alamıyorlar. Korsan Tigranes (Herbert Lom), gemileri veremeyeceğini söylüyor. Çünkü Roma hâlâ güçlüydü. Gracchus da. Roma ordusu katliamla bu isyanı bastırıyor. Ama o kıvılcımı, özgürlük kıvılcımını yok edemiyor. Spartaküs’ün Varinia’dan olan bebeği umudu ölümsüzleştiriyordu. Çarmıha gerilmiş Spartaküs’ün oğluna bakışı bu umudu daha da çoğaltıyordu. Kubrick, bu filminde özelde Amerika’ya, genelde tüm dünyaya umudu öldüremezsiniz, diyordu sanki. Filmin görselliği ve fonda duyulan müzikler de, bu değerli filmin ruhuydu.

“Lolita…”

Stanley Kubrick’in Rus yazar Vladimir Nabokov’un romanından uyarladığı 1962 yapımı siyah-beyaz “Lolita”, insanı kendi ikiyüzlülüğüyle baş başa bırakan, hem ahlaki hem de adli suç filmine dönüşen sarsıcı bir film. MGM’in sunduğu filmin senaryosunu da kendi romanından yazmıştı Nabokov. Filmin çarpıcı kurgusunu da Anthony Harvey yapmış. Filmin müziklerini de Nelson Riddle bestelemiş. Fotoğraf sanatına saygı sunuşu yapan görüntülerse Oswald Morris’e ait. Kubrick’in bu filmi, Amerika’da ahlakçılık oyunu oynayan muhafazakâr basın tarafından saldırıya uğradı. Usta, Amerika’yı terk etti, İngiltere’ye yerleşti ve ölene kadar orada kaldı. Bu film, Şubat 1965’te ülkemizde vizyona çıkmıştı.

Film, ön jenerikte Lolita’nın ayak parmaklarına bir elin oje sürmesiyle açılıyor. Ön jenerik yazıları zincirleme geçişleriyle yansıyor. Her şey birbirinin içine geçmiş gibi. Fonda da piyano tınıları duyuluyordu. Bunlar filmin derinliğinde anlamlaşacaktı. Ön jenerik sonrası, sisler içinde steyşın bir beyaz araba şehir dışındaki bir çiftliğe doğru yol alıyordu. Profesör Humbert Humbert (James Mason), bir malikâneye giriyor. Orada televizyona oyun yazan ve çok para kazanan Clare Quilty’yi (Peter Sellers) arıyor. Malikâneye giren Humbert’ı kayarak takip eden kamera, akşamdan kalma Quilty’yi buluyor. Humbert ona Dolores Haze’i soruyor. Yani Lolita’yı. Dolores İspanyol kadın ismiydi. İspanyolca konuşulan ülkelerde Dolores'in  kısaltmasına "Lola" deniliyor. "Lolita" da buradan türetilmiş olabilir. Evet, bir şeylerin ters gittiğini anlayan Quilty, piyano çalarak ortamı yumuşatmaya çabalasa da tabancayla üstüne doğru gelen Humbert’ın kurşunlarından kaçamıyor. Yağlı boya kadın portresinin arkasında trajedisini yaşıyordu. Aynı zamanda tablo da etkileniyordu bu trajediden. Film, Humbert’ın içsesiyle takip Sonra  baştan sona kadar. Sadece sondaki ses başkaydı. Çünkü trajedi uzaklarda değildi.

Film, buraya nasıl gelindiğini anlatmak için dört yıl öncesine dönüyor. Humbert, Amerika’ya Fransız edebiyatından İngilizceye çeviriler üstüne dersler vermek için gelmiş orta yaşlı ve de yeni boşanmış İngiliz bir profesör. Uçak New Hampshire’a iniyor. Sonra Ramsdale kasabasına yerleşiyor. Sakin bir yaz geçirmeye karar vermiş Humbert. Sonbaharda Ohio’daki Beardsley Üniversitesi’nde dersler de verecekmiş. Dostlarının önerisiyle Ramsdale’e gelmiş kiralık ev için. Kocası Harold ölmüş dul Charlotte Haze’in (Shelly Winters) evine yerleşiyor. Charlotte, dindar, ama onca yıl erkeksiz kalmanın verdiği bunalımla Humbert’a dişiliğini hissettiriyor hemen. Beyaz steyşın da Charlotte’un. Bu araba filmin önemli karakterlerinden biri olacaktı derinliklerde. Evi dolaşırken, dışarıda güneşlenen 14 yaşındaki sarışın Lolita’nın ((Sue Lyon)  ışık saçan güzelliğiyle sallanan Humbert, onun çocuksu davranışlarından anlamlar çıkartarak hayaller kurmaya başlıyor. Ona tutkusunu gönderen kelimelerle günlük bile tutuyor. Ailenin içine iyice yerleşen Humbert, onlarla arabadan izlenen film bile izliyor. Perdede “Frankeştayn” filmi yansıyor. Terence Fisher’in yönettiği renkli 1957 yapımı filmin adı  “The Curse of Frankenstein-Frankenştayn'ın Laneti…” Bu bir metafor muydu? Zaman geçiyor. Kenny’yle (Rober C. Overton) çıkan Lolita, baloda sevgilisiyle coşkulu dans yaparken, onun enerjisi Humbert’i büyülüyor dansı dikizlerken. Humbert, avukat komşuları John Farlow (Jerry Stovin) ve karısı Jean’le de (Diana Decker) tanışıyor. John ve Jean’in kızları Mona (Susanne Gibbs), Lolita’nın arkadaşıydı. Elbette büyük baloda Quilty de vardı.

Oyunlar oynayan Loita, taze ışığıyla geliveriyordu Humbert'in odasına. En sevdiği şairden, Edgar Allan Poe’dan dizler okuyor ona Humbert. "Yüce Poe" dediği şairin şiirinden, “Yalnız ekimde bir akşamdı / Yılların en unutulmazıydı / Donuk Auber Gölü’nde zaman durdu / Orta Weir topraklarına sis kondu" mısralarını okuyor Lolita'ya. Humbert, “donuk” ve “kondu” arasında Poe’nun oyun yaptığını söylüyor Lolita’ya. “Donuk” kelimesini diğer mısrada tersten yazmış Poe. Küçük Lolita anlamasa da dinliyor onu bir şeyler atıştırırken. Öğrencisiymiş gibi Lolita’ya açıklamalar da yapıyor Humbert, başka mısraları da okurken ona: “Yatıştırdım Psişe’yi ve dudaklarımız kavuştu / Ve yendim çekingenliğini, sildim sıkıntılarını /  Vardık o yolun sonuna / Ama çıktı bir mezar karşımıza / Sordum o tatlı kıza orada ne yazıyordu / Cevap verdi bana ‘Ulalum, ulalum…” Lolita, ”O tatlı kız” lafını beğenmiyor pek. “Lolita, cicim” der gibiymiş ona göre. Yazar-şair Poe, polisiye romanın da öncüsüydü.

Lolita, yaz kampı için gittikten sonra, Charlotte bir notla Humbert’a evlenme teklif ediyor. Evleniyorlar. Cinsel yönden rahatlaması gereken Humbert, Lolita’ya özlemini günlüğüne dökmeyi sürdürüyor. Yatak odasında, Charlotte, Lolita’yla telefonda konuştuktan sonra Lolita’yı yatılı okula vereceğini söyleyiveriyor Humbert’a. Elbette Humbert’ın emellerinden daha haberi yoktu Charlotte’un. Yalnızlıktan çok korkan Charlotte, Humbert’a Tanrı’ya inanıp inanmadığını söylüyor. Humbert, “Tanrı bana inanıyor mu, bilmiyorum” diyor. Komodinin çekmecesinden kocasının tabancasını çıkartıyor ve Humbert’a, “Annenin babası Türk bile olsa umurumda değil. Tanrı’ya inanmadığını öğrenirsem, sanırım intihar ederim” diyor Charlotte. Ama çok geçmeden Humbert’ın günlüğün bulup karıştıran Charlotte, yağmurlu havada arabanın altında kalıp ölüyor. Humbert, tabancayla öldürmeyi hayal ettiği Charlotte’un böyle zahmetsizce ortadan çekilmesinden gayet mutlu oluyor. Lolita ona kalacağı için belki de. Steyşın araba gibi, tabanca da önemliydi filmde. Kubrick, Brechtyen estetikten yardım buluyor tabancayla. Brechtyen bakışta, bir silah görünüyorsa mutlaka bir yerde işlevi olması gerekiyordu. Hemen küvete girip keyif yaparken komşuları Jean ve John da geliyor eve. Sonra da Charlotte’a çarpan Frederick de (James Dyrenforth) özür için geliyor. Humbert’ın umurunda değildi ki tüm bunlar.

Yaz kampına gidip Lolita’yı alan Humbert, kıza annesinin hasta olduğunu söyleyip onu otele götürüyor. Otelde eyalet polisinin toplantısı da vardı. Elbette Quilty de oradaydı. Yatak sorunu çözülürken Humbert’la iletişimi deniyor Quilty. Aklı da Lolita’daydı. Odaya gelen Humbert, yatakta bir melek gibi uyuyan Lolita’ya sarılıp uyumayı hayal ederken, melek uyanıveriyordu. Öncesinde, pencerenin panjurunun demir parmaklıkları hatırlatan çizgili gölgesi odanın içine yansıyor. Bu gerçeküstü görüntünün anlamı daha sonra anlamlaşacaktı zihinlerde. Oyun yine başlıyor ve yeniden yollara düşüyorlar. Humbert, Lolita’ya annesinin öldüğünü söyleyerek biraz olsun rahatlıyor. Zaman geçiyor. Kış çöküyor. Başka bir kasabada yeni hayatları sürüyor. Lolita’yı başka erkeklerden, okuldan, etkinliklerden kıskanan Humbert, kızın hayatını küçük bir cehenneme de çeviriveriyor. Okuldaki piyese katılmasına bile karşı çıkıyor yatak odasında Lolita’nın ayak parmaklarına oje sürerken. Kubrick bu sahnede seyirciyi de epeyce zorluyor zihinsel anlamda. Yatakta sere serpe uzanmış Lolita’nın pürüzsüz beyaz teni kışkırtıcı, akıl alıcı yansıyor estetik fotoğraflarla. Dilemmalarda, ikilemlerde bırakan Kubrick, ahlakçı ikiyüzlülükle baş başa bırakıveriyordu herkesi. Kubrick, Humbert’la Lolita’nın seviştikleri hakkında açık bir şey göstermiyordu, ama zihinlerde hep bir kuşku oluşuyordu.

Lolita’nın piyese katılmasına izin vermeyen Humbert’ı Dr. Zempf ziyarete geliyor. Onun kim olduğunu çıkartıyorsunuz çok geçmeden. Piyeste sahne alan Lolita’yı korkunç bir kıskançlıkla kıskanan Humbert, yeniden yolculuğa çıkartıyor Lolita’yı. Kasabada dedikodular da duyulmaya başlıyor. Kasabalı, Lolita’yla Humbert’ın aralarında bir şeyler olduğunu hissediyor. Baba-kız ilişkisinin ötesinde. Steyşın araba otobanda yol alırken, bir araba da peşlerine takılıyor. Arabanın lastiği patlıyor. Lolita hastalanıyor. Bu, Humbert için kırılma anı oluyordu. Çok geçmeden Lolita ortadan kayboluyor. Yedi ay geçtikten sonra Lolita’dan yardım için mektup alıyor Humbert. Hemen yola çıkıyor Lolita’ya çabucak ulaşabilmek için. Düş kırıklığını da yaşıyor orada. Lolita evli ve üstelik de hamileydi. Lolita, onunla gelmek istemiyor. Ona para bırakıp, bu sorunları açan Quilty’yle hesaplaşmaya doğru yol alıyor Humbert. Filmin girişindeki an yeniden yaşanıyor. Quilty’ye ve kadın portresine kurşun yağdıran Humbert’in âkibetini de “sonsöz” (epilog) açıklıyordu finalde.

Bir suç ve yol filmine de dönüşen bu yapıtında Kubrick, ahlakçıları eleştiriyor, önyargının korkunç bir düşünce olduğunu hissettiriyor. Humbert’a saldırgan ve aşağılayıcı yaklaşmıyor yönetmen. Yeni boşanmış ve hiç çocuğu olmamış bu yalnız adamın kıyılarında dolaşarak toplumun ikiyüzlü ahlakının maskesini düşürüyordu yönetmen. Charlotte’un evinde yoğunlukla parlak ışık düzenlemeleri kullanan Kubrick, Charlotte öldükten sonra gölgeleri daha bir öne çıkartan dramatik ışık düzenlemeleri yapmış kara filmlerdeki gibi. Kasvet duygusunu da çoğaltıyordu bu şık düzenlemesi. Kubrick, kararmalarla zamanın geçişini de hızlandırmış bu filminde. Aralarda duyulan piyano tınılarındaki “Lolita” tema müziği filmin ruhunda hüznü çoğaltıyor bir de.

 “Garip Doktor …” 

Stanley Kubrick’in yazar Peter George’un 1958'de yayınladığı “Red Alert” (Kırmızı Alarm) romanından uyarladığı 1964 yapımı siyah-beyaz “Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb- Garip Doktor”, nükleer felaket üstüne politik hiciv ve ironi yüklü gerçekçi bir film. Ayrıca bu film, Soğuk Savaş parodisiydi de. Kara mizahla yüklü. Columbia’nın sunduğu filmin senaryosunu romanın yazarıyla beraber Kubrick ve Terry Southern ortak yazmışlar. Filmin uzun orijinal adının anlamı “Dr. Garipaşk veya Nasıl Kaygılanmayı Bırakıp Bombayı Sevmeyi Öğrendim” demekti. Çarpıcı fotoğraflar kameraman Gilbert Taylor’a, müziklerse Laurie Johnson’a aitti. Peter Sellers üç rolde gözüküyordu bu filmde. Ayrıca bu film dört dalda Oscar'a aday olmuş, ama kazanamamıştı. Film, yönetmen (Stanley Kubrick), erkek oyuncu (Peter Sellers) ve uyarlama senaryo (Stanley Kubrick, Peter George ve Terry Southern) dallarında Akademi tarafından Oscar'a aday gösterilmişti. 

Film, Kuzey Kutbu üstüne bir dış sesle açılıyor. Ses, “Batılı liderlerin arasında dolaşan rivayete göre Sovyetler Birliği ‘nihai’ bir silah geliştiriyor. Mahşer Günü silahıymış bu. /…/ Zarkov Adası’nda, Arktik tepelerinin hemen altında olduğunu belirlediler. /…/” Sonra kamera, ön jenerikte havada uçan Amerika’nın savaş uçaklarını takip ediyordu. Filmin ön jenerik yazıları da özgün ve çarpıcıydı.

Burdelson Hava Üssü’nü yöneten Amerikalı General Jack D. Ripper (Sterling Hayden), bir ayağı takma olan İngiliz yaveri Yüzbaşı Lionel Mandrake’ye (Peter Sellers) tüm radyoları toplaması emrini veriyor. Radyolar telsiz olarak da kullanılabiliyordu. General Ripper, havadaki nükleer bomba yüklü bombardıman uçaklarına Sovyetler’i bombalamaları için emir gönderiyor. Bundan kimsenin haberi yoktu. Amerikan Başkanı Merkin Muffley’nin (Peter Sellers) bile. III. Dünya Savaşı yakın mıydı? Nükleer bombalarla yüklü bombardıman uçakları teftiş uçuşlarını yaparken, uçaktaki askerler de can sıkıntısından patlıyor. Ama bu uzun sürmüyor ve General Ripper’dan mesaj ulaşıyordu onlara. Mesajda, nükleer bombaları Rusların üstüne boşaltmaları yazıyordu. Haritalarını da broşürle açıklıyordu askerlere. Uçaktakiler şaşkındı. “Kanat Uçuş Planı R” devreye girmiş, ama Başkan’ın haberi yoktu tüm olanlardan. “Mahşer Günü” başlıyor. Üçüncü savaş uzakta değildi.

Kendine “Bayan Dışişleri” diyen sekreteri ve metresi Bayan Scott’la (Tracy Reed) eğlenen General Buck Turgidson da (George C. Scott),  Başkan’ın emriyle gizli toplantıya çağrılıyor. General Turgidson, gururla General Ripper’ı Başkan’a anlatırken, ortaya tuhaf düşünceli, hatta meczup biri ortaya çıkıyordu. General Ripper, kızıl komünistleri yeryüzünden Tanrı’nın emriyle silmek istiyormuş. Evli ve bir metresi olan General Turgidson da bir anti-komünistti. Alttan alta da General Ripper’ı destekliyordu. Üste de işler karışıyor. Başkan Muffley, üsse girilmesini istiyor. Ama bu o kadar kolay değildi. Kırmızı alarmın olduğu üste giden askerlerin üsteki askerlerle savaşmaları gerekiyordu. Başkan Muffley, Sovyetler Birliği’nin Washington Büyükelçisi’ni Aleksi de Sadeski’yi de (Peter Bull) gizli toplantıya çağırıyor. Büyükelçi, Başkan’ın sunduğu Jamaika purolarını içmeyi reddediyor. Çünkü emperyalistlerle işbirliği yapan bir ülkenin purosu içilmezdi. Devrime de aykırıydı. General Turgidson’ın gözü Büyükelçi’nin üstündeydi hep. Başkan, Sovyetler’in başkanı Dimitri Kissoff’a da sürekli bilgiler veriyor. Hatta uçakları vurmasını bile söylüyor.

“Peace is Our Profession”, yani “Barış Bizim Mesleğimiz” yazan üssün paranoyak, anti-komünist “ahlakçı” ve dinci muhafazakâr komutanı General Ripper, her şeyi Tanrı adına yaparken, kızıl komünist ateistleri yok etme fikrinin de seviştiği sırada aklına gelmiş. Madreke’ye böyle diyor. General Ripper, dünyanın ve insanların onda yedisinin su olduğunu da söylüyor Madreke’ye. Ruslar, sulara “florit” (fluorit) karıştırıyor, diyor general. Bunu da seviştikten sonraki gelen yorgunluğuna bağlıyor. General Ripper, gücü almak isteyen kadınlara da gücünü vermekten korkuyor bir de. Madreke de Japonlara esir düşmüş ve köprü yapmış onlara. Tıpkı Kwai Köprüsü gibi. Ölümden sonra hayata da inanan General Ripper ölse de verdiği emir sürüyor. Nükleer başlıklı bir bombanın arkasında da “Dear John”, yani “Sevgili Yahya” yazdığını da belirtelim. 

Başkan’ın yaptığı toplantıya, tekerlekli sandalyedeki bilim insanı ve de tuhaf isimli Dr. Strangelove da katılıyor. Strangelove (Peter Sellers), “Silah Araştırma ve Geliştirme Dairesi”nin başkanıydı. Bu bombaları da o geliştirmiş. Alman doktorun asıl adı Merkwürdiglibe… Yani Strangelove… Yani Garipaşk… Bombalar, düştükleri yerlerde 93 yıl etkisini sürdürüyormuş. Dışarıdaki askerler üsse giriyorlar. Madreke’yi esir alan Albay Guano (Keenan Wynn), Madreke’nin telkinlerine dirense de sonunda Madreke Başkan’a ulaşabiliyor. Telefonların kesik olduğu üste bir tek jetonlu telefon çalışıyor. Bozukluğu biten Madreke, Guano’dan kola makinesine ateş etmesini istiyor bozukluklar için. Özel mülkiyet ve hür teşebbüse gasp yapılabilir miydi? Madreke, Başkan’a ulaşıyor, ama her şey için çok geçti. Dr. Strangelove, Başkan’a bombalar düştükten sonra olabilecekleri doğal bir şeymiş gibi anlatıyor. Sağlıklı Rus erkekleriyle sağlıklı Rus kadınları sevişip toparlar, diyor. Gençler bilgisayar başında eğlenirler ve sevişirlerdi. Canları da sıkılmazdı. Aslında bu film bir anlamıyla da fütüristti. Gerçekten gençler bilgisayarla eğleniyorlar, arta kalan zamanlarında da sevişiyorlardı çağımızda. Tıpkı bu filmin öngörüsü gibiydi şimdi yaşanan her şey. Ruslar, Amerikan bombardıman uçaklarını düşürüyorlar, ama isabet alan bir uçak dışında. O uçak da Rusların üstüne nükleer bombaları bırakıyordu. Soykırım yaşanıyor. Bir eli de sakat olan Nazi Dr. Strangelove, tekerlekli sandalyeden ayağa fırlıyor ve “Mein Führer (Lider Benim), yürüyorum” diye çığlık atıyor. Bombalarsa Rusya’yı karanlığa gömüyordu. Kubrick’in bu filmi altın kadar değerli ve insana da her daim gerekli.

 “2001: Uzay Yolu Macerası…”

Dekor ve tasarımlarının çekimlerden uzun süren ve MGM’in sunduğu 1968 yapımı renkli sinemaskop “2001: A Space Odyssey-2001: Uzay Yolu Macerası”, sinemanın aşılması zor ve anlamı derin bir bilimkurgu. Bu başyapıtı izlerken, öncelikle uzay mekânlarında, alabildiğine devasa perdeye muhtaç duyuluyordu. Hem de IMAX. Günümüzde teknolojinin ulaştığı yer düşünüldüğünde, bu filme/romana öncü diyebiliriz. "Yapay zeka", yani "Artificial Intelligence/AI) artık hayatı kuşatıyor. Bilgisayar, akıllı telefon, internet hemen yakındaydı. Onlar olmayınca eksiklik hissediliyordu hayatlarda. Günümüzde bir bilimkurgunun içinde mi yaşanıyordu? Bu film şu anda olan birçok şeyi önceliyordu. Bu öncü bilimkurgu filmiydi. Hatta bazı anlarıyla fütüristti. Kubrick'in bu filmi birçok yönüyle öncü olsa bile kadınlara yüklediği anlam günümüzde anlamını kaybetti. Film için en derin eleştiri kadınların sadece hizmet işlerinde görünmesi ve diğer tüm sorumluluk gerektiren işlerde erkeklerin öne çıkmasıydı. Az da olsa ayrımcılık fark ettiriyordu filmde.  

Film, ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanmıştı. Bu film büyük ölçüde, yazar Clarke'ın 1951'de yayınlanan"Sentinel of Eternity" (Sosuzluğun Nöbetçisi) kısa bilimkurgu hikâyesinden uyarlandı. Clarke bu hikâyesinden ve Kubrick'in bu filminden yola çıkarak "2001: A Space Odyssey" bilimkurgu romanını film gösterime çıktıktan sonra yayınlamıştı. İngiliz bilimkurgu yazarı Clarke’ın (1917-2008), bu romanı ülkemizde 1998’de “2001: Bir Uzay Efsanesi” ismiyle yayınlandı. Yine aynı yıl “2010: Uzay Efsanesi-2” geldi.  Ayrıca, 2006’da ciltli olarak “Bir Uzay Efsanesi 2001-2010-2061-3001: Son Efsane” serisi de okurlara ulaştı.

Filmin senaryosunu Kubrick’le beraber Clarke ortak yazmışlar. Muhteşem ve belleklere oturan “technicolor” sinemaskop fotoğrafları yansıtansa kameramanlardan İngiliz Geoffrey Unsworth. Büyük kameraman Unsworth (1914-1978), bu filmde bir yerden sonra işi bırakmıştı. Filmi de yardımcılığını yapan bir başka büyük kameraman İngiliz John Alcott (1931-1986) tamamlamıştı. 
Alcott bu filmde kameraman yardımcılığı yanında ışık düzenlemesini de gerçekleştirmiş. Kubrick'in bu bilimkurgusunda Alcott'ın görsel olarak tasarladığı ve çektiği "İnsanın Şafağı" bölümüydü. Sinema tarihine geçti. Alcott, Kubrick'in bu yapımdan sonra çektiği üç filmin de kameramanlık yapmıştı. Özellikle Kubrick'in 1975 yapımı "Barry Lyndon" filmindeki rokoko tarzı görselliği sinemayı estetik anlamda zenginlik sunmuştu. Elbette Kubrick'in 1971 yapımı bilimkurgu "A Clockwork Orange-Otomatik Portakal" ve 1980 yapımı korku "The Shining-Cinnet" filmlerindeki fotoğrafları da unutulmamalı. 
 
Filmde Aram Khatchaturyan’ın “Gayaneh Ballet Suite”ini, Johann Strauss’un “The Blue Danube”sini, Richard Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra”sını ve György Ligeti’den “Atmospheres”, “Lux Aeterna”, “Requiem” müziklerini duyuyorsunuz film boyunca. Richard Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra”sı duyulduğunda bu müziğin kulağa aşina olduğu fark ediliyordu. Bu klasik müziğin patlayan çığlıklarıyla hemen girişte karşılaşılıyor. Tema müziğine dönüşen bu müzikle filmin derinliklerinde de buluşuluyordu.  Staruss bu eserini 1896’da Nietzche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” felsefi romanından ilham alarak bestelemiş. Hem Alman romantizminin hem de 20. yüzyıldaki modern müziğin de önemli ismi oldu Strauss. Büyük Ermeni besteci Aram Haçaturyan (Khatchaturian) da keşfedilecekti. Evet, bu film çekilmeden önce insan Dünya yörüngesinde tur atmıştı sadece. Ancak 1969 yılında Ay’a gidilebildi. Ayrıca büyük usta Kubrick, bu bilimkurgusunu üç bölümden oluşturmuş.

“İnsanın Şafağı” (Dawn of Man)…  giriş bölümünde Macar besteci Györgi Ligeti'nin (1923-2006) bestesi duyuluyordu. Ligeti, "Atmosphers" müziğini 1961 yılında bestelemişti. 

Görüntü uzayda açıklıyor. Fonda Richard Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra” (Böyle Buyurdu Zerdüşt) müziği duyulurken, Dünya gündoğumu yaşıyordu. Önde de Ay vardı. Ardından da ön jenerik yazıları yansıyordu. Bu müzik anlamlaydı. Friedrich Nietzsche (1844-1900) bu felsefi romanında, bütün dinsel değerlerin çöktüğünü ve geleneksel ahlaki değerlerin de yıkıldığını vurguluyordu. Tanrı ölmüştü. 

Hayatımız daha anlamlanmaya başlamadan önce filmin girişindeki anlar devam ediyordu. Birkaç milyon yıl önce. Gökyüzü kıpkızıldı. Issızlığın ve sessizliğin hissedildiği Dünya’da çoğu yer de çorak yansıyor. Afrika'ydı burası. Kubrick, “kesme” çekimlerle yansıtıyordu bu anları. Tıpkı fotoğraf kareleri gibi. Rüzgar uğultuları ve kuş sesleri de duyuluyordu. Önce hayvan ve kemikleri  görünüyor. Maymun kafatasları da fark ediliyordu. Şempanzeyi andıran kki insan-maymun beslenirken yansıyor sonra. Hayatın olduğunu fark ediliyordu. Maymun kolonisiyle beraber domuzları ve küçük hortumlu burunlarıyla filleri andıran tapirler de göze çarpıyordu. Akrabalarıysa gergedanlar ve atlardı. Tapirler günümüzde de varlar, ama türleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. İki metre uzunluğunda ve bir metre boyundaki tapirlerin tabiatta doğal düşmanları yok. Tek düşmanı insanlar. Derileri ve etleri için avlanıyorlar. Tapirler bu dünyada yaklaşık 50 milyon yıldır varlar. İnsanlarsa sadece üç milyon yıldır. Latin Amerika, Güneydoğu Asya'da yaşamlarını sürdürüyorlar. Tapirler ve maymunlar beraber besleniyorlardı. Maymunlar agresifti ve beslendikleri otları paylaşmıyorlardı. Sonra da bir leopar bir maymunu avlarken görüntü kararıyor. Görüntü açılıyor. Sükunet yerine başka bir şey mi gelecekti? Maymun kolonileri arasında çatışmalar da vardı. En iyi yer, beslenmenin, suyun ve barınmanın yeri demekti. Görüntü yine kararıyor. Görüntü açıldıktan sonra fotoğraf tadı veren görüntülerle çorak arazi yansıyordu leopar hırıltıları üzerine. Leopar dinleniyordu. Leoparın hırıltısından korkan maymunlar mağaradan endişe içinde bekliyorlardı. Kızıl gökyüzü yansıyor ve peşinden de görüntü kararıyordu. 

Görüntü açıldığında uyanan bir maymun öfkeyle hırlamaya başlıyor. Maymunların mağarasının önünde, bir sanatçının elinden çıkmış gibi görkemli bir dikilitaş (monolith) fark ediliyordu. Bu dikdörtgen duvar, “leit-motif”e dönüşerek, zaman geçişlerini ve değişimleri simgeleyecekti filmin derinliklerinde. Bu anda da Ligeti'nin "Requieme" tınısı duyulmaya başlıyor. Maymunlar bu tuhaf şeyden hem korkuyorlar hem de dokunarak ne olduğunu anlamaya çabalıyorlardı. Ardından çarpıcı açıyla kamera alttan çekim yaparak güneşin doğuşunu ve derinlikteki ayı yansıtıyordu. Sonra her şey kendi sakinliğine dönüyordu maymunların hayatında. Kemiklerin ortasındaki maymun dikilitaşa bakıyor. Az önceki görüntü onu da etkilerken fonda da Strauss’un “Thus Spoke Zarathustra” müziği duyulmaya başlıyordu. Bir kemiği eline alan maymun, onu farklı olarak da görmeye başlıyor. Silah gibi. Elindeki kemikle yerdeki kemik yığınlarına vurmaya başlıyor. Ardından kemiği tapir kafatasına vurup kafatasını parçalıyor. Zihinden tapirler geçiyor hemen. Bu anlar kısa "kesme" çekimlerle çarpıcı kurguyla yansıyordu. Tapirler de yere düşmeye başlıyor. Tapirler dostken ava dönüşüyordu şimdi. Maymun çiğ et yiyor ardından. Diğer maymunlar da. Ufuk yansıyor. Başka gün başka  bir şey oluyordu. İki maymun topluğu karşı karşıyaydı. Birilerinin ellerinde silah-kemikler, diğerlerinin elleri boştu. Katliam, hatta soykırım başlıyordu. Ellerinde silahları olanlar öldürmenin hazzını yaşıyorlardı sanki. Atalarımızın genleriyle taşıdığımız bu şiddet duygusu ürpertici bir görsellikle yansıyordu. Bu ilk suçumuzdu. Derin kökenimizdi. Öldürmek ve yok etmek genlerimizdeydi. Ama teknolojik canlılardık. Ağaçtan indik. Alet yaptık, avlandık ve etin tadını aldık. Bu evrimimiz için dönüm noktasıydı. Tüylerimiz döküldü ve vücudumuz açıkta kaldı ve üşüdü. Mağaralar ilk evimiz oldu. Kadınlar av hayvanlarını duvarlara çizdi. Ateşi keşfettik. Pişmiş etin tadı daha farklıydı. Yüz binlerce yıl içinde "homo sapiens"e dönüştük. Artık insandık. Afrika'dan göç eden atalarımızın bir bölümü dünyanın çeşitli yerlerine dağıldı. Avcı-toplayıcı olduk. Eti pişirerek yemek evrimimizi hızlandırdı. Gırtlağımız, iki evrimle iki santim aşağı inince konuşmaya başladık. Hayvanlara özenerek çiftleşen atlarımız sevişmeyi de keşfetti. 12 bin yıl önce tarım yapmaya başlayınca uygarlıklarımız doğmaya başladı. Maymun atamız silaha dönüşmüş kemiği havaya doğru fırlattıktan sonra kemik uzay gemisine dönüşüyordu uzayın derinliğinde.

Uzay uçağı Orion III sola doğru çevrinme (pan) yapan kamera, mavi gezegen Dünya'yı görüntünün içine alıyordu. Fonda da Strauss'un "The Blue Danube" (Mavi Tuna) vals müziği duyulmaya başlıyor. Orion III uzay aracı yansıyor sonra. Dünya'nın yörüngesinden ayrılıp uzayın derinliklerine doğru yolculuğa çıkıyordu şimdi. Orion III giderken derinlikte Güneş de yansıyordu. Dünya şimdilik tek yuvamızdı. Ardından bir tekerleği andıran Uzay İstasyonu yansıyor. Bu anlarda Strauss'un müziğiyle kamera ve uzay araçları sanki vals yapıyorlardı. Evet, evrimleşmeden milyonlarca yıl sonra insanlık uzayı fethetmeye başlamıştı. İnsanlığın önünde sonsuz kâinat uzanıyordu şimdi. Tanrı ölmüş müydü? Yoksa hiç yok muydu? Kubrick, bu filmiyle evrime inandığını fark ettiriyor. 

 "The Blue Danube" müziği sürerken, vals yapan kamera usulca Uzay İstasyonu'na yaklaşırken, Dünya'dan ayrılan Orion III uzayın derinliğine doğru yol alıyordu. Kamera Orion III'ün içine girdiğinde içerisi uçağın içini andırıyordu. Koltukların arkalarında monitörler de vardı. Kalem boşlukta uçarken yansıyor. Kalemi boşlukta vals yapan Doktor Heywood R. Floyd (William Sylvester) derin uykusundaydı. Kapı açıldığında, kapının iki tarafındaki ekranlarda "Uyarı: Ağırlıksız Ortam" (Caution: Weightless Condition) dijital yazı beliriyor. Koridora beyaz giysileriyle Hostes 1 (HeatherDownham) girdiğinde ayakkabısında "Tutunma Pabuçları" (Grip Shoes) yazısı fark ediliyordu. Havada uçan kalemi alan hostes, Heywood'u uyandırmadan kalemi cebine bırakıyordu. Uzay boşluğunda Orion III ve Uzay İstasyonu yansıyordu ardından. Elbette mavi gezegen de. Kamera Orion III'ün kokpitine gittiğinde önde giden Uzay İstasyonu görünüyordu. Kokpitte iki pilot vardı. Filmde isimsiz olan iki pilotun ismi Clarke'ın kitabında Komutan Tynes ve yardımcısı Ballard olarak vurgulanmış. Yardımcı pilot (Robin Dawson-Whisker) ve komutan pilot (Hugh Bourne) kokpitten yansıyordu. Orion III, tekerleği andıran ve hep kendi çevresinde dönen Uzay İstasyonu'na yaklaşıyordu. Bu anlar çarpıcı bir görsellikle yansıyordu. Hostes 2 (Maggie London) Dr. Floyd'a geldiklerini söylüyor. Uzay İstasyonu'ndaydılar. "İstasyon V" idi burası. Doktor Floyd, görev denetleyicisi Nick Miller'la (Kevin Scott) görüşmeye gelmiş. Resepsiyoncu/Hostes 3 Bayan Turner (Chela Matthison) ona yardımcı oluyordu. Filmde birçok hostes vardı ve çoğunun ismi künyede yer bulamamış. 

Floyd ve Miller, ses testi için duvardaki monitördeki görevli genç kadın Hostes 4'ten talimat alıyorlardı sonra. Gideceği yer, milliyeti ve tam adını söyleyecekti. Dr. Floyd, Ay görevi için buradaydı. Ardından beyazın kuşattığı kırmızı koltuklar ve kanepelerin olduğu lobideydiler şimdi. Fütürist bir andı bu. 

Lobide Hostes 5 de (Judy Keirn) fark ediliyordu. Derinlikte görülen ofistin duvarında da "Hilton Space Station 5" yazısı okunuyordu. Dr. Floyd yaklaşık sekiz ay önce de istasyona gelmiş. Zamanı da azdı. Kamera Dr. Floyd ve Miller'ı sağa çevrinme (pan) yaparak izliyor onlar kameraya yaklaşırken. Dr. Floyd, birkaç yeri aramak için görüntülü telefonun olduğu kabine gidiyordu. Kabinlerin olduğu yerde "Resimli Telefon" (Picturephone) yazıyordu. Bu koridorun olduğu yerde de, "Howard Johnson'ın Dünya Işığı Odası" (Howard Johnson's Eartlight Room) yazıyordu. Dr. Floyd, kartını görüntülü telefona yerleştirdikten sonra monitörde "Çağrı Yapmaya Hazır" (Ready to Place Call) yazısı beliriyordu. Tuşlara basarken pencereden mavi gezegen de yansıyordu. Monitörde küçük kızı (Vivian Kubrick) görünüyordu. Dr. Floyd Dünya ile bağlantı kurmuştu. Küçük kızın annesi evde yoktu. Kızının da doğum günü partisi varmış. Babasından telefon istiyor. Kızının telefon tutkusu vardı. Sonunda bebeğe de razı oluyor küçük kız. Görüşme sonrası ücret de yazıyor ekranda. İnternet, Skype, görüntülü akıllı telefon vs. şimdi gündelik hayatta sıradan uygulamalar. Ama bu film 1968 yılından geliyordu. Yapay zeka dünyasıydı her şey. 

Aeroflot uzay uçağıyla Uzay İstasyonu'na gelmiş Sovyet (Rus) bilim insanları da vardı. Derinlikte koridor ve ofis de görünüyordu. Ruslar anadillerinde konuşuyorlardı. Dört kişilerdi ve üçü kadındı. Yanlarına Dr. Floyd geliyor. Tanıdığı Elana'ya (Margaret Tyzack) selam veriyordu doktor. Elena, önce iki kadınla, Dr. Kalinan (Kristina Marr) ve Dr. Stretineva'yla (Irena Marr) tanıştırıyordu doktoru. Sonra da Dr. Andrey Smislov'la (Leonard Rossiter). Onlar da uzaya görev için gelmişler. Üç aydır Çalinko'daki (Tchalinko) yeni anteni ayarlıyorlarmış. Sonra da bu istasyona gelmişler. Amerikalıların Ay'da üssü Clavius Üssü'ndeki salgın hakkında bilgi edinmek istemişler. Sovyetlerin Çalinko üssü de, Ay'da Tsiolkovski kraterindeydi. Clavius Üssü de, kendi adını taşıyan kraterdeydi. Ay'daki ikinci büyük kraterdi bu. Bu kraterin ismi Alman keşiş ve astronom Kristof Clavius'tan (1538-1612) geliyordu. Clavius, şimdi de kullandığımız Gregoryen takvimin kabul edilmesinde de payı büyüktü. İtalyan matematikçi ve astronom Aloysius Lilius (1510-1576) miladi takvimin mucidiydi. Ay'da Lilius kraterine onun ismi verilmişti 1935 yılında. Miladi takvimi 1582 yılında kabul edilmişti. 

Ay'daki bu muammayı Dr. Floyd'un çözebilir miydi? Dr. Floyd bilgi de vermek istemiyordu salgın veya "şey" hakkında. Dr. Smislov, son iki haftadır Clavius Üssü'nde tuhaf şeyler olduğunu söylüyor. Üsse telefon açtıklarında karşılarına sürekli hatların geçici olarak hizmet dışı olduğunu söyleyen kayıt çıkıyormuş. Kimseyle bağlantı kuramamışlar. Birkaç gün önce de iniş yapmak isteyen ay otobüsüne izin verilmemiş. İniş izni vermemek IAC Anlaşması'na da aykırıydı. IAC (International Aerospace Counsel/Uluslararası Havacılık Danışmanlığı) anlamına geliyordu. Dr. Smislov, güvenilir yerlerden istihbarat almışlar. Clavius Üssü'nde salgın başladığını söylüyordu. Nedeni de bilinmiyordu. Dr. Floyd konuşmaya yetkili değildi. Rusların kaygısı salgının kendi üslerine de ulaşmasıydı. Dr. Floyd onlarla vedalaşıp oradan ayrılıyordu. Doktor gittikten sonra Rusça konuşuyordu bilim insanları. Görüntü kararıyor.

Uzay boşluğunda Aries-1B uzay mekiği (space shuttle) yol alırken yansıyordu fonda Strauss'un "The Blue Danube" müziği duyulurken. Derinlikte Ay vardı. Koç-1B Hostes (Edwina Carroll), elinde mavi kahvaltı ve yemek tepsiyle önce uyuyan Dr. Floyd'un yanına gidiyor sonra da Hostes 7'nin (Penny Brahms). Hostes ekranda siyah-beyaz judo müsabakası izliyordu. Kamera bu anları çarpıcı bir görsellikle yansıtıyordu. Koç-1B Hostesi sola çevrinme yaparak izleyen hafif el kamerası ardından da sola çevrinip öne doğru kayıyordu uzayın derinliğinde vals yapar gibi. Kamera, yiyeceklerin olduğu tepsinin üzerinde kaldığında yiyeceklerin resimleri vardı. Balık, mısır, yeşil zeytin, kaşar peyniri, havuç vb. Hem yemek hem de kahvaltılık. Hostes 7, resim olan bölümlerden hortumları tek tek dışarı çekiyordu. Fütürist bir andı. Kamera uzayın derinliğine gittiğinde derinlikte Güneş de görülüyordu Ay ve uzay mekiğiyle beraber. Koç1-B Hostes (Coach-1B Stewardess), yine iki mavi tepsiyi alıp bebek adımlarıyla çember içinde yürür. Baş aşağı olduğunda bir odaya giriyordu. İçeride kırmızı ışık vardı. Kamera 180 derece dönerek açıyı düzeltiyordu. İçerideki iki astronota kahvaltılarını getirmişti. İlk görüntünün sağındaki mekik kaptanı (Ed Bishop) ve yardımcı pilot (Glenn Beck) kahvaltılarını alıyorlardı. Kamera açı değiştirdiğinde uzayın derinliklerinde Dünya fark ediliyor. Ardından uzayda yol alan Aries-1B yansıyordu. Fonda da "The Blue Danube" müziği de duyuluyordu. Kamera içeri girdiğinde Dr. Floyd'un yolcu kabininde kahvaltı ve yemeğini nasıl yediği yansıyordu sonra. Hortumlar işe yarıyordu. Beyaz üniformalı mekik kaptan geliyor yanına. Burası da yerçekimsizdi. Ardından tuvaletin kapısından "Sıfır Yerçekimsiz Tuvalet" (Zero Gravity Toilet) uyarısı yansıyordu. Dr. Floyd talimatnameyi okuyor. Mekik, uzay boşluğunda Ay'ın yörüngesinde görünüyor sonra. Kamera usulca uzay boşluğundaki mekiğe yaklaşıyor. Mekik üsse iniş yapıyordu "The Blue Danube" müziği eşliğinde. İçerisinde kırmızı ışık yansıyan mekik yumuşak iniş yaparken, derinlikte Dünya da görüntüye giriyordu. Ardından kamera, kırmızı ışığın yoğun olduğu kokpite gidiyor. Kaptan ve kaptan yardımcısıyla beraber Koç1-B Hostes de oradaydı. Kokpitten, büyük bölümü yeraltında olan Clavius Üssü görünüyor. Ardından Ay'daki üç astronot uzay kıyafetleriyle yansıyor. Mekik Ay'a iniş yaparken mavi gezegen de bu genel çekimin içindeydi. Kubbeler açılıyor ve mekik karantina altındaki üssün içine giriyordu. Kamera kokpitten Dünya'yı da yansıtıyordu mekik üsse inerken. Mekik asansörün üzerinde aşağıya iniyor. Holde kırmızı ışık yoğundu. Solda cam bölmenin ardındaki derinlikte devasa plazma televizyon ekranlarını andıran üç ekran göze çarpıyordu. Günümüzdeki televizyonları gibiydi. Bilim insanları ekranların önündeydiler. 

Konferans salonunda. Ortada oturan Dr. Floyd ve görüntünün sağındaki Dr. Bill Michaels (Sean Sullivan) sohbet ediyorlardı. Kamera da onların arkasındaydı. Onları filme çeken kameraman görüntünün solunda oturan Dr. Halvorsen'a (Robert Beatty) işini bitirdiğini söylüyor. Sonra Dr. Ralph Halvorsen konuşma yapıyor. Dr. Floyd, Ulusal Bilimler Konseyi üyesi olduğu için buradaydı.  Daha sonra kürsüye Dr. Floyd geliyordu. Bu üs tarihin önemli buluşlarından birini yapmış. Burada gizli kalması gereken bir şey söylentilere neden olmuş ve sonra da üssün salgın altında olduğu düşüncesi yayılmış. Bu söylentiler buradaki bilim insanlarının dünyadaki yakınlarında da endişe yaratabilirdi. Burada olanı halka anlatmak da kültür şokuna ve sosyal çözülmelere yol açabilirdi. Dr. Floyd buraya bilgi edinmeye gelmişti. Bu bilgilerle olanları halka duyurulması için Konsey'e rapor hazırlayacaktı. Dr. Bill, salgın söylentisinin ne kadar devam edeceğini merak ediyordu. Elbette Konsey ne kadar uygun görürse o kadardı. Konsey, bu olayı bilen herkesten de yemini yazılı almak istiyormuş. Bu konuşmanın ardından toplantıya geçiliyor. 

Fonda Ligeti'nin "Lux Aeterna" koro müziği duyuluyordu "Ay Otobüsü" (Moon Bus) Tycho kraterine uçarken. "Lux Aeterna" Latince bir cümleydi ve "Ebedî Işık" anlamına geliyordu. 
Tycho, Ay'daki en genç kraterdi. Bu kraterin ismi Danimarkalı astronom Tycho Brahe'den geliyordu. Dünya yansırken ay otobüsü hızla yol alıyordu derinlikte. Ay otobüsünün içinde kamera geriye doğru kayıyordu. Pilot kabini kırmızı ışık altındaydı. Dr. Michaels uzay elbiselerini giyinmişti. Çantayla Dr. Floyd ve Dr. Halvorsen'ın yanlarına gidiyor. Çantada yemek vardı. Ay otobüsünde Dr. Floyd ve Dr. Halvorsen de vardı. Köfteli ve tavuklu sandviçlerini yiyorlar. Sonra da o "şey" hakkında fotoğraflara bakıyorlar. O "şey" derin çukur açmış. Dr. Halvorsen'ın zihninde kuşkular vardı. O "şey" oraya bilerek gömülmüş olabilirdi. Termostaki kahve karton bardaklara dolduruluyor. Karton bardağın bu filmden fütürist bir şey olduğu düşünülebilirdi. Ama 1907 yılında Amerika'nın Boston şehrinde icat edilmiş ve adına da "healt cup" (sağlık bardağı) denmişti. Ay otobüsü, Ligeti'nin "Lux Aeterna" müziği eşliğinde yolculuğuna devam ediyordu. Dijital göstergede pist görülüyor. Ay otobüsü piste helikopter gibi iniş yapıyordu. Burası 0 "şey"in olduğu kazı alanıydı. Genel çekimde derin kuyunun içinde dikilitaş fark ediliyordu. Bilim insanları ve astronotlar uzay giysilerini giyinmiş çukurdaki dikilitaşa doğru ağır adımlarla yürürlerken, hafif el kamerası da onları takip ediyordu. Kubrick, tüm el kamerası çekimlerini, 1960 Panavision 65mm kamerayla yapmış. Ama diğer tüm çekimlerse "Super Panavision-70" kamerayla gerçekleştirilmiş. Dr. Floyd, bilinmeyen bu "şey"e yaklaşıyordu sonra. Dokunuyor. Toplu fotoğraf çekilirken kulakları sağır eden çığlığı andıran sinyal sesi duyuluyordu. Ardından da derinlikte Güneş ve Dünya yansıyordu. Sanki gündoğumu gibiydi. 

“Jüpiter Görevi” (Mission of Jupiter)… 18 ay sonra, 2001 yılı… Fonda Aram Haçaturyan'ın (1903-1978) "Gayaneh Ballet Suite" (Gayaneh Bale Süiti) duyuluyordu. Gayaneh, Ermenilerde kadın ismiydi. 

Discovery One (Keşif Bir) uzay gemisi uzay boşluğunda yol alırken yansıyordu. Discovery One uzay gemisinin tasarımı da çarpıcıydı. Önü küreseldi ve uzun kuyruğu vardı. İlk görüşte kurbağa yavrusu iribaş gibi algılanıyordu bu uzay gemisi. Sürekli dönen ve ağırlıksız bölüm, uzay gemisinin güvertesindeydi. Santrifüj denilen, ama sabit olsa da sürekli dönen bir mekanizmaydı bu. Kamera bu anlarda sürekli yanılsamalar yaratabiliyordu çekim açılarıyla beraber. "Santrifüj", kendi yerçekimini yaratmaydı. Geminin küresel bölümünde uçuş, mürettebat, bilgisayarın bulunduğu yer de burasıydı. Birçok bölmesi olan kuyruk bölümün üzerine de uydu anteni yerleştirilmişti. Bu, AE-35 birimindeki uydu anteniydi. "Jiroskopik" denilen "düzdöner" bir araçtı. Bu araç, anteni Dünya'ya doğrultarak Discovery One ile Dünya'daki Görev Kontrolü arasında iletişim bağlantısını gerçekleştiriyordu. Yaşamsaldı. İçinde EVA (Extravehicular Activity/Araç Dışı Aktivite) gibi astronotlar için yaşamsal uzay araçları da vardı. EVA bölmesindeki EVA kapsüllerin isimleri de vardı: Alice, Betty ve Clara... Discovery One uzay gemisinin modeline "Moebius 1/350 XD/1" deniliyor. Uzay gemisi Jüpiter’e doğru yolculuk yapıyordu şimdi. Discovery One uzay gemisineydiler. Onların yardımcıları da HAL 9000 bilgisayarıydı. Bu bilgisayarı da oyuncu Douglas Rain seslendirmiş. HAL (Heuristically ALgorithmic/Sezgisel Algoritma) her şeyi kontrol ediyordu. "Algoritma", yapay zekayla hayatı tam anlamıyla kuşattı. Beğenilenler, internette ve sosyal medyada hemen öne düşüyordu. 

Gemide Dr. Dave Bowman (Keir Dullea), Dr. Frank Poole (Gary Lockwood) vardı. Komuta, Dave ve Frank’taydı. Kamera uzay gemisinin kabinine girdiğinde, dönen koridorda egzersiz yapan Frank'ı buluyordu. Kamera bu anlarda çarpıcı görsellikle Frank'ın koşusunu yansıtıyordu. Kamera, Frank koşarken, yanılsamayla sağa yatık gibi algılanıyordu, ama üstten "plonje" çekimdi bu. Sonra da bir yanılsama daha fark edilecekti. Kamera, Frank'ın arkasından ve önünden çekimler yaptığında bu defa öne ve geriye doğru kayıyormuş hissi veriyordu. Ama kamera sabitti ve platform dönüyordu sadece. 

Ardından Dave elinde dosyayla dönen odadan yansıyordu. Yapay zekalı bilgisayar HAL'ın bakışından yansıyordu. Kırmızı ve sarı nokta gibi görünen ve göz gibi algılan şey HAL 9000 yapay zeka bilgisayarının kamera merceğiydi. Fonda da "Gayaneh Ballet Suite" müziği de sürüyor. Sonra Dave elindeki dosyayla yemek yenilen yere iniyordu. Frank yemeğini yiyordu ve önündeki ekranda da "Sonraki Programlanmış İletim" (Next Scheduled Transmission) yazıyordu. iPad'i andırıyordu. Ekranda "BBC 12" yazıyor. "Dünyada Bu Gece" (The World Tonight) yazısı beliriyor. Programın sunucusu Holland (Kenneth Kendall), Jüpiter'e yapılan 926 milyon km sürecek yolculuktan söz ediyordu. Kenneth Kendall, BBC'de gerçekten de haber spikeriydi. Kendall, 1955 yılında radyodan televizyona geçti ve BBC'nin televizyondaki ilk haber spikeri oldu. Öncelikle Britanyalılar için bir sürpriz ve yabancılaşmaydı bu. Yolculukta üç hafta olmuştu. Bu gezegene yapılan ilk insanlı yolculuktu bu. Şu anda Dünya'dan 148 milyon km uzaklıktaki mürettebatla röportaj gerçekleştirilmiş. Sesin uzaya ulaşması yedi dakika sürüyormuş. Röportajı Martin Amer (künyede ismi geçmiyor) gerçekleştirmiş. Gözlem ekibinde Dr. Charles B. Hunter (Arnold Schulkes), Baş Jeofizikçi Dr. Jack R. Kimball, Analizci Dr. Victor Kaminsky (Ivor Powell) yer alıyordu ve uzun süredir uyuyorlardı. Dr. Kimball'ı iki farklı oyuncu canlandırmış: Ken Hutchins ve David Baker. Bu filmin çekimlerine 1965 yılının sonlarına doğru başlandı ve iki yıl boyunca da sürdü. Gazeteci Amer, Discovery One uzay gemisinden bilgiler veriyordu önce. Komutan görevindeki Dr. David Bowman ve yardımcısı Dr. Frank Poole ile görüşme yapmıştı. Ekranda ikisinin de tek tek fotoğrafları yansıyor. Gemide HAL 9000 bilgisayarı vardı. Diğer bilimciler uyutulmuştu. Bunun nedeni neydi? Yiyecek ve hava gibi yaşamsal nedenleri vardı. Röportaj sürerken uyuyan bilimciler de yansıyordu. Aslında bu yolculukta Frank ve Dave de uyutulmuş. İlk uyananlar da onlardı. Dakikada bir nefes ve üç kalp atışı oluyormuş. Vücut sıcaklığı da üç dereye düşüyormuş. Röportaj sürerken geminin içinden görüntüler de yansıyordu. HAL bilgisayarıyla da konuşmuş gazeteci. Bu yolculukta bütün sorumluluk ondaydı. HAL konuşuyor. Gemideki ekranlar yansıyor. Gazeteci de bir ekrandaydı. HAL, geminin hem beyni hem de sinir sistemiydi. Sorumluluğundaki insanlar uyurken HAL endişelenmiş miydi? HAL, kendi serisinin şimdiye kadarki en güvenli bilgisayar olduğunu söylüyordu. HAL kendi hakkında konuşurken insan şüphe ve endişeyi aynı anda yaşıyordu. Öncelikle şu cümleyle: "Bu bilgisayar hiçbir zaman hata veya yanıltıcı bilgi vermemiştir..." Hepsi başarılıydı ve hata tanımazlardı. HAL bugüne kadar çalıştığı insanlar yüzünden hayal kırıklığına uğramış mıydı? O, başkalarıyla çalışmaktan hoşlanıyordu. HAL, ekranda küçük bir radyo görüntüsüyle yansıyordu; kırmızı gözü ve sarı noktasıyla. Röportaj sürerken Frank ve Dave yemeklerini yiyorlardı. Frank ve Dave ile çalışmak heyecan vericiydi. Geminin tüm sorumlulukları onun üzerinde olduğu için de hep meşguldü. Ya Dave ve Frank için durum nasıldı? Frank onun, mürettebatın altıncı üyesi olduğunu söylüyordu. Onun konuşma şekline hemen alışmışlar ve onu herhangi biri gibi görüyorlarmış. Bilgisayarla konuşurken, onun duygusal tepkileri olabileceği hissine kapılıyorlar mıydı? Gazeteci HAL ile konuşurken sesinde gurur hissetmiş. HAL'ın üstün duyguları olduğuna inanıyorlar mıydı? Buna Dave cevap veriyordu. Onunla konuşmalarını kolaylaştırmak için böyle programlanmış HAL. Onun duygularının olup olmadığını kimse cevaplayamazdı. 

Kamera dışarı çıkıyor ve uzay boşluğunda yol alan Discovery One uzay gemisini izliyor. Fonda da Haçaturyan'ın "Gayaneh Ballet Suite" müziği duyuluyordu. Frank yatağa uzanmış kırmızı gözlüğüyle yapay güneşlenmeyle bronzlaşıyordu. HAL'ın da sesi duyuluyor. Frank yatağı biraz daha ışığın altına çektikten sonra bilgisayar monitöründe Frank'ın annesi (Ann Gillis) ve babası (Alan Gifford) video görüntüsü ekrandan yansıyordu. Frank'ın doğum günüydü. Onun için anne-babası doğum günü pastası hazırlamışlar. Ardından kamera kapsülün içinde uyuyan Dave'i gösteriyordu. Frank'ın annesi öğretmendi ve hep Frank'tan söz ediyorlarmış. Televizyona da çıkmışlar. Dave'in anne ve babası da katılmışlar programa. Görüşmeden sonra HAL, Frank'ın doğum gününü kutluyordu. Bazı bilgisayar ekranlarında "com" etiketi de fark ediliyordu. İnternet çağının olmazsa olmaz uzantısıydı bu. Ardından dijital satranç tahtasında HAL ile satranç oynuyordu Frank. Beyaz taşlarsa Frank'ındı. Siyahlar da HAL'ın. Yapay zekaya karşı insan zekası maç yapıyordu. Hangisi mat yapacaktı? İlk defa 1957 yılında IBM bilgisayara satranç programı yazılmıştı. 1950 yılındaki ilk uygulama başarılı olamamış. "Deep Blue" denilen IBM'in süper bilgisayarı, satrançta dünya şampiyonu olmuş Rus satranççı Garry Kasparov'u 1997 yılında yenmişti. 

Kamera, sola eğikken görüntünün sağında kapsülde uyuyan bu Frank görünüyordu. Dave de elindeki kâğıda çizim yapıyordu. Diğer kapsüllerde uyuyan üç bilimci vardı. Kış uykusu gibiydi bu. Buna "hibernakulum" deniliyordu. "Gayaneh Ballet Suite" müziği de duyulmaya devam ediyordu. Dave kameraya doğru yürümeye başladığında koridor dönmeye başlıyor. Kamera sabitti. HAL ile de konuşuyordu Dave. "Her şey yolunda mı", diye soruyor HAL. Kuşkucuydu. Dave'in çizdiği resimleri merak ediyor. Dave, uyuyan bilimcilerin resimlerini çizmişti. HAL, Dave'in ne yaptığını tam anlayabilmek için çizimleri yakından görmek istiyordu. Kamera HAL'ın gözleriyle baktığında görüntü "balıkgözü" gibi yansıyordu. HAL, derin kuşkular içinde Dave'e, bu görevle ilgili fikirlerinin değişip değişmediğini soruyordu. Neden bunu merak ediyordu? HAL'ın kırmızı ve sarı merceği yansıyor sonra. HAL, kendi fikirlerini Dave'e yormuş. Bu görevin tuhaf yönleri olduğu şüphesini kafasından da bir türlü atamıyormuş. Dünya'dan ayrılmadan önce ortalıkta dolaşanları duymayan kalmamıştı, diyor HAL. Ay'a saplanmış o "şey"le ilgiliydi söylentiler özellikle de. HAL, bu söylentilerle ilgilenmemiş. Bazı şeyleri düşünmeye başlayınca bunları kafasında yerli yerine oturtamıyormuş. Neden hazırlıklar gizli tutulmuştu? Aylardır bu iş için çalışan Dr. Hunter, Dr. Kimball ve Dr. Kaminski, neden melankolik uykuya daldırılmıştı? Dave'de de HAL üzerinde bir kuşku beliriyordu sanki. HAL, mürettebatın psikolojik raporlarını mı hazırlıyordu? HAL'ın yaptığı buymuş. HAL, AE-35 biriminden hata sinyali aldığını söylüyor. AE-35 birimindeki sinyalin üç gün içinde yüzde yüz duracağını söylüyor HAL. Bilgisayar monitöründe uydu antenini yansıyordu. AE-35 ünitesi, Discovery One uzay gemisinde kullanılan küçük bir "jiroskopik", yani "düzdöner" bir diskti. Dave içeri getirip Frank'la beraber Görev Kontrole bildireceklerini söylüyor. Sonra da HAL'dan sistem kontrollerini istiyordu. Frank ve Dave görev başındaydı şimdi. Kamera, üstten bakışla, "plonje" çekimle Frank'ı not alırken gösteriyor önce, ardından da kamera zumla geriye çekildiğinde bölmenin diğer tarafında kontrol yapan Dave'i görüntünün içine alıyordu. Frank kameranın olduğu taraftaydı. Diğer bölmede Dave ayaktaydı. Bu çekim, koşu sahnesindeki gibi özeldi. Yerçekimin az olduğu bu mekânda Frank, kamera sanki onu yukarıdan bakışla gösteriyormuş yanılsaması veriyor. Fonda da Ligeti'nin "Overture: Atmosphers" tınısı kulaklara geliyor. Frank ve Dave koridordan geçerek dönen platforma girip başka mekâna geçiyorlardı.  Dünya'daki Görev Kontrolle görüntülü iletişim kuruyorlardı sonra. Görev Kontrolcü (Frank Miller), "X-Işını Delta-1, burası Görev Kontrol" diyor. EVA'yla beraber plan değişikliği yapmalarını istiyordu onlardan. Dave, kırmızı uzay giysileriyle beyaz koridorda yürürken yansıyordu. Kamera da öne kayarak onu takip ediyordu. EVA'ların olduğu bölmeye geliyordu. Elinde AE-35 birimi vardı. Metal çantayı andırıyordu. Dave, HAL'a komut veriyor B haznesini EVA'ya hazırlaması için. EVA'nın kapısını açtırıyor.  AE-35 ile içeri giriyor Dave. Onu bilgisayar monitöründen Frank da izliyordu. Üzerinde sarı renkli uzay giysisi vardı. Kamera Frank'ı alttan "plonje çekimle yansıtıyordu. Discovery One uzayın derinliğinden yansırken bir göktaşları da kameraya doğru geliyordu. Uzay gemisinin uçuş güvertesinde kapı açılıyor ve EVA kapsülü uzay boşluğunda tek başınaydı. EVA kapsülü usulca kuyruktaki antene doğru gidiyordu. EVA'nın içi kırmızı ışıkla aydınlanıyordu. Dave, EVA kapsülüyle herhangi bir bağ olmadan araçtan çıkıp uzay yürüyüşüyle Discovery One'ın kuyruk tarafındaki antene doğru gidiyor. Elinde de alet vardı. Dave'in kımızı uzay giysisine bağlanmış kutu da fark ediliyordu. Bu kutu, uzay aracına iple bağlı olmadan güvenle uzay yürüyüşü yapma imkanı veriyordu astronotlara. EVA kapsülü de park etmiş gibi uzay boşluğunda bekliyordu Dave'i. Uydu anteninin yanına gelen Dave, kolunda dijital düğmeler olan düzeneğe basınca kaskında ışık kapanıyordu. 

Diğer tarafta da Frank sarı uzay giysisiyle oturmuş bilgisayar monitöründen Dave'i dikkatle takip ediyordu. Dave, uydu anteninin arka kapağını açıp bozuk AE-35'i çıkartınca bilgisayar monitöründe AE-35'in eskiz görüntüleri belirirken, HAL'da yansıyordu birden. Tedirgin ediciydi gözleri andıran kırmızı ve sarı lensleriyle. Ardından HAL'ın bakışlarıyla Dave ve Frank yansıyor. HAL'ın öznel bakışları "balıkgözü" çekimiyleydi. HAL, belki de bir röntgenci gibiydi. Dave gemiye dönmüş ve Frank'la arızalı AE-35'i devrelerini inceliyorlardı şimdi. HAL, arızanın bir bulmaca gibi olduğunu söylüyor. Yoksa HAL onları yanıltıp planlarını mı uygulamaya başlayacaktı? Görev Kontrol görüntülü olarak X Işını Delta-1'le, yani Dave ve Frank'la iletişime geçiyordu. Görev Kontrol, hata tespitinde ünite değişikliğindeki planlarına uyacaktı yer kontrolü. İlk bulgulara göre gemideki HAL 9000 bilgisayarının hata tespit yeteneğinde arıza olduğunu bildiriyor Görev Kontrol. Hata tespiti hatalıydı. İnanılır gibi olmasa da bu sonuç HAL 9000 bilgisayarının Dünya'daki ikizinden gelmiş. Kuşkuyla karşıladıklarını belirten Görev Kontrol, bu sonucun güvenirliği ölçmek için Dünya'da testler yaptıklarını söylüyor. Görüşme sonrası monitör kapanıyor. Monitörün hemen yanında da HAL 9000 fark ediliyordu. HAL, "Umarım ikiniz, bu durumdan endişelenmiyorsunuzdur" diye özgüvenli ve kışkırtıcı sözler söylüyor ardından. Dave bir şeyi merak ediyordu. HAL 9000 ile ikizi arasındaki ihtilaf mı vardı? Yani uyuşmazlık. HAL, hepsinin insan hatası olduğunu söylüyor. Daha öncekiler ve hepsi insan hatasıydı. Frank'ın da merak ettikleri vardı. Daha önceki 9000 serilerinde benzeri bilgisayar hataları olmuş muydu? Daha önce böyle hatalar olmamıştı. Bu serinin sicilleri de mükemmeldi. Frank kuşkuluydu, ama HAL böyle bir şey olmadığında ısrarcıydı. HAL'ın hiç endişesi de yoktu. Dave, C Haznesinde bir sorun olduğunu söylüyor. Beraber aşağı gideceklerdi. Onlar kalktığında HAL'ın gözleri andıran lensleri yansıyor. HAL kuşkuluydu. Fonda da Ligeti'nin "Overture: Atmospheres" tınısı usulca duyuluyordu. Tedirgin ediciydi. 

Kamera, aşağıda bilgisayar monitörlerinden sağa çevrinme yaparak Dave'in demir merdivenlerden aşağıya inişini yansıtıyordu. Frank da geliyor. C Haznesine giriyorlar. Burada EVA'lar vardı. Dave EVA'ya bindiğinde HAL'ın gözleri yansıyor, öfkeli bakış atan bir insan gibiydi lensleri. Ardından "Dikkat Patlayıcı Roketler" (Caution Explosive Bolts) uyarısı yansıyor. İkisi de EVA'ının içindeydiler. Dave, hazneyi döndürmesini rica ediyor. Pencereden HAL da yansıyordu ve emri uygulamıyordu HAL. Yoksa duymuyor muydu? 


Dave ve Frank, HAL’ı devre dışı bırakmayı düşünürken, HAL, bu iki astronotun kendi görevini sonlandıracağı endişesine kapılıyor ve onlara karşı planlar geliştiriyor. HAL, insan gibi duygulara sahip ve tepki gösterebiliyor. Kendimizin yarattığı teknoloji bizi şimdi ele mi geçiriyordu? Bilgisayarımız olmasa ne yapardık şu an?  Bir hiç mi olurduk? Frank, EVA’ya binip uzay gemisinde yerle iletişim arızasını onarmak için gemiden uzaya çıkıyor. EVA, küçük bir taşıma aracı. Elbette o bir robot. Frank, EVA’dan dışarı çıkıp, hiçbir bağlantı olmadan gemideki arızayı tespit ederken bir şey oluyor ve HAL devreye girip Frank’ı ölüme terk ediyor. Milyonlarca yıl önce ilk silahı icat eden ve ilk suçu, ilk katliamı işleyen insan, kendi icadı bilgisayarın suçlarıyla mı yüzleşiyordu şimdi? Geminin içindeki oksijeni kesen HAL, Hunter, Kimball ve Kawinski’nin ölümüne de neden oluyor. Dave, EVA’ya binip uzay boşluğunda Frank’ın cesedini gemiye taşımak istiyor. Ama HAL kapıları kapatıyor. Dave, Frank’ı uzayın boşluğunda bırakıp, EVA’nın kollarıyla başka bir kapıdan uzay gemisine girebiliyor. Katil HAL’dan nasıl kurtulacaktı Dave? HAL’ın tüm devrelerini kapatmayı başaran Dave, uzay gemisinin komutasını alıyor ve Jüpiter görevini tamamlıyor.

1.24.tfd3




“Jüpiter ve Sonsuzluğun Ötesi” (Jupiter and Beyond the Infinite)… Bilimkurgular, elbette gerçeküstüdür. Ama Jüpiter anları gerçek anlamıyla gerçeküstüydü. Renkler ve ışıklar gökkuşağı gibi savrulurken, Dave, Jüpiter’in derinliklerine giriyor ve karaya ulaşıyordu. Jüpiter göründüğünde koro müzik de fonda duyulmaya başlıyor. Daha sonra müzik, sanki zihnin içinde dolaşıyormuş gibi çıldırtan bir boyuta çıkıyordu. Bu anlarda da belgesel duygusunu yaşıyordu insan. Dave kendini parlak ışıklar altındaki devasa beyaz bir salonda buluyor. Dave, başka bir odada sandalyede oturan yaşlı bir adamı görüyor. O adam, Dave’in yaşlılığıydı. Adam, yatak odasına geliyor. Masada yemek yiyor. Başını yatakta yatan, çok yaşlanmış, saçları dökülmüş adama çeviriyor. O da Dave'di. Sonra o dikilitaş görünüyor yine. Duvarın üzerine ana rahmindeymiş gibi fanus içinde bir bebek fark ediliyor. Bebek Dave, küçük fanus EVA içinde uzayın boşluğunda umut için Dünya’ya doğru yol alıyordu.  Öncelikle Jüpiter’deki anların anlamı derin ve insanı felsefi yönden düşüncelere sürüklüyor. Kubrick, Jüpiter ve final bölümü için açıklama yapmaktan kaçınmıştı. Da Vincinin "Mona Lisa" için açıklama yapmadığını belirtmişti. Belki de rüyaları rahat bırakmak gerekiyordu. Bu filmde insanın ve hayatın anlamları üstüne de düşünülüyor. İnsanın varoluşunu…  “2001: Uzay Yolu Macerası” bir filozof filmdi.  Bu yapıtta görülen her şeyi Kubrick ustanın kendisi tasarlamış. Onun bir dâhi olduğunu her zaman hatırlamalı. Film, ülkemizde Eylül 1973’te vizyona çıkmıştı.

“Otomatik Portakal…”

Kubrick ustanın 1971 yapımı “A Clockwork Orange-Otomatik Portakal” bilimkurgusunu yazar Anthony Burgess’ın romanından uyarlamış. İngiliz yazar Burgess’ın (1917-1993) bu romanı ülkemizde 1996’da “Otomatik Portakal” adıyla yayınlanmıştı. Warner Bros’un sunduğu filmin hikâyesi en uçta kapitalizmi yaşayan gelecekteki Britanya’da geçiyor. Bu öyle bir kapitalist diyar ki, sistem her an totaliter rejime dönüşebilir bir diyardı. Zenginlik ve yoksulluk da en uçta yaşanıyordu burada. Kimsesiz kalmış yoksul yaşlı insanlar toplumun dışına itilmişti. Şiddet doğallaşmış gibi görünse de, suçlular ele geçirildiğinde ağır cezalar da veriliyordu burada. Senaryoyu yönetmen yazmış. Görüntülerse John Alcott’a ait. Ludwig van Beethoven’ın tüm atmosferi ve Alex’in ruhunu kuşatan müziği de var elbette. Kubrick’in bu filmini orijinal dilinde izlendiğinde tuhaf bir İngilizceyle karşılaşılaşılıyor. Hatta kelimeler bozuluyor, yeni kelimeler türetiliyor. Filmde “kardeş” ifadesi sıkça kullanılıyor. Sosyalistler birbirlerine “yoldaş” derlerdi vakti zamanında. Faşizmi her zaman ellerinin altında tutan liberal burjuvalar da “kardeş” demeyi telkin etmişler topluma. “Kardeş” ifadesiyle Kubrick ironi yapmış. Kubrick’in bu filmi 1996 yılında vizyona çıkabilmişti ülkemizde.

Film, Korova Süt Barı’nda açılıyor. Duvardaki siyah panoda da uyuşturucu adları yazıyordu. Bu mekân, avangart sanatın içinden çıkmış gibi yansıyor. Masalarında, çıplak kadın heykelleri olan barda adı Alexander DeLarge olan Alex’in (Malcolm McDowell) iç sesiyle bir şeyleri anlamaya çabalıyor insan. Alex, “Hikâyemiz. Alex, yani ben, çömezlerim (droogilerim) Pete,  Georgie, Dim, Korova Süt Barı’nda oturmuş rasodoklarımızı içiyorduk akşama ne yaparız, diye. Bar, zengin süt satıyordu. Vollecett, synthemesc ve dren crom karışımı bu sütü içiyorduk. Bu sizi kışkırtır ve aşırı zorbalık için hazır duruma getirir” diyor.  Alex bunları söylerken, kameranın çerçevesi de yavaş yavaş optik kaydırmayla geriye doğru çekiliyor. Ardından bir tünel yansıyor. Alex, “Dublin’de, kutsanmış şehirde / Kızlar vardır dünya güzeli / İlk kez gördüm çekici Molly Malone’u” diyen şarkıyı mırıldanırken yaşlı ve evsiz yoksul bir adam yansıyor. Alex, “Tahammül edemediğim şey pis, ayyaş ve yaşlı sokak serserilerinin adi babalarının şarkılarını söylemeliydim, blerb blerb (gurk gurk) yaparak karınlarında çürümüş bir orkestra varmışçasına…” diyen içsesi duyulurken, yaşlı adamı ellerindeki bastonlarıyla dövüyorlar Alex ve çetesi.  Şiddet için doğmuş çetenin elbiseleri de tuhaftı. Bembeyaz giysileri olan çetenin siyah fötr şapkaları ve siyah bastonları vardı. Gece uzun ve daha çok yaşanacak şiddet vardı bu kaotik gecede.

Alex’in çetesi, gazinoya gidiyorlar sonra. Orada Billy ve çetesi, bir kadına tecavüz ederken geliyor Alex ve çetesi. Koreografi tadı veren kavgaya tutuşuyor iki çete. Polis sireni duyulunca Alex ve çetesi üstü açık arabayla kaçıyor. Yolları, şehir dışındaki bir sayfiye evine uzanıyor. Bahçesindeki neonda “Home” yazan evin kapısına dayanıyorlar. Evde yazar ve karısı yaşıyor. Serseriler eve girmeyi başarınca şiddet ve tecavüz de gecikmiyordu. Alex, yazarın (Patrick Magee) karısına tecavüz ederken, Gene Kelly’nin  “Singin’in the Rain” şarkısını mırıldanıyordu. Anne ve babasıyla yaşayan Alex’in dinlemekten huzur bulduğu Beethoven’ın “9. Senfonisi” de vardı. Hatta odasının duvarına Beethoven’ın resmine de asmıştı Alex. İşte bu ruh hallerinde bir Alex vardı. Beethoven’ın “9. Senfonisi”ni dinlediğinde tuhaf bir huzurun içine giren Alex, içinde dizginleyemediği zorbalığı dışarı çıkartıyordu sonra. Uyuşturucular katılmış sütü de içince şiddet hazza dönüşüyordu onun için.  Alex’in odasında İsa bibloları da fark ediliyordu.

Kadınlarla olmak pornografiydi onun için. Müzik markette, dondurmayı yalayan (fallik gibi) bir kızı etkileyen Alex, iki kız arkadaşı da baştan çıkartarak evdeki odasına götürüyor. Beethoven’ın resmi altında orji yapmak da şiddet kadar haz veriyordu Alex’e. Ama bir yerde bir şeyler de değişmeye başlıyor Alex için. Kibrin tepelerinde dolaşan Alex’in, barda çetesiyle de arası yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Artık her şey başka bir yöne doğru gitmeye başlayacaktı Alex için. Çiftlik evindeki “kedili kadın” (Miriam Karlin) trajedisi onu başka taraflara sürüklüyor. Çiftlik evine giren Alex, salondaki penis heykeliyle kadına şiddet yaparak ölümüne neden oluyor ve kendini hapishanede buluyor. Orada hayatı bambaşka taraflara gidecekti. Anglikan (İngiliz) Kilisesi’ne bağlı 655321 hapishane numaralı Alex, pederle iletişeme geçip kendini İncil’e veriyor. İsa’nın çarmıha götürülürken kendini Romalı asker gibi hayal ediyor. Hatta oralarda Romalı güzel kadınlarla orji yaptığını bile düşünüyor. Alex’in hayatı cehennemde iki devre olarak görülebilir. Hapishanedeki ikinci devrede Alex’i tuhaf bir deney de bekliyordu.

Ludovico tekniği denilen bu tuhaf deney daha yeni yeni uygulanmaya başlanmış ve sonuçları tam olarak bilinmiyor. Alex, hapishane cehenneminden kurtulabilmek için tek çıkış bu deneyi görüyor kendince. Dr Brodsky’nin (Carl Duering) yürüttüğü deneyin zorlu yollarına giren Alex, bambaşka bir insan olarak toplumun içine dönüyor. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Ailesi bile. Sinema salonunu çağrıştıran bir mekândaki deneyde başına kablolar bağlanan Alex’in gözlerini kapatamaması için de metal kilit konuyor. Önce ona tecavüz sahneleriyle dolu filmler izlettiriliyor. Pek bir gelişme olmuyor. Ama Dr. Brodsky, başka bir şey daha deniyor. “9. Senfoni”yi dinleterek perdeye de Hitler’in ve Yahudi toplama kamplarının siyah-beyaz görüntülerini yansıtınca Alex çıldırıyor. Çünkü Ludwig Van dediği Beethoven’la Hitler’in yan yana gelmesini zihinsel olarak reddediyor Alex.

Sonra da içi boşalmış olarak Londra’nın sokakları, suçluluk duygularıyla kâbus gibi karşılaşıyor Alex'i. Önce tünelde aşağıladığı yoksul adam çıkıyor karşısına. Sonra da çetesinden Georgie (James Marcus) ve Dim (Warren Clarke) polis olarak beliriyor birden. Sonra yolu yazarın evine uzanıyor. Tekerlekli sandalyedeki yazar onu psikolojik olarak çözmeye çabalıyor ve bir şeyler buluyor Alex banyoda “Singin’in the Rain” şarkısını mırıldanırken. “9. Senfoni” çalarken, vicdan azabıyla kendini evin üst katından aşağı bırakan Alex ağır yaralı olarak hastanede gözlerini açıyor. Siyasi iktidarın totaliterleşmeye doğru gidişinden rahatsız olan bakan, Alex’e tersi bir tedavi başlatarak Alex’in boşalmış içini doldurtabilecek miydi? Rehabilitasyon başarılı olduğunda eski Alex mi olacaktı?

Yönetmen ucunu açık bıraksa da insanın kendi kişiliğinin her şeyden önemli olduğunu söylüyor. Burada asıl suçlu sistemdi. Filmi seyrederken, otomatik portakalın ne olduğu üstüne bir şeyler zihinde oluşmaya başlıyor. Gizemi bozmamak gerek. Kubrick, ilk devrede yoğunluklu olarak parlak ışık düzenlemeleri yapmış. Elbette gölgelerin öne çıktığı dramatik düzenlemeler de vardı. Ama ikinci devrede ağırlıklı olarak biraz daha dramatik ışık düzenlemelerini öne çıkarmış. Kamera da genel anlamda sakindi bu filmde. Kamera, Alex’in içinde kopan fırtınayı sakince gözlemliyordu. Bu filmi gördükten sonra Beethoven’ın “9. Senfonisi” de kulağa bambaşka gelecekti belki. 

 “Barry Lyndon…”

 Stanley Kubrik’in İngiliz yazar William Makepeace Thackeray’in (1811-1863) “The Lucky of Barry Lyndon/Barry Lyndon’ın Talihi” pikaresk romanından uyarladığı 1975 yapımı renkli “Barry Lyndon”, aristokrasinin sarsılışını ve yeni gelenlerin, burjuvazinin önceleyen bir eserdi. Bu roman, 1986’da ülkemizde yayınlanmıştı. Hikâye 18. yüzyılda, 1756 yılının içinde başlıyor. Burjuva devrimine, Fransız Devrimi’ne biraz daha vardı.  Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu bizzat Kubrick’in kendisi yazmış.   

Filmdeki muhteşem görüntülerse kameraman John Alcott’a aitti. Kubrick, 18. yüzyıl resmindeki ışığı verebilmek için kamera üzerinde epeyce çalışmış. Öncelikle iç mekânlarda. Mum ışığında çekim yapabilmek için özel lensler geliştirilmiş. Bu filmin birçok anında resim sanatına saygı sunuşu hissediliyor. Usta, dönemin rokoko resim sanatından ilham almış. Rokoko resim tarzı hem iç hem de dış mekânların çoğunda kendini hissettiriyordu. Rokoko, bir tür barok akıma tepki gibiydi. Rokoko, barok sanatın ayrıntıları öne çıkaran ve yorucu yolculuğa çıkaran estetik bakışından az da olsa uzaklaşarak sadeleştirmeye yönelmiş. Işık huzmeleri ve pastel estetiği fark ediliyordu. Bu iki akım, daha sonra ortaya çıkacak sanat akımlarını da etkiledi. Barok sanatın ruhunu dışavurumcu ve gerçeküstücü sanat eserlerinde fark edilebiliyor. Rokoko daha çok izlenimci sanatın ruhunda dolaşıyor gibi. Fotoğraf makinesinin icadından sonra 1870'li yıllarda ortaya çıkan izlenimcilik akımı, barok resmin büyüklerinden İspanyol Diego Velazguez'den (1599-1660) ilhamlarını almışlardı. 

Evet Rokoko, Fransız Kralı 14. Louis'nin ölümünden sonra 1715'te ortaya çıkmış ve 1789'daki Fransız Devrimi'ne kadar devam etmişti. 14. Louis'nin şatafatlı ve gösterişli anlayışına da bir tepkiydi bu. Kubrick, aristokrat kostümlerini de rokoko tarzı hazırlamış bu filminde. Erkeklerin taktığı peruklar da barok tarzından az da olsa farklıydı. Kubrick de tüm bunların ışığında Handel, Bach ve Vivaldi gibi barok döneminin büyük bestecilerinin müziklerini kullanmıştı bu filminde.   

Handel, Bach, Vivaldi, Mozart klasik müziklerine, Leonard Rosenman yeniden yorumlamış. Bu çabası bir ilke neden oldu ve Akademi'den Oscar kazandı besteci. Bu filmde, 1962'de kurulmuş İrlandalı geleneksel folk müziği grubu The Chieftains'in müzikleri de kullanılmış İrlanda'da geçen ilk bölümlerde. Kubrick, Georg Friedrich Handel’in “Sarabande”ını tema müziği olarak kullanmış. Alman besteci Handel (1635-1759), hayatının büyük bir bölümünü İngiltere’de geçirmişti. Yedi Yıl Savaşları sırasında da İngiltere'deydi. Bu film, Akademi’den müzik dalı dışında da Oscar kazanmıştı. Görüntü (John Alcott), sanat yönetimi (Ken Adam, Vernon Dixon ve Roy Walker) ve kostüm (Milena Canonero ve Ulla-Britt Söderlund) dallarında da Oscar kazanmıştı. Kubrick bu filminde sıkça şok zumlu çekimler de yapmış. Bir dönem filminde farklı bir estetik denemek istemiş olabilir. Filmdeki kaydırmalı ve "steadicam"lı kamera devinimleriyse estetik anlamda çarpıcıydı. Evet bu film, iki bölüm ve sonsözden oluşuyor. Dönüşümleri gözlemlemeye yardımcı oluyordu bu bölümler. Filmde vurgulanan "kader", semavi olandan çok yazar ve yönetmeni hatırlatıyordu. Kubrick usta bu filmini, yazardan ayrılarak bazı anlarda serbest bir uyarlamaya dönüştürebilmiş. Sadık kaldığı yerler de vardı. Redmond'a hayat veren Amerikalı oyuncu Ryan O'Neal, 8 Aralık 2023'te vefat etti. O'Neal, 20 Nisan 1941'de Los Angeles şehrinde doğmuştu. Sinemaseverler onu daha çok Arthur Hiller'ın 1970 yapımı "Love Story-Aşk Hikâyesi" filmiyle hatırlıyorlar. Bir de Kubrick'in bu filmi "Barry Lyndon"la. 

Birinci Bölüm: Redmond Barry, Barry Lyndon Unvanını Nasıl Aldı: Filmin ön jeneriğinde Haendel'in "Sarabande" müziği duyuluyordu. Birinci bölümde yoksul, geleceksiz ve umutsuzca âşık İrlandalı genç Redmond Barry’nin (Ryan O’Neal) Lyndon unvanına yavaş yavaş ilerleyişi anlatılıyor. Ama o aşk acısını çekmeseydi tüm bunlar yaşanabilir miydi? Kıskançlık ve öfke onu düşünemeyeceği dünyalara sürüklüyordu. Anlatıcı (Michael Hordern), Redmond’ın babasının hukukçu olacakken at anlaşmazlığı yüzünden bir düelloda öldüğünü söylüyor. Redmond’ın annesi (Marie Kean) genç yaşta dul kalmasına rağmen evlenmemiş, hayatını oğluna ve kocasının anısına adamış. Redmond, amcasının güzel kızına Nora Barry’ye (Gay Hamilton) sırılsıklam âşıktı. 

"Anlatıcı", Redmond'ın babasının trajedisini anlatırken, genel çekimde de bu düello yansıyordu. Geleceğinde parlak bir hukukçu olabilecekken birkaç at yüzünden Redmond'ın babası düelloda ölüyordu. Redmond'ın annesi küçük oğlu ve kocasının anısı için, genç ve güzel olmasına rağmen tüm evlenme tekliflerini reddetmiş. Kamera sonra günümüze gelerek yağmurlu bir günde, Redmond ve kuzini Nora'nın buluşmasını yansıtıyordu. Kamera iç mekânda geriye doğru zum yaparken çerçeveye iskambil oynayan Redmond ve Nora giriyordu. Fonda da, Sean O Riada'nın (1931-1971) bestelediği "Women of Ireland" müziği duyuluyordu. Riada bu besteyi, Ulsterli şair Peadar O Doirnin'in (1704-1796) "Mna na hEirean" şiirinden bestelemişti. Kubrick'in bu besteyi sıkça kullanmasının nedenlerinden biri de, belki 18. yüzyıldaki İrlanda ruhunu yansıttığı içindir. Yönetmenin kullandığı tüm müzikler bu dönemin ruhuyla uyuşuyordu. Tıpkı resim sanatında olduğu gibi. Redmond ve Nora masayken "Anlatıcı", “İlk aşk! Genç bir adamda ne gibi değişiklik yaratır? Yüreğinde taşıdığı ne müthiş sırdır. O tatlı heyecan erkeğin kalbinden taşar. Sevgisi, bir kuşun cıvıldaması ya da bir gülün toprakta bitmesi gibidir” diyordu. İşte bu sözlere değerini veren Redmond, kendisinin bile düşünemeyeceği hayata doğru yürüyecekti. Nora birden "Killarney" diye fısıldıyordu. Bu kelime, hem İrlanda'nın güneybatısında içinde ulusal parkın da olduğu bir kasabaydı hem de "bingo" anlamında söylenmiş bir söz. Şimdi ne olacaktı? Nora soruyordu. Nora ona arkasını dönmesini istiyor. Ardından boynundaki kurdeleyi göğüslerinin arasına gizliyordu. Bu kurdele oyunuydu. Redmond kurdeleyi bulamazsa Nora'nın  gözünden düşecekti. Nora, kurdeleyi bulamayan Redmond'ın elini göğüslerine götürüyor.  Nora'nın göğüslerinin arasına gizlediği kurdeleyi ürkekçe buluyordu utangaç Redmond. Nora sonra onu dudaklarından öpüyordu. Kubrick bu sahnede çok düşük ışıkta çalışmış ve 18. yüzyıl rokoko tablolarının iç mekân tadını verebilmiş. 

Fransızların istilasına karşı savaşmak için genç erkekleri askere çağrıldığı zaman, kırmızı üniformalı İngiliz Yüzbaşı John Quin (Leonard Rossiter) hayatını tümden değiştiriyor Redmond’ın. Britanyalı askerler bandonun çaldığı 17. yüzyıldan gelen "The British Gredaniers" askeri marşıyla yürürken halk da onları izliyordu. Askerlerin başında da Yüzbaşı Quin vardı. "Anlatıcı", o sıralarda İngiltere krallığında huzursuzluk olduğunu söylüyor. Fransız istilasından korkuyordu krallık. Krala sadık ve geleceklerini düşünen zenginler de asilere karşı birlikler oluşturuyormuş o zamanlar. Askerleri Redmond da izliyordu kuziniyle beraber. Redmond, kırmızı üniformalara ve kibirli yürüyüşlere gıptayla bakıyordu, ama uzak olmayan gelecekte o kıyafetler üzerinde olacaktı. Bu Kilwangen Alayı idi. Nora da hayranlıkla bakıyordu. Elbette yüzbaşıya.  Çok geçmeden Nora, Yüzbaşı Quin'le Britanya'nın country müziği "Piper's Maggot Jig" müziğiyle geleneksel dans ediyordu coşkuyla. Ama onları kıskançlıkla izleyen bir çift göz de vardı: Redmond. Eğlencenin ardında Redmond ve Nora ormanda yürürken yansıyorlardı. Fonda da "Women of Ireland" tınısı duyuluyordu. Redmond kederliydi. Nora neden yüzbaşıyla o kadar çok yapmıştı? Nora'nın her şeye bir cevabı vardı. Ona göre Yüzbaşı tam bir erkekti. Redmond gibi de yeniyetme ve meteliksiz değildi. Onuru kırılmış Redmond buna öç olarak mı bakıyordu? Öfkeli Redmond kuzinini yalnız bırakıp uzaklaşıyordu oradan. Evin önünde odun kesecekti baltayla Redmond. Öfkeliydi. Fonda "Women of Ireland" tınısı devam ediyordu. Redmond kuzinini bir daha görmemeyi istiyordu. Bu mümkün müydü? Diğer tarafta Yüzbaşı Quin Nora'ya aşk iltifatları yolluyordu. Nora'ysa erkeklerle kadınların tutkularının denk olmadığını söylüyordu Quin'e. Kamera yavaşça geriye doğru zum yaparken Nora kadınların, ismini hatırlayamadığı çiçek gibi olduğunu söylüyor. Bir çiçek açıp ölürlerdi. Başkasına ilgisi olmadığını da söylüyordu heyecanla. Birdenbire oraya Redmond geliyor. Nora'nın kardeşleri Mick ve Ulick'in müdahalesiyle karşılaşmayan Redmond doğrudan Nora'nın yanına gidip açıklama istiyordu. Bu olanlar neydi?  Kurdeleyi iade edecekti hemen. Quin'de kıskançlık hissediliyordu gördükleri karşısında. Redmond Nora'nın gözünde çocuktu. Köpeğinden ve papağanından fazla değeri de yoktu. Kısakanç Quin de Nora'nın kendine verdiği kurdeleyi yere atıyordu hemen. Öfkeli Quin'i kardeşlerden biri yatıştırmaya çabalıyordu. Ya Quin'i İrlanda adetlerine alıştıracaklar ya da kendileri İngilizleri benimseyeceklerdi. İki erkek kardeşin bu evlilikten beklentileri vardı ve bir çocuğun kaprislerinin bunu mahvetmesine izin veremezlerdi. Redmond'ın amcası Bay Barry (Liam Redmond), Quin'le barışma yemeği verirken eve davetsizce Redmond da geliyordu. Nora ve Redmond göz göze geldiklerinde piyano tınılarıyla "Women of Ireland" duyuluyordu fonda. Quin de mutlu tedirgindi onun varlığından. Amcası gelişini sıcak karşılıyordu. Masada tek dostu Yüzbaşı Grogan da (Godfrey Quigley) vardı. Bir şeyler açıklanacaktı. Bay Barry, herkes için mutlu, Redmond için mutsuz haberi veriyordu şimdi. Yüzbaşı Quin ve Nora evleneceklerdi. Quin ayağa kalkıp müstakbel eşinin dudaklarına öpücük konduruyor. Kutlamanın ardından Redmond ayağa kalkıp elindeki kadehi Quin'in yüzüne atıyor. Bu meydan okumaydı. Quin, malı mülkü olan bir İngiliz beyefendi olarak kendini küçük bir soytarı tarafından aşağılanmış olarak görüyor. Şimdi ne olacaktı? Grogan dışarı çıkan Redmond'la beraber yürürlerken, önce onu övüyordu. Ama gerçekler de vardı. Redmond'ın amcası maddi olarak zor durumdaydı. Bu evlilik o yıllar için yüksek meblağda sterlin getirecekti aileye. Quin, Bay Barry'nin binlerce sterlin borcunu da ödeyecekti. Babasının ölümünden sonra kendine ve annesine sahip çıkmamış mıydı amcası? Ama Redmond kararlıydı ve Quin'e her yerde meydan okuyacaktı. Düello bile yapardı. Grogan onun bu kararlı sözleri karşısında etkilenip ona sarılıyordu. Redmond'ın düello şahidi de Grogan olacaktı. 

Kamera nehir kıyısında tabancaların dolduruluşunu yansıtıyordu ardından. Kamera zumla çekilirken Redmond'ın sakalsız kuzeni (künyede ismi geçmiyor), Grogan ve Quin görüntüye giriyor. Redmond ve sakallı diğer kuzeni de (Pat Laffan) oradaydı. Fonda da Handel'in "Sarabande Duel" tınısı duyuluyordu. Grogan tabancayı vermeden ürkek görünen Redmond'ı düşüncesinden döndürmeye denese de artık dönüş yoktu. Nora Quin'le evlendikten sonra Nora'yı unutabilir miydi Redmond? Çok gençti ve başka aşklar da çıkabilirdi karşısına. Quin de kendinden özür dileyip Dublin'e gitmesine izin verecekti Redmond'a. Redmond onurluydu ve özür dilemeyecekti Quin'den. Redmond solaktı. Tabancayı sol eline alıyor ve düello başlıyordu şimdi. Düelloda Quin vuruluyor. Redmond'a Quin'in öldüğünü söylüyorlar. Redmond ne yapacaktı şimdi? Redmond ve kuzeni atla eve geliyorlar. "Anlatıcı", "Eğer Nora'ya âşık olmasaydı, yüzbaşının yüzüne şarap fırlatmasaydı Redmond'ın kaderi ne kadar da farklı olabilirdi" diyor. Artık Redmond'ın kaderi bir gezgin olmaktı. Ama Redmond'ın annesi Belle onun uzaklara gitmesinden endişeliydi. Redmond evden hiç uzaklaşmamıştı. Sonunda Redmond at üzerinde evinden ve annesinden ayrılarak kaderinin yoluna düşüyordu. Fonda da The Chieftains folk grubunun "The Sea Maiden" tınıları duyuluyordu. 

İngiliz rokoko resim tablosundan ödünç alınmış manzaranın içinde Redmond atıylaydı. Dağların üstüne kara bulutlar çökmüştü. "Anlatıcı" kelimeleriyle, hayatında ilk defa özgürlüğüne kavuşan, cebinde de yirmi gine olan bir gencin ruhunu görselleştiriyordu adeta. Redmond'ı en başından sürprizler bekliyordu. Fonda The Chieftains'in "The Sea-Maiden" tınısı devam ederken Redmond su içmek için bir hana geliyor. Orada, dışarıda Yüzbaşı Feeney (Arthur O'Sullivan) ve oğlu Seamus Feeney (Billy Boyle) vardı. Redmond'ı davet ediyorlar. Suyunu içen Redmond yola çıktığında onu bir sürpriz de bekleyecekti. Baba-oğul birer hayduttu. Yolunu kibarca kesen yüzbaşı oğluyla beraber Redmond'ın atını ve parasını alıyorlar. Bu anlarda yönetmen öne ve geriye kayan bir kamera kullanmış. Estetik anlamda etkili bir görsellik sunuyordu bu gerilimi usulca yükseltirken. Fonda da Sean O Riada'nın "Tin Whistles" tınılarıyla karga sesleri de üst üste biniyordu. Yüzbaşı ismini söyleyince Redmond bu şöhretli yüzbaşıyı ismen de olsa tanıyor. Redmond yaya olarak bir kasabaya geldiğinde kırmızı üniformalı askerlerle karşılaşıyor. Genç İrlandalıları askere almak için buradaydılar. General Charles Gale'in komutasındaki piyade alayı için askere almalar yapılıyordu. İngiliz subay (John Bindon), günde bir şilin ve kıdemli askerlerin yerini alacak yeni adamlar arandığını söylüyor. Tüfekli ve askeri nizam içinde yürürlerken yansıyor kırmızı üniformalı Redmond. Avrupa'nın savaşında saygınlık kazanma ihtimali olan bu kader yolculuğunda kanun kaçağı bir genç için şans mıydı bu? Kral II. George'un savaşacak genç askerlere ihtiyacı vardı, nereden geldikleri önemli değildi. Yedi Yıl Savaşları, 1756-1763 yılları arasında devam etti. Anlaşmazlık Büyük Britanya ve Fransa arasındaydı. Sömürgeler içindi hepsi. Yedi Yıl Savaşları başlamadan bir yıl önce 1 Kasım 1755 yılında Portekiz'in başkenti Lizbon'da büyük bir deprem olmuştu. Lizbon Depremi olarak anılan bu doğal felaket, aydınlanma düşüncesini halk üzerinde hissettirmesine neden olmuştu. İnançlı bir Katolik halkın yaşadığı bir yerde, Lizbon'da hem de en kutsal günde, "Azizler Günü" olan bir bayramda bu yıkım nasıl gerçekleşmişti? Kilise (Vatikan) ve bazı filozoflar ilahi yargı olarak yorumlamışlardı bu felaketi. Kaderdi. Alman filozof İmmanuel Kant (1724-1804), bu büyük felaketi dinden çok bilimsel temelleri öne çıkartarak açıklamıştı. Bu doğal bir felaketti ve Tanrı ile ilgisi yoktu. Fransız filozof Voltaire de (1694-1778) az da olsa aynı görüşteydi. İsviçreli filozof Jean-Jacques Rousseau ise (1712-1778), neden hep yoksul insanların öldüğünü soruyordu. Fakirlere çürük evler ve din düşüyordu hep. Dinin büyülü perdesi fakirlerin gözünden kalkmalıydı. Sosyal eşitsizliği ve adaletsizliği fark etmeliydiler. Rousseau, seküler düşünceye doğru yol almanın önemli düşünürlerindendi. Ayrıca Fransız Devrimi'ni de etkileyen bir filozoftu. Filmde bu felaket ve yükselen aydınlanma derin fark edilmiyor. Sadece alttan alta aristokrasinin yavaş da olsa gerileyip, alt sınıf olan burjuvazinin cılız yükselme çabası fark edilebiliyordu. O da, aristokratların içinde var olamaya çaba gösteren Redmond üzerindendi. 

Filmde genel anlamda kahve de pek fark edilmiyordu. Filmin derinliğinde Redmond'ın pipo tüttürmesiyle tütün ve annesinin çay içmesiyle çay kıyısından köşesinden fark edilecekti. Aristokratlar neden bunları içmiyorlardı? "Beş çayı" aristokrat geleneği değil miydi? Aslında hepsi 17. yüzyılın ortalarından itibaren Britanya'da yaygındı. Filmde elbette Afrikalı siyahiler de yoktu. Köleliği başlatan ve ticaretini yapan elbette ilk ülke 15. yüzyılda Portekiz'di. Britanyalılar 16. yüzyılda kölelik işine girdiler. Çok geçmeden Afrika'da sömürüsü olan Fransa, Hollanda ve Belçika gibi ülkeler de siyahi köle ticareti yapacaklardı. En başından beri siyahi köleler Avrupa'da da vardı. 

Evet, savaş tüm şiddetiyle devam ediyordu. Bu savaşta Fransa'nın müttefikleri Avusturya, İsveç ve Rusya'ydı. Büyük Britanya'nın müttefikiyse Prusya'ydı. Yedi Yıl Savaşları, Kral George Augustus (1727-1760), yani II. George zamanında başlamıştı. Savaşla ilgilenmeyen II. George tüm denetimi önde gelen muhaliflerden Başbakan William Pitt'e bırakmıştı. Başbakan İngiltere'yi zafere taşıdı. Kral II. George, Alman besteci Handel'in de koruyucusuydu ayrıca. Kralın 1760'ta ani ölümü ardından tahta George William Frederick (1738-1820), yani III. George oturacaktı. Savaşın son üç yılı ve diğer zamanlar bu kralın hükümdarlığında geçecekti Redmond için. 

Diğer askerlerle eğitim kampında dışarıda yemek yiyen Redmond kupanın yağlı olduğunu söyleyince alaya alınıyor. Redmond kendisiyle alay eden asker Toole'a (Pat Roach) meydan okuyor. Toole'un zayıf noktası karısıymış. Çamaşırcı karısından dayak yiyormuş Toole. Alay sırası sanki Redmond'daydı. Redmond değişiyordu. Dövüşeceklerdi. Kubrick boksun öncülü bu dövüş anlarında hafif el kamerası ve çarpıcı kurgu kullanmış. Toole'u yoran Redmond için bu dövüş ilk zaferi olacaktı. 

Askerler, "Traditional Lilliburlero" marşı eşliğinde topluca yürürlerken yansıyor sonra. Piyade alayındaki Redmond bir aylık eğitimden sonra bir askere dönüşmüştü. Diğer yerlerden gelen piyadelerle alay büyüyordu. Almanya'da savaşan orduya katılacaklardı. Yeni gelen piyadelerin içinde Yüzbaşı Grogan da vardı. Sonra bir araya geldiklerinde annesine mektup yazmayı düşünse de soygunun utancıyla yazamamıştı Redmond. Ama şimdi Grogan'ın teşvikiyle yazacaktı. Mum ışığında içkilerini içiyorlar sonra. Kubrick, özel geliştirilmiş lenslerle atmosferi gerçekten mum ışığı içinde yansıtabiliyor. Acı gerçeği de öğrenme zamanı gelmişti. Grogan eğlenceli dille olanları anlatıyor Redmond'a. Nora gidişinin acısından kendini bir kocayla avutmak zorunda kalmış. Şimdi Bayan John Quin'di. Redmond şaşkınlığa düşüyordu. Yüzbaşı Quin'i düelloda öldürmemi miydi? Başka bir John Quin mi vardı? Düello bir oyunmuş. Tabancanın içinde kıtık, yani lifler varmış. Barry ailesi yılda binlerce sterlin gelirden olamazdı.

Yedi Yıl Savaşları olarak anılan Avrupa'daki savaşa gemiyle yola çıkıyorlar, Almanya'daki savaşan orduya katılmak için. Fonda "Traditional Lilliburlero" marşı duyuluyordu. "Anlatıcı", İngiltere'yle Prusya'nın müttefik olduğunu belirtiyordu yolculukta. Fransa, İsveç, Rusya ve Avusturya'ya karşı savaşacaklardı. Savaş meydanında hiç saklanmadan, karşı taraftaki Fransızlarda aynı biçimde tüfeklerinde süngülerle çarpışmaya başlıyorlar karaya çıktıklarında. "Anlatıcı", Redmond'ın bu ilk savaşını önemsiz gösterse de yüzlerce insan katlediliyordu bu meydan muharebesinde. Fonda aynı marş devam ediyordu çarpışma sürerken. Kubrick, Britanyalıların Fransızlara karşı yürüyüşünü kamerayı sağa doğru kaydırarak yansıtıyordu. Çatışma anında kamera aralarda öne ve geriye kayıyordu. Fransızların yoğun ateşi altında Britanyalı bir bir yere düşerken hiç ateş etmiyorlar ve disiplin içinde Fransız askerlerine doğru yürüyorlardı. Bu anlarda Yüzbaşı Grogan da yaralanıyor. Redmond yanındaki yaralı yüzbaşıya yardım ediyor. Güvenli bir yere geldiklerinde Grogan öleceğini hissediyor. Öpmesini istiyor. Redmond yüzbaşının dudaklarında öpecekti yağmur altında. Ve ölüm. Büyük bir acıydı bu. Gece ateşin başında kederle yansıyan Redmond, savaşın acısını en derinden yaşıyordu. Fonda da "The Sea-Maiden" tınısı duyuluyordu. Kamera zumla usulca Redmond'a yaklaşırken "Anlatıcı", dostunun ölümünden sonra Redmond'ın ordudan kaçmayı düşünmeye başladığını söylüyordu. Savaşın gerçek yüzü başkaydı. Onun getireceği şan ve şöhreti de istemiyordu. "Anlatıcı", centilmenlerin şövalyelik devrinden söz ettiklerini söylüyor. Ama şövalyelerin emrinde kanunsuzlar ve yankesiciler de vardı. Dünyadaki tüm canice işlerini bu acıklı piyonlar aracılığıyla yerine getiriyordu. Kamera sağa çevrinerek (pan yaparak) askerlerin içindeki kucağında oğlak taşıyan Redmond'ı takip ediyordu. Kamp yerinde elinde kovalarla yürüyen Redmond, kaderin kendisine birazdan yeni bir yol sunacağını henüz bilmiyordu. Fonda da "The Sea-Maiden" duyuluyordu. Akarsu kenarına gelen Redmond ağaca bağlanmış iki at görüyor. Elbiseler de ağaca asılıydı. İki askerin konuşmasını da duyuyor. İki askerde nehirin içindeydiler. Jonathan (Jonatan Cecil), Freddie'ye (künyede ismi geçmiyor) üzüleceği haberi veriyordu. İkisi sevgiliydi. Jonathan görev için iki haftalığına gidecekti. Bremen'de, Prens Henry'ye bir mesaj götürecekti Jonathan Fakenham. Şimdi Redmond için bir fırsat doğuyordu. Subay elbisesi ve evraklarla Prusyalıların kuşkusunu çekmeyebilirdi. Jonathan'ın üniformasını ve atını alıp oradan hemen uzaklaşıyordu Redmond. Fonda "Hohenfriedberger" marşı duyulurken Redmond da subay üniformasıyla atın üzerinde ormanda yol alırken yansıyordu. Duyulan bu marş Prusya'nın Hohenfriedberger'de 1744-45 yılları arasında süren muharebede Avusturya ve Saksonya'ya karşı zaferini simgeliyordu. Redmond ormanda mavi üniformalı Prusyalı askerleri görünce rahatlıyor. Redmond, Avrupa'nın tek tarafsız ülke Hollanda'ya gitmek istiyordu. Derinlikte bir kasaba yansıyor. Su kıyısında atıyla giderken karşıdan bir genç kadını fark ediyor Redmond. Kadınla Almanca selamlaştıktan sonra karnını doyurabileceği bir han soruyor Redmond. Han çok uzaktaydı. Genç kadın Lischen'in (Diana Körner) bebeği de vardı. Gök de gürüldüyor romantik yemek masasında yemeklerini yerlerken. Bebek Peter'in babası da savaştaydı. Lİschen yalnızdı ve her kadın için zordu bu. İkisinin de elleri birbirine kavuştuğunda fonda da "Women of Ireland" tınısı duyulmaya başlıyordu. Aşkın müziğiydi bu. Kendisini Teğmen Fakenham olarak tanıtıyor sonra Redmond. Genç kadın onun gerçek ismini öğrenmek istiyordu. Bu kader yolunda birçok şey öğrenen Redmond, ilk ismini merak ettiğini anlıyor Redmond. İlk isminin "Jonathan" olduğunu söylüyor. Yalnızlık çeken Lischen kalmasını söylüyor. Yatağı soğuktu. Bebeğin meraklı bakışlarıyla dudakları birbiriyle buluşuyordu hemen. Birkaç gün sonra vedalaşıyorlardı birbirine sarılmış iki sevgili. Lischen vedalaşırken, Redmond diyordu. Sonra da dudakları buluşuyordu bu vedada. "Anlatıcı", kalbini bir üniformalı erkeğe veren kadının çabuk sevgili değiştirmeye hazırlıklı olmalı diyor. Yoksa hicran gelirdi. Lischen'in kalbi de, işgal edilip yağmalan kasabalar gibi birçok defa işgal edilmişti. Yatağı uzun süre soğuk kalmayacaktı. Redmond atıyla uzaklaşıp gidiyordu kaderinin yolunda. 

Redmond atın üzerinde yol alırken derinlikte bir kasaba yansıyordu fonda "Hohenfriedberger" marşı duyulurken. Beş yıl geçmişti. Britanya'da III. George vardı tahtta. Prusya'daysa Kralı II. Friedrich (1712-1786) vardı. Bu şanlı Friedrich krallığında savaş birçok erkeği tükettiğinden er toplayan adamlar tutmak zorunda kalmış kral. "Anlatıcı", bunların her türlü suçu işleyecek insanlardı diyor. Redmond oradan geçerken mavi üniformalı Prusyalı askerler "serserileri" birliklere götürüyorlardı. Redmond kasabadan uzaklaşınca Prusyalı komutan Yüzbaşı Potzdorf’la (Hardy Krüger) ve küçük birliğiyle karşılaşıyor. Kendisini teğmen Fakenham olarak tanıtıyor. Yanlış yöne gittiğini söyleyen Potzdorf'un da davetini kabul ediyor Redmond. Kendisine bu konaklama anlarında nazik davranılıyor. Prusyalı subayların restoranında Potzdorf'la mum ışığında yemek masasında içiyorlardı. Redmond, uydurduğu hikâyeleri anlatıyordu. Öyle ki, Berlin'deki İngiliz büyükelçi de amcasıydı onun. Potzdorf hepsini sabırla dinlemişti. Potzdorf gülmeye başlıyor. Redmond'ı daha da rahatlatıyordu kelimeleriyle. Bremen'in kadınları muhteşem güzellikteydi. Potzdorf büyülü kelimeleriyle Redmond'ı itirafa çekiyordu sanki. Redmond kime mektup götürüyordu? General Williams deyince her şey açığa çıkacaktı. Redmond tutuklanıyor hemen. Onun asker kaçağı olduğunu anlıyor Potzdorf. Aylar önce ölmüş bir generale mesaj götürmesi, üstelik büyükelçinin amcası olduğunu söylemesi de Potzdorf'un şüphelerini arttırmış. Önünde iki seçenek vardı. Ya Prusya ordusuna katılacaktı ya da İngilizlere iade edilecekti. Çıkışsız Redmond gönüllü olacaktı. Prusya ordusuna katılmak Potzdorf için de anlamlaşacaktı derinlikte. 

Prusya ordusu, İngilizlerden de beterdi. Burada hep ceza vardı. Kamera sağa doğru kayarken üzeri çıplak bir asker kırbaçlanıyordu. Redmond önde yürüyordu. Ciddi suçlar için işkence ve idam vardı burada. Ordunun tüm subayları Prusyalıydı, ama askerlerinin çoğunluğu lejyonerdi. Redmond çok kötü bir yerdeydi şimdi. Bilmediği birçok ahlaksız ve çıkarcı davranışları burada keşfedecekti. Askerler marş eşliğinde savaş alanına doğru gidiyorlardı. Redmond da içlerindeydi.  Çatışmalar tüm şiddetiyle devam ediyordu cephede. Kamera iç mekânda öne doğru kayarken Redmond da pencereden nişan alıyordu. Keskin nişancıydı. Tüfeklerin ucunda da süngü vardı. Diğer taraftan atılan toplar da ölümcüldü. Redmond'ın olduğu yere Potzdorf geldiğinde gelen top atışıyla tavan çöküyor. Potzdorf da kalasın altında kalıyordu. Yangın da çıkıyor. Yaralı askerler dışarı çıkarken Redmond ise Potzdorf'un sesini duyuyordu. Kalası kaldıran Redmond ona yardım edecekti. Kaderi onu yine yeni bir yola sürükleyecekti bu yardımla. 

Bu kahramanlığı karşılığında Prusya ordusu ona madalya vermek için tören düzenliyordu şimdi. Albay Bülow (Ferdy Mayne) iki altın veriliyordu kralın emriyle. Audorf çarpışmasında gösterdiği başarı içindi. Potzdorf'u da kurtarmıştı. Albay, şimdi kahraman olsa da askerlere kötü örnek olduğunu söylüyor. Redmond'ın bir baltaya da sap olamayacağından da emindi. Redmond da kendini savunuyor. Kötü çevredeydi ve diğer askerler ne yapıyorsa onu yapıyordu Onbaşı Redmond. Fonda da W. A. Mozart'ın (1756-1791) "Idomeneo" marşı duyulmaya başlıyordu ardından. 

Marş sürerken "Anlatıcı" savaşın bittiğini söylüyordu. Redmond'ın birliği de başkentte garnizon kurmuş. Königsberg, Prusya'nın başkentiydi. Burası Litvanya ile Polonya arasında kalan Baltık Denizi'ndeki adaydı. Bu ada 1945 sonrası Sovyetlerin eline geçtikten sonra Kaliningrad ismini almıştı. Prusya'nın son dönemlerinden başlayarak 1871'de kurulan Almanya İmparatorluğu'nun (II. Reich) ve günümüzün Almanya Federal Cumhuriyeti'nin başkentliğini sürdürdü. Sadece II. Dünya Savaşı sonrası 1949'dan 1990 yılına kadar Bonn şehri Almanya'nın başkenti olmuştu. 
Evet, Redmond var olabilmek Potzdorf'a yakın durmak zorundaydı. Kubrick, Redmond’a ve çevresindeki olaylara sosyolojik bakış getirse de, Redmond’un ruhuna psikanaliz dokunuşlar yapabilmiş. En başından sonuna kadar Redmond’ın iç dünyasının dehlizlerinde kamerasıyla seyircisini keşfe çıkartıyordu yönetmen. Redmond kişiliğinin ilk yansıması aşk kıskançlığından dışarı çıkan öfkesiydi. Ama bunun altında yatan en büyük neden parasızlıktı. Potzdorf’un ona savaş sonrası verdiği görev, en temeldeki çıkmaza, paraya onu götürecekti. Potzdorf, kendini Fransız soylusu olarak tanıtmış Balibari’nin bir İrlandalı olmasından şüpheleniyordu. Redmond, İçişleri Bakanlığı'na Potzdorf'u ziyaret ediyor. İçişleri bakanı Von Potzdorf (Frederick Schiller)amcasıydı. Redmond'ın şansı dönmüş müydü? Ordudan alınıp polis merkezinde görev yapacaktı. Berlin'de Avusturya İmparatoriçesinin hizmetinde biri vardı. Kendine Şövalye Balibari diyormuş. Profesyonel kumarbazmış. Kibar ve çapkın olan Şövalye, iyi olmasa da Almanca ve Fransızca biliyormuş. Onun casus olduğuna inanıyorlar. Redmond onun hakkında bilgi toplayacaktı. 

Atlı arabada Pozdorf talimatlarını veriyordu Redmond'a. Arabanın içindeki kamera geriye kayıyormuş hissi veriyordu bu anda. Redmond hiç İngilizce konuşmayacaktı Şövalyeyle. Fonda da Mozart'ın "Idomeneo" marşı duyuluyordu. Müzik sürerken saray yansıyordu. Redmond, Şövalye Balibari'yle buluşuyordu şimdi. Şövalye Balibari (Patrick Magee) kahvaltısını yapıyordu. Redmond içeri girdiğinde her şey büyülü bir gerçekliğe dönüşecekti. Şövalyenin sağ gözünde siyah göz bandı vardı. Yüzünde de bir yapay ben. Redmond, Seebach adına düzenlenmiş tavsiye mektubuyla oradaydı. Redmond'ın mektuptaki ismi Macarcaydı. Mösyö Quellenberg'in de övgüleri varmış. Redmond, Şövalyenin asil görünüşünü görünce ve belki de vatan hasretiyle gerçeği fazla saklayamayacaktı. Yıllardır sürgünde yaşamış Redmond, ülkesinden bir dost sesi duyuyordu şimdi. Şövalye onu uşaklığa uygun görse de bir şeylerin yolunda gitmediğini anlıyor. Redmond ağlamaklı bir duygu patlaması yaşıyor itiraf ederken. Kendisi de İrlandalıydı. Başından geçenleri anlatıyordu Şövalyeye. Onun hakkındaki bilgileri rapor edecekti. Redmond ağlıyordu. Bu gözyaşları hem özlediği vatanı hem de bir vatandaşını  bulduğu içindi. Şövalye de mutlu olmuştu. İçtenlikle Redmond'a sarılıyordu. Sevgili vatanı onun da aklına gelmişti. Redmond yalan bilgilerle dolu raporunu Potzdorf ve bakana sunuyor sonra. Königsberg'le Berlin arasında mesafe epeyceydi ve yönetmen yoğunlaştırılmış anlatımıyla bu uzun yolculukları aradan çıkarmış. Redmond raporunu okurken kamera da sağa doğru yavaşça kayıyordu. Aslında Redmond'ın verdiği bilgiler doğru, ama önemsizdi. 

Gece dışarıdan saray yansırken fonda da İtalyan besteci Giovanni Paisiello'nun (1740-1816) "Il Barbiere Siviglia" tınısı duyuluyordu. Bu tını insanın tüm hücrelerinde hissediliyordu. Redmond uşak rolüne hemen uyum sağlamıştı. Konuklar yanında hiç İngilizce konuşmayacaktı. Ama filmde Almanca konuşulması gereken tüm sahnelerde herkes İngilizce konuşuyordu. Filmdeki anlamsız boşluklardan biriydi bu. Şövalye iki konuğuyla kumar masasındaydı. Masanın otasında şamdan vardı. Redmond'ın diğer görevi de iskambillerdeki kozlara göz atmaktı. Şövalyeyle şifreli iletişim kuruyorlardı. Şövalyenin karşısında Tübingen Prensi (Wolf Kahler) vardı. Prens, Prusya Kralı II. Friedrich'e yakın biriydi. Tüm saray centilmenleri gibi kumara düşkündü. Prens kumar masasında binlerce Friedrich altını kaybetmişti. Fonda da "Il Barbiere Siviglia" tınısı devam ediyordu. Müzik yavaş tınısından gerilimi yükselten tınıya dönüşmüştü bu an. Prens nasıl olduğunu bilmese de hile yapıldığını düşünüyordu. Ayağa kalkan Şövalye suçlamayı reddediyordu hemen. Şövalye parayı namusuyla kazandığını iddia ediyor Prens'e. Prens'in iki önerisi vardı. Parayı hemen istiyorsa düello olacaktı. Şövalye sabredebilirse bilinmeyen bir zamanda bir şeyler ödeyebilirdi. Şövalye bu teklifi kabul edebilir miydi? Prens veda edip gidiyordu. Redmond şimdi İçişleri Bakanlığı'ndaydı. Prens'in olayından haberleri vardı. Redmond hile yapılmadığını söylüyordu bakana. Şövalye parayı adil biçimde kazanmıştı. Şövalyenin parasını alması için düello yapılması gerekecekti. Ama bu imkânsızdı. Bakan Potzdorf'a fısıltıyla bir  şeyler söylüyor. Redmond'a ertesi gün gizlice yine gelmesini söylüyordu bakan. Hemen dönen Redmond Şövalyeye kararı söylüyor. Şövalye de Prens'in düello yapamayacağını biliyordu. Meydan okuma oyunu kuruyordu Şövalye. Tıpkı kumar masasındaki gibi. Parayı alabilmek için düelloya kararlı olduğunu söyletecekti Redmond'a. Avusturya Büyükelçiliği'ne güveniyordu Şövalye. Ona kimse zarar veremezdi. Yapacakları tek şey bu kasvetli ülkeden sürgündü. Giderse Redmond'ı da götürecekti. Redmond bakanın odasına gittiğinde kararı öğreniyordu. Şövalyeyi Prusya'dan süreceklerdi. Şövalye gerçekten meydan okumuş muydu? Redmond niyeti olduğunu söylüyordu bakana. Potzdorf düello için her şeyi ayarlamış. Düello ertesi gün olacaktı. Potzdorf şunu öğrenmek istiyordu: Şövalyenin her sabah yaptığının dışında başka bir şey yapma ihtimali var mıydı? 

Ertesi gün. Sabah Şövalye her sabahki gezisine çıkıyor. Redmond, Şövalyenin yerine geçmişti. Dışarıda iki Prusyalı subay vardı. Atlı arabada oradaydı. Arabayla onu sınıra götüreceklerdi. Redmond itiraz ediyordu. Prens birkaç bin Friedrich altını da göndermiş. "Anlatıcı", belgeye gerek olmadan Saksonya sınırına, özgürlüğüne doğru gidiyordu. Hem de iki Prusya subayı eşliğinde. Redmond özgürlüğüne yol alırken fonda da Mozart'ın "Idomeneo" marşı duyuluyordu. Şövalye de bir gece önce sınırı geçmişti. 

Gecenin karanlığında tepenin üzerine kondurulmuş şatonun silueti yansıyor fonda Paisiello'nun "Saper Bramate, Bella, il mio Nome" tınısı duyulurken. Ortasında şamdanın olduğu masada Şövalye, Lord Ludd'la (Steven Berkoff) kumar oynuyordu. Masanın etrafında heyecanla oyunu izleyen insanlar da vardı. "Anlatıcı", bu fırsat sayesinde Redmond'ın bir defa daha özgürlüğüne kavuştuğunu söylüyor. Redmond artık bir centilmen hayatı sürmeye karar vermiş. "Saper Bramate, Bella, il mio Nome", bir şarkıya, operaya dönüşmüştü şimdi. Şövalye ve Redmond saraylarda sosyetenin içindeydiler artık. Sosyetede kadın ve erkeklerin yüzlerinde yapay ben de vardı. Erkeklerin yüzü de makyajlı gibiydi ve de başlarında da peruklar vardı. Evet oyunu Şövalye kazanıyordu. Burada da Louis altını geçerliydi. Lord, Şövalyeden borç istiyordu. Oyun devam edecekti. Lord masada Fransızca da konuşuyor. Şövalye hilesiz kazanamazdı. Bu defa da öyleydi. Kubrick bu anlarda yine mum ışığı estetiğinde mekân aydınlatması yaparken, teknik anlamda da klasik açı-karşı açı çekimlerini yoğunlukla kullanmış. Lord masadan kalkarken borç senedini de imzalıyordu Redmond. Borcunu ödemeyenlerin karşısına Redmond dikiliyordu. Lord Ludd borcuna sadık kalacak mıydı? Borç ödenmiyor. Şimdiyse Redmond ve Lord Ludd kılıç düellosu yapacaklardı. İkisinin de kılıçları sol ellerindeydi. Güzel bir günde bu düello çetin geçse de öldürme ve yaralama olmayacaktı. Kaybeden Lord borcunu ödeyecekti. Bu tehlikeli hayatta Redmond ve Şövalye gezgin ve bir yere bağlı olmamaları gerekiyordu. 

Şövalye ve Remond şimdi Belçika'nın ılıcalarıyla bilinen Spa şehrindeydiler. Fonda da Franz Schubert'in (1797-1828) piyano üçlüsü "Piano Trio E Flat Op. 100" tınısı duyuluyordu. Kamera sağa doğru kayarak masada oturan Şövalye ve Redmond'ı görüntünün içine alıyor. Redmond'ın orduda hayat deneyimi artmıştı. Romantizm de uzak kalmıştı ondan. Şimdi her centilmenin yaptığı gibi zengin bir kadınla evlenmekti amacı. Havuzun da olduğu bahçede kamera öne doğru zum yaparken derinlikte Leydi Honoria Lyndon (Marisa Berenson) ve ailesi yansıyordu. Tekerlekli sandalyedeki kocası Sör Charles Lyndon (Frank Middlemass) çok hastaydı. Birkaç Avrupa sarayında Kral III. George'un temsilcisi yaşlı kocasının şifası için buradaydılar. Leydi, Redmond'ın hayatının dramında önemli bir yer kaplayacaktı. Yanlarında, Leydi Lyndon'ın özel rahibi Samuel Runt (Murray Melvin) ve annesine düşkün küçük oğulları hüzünlü Vikont Bullingdon (Dominic Savage) vardı. 

Ortasında şamdanın olduğu kumar masasında Şövalye Leydi Lyndon'la kumar oynuyordu. Rahip Runt da oradaydı. Schubert'in "Piano Trio E Flat Op. 100" tınısı duyuluyordu. Redmond ve Leydi Lyndon göz ucuyla birbirlerini süzmeye başlıyorlardı. Leydi için kumarda kaybetmek de önemli değildi. Leydi, Redmond'a her bakışında aşka ve cinselliğe çağırıyordu sanki. Rahip de farkındaydı. Leydi Lyndon dışarı çıkıyor sonra. Sanki bu bir davetti. Kamera, genel çekimde dışarıdaki leydiyi yansıtırken hafifçe sağa çevrinme (pan) yapıyordu bu anda. Kamera yakınlaştığında derinlikte Redmond görüntüye giriyordu. Redmond'ın bu yolculuğunda kaderi onu hayal ettiği hayata götürecekti. Redmond leydiye usulca yaklaşırken kamera da sağa doğru kaymaya başlıyor. Bu filmdeki çevrinme ve kaydırmalı çekimler yoğunlukla sağ tarafa doğruydu. Bu, Britanya'nın muhafazakâr düşüncesinden mi, yoksa yönetmenin politik görüşünden miydi? Sonra Leydi Lyndon'la Redmond'ın dudakları birbirleriyle buluşacaktı. Ardından beraber geçen zamanlar. Kayıkla gölde romantik gezintiler. Leydi yıldırım aşkıyla Redmond'a vurulmuş. Yaşlı ve hastalıklı bir kocadan sonra sağlıklı ve dinç birisini karşısında bulduğu içindi belki de. Redmond da bunu fırsat görüyordu sınıf atlamak için. Daima leydinin gözleri önündeydi. Havuz kenarında beraber yürürlerken kamera da onları sağa doğru kayarak izliyor ve ardından sağa çevrinme yaparak nehri çerçevenin içine alıyordu bu kamera. Spa'da tekne gezintilerinin yapıldığı yapay bir gölle nehir vardı. Fonda da Schubert'in "Piano Trio E Flat Op. 100" tınısı devam ediyordu. 

Gece. Aynı tını sürerken leydinin yaşlı eşi Sör Lyndon kumar oynarken yansıyor sonra. Redmond oraya geliyor. Sör Charles leydiyle Redmond'ın ilişkilerinin farkındaydı. Sör için boynuzlanmak aptal denmesinden iyiydi. Redmond, Rahip Runt'ın leydiyle tanıştırdığını söylüyor Söre. Sör deneyimliydi ve Redmond'ın kendi yerini almak istediğini biliyor. Redmond, savaş ve birçok farklı yaradılıştaki insanla tanışma deneyimleri ona sabırlı ve sakin olmayı da öğretmişti sanki. Sörün tüm öfkesine rağmen vakurdu Redmond. Leydiyle evlenmek için çok aday çıkmış ama Sör hep hayatta kalmış. Ancak onu arsenik ortadan kaldırırdı. Redmond uzun süre bekleyecek miydi? Redmond gittikten sonra Sör kriz geçiriyor ve kalpten ölüyor. Geride sevgiyle anılan bir miras  bırakacaktı Sör. 

İkinci Bölüm: Barry Lyndon’ın başına gelen talihsizler ve felaketler… Sörün ölümünden bir yıl sonra, 1773 yılında Rahip Runt, Leydi Lyndon ve Redmond'ın kilisedeki evlilik törenini dualarla yönetiyordu. Redmond amacına ulaşmıştı. Küçük Vikont Bullingdon da oradaydı ve yüzü hüzün yüklüydü. Rahip Runt, bu evliliğin hiçbir şekilde maddiyata dökülmeli, derken Redmond'ın gözlerine bakıyordu. Evlilik, insanın bedensel zevklerini tatmin etmesi gibi ahlaksızca da değerlendirilmemeliydi. Evlilik, saygıyla, basiretle, bilgelikle, sağduyuyla ve Tanrı korkusuyla sürdürülmeliydi bir de. Rahibin konuşması sürerken küçük vikont da Redmond'ı süzüyordu kaygılı bakışlarıyla. Ayrıca günaha karşı zinadan da sakınmak buyrulmuştu kutsal kitaba göre. Bu söylenenler derinlikte anlamlaşacaktı. 

Genel çekimde, uzakta atlı araba yansırken, "Anlatıcı", Redmond için refah başladığını söylüyordu. Ayrıca Redmond tüm çabalarıyla toplumun da gözünde üst seviyeye tırmanmıştı. Artık o, "Lyndon" unvanını almış ve Barry Lyndon olmuştu şimdi. Arabanın içinde Redmond ve Leydi Lyndon vardı. Redmond piposunu tüttürüyordu. Leydi dumandan da rahatsızdı. Redmond "Lyndon" unvanı sahibiydi ve leydinin ricasını kırabilirdi. Eşiyle eşit görüyordu kendini belki de. Redmond'ın hayatında Leydi Lyndon göze hoş görünen nesne gibi mi olmuştu şimdi? Çıkarcı Redmond, şimdi kibre mi düşmüştü? Öndeki arabayı bir atlı araba daha takip ediyordu. İçinde de Vikont Bullingdon ve Rahip Runt vardı. Rahip, küçük vikontun mutsuzluğunu fark ediyor. Annesi evlendiği için mutlu olmalıydı. Redmond'a karşı öfke doluydu. Onun bir fırsatçı olduğunun da farkındaydı küçük vikont. Annesini de sevmediğinin de. Annesinin kendin aptal yerine koyması da onu yaralıyordu. Tüm bunlar olurken fonda da Antonio Vivaldi'nin (1678-1741), "Cello Concerto in E-Minor 3" müziği duyuluyordu. 

Müzik devam ederken bir bebek yansıyor sonra. Redmond'ın her şeyi güvenceye aldığı ve de tastamam geleceğiydi bu bebek. Bebeğin ismi Bryan Patrick Lyndon olacaktı. Kamera, leydinin kucağındaki bebekten zumla geriye doğru çekildiğinde Redmond'da çerçeveye giriyor. İkisi de bebeği şefkatle izliyordu. Ama Redmond daha başka gözle bakıyordu o bebeğe. Artık rahattı. Redmond şimdi daha rahat sefahat yaşayabilirdi. Leydi bebeğiyle evdeyken Redmond başka kadınlarla beraberdi. "Anlatıcı", Redmond'la Leydi Lyndon'ın bir süre sonra ayrı yaşamaya başladıklarını söylüyor. Leydi sakin yaşamı seçmişti. Evet o bir anneydi ve çocuklarının eğitimi ve başka şeyleri üstlenmesi gerekiyordu. Redmond'a göre leydi dünyevi zevklerden vazgeçmesi ve her saygın ailenin görevi olan zevklerin ifasını kendisine bırakması gerekiyordu. "Anlatıcı" bunları söylerken leydi piyano, oğlu Bullingdon çello ve rahibi Runt da flüt çalıyordu. Mum ışıkları aydınlatıyordu mekânı. Müziğin ardından da üçü de mülklerinin yanındaki göl kenarında bahçede yürüyüşe çıkıyorlar. Kamera yavaşça geriye doğru kayarak onları izliyordu. Üçünün de yüzlerinde keder vardı. Ardından kamera göl kıyısında sola doğru kayarken birden şok zumla Redmond'ın genç bir mürebbiyeyi ihtiras yüklü öpüşünü yansıtıyor. Bebek arabasında da Bryan vardı. Leydi, Bulligdon ve rahip olanlara tanıklık ediyorlardı. Fonda da Vivaldi'nin "Cello Concerto in E-Minor 3" müziği duyulmaya başlıyor. Bu müzik leydinin hüznünün tınısıydı sanki. Leydinin tüm kederlerine şimdi de kıskançlık da eklenmişti. Gecenin geç saatlerinde salonun bir köşesinde şamdanın aydınlattığı masada iskambil oynuyordu leydi yalnızlıktan kurtulmak için. Masada rahibi ve iki kadın vardı. Kamera da usulca zum yaparak masaya yakınlaşırken, mekânı da Vivaldi'nin hüzünlü müziği kaplıyordu bu anda. Sabah olduğunda Leydi Lyndon banyo yaparken bir kadın sesi Fransızca şiir okuyordu. Fonda da Vivaldi'nin müziği devam ediyordu. Şiirde, "Les coeur, l'un par l'autre atirés (Kalpler bir bir çekti)/Se communiquent leur subtance (Özlerini iletmeye);/Tels deux miroirs, l'un a l'autre opposé (Karşılıklı yanan iki ayna gibi);/Concentrent la lumiere, et se la réflechssent (Işığı yoğunlaştırın ve yansıtın):/Les rayons tour-a-tour recueillis... divisés (Işınlar sırayla toplandı... bölündü),/En se multipliant s'accoissent, s'embelissement (Çoğaldıkça çoğalır, güzelleşirler);/Et d'autant plus actifs, qu'ils se sont plus croisés (Ve ne kadar etkin olursa, yolları o kadar kesişir),/Au même point se réunissent (Aynı noktada bir araya gelir)..." Leydinin ruhuyla buluşan "La Jouissance les Sens" (Duyuların Zevki) bu şiir ilahi gibiydi. Şiir, Fransız şair Barnabé Farmian Durosoy'a aitti. Şair, oyun yazarı, gazeteci Durosoy 1792'de giyotinle idam edilmişti. Şair krallığı savunduğu için öldürülmüştü 1745'te doğduğu şehir Paris'te. Kamera zumla yavaşça geriye doğru kayıyordu şiir sürerken. Leydi küvetin içinde yarı çıplaktı. Kapı çalıyor. Gelen Redmond'dı. Redmond diğer iki kadını yolladıktan sonra küvete doğru yürürken kamera da onu sağa doğru kayarak takip ediyordu. Leydi ondan sevgi istiyordu sanki. Ardından dudakları birbiriyle buluşuyordu birdenbire. Leydi özlem içindeydi. 

Göl kıyısından malikane bir tablodan çıkmış gibi yansıyor. Malikanenin suya yansıyan görüntüsü de öyle. Bu tablo rokoko tarzına yakındı. Fonda da Vivaldi'nin "Cello Concerto in E-Minor 3" müziği de devam ediyordu. Redmond'ın pahalı harcamaları da arttırıyordu. Redmond için erken "belle époque/güzel dönem" idi bu. Pahalı kumaşlar seçiyordu terzinin (Norman Gay) önerisiyle. Oraya Leydi Lyndon kucağında Bryan'la geliyordu. Bullingdon da vardı. Redmond dışarıya karşı mutluluk resmi de veriyordu bu anla. Bullingdon nefret doluydu. Küçük Bullingdon artık Lord olmuştu. Annesi, Redmond'a soğuk davrandığını fark ediyor ve Redmond'ın babası olduğunu hatırlatıyordu. Üvey babasıydı. Lord Bullingdon babasının Sör Charles Lyndon olduğunu söylüyor. Kendisi bunu unutmayacaktı. Redmond küçük lordla baş başa görüşüyor ardından. Malikanenin çalışma odasında baş başa kaldıklarında küçük lordu kamçılıyordu Redmond. Gücünü göstererek  saygısını kazanacağını sanıyordu belki de. "Anlatıcı", Redmond'ın fikrince haksız sayılmadığını söylüyor. Lord Bullingdon en başından beri Redmond'a savaş ilan etmişti. Hikâyenin derinliğinde yaşanabilecek olumsuzluklar da Bullingdon marifeti olabilirdi. Küçük lord odadan çıkıyordu nefretini çoğalarak.  

Zaman geçiyor. Malikanenin bahçesinde doğum günü partisi vardı. Lord Bullingdon (Leon Vitali) genç bir adamdı şimdi. Bebek Bryan da (David Morley) sekiz yaşına gelmişti. Redmond'ın hayattaki tek güvencesiydi o. Fonda da Schubert'in "German Dance No. 1 C Major" müziği duyulurdu. "Anlatıcı", Lord Bullingdon'ın büyüdükçe nefretinin de büyüdüğünü söylüyor. Görüntü yavaşça genç Bullingdon'dan zumla geriye çekildiğinde Bullingdon şefkatle annesinin elini tutuyordu. Annesine ne kadar tutkuyla bağlıysa Redmond'a nefreti de o kadar yoğundu Lord Bullingdon'ın. Schubert'in müziği genç lordun içindekini dışarı çıkartıyordu adeta. Yanlarında oturan Redmond da bu nefretin derinleştiğinin farkındaydı. Ama büyüyen oğlu Bryan ona güç veriyordu. Bryan'ın sekizinci yaş gününde aristokratlar, kibirliler ve çocukları saygılarını sunmaya gelmişlerdi bu partiye. Bryan'ın mutluluğu çoğalırken Schubert'in müziği de yumuşuyordu. Kamera, sola çevrinmeye başladığında görüntüye Rahip Runt, Leydi Lyndon, Lord Bullingdon, mutlu Redmond ve davetliler giriyordu Bryan sahnede büyücüyle (künyede ismi geçmiyor) eğlenirken. Ardından küçük Bryan koyunların çektiği arabayla dolaşıyordu şimdi. Annesi de yanındaydı. Akşam çökerken malikane yansıyor dışarıdan. Schubert'in "German Dance No. 1 C Major" müziği de duyuluyordu. Bryan'ın yatak odasında Redmond ve Redmond'ın annesi de vardı. Redmond her şeyi olan oğluna şefkat gösteriyordu savaşta başından geçenleri abartarak anlatırken. Uyku vakti geldiğinde mumların yanık olmasını istiyor korktuğu için. Belki de sevdiği için. 

Gündüz nehirde tekne gezintisi yansıyor sonra. Teknede Leydi Lyndon, Rahip Runt, Lord Bullingdon ve küçük Bryan vardı. Kamera onları sola çevrinme yaparak takip ediyordu bu anda. Ardından görüntü zumla geriye çekilirken kemerli köprünün üzerinde Redmond ve annesi yansıyordu. Anne konuşmaya başlayınca görüntü zumla geriye çekilerek genel çekimde yansıtıyordu her şeyi. Tekne kemerin arasından görünürken Redmond ve annesi köprünün üstünden, yukarıdan yansıyordu. Bu anda iki metafor olabilirdi. İlki, yukarıdakiler ve aşağıdakiler. Ama ironi anlamında olabilirdi bu. İkincisi de zihinsel anlamda. Köprü kemerinin arasından görünen tekne önemliydi. Fransız Devrimi yaklaşıyordu ve burjuvalar aristokratları alt edip sistemi değiştireceklerdi yakın zamanda. Metaforlar çok güçlüydü. Bu tek çekimli çerçevenin içindeki anın bir bölümü filmin derinliğinde anlamlaşacaktı. Redmond'ın annesi, oğlunun hakkı olduğuna inandığı yere gelmesini güzel buluyordu. Kamera anne-oğulun yanına gittiğinde, torununu büyük fedakârlıkla eğittiğini söylüyordu. Bugünler içindi bu. Anne, Redmond'ın kendini eğlenceye kaptırışını da eleştiriyor. Ya karısı yabanıl ruhlu İrlandalı Redmond'dan sıkılırsa? Ya da ölürse? Anne, oğlu Bryan'ı ve geleceğini düşünmesini istiyor Redmond'dan. Kendine ait parası da yoktu. Her işi için karısının imzası gerekiyordu. Bir de miras vardı. Leydi öldüğünde her şey genç lorda kalacaktı. Lord Bullingdon da Redmond'dan hoşlanmıyordu. Redmond ve oğlu için tek bir yol vardı. Redmond bir unvan elde etmeliydi. Redmond, Lord Lyndon olmalıydı. Dostlar, iyi bir zamanlama ve para her şeyi halledebilirdi. 

"Anlatıcı", Redmond'ın bu işleri bilen biriyle tanıştığını söylüyor. Bu, seçkin bir avukat ve eski hükümet bakanı Lord Hallam'dı. Redmond Lord Hallam'la (Anthony Sharp) beraberdi şimdi. Onunla da kumar masasında tanışmış Redmond. Lord olmak kolay değildi. Acaba Redmond, üçüncü Wendover Kontu Gustavus Adalphus'u tanıyor muydu? Bu lord, majestelerinin kabinesindendi. Kral da ona yakındı. Redmond onun peşine düşmeliydi. Redmond şimdi de Lord Wendover'ın (André Morell) yanındaydı. Lord Redmond'a, birini koruması altına aldığında o kişinin güvende olduğunu söylüyor. Lord, kibirli ve güçlüydü. Görüntü de bu anda zumla geriye çekilerek ikisini de çerçevenin içine alıyor. Lord Hallam da oradaydı. Lordun dostları en iyi kişilerdi. En erdemlileriydi. Erdemsizler ve zekiler de olabilirdi. En aptallar, en zengin ya da en asil olanlar. Haklarında da en küçük şüphe olamayanlardı. Unvan hemen elde edilemiyordu. Zaman gerekliydi. Toprakları ve binlerce sterlin geliri olan her centilmenin bu unvana sahip olması gerektiğini söylüyor Lord Wendover.  

Gündüz. Havuzlu heykel ve bir bina yansıyor sonra. Fonda da Schubert'in "German Dance No. 1 C Major" müziği duyuluyordu. Lord Wendover, Leydi Lyndon ve Redmond'a eğlenceli bir olayı anlatırken kamera yakından onları görüntülüyordu. Lord Hallam da bu eğlenceli olayla eğleniyordu. Kamera zumla geriye çekilerek genel çekimle yemyeşil bahçeyi gösteriyor bir tablonun yansıyışı gibi. Görüntü açıldıkça yerde oturan Redmond'ın annesi, oğlu Bryan, Lord Bullingdon ve Rahip Runt da yansıyordu. "Anlatıcı", o unvanı elde etmeye uğraşmak Redmond için en talihsiz çabalardan biri olduğunu söylüyor. Redmond o unvan için büyük fedakârlıkta bulunacaktı. Çok para harcayacaktı. Ve gece. Redmond, konuklarına malikânede akşam yemeği veriyordu şimdi. Yemek yansırken "Anlatıcı" da, Redmond'ın değerinden daha fazla paralarla topraklar, tablolar ve sanat eserleri satın aldığını söylüyor. Görüntü zumla geriye çekildikten sonra kamera, sola doğru kaymaya başlıyordu ziyafetin görkemini yansıtabilmek için. Çoğu konuk majestelerinin çevresindendi. Redmond rüşvet de vermiş. Hem de yüksek yerlere. Gündüz. Redmond, Hallam'la duvarda asılı resim tablolarını inceliyorlardı. Alessandro Allori'nin öğrencisi İtalyan ressam Ludivico Cardi'nin (1559-1613) tablosu hakkında bilgi alıyordu. 1605'ten gelen "Büyücülerin Tapınması" eseriydi bu. Müze görevlisinden fiyatını istiyor Redmond. Bu kadar değerli ve pahalı bir tabloyu alabilir miydi? Redmond şimdi de kralı karşılama törenindeydi sarayda. Sırada Lord Wendover'ın yanındaydı Redmond. Kral III. George (Roger Booth) sarayda selamlaşıyordu onlarla. Sıra Redmond'a geldiğinde Schubert'in müziği bitiyordu. Kralla tanıştırılıyor Redmond. Kral, Sir Charles Lyndon'ı sevdiğini söylüyor. Redmond, Amerika'da savaşacak birlikler de oluşturmuş. Kralın hoşuna gidiyordu bu. Ama lord olmak için yetecek miydi bu? Amerika'nın Birleşik Krallığa savaşı 1775-1783 yılları arasında devam etti. Aslında Amerikalılar, 4 Temmuz 1776 yılında bağımsızlıklarını ilan edip Amerika Birleşik Devletleri'ni (ABD) kurdular. Bağımsızlığı ilan etmek her şeyi tam çözmemişti. 1883'te ABD tam bağımsız olacaktı. Kıta Ordusu'nun başkomutanı George Washington ABD'nin ilk başkanı olmuştu 1789'da. Fransız Devrimi'nin olduğu yıl. 

Malikanede Leydi Lyndon faturaları kontrol ederken yansıyor. Görüntü, zumla öne kayıyordu. Yüksek bir faturaydı. "Anlatıcı", Redmond'ın para yapmakta iyi olduğunu, ama parayı elinden tutmakta aciz olduğunu söylüyor. Masada Redmond ve muhasebeci  Graham de (Philip Stone) vardı. Görüntü zumla faturadan geriye çekildiğinde iki tarih fark ediliyordu: 1788 ve 1789... Fransız Filmde tarih anlamında zihinsel karışıklık fark ediliyor. Redmond ve Leydi Lyndon 1773 yılında evleniyorlar. Bir yıl sonra 1774 yılında Bryan doğuyor. Şimdi sekiz yaşında. Yani 1782 yılında olunması gerekiyordu. Belki de filmin yoğunluğundan fark edilememişti bu türden küçük ayrıntılar. Belki de yönetmen böyle bir karışıklığı istemiştir. O bir dâhiydi. Para ve malı elinde pek tutamayan Redmond ise, asalet ve mal mülkün kötü yan etkileri olan can sıkıcı sorumlulukların altında eziliyordu şimdi. "Anlatıcı", avukatlara ve tefecilere yazılan mektuplar vb. yazışmalar Redmond için can sıkıcı olduğunu söylüyordu. Redmond'a göre değildi tüm bu aristokrat şeyler.  

Resim tablosunu andıran görüntüde göl ve uzakta malikane yansıyordu sonra. Gündüzdü. Çan sesleri de duyuluyordu. Ardından malikanede Rahip Runt yansıyor. Elinde  kitapla yürürken, kamera da sola çevrinme yaparak onu izliyor. Rahip, Bryan ve Lord Bullingdon'a ders veriyordu. Rahip onları yalnız bırakıp dışarı çıktıktan sonra Bryan'ın derslerden sıkıldığı fark ediliyor. Ağabeyiyle konuşmak istiyordu. Çalışkan Bullingdon kendini derslerine vermiş ve de ufaklık "zahmetli" ifadesini merak ediyordu. şimdi. Bryan sürekli sorular soruyor ağabeyine. Bilmediği çok şey vardı. Kalemini kaybeden Bryan, ağabeyinin kalemini almaya çalışınca, Redmond'a duyduğu öfkeyi Bryan'dan çıkarıyordu Bullingdon. İçeri Redmond giriyor ve olanları görünce kamçısını alıp Bullingdon'a acı çektiriyordu. Bullingdon'ın öfkesi daha da büyüyordu şimdi. Redmond da daha öfkeliydi ve kamçısı sertti. Belki de Redmond için, trajedinin ve tamamen kaybetmenin başlangıcıydı bu. Bullingdon, bundan sonra dayak cezasına boyun eğmeyecekti. Bir daha ona elini sürdüğünde karşılığını verecekti. 

Kamera sağa doğru çevrinirken orkestra görüntüye giriyordu. Çevrinmeyi sürdüren kamera, klavsende Leydi Lyndon ve flüt çalan Rahip Runt'ı çerçevenin içine alıyor. J. S. Bach'ın (1685-1750) "Concerto C Minor, BWV 1060" bestesini çalıyorlardı canlı performansla. Çevrinmeye devam eden kamera, çerçeveye konuklar, Redmond ve annesini de alıyordu. İçeri Bullingdon ve Bryan giriyor sonra. Bullingdon ayakkabısızdı. Bryan'ın ayakkabı giymişti ve çok ses çıkartıyordu. Bullingdon'ın oyunu muydu bu? Kamera, geriye kayarak onları yansıtıyordu. Beraber klavsendeki annelerinin yanına geliyorlar. Çocuk Bryan için eğlenceliydi her şey. Annesine, "Ayakkabılarım tam ona göre değil mi Leydi Hazretleri", diyordu alaycı ifadeyle. Ardından Bryan'ın önünde diz çöküyor ve "Çocuk, senin açından ölmemiş olmam ne yazık" diyordu Lord Bullingdon. Ardından da, Lyndonlara yaraşır temsilcisi olurdu veya Baryvilleli Barrylerin soyunun bütün meziyetlerinden yararlanırlardı, diyen Bullingdon neyi ima ediyordu? Bakışlarını annesinden Redmond'a çeviriyor ve alaycı gülümsemeyle "Öyle değil mi", diyordu Bullingdon. Ayrıca Lord Bullingdon Redmond'a, "Bay Redmond Barry" diyerek de ailenin uzağında tutuyordu aşağılayarak. Leydi ayağa kalkıp Bryan'a sarılıyor. Bryan'ı sevdiğim gibi, Bryan'ın ağabeyini de böyle sevebilirdim, diyordu Leydi Lyndon. Lord Bullingdon anne sevgisine layık olduğunu göstermemişti hiç. Leydi Bryan'la salondan çıkarken Bullingdon, yatağına aldığı bu küstah İrlandalının kötü muamelelerine dayanabildiği kadar dayanabildiğini söylüyor. Onu iğrendiren aşağı sınıftan olması ve kaba tavırları değilmiş. Bir de Leydi Hazretlerine utanç verici şekilde davranması vardı. Mülklerini çalması ve dolandırması da vardı. Bullingdon, bu görgüsüz adamı şahsen cezalandıramayacağı için, annesine yapılanlara tahammül edemediği için, avenesinden cüzzamlı gibi tiksindiği için evini terk edip bir daha dönmemeye karar vermiş. Leydi ağlayarak salondan çıkıyordu bu sözlerin ağırlığıyla. Öfke dolmuş Redmond aniden Bullingdon'a saldırıyordu leydi gittikten sonra. Gürültüleri duyan leydi salona döndüğünde kavgayı görüyordu. Dayanamayan leydi uzaklaşıyordu oradan. Redmond acımasızca, tüm öfkesiyle güçlü sol yumruklarıyla Bullingdon'ı ölesiye dövüyordu. Konuklar zor da olsa Bullingdon'ı kurtarıyorlardı ölümcül dayaktan. Muhasebeci de bu inanılmaz olaya tanıklık edenlerdendi. Muhasebecinin bakışları, kaybetmiş birine bakışlarıydı belki de. Redmond kaybetmiş miydi? 

Kemerli köprünün girişindeki  Redmond, kaybetmiş bir insanın boşluğuyla boş gözlerle bakarken yansıyordu şimdi. Görüntü geriye doğru zum yaptığında Redmond'ın düştüğü boşluk ve yapayalnızlık daha da bir fark ediliyordu. Fonda da Vivaldi'nin "Cello Concerto E-Minor 3" müziği de duyuluyordu bu kederli anda. Ardından restoranda Lord Wendover yansıyordu. Lord masaya oturduğunda derinlikte Redmond da fark ediliyor. Redmond, lordun masasına gidip masasına davet ediyordu. Lord nazikçe kabul etmeyecekti bunu. Lord, Redmond'ın tüm davetlerini bir bahaneyle savuşturuyordu. Redmond'ın üvey oğluyla kavgasından sonra lord olma düşü de burada bitmiş miydi? "Anlatıcı", Redmond'ın Bullingdon'ı öldürmüş olsaydı şehirde ve taşrada peşini bırakmayan böylesi soğukluğa ve kınamaya maruz kalamazdı, diyor. Redmond terk ediliyordu. Üvey oğluna zalimce davrandığına dair efsane de büyümüş. 

Uzakta sisler içinde malikane yansıyordu. Bu Redmond'ın belirsiz geleceğini simgeliyordu sanki. Güçlü bir metafordu. Yine fatura yansıyor. Faturadaki tarih 1789'du. Faturalardaki yük artıyordu. Çalışma masasında Leydi Lyndon, Redmond ve muhasebeci vardı. "Anlatıcı", evlilik yılları boyunca birikmiş ve şimdi alacaklıların alelacele yolladığı faturaların dehşet verici olduğunu söylüyordu. Redmond harcamalarında sınır tanımamış ve bir mirasyedi gibi davranmış şimdiye kadar. Redmond faturalardan, ipoteklerden, borçlardan ve sigortalardan, bunlara bağlı bütün kötü şeylerden oluşan içinden çıkılmaz bir mengeneye mi sıkışmıştı? Leydi Lyndon da, gelirlerinin neredeyse tamamını bu borçları ödemek üzere harcıyor. Muhasebeci yüz ifadesiyle her şeyin kötüye gittiğini hissettiriyordu. 

Ardından Redmond oğluyla nehirde beraber kayıkta oltayla balık avlarken yansıyordu fonda da Vivaldi'nin müziği duyulmaya devam ederken. Görüntü zumla onlardan uzaklaşmaya başlarken yalnızlığı ve boşluğu bir defa daha fark ediliyordu Redmond'ın. Ardından kamera malikanenin salonunda Redmond oğlunu kucağına almış eskiz albümüne bakıyorlardı. Sonra da oğluyla bahçede kılıç oynuyordu Redmond. Fonda Handel'in "Sarabande" müziği duyulurken "Anlatıcı" da, "Barry'nin hataları olmuştu" diyordu. Ama ona kimse iyi ve şefkatli bir baba olmadığını söyleyebilir miydi? Oğluna tutkuluydu. O, geleceğiydi. Redmond, gelecekteki başarılarını ve de hayattaki yerini düşünerek tatlı bir hayale de dalmıştı. Ama onun için bir kader vardı ve kararını bir defa daha verecekti. Gerisinde soyundan kimseyi bırakamayacaktı Redmond. Hayatı sona ererken fakir, yalnız ve çocuksuz olacaktı. "Anlatıc"nın, Redmond'ı sonuna götüren kaderi üzerine bir önbilgisiydi bu. Kroket oynarlarken, orada Leydi Lyndon, Rahip Runt ve Redmond'ın annesi de vardı. Kroket konusunda burada da tarihsel yanılgı fark ediliyordu. Açıkhava oyunu Kroket, 18. yüzyılda Fransa'da ortaya çıkmış ancak 1850'ler içinde İngiltere'de yaygınlaşabilmiş bir oyundu. Kubrick'in burada da bir bildiği olabilirdi. Ardından Redmond ve Bryan atla geziye çıkıyorlardı. Bryan'ın atı midilliydi. Bryan babasından kendisine at almasını istiyordu. O zaman babasıyla ava gidebilirdi. Sonra çok geçmeden Bryan'ın atı olacaktı. Redmond at satıcısıyla (Roy Spencer) pazarlık yapıyordu şimdi. Kader de harekete geçmişti. Bu at Bryan'ın dokuzuncu yaş günü için alınmıştı. 

Handel'in müziği sürerken, malikanede öğle yemeği anı yansıyor ardından. Penceredn giren ışık huzmesi masanın üzerine düşüyordu. Rokoko estetiğindeydi. Işık yoğunluklu olarak bir yere düşerek özneyi fark ettiriyordu. Rokoko, sanat anlayışıyla Barok sanatının kalın çizgilerini ve aşırı ayrıntılarını az da olsa sadeleştirmiş bir tepkisel akım gibiydi. Yemek masasında Redmond, annesi, Leydi Lyndon, oğlu Bryan, Rahip Runt, muhasebeci vardı. Bu an genel çekimle yansıyordu. Bryan atı soruyor. Redmond bir şey bilmediğini. Doğum günü sürprizi olmalıydı. Annesi Bryan'dan babası olmadan ata binmeyeceği sözünü alıyor. Kader sabırsızdı. 

Redmond sabah pencere önünde uşakların yardımıyla sakal tıraşı olurken içeri Rahip Runt giriyor. Kamera rahibi sağa kayarak izliyordu. Ardından da Bryan'ın sözünü tutamayıp Doolan'ın çiftliğine gittiğini söylüyor rahip. Yatağı boşmuş. Sabah da avluda görülmüş. Redmond atıyla çiftliğine giderken yolda insanlarla karşılaşıyor. Bryan'ı sedyeye koymuşlardı. Bryan kimseye haber vermeden ata binmiş. Ardından attan nasıl düştüğü yansıyordu. Önde göl ardında malikane yansıyor. Doktorlar çağrılmıştı. Doktorlar görünmeyen bir düşmana karşı ne yapabilirlerdi? Bryan için her şey umutsuzdu. Bryan elleri dışında hiçbir şey hissetmiyordu. Annesi ve babası acı içindeydi. Dokunaklı anlardı bu anlar. İki gün yaşayabilen Bryan acı çekmeden ölmüştü. Belki de bu aile için hazin bir teselliydi. Fonda Handel'in "Sarabande" müziği devam ediyordu. Kederi daha da çoğaltıyordu bu tını. Leydi Lyndon ve Redmond'ın yaşadıkları acı yüzlerinden yansıyordu. Redmond bir evlatla beraber birçok şeyi de kaybettiğinden acısı daha da derindi. Tabutla araba geçip giderken kamera ikisine yoğunlaştığında yakından her şey daha derin fark ediliyordu bu acıda. 

Çökmüş Redmond çok içiyordu. Malikanede annesi elinde mumla ve yanında iki hizmetkârla içeri girerken yansıyor. Kamera onları sola çevrine yaparak takip ediyordu. Fonda da "Sarabande" müziği vardı. Koltukta sızmış Redmond'ı iki hizmetli odasına taşıyor ardından. "Anlatıcı", Redmond'ın acısının avutulamaz olduğunu söylüyordu. Tek tesellisi içki şişeleriydi şimdi. Bu zor zamanlarında yanında olan tek insan annesiydi Redmond'ın. Hep sarhoş olan Redmond, annesinin gösterdiği ilginin de bilincinde değildi. Acının diğer tarafındaysa Leydi Lyndon, Rahip Runt'ın dualarında teselli arıyordu. Leydinin bünyesi de zayıftı. Sinirleri zayıf Leydi Lyndon kendini dine vakfetmiş ki, dışarıdan aklını kaçırmış gibi görünüyordu. 

Dışarıdan malikane yansıyor sonra. Bir rokoko tablosunun yansıyışı gibiydi bu. Güneş ağaçların üzere zayıf düşerken, malikane de ışık huzmesi altında gibiydi. Ardından kamera içeri giriyor. Görüntü yavaşça zumla geriye çekilirken, Redmond'ın annesi faturaları incelerken, orada muhasebeci de vardı. Malikanede hüküm süren kederli hava içinde, evin ve Lyndon topraklarının idaresi şimdi Redmond'ın annesindeydi. Redmond'ın annesi fincanda çay da içiyordu. Kapı çaldığında içeri Rahip Runt giriyordu. Redmond'ın annesi çağırmış onu. Redmond'ın annesi, imzalanacak faturalar için muhasebeciyi Leydi Lyndon'a gönderdikten sonra rahiple baş başa kalıyordu. Önemliydi. Bryan öldükten sonra malikanede bir öğretmene ihtiyaç kalmamıştı. Lord Bullingdon da malikaneyi terk etmişti. Aile ekonomik olarak da zor durumdaydı. Rahibin ayrılmasını rica ediyor Redmond'ın annesi. Rahip Runt, maaşında feragat edebilirdi, ama Leydi Lyndon'ı bu zor zamanlarında bırakıp gidemezdi. Redmond'ın annesi Leydi Lyndon'ın çökmüş ruh halinden rahibi sorumlu tutuyor. Leydi iyileşmeliydi. Leydi gitmesine izin verir miydi? Rahip talimatı Leydi Hazretlerinden alacağını söylese de kadı, Redmond'ın acısını unutup dünyevi meselelere dönene kadar Hackton Şatosu'nun işlerini yürütmek için Leydi Lyndon kendisine yetki vermiş. Rahip Runt da bir şeylerin farkındaydı. Kadın, Leydi Lyndon'ın imzası peşindeydi. Servetin büyük oranda erimesinde de anne-oğulun gayreti vardı. Rahip malikaneden uzaklaşırsa amaçlarına ulaşabilirlerdi. Geriye kalan serveti ele geçirebilmek için leydi malikanede tutsak yapabilirlerdi. Rahip kolayca buradan gidecek miydi? Ya Leydi Lyndon ne olacaktı? Redmond'ın annesinin düşünemeyeceği kadar ayrıntılar vardı. Lord Bullingdon'ı unutmuştu. Bir de kendi yolunda giden sabırlı kader vardı.  

Kamera Leydi Lyndon'ın yatak odasına gittiğinde acılar, belki de histeriler içindeki leydi yansıyordu. Leydi kendini zehirleyip intihara da kalkışmış. Acılar içinde çığlıklar atan Leydi Lyndon'ı kayan kamera takip ediyordu bu anda. "Anlatıcı", az zehir alan leydinin hastalanmasına ve unutulmuş birinin devreye girmesine neden olmuş. Leydinin çığlıklarını duyan Muhasebeci Graham  içeriye giriyordu o an. Leydi yardım istiyordu. 

Genel çekimde uzaktan atlı araba yansıyordu ardından. Atlı araba doğanın içinde tek görünen şatoya geliyordu. Muhasebeci Graham ve Rahip Runt, şatoda Lord Bullingdon'la beraberdi. Annesinin intiharından söz etmişler. Annesi ölseydi bunda kendini de sorumlu tutacaktı lord. Suçluluk yanında aile şerefi de vardı. Korkaklığı ve zayıflığı yüzünden malikaneyi terk ettiğini söylüyordu Lord Bullingdon. Rahip ve muhasebeci masada otururken, kamera ayakta volta atan Lord Bullingdon'ı çevrinme yaparak izliyordu. Barryler üstlerine vahşice ve cahilce baskı kurmasına izin verdiğini düşünüyordu. Bu da annesini yalnız bırakırken, aile servetinin de müsrifçe eritilmesine neden olmuştu. Dostları lorda yakınlık gösterse de arkasından onu küçümsediklerinin de farkındaydı. Artık ne yapmasını biliyordu lord. Bedeli ne olursa olsundu. 

Atıcılık Kulübü'ne geliyor Lord Bulingdon. Redmond'ı soruyor. Yanında at satıcısı da vardı.Kamera, elinde bastonu olan Bullingdon'ı geriye doğru kayarak izliyor. Fonda da Handel'in "Sarabande-Duel" müziği duyuluyordu. Ağır adımlarla içeri giren Lord Bullingdon, koltukta sızmış Redmond'ı görüyor. Bastonun ucunu hızla yere vuran lord, sızmış Redmond'ı uyandıramıyor. İçeride kumar oynayan ve içen insanlar da vardı. Bullingdon, bastonun ucunu Redmond'ın çenesine dokundurunca Redmon uyanıyordu. Redmond onun onurunu ahlaksızca lekelemişti. Buna dayanabilen bir centilmen onurunu da temizlemeliydi. Ne kadar zaman geçerse geçsindi. Şİmdi onurunu temizlemeye gelmişti. Ardından kamera düello için hazırlanan tabancayı yansıtıyor Lord Bullingdon ve Redmond düello yapacaklardı. "Sarabande-Duel" müziği de devam ediyordu güvercin cıvıltıları ortasında. Tabancayı yardımcısı (George Sewell) hazırlıyor. Bullingdon'unkini de Sör Richard (Peter Cellier) hazırlıyor. Düelloyu ve kuralları Sör Richard söylüyordu her ikisine de. Tabancalar lorda aitti. Redmond'ın istediği tabancayı  seçme hakkı vardı. Yardımcısının hazırladığı tabancayı tercih ediyordu. İlk ateş için para atışı yapılacaktı. Hakarete uğrayan Lord Bullingdon olduğu için ilk tercih onundu. Yazı-turayı kazanan Bullingdon ilk atışı yapacaktı. İkisi de tabancaları sol ellerinde tutuyorlardı. Lord acemiydi ve nişan alamadan barutu patlatıyordu. Lord yeni tabanca isterken, Redmond'ın yardımcısı sıranın Redmond'da olduğunu söylüyor. Sör Richard da onaylıyordu bunu. Redmond ateş etmeye hazırlanırken Lord Bullingdon'ın midesi bulanıyordu. Redmond yere ateş ediyor. Sıra Lord Bullingdon'daydı ve ne yapacaktı? Onurunun temizlendiğini düşünecek miydi? Bullingdon öfkeliydi ve atışı yapacaktı. Sör Richard ona yedek tabancayı veriyor. Tabanca kullanmasını bilmeyen Bullingdon nişan alıyor ve Redmond'ı sol ayağından vuruyor. Redmond, onu bağışlamıştı, ama Bullingdon gençliğinin öfkesiyle onurunu kurtardığını sanıyordu.  

Bir han yansıyor. Redmond bir hana getirilmiş. Bir doktor da çağrılmış. Doktor Broughton (Geoffrey Chater), dizin altındaki yarayı muayene ediyordu. Doktor, acılar içindeki Redmond'a gerçeği açıklıyordu. Hayatta kalabilmesi için sol bacağı dizin altından kesecekti doktor. Redmond'ın yüzünde kaybetmiş bir insanın çaresizliği yansıyordu. Çan sesi de duyuluyor. Kırda yol alan at arabası yansıyor ardından. Arabada Lord Bullingdon ve Muhasebeci Graham vardı. Bullingdon olanları ayrıntıya girmeden annesine anlatmasını istiyor. Bir an önce annesinin Londra'ya doğru yola çıkmasını sağlamasını istiyordu. Sonra da arabadaki Rahip Runt yansıyor. Redmond'ın annesini görmesine de izizn verilmesini istemiyordu öfke ve nefret dolu Lord Bullingdon. At arabası gece çökerken yolculuğuna devam ediyordu. 

Sonra da han odasında Redmond'ın annesi yansıyor. Elindeki yelpazeyle serinleyen anneden geriye doğru zumla çekilen görüntünün içine Redmond da giriyordu. Fonda da Handel'in "Sarabande" müziğini duyuluyordu. Gündüz olmuştu. Redmond'ın sol bacağı dizinin altından kesilmişti. Kederler içindeki Redmond annesiyle iskambil oynuyordu. Kapı çalıyor. Gelen Graham'di. Annesi konuğa çay ikram etmek istiyordu. Ama Graham'in acelesi vardı. Çan sesi de duyuluyordu. Graham için de anlatması zordu. Graham, Lord Bullingdon'ın talimatını söylemeye gelmişti. Yılda 500 gine maaş öneriliyordu. Tek şartsa İngiltere'yi hemen terk etmesiydi. Geriye dönerse de haklarını yitirecekti. Eğer burada kalmaya karar verirse de doğrudan Redmond hapse girecekti. Redmond borç batağındaydı ve hiç parası yoktu. Sürgün tek çıkışıydı. Hanın olduğu meydan yansıyor ardından. Fonda da Schubert'in "Piano 3 E Flat" müziği duyuluyordu. Görüntü zumla hana yaklaşırken, Redmond ve annesi handan dışarı çıkıyordu. Redmond koltuk değnekliydi. "Anlatıcı", şaşkın ve yenik durumdaki bu yalnız ve kalbi adam ne yapsaydı, diye soruyor. Maaşı kabul eden Redmond, annesiyle beraber İrlanda'ya dönerek iyileşmeyi beklemiş. Redmond iyileştikten sonra Avrupa turuna da çıkmış. Hakkında bilgi olmasa da eski mesleği kumarbazlığa dönmüş olabilirdi. Leydi Lyndon'ı da bir daha hiç görememiş. Redmond atlı arabaya binerken görüntü donup fotoğraflaşıyordu. 

Sonra malikane yansıyor. Schubert'in müziği sürerken salondaki masada Leydi Lyndon, Lord Bullingdon, Rahip Runt ve Muhasebeci Graham vardı. Leydi Lyndon önüne gelen faturaları imzalıyordu. Ama Redmond'a ödenecek tutar önüne geldiğinde bir an duruyordu. Faturanın sol alt köşesinde Aralık 1789 yazıyordu. Miktar da 500 gineydi. Leydi imzalıyor. Yüzüne keder oturmuştu. Faturalardaki 1789 tarihi Kubrick için önemli olabilir. Filmin tarih akışı içinde şimdi 1783 veya 1784'tü. 1789 tarihi Fransız Devrimi'nin tarihiydi. Aristokratlar devrim yapan halka "Sans culottes", yani "Donsuzlar" diyordu. Aristokrasinin sonu mu gelmişti?  

Sonsöz: Sonsözde, “Adı geçen karakterler, III. George zamanında yaşadı ve kavga etti. İyi ya da kötü, yakışıklı, çirkin, zengin, fakir artık hepsi eşit” diyor. Aristokratların ritüel dolu, entrikalı, şaşaalı dünyasının sonu gelince yerini kim dolduracaktı? Fransız Devrimi yakındı. 

Yazar Thackeray’in pikaresk ruha uyan eseri, Kubrick’e de aynı ruhu veriyor. Bu roman türü, 17. yüzyılda ortaya çıkmış. Kahramanları genelde başıboş, serseri ruhlu insanlar. Aşağıdan yukarıya hızla çıkıp hızla düşmelerini konu ediyor. Bu roman türünde kır yaşamı ve doğa çok önemli. Yazarlar, natüralist ressamlar gibi doğayı ve kır yaşamanı ayrıntılı tasvir ediyorlardı. Değişen gerçeklikle beraber, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren geriledi bu roman türü. Kubrick, doğanın yansıyışını ressam ruhuyla yaratsa da yoğun yeşil, Redmond’ın dışarı yansımaya başlayan kişiliğiyle bir cangıl cehennemine dönüşüyor. Muhteşem doğa, Redmond’ın ruhu gibi karmaşıklaşıyor. Bu öncelikle Redmond’ın İngiliz ordusundan firar ettiği anlardan itibaren hissediliyor. “Barry Lyndon”, psikanaliz yönden Kubrick’in sinemasına da anlam katan filmlerden biri. Filmse, son jenerikte duyulan Handel'in "Sarabande" müziğiyle noktalanıyordu. 

 “Cinnet…”

Kubrick ustanın, korku-gerilim romanları yazarı Stephen King’in eserinden uyarladığı 1980 yapımı “The Shining-Cinnet”, zihinsel bulanıklar yaşatan, psikanaliz tarafı yoğun sarsıcı bir metafizik-korku-gerilim filmi. Warner Bros’un sunduğu bu gizem yüklü filmin senaryosunu Kubrick’le beraber Diane Johnson yazmış. Müzikleri de Wendy Carlos ve Rachel Elkind yapmış. İnsanı daima tedirginlik içine düşüren görüntüleri yansıtan hayalet kameranın arkasında da önemli kameramanlardan John Alcott var. Kubrick bu filminde, zincirlemeli geçişlerle beraber kamerayı sürekli kaydırmış. Bu iki teknik alıştırma filmin ruhuyla Jack’in ruhunu buluşturuyordu. Kubrick bu filminde gerçeküstü anlatıma yönelmiş. Sadece rüya-gerçekle değil, görsellikle de. Yoğun zincirlemeli geçişler, ara yazılar vb. Filmde mekânlar çoğunlukla parlak yansıyor. Geniş final bölümünde de dramatik ışıklandırmayı öne çıkarmış yönetmen.

Öğretmenlikten yorulmuş Jack Torrance (Jack Nicholson), kışın kapalı kalan dağ başındaki otelde bekçilik işi buluyor. Bu da yazacağı kitap için fırsattı onun için. Kamera, sarı kaplumbağa WV'yi yukarıdan izlerken ön jenerik yazıları yansırken, fonda da “The Shining” tınıları duyuluyordu. Müzik tedirgin edici ve derinlikten de siren seslerine benzer çığlıklar geliyordu. İlk bölüm “Görüşme” başlığını taşıyor. 1900’lerin başında açılmış dağ başındaki Overlook Hotel’e geldiğinde otelin genel müdürü olan Stuart Wilman (Barry Nelson), Jack’ten hiçbir şeyi saklamıyor. On yıl kadar önce bu otelde trajik bir katliam işlenmiş. Çünkü beş ay kar yüzünden otelden çıkamayınca, ailesi yanında olsa bile yalnızlık duygusu depresyona düşürüyormuş insanı. Buna kapalı yerde kalma tepkisi teşhisi konmuş. Bekçi Grady (Philip Stone), psikolojik çöküntüye girmiş, karısını ve iki kızını baltayla vahşice katlettikten sonra intihar etmiş. Her şeye rağmen Jack işi kabul ediyor.

Denver’da karısı Wendy (Shelly Duvall) ve küçük oğulları Danny (Danny Lloyd) evde yansıyordu ardından. Vermont’tan Denver’a taşınalı birkaç ay olmuş ailenin. Danny’nin, "Tony" isminde hayali arkadaşı da vardı. Danny, halüsinasyonlar da görüyordu sürekli. Otelde öldürülen mavi elbiseli iki küçük kızın görüntüsü de zihninden sürekli düşüyor Danny’nin. Otelin asansörünün olduğu yerden fışkıran kanlar da sürekli küçük Danny’nin zihninde yaşanıyordu. Filmde aynalar da çok önemliydi. Kişiliğin, ruhun ikiye bölünmesini hatırlatıyordu sürekli. Danny’nin banyoda ayna karşısındaki yansıması da böyleydi. Babası Jack’in de aynaya yansıyan görüntüleri de derinlikte anlamlaşacaktı.

“Kapalı Gün” bölümünde… Kamera yine havadaydı yolculukta. Ailesini sarı arabasıyla otele götüren Jack, mutlugörünüyor. Sinema psikolojisinde renkler anlam kazanıyor. Yeşilin ve kar beyazının yoğunluğu cehennemin sıcaklığını hissettirmeye başlıyordu alttan alta. Filmin gerçeküstü anlatımı renkler üzerinden, kamera hareketlerinden ve kurgu geçişleri üzerinden yoruma sürüklüyordu insanı. Rüya-gerçek de, film boyunca sürekli çatışacaktı zihinsel bulanıklar yaratarak.

Onlar oteli tanırken, otel de tenhalaşmaya da başlıyordu. Danny, oyun salonunda oynarken o iki küçük kızı görüyor birden. Siyahî aşçıbaşı olan Hallorann (Scatman Crothers), “Doktor” dediği Danny’deki farklılıkları da hemen nlayacaktı. Ondaki “parlayanı” fark ediyordu Hallorann. Onlara bir otel odası veriliyor önce. Tek ısıtılan oda da oydu. 237 numaralı odaya girmeleri de yasaktı. Bir ay geçiyor. Dışarıda kar yoğun yağarken, her şey birbirinin aynı sürüp gidiyordu otelde. Jack lobide daktiloyla eserini yazarken psikolojisindeki değişiklikler de dışarı çıkmaya başlıyor yavaşça. Yüzü gerginleşmeye ve bakışları tuhaflaşmaya başlıyor Jack'in. Daktiloya baktığında oğlunu, otelin labirent bahçesinde düşünüyor Jack. Zihninden düşen görüntülerdi bunlar. İçkiyi de bırakmış Jack, bara gidiyor sonra. Jack’in zihni oyun oynamaya da başlıyordu şimdi. Orada barmen Lloyd’la (Joe Turkel) konuşuyor.  Bunlar neydi? Tedirginlik ve merak çoğalmaya başlıyor. Wendy, elinde beyzbol sopasıyla bardaki Jack’in yanına geliyor ardından. Danny, yasaklı odaya girmiş ve bir kadın onu yaralamış. Kamera, odayı yansıtırken, açık banyo kapısına yönelirken, Jack de görüntüye giriyordu. Hayalet gibi ortalarda kayıp duran kamera, anlamlaşmaya başlıyordu sanki. Küvetten çırılçıplak bir genç kadın (Lia Beldam) çıkıyor ve Jack’e doğru yürüyor. Ardından da yaşlı kadına (Billie Gibson) dönüşüyordu genç kadın. Jack, bara yine gittiğinde orada balo olduğunu görüyor. Garsonla çarpışan Jack, tuvalete gittiğinde garson da peşinden geliyor. Tuvalet kırmızı ağırlıklı ve beyaz da fark ediliyordu. Garson Grady, “Burada bekçi olan hep sizsiniz” diyordu Jack'e. Grady ona, ailesini ve kendisini Jack’in öldürdüğünü söylüyor. Jack’in zihinsel karmaşası seyirciyi de kuşatıyordu bu anlarda. Tuvalete gelirken kaydırmalı çekimlerle zincirlemeli geçişler öne çıkıyordu. Bir ruhtan diğerine geçer gibiydi.

Miami’deki Hallorann da, televizyondaki hava durumunu izleyince telaşa kapılıyor ve orman korucularını arıyor telefonla hemen. Jack, telsizi önceden bozmuştu. Sonuç alamayan Hallorann yola çıkarken, otelde gerilim ve korku da çoğalıyordu. Danny’deki dönüşüm de dışarı çıkmaya başlıyordu bu anlardan sonra. Annesinin rujuyla “redrum” (kırmızı rom) yazıyor Danny. Tersinden okunduğunda “murder”, yani “cinayet” okunuyordu.

Wendy, Jack’in yazdıklarını görüyor masada. Tüm sayfalarda, “Tüm işi ve oyunu Jack’e yaptırırsan çocuk sıkılır” yazıyor. Jack, tamamen psikolojik olarak çökmüş müydü? Wendy, elindeki beyzbol sopasıyla korkuyla merdivenlere yöneldiğinde, Jack de içinde birikmiş olanları dışarı atıyordu kelimeleriyle. Jack’i yaralayan Wendy, onu yiyeceklerin saklandığı soğuk odaya kapatsa da çözüm olmuyordu bu. Elinde baltayla karısı ve oğlunun peşine düşen Jack, otele ulaşan Hallorann’ı baltayla katlettikten sonra oğlunun peşine takılıyor gecenin içinde labirent bahçede. Wendy ve Danny’ye ne olacaktı?

Yaralı Jack’in korkunç donmuş görüntüsü yansırken, kamera da içeride öne doğru sinsice kaymaya başlıyor. Siyah-beyaz çevreli fotoğraflar yansırken, kamera bir başka siyah-beyaz fotoğrafa doğru yöneliyor. Fotoğrafta Jack de vardı. Fotoğrafta, “4 Temmuz Balosu 1921” yazısı okunurken, fonda da İngiliz Ray Noble ve Orkestrası’nın 1934’te kaydettiği “Midnight, The Stars and You” (Geceyarısı, Yıldızlar ve Sen) hafif müzik şarkısı duyuluyordu. Tüm bu olanlar neydi ve Jack bir daha geri dönecek miydi? Tüm bu yaşananlar gerçek miydi? Değilse, kimin kâbusuydu bu? Yazar Jack Torrance’ın kelimelerinden düşenler miydi yoksa tüm bunlar? Zihinsel bulanıklık sürecekti hep.

 “Full Metal Jacket…”

Kubrick ustanın Vietnam Savaşı’na baktığı 1987 yapımı “Full Metal Jacket” filmi, cehennemde iki devreyi anlatıyor. Film, Gustav Hasford’un (1947-1993) “The Short Timers” otobiyografik-kurgusal eserinden uyarlanmış. Yazar Hasford, ABD Deniz Kuvvetleri’ne katılmıştı. Warner Bros’un sunduğu filmin senaryosunu Kubrick’le beraber yazar Hasford ortak yazmışlar. Filmin özgün müziklerini de Vivian Kubrick ve Abigail Mead bestelemiş. İki cehennemden sarsıcı fotoğrafları da kameraman Douglas Milsome yansıtmış. Filmin orijinal adının birkaç anlamı vardı. Donanmacıların argosuyla “Bakır Kaplı Mermi” anlamına geliyordu bu kelimeler. Kubrick, kamerasını sıkça kaydırırken, zincirlemeli geçişleri yoğun olarak kullanmış. Zaman zaman kararma-açılma geçişleri de vardı.

Ön jenerikle birlikteki acemi askerlerin yansıyışıyla başlıyor film. Fonda da Johnny Wright’ın “Hello Vietnam” şarkısı duyuluyordu. Şarkıda, “Buraya geldim, savaşı kazanmaya/ Bana elveda de, sakın mektup yazmayı unutma/ Elveda tatlım, merhaba Vietnam” diyordu. Tıraş olan acemiler yatakhanede eğitim çavuşu olan sert adam Hartman’la (R. Lee Ermey) tanışıyorlar'di çok geçmeden.  Çavuş Hartman’ın ağzından düşen her kelime onları daha da ezik yapıyordu. Herkese bir de bir lakap takıyordu çavuş. Gözlüklü J.T. Davis’e (Matthew Modine), “John Wayne” diye mırıldanıyor. Sonra da çavuş ona “Joker" (Şakacı) lakabını uygun görüyordu. “Zencileri, İtalyanları, Yahudileri aşağılamam. Hepiniz aynı ölçüde değersizsiniz” diyor Çavuş Hartman. Şişman Leonard Lawrence’a (Vincent d’Onorfio) kafayı takıyordu ardından. Ona da “Gomer" (Bunak) diyor sürekli. Sosyal tarafı zayıf, içine kapanık ve özgüveni yoksun biriydi Leonard. Çavuşa, “Evet efendim” (Yes Sir) demek zorundaydılar bir de.  Onları sürekli koşturuyor çavuş. Lonard’ı da başparmağı ağzında koşturuyordu çavuş bitmez tükenmez koşularının birinde de. J.T., Leonard’a yardım etmeye de çabalayacaktı. Tüfeği söküp takmayı, yüksek engelleri aşmayı, hatta botunu bağlamayı öğretse de askeri kurallar Leonard için zorluydu. Vietnam’da nasıl olacaktı?

Marşlar da söylüyorlar koşarlarken. Geriye doğru kayan kameraya doğru koşan askerler, “Full Metal Jacket” marşında, “Sam Amca için çalışmayı severim/ Sayesinde kim olduğunu bilirim” diyorlardı. Aşağılama ve yüceltme ikilemi eğitimin bir parçasıydı. Böyle eğitimden geçen askerler birer ölüm makinelerine dönüşüyorlardı. Savaştan sonra ortaya çıkan “Vietnam Sendromu” buydu belki de. 

Çavuş Hartman, yatakhane yine Leonard’ı aşağılıyordu çantası açık olduğu için. Çantasında reçel varmış. Leonard, hata yaptığında diğer acemileri de cezalandırıyordu Hartman. Gece yatakhanede diğer askerler Leonard’ı rahatsız ediyorlar uykusunda. “Kovboy” (Arliss Howard) onu boğmak istiyordu kurtulmak için sanki. Fiziksel ve ruhsal ağır eğitimler insanları değiştiriyor ve kendilerinin de bilmediği yerlere taşıyordu. Bunun Vietnam cephesi de vardı. J.T., Leonard’ın çektiği acıya bir şey de yapamıyor onu “şişko” diye aşağıladıklarında. Noel geliyor. Askerler de, “İyi ki doğdun İsa” ilahisini söylüyorlardı yatakhanede. Hartman onlara, özgür dünyanın komünizmi nasıl alt edileceğini vaazda öğreneceklerini de söylüyor. “Ruhunuz İsa’nın, kıçınız Deniz Kuvvetleri’nin” diyor ardından onlara. Zincirlemeli geçişle kamera tuvaleti gösteriyordu peşinden. J.T. temizlik yaparken, Leonard’ı fark ediyordu. Yanında da tüfeği vardı Leonard'ın. Mermiye de, “Metal zarflı kurşun” diyordu. Ardından, tüfekle öğrendiklerini gösteriyordu J.T.'ye. Sanki tüfeğiyle dans yapıyordu. Leonard, buradan Vietnam’a gitmeden çıldırıyor ve ardından da trajedisini yaşıyordu.

Kanın fışkırdığı duvarın üzerine kararan görüntü ardından açılıyor ve işte Vietnam. Saygon’daydılar… Vietnamlı genç fahişe, J.T. ve “Rafterman”a (Kirişçi) yaklaşırken, fonda da Nancy Sinatra’nın söylediği “These Boots are Made for Walkin” şarkısı duyuluyordu. Saygon’daki dükkânların tabelaları Amerikan tarzını hissettirse de Fransızca yazıyordu. Kız onlarla pazarlık ederken, motosikletli Vietnamlı gencin biri de “Rafterman”ın elindeki fotoğraf makinesi çalıyordu. Sivil hayatta da arkadaş olan J.T ve “Rafterman”, ordu gazetesinde görev yapıyorlardı. Ardından zincirlemeli geçişle alay yansıyor. J.T., cephe gerisinde olduğu için canı sıkılıyordu. Buraya egzotik yerler görmeye ve macera yaşamak için gelmişti. Kan görmek ve Vietkonglu öldürmek istiyormuş. Silah sesleri de duyuluyordu. Vietkonglar bomba yağdırıyor üzerlerine. J.T., ilk çatışmasına, macerasına da giriyordu böylece. Çatışmadan sonra alayda her şey eskisi sıradanlığına dönecekti. Komutanın çadırında da “İlk giden, son bilir” (First to go, last to know) yazısı da fark ediliyordu.

 J.T ve “Rafterman”, birinci müfrezeye gidiyorlardı şimdi. J.T.’nin miğferinde “Born to Kill” (Öldürmek İçin Doğan) yazıyordu. Yakasında da barış simgesi rozet vardı. General bunu görünce öfkeleniyor ona. J.T., insan ruhundaki ikilemi hatırlatmak için yapmış bunu.  J.T. ve “Rafterman” dolaşıyorlardı sürekli. Geldikleri bir yerde “Kovboy”la da karşılaşıyorlar. Orada, yeşil berelilerin ölü bir Vietkonglu bir askeri koltuğa oturttuklarını ve eğlendiklerini görüyorlar. Kubrick, savaşın korkunç yüzünü ve savaş suçunu da gösteriyordu burada. Askeri eğitimdeki kadar derin bir aşağılamaydı bu. Köyden ateş açılıyor. Sert çatışmalar yaşanıyordu peşinden. Çatışmalardan sonra fonda da, The Trashmen’den de “Surfin’ Bird” şarkısı duyuluyordu. Köyde gazetecilere röportaj bile veriyorlardı askerler. Vietnam’a özgürlük götürmek istemişler, ama Vietkonglular bunu istememiş. Böyle diyorlardı. Vietnam’dan nefret eden askerler de vardı. Röportajda bir asker, burada at dışkısı bile olmadığını söylüyordu.

Kubrick, Vietnam’daki vahşeti içeriden sarsıcı görsellikle yansıtabilmiş. İnsanları da o atmosferin içine çekerek vahşetin psikanaliz taraflarına da dokunabiliyor. Enkaza dönüşmüş yerlerde Amerikan askerleri “Kovboy”un komutasında devriye gezerlerken ateş açılıyor. Amerikan argosunda “Bilardo” anlamına gelen “Eightball” lakaplı siyahî asker önde giderken vuruluyor. Kubrick, “Eightball”un (Dorian Harewood) vuruluşunu stilize bir görsellikle yansıtmış. Kanlar, bir ketçap şişesinden fışkırır gibi fışkırıyordu. İnsan kendini bir Sam Peckinpah filmi içindeymiş gibi hissediyordu bu anlarda. Ateş açılan tarafa giden askerlerin ardına takılan kamera, keskin nişancı Vietkonglu kızın öldürülüşünü derin bir psikanalizle yansıtabilmiş. J.T., yaralı kızı vurabilecek miydi? Bir Vietkonglu öldürmenin keyfini sürebilecek miydi? Belki de düşündüğünden daha kolaydı her şey. Savunmasız bir insana tüfeği doğrultup tetiğe basacaktı sadece. Eve de tek parça dönebilecekti. Zaferi de marş söyleyerek kutlayabilirlerdi. Kubrick, son jenerik yazıları yansırken, fonda da Rolling Stones’un “Pain’t it, Black” şarkısını sunmuş son olarak. Bu film, Hollywood’un yaptığı en önemli Vietnam Savaşı üzerine bir filmdi. Bir klasikti. 

 “Gözü Tamamen Kapalı…”

Kubrick’i son filmi, “vasiyet filmi”, 1999 yapımı “Eyes Wide Shut-Gözü Tamamen Kapalı”, Avusturyalı yazar Arthur Schnitzler’in (1862-1931) eserinden günümüze uyarlamış. Sigmund Freud’un dostu olan Schnitzler’in eserlerine doğal olarak psikanaliz de sinmiş. Kubrick’in uyarladığı bu roman ülkemizde “Rüya Roman” olarak yayınlanmıştı. Schitzler’in birçok eseri de dilimize çevrildi. Warner Bros’un sunduğu gerçeküstü ruh taşıyan filmin senaryosunu Kubrick’le beraber Frederic Raphael ortak yazmışlar. Filmin özgün müziklerini Jocelyn Pook bestelemiş. Çarpıcı fotoğraflarıysa kameraman Larry Smith yansıtmış. Bu film çekildiğinde, Tom Cruise ve Nicole Kidman evliydi.

Kubrick, Alice’in olduğu anlarda yoğun parlak ışıklandırma kullanırken, renkler ve her  açık yansıyordu. William’ın olduğu birçok an da dramatik ışıklandırma kullanmış ve her şey apaçık değildi. Ama daha bildik geliyordu insana. Her şeyi apaçık görmek her şeyi görmek de değildi. Bunların psikanalizde derin anlamları vardı. İnsan her şeyi William’ın bildiği ve anladığı kadarıyla bilecekti. Gizem ve sırlar belki de hiçbir zaman bilinemeyecekti. Sadece kuşku ve endişe kalacaktı geriye. Kubrick bu filmini stüdyoda kurulan setlerde çekmiş. Gerçek mekânlarsa çok azdı. Sinemanın önemli yönetmenlerinden Sydney Pollack da filme değer katan performans sunmuş. Filmin kısa ön jeneriği de, büyük Rus besteci Dmitri Şostakoviç’in “Jazz Suite Waltz No 2” eseriyle yansıyordu. Şostakoviç’in bu eseri 1938’de çalınmıştı ilk. Bu eser, sinemanın ruhuna en uygun bestelerden biriydi ayrıca.

New York… Banyoda çırılçıplak Alice (Nicole Kidman) giyinirken, Dr. William Harford da (Tom Cruise) unuttuğu cüzdanı arıyor. Ama karısı Alice cüzdanın yerini biliyordu.Helena (Madison Eginton) isminde küçük bir kızları da vardı. Onu bakıcısı Roz’la (Jackie Sawiris) bırakıp Noel partisine gidiyordu karı-koca. Zincirleme geçişle parti yansıyor ardından. Partiyi Dr. Victor Ziegler (Sydney Pollack) düzenliyordu. William, piyano çalan piyanisti tanıyor. Tıp fakültesinden eski arkadaşı Nick Nightingale’di (Tod Field) bu. Doktorluk yapmayan Nick kendini müziğe vermiş. Alice, açık barda William’ı beklerken yanına Sandor Szavost (Sky du Mont) yaklaşıyor. Sandor ona, Ovid’in “Aşk Sanatı” şiirini okuyup okumadığını söylüyor ve bu konuşmalar ikisini de valsin ortasında bırakıyordu. Alice’in evli olmasına şaşıran Sandor bir hikâye anlatıyordu ona. Eski zamanlarda güzel bakire kızlar, çok erkekle olmak için biriyle evleniyormuş. Alice gibi güzel bir kadın niye evlenirdi ki? Diğer tarafta hedonist, yani hazcı Ziegler, genç bir kadınla, Amanda “Mandy” Curran’la (Julienne Davis) olurken, Mandy kokain krizine giriyor. Elbette William da yardım ediyordu hemen. Sonra da William, iki güzel kadınla konuşurken, Alice de onları görüyordu. Şimdi kıskançlık mı başlayacaktı, yoksa oyunlar mı oynanacaktı?

Birdenbire evdeydiler şimdi. Aynanın karşısında çırılçıplak Alice yansıyor önce. Yanına çıplak William geliyor, ama onun öpücüklerine karşılık vermiyordu Alice. Gözleri başka şeyler düşünüyordu sanki. Fonda da, Chris Isaak’in söylediği “Baby Did a Bad Bad Thing” şarkısı duyuluyordu. Bu rock şarkısının anlamı derindi ve bu anlam kimin içindi? “Bebeğim kötü kötü bir şey yaptı/…/ Küçük kalbinin ikiye ayrılacağını düşünecek kadar birini sevdin mi hiç/…/” diye sürüp gidiyor bu şarkı. William’la Alice arasındaki soğukluk ve mesafe en başından fark ediliyordu. Bu mutsuzluk nerden geliyordu? Bu anlarda Kubrick, kırmızı-turuncu-sarı tonları öne çıkaran parlak ışıklandırma kullanmış. Bu simgesel renkler, cinsellikle ihaneti iç içe geçiriyordu sinema psikolojisinde.

Sabah William muayenehanesindeyken, Şostakoviç’in etkileyici tınıları yine duyulurken, Alice de kızıyla müşfik bir anne gibi ilgileniyordu. Sonra da çırılçıplak yatak odasındaydı ve giyiniyordu Alice. Zaman geçiyor. Gece yatakta Alice marihuana içerken, Noel partisindeki iki kızı hatırlatıyor William’a. Bu neydi ve nereye gidecekti? Bu kıskançlık mıydı, yoksa Alice’in bir oyunu muydu? Sonra da kadın-erkek, sadakat, aldatma ve birçok şey kelimelerle uçuşacaktı etrafa. Kadınlar daima sadık, erkeklerse her kadınla rahatça sevişebilecek miydi? Bu tabiatın bir kuralı mıydı? Bu kuralın anlamı neydi? Kadın-erkek doğası birbirine yakın mıydı, yoksa çok uzaklarda mıydı? Kadının seçme doğası bu kuralların neresindeydi? Kadınlar da erkekler gibi rahat sevişip aldatabilir miydi? Alice böyle biri miydi?  Tatil yaptıklarında otelde gördüğü denizci subayıyla (Gary Goba) sevişmek isteği duymuş Alice. Bu William’ın zihninde kuşku ve endişe yaratacaktı. Herkesin zihninde de. 

Eski bir hastasının ölüm haberini alan William zihnindeki şüphelerle malikâneye gidiyor. Zihninden düşen siyah-beyaz görüntülerde Alice’in denizciyle sevişmesi vardı William’ın. Malikânede ölen yaşlı adamın kızı Marion (Marie Richardson), Carl’la (Thomas Gibson) evlilik hazırlığı yapsa da William’a ilgi duyuyor. William, zihnindeki kuşkuyla yakınlaşmak istese de Carl onu kurtarıyordu sanki. Zihninden düşen görüntüler beynini kemirirken, gecenin içinde kaybolmuş gibi caddede dolaşan William, bir fahişenin, Domino’nun (Vinessa Shaw) peşine takılıyordu. Domino’nun üzerinde mor renkli elbise vardı. Bu renk, filmdeki anlamı en güçlü simgeydi. William onunla olmayı arzularken, Alice onu telefonla arıyordu. Belki de hayatının kırılma anıydı bu. Bir zaman sonra Domino’nun AİDS’e yakalandığını öğrenecekti William. İşte bu mor rengi, William’la Alice’in ilk uzlaşmasını simgeliyordu.

William, dışarıda kaldırımda yürürken, fonda da caz tınıları duyulmaya başlıyor. Nick’in çaldığı bara giriyor. Orada Nick’ten hiç bilmediği bir şeyler de keşfediyordu. Nick, gözü kapalı götürüleceği bir yerden söz ediyor. Orada zengin insanlar, maskeli ve kostümlüymüş. Parola da, Beethoven’in tek operası olan “Fidelio” eseriymiş. Nick’in soyadı “Nightingale”, İngilizcede “Bülbül” anlamına geliyordu. Bu da Kubrick’ten ironik bir metafordu sanki. William ne yapacaktı şimdi? "Rainbow" (Gökkuşağı) isminde kostüm satan dükkâna giden William, Balkan göçmeni Milich’i (Rade Serbedzija) buluyor. Milich’in lolita kızı da (Leelee Sobieski) iki Japon adamla (Togo Igawa ve Eiji Kusuhara) eğlenirken, William maske ve kostümü alıp taksiyle malikâneye gidiyor. İçeri kolayca girdiğinde hayatında hiç düşünemeyeceği bir başka gerçeklikle karşılaşcaktı William. Orada çıplak ve maskeli bir kadın onu buradan uzaklaştırmak istese de başaramıyor. William derinlere gidiyor. Bir yolculuğa çıkmış gibi. Orada ayini de keşfediyor. Nick de gözü kapalı piyano çalıyordu orada. Tarikat ayini sürerken, fonda da Jocelyn Pook’un “Masked Ball” tınıları ilahi biçimde yansıyordu. William daha içerilerde orjiyle, yani toplu seksle karşılaşıyordu. Bu, ahlaki bir çöküş müydü, yoksa hedonizmin, hazcılığın sınır tanımazlığı mıydı? Fonda bu defa da Pook’un “Migrations” tınıları duyuluyordu. Bu mistik müziğin derinliğinde doğu tınıları da hissediliyordu. Kolayca fark edilen William orji ayininden atılıyor. Ama öncesindeki anlar önemliydi. Ayini yöneten asalı kırmızılı adamın etrafında dairesel sıralanmış kadınlar da vardı. Kamera, onların etrafında dönerken, kısırdöngü hissi veriyordu. Burada da mor renkler fark ediliyordu. Ama erkeklerin üzerindeydi bu defa. Buradaki mor renkler neyi simgeliyordu? Başka bir uzlaşma mıydı bu? William’ın mı? Finalde anlam bulacaktı belki de. Sonra gazetede okuduğu bir haber ona suçluluk duygusu yaşatırken, kuşkusunu çoğaltacaktı. Mandy ölmüştü. Kendisini bu tuhaf ayinden uzaklaştırmak isteyen Mandy miydi? Filmdeki bu tarikat masonluğu çağrıştırsa da, farklılıkları nelerdi? Dinin baskıcılığından uzak duran bu tarikatın simgeleri de ilginçti. Gökkuşağı, tek gözlü pramit, 666 vb. Filmin derinliğinde bu simgeler fark ediliyordu. Kubrick ustanın  bu filmi, bu tarikat üzerine de en derin filmlerden biriydi. Yönetmen üzerine çalışırken, "illuminati" isminde masonik nitelikler taşıyan bir tarikat önünüze çıkıveriyordu. Bu tarikat, 1776 yılında Almanya'nın Bavyera eyatinde masonluktan kopanlarca kurulmuştu. Kurucusu da Adam Weishaupt'tu. "İlluminati", Latince "illuminatus" kelimesinden geliyordu. "Aydınlanmışlar" anlamındaydı. Belirlediğimiz sembolleri de çok önemliydi. Kubrick usta da bu tarikatin bir üyesiydi. İçeriden bildiği bu tarikatın satanizmini ve hedonizmini (hazcılığını) bu son filminde perdeye yansıtmış. Kubrick'in ani ölümünde bu tarikatın ilgisi var mıydı? Bilinemiyor.

William eve döndüğünde Alice’i maskeyle uyurken fark ediyor. Ardından da her şeyi itiraf ediyordu karısına. Alice de ona rüyasını anlatacaktı. Bu rüya, William’ı daha da derin şüpheye düşürüyordu. Alice, orji ayinine katılmış mıydı? Kubrick, William ne kadarını anlayıp keşfetmişse o kadarını sunuyordu. Şüphe ve gizem sürecek miydi? Belki de derinlerde derin bir şeyler yoktu. Sevişmek, gizemleri ve şüpheleri ortadan kaldıracaktı. Belki. William’la Alice gibi.  

Filmde tema müziğine dönüşen piyano tınıları da bu filmden bir armağan gibiydi. Macar asılı Rumen besteci Györgi Ligeti’nin (1923-2006), “Musica Ricercata” piyano tınıları duyuluyor sıkça. Piyanoyu da çalan piyanist Dominic Harlan’dı.  Ligeti’nin piyano tınıları önemliydi filmde. Sanki William’ı kötücüllüklerden koruyan bir müzikti bu. Son jenerik yazıları da Şostakoviç’in “Jazz Suite Waltz No 2” eseriyle yansıyor. Bu vals, bir kısırdöngü müydü, yoksa rüyanın bitişi miydi?

 USTANIN KISALARINDAN

“Uçan Peder…”

Kubrick’in ilk hareketli fotoğrafları, RKO-Pathé’nin ona çektirdiği 1951 yapımı dokuz dakikalık siyah-beyaz “Flying Padre-Uçan Peder” belgeseliydi. Senaryosunu da Kubrick’in yazdığı belgeselde sadece anlatıcı Bob Hite’ın sesi duyuluyordu. Kamerayı da Kubrick kullanmıştı. Müziği de Nathanliel Shilkret yapmış.

New Mexico’da görev yapan Peder Fred Stadt Mueller, uçağıyla insanların yardımına koşan iyilik meleği bir insan. Kilisede insanlara vaaz veriyor, cenazeleri kaldırıyor, küçücük çocukların sorunlarını çözüyor ve insanlara huzur veriyordu. Günlük hayatı da yansıyordu pederin. Kafeste kuşları bile vardı. Tüfeği de. Ama en önemlisi küçük bir uçağının olmasıydı. Uçağının adı da “Padre”ydi. Ona telefon geliyor. Bir bebek hastalanmış ve hastane de 50km uzaktaydı. Uçak havalanıyor, tarlalar üzerinden uçuyor, yere iniyor, anne ve bebeğini aldıktan sonra yine havalanıyor. Küçük piste inerken, havaalanında bir cankurtaran (ambulans) onları bekliyordu. Tüm bunlar rahip için doğal ve mutluluk verici bir şeydi. Cankurtaran uzaklaşırken, pederle uçağının yalnız görüntüsü de çok etkileyici yansıyordu.

“Dövüş Günü…”

RKO-Pathé’nin ilk belgeselden memnuniyeti, Kubrick’in ikinci belgeselini yapma cesaretini verdi ona. Yine aynı film şirketlerinin desteğiyle yine 1951’de 13 dakikalık siyah-beyaz “Day of the Fight-Dövüş Günü” belgeselini yaptı. Ortasıklet boksör Walter Cartier’in Bobby James’le yapacağı maç öncesi bir gününü anlatıyordu bu belgesel. Yine anlatıcı vardı. Bu defa Douglas Edwards anlatıyordu her şeyi. Walter’ın ikiz kardeşi Vincent da kendisinin menajeriydi. Senaryoyu Kubrick’le beraber Robert Rein ortak yazmışlar. Gerilimli müzikleri de Gerald Fried yapmış. Kameraysa Kubrick’le beraber Alexander Singer kullanmış. Kubrick, öncelikle ring içindeki tüm çekimleri kendisi üstlenmiş.

New York… Sabah. Walter Cartier ve Bobby James’in sokaktaki ilanı üzerine açılıyor görüntü. Walter, otel odasında kardeşiyle yatakta uyanıyordu önce. Sonra da caddede beraber yürüyüşe çıkıyorlardı. Kilisede de dua ediyorlar. Görüntü kararıyor. Kahvaltının ardından muayene ediliyor, tartılıyor Walter. Sonra da Dan Stempler’in biftek restoranına uğruyorlar. Fonda gerilimli müzik de yoğunlaşmaya başlıyordu.

Gergin bekleyiş devam ederken, kamera da, Walter’ın dövüşte giyeceği malzemeler üzerinde sola doğru çevrinme (pan) yapıyordu. Sonra da zincirlemeli geçişle ayna karşısında kendini inceleyen Walter’ı gösteriyor kamera. Gün uzundu. Walter ve ikiz kardeşi üstü açık arabayla boks mabedine, salona doğru yola çıkıyorlardı şimdi. Soyunma odasında hazırlıklar da sürüyor. Soyunma odasındaki anlar çarpıcı açılarla yansıyordu. Kubrick bu anlarda yoğun zincirlemeli geçiş tekniği kullanmış. Bekleyiş sürüyor. Çağrılıyorlar. Salon doluydu. Kubrick ringde de çarpıcı açılar kullanmış. Bobby James’in köşesindeki sandalyesinin altından diğer köşedeki Walter’ı yansıtıyordu kamera. Boks anları da çarpıcı yansımış belgeselde. Walter, kroşeyle Bobby James’i yere indiriyor. Walter Cartier bir maçı daha kazanıyordu.

“Gemiciler…”

Kubrick’in ilk renkli çalışması, 1953 yapımı “The Seafarers-Gemiciler” belgeseliydi. 29 dakikalık belgeselin büyük sponsoru da, denizcilerin sendikası SIU. Belgeselin senaryosunu Kubrick’le beraber Will Chasen ortak yazmışlar. Kamerayı yine Kubrick kullanmış. Anlatıcı da Don Hollenbeck. Kendisi de, girişte ve sonda bizzat görünüyordu.

1938’de kurulan gemi çalışanlarının sendikası SIU’nun günlük işleri, işçiler yansıyor. Anlatıcı Hollenbeck, kameraya bakarak masasında bilgi vermeye başlıyor. Sonra da ön jenerik i düşüyordu.

Savaşta ölmüş tüm denizciler için saygı duruşu yansıyor. Sendika, merkez binasında üyesi işçilere iyi yemekler de sunuyordu. Sendika sadece hakları değil, işçilerin her şeyiyle ilgileniyordu. İş bulmak sadece bunlardan biriydi. Onlar için hastanesi bile vardı. Broşür basmak için matbaası bile. İşçiler bilardo bile oynayabiliyorlardı. İşçilerin aileleri de yansıyor. İşçiler iyi evlerde kalıyorlar ve aileleriyle mutlulardı. Gelecek kaygıları yoktu. Sendika yetkilileri hastane ziyaretlerin de bile bulunuyorlardı. İşçilere moral veriyorlardı. Sendikanın yaşlılar yurdu bile vardı. Sendikada seçimler de demokratikti. Sonunda limanda işçiler toplanıyor. İşçiler, sendikanın matbaasında bastığı dergiyi alıyorlar. Yine yolculuk vardı. Kubrick’in bu belgeseli cennetin ve mutluluğun resmiydi sanki.



 (2017-2023)